36-YASİN:
1-2-3- Yâsin,
çoğunluğun görüşüne göre Halil ve Sibeveyh'in açıkladıkları gibi sûrenin ismidir.
Bazılarına göre yemindir. Allah Teâlâ'nın isimlerindendir. Bazılarına göre
de Allah Teâlâ'nın kelâmını açtığı bir söz anahtarıdır. Bakara Sûresi'nin
başında hakkında yapılan açıklama genel olarak burada da geçerlidir. Yalnız
burada özel olarak şu iki rivayet vardır: Birisi, İkrime vasıtasıyla İbnü
Abbas'tan rivayet edildiği üzere, Ey insan! demek olmasıdır. Birisi de Saîd
b. Cübeyr'den rivayet edildiği üzere Hz. Peygamber'in bir ismi olmasıdır ki,
"Emin ol ki sen, hiç şüphesiz gönderilen peygamberlerdensin." hitabı bunu
andırır. Şifâ-i Şeri'fte anlatıldığı üzere Nakkaş, Hz. Peygamber'den: "Benim
Kur'ân'da yedi ismim vardır: 'Muhammed, Ahmed, Tâhâ, Yâsin, Müddessir, Müzzemmil,
Abdullah" diye rivayet etmiştir. "Hakâyık Tefsiri" sahibi Sülemî, Vâsıtî'den
ve Cafer b. Muhammed'den: "Yâsin'in yâ seyyid (ey efendi) demek olduğunu da
anlatmıştır.
Kırâet: Ebu
Bekir, Hamza, Kisâi, Ravh, Halefi Âşir, "yâ"nın fethasını imâle ile okurlar.
Aşere kırâetlerinin hepsinde "sin" vakıfta ve vasılda (duruşta ve geçişte)
sâkin okunur. Kâlûn, İbnü Kesir, Ebu Amr, Hafs, Hamza "nûn"u vasılda izhar,
diğerleri idğam ederler. Ancak Ebu Cafer hep sekit yaptığı için, onda da izhar
lâzım gelir. de "vâv" kasem (yemin) içindir. Yalnız Yâsin'de yemin mânâsı
bulunduğuna göre, atf için olmasını da caiz görenler olmuştur. Dilimizde ayrıca
bir yemin harfi bulunmadığından, birçok yerlerde kasemi "hakkı için" diyerek
ifade ediyoruz ki şöyle demek olur: Hem Kur'ân'ı Hakîm hakkı için. Hakîm:
Hikmetli, hikmet söyleyen, hikmet sahibi yahut çok hakim ve muhkem (sağlam)
mânâlarına gelir ki, Kur'ân hakkında hepsi de doğrudur. Emin ol ki sen, hiç
şüphesiz risalet görevi ile gönderilen peygamberlerdensin. Görülüyor ki bu
hitab hem yemin, hem hem , hem de isim cümlesi ile takviye edilip pekiştirilmiştir.
Bu kadar kuvvetli tekit ise, ancak muhatabın, konuyu şiddetle inkâr ettiği
makamda yakışır. Onun için burada muhatap Peygamberin kendisi olduğu halde,
ona tebliğde bu derece tekide ne lüzum vardı? diye bir soru sorulabilir. Buna
cevap şudur: Bu cümle "Fakat Allah sana indirdiği ile şahitlik eder ki, O
bunu kendi ilmiyle indirmiştir. (Buna) melekler de şahitlik ederler. (Aslında)
şahit olarak Allah yeter." (Nisâ, 4/166) buyurulduğu üzere, gerçekte Allah
tarafından Hz. Muhammed'in peygamberliğine bir şahitliktir. Bundan dolayı
bu tekitler, işin başında şiddetli küfür ve inkârlarla karşılaşan Peygamberi
kamu karşısında layıkıyla tatmin etmek ve güvence vermek içindir. Bu bakımdan
şöyle demek olur. Bütün inkârcıların, inatçıların, kâfirlerin küfür ve inkârlarına
rağmen emin ol ki sen, şüphesiz o peygamberlik görevi ile gönderilen, yani
Allah'ın tebliğ edilmek üzere emanetini taşıyan ve dinlenilmediği takdirde
hesabının sorulması kesinleşmiş elçileri olan hak peygamberlerdensin.
4- Dosdoğru
bir yol üzeresin. Hiç eğriliği olmayan, dosdoğru Allah'a götüren yeni bir
cadde üzerinde gönderildin ki, o islam şeriatıdır. Tenzile, nasb ile de ref'
ile de okunur. Yani zaman zaman indirdiği vahyi ile O aziz, rahîm'in, bütün
güç ve kuvvet, galibiyet ve zafer kendisinin olan ve kudretini tanıyan müminlere
vereceği nimet ve rahmetine nihayet olmayan yüce kudret sahibi Allah'ın, burada
Esmâü'l-Hüsnâ (Allah'ın güzel isimleri)dan" özellikle bu iki yüce ismin anılması
"Allah şöyle yazmıştır: Andolsun ki, galib gelecek olan ben ve peygamberlerimdir."
(Mücadele, 58/21) ifadesiyle "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik."
(Enbiya, 21/107) ifadesine işarettir.
5-6-Bu Kur'ân'ın
indirilişinin hikmeti korkutup sakındırman için. Yani bu dünyanın bir âhireti
bulunduğunu, sonunda hep o çok güçlü ve çok merhametli olan Allah'ın huzuruna
varılıp hesap verileceğini, doğru yoldan gitmeyenlerin, tehlikeden korunmayanların
sonlarının kötü olduğunu haber verip sakındırasın diye. Bir kavmi ki, babaları
korkutulmadı. Pek uzak dedelerine değilse de yakın babalarına uyarıcı, yani
Allah korkusunu anlatacak peygamber gönderilmedi de onlar, o kavim gafil kimselerdir.
Doğru yolun ne olduğundan, sonucun nereye varacağından haberleri yoktur.
Kasas Sûresi'nde
"Andolsun ki biz, ilk kuşakları helâk ettikten sonra Musa'ya kitap verdik.."
(Kasas, 28/43) âyetinde açıklandığı üzere Musa'ya Tevrat, ilk kuşakların helâk
edilmesinden sonra verilmişti. O zamandan Hz. Muhammed'in peygamberliğine
kadar geçen orta kuşaklar arasında İsrailoğullarına birçok peygamberler gönderilmiş
olduğu halde, Araplara doğrudan doğruya bir peygamber gönderilmemiş olduğundan
büsbütün gaflet ve dini bilgilerden mahrumiyet içindeydiler. Böylece Allah'ın
rahmeti, Kur'ân'ın Arapça olmasını ve son peygamberin Araplardan gelmesini
gerektirmişti. Gerçi Kur'ân'ın uyarısı Araba mahsus değil ve Resulullah, "Ey
kitap ehli! Peygamberlerin arasının kesildiği bir dönemde bize ne bir müjdeci,
ne de bir uyarıcı gelmedi demeyesiniz diye, size açıkça anlatan peygamberimiz
gelmiştir. İşte böylece size müjdeci de, uyarıcı da gelmiş." (Mâide, 5/19)
buyurulduğu üzere, hem bütün kitap ehline gönderilmiş, hem de "Biz seni ancak
bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik." (Sebe', 34/28) âyetinin
ifadesince bütün insanları davetle görevli bir müjdeci ve uyarıcı ise de,
bu davet ve uyarı işin başında "En yakın akrabalarını uyar." (Şuarâ, 26/214)
emri uyarınca, en yakınından "Biz hiçbir peygamberi kendi kavminin dilinden
başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın." (İbrahim, 14/4) âyeti
gereğince de Araptan başlayacaktı. Çünkü bunlar büsbütün gâfildiler.
7- Andolsun
ki, daha çoklarına karşı (azab) sözü hak oldu. Kelimesinde kaseme cevaptır.
"Allah'a yemin ederim ki muhakkak.." takdirinde Allah Teâlâ'nın yüce ismine
bir yemini işaret eder.
Tefsircilerin
çoğu burada "söz"den maksadın, "Andolsun ki, cehennemi bütün cinlerden ve
insanlardan dolduracağım." (Secde, 32/13) kelimesi olduğunu söylemişlerdir.
Nitekim "Şüphesiz Rabbinin kelimesi üzerlerine hak olanlar inanmazlar." (Yunus,
10/96) âyetinde de böyledir. Yani bu yüce söz gereğince haklarında azab ile
hüküm vacib oldu. Ancak buna şöyle bir soru sorulur: "Halkı ıslah edici kimseler
olduğu halde, Rabbin o ülkeleri zulüm ile helak edecek değildi." (Hûd, 11/117),
"Biz bir peygamber gönderinceye kadar (hiçbir kavme) azab edecek değiliz."
(İsrâ, 17/15) buyurulmuşken, burada "onlar gafildirler" diye gafletleri anlatılan
bir kavim aleyhinde azab nasıl hak olur? Cevap olarak, bunlara o sözün (azabın)
hak olması, peygamber gönderilmeden önce değil, gönderildikten sonra Ebu Cehil
gibi inad edip kabul etmeyenlere aittir, deniliyor.
