81-TEKVİR:
Sûresi denilir.
Mekke'de inmiştir.
Âyetleri :
Yirmidokuz.
Kelimeleri
: Yüz otuz dokuz.
Harfleri :
Beşyüz otuzüç.
Fasılası :
harfleridir.
İmam Ahmed,
Tirmizî ve Hâkim'in İbnü Ömer (r.a)'den rivayet ettiklerine göre Resulullah
(s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Her kim Kıyamet gününe gözüyle görüyormuş gibi
bakmayı arzu ederse ve sûrelerini okusun."
Meâl-i Şerifi
1- Güneş katlanıp
dürüldüğünde,
2- Yıldızlar
bulandığında,
3- Dağlar
yürütüldüğünde,
4- Kıyılmaz
mallar bırakıldığında,
5- Vahşi hayvanlar
bir araya toplandığında,
6- Denizler
ateşlendiğinde (suları çekilip, volkanlar halinde ateş püskürdüğünde),
7- Nefisler
eşleştirildiğinde (iyiler iyilerle, kötüler kötülerle bir araya toplandığında),
8- Diri diri
toprağa gömülen kıza sorulduğunda,
9- "Hangi
günahtan dolayı öldürüldü?" diye.
10- Amel defterleri
açıldığında,
11- Gök sıyrılıp
açıldığında,
12- Cehennem
kızıştırıldığında,
13- Ve cennet
yaklaştırıldığında,
14- Herkes
ne getirmiş olduğunu anlar.
15- Şimdi
yemin ederim o sinenlere (gündüzleri gözden kaybolan yıldızlara),
16- O akıp
akıp yuvasına gidenlere,
17- Yöneldiği
an geceye,
18- Nefeslendiği
(ağardığı) an sabaha ki,
19- Kuşkusuz
o Kur'an, değerli bir elçinin sözüdür.
20- O elçi
güçlüdür, Arş'ın sahibinin yanında çok itibarlıdır.
21- Orada
ona itaat edilir, güvenilir.
22- Arkadaşınızı
cin çarpmış değildir.
23- Andolsun
o, Cebrail'i açık ufukta gördü.
24- O, gayb
hakkında cimri de değildir.
25- O, kovulmuş
bir şeytanın sözü değildir.
26- Hâl böyle
iken, siz nereye gidiyorsunuz?
27- O, âlemler
için öğütten başka bir şey değildir,
28- İçinizden
doğru gitmek isteyenler için.
29- Âlemlerin
Rabbi olan Allah dilemeyince, siz dileyemezsiniz.
O güneş dürüldüğü
vakit. Burada zaman edatı olan ile oniki olay zikredilmiş, cevabında "Her
nefis ne getirdiğini bilecektir." denilmiştir.
Bu oniki olay
şunlardır: 1. Güneşin dürülmesi, 2. Yıldızların bulanması, 3. Dağların yürütülmesi,
4. Kıyılmaz malların bırakılması, 5. Vahşi hayvanların toplanması, 6. Denizlerin
ateşlenmesi, 7. Nefislerin eşleştirilmesi, 8. Diri diri gömülen kıza sorulması,
9. Amel defterlerinin açılması, 10. Göğün sıyrılıp açılması, 11. Cehennemin
kızıştırılması, 12. Cennetin yaklaştırılması.
Bunlar bir
kısmı ilk üfürme ile dünyada, bir kısmı ikinci üfürme ile ahirette olmak üzere
kıyamet gününün en korkunç manzaraları ve anlarıdır.
1. GÜNEŞİN
DÜRÜLMESİ: Tekvir aslında yuvarlak şekle sokmak ve toplamak mânâlarıyla ilgili
olarak sarık sarar gibi yuvarlanmasına dürüp sarmak ve bohçalamak mânâsınadır.
Bir de bizim devirmek ve kürümek dediğimiz gibi yıkıp atmak mânâsına gelir.
Razî tefsirinde yazıldığı üzere bazıları Hz. Ömer'den gelen bir rivayete dayanarak
kör etmek körletmek mânâsına olduğunu da söylemişlerdir. Bunların mechûl (edilgen)
şekli olarak tekvir olunmak da dürülüp sarılmak veya devşirilip atılmak veya
körletilmek demek olur.
Güneşin
dürülmesi iki mânâda anlaşılabilir.
Birisi, uzaktan
düz görünen güneş yuvarlağının etrafı kabuk bağlayıp bir bohça gibi sarılarak
ışığının sönmesi ve körlenmesi demek olur ki bu hakikattır. Veya güneş tutulduğu
zaman olduğu gibi gözden kaybolmasıdır. Bu da mecazdır.
İkincisi,
güneş kütlesinin bizzat kendisinin ortadan kaldırılıp atılması demek olur
ki, bu mecazi bir mânâdır. Zira bir elbise kaldırılacağı zaman dürülüp de
kaldırılmak âdet olduğundan, dürülmek, gerekli olma ilgisiyle, yok etme mânâsından
mecaz olur. Tekvirin ikinci mânâsı olan yıkıp atmak, bu mânâda hakikat demektir.
Üçüncü mânâ olan köreltmek ise, öncekinin aynı demektir.
Şu halde "tekvir-i
şems" şu iki mânâdan birini taşımaktadır. Ya ışığının sönmesi veya kütlesinin
kaldırılıp görünmez olması. Onun için tefsirler de başlıca bu iki mânâ üzerinde
yürümüşlerdir.
Konuyla ilgili
rivayetler:
İbnü Abbas'tan
gelen bir rivayette tekvir-i şems, güneşin Arş'a katılması, bir rivayyette
de karanlık olmasıdır.
