95-TİN:
"Tin'e ve
Zeytun'a andolsun". Tin incir demek ise de burada öyle terceme etmek pek uygun
olmayacaktır. Zira tefsircilerin bir çoğunun açıklamasına göre burada Tin
ve Zeytun birer özel isim yerindedir. Özel isim olmuş kelimelerin ise tercemesine
kalkışmak doğru değildir. Çünkü onlar neye isim olmuşlarsa onları mânâlarıyla
değil lafızlarıyla tanıtırlar. "İncir Köyü" diye bilinen bir köy, "Tin Karyesi"
diye terceme edilmekle tanıtılmış olmayacağı gibi, Tin adıyla anılan bir dağı
veya mescidi veya beldeyi de incir diye anlatmaya kalkışmak izah değil, karıştırma
olur. Gerçekte tefsirler burada Tin ve Zeytun hakkında başlıca iki görüş nakletmişlerdir:
BİRİSİ: Bazı
tefsirciler demiştir ki: Görünen şekli ile Tin ve Zeytun'dan maksat, bu ad
ile meşhur olan incir ve zeytin yemişleri veya ağaçlarıdır. Zira lugat itibariyle
görünen bu olduğu gibi Hasen, Mücahid, İkrime, İbrahim Nehai, Ata, Mukatil,
Kelbi ve daha bir kısım âlimlerden "O, sizin şu inciriniz ve zeytininizdir.",
yahut "O, yenilen incir ve sıkılan zeytindir.", yahut "o, insanların yediği
yemiştir." tabirleriyle rivayet edilmiş ve İbnü Abbas'a da nisbet edilmiştir.
Bunlardan ise, bir mecaz veya kinaye kastedildiğini gösteren bir karine (ipucu)
bulunmayınca, açık olan incir ve zeytin diye bildiğimiz meyveler olmaktır.
Fakat bu durumda insan yaratılışının güzelliğini veya çirkinliğini ve sonunun
acılığını veya tatlılığını anlatırken incir ve zeytine yeminle başlamanın
ne ilgisi olduğunu da düşünmek gerekeceğinden incir ve zeytinin insan hayatı
için hem gıda, hem meyve, hem ilaç, hem ticaret açısından faydaları pek çok
olan meyvelerin en güzel ve mübareklerinden olduğunu açıklamaya çalışmışlardır
ki, biz burada bunun ayrıntılarına girmeye gerek duymuyoruz. İnsan yaşamak
için maddi ve manevi gıdaya muhtaçtır. Maddi gıdaların en önemlileri tatlı
ve tuzlu veya yağsız ve yağlı yiyecekler, bunların en güzelleri de meyvelerdir.
İşte incir ve zeytin ya meyvelerin en faydalı ve en mübarekleri olmak itibariyle
özel durumlarına veya özeli zikredip geneli kastetmek yoluyla tatlı veya tuzlu,
yağsız veya yağlı genellikle önemli yiyecekleri temsil edecek birer misal;
Tur-i Sina ve Beled-i Emin de manevi gıdalara yer olan mübarek mevkiler olmaları
nedeniyle bunlara yemin edilmiştir, demek olabilir. Bununla beraber insan
yaratılış, açısından düşünüldüğü zaman "Erkeği ve dişiyi yaratana andolsun."(Leyl,
92/3) yemininin taşıdığı mânâdan dolayı bu iki meyvenin dişi ve erkekten kinaye
olmaları ihtimali de uzak değildir. Bu görüşe göre Tin ve Zeytun, incir ve
zeytin diye tercüme olunabilir.
İKİNCİ görüşe
gelince: Birçok tefsirci de demiştir ki: Burada "tin" ve "zeytun"dan maksat
yemiş değil, bu isimlerle anılan mübarek yerlerdir. Turu Sinin ve Beled-i
Emin ile beraber zikredilmeleri de bunu gösteren bir karinedir. Alûsî de bir
çoğunun kabul edip inandığı üzere "bunlar, mübarek şerefli yerlere yemindir"
diyerek bu görüşü tercih etmiştir. Bu yerlerin nereleri olduğuna gelince de
birer dağ ismi, birer mescid ismi, birer belde ismi olması hakkında üç gürüş
zikretmişlerdir. Şöyle ki:
1- Birer dağdırlar.
İbnü Cerir'de
Katade'den: Tin, Dimeşk'ın bulunduğu dağ; Zeytun, Beyt-i Makdis'in bulunduğu
dağdır. İkrime bir rivayette de: Bunlar iki dağdır.
Rebi'den:
Hemedan ile Hulvan arasında iki dağ, Şam dağları.