Fakat bu,
itibarla doğru olsa da, sonradan çoklarının imana gelmiş olduklarına göre,
bunlara imana gelmez bir çoğunluk denilemeyeceği gibi, peygamberin gönderilişinden
sonra çoğunluğun bu şekilde hemen mahkûm edilişi de "Babaları uyarılmayan
ve kendileri de gafil olan." mazeretiyle âyetin gelişine de uygun düşmüyor.
O halde bu çoğunluğun, o kavmin içinden çok dışında olması gerekir. Çünkü
nahivde bilinmektedir ki, ism-i tafdilin izafetle (tamlama halinde) kullanılışının
iki şekli vardır: Birisinde "muzâfun ileyh"ten bir cüz (parça) olması şart
olur. "Yusuf, insanların en güzelidir." ifadesi gibi. Diğerinde ise mutlak
fazlalık kastedilmekle "muzâfun ileyh"ten hariç olabilir. "Yusuf, kardeşlerinin
en güzelidir." cümlesinde olduğu gibi ki, işte burada "onların çoğu " bu mânâ
ile düşünüldüğü takdirde, bu çoğunluğun, o gafillerin dışında bulunan ve babaları
uyarılmış olan azgınlara yorumlanacağından bir soru gelemez. Yani sadece o
gafillerin içinden çoklarına değil, onların daha çoklarına, babalarına peygamber
gönderilmiş olduğu halde, doğru yoldan ayrılmış olan pek çok kavimlere söz
(azab sözü) hak olmuştur. Artık onlar imana gelmezler. Onun için korkutmaya
onlardan başlamak, hikmete uygun olmaz.
8- Çünkü
biz onların boyunlarında birtakım bağlar, kelepçeler yapmışızdır.
AĞLAL: Gayının
zammesiyle "gull"ün çoğuludur. Bahir'de denilir ki: Gull; zorlama tazyik,
azab etmek, esirlik mânâsıyla boynu saran ve boyun ile beraber iki veya bir
eli de bağlayandır. Râgıb da şöyle der: Organları ortasına alan bağdır. Bazıları
da azab etmek ve şiddet göstermek için eli boyuna bağlayan bağdır, diye ifade
etmişlerdir. Kâmus mütercimi de hapsedilenin ve delinin boynuna geçirdikleri
demir toka ve lâleye (halkaya) denilir, diye anlatmıştır. m Demek ki gull,
kelepçe ve lâle (halka) denilen demir bağlardır. Ebu Hayyan, Bahir'de diyor
ki: Zâhir olan bu âyetinin, istiâre değil, hakikat olmasıdır. İman etmeyeceklerini
haber verince, ahiretteki hallerinden de bir şey haber verilmiş demektir.
Bununla beraber âlimlerin çoğu bunun bir istiâre olduğunu söylemişlerdir ki,
hidayetlerine engel olan ruhsal ve sosyal alışkanlık ve şartların "Biz her
insanın kuşunu (yaptıklarını) kendi boynuna doladık." (İsrâ, 17/13) âyeti
gereğince kazanılmış bir ceza halinde tabiat ve ondan ayrılmayışını tasvirdir.
Çünkü tomruk ve kelepçe gibi bağların, ceza ve azab aletlerinden olması itibariyle
zorunlu olan yaratılışları değil, kazanmakla hak edişi gerektiren cezaî bir
zorlamayı ifade eder. İlk bakışta çağdaş medeniyetin boyun bağlarını hatırlatır
gibi görünen bu "ağlâl" hem ferdin yaratılış kabiliyetini yanlış hedeflere
sevk eden toplum baskısının kötü sıkıntılarını, hem de batıl itikatlar, çirkin
alışkanlıklar, kötü huylar, taklid, taassub, nefsin arzuları gibi küfür ve
günahlardan hoşlandırıp, imandan kaçındıran fena huylara ve durumlara nefislerin
alıştırıla alıştırıla değişmez hale getirilmiş olmasını temsildir. Evet o
kelepçeler "Allah onların kalblerini mühürlemiştir." (Bakara, 2/7) ifadesi
üzere çıkmaz bir şekilde boyunlarına geçirilmiş. Onlar; o demir çemberler,
enli, dik yakalıklar halinde Çenelere dayanmıştır. Burunları yukarı, gözleri
aşağı somurtmuş kalmışlardır.
9-Gerçeği
görmek için etraflarına bakmazlar ve bakamazlar. Hem önlerinden bir sed, arkalarından
bir sed çekmişizdir. Kendilerini sarmışızdır da artık baksalar da görmezler.
10-Onun için
Onlara karşı birdir de ha korkutmuşsun kendilerini, ha korkutmamışsın imana
gelmezler.
11- Ancak
o kimseyi korkutup uyarırsın, yani çoğunluk öyle olmakla beraber, sen yine
herkesi de uyaracaksın, çünkü uyarmanın o kimselere faydası olur, o kimseleri
sakındırır, korundurursun ki zikri (Kur'ân)ı takip etmekte; kitabı, Kur'ân'ı
gerçekten düşünerek vird emekte, nasihat dinlemekte ve Rahman olan Allah'a
gayıbda korku beslemektedir. Yani ahirette olacağı gibi henüz huzuruna varmış
olmayıp, gıyabında bulunduğu halde, O'nun yüceliğini ve büyüklüğünü sayarak
azabından korkar, Rahmân'dır diye rahmetine güvenip aldanmaz. "Kullarıma haber
ver ki ben çok bağışlayıcı, çok merhamet edeyim. Benim azabım da o acı verici
azabdır." (Hıcr, 15/49-50) buyurduğunu hesab eder, emirlerini tutar. Yahut
kendi gaybında içinden, yani yalnız görünürde değil, Allah'tan başka kimsenin
bilemeyeceği kalbinin iç yüzünden korku duyar. Hangi kavimden olursa olsun.
İşte onu hem bir bağışlanma, hem de şerefli bir mükafatla müjdele. Mağfiret
ve ecr'deki tenvinler tefhim (büyüklük) içindir. Yani hiçbir günah bırakmayıp
örten geniş, önemli bir mağfiret (bağışlanma) ve hiçbir minnet ve eksikliği
olmayan şanlı, şerefli güzel bir ecir ile müjdele. Demek ki, peygamberlik
yalnız korkutmak için değil, hem de böyle büyük müjde ile müjdeleme hikmeti
içindir. Bu korkutma ve müjdelemenin asıl sır ve hikmeti ise şudur:
12- Gerçekten
biz biziz. Bilinmektedir ki, Allah Teâlâ'nın "biz" buyurması büyüklük ve yücelik
içindir. Yani büyüklük şanımız olan biz, güç ve kuvveti bilinen Allah'ız,
yahut biz başka değil, yalnız biz ölüleri diriltiriz ve önceden gönderdikleri
şeyleri; hayatlarında yaptıkları iyi ve kötü bütün amelleri ve eserlerini,
yani geriye bıraktıkları faydalı veya zararlı eserlerini, gerek okuttukları
ilimler, yazdıkları kitaplar, yaptıkları vakıflar, medreseler, mescidler,
mektebler, yollar, çeşmeler, köprüler, hastaneler, çeşitli imaretler gibi
hayır ve hasenat kuruluşlarını ve gerek zulüm ve düşmanlık kanunlarını tesis,
günah ve isyan örnekleri tertib eden fesat ocakları gibi uğursuz şer ve kötülüklerini
ve hatta bütün izlerini ve gölgelerini yazarız, adlarına, hesaplarına geçiririz.
Sahih bir hadiste rivayet edilmiştir ki: "İnsan öldüğü zaman şu üçten başka
bütün ameli kesilir: Sadaka-i cariye (devam eden sadaka), kendisinden faydalanılan
ilim, ona dua eden salih evlat." Demek ki, bu hadis-i şerif kalacak hayırlı
eserlerin kısımlarını açıklamıştır. Âyet bunların zıddı olan kötü eserlerin
de yazılacağını açıklıyor. Ve zaten her şeyi önce açık bir kütükte, bir ana
kitapta, yani Levh-i mahfuz'da sayıp yazmışızdır. Yani her şey, oluşundan
önce Allah'ın ilminde belli olup Levh-i mahfuz'da bütün sayısıyla zabtedilmiş
olmakla beraber, olduktan sonra da bütün izleri ve gölgeleriyle yazılır ve
insanlar bu şekilde yaptıklarından sorumlu tutulur. Böyle korkut ve müjdele.
Meâl-i Şerifi
13- Sen onlara,
o şehir halkını örnek ver. Hani oraya peygamberler gelmişti.
14- Hani biz
onlara iki peygamber göndermiştik, fakat onlar ikisini de yalanlamışlardı.
Biz de (onları) üçüncü bir peygamberle destekledik. Onlara: "Şüphesiz ki biz
size gönderilmiş elçileriz." dediler.