Mücahid, Katade
ve Hasen'den: Işığının gitmesidir. Yine Mücahid'den gelen bir rivayette, çöküp
yok olmasıdır.
Rebi' b. Heysem'den:
Güneşin atılmasıdır.
Ebu Salih'ten:
Ters döndürülmesidir.
Kurtubî de
şöyle der: Başa sarık dolanır gibi dürülür, sonra ışığı giderilir, sonra da
atılır.
Güneşin, ışığının
sönmesi suretiyle tekviri, onda yerkürenin döşenmesi gibi bir kabuk tabakasının
oluşması ve dolayısıyla yeni ve büyük bir yerkürenin oluşturulması demek olacağına
göre, daha büyük bir güneş yaratıldığı takdirde orada da yerküremizdekine
benzer fakat çok geniş bir yaşama yeri başlamış olabilirse de o güneşi hiç
nazar-ı itibara almadan bildiğimiz güneşin gerek sönmesi ve gerekse kütlesinin
yok edilip giderilmesi anında yerküremizdeki hayatın ve güneşten ışık alan
gezegenlerin derhal söneceği açıktır. İşte evvela bu dehşeti ifade ediyor.
Bununla beraber bu tekvir, biz insanların dışında olan bir olay olduğu gibi,
sırf içimizdeymiş gibi bir nitelikte de olabilir. Hele hayat ve eşyanın bizim
üzerimizde bıraktığı iz ve görüntü özellikle ruhumuzun yetenek ve faaliyetleriyle
ilgili olmasına göre, ruhların bedenlerinden ayrılması halinde de "tekvir-i
şems" meydana gelmiş olur.
2. 2. YILDIZLARIN
BULANMASI: Yıldızlar bulandığı zaman. İnkidâr, bulanmaktır. Bunda da iki mânâ
rivayet edilmiştir.
Birisi, nurlarının
parlaklığı bozulup sönmesi, silinmesi, "Yıldızlar silindiği vakit." (Mürselat,
77/8) âyeti de bunu açıkça göstermektedir.
Birisi de,
"Yıldızlar döküldüğü vakit."(İnfitar, 82/2) buyrulduğu üzere saçılıp dökülmeleridir.
Buhârî yalnız bunu rivayet etmiş, tefsirciler de çoğunlukla bunu tercih etmişlerdir.
Râzi şöyle der: Çünkü inkidârda asıl olan dökülmektir. İmam Halil demiştir
ki: "Ard arda gelip döküldüler" mânâsına denilir. Kelbî de şöyle demiştir:
O gün gök yıldız yağdıracak, gökte yıldız kalmayıp düşecektir. Mülk Sûresi'nde
geçtiği üzere Atâ demiştir ki: Çünkü yıldızlar, gök ile yer arasında kandillerde
nurdan zincirlerle asılıdır. Bu zincirler meleklerin ellerindedir. Gök ve
yerde bulunanlar ölünce o zincirler meleklerin ellerinden düşecektir.
Bunları bizim
anlayabileceğimiz şekilde ifade edecek olursak şöyle demek olur: Güneşin ışığı
söndüğü zaman kuşku yok ki Ay ve gezegenler gibi ondan ışık alan yıldızlar
tamamen bulanıp sönecektir. Sonra güneş küresi yani güneşin kütlesi patlayıp
atılarak yok olduğu zaman da cisimlerin dengesini tutan ve nurdan zincirler
diye tabir edilmiş bulunan genel cazibe ve çekim yok olarak âlemin dengesi
bozulmuş olacağından gökte yıldızlar alev yağmurları halinde dökülüp düşüşmeye
başlayacaktır.
Türkçe'de
"bulanma" tabiri, inkidâr kelimesi gibi, yukarda anlatılan iki mânâyı da ifade
edebileceği kanaatiyle meâlde "yıldızlar bulandığı zaman" denilmekle de bu
mânâlar anlaşılabilir zannederim.
3. 3. DAĞLARIN
YÜRÜTÜLMESİ: Dağlar yürütüldüğü zaman yerkürenin zelzele ve depremle sarsılıp
patlayarak dağların yün gibi atıldığı, yerleri serap gibi olmak üzere başlar
üzerinden geçen bulutlar gibi göğe fırlatılıp toz halinde serpildiği andır.
(Hâkka Sûresi'nde geçen "yer ve dağlar kaldırıldı"(Hâkka, 69/14) âyetinin
tefsirine bkz.)
Ecel gelip
de ilâhî hikmet dünyada yaşayanların yaşadığı âlemin yıkılmasını, yer ve gök
düzeninin başka bir düzene değişmesini gerektirdiği zaman bunlar olacak ve
o değişim ile varılacak olan diğer âlemde bu kütle ve cisimler kalmıyacak,
başka bir düzen kurulacaktır.
Düşünmeli
ki Güneşin dürüldüğü, yıldızların bulanıp döküldüğü ve ve yerkürenin parçalanıp
dağlarının yürütüldüğü bu zamanlarda hayatta olanları ne büyük bir korku ve
dehşet saracaktır. Hiç kuşku yok ki o zaman en kıymetli mallar boş bırakılacaktır.
Onun için:
4. 4. KIYILMAZ
MALLARIN BIRAKILMASI: Kıyılmaz mallar bırakıldığı zaman. İşâr, uşerâ kelimesinin
çoğuludur. Nifâs ve nüfesa gibidir. Uşerâ, "onlarlı" demek gibi olup Araplar
on aylık gebe deveye doğuruncaya kadar bu adı verirler. Onlara göre bunlar,
kendilerinin en kıymetli mallarıdır. Bu şekilde bunun çoğulu olan ışâr sürüsü
bazı yeni doğurmuş, bazısı doğurmak üzere bulunan ve en çok bakılması, gözetilmesi
gereken en kıyılmaz mallar demek olur.