Said b. Mansur
ve İbnü Ebi Hâtim, Ebu Habib Haris b. Muhammed'den Tin, Tur-i Tina; Zeytun,
Tur-i Zeyta denilen dağlardır. İyi incir ve zeytin bittiği için bu şekilde
isimlendirilmişlerdir. İmam Razî bunu İbnü Abbas'ın sözü olmak üzere naklederek
şöyle der: İbnü Abbas demiştir ki: Bunlar mukaddes topraklardan iki dağdır.
Bunlar incir ve zeytin yetişen yerler olduklarından dolayı bunlara Süryanice'de
Tur-i Tina (Tin Dağı) ve Tur-i Zeyta (Zeytin Dağı) denilmiştir. Bu takdirde
yüce Allah Nebilerin yetiştiği yerlere yemin etmiş demektir. Tin denilen dağ
İsa (a.s)'nın; Zeytun, Şam İsrailoğullarına gelen peygamberlerin çoğunun gönderildiği
yer; Tur, Musa (a.s)'nın peygamber gönderildiği yer; Beled-i Emin de Muhammed
(s.a.v.)'in peygamber olarak gönderildiği yerdir. Şu halde gerçekte yeminden
maksat, peygamberlere hürmet ve derecelerini göstermek olur.
2- İki mescittirler.
İbnü Zeyd: Tin, Dimeşk mescidi; Zeytun, Beyt-i Makdis Mescidi demiştir. Ka'b
da: Tin Dimeşk Mescidi, Zeytun İliya Mescidi demiştir. İbnü Abbas'tan gelen
bir rivayete göre de Tin Nuh Mescidi, Zeytun Beyt-i Makdis Mescidi'dir.
3- İki beldedir.
Ka'b'ın dediğine göre Tin, Dimeşk; Zeytun, Beyt-i Makdis'tir. Şehr b. Havşeb
de: Tin, Kûfe; Zeytun, Şam'dır demiştir. Maksadı Kûfe'nin bulunduğu yer demek
olacaktır ki Nuh (a.s)'un konakladığı yere denir.
Demek ki
Tin ve Zeytun, aslında bildiğimiz incir ve zeytin meyveleri ve ağaçları olmakla
beraber bunların yetiştiği bereketli yerler olmakla tanınmış iki dağ ve onlarda
iki belde ve onlarda iki mescid dahi Tin ve Zeytun adlarıyla tanınmış, bunlar
da Tur-i Seyna ve Mekke gibi dinin çıktığı mübarek şerefli yerler sayılmış
olduğundan burada hayat için maddi, manevi gıdaların ve incir ve zeytin gibi
faydalı meyveler verecek çalışma ve amelin ve yerin önemine ve özellikle incir
ve zeytinin lezzet, kıymet ve faydalarına da ima ve işaret ile beraber daha
ziyade peyamberlerin yetiştiği, dinlerin çıktığı yerler olarak bilinen kutsal
yerlere yemin edilmiştir. Bundan dolayı "Keşf" yazarının dediği gibi, bunların
hepsi dinî ve dünyevî hayır ve bereketi ile mukaddes topraklara ve emin bir
beldeye yemin demek olur. Yalnız incir ve zeytine yeminde bu ahenk ve kapsamı
anlamak güçtür. Onun için Tin'i ve Zeytun'u sade incir ve zeytin meyveleri
diye terceme etmemeli, gerek Hıristiyanlık'ta, gerek Yahudilik'te gerek İslâm'da
"Çevresini mübarek kıldığımız."(İsrâ, 17/1) mânâsı gereğince mübarek tanınan
ve hayır ve bereketinden istifade için iyi olma hususunda yarışılarak çalışılması
arzu edilen mukaddes topraklara dahi işaret olmak üzere sözü geçen incir ve
zeytin isimleriyle şöyle demelidir:
2. Yemin olsun
o Tin'e ve Zeytun'a ve Tur-ı Sinin'e yemin olsun, Sinin Dağı'na ki Hz. Musa'nın
Allah ile konuşma şerefine nail olduğu dağ olup sin harfinin kesresi veya
fethası ve nunun uzatılmasıyla Tur-ı Sina ve Tur-i Seyna diye de tanınmış
ve meşhur olmuştur. Sonu kısa ve uzatılmadan Tur-i Seyna da denildiği "Kamus"ta
yazılıdır.
Ebu Hayyan,
"Bunun Şam'da bir dağ olduğunda ihtilaf yoktur." demiş; Şihab yazarı da; "bu,
meşhur olanın aksi olduğu, çünkü bu gün bilinen Tur-i Sina'nın Akabe ile Mısır
arasındaki Tih yakınlarında bulunduğu" beyanıyla itiraz etmiş ise de Ebu Hayyan'ın
maksadı da Mısır toprakları karşısında bulunan ve Filistin'i dahi kapsayan
mutlak Şam toprakları olmalıdır. İhtilaf yoktur denilmesi bunu gösterir. Nitekim
İbnü Cerir de hep "Şam'da bir dağdır, bir mübarek dağdır." diye rivayet etmiştir.