15- Onlar
da: "Siz bizim gibi insandan başka birşey değilsiniz, hem Rahman olan Allah,
hiçbir şey indirmedi. Siz sadece yalan söylüyorsunuz." dediler.
16- Peygamberler
dediler ki: "Rabbimiz biliyor ki biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz."
17- "Bize
düşen de sadece apaçık tebliğdir."
18- Onlar
dediler ki: "Herhalde biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer bu işten
vazgeçmezseniz, andolsun ki, sizi hiç tınmadan taşlarız ve mutlaka bizden
size pek acıklı bir azab dokunur."
19- Peygamberler
de şöyle cevap verdiler: "Sizin uğursuzluğunuz beraberinizdedir. Size öğüt
verildi diye mi (uğursuzluğa uğradınız)? Doğrusu siz israfı âdet etmiş bir
kavimsiniz."
20- O sırada
şehrin ta ucundan bir adam koşarak geldi ve: "Ey kavmim! Uyun o elçilere!"
21- "Uyun
sizden hiçbir ücret istemeyen o zatlara ki, onlar hidayete ermişlerdir."
22- "Bana
ne oluyor da kulluk etmeyecekmişim beni yaratana? Hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz."
23- "Hiç ben
O'ndan başka ilâhlar edinir miyim? Eğer O Rahman, bana bir zarar dileyecek
olsa, onların şefaati benden yana hiçbir şeye yaramaz ve onlar beni kurtaramazlar."
24- "Şüphesiz
ki ben, o zaman apaçık bir sapıklık içinde olurum."
25- "Şüphesiz
ki ben, Rabbinize iman getirdim, gelin dinleyin beni."
26- (Sonra
ona) "haydi gir cennete!" denildi. O da dedi ki: "Ne olurdu kavmim bilseydi!"
27- "Rabbimin
beni bağışladığını ve beni kendilerine ikram edilen kullarından kıldığını."
28- Biz arkasından
kavminin üzerine bir ordu indirmedik, indirecek de değildik.
29- Sadece
bir gürültü oldu, onlar da hemen sönüverdiler.
30- Yazıklar
olsun o kullara ki, kendilerine glen her bir peygamberle mutlaka alay ediyorlardı.
31- Görmediler
mi ki, kendilerinden önce nice kuşakları helak etmişiz. Onlar artık kendilerine
dönüp gelmiyorlar.
32- Onların
hepsi toplanıp, sadece bizim huzurumuza getirilmişlerdir.
13- "Sen onlara
o şehir halkını örnek ver." Eserlerin yazılmasına ve asil bir örnekte birçok
şeyin sayılmasına bir misal gibi olan bu mesel, gerek üzerlerine azab sözü
hak olanları korkutmak ve gerekse Kur'ân'a uyanları müjdelemek konusunda peygambere
vaad edilmiş olan inkılâbların önemli bir örneğini vermektedir ki, buna bu
itibarla Yâsin'in kalbi denilse yeridir. Yani Hıristiyanlığın karşısında müşrik
Romalılar nasıl söndüyse İslâmiyetin karşısında da öyle devletler yıkılacak
"Onu bütün dinlere üstün kılma." (Fetih, 48/28) sırrı ortaya çıkacaktır. Burada,
bu şehrin Antakya, elçilerin de İsa (a.s.)ın havarilerinden gönderilenler
olduğu naklediliyor. O hade şehir halkının, memleket halkı ve anılan kavmin
de Romalılar olduğu anlaşılır.
14- "Hani
biz onlara iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı." Bunun zahiri,
bunların Allah tarafından peygamberlik verilmiş resuller olduğunu gösterir.
Ebu Hayyan der ki: "Siz ancak bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz"
denilmiş olması da buna delalet eder. Çünkü bu konuşma peygamberlere karşı
olur. İbnü Abbas'ın ve Ka'b'ın görüşü de budur. Fakat Katâde ve diğerleri
demişlerdir ki, bunlar, Havarilerden olup İsâ (a.s.) kaldırılışı sırasında
gönderdi. Buna göre "biz gönderdik" buyurulması, Hz. İsa tarafından gönderilmeleri
de Allah Teâlâ'nın emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor. Bazıları bu ikisinin
Yuhanna ile Pavlus olduğunu "Biz (o peygamberleri) bir üçüncüsü ile destekledik."
Bu üçüncüsünün de Şem'unussafâ olduğunu söylemişlerdir. Fakat açıklamanın
asıl hedefinin temsil olması bakımından bunun bu şekilde ifade buyurulması,
Hz. Muhmmed'in peygamberliğinin şan ve şerefini temsilde açık denecek kadar
bir işaretle göstermek içindir. Yani ikinin bir üçüncü ile takviyesi, Hz.
Musa ve Hz. İsa'nın sonradan Hz. Muhammed'in peygamberliği ile "Kendisinden
öncekileri tasdik edici olarak." (Âl-i İmran, 3/3) güç ve takviyesini temsil
ediyor. Önce Musa ve İsa'yı göndermiştik, bunları yalanladılar, sonra da Muhammed
(a.s) ile bunlara güç ve kuvvet verdik denilmiş gibi oluyor. Elçiler o şehre
vardılar da haberiniz olsun biz, sizlere gönderilmiş elçileriz dediler.
15-19-O şehir
sahipleri (elçilere karşı) şöyle dediler: Siz bizim gibi bir insandan başka
bir şey değilsiniz." Fazla ne meziyetiniz olabilir ki öyle bir davada bulunuyorsunuz.
Ve Rahmân hiçbir şey indirmemiştir. Ne vahiy, ne peygamberlik, ne kitap. Siz
sırf yalan söylüyorsunuz. Vahiy ve peygamberliği, insanın peygamberliğini
esasından inkâr ettiler. Çünkü Romalılar müşrik, putperest idiler. Bununla
beraber Allah'ı inkâr etmemişlerdi.
20- O esnada
şehrin ta öbür ucundan bir adam bu adam, bu kahraman fedai, bu büyük mücahid,
bu güzel vâiz, doğru cennete giden ve Allah Teâlâ'nın özellikle ikramına kavuşan
bu sevgili şehit, Yâsin sahibi Habibi Neccar diye tanınmaktadır.
MEDİNE, şehir
demektir. Medine'nin aksâsı, şehrin en ucu, ta öte başı demek oluyor ki, elçilerin
tebliğleri ve onlara karşı edilen muamele şehrin her tarafından işitilmiş,
açık tebliğ yapılmıştı. Bu medine (şehir) de Antakya'dır diyorlar ve o zaman
büyük ve geniş bir şehir olduğunu söylüyorlar. Bununla beraber "Medinenin
aksâsından" demek, o memleket idarecilerinin en ileri gelenlerinden bir zat
mânâsını da andırır. Elçilere suikast edilmek üzere bulunduğunu haber alıp
bu zat geldi koşuyordu. Yani koşarak geldi, iman edenlere örnek olmak, irşad
etmek için bütün gayretiyle çalışıyordu. Bakınız kısaca ne güzel ögüt verdi:
Ey benim kavmim! Ey hemşerilerim dedi uyun, o gönderilen elçilere uyun; dedikleri
yola gidin.
21-Demek önce
hemşerilik şefkatini ileri sürerek öğüdü takdim ve onların resul olduklarını
haber vermekle imanını açıkladı, bunu gerektiren sebepleri de şu tekit ile
izah etti:
Uyun o kimseye
ki Sizden bir ücret itemez. Dünya ile ilgili bir maksat ve karşılık talep
etmez. Kendileri ise hidayete ermiş, doğru yolu tutmuşlar. Burada şöyle bir
kıyas-ı mukassim (ikilem, yani mantıkta iki şıkkı da aynı sonuca varan kıyas),
bir dilem vardır: Bir yolcunun bir rehbere uyması için iki engel düşünülebilir.
Ya biçimsiz bir ücret istemesi yahut ehliyetine güven duyulmamasıdır. Bunlar
ise hem bir ücret istemiyorlar, hem hidayet sahibi kimseler. O halde bunlar
resul olmasalar bile doğru ve ücret istemediklerinden dolayı kendilerine uymamak
için hiçbir sebep yoktur.
22-Hidayetlerinin
açıklığını beyan ile engelin olmayışından sonra imanı gerektiren şeyin varlığını
göstermek için de buyuruluyor ki: Hem benim neyime ki, ibadet ve kulluk etmeyeyim?
O beni yaradana. Bu, imanı gerekli kılan sebebe işaret ve bu söz, irşatta
incelik için şefkat gösterilmek suretiyle en güzel bir dokunmadır. Yani o
resuller, bizi, yaradana kulluk etmeye ve yalnız O'nu mabud tanıyıp, O'na
ibadet etmeye davet ediyorlar. Bunun doğruluğu ise açıktır. Ben sizi kendim
gibi düşünüyorum, ben beni yaradana kulluk etmeyi borcum, vazifem bilirim,
çünkü beni yaratmıştır. O'na karşı bu vazifemi yapmamak için hiçbir özrüm
ve engelim yok. O halde siz, o sizi yaradan Rabbinize niye ibadet etmeyesiniz.