Bunların
bırakılmasından maksat ise çobansız, bakımsız, başıboş bırakılıvermesidir.
Zira yüz gösteren korkunç kıyamet olayları içinde sahipleri böyle en kıymetli
mallarını bile başıboş bırakırlar. Çünkü o gün, "O günde ne mal fayda verir
ne oğullar. Ancak Allah'a selim bir kalp ile varan başka." (Şuara, 26/89)
diye nitelenen bir gündür.
Razî'nin
yazdığına göre bazıları, âyette sözü edilen "ta'til-i ışâr"ın, bulutların
kurumasından, yağmurların kesilmesinden kinaye olduğunu söylemişlerdir. Çünkü
Araplar bulutu, yağmur yüklü olduğu için hamilelere benzetirler. Bu mânâ mecaz
olmakla beraber dağların yürütülmesiyle münasebeti de vardır.
Alûsî'nin
nakline göre, bazıları da, "ziraat olunur, öşrü, vergisi alınır arazi", bazıları
ise, "diyâr" yani yurtlar demiştir.
Bunlar kıymetli,
kıyılmaz malların bırakılması mânâsı içinde vardır.
Kurtubî demiştir
ki:
Kelâm, durumun dehşetini tasvir için temsil üzere söylenmiştir. Çünkü o zaman
ne kıymetli mal vardır, ne de bunların bırakılması söz konusudur. Mânâ şudur:
Böyle deve sürüleri olsa, sahipleri onları bırakır, kendileriyle meşgul olurlardı.
Bununla beraber
âyetler sıralamayı gösteren "fâ" ile değil de "vav" ile birbirlerine bağlanmış
olduğundan bunlar, dağlar yürütülmeden önce ve yerkürede sarsıntıların başladığı
sırada olabilir. O zaman deve sürüleri de, yurtlar da, diğer kıymetli mallar
da mevcut iken dehşetler içinde hepsi başıboş bırakılır. Şu da öyle olmalıdır:
5. 5. VAHŞİ
HAYVANLARIN TOPLANMASI: Vahşi hayvanlar toplandığı zaman.
VUHÛŞ, vahşi
hayvanlar mânâsına olup "vahş" kelimesinin çoğuludur. Vahş, tekil olan vahşî
kelimesinin cins ismidir. İnsana yakın olmayan kara hayvanlarına bu ad verilir.
Ehlî ve evcilin zıddıdır. Dilimizde yabani diye de söylenir. Bunun, önceki
âyette geçen "develer"le münasebeti evcile karşılık yabaninin söylenmiş olmasıdır.
Bu münasebetle "vâv" ile birbirlerine bağlanmalarında bu zıtların bir araya
getirilmesi var demektir. Bundan dolayı maksat, evcil ve yabani mutlak olarak
hayvanların toplanması denilmiştir. Bu da üç şekilde tefsir edilmiştir:
Birincisi,
her taraftan canlıları saran o korku ve dehşet içinde hayvanların, öteden
beri korka geldiği şeyleri unutarak deliklerinden ve yuvalarından çılgıncasına
fırlayıp ne birbirlerinden ne de insanın saldırısından çekinmeksizin bir araya
toplanması demektir ki, kıyamet alâmetlerinden olmak üzere ilk üfürmeden önce
insanları ve hayvanları sürüp sevkedecek olan ateş çıktığı vakit olacaktır.
İkincisi,
hayvanların toplanması, ölüm ve helakte toplanmalarıdır denilmiştir. Çünkü
kıtlık çıktığı yıl denilir ki, "kıtlık helak etti" demektir.
Üçüncüsü,
Katade ve daha başkalarından rivayet olunduğu üzere vahşi hayvanların toplanması,
hayvanların da kısas için diriltilip mahşer yerine toplanmalarıdır. Müslim
ve Tirmizî'de Ebu Hureyre'den rivayet olunduğu üzere Resulullah (s.a.v) şöyle
buyurmuştur: "Muhakkak hakları sahiplerine vereceksiniz. Hatta boynuzsuz koyunun
boynuzlu koyundan kısas yoluyla hakkı alınacak.". Ahmed b. Hanbel'in rivayetinde:
"Ve hatta karınca karıncadan hakkını alacak." Katade de bu âyette demiştir
ki, "Her şey, hatta sivrisinek kısas için haşr olunacak." Razî de tefsirinde
şöyle der: Mutezile demiştir ki: Yüce Allah o gün hayvanların hepsini toplayacak
ki, dünyada ölüm, öldürme ve diğer yollarla onlara gelmiş olan elemlerin karşılığını
versin. Ondan sonra bir kısmını cennette bırakmak isterse, cennette kalmaları
iyi olduğu takdirde yapar. Dilerse, haberde geldiği gibi yok eder. Biz ehl-i
sünnetin âlimlerine göre ise yüce Allah üzerine "buna hak kazanmıştır" diye
hüküm vermek suretiyle bir şey vacip olmaz. Fakat o vahşi hayvanların hepsini
toplayacak da boynuzsuzun boynuzludan hakkı alınacak. Sonra onlara "ölün!"
denecek, ölecekler. Bazıları, "İnsan ve cinden başkası yükümlü olmadığı için
haşr olunmaz." demişlerdir. Fakat Tirmizî hadîse "hasen sahih" demiştir. Şu
kadar varki o hadis, bu âyetin tefsiri mahiyetinde söylenmiş değildir. Burada
vahşi hayvanların haşri, kıyılmaz malların bırakılması ile denizlerin ateşlenmesi
arasında zikredilmiş olmasına göre de bu haşrin sorusu gibi tekrar dirildikten
sonra değil, dünyada olacak olaylar sırasında olması açık görünür. Onun için
birinci mânâ tercihe layıktır. Hadis, ilâhî adaleti ayrıca bir beyan olarak
sahihtir. Fakat bu, âyetin onunla tefsir edilmesini gerektirmez. Ancak bu
âyet onu da hatıra getirebilmek itibariyle o mânâ da düşünülebilir. Çünkü
"vâv" ile iki cümleyi birbirine bağlamak, arada bir sıralama bulunmuş olmasını
gerektirmez.