Tur, dağ ve özellikle bitkili dağ demektir.
SİNİN, o
dağın bulunduğu ve kendisine nisbet edildiği yerin ismi olup Beyrun ve benzeri
kelimeler gibi muamele görerek çoğul kelimeler gibi "vav" ve "ya" ile irab
aldığı, bazı kere de "ya" ile bırakılıp sonundaki "nun"a irab harekeleri verildiği
söylenmiştir. Görünen şekliyle "Sinler Dağı" demek gibidir. Ahfeş demiştir
ki: Sinin kelimesi ağaç mânâsına çoğuldur. Tekili "Sine"dir. Sanki Tur-i Eşcar
yani, Ağaçlar dağı demek gibidir. Kelbi'den de "ağaçlı dağ" diye rivayet edilmiştir.
Bunlar, "Derken ona varınca mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısındaki ağaçtan
şöyle seslenildi: Ey Musa!..."(Kasas, 28/30) âyetinde mübarek yerdeki Musa
ağacına işaret olsa gerektir.
İbnü Ebi Hatim,
İbnü Münzir, Abd b. Humeyd İbnü Abbas'tan, "sinin, hasen yani güzel demektir"
diye rivayet etmişlerdir. Dahhak'ten de böyle rivayet olunmuş, İkrime'den
de bunun güzel mânâsına olması Habeş lisanı olduğu ziyadesiyle rivayet olunmuştur.
İbnü Cerir ve İbnü Asakir Katade'den de; "Sinin; mübarek, güzel ağaçlı demektir."
dediğini rivayet etmişlerdir. Bununla beraber İbnü Cerir demiştir ki: Bu görüşlerden
doğru olan, "Tur-i Sinin, bildiğimiz dağdır." diyenlerin görüşüdür. Çünkü
Tur, bitkili dağ demektir. Sinin dağı denilmesi onu tarif içindir. Eğer "sinin
kelimesi, güzel ve mübarek mânâsınadır" diyenlerin dediği gibi Tur'un sıfatı
olsaydı, Tur tenvinli okunurdu. Çünkü bir şey bir sebep bulunmadıkça kendi
sıfatına muzaf (belirtilen) kılınmaz. Yani "sinin", güzel ve mübarek mânâsında
olsaydı, "Tur-i sinin"in bir sıfat tamlaması olması lazım gelir ve "Tur" kelimesi
munsarif olduğundan tenvin alması gerekirdi. Oysa tenvin olmadığı için tamlama,
isim tamlamasıdır diyor. Bu da çoğunlukla kabul edilmiş bulunuyorsa da, anlatıldığı
üzere "sinin, güzel ve mübarek mânâsınadır" diyenler tamlamanın vasfı olduğu
görüşüne varmış değillerdir. "Ağaç" veya "yer" gibi, nitelenen bir kelime
takdiriyle veya sıfat-ı galibe türünden isim olarak tarif için muzafun ileyh
(belirten) yapılmış olmasına engel olmaz. Maksatları güzel dağ demekten ibaret
değil, yerinin veya otunun, ağacının mübarekliğini, güzelliğini beyan etme
mânâsına "mübarek, güzel dağı" demek olmasında ve Hz. Musa'nın Allah'la konuştuğu
o meşhur Tur-i Sina'ya bu mânâ ile "Tur-ı Sinin" denilmiş olmasında bir sakınca
bulunmadığı gibi Kur'ân'da onun hakkında gelmiş olan "Vadi-i Mukaddes" (Kutsal
Vadi), "Va-di-i Eymen" (Uğurlu Vadi) ve "Mübarek yerde bulunan ağaç" nitelikleriyle
de pek çok ilgi ve uygunluğu vardır. Burada biraz sonra gelecek olan "Ahsen-i
takvim" (en güzel biçim)den bahsetmeye bir başlangıç ve giriş olmağa da yakışır.
Bu şekilde o Tin, Zeytun ve Tur-i Sinin'e yani bu üçüne yemin, Mukaddes Arz'a
yemin mânâsında olur. Şu da "vav" atıfası (bağlacı)yla üçüne birden bağlanmış
olur.