Halbuki hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz. O halde O'na kulluktan nasıl
kaçınırsınız?
23- Hiç ben
O'ndan başka ilâhlar mı edinirim, başka mabudlar mı tutarım? Çünkü eğer O
Rahmân, rahmetiyle beni yaratmış olan Rahmân, ya beni bir zararla, bir sıkıntı
ile sıkmak isterse onların, yani O'ndan başka tapılanların benden yana şefaatleri
hiçbir fayda vermez. Ve beni kurtaramazlar.
24-Hiçbiri
mabud olamazlar. Şüphesiz ki o takdirde beni yaradan Rahmân'dan başka mabudlar
edindiğim durumda apaçık bir sapıklık içindeyimdir.
25- "Ben
sizin Rabbinize iman ettim, beni dinleyin." Bu güzel sözlerin sonu olan bu
güzel hitabede birkaç mânâ vardır:
Birincisi:
Resullere hitaptır; halkın öldürmek için hücumu üzerine onlara şöyle ikrar
edip şahit tutmuştur: Haberiniz olsun ey resuller! Ben sizin Rabbinize gerçekten
iman ettim, şimdi beni duyun da şahid olun. Yarın âhirette O'nun huzurunda
şahitlik edin.
İkincisi:
Yine kavmine hitaptır ki, şöyle demek olur: Haberiniz olsun, ben o sizi yaradan
Rabbinize şüphesiz iman ettim, ey kavmim! Gelin dinleyin beni de o resullere
uyun, siz de iman edin.
Üçüncüsü:
Geleceğin insanları da dahil olmak üzere duyma kabiliyeti olan herkese hitap
veya yemin olarak, haberiniz olsun, ben iman getirdim, Rabbiniz aşkına bundan
böyle dinleyin beni, benim hitabımı, mâcerâ ve menkıbelerimi ey duygusu olanlar!
26-Bakınız
sonuç ne oldu gir cennete! denildi. Yani şehit edildi, doğrudan doğruya cennete
girmekle kendisine ikram edildi ki, Allah yolunda şehit olanlar hep böyledir.
Böyle denince ne dedi, bilir misiniz? Dedi ki: ay! Bu ne güzelmiş! keşke kavmim
bilselerdi
27- Rabbim
bana ne büyük mağfiret buyurdu da beni böyle ikram edilen kullarından kıldı.
Kavmi hakkında böyle temennide bulundu. Demek kavmini unutuvermemiş, kin ve
intikam duygusu da beslememiş, düşmanlarına bile merhamet eden evliyâ ruhu
ile istemişti ki, kendinin erdiği mutluluğu bilseler de, cinayetlerine, küfürlerine
tevbe edip iman ve ibadet yolunu tutsalar, Allah yolunda fedailik etseler.
Bununla beraber bu temenni, haklı bir öğünme mânâsından uzak değildir.
28-Şimdi hiç
şüphe yok ki, burada hatıra şöyle bir soru gelir: Böyle bir kahramanı, böyle
yüksek bir öğütçü ve mücahidi öldüren o kavme Allah Teâlâ ne yaptı? Böyle
bir soruya karşı buyuruluyor ki: Onun arkasıdan da kavminin üzerine gökten
bir ordu indirmedik. Yani onu dinlemeyip öldüren kavmini de onun arkasından
sağ bırakmadık, gerçi o şehidin arkasında ve Resullerin elinde bir ordu yoktu.
Bununla beraber onlarla harp için gökten bir ordu da indirmedik, indirmiş
de değildir. Yani bu gibi durumlarda gökten apaçık bir ordu indirivermek Allah'ın
âdeti olmamış olduğu gibi, olağanüstü olarak da indirmedik. Daha doğrusu indirecek
de değildik. Allah'ın bir kavmi mahvetmesi için öyle ordular indirmesine gerek
yoktur. "Bedir" de, "Hendek"te melekler indirmesi bile sadece müminlere bir
müjde ile kalblerini huzura kavuşturmak içindi. O bir iş dileyince sadece:
"ol!" der, oluverir.
29-Onun için
olan hadise başka değil, sâde bir gürültü oldu. Tek bir ses, bir haykırma,
Cebrail'in bir haykırması. Hemen sönüvermişlerdi. Önüne geleni yakmak isteyen
o ateşli kavim, o zamandan itibaren sönmüşlerdir. Bundan Antakya halkının
mahvolduğunu, helâk olduğunu anlamak istemişlerse de Hıristiyanlık daveti
karşısında müşrik Roma devletinin ortadan kalkmış olduğunu anlamak daha kapsamlıdır.
30- Yazıklar
olsun o kullara... Bu yalnız o sönenlere bir üzüntü duymak değildir. Kendilerine
azab sözü hak olan çoğunluğa, meselin özlü tatbiki olan bir uyarı, gafillere
de bir tenbihtir.
31- Ya görmediler
de mi onlar?
O alay edip
duran kullar? Kendilerinden önce ne kadar nesiller helak etmişiz. Onlar, kendilerine
dönüp gelmiyorlar, yani dünyaya bir daha dönmüyorlar.
32- Ve hepsi;
o helâk edilen ve henüz edilmeyen, hepsi başka değil, yalnız toplanıp bizim
huzurumuza getirilmekte olan bir toplum bulunuyorlar. Böyle iken nasıl olur
da başka ilâhlar edinip şirk koşarlar?
İHZAR: Huzura
getirmek demektir. Mahkemeye rızasıyla gelmeyen kimseyi tutup, zorla hakimin
huzuruna getirmek mânâsında kullanılır ki, burada özellikle bu mânâyadır.
Yani herkes ölmekle yok olup gitmiyor, hesap ve ceza için Hak Teâlâ'nın huzuruna
toplanıp sevk ediliyorlar.
Bu tebliğden
sonra bir de aklî delillerle aydınlatılarak buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
33- Hem bir
delildir onlara ölü toprak. Biz ona hayat verdik ve ondan taneler çıkardık
da ondan yiyip duruyorlar.
34- Biz orada
hurmalıklardan, üzüm bağlarından bahçeler yaptık. İçlerinde pınarlardan sular
fışkırttık.
35- (Bunu),
Onun ürününden ve kendi elleriyle yaptıklarından yesinler diye (yaptık). Hâlâ
şükretmeyecekler mi?
36- Yerin
bitkilerinden, kendi nefislerinden ve daha bilemeyecekleri şeylerden bütün
çiftleri yaratan Allah'ın şanı ne yücedir.
37- Gece de
onlara bir delildir. Biz ondan gündüzü soyar çıkarırız, bir de bakarlar ki
karanlığa dalmışlar.
38- Güneş
de bir delildir ki kendi yolunda akıp gidiyor. İşte bu çok güçlü ve her şeyi
bilen Allah'ın takdiridir.
39- Ay'a
gelince, ona menziller tayin ettik. Nihayet o eski hurma salkımının çöpü gibi
(yay haline) dönmüştür.
40- Ne güneşin
aya çatması yaraşır, ne de gece gündüzü geçebilir; onların her biri kendi
yörüngesinde yüzerler.
41- Onlar
için bir delil de bizim, onların neslini dolu bir gemide taşımamızdır.
42- Yine kendileri
için onun gibi binecek şeyler yaratmamızdır.
43- Eğer dilesek
onları boğarız da o zaman ne onların feryadına yetişen bulunur, ne de onlar
kurtarılır.
44- Ancak
tarafımızdan bir rahmet ve bir zamana kadar yaşatmak başka.
45- Durum
böyle iken onlara: "Önünüzdekinden ve arkanızdakinden korkun ki size rahmet
edilsin" denildiği zaman,
46- Ve kendilerine
Rablerinin âyetlerinden herhangi bir âyet geldiği zaman mutlaka ondan yüz
çevirirler.
47- Onlara:
"Allah'ın size rızık olarak verdiği şeylerden hayra harcayın" dendiği zaman,
o kâfirler, müminler için: "Allah'ın dileyince doyurabileceği kimseyi biz
mi doyuracağız? Siz apaçık bir sapıklık içinde değil de nesiniz?" dediler.
48- Yine onlar:
"Eğer doğru söylüyorsanız bu (kıyamet) vaadi ne zaman?" diyorlar.
49- Onlar
sadece bir tek çığlığa bakıyorlar, bir çığlık ki, onlar çekişip dururken kendilerini
yakalayıverir.
50- O zaman
bir vasiyette bile bulunamazlar. Ailelerine de dönemezler.
33- Hem bir
âyet, yani Allah Teâlâ'nın kudretinin büyüklüğüne ve ölüleri diriltebileceğine
açık bir delil ve alamettir. Onlara, o gafillere ve inkârcılara o ölü arz,
arz, toprak bilinmektedir ki cansızdır. Hatta Hıcr Sûresi'nde "Yeryüzünü sönmüş
kül halinde görürsün." (Hacc, 22/5) buyurulduğu üzere sönmüş bir taş halinde,
hayat ile tamamen zıt bir durum ölüdür. Hele bir öğle sıcağında bir Arabistan
çölünün manzarası düşünülürse onun hayattan ne kadar uzak olduğu görülür.