6. 6. DENİZLERİN
ATEŞLENMESİ: Denizler ateşlendiği zaman.
Tescir, alevli
ateşle fırın kızdırmak ve doldurmak mânâlarına gelir. Burada da bu iki mânâdan
hareketle üç şekilde tefsir edilmiştir:
Birincisi,
denizlerden volkan halinde ateşler çıkarak sularının çekilmesi ki, Buhârî'de
Hasen'den, "Bir damla su kalmayacak." diye rivayet edilmiştir.
İkincisi,
Mücahid'den rivayet edildiği üzere "doldurmak" mânâsıdır ki bu da iki şekilde
düşünülmüştür. Birisi, önceki mânâ gibi ateşle doldurulmuş olması; birisi
de "Denizler yarılıp birbirine karıştığı vakit." (İnfitâr, 82/3) âyetinden
açıkça anlaşıldığı üzere, denizlerin yarılıp akıtılarak yerkürenin her tarafını
bir deniz halinde istila etmesidir ki, zelzeleler ve volkanlarla yerkürenin
çalkandığı ve dağların yürütüldüğü an ile birliktedir. Bu üç mânâ Buhârî'de
de özetle nakledilmiştir.
Bir de İbnü
Atiyye Tefsiri'nde yazıldığı gibi denilmiştir ki; tescirin, sâcurdan türetilmiş
olma ihtimali vardır. Sâcur, köpeğin boynuna bağlanmak için geçirilen toka
ve tasma demek olduğundan,tescir, toka takmak veya tasma geçirmek mânâsıyla
zaptedip malik olmaktan mecaz olarak denizlerin o çalkanma halinde abluka
edilmiş gibi zaptedilip bağlanmasını ifade eder.
Abd b. Humeyd
ve İbnü Münzir Ebu Aliye'den şöyle rivayet etmişlerdir: Bu sûreden altı âyet
dünyada ve insanlar bakarlarken, altısı da ahirettedir. Güneşin dürülmesi...
denizlerin ateşlenmesi dünyada; Nefislerin eşleştirilmesi... cennetin yaklaştırılması,
bunlar da ahirettedir.
İbnü Ebi'd-dünya,
İbnü Cerir ve İbnü Ebi Hatim de Übeyy b. Ka'b'tan şöyle rivayet etmişlerdir:
Altı âyet kıyamet gününden evvel insanlar çarşı ve pazarlarında ikendir: Güneşin
ışığı gider, o haldelerken yıldızlar bulanır, dağlar düşmeye, yerküre hareket
ve sarsıntı ile çalkanmaya başlar. Bunun üzerine korkudan cinler insanlara,
insanlar cinlere bağırıp çağırır. Hayvanlar, bütün vahşi kuşlar karışıp birbirine
girerler, kıyılmaz mallar bırakılır. Cinler insanlara, "size bir haber getirelim"
deyip denize fırlarlar. Bakarlar ki deniz ateş olmuş, alevler içinde. O haldelerken
yer bir çatlayış çatlar, bir rüzgar gelir hepsini öldürür.
Bazıları,
"ilk altı, iki üfürme arasındadır. Dünyada diyenlerin maksadı da budur" demişler;
bazıları "bunlar ilk üfürmeden önce, sonrakiler ikinci üfürmeye kadardır"
demişler. Bununla beraber bu sonuncuların muradı da gaye mugayyaya dahil olarak
ikinci üfürmeyi de kapsamış olmalıdır. Çünkü suâl sonradır.
7. 7. NEFİSLERİN
EŞLEŞTİRİLMESİ: Nefisler eşleştirildiği zaman.
Nüfûs, bilindiği
gibi nefs'in çoğuludur. Nefis de kişi ve can mânâlarına gelir. Nitekim, "şurada
şu kadar nüfûs var" dediğimiz zaman, şu kadar kişi veya şu kadar can var demek
olur.
Tezvîc de;
eşi eşe, dengi denge, benzer ve yaşıtları birbirine katıp bir yere getirmek,
çatmak, çiftleştirmek, kısacası sınıflandırmak ve birleştirmek mânâlarını
ifade eder.
Bunun tefsirinde
başlıca iki rivayet vardır.
Birincisi:
Saffât Sûresi'nde "Zalimleri ve eşlerini toplayın." (Sâffat, 37/22) ve Vâkıa
Sûresi'nde "Siz üç sınıf olduğunuz zaman, amel defterleri sağlarından verilenler;
ne mutlu insanlardır, amel defterleri sağlarından verilenler! Amel defterleri
sollarından verilenler; ne mutsuz insanlardır, amel defterleri sollarından
verilenler! İmanda en ileri geçenler ise..."(Vâkıa, 56/7-10) âyetlerinin ifade
ettiği mânâ üzere şu rivayetlerle izah edilmiştir:
Buhârî'de:
Hz Ömer "cennetlik ve cehennemlik nefisler benzerleriyle bir araya getirilir."
dedi. Sonra âyetini okudu.