3. Ve bu emin,
güvenli beldeye yemin olsun. Yani, Ey Muhammed! Bu bulunduğun, doğup büyüdüğün,
peygamber olarak gönderildiğin, kudret, ululuk ve saygı hitabıyla emniyete
erdiğin, emin yani güvenli vasfıyla tanınan beldeye de yemin olsun. Tefsirciler
buna oy birliğiyle Mekke demişlerdir. Çünkü Beled Sûresi'nde de geçtiği üzere
Mekke'nin bir ismi olduğu gibi "Hani biz Kabe'yi insanlara vaktiyle bir sevap
mahalli ve emin bir sığınak yapmıştık. Siz de Makam-ı İbrahim'den namaz kılacak
bir yer edinin."(Bakara, 2/125) buyurulduğu üzere insanlara bir sevap yeri,
bir sığınak olan Ka'be ve İbrahim'in makamı olarak ve "Biz onları, her şeyin
ürünlerinin toplanacağı emin bir Harem'de yerleştirmedik mi?"(Kasas, 28/57)
buyurulan "Emin Harem" orada olduğu için Beled-i Emîn adıyla tanınan da odur.
Alûsî'nin
yazdığına göre merfu bir hadiste de: "O, âlemlere hidayet olan Kâbe'nin bulunduğu
yer ve Resulullah'ın doğduğu ve peygamber gönderildiği beldedir." diye gelmiştir.
Bundan bu sûrenin Mekke'de indiği anlaşılırsa da hicretten önce mi, yoksa
sonra mı indiği anlaşılmaz. Hicretten sonra inenler, Mekke'nin fethinden sonra
Mekke'de inmiş bulunsalar bile Medenî sayıldığına göre hicretten evvel inmiş
mânâsına Mekkî olmasını gerektirmez, Medenî de olabilir. Şu halde bu sûre
Mekke'nin fethinden sonra orada inmiş ise, Katade'den rivayet edildiği üzere
Medenî demek olur. Çoğunluğu,"Mekke'de inmiştir" demesi de Mekke içinde inmiş
olması mânâsıyla yorumlanabilir. Bu mânâ, bu sûrenin kendinden öncekine bir
netice gibi olan mânâsına da pek yakışır ise de, Mekkî olmakta meşhur olan
mânâ hicretten önce olmasıdır. Şu halde Resulullah (s.a.v)'a bu güvence daha
o zaman verilmiş demektir.
EMİN, "emanet"
kökünden feil kalıbında fakat fail mânâsında yani emniyette kılan, zulüm ve
haksızlık yapmaktan uzak, kendisine bırakılan şeyi iyi koruyan, güvenilir
demektir. Bu mânâda "amin" şeklinde ism-i fail (etken ortac)i duyulmuş değildir
deniliyor. (Kasas, 28/57) âyetinde olduğu gibi "amin" kelimesinin "emn" yerinde
kullanılması "zu emn" yani emniyetli meâlinde olarak nisbet mânâsında olduğu
söylenmiştir. Çünkü ism-i fail (etken ortaç) olarak "amin" emniyeti olan,
yani korkusu olmayan, yahut emniyet eden veya emniyet ve korkusuzluk veya
emanet veren demektir. Beldenin eminliği de, içinde bulunan kimseleri güvenilir
bir adamın emaneti koruması gibi muhafaza eder, tecavüzden korur olmasıdır
ki bu benzetme yoluyla verilmiş bir mânâdır veya emniyet ve korkusuzluk mânâsına
gelen "emn" kökünde ism-i mef'ul (edilgen ortaç) olup me'mun, yani korkulmaz,
korkutulmaz, emniyet ve sükun içinde demektir. Beldenin bu mânâca emin olması
da, içindeki halkın korkusuz ve tehlikesiz olması, yani dert ve sıkıntılardan
korkulmaması mânâsına "isnad-ı mecazi"dir. Şu halde emniyetli demek iki mânâyı
da ifade edebilir. Mekke-i Mükerreme'nin böyle emin bir belde oluşu ise "Allah
Ka'be'yi, o Beyt-i Haram'ı insanlar için bir düzen vesilesi kıldı."(Mâide,
5/97) mânâsı gereğince Allah tarafından insanların durumu için Beyt-i Haram
yapılmış olan Ka'be-i Muazzama makamına harem olması ve ziraatsiz bir vadi
olduğu halde Hz. İbrahim'in "Ey Rabbimiz! Ben soyumdan bazısını senin Ka'be'nin
yanında ekin bitmez bir vadide yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Namazı kılsınlar
diye yaptım. Artık insanlardan bir kısmının kalplerini onlara meylettir. Onları
ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şükrederler." (İbrahim, 14/37) duasına mazhar
olarak "Biz onları herşeyin ürünlerinin toplanacağı emin bir Harem'de yerleştirmedik