Eğer tabiata kalsaydı o ölü toprakta bir ot bile bitmezdi. Fakat biz ona hayat
verdik. Onda hayat yarattık, bitkisel ve hayvansal organlarla dirilik, şenlik
meydana getirdik.
Hayatın önce
bir hücreden başladığını göstererek de buyuruluyor ki: ve ondan, yani yerden
bir dâne çıkardık.
HABB: "Habbe"
(dâne)nin cins ismidir ki, azına da çoğuna söylenir. Çoğulu "hubûb", onun
çoğulu "hubûbat"tır. Dilimizde olduğu üzere özellikle buğday, arpa, pirinç,
susam gibi yenen dânelerde yaygın olmakla beraber, genellikle ot ve çiçek
tohumlarında da bilinmektedir. Kamus sahibi "Besâir"de der ki: "Hubub"un bir
tekine "habbe" denilmesi, şey'in aslı ve öz maddesi olması itibarıyladır."
Bu bakımdan bir "habbe" (dâne), hayatın ilk başlangıcı olan bir hücre (cellule)
demektir. Burada da bu cinse işaretle "ondan bir dâne çıkardık" buyurulmuştur.
Fen ilimleri açısından düşünüldüğü zaman yerin unsurlarından bir hayat hücreciğinin
oluşumu, bir habbe (dâne)nin çıkması tabiî değildir. Tohumsuz bir hayat hücreciği
tabiî olarak teşekkül edemez, (genration spontane'e olmaz). Gerçekten bir
eksinin, kendiliğinden bir artı oluvermesi akla da uygun gelmez. Bununla beraber
yerde hayat işi meydana geldiği için, yine fen ilimleriyle uğraşanlar derler
ki: Fakat başlangıçta ilk tohumun, ilk hücrenin tabiat dışı olarak meydana
gelmiş olduğunu kabul etmek zorunludur. İşte bu nokta doğrudan doğruya tabiatlar
üzerinde hakim olan yüce yaratıcının ölülere hayat veren ilâhî kudretini gösterir.
Bunun bir seçim olduğunu söylemek de aynı mânâyı ispat etmektir. Çünkü seçimin
(insanın peygamber olarak gönderilmesinin) her derecesi tabiat üstü bir gelişme
arzeder. (En'am Sûresi, 6/95. âyetinin tefsirine bkz.) Bu şekilde ölü toprağa
bitkisel hayattan başlayan bir hayat verilip ondan dâneler çıkarıldığı ve
böyle tek hücrelerden başlayan bu hayatın, insan hayatına doğru yetiştirilip
geliştirildiği ince bir imtihan tarzında edebî bir vecize ile hatırlatılarak
buyuruluyor ki: Ondan bir dâne çıkardık da şimdi ondan yiyorlar. Belli ki
bu şöyle demektir: O insanları da yarattık da o dânelerden yiyip duruyorlar.
34- Sonra
onların birleşmesi ve gelişmesiyle bilhassa insan hayatının devam etmesinin
ve gelişmesinin sebeplerine destek sağlandığı anlatılmak üzere de buyuruluyor
ki hem onda, o yerde bahçeler yaptık. O tek hücreli hayatı üretip, birleştirip,
düzenleyerek birbirine girmiş güzel, hoş bağlar meydana getirdik. Hurmalıklar
ve üzümlükler, neler. İşte bunlar bitkisel hayatın en mükemmel şekli ve insan
zevklerinin en tatlı kaynaklarıdırlar. Ve onda, yani yerde yahut o bahçeler
içinde kaynaklardan çaylar, pınarlar akıttık
35- ki onun
ürünlerinden, Allah'ın verdiği meyvesinden, gelirinden ve ellerinin yaptığı
şirası, pekmezi ve teferruatı gibi mamüllerinden yesinler, faydalansınlar
diye. Buna göre de işareti vardır. Okurken burada durulmaz. Bununla beraber
burada nın nâfiye (olumsuzluk edatı) olması da caiz görülmüştür. Buna göre
de durmak caiz olup mânâ şöyle olur: "Ürününden yesinler. Onu, onların elleri
yapmadı". Yani o bağlara bakmaları, suyu ve çapası gibi işlerinde çalışmaları
gerekirse de alıp istifade edecekleri o ürün, onların yapısı değil, Allah'ın
vergisidir. Hâlâ şükretmeyecekler mi? Şirk ve nankörlükten vazgeçip tevhid
ve iman ile ibadet ve kulluk etmeyecekler mi?
Abdülkadir
Geylanî (k.s.) "Fütûhu'l-Gayb"da der ki: "Şükür ya dil, ya kalp veya organlarla
olur."
Dil ile şükür:
Nimetin Allah Teâlâ'dan olduğunu kabul ve yaratıklara nispeti terk etmektir.
Ne kendine, ne güç, kuvvet ve kazancına, ne de senden başkasından ellerinde
meydana gelenlerin hiç birine isnad etmemek. Çünkü sen de, onlar da hep o
nimet için sebep, âlet ve vasıtasınız. Onu taksim eden, gönderen, var eden,
onunla uğraştıran, sebepleri yaratan azîz ve celîl olan yüce Allah'tır. Kısmet
eden O, veren O, var eden O'dur. Şükre en layık olan O'dur. Hediyeyi getiren
uşağa bakılmaz, gönderen efendiye bakılır. Bu bakışı bilmeyenler hakkındadır
ki "Onlar dünya hayatından görüleni bilirler. Ahiretten ise habersizdirler."
(Rum, 30/7) buyurmuştur. Zahire, sebebe bakıp da, ilmi ve anlayışı ondan ilerisine
geçmeyen cahildir, eksiktir, aklı kısadır. Çünkü akıllıya akıllı denmesi,
işin sonunu görmesi itibarıyladır.
Kalb ile şükür:
Sende olan nimetlerin hepsinin, açıkta, gizlide, hareket ve sakinliğindeki
menfaatlerin, lezzetlerin tamamının başkasından değil, ancak Allah'tan olduğuna
sürekli bir itikadla sağlam bir şekilde bağlanmaktır ki, dilinle şükrün, kalbindeki
şükrün tercümanı olur. "Allah, gizli ve açık olarak nimetlerini size bol bol
vermiştir." (Lokman, 31/20), "Sizde nimet adına ne varsa, hepsi Allah'tandır."
(Nahl, 16/53) ve "Allah'ın nimetlerini sayacak olsanız saymakla bitiremezsiniz."
(İbrahim, 14/34) buyuruluyor ki, mümin için Allah'tan başka nimet verici kalmaz.
Organların
şükrüne gelince: Bütün organlarını yüce Allah'a ibadette hareket ettirip kullanmaktır.
O halde Allah'tan yüz çevirme bulunan herhangi bir hususta yaratıklardan hiçbirine
uymamak gerekir ki bu, nefsi, arzuyu, iradeyi, uzun amelleri ve diğer yaratıkları
içine alır. Allah'a itaati asıl ve uyulacak şey, O'nun dışındakileri de fer'
(teferruat) ve tabi kılmak gibi ki, başka başka türlü yaparsan zorba, zalim
ve Allah'ın hükmünün dışında hüküm vermiş olursun. "Her kim Allah'ın indirdiği
hükümlerle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir." (Mâide, 5/44)
Bakara Sûresi
(32. âyet) inde ve İsrâ Sûresi'nin başında (İsrâ, 17/1) açıklandığı üzere
"sübhan" tesbihinin özel adıdır. Bununla beraber büyük hayret yerinde de kullanılır.
Tesbih de tenzihin en ileri derecesidir. Yani herhangi bir lekeden, yaraşıksızlıktan
itikatta, sözde, fiilde son derece tenzihtir. Bu şekilde, "tesbih ederim"
yahut "tesbih ediniz" anlamını ifade eden bu tesbihin, burada böyle sözün
başında getirilmesi ne güzeldir!
Birincisi:
Bu, bir taraftan şükretmeyenleri kınama, bir taraftan da şükredeceklere şükrün
başının, mükemmel bir tenzih ile tevhid olduğunu öğretmektir.
İkincisi:
Sıla yerinde anılan kudretin eserlerinin önemini vurgulamakla şükrü gerektiren
sebepleri fazlasıyla tekittir.
36-Üçüncüsü:
Eşleri yaratanın eşsizliğini, ortak ve benzerden münezzeh birliğini ispat
eden edebî bir tıbak sanatı vardır: Tesbih O yaradana yahut ne yüce sübhandır
O yaradan ki bütün o çiftlerin hepsini yarattı.