İbnü Cerir
ve daha başka tefsirlerde şöyle yazılıdır: Numan b. Beşir (r.a) demiştir ki:
Ömer b. el-Hattâb hutbe okuyordu, dinledim. " âyetini okudu. Sonra âyetini
okudu ve daha sonra "bazı eşler cennette, bazıları cehennemdedir" dedi.
Yine Numan
b. Beşir merfu olarak Hz. Peygamber (s.a.v)'den rivayet ederek şöyle demiştir:
"durebâ" (sınıflar ve benzerleri)dır, yani, "Herkes, kendisi gibi amel eden
her toplulukla beraberdir." dedi. Zira yüce Allah: buyuruyor ki, bunlar "durebâ"
dır dedi.
DUREBÂ, sınıf
ve benzer mânâsına gelen "darîb"in çoğulu olarak sınıflar ve benzerleri demektir.
Yani "ezvâcen selâse" âyetinde geçen "ezvâc", fertleri birbirine benzeyen
sınıf mânâsına "zevc" in çoğulu olduğu gibi burada da tezvîc, aynı mânâdan
sınıflandırmak demek olup "Kim bir topluluğa benzerse o da onlardandır." mânâsı
üzere herkes amelde benzerleriyle, iyiler iyilerle, kötüler kötülerle dizilip
haşrolunacağı vakit demek olur.
Diğer rivayetler
de şöyledir.
İbnü Abbas'tan:
"insanlar üç sınıfa ayrıldığı vakit",
Mücahid'den:
İnsanlar içinde benzerler birbirleriyle toplandığı vakit"
Katâde'den:
"Her insan kendi tarafına; yahudiler yahudilere, hıristiyanlar hıristiyanlara
katıldığı vakit"
Rebi b. Haysem'den:
"Herkes sahip olduğu ameliyle haşrolunur: Kişi, sahip olduğu ameliyle beraber
gelir." diye rivayet edilmiştir ki, bütün bunlarda nüfûs kelimesi kişiler;
tezvic kelimesi de iyi ve kötü amelde benzer olanları bir araya toplayıp sınıflandırmak
mânâsına olarak "O
gün bütün insanları önderleriyle çağıracağız. O gün kime kitabı sağından verilirse,
onlar kitaplarını okuyacaklardır."(İsra, 17/71) mânâsı üzere insanların, iyi
ve kötü amelde peşlerinden gelenleri ve birbirlerine benzerleri ile sınıf
sınıf, bölük bölük mahşere çağrılıp büyük mahkemede amel defteri, sağından
verilenler, amel defteri solundan verilenler diye, bir grup cennete, bir grup
cehenneme gitmek üzere yeniden diriltilip sınıflara ayrıldıkları vakit demek
olur ki bunda "Kâf Sûresi'nde geçen "Her nefis, beraberinde bir sevk memuru
ve şahit ile gelmiştir."(Kâf, 50/21) mânâsı; dostun dost ile, hasmın hasım
ile yanyana ve karşılıklı olarak durma yerindeki duruş ve seçilişleri mânâsı
da dahil olur. Sözünden bazıları, müminlerin cennette zevceleri ve huriler
ile bir araya getirilişleri ve kâfirlerin cehennemde şeytanlarla çatılmaları
mânâsını da anlamak istemişlerse de "cennet yaklaştırıldığında" âyetinden
anlaşıldığına göre bu henüz cennet ve cehenneme girilmeden önceki sınıflandırma
ve ayırmayı anlattığı için "cennete girecek sınıflar", "cehenneme girecek
sınıflar" demek olması daha doğrudur.
İkincisi:
İkrime, Dahhâk ve Şa'bi'den rivayet olunduğu üzere nüfûs, ruhlar mânâsına
olarak, ruhların bedenlere iade olunup birleştirildiği vakit diye tefsir edilmiştir
ki bu da ikinci üfürme ile ruhun vücuda tekrar girişindeki dirilme vakti,
demek olur.
Demek ki bu
iki tefsirin ikisine göre de kıyametin ikinci safhası demek olan öldükten
sonra dirilme hallerini anlatmaktadır. Rivayet itibariyle önceki daha kuvvetli
ve mânâ itibariyle de daha kapsamlıdır. Bunun özellikle iki tarafı "büyük
mahkeme"ye getirmek mânâsında soru ve hesap ile ilgili olduğu da şununla anlatılıyor:
8. 8. DİRİ
DİRİ GÖMÜLEN KIZA SORULMASI: Diri diri toprağa gömülen kız çocuğuna sorulduğunda,
9. hangi
günahla öldürüldü? diye.
MEV'ÛDE, küçükken
diri olarak gömülüp öldürülen kızcağız demektir ki kökünden türetilmiştir.
Ve'd aslında evd gibi ağır basmak mânâsıyla ilgili olup cahiliyye Araplarının
kız çocuklarını diri diri toprağa gömme şeklindeki âdi âdetlerine denilir.
Tefsircilerin yazdıklarına göre cahiliyye Araplarında bu çirkin âdet yaygın
idi ve bunu türlü türlü yaparlardı. Kimisi kızlar yüzünden bir ar gelmek korkusuyla
yapar, kimisi parasızlık ve besleyememek korkusuyla yapar, kimisi de melekler
Allah'ın kızlarıdır, dediklerinden dolayı kızlarını da meleklere katmak üzere,
Allah'a daha layıktırlar diye yaparlardı.