mi?"(Kasas, 28/57) ve "Onlar görmediler mi ki, çevrelerindeki insanlar çarpılıyorlar
iken biz Mekke'yi emin bir yer yaptık."(Ankebut, 29/67) nimetleri kriterince
emin bir harem bulunması ve Resul-i Ekrem (s.a.v) Hazretleri'nin doğduğu ve
peygamber olarak gönderildiği yer olması, "Oysa sen içlerinde iken Allah onlara
azap edecek değildi. Mağfiret diledikleri halde Allah onlara azap edecek değildir."(Enfal,
8/33) ilâhî vaadi gereğince halkının, hem Resulullah (s.a.v.) içlerinde bulunduğu
müddetçe hem de yüce Allah'ın mağfiretini isteyerek istiğfar ettikleri sürece
azap olunmayacaklarına dair garanti verilmiş bulunması nedeniyledir. Emniyet
ise hayatın en önemli şartlarından olduğu için, Mekke'ye böyle "emin belde"
adıyla yemin edilmesi, bunun bu emniyet itibarıyla Tin, Zeytun ve Tur-i Sinin
diye işaret edilen ve çekişme ve kavgadan uzak bulunmayan Arz-ı Mukaddes'teki
yerlerden daha mukaddes ve dolayısıyla ilâhî ahit ve yeminde daha yüksek bulunduğunu
anlatan ve bu şekilde bu yeminlerde maddi tattan manevi emniyet zevkine doğru
yükselen bir ilerleme vardır ki, bu bize insan yaratılışı için yurt emniyetinin
ömemini ve yurtların, beldelerin kıymeti, hakiki emniyeti ile uygun, bunun
da din ile ilgili olduğunu anlatır. Bu nedenle "emin belde" vasfı Mekke'yi
göstermekle beraber diğer beldelerin de kıymetlerinin en çok emniyet ve sükun
açısından ölçülmesi gerekeceğine işaret eder ki bu işaret
"Allah bir
beldeyi misal yaptı ki, emniyet ve sükun içinde idi. Ona rızkı her yerden
bol bol geliyordu. Derken, halkı Allah'ın nimetlerine nankörlük etti. Allah
da onlara, yaptıkları sebebiyle açlık ve korku elbisesini tattırdı. Andolsun
onlara içlerinden bir peygamber geldi de onu yalanladılar. Zulmederlerken
azap kendilerini yakalayıverdi. Artık Allah'ın size verdiği rızıklardan helal
ve hoş olarak yeyin de Allah'ın nimetine şükredin. Eğer gerçekten ona ibadet
edecekseniz."(Nahl, 16/112-114) âyetlerinin mânâsıdır.
İşte Tin,
Zeytun, Tur-i Sinin ve bu Emin Belde isimlerinin bilinen ahit mânâlarıyla
zihinlere açık açık veya delalet yoluyla ifade ettiği bu mânâ ve kavramların
derecelerine göre, sırasıyla önemleri yemin ile hatırlatıldıktan sonra bu
yeminlere cevap olarak buyuruluyor ki:
4. Gerçekten
biz insanı en güzel bir biçimde yarattık, yani insan cinsini maddi ve manevi
olarak, doğrultmanın, kıvama koymanın, biçimlendirmenin en güzelinde, en güzel
biçimde olarak yarattık. terkibi, "Kıvama koymanın en güzelinde olduğu halde"
mânâsında zarf-ı müstekarr olarak insanın yaratılırkenki halini bildirmektedir.
TAKVİM, eğriyi
doğrultmak, kıvama nizama koyma, kıymet biçmek, kıymetlendimek mânâlarına
gelir. Sonundaki tenvin belirsizlik ve büyüklük için olarak "ahsen-i takvim",
herhangi bir biçimlendirmenin veya büyük bir biçimlendirmenin en güzeli demek
olur. Bu ise her mânâsıyla biçimlendirmenin en güzel biçimi demek olacağından
maddî manevî her türlü güzelliği kapsar. Belinin doğrulmasından, biçiminin
güzelleşmesinden, kuvvet ve melekelerinin yükselmesinden akıl, irfan ve ahlâkıyla
ilâhî güzelliğe ermesine kadar gider. Belinin doğrulmasını, boy posunun düzgün
olmasını bütün bu mânâlardan kinaye olarak veya dıştan içe geçmek, yerden
göğe yükselmek için bir başlangıç olarak düşünebiliriz.
Ebu Hayyân
der ki: Nehai, Mücahid ve Katade, "şekil ve duygularının güzelliği" demişler,
boyunun doğruluğu da denilmiştir. Ebubekir b. Tahir, "akıl, idrak ve iyiyi
kötüden ayırt etme gücü ile süslenmesi" demiş, İkrime de, "gençliği ve kuvveti"
demiş ise de en iyisi, her en güzel olanı içine alacak şekilde genelliğidir.