EZVAC: "Zevc"in
çoğuludur. Zevc, çift ve eş demektir ki, Ragıb'ın açıkladığı gibi, iki yakının
her birine de ve bir diğerine benzer veya zıt olarak ilgili bulunan her şeye
de denir. Bu itibarla dünyadaki şeylerin hepsi, bir zıddı veya benzeri yahut
da herhangi bir bileşiği ve karşıtı bulunması yönüyle çifttirler. Mesela cisim
ve ruh, madde ve kuvvet, cevher ve araz, iç ve dış, yer ve gök, karanlık ve
aydınlık, dünya ve ahiret gibi ki elektrik bile artı ve eksi diye ikiye ayrılıyor.
O halde "Çiftleri yarattı" demek, "bütün çeşit ve sınıflarıyla âlemi yarattı"
demeye eşittir. Ancak burada asıl sevk, bütün âlemin yaratılışını anlatmak
değil, bir ortak ve benzeri bulunan bütün eşlerin, bütün çiftlerin yaratılmış
olduğunu ve dolayısıyla yaratılmışın yaratıcıya eş olamayacağını anlatatarak
yaratıcının böyle şeylerden tenzih edilmiş olduğunu ve birliğini ispat etmektir.
Bundan başka "ezvac" (çiftler) denmesinde diğer bir nükte daha vardır ki,
insan hayatı için önceki nimetlerden daha fazla önem taşıyan evlenme nimetinin
yaratılmasına işaretle şükre yöneltmeyi ifade eder. Nitekim çiftler şöyle
açıklanıyor: O çiftleri ki yerin bitirdiklerinden, önceki âyette anlatılan
ve anlatılmayan bitki ve ağaç çeşitleri, ve kendi nefislerinden, erkek ve
dişi ve daha bilemeyecekleri şeylerden ki ne göz görmüş, ne kulak işitmiş,
ne de bir insanın hatırına gelmiştir.
37- Onlara
bir delil de gecedir. Mekânda tecelli eden (görülen) ilâhî kudreti hatırlattıktan
sonra, bununla da zamanda tecelli eden ilâhî kudrete işaret buyuruluyor. Şöyle
ki: Ondan gündüzü yüzeriz. "Selh kelimesi, biri diğerinin lazımı iki mânâ
ile kullanılır saymak çıkarmak: denilir ki, "koyundan deriyi yüzdüm, soydum,
giderdim" demek olur. Diğerinde ise "Koyunu deriden soydum" denilir ki, açtım,
meydana çıkardım demek olur. Türkçe'de de "elmayı soydum" yahut "elmanın kabuğunu
soydum" dediğimize göre, biz de "soymak" kelimesinde bu iki şekli, farklı
farksız kullanıyoruz demektir. Burada her iki mânâ ile de tefsir edilmiştir
ki, ikisi de doğrudur. Birincisine göre geceden gündüzün yüzülmesi, bir kurbanın
derisi yüzülüyormuş gibi çevreden ışığın sıyrılıp sönmesiyle, asıl yokluğu
hatırlatan karanlığın ortaya çıkışı, yani akşam olma hadisesi demek olur ki,
"derken bir de bakarlar ki, onlar karanlığa dalmışlardır" sözünde takib ve
müfâcee (hemen arkasından ve birden bire oluş) bu mânâda açık olduğundan tefsircilerin
çoğu bu yönü tercih etmişlerdir. Bu şekilde gece yalnız bir korkutma delili
olarak hatırlatılmış oluyor. İkinci mânâya göre ise geceden gündüzün yüzülmesi,
karanlık içinden aydınlığın çıkarılması, yani sabah olma hadisesi olmuş oluyor
ki, bunda ölülere hayat vermekten örnek olan bir müjde neşesi vardır. Nitekim
"geceler gebedir" denilir. Buna göre "Bir de bakarlar ki onlar karanlığa dalmışlardır."
ifadesi, yine aynı günün sonunun geceye varacağını göstermiş olur.
38- Güneş
de, bir âyettir. Yani gece ve gündüzün sebebi gibi görünen güneş de Allah'ın
kudretine bir delildir. Kendisi için takdir edilen bir müstekar için cereyan
ediyor (akıp gidiyor). Güneşin bu akışının yalnız mekanda hareketi diye anlamamalı,
mekan ve zamanla ilgili bütün eserleri ve durumlarıyla varlık âleminde sürüp
gitmesi mânâsına anlamalıdır. Mesela ışık ve ısı yayması da onun bir cereyanı
(akışı)dır.
MÜSTEKARR:
Mimli masdar, ismi zaman, ismi mekan olabildiği, da birkaç mânâya geldiği
için, bu ifade birçok mânâlara uygundur.
Birincisi:
Güneş kendisi için takdir ve tahsis edilmiş ve istikrar sebebiyle, yani sabit
bir karar, düzenli bir kanun ile cereyan eder. Hesapsız, başı boş, kör bir
tesadüf ile değil.
İkincisi:
Bir istikrar için, yani kendi âleminde bir karar ve ölçü meydana getirmek
hikmet ve gayesiyle yahut sonunda bir sükunete erip durmak için cereyan ediyor
(akıp gidiyor).
Üçüncüsü:
İsmi zaman olduğuna göre kendine mahsus bir istikrar zamanı için, yani duracağı
bir vakte, belirli bir zamana kadar cereyan eder ki, bu vakit, "Güneş toplanıp
dürüldüğü zaman." (Tekvir, 81/1) ifadesindeki vakittir.
Dördüncüsü:
İsmi mekan olduğuna göre, kendine özgü bir istikrar yerine mahsus, yani yerinde
sabit olarak cereyan eder, kendi ekseninde döner yahut kendisinin karargahı
olan âlemin menfaatleri için cereyan eder. Bu mânâda vatana hizmet için bir
teşvik de vardır. Nihayet birinci "ilâ" mânâsına olmak üzere şu mânâ da vardır:
Kendisi için bir istikrar noktasına doğru gitmektedir. Tatbiki, birkaç şekilde
açıklamaya muhtemel bulunan bu mânâya göre, güneşin diğer bir merkeze doğru
hareket etmekte bulunduğu da anlaşılabiliyor. Nitekim bir hadis-i şerifte
de "Güneşin istikrar yeri Arş'ın altındadır." diye rivayet edilmiştir.
İşte o, şaşırtıcı
cereyan o azîz ve alîm olan Allah'ın takdiridir. Yani kudretiyle her şeye
galib ve hakim ve ilmiyle her şeyi kuşatmış olan ve sana Kur'ân'ı indirip
doğru yolu gösteren Allah'ın takdiri, yani bütün sınırlarını ve genişliklerini
bilip biçmesiyledir. Yoksa ne yaptığını bilmez, kör bir tabiatın eseri değil,
bizzat ezelî bir müessir (etken) hiç değildir.
39- Aya gelince
ona konak konak ölçü biçmişizdir. O güneş gibi istikrarlı bir şekilde akıp
gitmez. Ona birtakım konaklar ve her konaklamaya göre bir ölçü tayin etmişizdir.
Gezegendir, her gün bir konak yerine gelir, her konağa göre bir şekilde görünür.
Araplar, ayın konaklarını şunlarla saymışlardır: Şertan, butayn, süreyya,
deberan, hek'a, hen'a, zira', nesre, tarf, cebhe, zübre, sarfe, avva, simâk,
gafir, zubânâ, iklîl, kalb, şevle, neâim, belde, sa'düzzâbih, sa'dübüla',
sa'düssüud, sa'dül'ahbiye fer'uddelvil, muahhar, reşa. Bunlardan her gece
bir konağa konar da geleceğe kadar nuru (aydınlığı) arta arta, sonra da eksile
eksile son konakta -ki kavuşumdan öncedir- iyice incelir, kavislenir. Nihayet
dönüp eski urcun gibi olana kadar.
URCÛN: Eğri
salkım çöpü demektir. Özellikle hurma salkımının dip çöpü ki eskisi, yani
geçen seneninki, daha ince, daha eğri, daha renkli olur. Bu benzetme, çok
şaşırtıcı bir güzelliktedir. Zannedildiği gibi hilâlin ilk ve son şeklini
göstermekle kalmıyor, Ay'ın o konaklarda giderken dünya etrafında bir ayda
kat ettiği yörüngenin bir hattını da göstermiş oluyor.
Eski denilmekle
bu yörünge üzerinde Ay'ın her konaktaki hacmi de hayal ettirilmiş bulunuyor
ki, eski astronomiciler bu benzetmenin inceliğini kavrayamazlardı.
40-Bu takdir
o kadar güzel ve bu vazife dağılımı o kadar yerindedir ki ne güneşin kendisine
aya çatmak yaraşır, ne gece gündüzün önüne geçer. Hepsi bir felekte (yörüngede)
yüzerler. Biri diğerine çarpmaz, vazifeleri o kadar güzel ve düzenli dağıtılmıştır.
"yüzerler" çoğul kipiyle getirilmekle hepsinden maksadın, yalnız güneş ve
aydan her biri değil, bütün gök cisimleri olduğu anlatılmıştır. Bu bakımdan
yeni astronomi kanunlarına işaret eden bu âyetin bir benzeri Enbiyâ Sûresi'nde
geçmiş olduğundan (Enbiyâ, 21/33) âyetinin tefsirine bakınız.