Alûsî'nin
yazdığına göre, bir değil birçok kişi şöyle demiştir:
Bir adamın
bir kızı doğduğu vakit öldürmeyip, hayatta bırakmak istediği zaman ona yünden
veya kıldan bir cübbe giydirir, çölde koyun veya deve güttürürdü. Öldürmek
istediği takdirde de bırakır, altı yaşlarına doğru gelince anasına, "bunu
temizle, süsle, hısımlarına gezmeğe götüreceğim" der, oysa çölde bir kuyu
kazmıştır, onu oraya götürür, "bak şunun içine" der, sonra arkasından iter
ve üzerine toprağı yığar, kuyuyu yerle dümdüz edene kadar örterdi. Bir de
gebe kadın, vakti yaklaştığı zaman bir kuyu kazar, ağrısı tutunca başına gider,
kız doğurursa kuyunun içine atar, oğlan doğurursa alıkordu, denilmiştir. Kâmus
Şârihi der ki: Cahiliyye devrinde Araplar kız çocuklarını açlık veya ar gelme
korkusundan kabre gömerlerdi. Bazıları açlık korkusundan erkek çocuğunu dahi
gömerlerdi. "Diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğunda" âyeti bu konuyla
ilgili olarak inmiştir.
Mısır Müftüsü
Abduh burada şöyle demiştir: Bak şu insafsızlığa, şu katı yürekliliğe, şu
fakirlik ve ar korkusundan başka günahı olmayan suçsuz kızcağızları öldürme
vahşetine ki, Arab'ın kalbine müslümanlık karıştıktan sonra nasıl bunun yerini
merhamet ve şefkat almış! İslâm bu çirkin âdeti tamamen ortadan kaldırmakla
bütün insanlığa ne büyük bir nimet olmuştur.
Alûsî, Bezzar,
Hâkim "Kûnâ"da ve Beyhakî "Sünen"de Hz. Ömer (r.a)'in şöyle dediğini rivayet
etmişlerdir: Temim kabilesinden Kays b. Asım Resulullah (s.a.v)'a geldi ve:
"Ben, dedi, cahiliye döneminde sekiz kızımı diri diri toprağa gömdüm." Hz.
Peygamber (s.a.v): "Herbirine karşılık bir köle azat et." buyurdu. Kays: "Benim
develerim var." dedi. Hz. Peygamber (s.a.v): "O halde her birine karşılık
bir deve kes." buyurdu. "İslâm, kendisinden önce olanları keser atar." olmasına
göre bu emir, tevbenin sahih olması için bunu yapmanın vacip olduğunu ifade
etmez, bunun müstehap ve mendup olduğunu gösterir. Bunda kız çocuğunu diri
diri toprağa gömmenin pek büyük bir suç olduğuna ayrıca bir uyarı vardır.
Bununla beraber
Araplar içinde kız çocuğunu bu şekilde toprağa gömmeyi çirkin görenler de
vardı. Ferezdak'ın dedesi Sa'sa'a b. Naciye el-Mücaşi kendi kavmi olan Beni
Temim'den toprağa gömülecek kız çocuklarını fidye ile kurtarırdı. Ferezdak
şu beytinde:
"Çocuklarını
diri diri gömen kadınları yasaklayan dedem hakkı için! Dedem bu şekilde gömülecek
olanın yaşamasını sağladı da gömülmez oldular." diye dedesiyle iftihar etmiştir.
Taberanî
adı geçen bu Sa'sa'a'dan şöyle rivayet etmiştir: "Ey Allah'ın Resulü! dedim.
Ben cahiliyye devrinde bazı işler işledim. Onlarda bir ecir ve sevap var mıdır?
Diri diri gömülecek olan üçyüzaltmış kız çocuğunun hayatını kurtardım. Her
birini iki tane on aylık gebe deve ile satın alırdım. Bunlarda bana bir ecir
var mıdır? Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Sana onun ecri var. Çünkü yüce
Allah sana nimet olarak İslâm'ı verdi."
Ve'd denilen
bu büyük suçun özeti, çocuğunu öldürmekten ibaret olduğu ve bunun en önemli
sebebi fakirlik ve çocuğu besleyememek korkusu bulunduğu için En'âm Sûresi'nde
"Yoksulluktan dolayı çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin ve onların rızkını veren
biziz." (En'âm, 6/151) âyeti ve İsrâ Sûresi'ndeki "Bir de fakirlik korkusuyla
çocuklarınızı öldürmeyin. Onlara da sizlere de rızkı biz veririz. Onları öldürmek
elbette büyük günahtır."(İsra, 17/31) âyetiyle de defalarca yasaklandığı gibi
Hz. Peygamber (s.a.v) kadınlardan biat alırken "Çocuklarını öldürmemek" kaydının
da açıkça konduğu Mümtehine Sûresi'nde geçmişti.
Bu âyetlere
göre yalnız gömmek suretiyle değil, her hangi bir şekilde olursa olsun çocuklarını
kasten öldürmek de büyük bir cinayettir. Onun için "büyük bir günah" buyrulmuştur.
Şu halde çocuk aldırmak, kasten çocuk düşürmek dahi çocuğunu öldürmek olduğu
için aynı mahiyette bir öldürme suçu olduğu unutulmamalıdır. Cahil bedevilerin
çocuklarını diri diri toprağa gömme vahşetlerini dinlerken tüyleri ürperen
medenilerin, çocuk düşürme cinayetlerinden yüzleri kızarmamasına da ne kadar
esef edilse azdır. Hatta azlin yani cinsel ilişki sırasında erlik suyunu dışarı
akıtmanın dahi gizli bir tür çocuk öldürme olduğu hakkında bir hadis-i şerif
rivayet edilmiştir. Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî, İbnü Mâce, İmam Ahmed,
Taberanî ve İbnü Merduye Huzame binti Vehb'ten şu rivayeti yapmışlardır: Resulullah
(s.a.v)'a azil hakkında soru soruldu. Resulullah (s.a.v): "O gizli çocuk öldürmedir."
buyurdular. Bundan dolayı azlin haram olduğu kanaatine varanlar olmuşsa da
Fıkhî araştırmalar neticesinde bunun mekruh olduğu hükmüne varılmıştır. Çünkü
azil, nesli kesmeye bir yol, bir kötüye kullanmadır.