Yani gerek boyunun posunun doğruluğu ile günden güne artan görünen şeklinin
güzelliği ve gerek aklının, zihninin hak ve hayır âyetlerini ve hatırlatılan
güzellik ve yücelikleri idrak edebilecek şekilde güzel kabiliyeti ve gerek
ilâhî ahlâk ve niteliklerle ahlaklanıp nitelenebilecek derecede gelişme ve
olgunlaşmaya elverişli olan ahlâk güzelliği gibi maddi ve manevi her türlü
güzelliği kapsar.
Gerek fizikî
ve cismanî bakımdan, gerek ahlâk ve maneviyat itibariyle ruhani bakımdan insan
en güzel bir kıvama erebilecek en güzel bir biçimde yaratılmıştır. Gerçekten
insanın mahiyet ve aslına, insanlık âlemine derin ve araştırıcı bir bakışla
bakan ve onun dışında ve içinde bulunan incelikleri düşünüp fikir yürüten
kimse onu bazı ulu kişilerin dediği gibi görünen ve görünmeyen âlemlerin aktıkları
yerlerin birleşme noktası, ifade ve istifade feleklerinin iki nuru olan güneş
ve ayın doğduğu yeri, Hak Kalemi ile yaratılış kitabına yazılmış enteresan
satırlardan oluşan metin ve ibareleri kapsayan ve onlardaki ilâhî sırların
ve eşi benzeri olmayan güzelliklerin olmuş ve olacak mânâlarını açıklayan,
kısa fakat birçok mânâları toplayan bir nüsha olarak görür ve Hz. Ali'nin
söylediği bildirilen şu mânânın doğruluğundan haberdar olur:
"İlacın sendedir
de farkında olmazsın,
Derdin de
sendendir fakat ki görmezsin,
Sanırsın ki
sen sade küçük bir cisimsin
Oysa sende
dürülmüş en büyük âlem."
Nakledildiğine
göre, Kadi Yahya b. Eksem ve bazı Hanefiler; karısına: "Sen aydan daha güzel
olmamış isen boşsun." diyen kimse karısını boşamış olmaz diye fetva vermişler
ve bu âyeti delil göstererek bu hükme varmışlardır. Kuşku yok ki bu güzelliği
yalnız o küçük cisimde, maddi şekil ve kıyafette arayan hata etmiş olur. Yüzler
ne kadar yaldızlansa onda bir ay ışığı parıltısı olmaz, fakat ay ışığını gören
göz, güzelliği ve aşkı sezen bir öz vardır ki güzellik ondadır. Sevgililerini
parlak aydan, ışık saçan güneşten daha güzel olarak niteleyip anlatan şairlerin
aşk macerasını inleyen hesaba gelmez şiirlerinde parlayan güzellik ve alımlılık
cazibesi bile sade topraklara gömülmeye mahkum maddi görünüşün değil, gönüllerde
kaynaşan ruhani bir tecellinin cilvesidir. Güzellik ve aşk dışa dikilen bir
şekil değil, gönülde kaynayan bir mânâdır:
"Hayaliyle
tesellidir gönül meyl-i visal etmez
Gönülden özge
bir yar olduğun aşık hayal etmez."
diyen şair
de bu mânâyı terennüm etmek istemiştir.
Kısacası,
insanın güzelliğinin en güzel biçimde olması, duygusuz olan şekil ve suretinde
değil, duygusunda ve özellikle "güzellik" denilen mânâyı anlamasında ve o
duygudan güzellerin güzeli, en güzel yaratıcıyı ve onun mutlak güzellikle
en güzel olan kemal sıfatlarını tanıyıp onun ahlâkıyla ahlâklanmış olmasındadır.
İnsan yaratılışının kıvamı ve aday olduğu olgunlaşma budur. İnsan ilk doğuşunda
bu olgunlukta olarak değil, fakat bu kıvama, bu olgunluğa, bu güzelliğe doğru
ilerleme kabiliyeti verilmek mânâsına en güzel biçimde yaratılmıştır. Yoksa
onda hiçbir fanilik lekesi, bir aşağılık hali bulunmazdı. Oysa böyle olmadığı
görülüp duruyor. Fertlerin güzelliğinde mertebelerin bulunduğu ve her ferdin
fanilikten, aşağılık âlemden, mutlak güzelliğe yaraşmayan lekelerden ve ihtiyaçlardan
başlangıçta bir hissesi, günah denilen ve günden güne atılması gereken bir
derdi bulunduğu ve bu şekilde beden yükünü ata ata ruhların temizliğe ve kurtuluşa
gittiği ve böyle bazılarının yükselmesine karşılık diğer birçoklarının da
hiçbir güzellik hissesi kalmayarak en alt tabakalara kadar yuvarlanıp durduğu
görülüyor. Onun için buyuruluyor ki:
5. Sonra.
Bunda açık olan zamanda gecikmedir. Bununla beraber rütbede olduğu da düşünülebilir,
deniliyor. Buna göre bazı insanlar başlangıçta da en güzel biçimde olmamış
olur. Bundan da "Allah'ın insana gücü yetmeyeceği şeyi yüklemesi" konusunun
tartışmaya açılması gerekir. Doğrusu "en güzel biçim"den hiç hissesi olmayana
insan ismini vermek doğru olmaz. Bir insan denilince elbette onda bir hissesi
olmuştur. O halde gecikme rütbe ile ilgili değil, zamanla ilgilidir. Yani,
bir zaman sonra onu, (o en güzel biçimde yaratılan insanı) aşağıların en aşağısına
çevirip döndürdük. Yahut, "Sefillerin en sefili yaptık." Yahut "o güzel biçimden
döndürüp de maddî ve manevî olarak kötülenmiş en sefil bir halde cehenneme
veya cehennemin en aşağı tabakasına doğru ittik." Temizlik yerine eğrilik,
güzellik yerine çirkinlik, ilerleme yerine gerileme, sıhhat yerine zayıflık
ve hastalık, gençlik yerine ihtiyarlık, akıl ve bilgi yerine bunaklık ve cahillik,
çalışma ve gayret yerine tembellik, bolluk yerine darlık, güçlük yerine zelillik,
lezzet yerine elem ile bunaklık dönemine, ondan hayata karşılık ölüme, çürüyüp
kokmaya, ondan kıyamette dünyaya karşılık cehenneme veya cehennemin en alt
tabakasına doğru kaktık, "Cehennemin en alt tabakasında" (Nisâ, 4/45) olacak
kadar geri çevrilmiş kıldık.
6. Ancak iman
edip iyi ameller işleyen o en güzel biçime yaraşır, Allah'ın rızasına uyarak
ilerisi, ahireti için hayra yarar, meyve verir, güzel işler yapan kimseler
hariç, bunlar öyle geri çevrilmez, o aşağılık çukuruna düşmez, görünüş güzelliğini,
maddi kıvamı kaybetseler bile ona karşılık kurtuluşa, en güzel olan mutlak
güzelliğe, daha çok sevimliliğe, o iman ve amelin meyvelerini koparacak güzel
sona doğru giderler. Çünkü onlar için öyle bir ecir vardır ki kesilmez, tükenmez
veya başa kakılmaz, başa kakılmadan sonsuza kadar devam eder. O bedenler amel
edemez olduğu, yokluğa gittiği halde de o ecir, bir başa kakma olmadan, sonsuza
kadar sürer. Dolayısıyla onlar sefil olmak şöyle dursun, çalışma zahmetinden
dahi kurtularak o en güzel biçimlendirmenin olgunluk zirvesine ermiş, en güzele
ve onun ziyadesiyle Hakk'ın cemaline kavuşmuş olur. İşte o Tin ve Zeytun'un,
o Tur-ı Sinin'in, o emin beldenin asıl hatırlattığı mânâ da budur. Yüce yaratıcının
lütuf ve ihsanına ve emir ve hükmüne, bu cezalandırma ve ödüllendirme kanunu
ile sorumluluğa inanıp gereğince Allah için güzel ameller işleyerek o en güzel
biçimlendirmeyi olgunluk zirvesine götürmeye çalışanların kesilmez bir ecir
ve mükafata ermeleri, bunların dışındakilerin, yani iman ile iyi ameli olmayanların
da aşağıların aşağısına yuvarlanmaları önermesidir. İmanı olmayanların, her
ne yapsalar o sefillik ve aşağılığa düşecekleri kesindir. Dinin bütün mânâsı
da bu ceza ve sorumlulukta, bu iman ile Allah için iyi amel yapma kanununda
özetlenir ki bu, kul tarafından iman ve itaat ile iyi amel işlemek; Allah
tarafından da iyilik ve kötülük yollarını bildirerek iyiliğe iyilik, kötülüğe
kötülük ile mükafat ve ceza verme mânâsını taşır. "Doğrusu Allah katında din
ancak İslam'dır."(Âl-i İmran, 3/19) buyurulan İslâm da bu iki özelliği içerir.