Yalnız güneşin
yüzdüğü felek nedir? Bu bir yörünge olduğuna göre, onun da bir gezegen olması
gerekmiyor mu? diye sorulabilir. Gerçi ekseni etrafında da dönme yeri mânâsına
yörünge denebilirse de bundan zahir (açık) olan, güneşin yukarda anlatıldığı
üzere, hadis-i şerifin gösterdiği gibi arşın altında diğer bir istikrar yerine,
bir merkeze doğru hareket ettiğini ve dolayısıyla onun yüzdüğü feleğin de
ona olan yörünge ve hareket yeri olduğunu kabul etmek gerekir.
41- Bizim,
dolu gemide nesillerini taşımamız da kendileri için bir delildir. "Dolu gemi"
denilince önce Hz. Nuh'un gemisi hatıra gelir. Fakat burada "nesilleri" kaydı,
bunu kastetmeye engeldir. Bu karîne (ipucu) ile burada "dolu gemi", hamile
kadınların rahimlerinden mecazdır, beliğ bir istiâredir. Evet babanın sülbünden
(belinden) bir tufan ile atılan nesiller, anaların rahimlerinde Hz. Nuh'un
gemisi gibi bir kurtuluş gemisi bulur.
42- Kendileri
için onun gibi binecek şeyler de yarattık. Bu bütün deniz ve kara bineklerini
içine alır.
43- Ve dilesek
onları, o nesilleri dolu gemi gibi olan rahimlerde, kendilerini de onun gibi
bindikleri gemilerde boğarız da ne o nesiller için bir feryatçı, bir feryad
eden veya feryada yetişen bulunur ne de berikiler boğulmakta oldukları denizden
kurtarılırlar.
44- Ancak
bizden bir rahmet ile ve bir zamana kadar yaşatmak için olursa başka. Ancak
o takdirde kurtarılırlar.
45-46- "Onlara:
Korunun... dendiği zaman..." Objektif ve yaratılışla ilgili delillerden sonra
Allah'ın indirdiği âyetlerden de yüz çevirdiklerini açıklamadır.
47- "Onlara:
Allah'ın size verdiği rızıktan infak edin dendiği zaman inkâr edenler dediler
ki..." Bu âyetin zındıklar hakkında indiği söylenir. Mekke'de birtakım zındıklar,
sadaka ve yardım için teşvik edildiklerinde Allah fakir edecek, biz besleyeceğiz
öyle mi? diye böyle küfür ederlermiş ki, bu zındıkların eski İran'dan aksetmiş
olmaları gerektir.
48- Bir de
derler ki ne zaman bu vaad? Bu ölülerin dirilmesi, bu Allah'ın huzuruna getirilme
vaadi eğer doğru iseniz, yani böyle diyerek alay etmek isterler.
49- Fakat
başka değil, bir tek çığlığa bakıyorlar. Ki ilk üfürülüşü, yani sûrun birinci
üfürülüşü. Bir çığlık ki un idgamıdır. Yani bir çığlık ki, onlar birbirlerine
geçmiş çekişip dururlarken kendilerini alıverir.
50- O zaman
artık bir tavsiyeye, -hiçbir işleri hakkında bir kelime vasiyet etmeye- bile
güçleri yetmez. Ailelerine de dönecek değiller.
Meâl-i Şerifi
51- Sûr'a
üfürülmüştür, bir de ne baksınlar kabirlerinden Rablerine doğru akın ediyorlar.
52- Onlar:
"Eyvah başımıza gelenlere! Mezarımızdan bizi kim kaldırdı? O Rahmân'ın vaad
buyurduğu işte bu imiş. Gönderilen peygamberler de doğru söylemişler" derler.
53- Başka
değil, sadece bir tek çığlık olmuş, derhal hepsi toplanmış huzurumuza getirilmişlerdir.
54- Artık
bugün hiç kimseye zerre kadar zulmedilmez. Ancak yaptıklarınızın cezasını
çekeceksiniz.
55- Gerçekten
cennetlik olanlar bugün bir meşguliyet içinde zevk etmektedirler.
56- Kendileri
ve eşleri gölgelerde koltuklar üzerine kurulmuşlardır.
57- Onlara
orada bir meyve vardır. İsteyecekleri her şey onlarındır.
58- (Onlara)
Rahîm olan Rab'den "selâm" sözü vardır.
59- Ey günahkârlar!
Bugün siz bir tarafa ayrılın.
60-61- "Ey
Âdemoğulları! Şeytana tapmayın, o size apaçık bir düşmandır ve bana kulluk
edin, doğru yol budur, diye size and vermedim mi?" (buyurulacak)
62- Böyle
iken o sizden birçok nesilleri yoldan çıkardı. Ya o zaman düşünmüyor muydunuz?
63- İşte bu
size vaad edilen cehennemdir.
64- Bugün
yaslanın ona bakalım inkâr ettiğiniz için.
65- Bugün
biz onların ağızlarını mühürleriz de neler kazandıklarını bize elleri söyler,
ayakları da şahitlik eder.
66- Hem dileseydik
gözlerini üzerinden silme kör ediverirdik de yola dökülürlerdi. Fakat nereden
görecekler?
67- Yine dileseydik
oldukları yerde kılıklarını değiştirirdik de ne ileri gidebilirlerdi, ne de
geri dönebilirlerdi.
51-54- "Sûra
üfürülür." İkinci üfürüş: "Sonra ona bir daha üfürülür, bu kere de o yıkılanlar
kalkmış, bakıyorlardır." (Zümer, 39/68), "O gün hiç kimseye zulmedilmez..."
Burada a kadar o gün onlara söyleneceği hikâye etmektir.
55-58- Haberiniz
olsun ki, cennetlikler, salih amellerle cennete sahip olanlar. Gerçi cennete
girmek, esas itibarıyla Allah'ın lütfuyladır. Fakat "ancak yaptıklarınızın
cezasını çekeceksiniz" buyurulması itibarıyla burada bu mânâ hatırlatılmıştır.
"meyve" denmesi de sırf zevkten çok, çalışmanın meyvesine işaret eder. Erîkeler.
Erike, haclede, yani gelin odasında döşenen süslü koltuktur. Ve onlara iddia
ettikleri, istedikleri var, davayı kazandılar, yani selam var Rahîm olan,
yani sonunda müminleri rahmetiyle murada erdiren ve ortağı benzeri olmayan
bir Rabden doğrudan doğruya söylenen bir selam. Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber
(s.a.v.) demiştir ki: "Cennet ehli nimetleri içinde zevke ererlerken kendilerine
bir nur parıldar, başlarını kaldırır bakarlar ki üzerlerinden Rab, kendilerini
cemalinin şerefi ile şereflendirmiş. "Ey cennet ehli!
Selam üzerinize
olsun." buyuruyor. İşte ilâhî sözü budur. Bunun üzerine onlara nazar buyurur,
onlar da O'na bakarlar ve baktıkları müddetçe diğer nimetlerden hiçbir şeye
iltifat etmezler. Ta perdeleninceye kadar ki, o zaman da üzerlerinde ve yurtlarında
nur bâki kalır.
59-65- Sizden
birçok nesilleri şaşırttı, yani birçok toplumların ahlâklarını bozdu. "Bugün
biz onların ağızlarını mühürleriz..." İşte Nur Sûresi'nde "O gün onların dilleri,
elleri ve ayakları, işledikleri şeyler hakkında kendilerine şahitlik ederler."
(Nur, 24/24) buyurulan gün, bu gündür.
66- "Eğer
dileseydik gözlerini üzerinden silme ederdik." Bu da ahirete ait zannedilmiş
ise de dünyaya ait bir tehdit olarak "bir tek çığlığa bakıyorlar" sözüne atfedilmiş
olması, mânâ itibarıyla daha uygundur. Yani ahirette öyle olacağı gibi biz
de dilersek şimdi o nankörlüğü yapan, "Allah dileseydi onları doyururdu" diyen
kâfirlerin gözlerini büsbütün siler, kör ediverirdik de yola dökülürlerdi,
yola gelmekte yarış ederlerdi. Çünkü her küfredenin gözü kör edilivermiş olsaydı,
bu bir sığındırma olur, hepsi imana gelirdi. Fakat o kâfirler nerden görecekler?
Burada "görmez" kalb gözü ile tefsir edilmiştir. Yani o kadar ilâhî delilleri
görmeyen o basiretsiz kâfirler, bunu böyle yapabileceğimizi idrak etmezler.
67- Dilesek
onları tam kuvvetleri çağında mesh de ediverir (kılıklarını değiştirir) oldukları
yere donduruverirdik de ne geçebilir ne dönebilirlerdi. Şu halde böyle irade
buyurulmuyorsa yapılamayacağından değil, cezaları ahirette verileceği içindir.
Bununla beraber:
Meâl-i Şerifi
68- Bununla
beraber kimin ömrünü uzatıyorsak, yaratılışta onu (güç ve kuvvetini alarak)
tersine çeviriyoruz. Hâlâ akıllanmayacaklar mı?