Azil, gizli
öldürme olunca şekli ve yaratılışı ortaya çıkıp belli olmuş bir çocuğu düşürmenin
ve yeni doğmuş yavruları yok etmenin gerek sebep olma gerekse doğrudan yapma
itibariyle çocukları açıkça doğrudan veya sebep olarak öldürme mânâsında "Çocuklarınızı
öldürmeyin" açık yasağının hükmü dahilinde haram bir cinayet olduğunu anlamak
kolay olur.
Şurası çok
dikkate değer bir husustur ki burada nefislerin eşleştirileceği bildirildikten
sonra sorumluluk vakti hatırlatılırken çocukları diri diri toprağa gömmenin
ve haksız yere kişileri öldürmenin sorumluluğundaki ağırlık anlatılmak üzere
her şeyden evvel koruyucusu yok varsayılan o diri diri toprağa gömülen kızcağıza
sorulan soru açıkça belirtilmiş ve bu sorunun evvela öldürene değil öldürülen
suçsuz kıza sorulacağı anlatılarak "Diri diri toprağa gömülen kızcağıza, hangi
suçtan dolayı öldürüldüğü sorulduğu zaman" buyrulmuştur. Cinayetin sebebi
doğrudan doğruya onu işleyene sorulmayıp da davacısı olan suçsuz kıza sorulması,
o diri diri gömme işini yapan katilin vicdanını sızlatacak ve koruyucusuz
gördüğü mazlumun karşısında mağlubiyetini duyuracak ve haksızlığını tam mânâsıyla
tanıtarak Hakk'ın huzurunda hiç bir savunma yapamayacak şekilde öfke ve cezayı
hak edeceğini anlatacak şiddetli bir uyarı ve taşlama vardır ki, buna tebkit=
"susturma" denilir. Nitekim hıristiyanlar karşısında Hz. İsa'ya, "Ey İsa!
Sen mi dedin o insanlara: Beni ve annemi Allah'ı bırakıp da ilâh edinin diye."(Maide,
5/116) şeklinde sorulması da hıristiyanlara bu kabilden bir taşlama ile susturma
mânâsı taşır.
10. Bundan
başka her türlü amelin hesabının görüleceği de şununla anlatılıyor:
9. AMEL DEFTERLERİNİN
AÇILMASI: Ve sayfalar açıldığı vakit. Burada iki türlü sahife zikredilmiştir:
Birisi, amel
defterleridir ki, bunların açılması hesap için açılmaları demektir. İbnü Münzir'in
İbnü Cüreyc'den rivayet ettiği gibi, "İnsan ölünce defteri dürülür, sonra
kıyamet günü açılır. Ona göre hesabı görülür."
İkincisi de
Hâkka Sûresi'nin "Kitabı sağından verilmiş olan kimseye gelince.." (Hâkka,
69/19) âyetinde de geçtiği gibi, hesabın görülmesinden sonra mahkeme neticesini
bildirme gibi açılıp dağıtılacak sayfalardır ki, bunların açılması da dağıtılıp
sahiplerine verilmesi demektir. Buna bazı hadislerde "tetayürü suhuf" yani
"sahifelerin uçuşması" tabir edilmiştir.
Alûsî'nin
kaydettiği üzere Mersed b. Vedâa'dan şöyle rivayet edilmiştir: Kıyamet günü
olunca Arş'ın altından sahifeler uçuşur. Müminin sahifesi "yüksek cennette"
diye eline düşer. Kâfirlerin sahifeleri de, "cehennemde, kaynar ateşte" diye
ellerine düşer. Yani o sahifelerde bunlar yazılıdır.
Burada birinci
mânâ daha uygundur. Bundan sonraki sûrede "Oysa üzerinizde muhakkak gözcüler
var. Dürüst yazıcılar var. Her ne yaparsanız bilirler." (İnfitar, 82/ 10-12)
âyetleri de bunu açıklar mahiyettedir. O, defterlerin açıldığı hesap günüdür.
O gün insanın bütün amelleri ortaya dökülür.
11. 10. GÖĞÜN
SIYRILIP AÇILMASI: Ve gök sıyrıldığı vakit.
KEŞT, kesilmiş
bir hayvanın derisini yüzmek ve ağacın kabuğunu soymak ve yüzden örtüyü sıyırmak
gibi, örtülü bir şeyi bürüyen örtüyü yüzünden atıp açmaktır. Göğün böyle sıyrılması
da hayvanın derisi soyulur gibi sökülüp, yok edilmesiyle tefsir olunmuştur.
Bundan ilk bakışta "O gün göğü, kitapların sahifelerini dürer gibi düreceğiz."(Enbiya,
21/104) gibi yüce âlemin harap edilmesi ile tam yokoluş mânâsı akla gelirse
de, bu mânâ, güneşin dürülmesi ve yıldızların bulanması sözlerinden de anlaşılmış
olduğu için bundan muradın, göğün dürülmesinden sonra yüce Allah'ın "İlk yaratışa
başladığımız gibi yine onu iade edeceğiz."(Enbiya, 21/ 104) buyurduğu üzere
yeni kurulacak olan âlemde örtünün kaldırılarak tam arz ile her hakikatın
tecelli etmesi mânâsının olması ifadenin akışına daha uygundur. Nitekim Nisâburî
bunu tefsirinde, "gök açılıp giderilerek üstünde cennet ve Arş ortaya çıkacak"
meâlinde ifade etmiştir.