Yani din, Allah ile en güzel biçimde yarattığı kullar arasında bir ilgi, bir
bağlılık kanunudur ki, kullar tarafından mânâsı, yaptığı işe göre karşılık
alacağına inanıp iman ve salih amel ile esenliğe ermek; Allah tarafından mânâsı
da iyiyi kötüyü, güzeli çirkini bildirip ona göre hüküm ve cezasını uygulayarak
kötüleri aşağıların aşağısına iterken iman edip iyi işler yapanları adi âlemden
yüce âlemde esenliğe çıkarmak, kesilmez ecir ve mükafat ile ilâhî meclise,
birlik âlemine almaktır. Onun için idi ki, önceki sûrenin sonuda, "Ancak Rabb'ine
yönel."(İnşirah, 94/8) buyurulmuş idi. İşte burada bu ecir ve ceza özetlenmiş,
dinin mânâsı da bu ödül ve ceza kanununda toplanmış bulunduğu için netice
olarak buyuruluyor ki:
7. O halde
artık sana dini ne yalanlatabilir? Bu hakikat böyle iken, bu ödül ve ceza,
o en güzel biçim ile yaratılma, sonra aşağıların aşağısına çevrilme ve iman
edip iyi amel işlemeye tükenmez ecir bir taraftan görülen, akılla anlaşılan,
nakledilen bunca şahit ve delil ile bilinmiş; bir taraftan da bu ilâhî vaad
ve haber ile vurgulanmış ve kesinleşmiş ve sırf maddi gözle bakıldığı zaman
bile çalışmayanların ücret alamadığı ve bedenlerin neticede çürüyüp kokarak
atıldığı göz önünde dururken bundan sonra artık sana "din yalandır, o cezanın,
o ödülün aslı yoktur" diye yalan söyletecek ve dolayısıyla seni imandan ve
iyi amelden alıkoyup o tükenmez ecirden yoksun edecek ve yalancılıkla, dinsizlikle
aşağıların aşağısına ittirecek ne gibi bir sebep olabilir? Ey o en güzel biçimde
yaratılmış ve sonra aşağıların aşağısına çevrilme tehlikesiyle karşı karşıya
bırakılmış olan insan! Yahut, ey Muhammed! Bu hakikat, bu ecir ve ceza böyle
sabit ve dünyada bile görülüp dururken ve sende bu en güzel biçimde yaratılma
ve iman gibi yüce ahlâk varken sana, "din hakkında yalan söylüyorsun" diye
seni yalancılıkla itham ettirecek ne gibi bir sebep olabilir?
8. Allah,
hakimlerin hakimi, hükümdarların hükümdarı değil mi? Hakimler, hükümdarlar
isyan edenlere ceza; itaat edenlere, iş görenlere ecir ve ödül verir bir "din"
demek olan ceza ve sorumluluk kanunlarını uygularlar da, onların hepsinin
üzerinde hakim olan yüce Allah hükmünü yerine getirmez, ceza ve ödül vermez,
dinini yürütmez olur mu? Elbette olmaz. Hiç kuşku yok ki insanı o en güzel
biçim ile yaratan Allah, hakimlerin hakimidir. Onun dini her dinden üstün
hak dindir. O dinini yürütecek, güzel ile çirkini, yalancıyı doğruyu ayıracak,
iman edip samimiyet ve ihlasla güzel güzel ameller yapan müminlere mükafat
verecek; kâfirleri, dinsizleri de aşağıların aşağısına yuvarlıyacaktır. O
halde insan olan, dine yalan dememeli, cezayı inkâr etmemeli, insan kuvvetli
olunca haklı olur, her yaptığı kalır, ceza görmez, ceza kanunu acizlere özgüdür
sanmamalı; hakim, hükmünde kendi kuvvetine aldanıp da hak ve adaletten ayrılmamalı,
o hakimler hakiminin hüküm ve kudretinden korkmalı, aşağıların aşağısına yuvarlanmaktan
sakınmalı, onun dinine girmeli, ona iman edip Allah'ın kullarına karşı adalet
ve âlemin düzelmesine hizmet ile o tükenmez ecir ve mükafata ermelidir. Yoksa
insanı o en güzel biçimde yaratan Allah'ı, hakimlerin hakimi değildir zanneden
kendine yazık etmiş olur. Bu durumda bu âyet kâfirlere tehdit, müminlere müjdedir.
Tirmizî, Ebu
Davud ve İbnü Merduye Ebu Hureyre (r.a.)'den Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle
dediğini rivayet etmişlerdir: Her kim 'yi okuyup da "Allah hakimlerin hakimi
değil midir?" âyetine geldiğinde "Evet, ben de ona şahitlerdenim." desin buyurmuştur.
Bazı rivayetlere göre de Resulullah (s.a.v) bu âyete geldiği vakit "Allah'ım
sen noksan sıfatlardan uzaksın, evet." derdi.
Bu sûrede
insanın yaratılışı ve dininin hakikatı bu şekilde tesbit edilip özetlenerek
hem evvelki sûreler bir özete bağlanmış hem de bundan sonraki sûrelere bir
hazırlık yapılmıştır. Din yalan değil, hak; Allah da hakimlerin hakimi olunca,
"Oku, Rabb'inin ismiyle oku!" diye okutmaya başlamak ne kadar güzel ve ne
kadar yerindedir.