69- Biz ona
şiir öğretmedik. Bu ona yaraşmaz da... O sadece bir öğüt ve apaçık bir Kur'ân'dır.
70- (Bu),
diri olanları uyarmak ve kâfirlere de azab sözünün hak olması içindir.
71- Şunu da
görmediler mi: Biz onlar için kudretimizin meydana getirdiklerinden birtakım
hayvanlar yaratmışız da onlara sahip bulunuyorlar.
72- Onları,
kendilerinin hizmetine vermişiz de, hem onlardan binekleri var, hem de onlardan
yiyorlar.
73- Onlarda
daha birçok menfaatleri ve türlü içecekleri de var. Hâlâ şükretmeyecekler
mi?
74- Onlar,
Allah'tan başka birtakım ilâhlar edindiler. Güya yardım olunacaklar.
75- Onların,
onlara yardıma güçleri yetmez. Kendileri ise onlar için bazı askerlerdir.
76- O halde
onların sözleri seni üzmesin. Biz onların içlerini de biliriz, dışlarını da.
77- İnsan,
kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmedi mi de, şimdi apaçık bir hasım
kesildi?
78- Yaratılışını
unutarak bize bir de mesel fırlattı: "Kim diriltecekmiş o çürümüş kemikleri?"
dedi.
79- De ki:
"Onları ilk defa yaratan diriltecek ve o her yaratmayı bilir."
80- Size o
yeşil ağaçtan bir ateş yapan O'dur. Şimdi siz ondan tutuşturmaktasınız.
81- Gökleri
ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kâdir değil midir? Elbette kâdirdir.
Çünkü o her şeyi yaratandır, her şeyi bilendir.
82- O'nun
emri, bir şeyi dileyince ona sadece "Ol!" demektir. O da hemen oluverir.
83- O halde
her şeyin mülkü ve tasarrufu (hükümranlığı) elinde bulunan Allah'ın şanı ne
yücedir. Siz de yalnız O'na döndürüleceksiniz.
68- Bununla
beraber her kimin ömrünü uzatıyorsak; gençlik çağında almayıp uzun ömürle
yaşatıyorsak yaratılışta tepesi üstü dikiyoruz. Yani başlangıçtakinin, gençliğin
aksine olarak günden güne kuvvetten düşürüp zayıflığını artırıyor, ölüme doğru
yürütüyoruz. Hâlâ akıllanmayacaklar mı?Bunu yapan kudretin daha önce o gözle
silmeyi ve kılık değiştirmeyi de yapabileceğini anlayıp da doğru yolu tutmayacaklar
mı?
69- Biz ona,
yani peygambere şiir öğretmedik. Bu söylenenleri bir şiir saymamalıdır. Kur'ân'ın
ne söz olarak, ne de mânâ olarak şiir olmadığı açıktır. Bir kere Kur'ân'ın
sözlerinde şiir sözünün vezin ve kafiyesi yoktur. Mânâ bakımından ise şiir,
gerçek olup olmadığı aranmaksızın hoşlandırmak veya tiksindirmek, coşturmak
veya küstürmek gibi hisleri gıcıklayan hayalî kuruntulara, zanna dayanan kıyaslara,
duygu oyunlarına aittir. Kur'ân ise Hakk'ın doğru yolunu gösteren hikmetler
ve hükümler ile irfan nuru, kesin iman rehberi bir ilâhî yadigârdır. Fakat
kâfirlerin birçokları onu bir şiir gibi düşünmek ve düşündürmekte ısrar ettikleri
ve bu şekilde peygamberi bir şair gibi tanıttırmak istedikleri için buyuruyor:
Biz ona şiir öğretmedik. Hem o , ona yaraşmaz da. Çünkü "Şairlere gelince
onlara da azgınlar uyar." (Şuara, 26/224). Ne peygamberlik makamına şairlik
yaraşır, ne de Kur'ân'a şiir demek.
O Kur'ân başka
değil, ancak bir zikir; sırf Allah tarafından bir öğüt ve irşad ve apaçık
bir Kur'ân'dır. İbadetlerde ve ibadethanelerde okunacak Allah kelâmıdır.
70- Hayatı,
yani aklı, duygusu olanı korkutup, gafletten uyandırmak, küfürde ısrar ile
kâfirlik edenler aleyhine azab sözünün hak olması için. Bundan önce çoklarına
olduğu gibi azab ile hükmün vacib olması için.
71-76- Şunu
da mı görmediler, o gafiller ki, uyanmıyorlar. Biz kendileri için ellerimizin
yaptığı şeylerden, yani başka hiçbir sanatın katkısı olmayıp, doğrudan doğruya
kendimizin var ettiğimiz nimetlerden en'am, yumuşak hayvanlar yarattık...
Bu hatırlatmada birçok yönlerden incelikler vardır ki, bunu tefsirden çok,
okuyanların zevki takdir edecektir.
77-78-79-*}
"İnsan, kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmedi mi?" Rivayet olunuyor
ki Ubey b. Halef Hz. Peygamber (s.a.v.)'in huzuruna bir çürümüş kemikle gelmiş,
onu eliyle ufalayarak "Allah bunu böyle çürüdükten sonra diriltir der misin?"
demiş. "Evet, seni de diriltir ve ateşe kor." buyurmuş ve bu âyet, bu sebeple
inmiştir. Ve O, yaratmanın hepsini hakkıyla bilir. Yani her yarattığını bütün
incelikleriyle, her birinin toplanan ve dağılan bütün parçaları, usul ve fürûu
(aslı ve dalları), durumları, halleri, nicelikleri, miktarları, her türlü
özellikleriyle bilir. Her yaratmayı, yaratmanın her türlüsünü bilir, maddeli
maddesiz, âletli âletsiz, örnekli örneksiz, gerek ilkin, gerek sonra her çeşidini
bilir. Bütün mesele bundan ibarettir.
80- O Allah,
size yeşil ağaçtan bir ateş yaptı. Meşhur olan bu ağaç, "merh" ile "afar"
denilen iki ağaçtır ki, ikisi de yemyeşil, suları damlarken merh çakmak yerinde
afare sürtülmek suretiyle ateş çıkarılır, bedevîlerce bilinmektedir. Bunun
birini erkek, birini dişi yerinde de varsaymışlardır. Bununla beraber "Her
ağaçta bir ateş vardır. Fakat merh ile afar bol bulmuştur" diye bir mesel
vardır. Bu bakımdan bazı tefsirciler demişlerdir ki, ağaçtan maksat cinstir.
Merh ve afar misal yoluyla anılmıştır. Ancak burada dikkate değer nokta şudur
ki, bundan maksat ağaçtaki odun veya kömürü göstermek değil, sürtme ve temas
ile yeşil ağaçtan meydana gelen hararet ve tutuşmayı anlatmaktır. Bu ise şimdi
bildiğimize göre bir elektrik olayıdır. Demek ki bu şekilde âyet elektriğe
işaret etmiş ve bu işaretten "ol" emrini anlamaya zihinleri yaklaştırmak için
bir misal de verilmiş oluyor. Yapmış da siz ondan çakıp çakıp hemen tutuşturuyorsunuz.
Yani bilfiil deneyle bildiğiniz şüphesiz bir ateş. Demek ki sırf teorik akıl
ile bilinemeyecek gerçekler deneyle ortaya çıkar.
81- Hem o
gökleri ve yeri, yani bütün şu âlemi yaratmış olan Allah, onların benzerini,
onlar gibisini, yani o çürümüş insanlar gibi küçüğünü, hatta bütün o âlemin
benzerini diğer bir yaratış ile, yine yaratmaya kâdir değil midir? Evet kâdirdir.
Ve o, öyle yaratan, öyle bilendir.
82-*} O'nun
emri, bir şeyi dileyince ona sadece "ol!" demektir. O hemen oluverir.
83- O halde
tesbih O'na, her şeyin hükümranlığı elinde bulunan, her şeyde dilediği gibi
tasarruf eden Sübhan'a (şanı yüce Allah'a) dır. Hep de döndürülüp O'na götürüleceksiniz.
O'na Yasin sahibi (Habib Neccar) gibi koşa koşa iman ve İslâm ile, kendi rızasıyla
dönüş yaparak, bağışlanmaya ve ikrama kavuşmak istemeyenler de sonunda zorla
döndürülecekler, yakalanıp O'nun yüce huzuruna götürülecekler, hesapları görülüp
cezaları verilecektir.
İbnü Abbas
hazretlerinden rivayet edilmiştir ki Yasin hakkında rivayet edilen faziletlerin,
niçin ona mahsus olduğunu bilmiyordum, bu âyet için inmiş.
Melekût (hükümranlık)
yukarılarda da geçtiği üzere "mülk"ün mübalağa sigasıdır ki, tam bir hakimiyetle
saltanatın idare sırları demektir.
Şimdi bu melekût
ve döndürülmeye bir açıklama olmak üzere "Vessâffâti" Sûresi başlıyor.