Demek ki o
gün o âlemde, bu dünyanın kütle ve cisimlerinden bir şey kalmayacağı gibi,
hakikati örten hiç bir şey de kalmayacak, Hakk'ın Arş'ı ortaya çıkıp her hakikat,
kendisinde hiçbir şüphe olmayacak şekilde açılacaktır ki bu mânâ, "Andolsun
sen bundan gaflette idin, şimdi senden perdeni açtık, artık bugün gözün keskindir."(Kâf,
50/22), "O gün arz olunursunuz. Öyle ki gizli bir şeyiniz kalmaz." (Hâkka,
69/18), "Ogün yeryüzü başka yeryüzüne çevrilir. Gökler de değişir. Hepsi,
o tek ve her şeye üstün olan Allah'ın huzurunda toplanacaklar."(İbrahim, 14/48)
ve "O gün onlar ortaya çıkarlar. Allah'a hiçbir şeyleri gizli kalmaz. Bugün
mülk kimindir? Tek ve her şeye üstün olan Allah'ın."(Mümin, 40/16) âyetleriyle
beyan olunan mânâdır. Bundan sonraki sûrede de göğün yarılması ile başlanıp
"O gün kimse, kimse için bir şeye malik olamaz. Emir o gün yalnız Allah'ındır."
(İnfitar, 82/19) sözü ile bitirilmek suretiyle bunun din günü olduğu beyan
olunarak bu mânâ izah edilecektir.
Gök bu surette
sıyrılıp örtü kaldırıldığı vakit Hakk'ın Arş'ı ortaya çıkacak, insan nefisleri
Hakk'ın şu iki tecellisi arasında bulunacaktır. Bir taraftan bütün dehşet
ve azametiyle ilâhî öfkenin tecellileri, bir taraftan da bütün güzellik ve
enginliğiyle ilâhî rahmetin tecellileri:
12. 11. CEHENNEMİN
KIZIŞTIRILMASI: Ve cehennem kızıştırıldığı vakit, bütün şiddetiyle alevlendirilip
kızıştırıldığı zaman ki, Âdem oğullarının kötü amelleri ve yüce Allah'ın gazabı
ile azgınlar için kızıştırılacaktır. "Azgınlar için de cehennem apaçık ortaya
çıkarılmıştır." (Şuara, 26/91).
13. 12. CENNETİN
YAKLAŞTIRILMASI: Ve cennet yaklaştırıldığı vakit ki, cennet Allah'ın lütuf
ve rahmeti ile güzel amellerin sevabından donanmış olarak takva sahiplerine
yaklaştırılacaktır. "Cennet de takva sahiplerine uzak olmayarak, yaklaştırılmış
olacak."(Kâf, 50/31)
Demek ki bu
vakit henüz cehennemlikler cehenneme, cennetlikler cennete girmek üzere ayrıldığı
son hüküm faslında olacak ve bunlar bir şeyin vuku bulacağı zamanı gösteren
edatı ile ifade edildiği için kesinlikle olacaktır.
14. İşte bir
kısmı dünyada bir kısmı ahirette demek olan bu oniki âyet ve delil vuku bulduğu
zaman her nefis ne hazırlamış olduğunu bilecektir. Hayır mı, şer mi? İyi mi,
kötü mü? Dünyada ne yapmış, o gün için ne hazırlamış olduğunu kesin bir bilgiyle
bilip anlayacaktır. Çünkü bir zerre miktarı da olsa, hayır veya şer olarak
yapmış olduğu her amelin, defterinde getirilip terazisine konduğunu ve karşısında
kendisine şekillendiğini görecektir.
Bu cümle,
zaman bildiren şart edatlarının "ve" atfı (bağlacı) ile birbirlerine bağlanmasından
sonra hepsinin birden cevabıdır. Şu halde, bu vakitlerin herbirinde bilecek
demek olmayıp, bunları kapsayan uzun vakit içinde bilecek demek olur. İşte
bir çok âyette "O size yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecek." (Maide,
5/105; Tevbe, 9/94, 105; Zümer, 39/7, Cuma, 62/8) diye hatırlatılan bu biliş
ve anlayıştır ki öldükten sonra dirilmenin ifade ettiği acı veya tatlı en
büyük uyanıklıktır. "İnsanlar uykudadır. Öldükleri vakit uyanırlar." denilmesi
de bundandır. "O gün her nefis ne hayır işlemiş ve ne kötülük yapmışsa onları
önüne konmuş vaziyette bulur."(Âl-i İmran, 3/30) buyrulan gün de bugündür.
Bu şekilde
bu âyette geçen "bir nefis" de "her nefis" meâlinde olarak her bir nefis demektir.
Hazırlanıp getirilen şey de, iyi veya kötü amellerdir.
Amellerin
hazırlanması, ya "sahifelerin açılması"ndan anlaşıldığına göre defterleriyle
huzura getirilmesi veya dünyadaki amellerin, iyi veya kötü olmalarına göre
ahirette birer özel şekil ile temsil ve tecelli ederek huzurda bulundurulmasıdır.
Nitekim dünyada bile her nefes bir ateş halinde, bir hareket, bir ziya halinde
veya bir bina veya bahçe şeklinde görünür. Öyle olduğu içindir ki yapılan
çalışmalardan iyi veya kötü şeyler imal edilir. Bu suretle insanların ahiretteki
canlanışları da dünyadaki amellerinin ürünlerinden ibaret olarak görünecek
olan gerçek nefisleri olmuş olur. Bundan dolayı. "Yetimlerin mallarını haksız
yere yiyenler, karınları dolusu bir ateşten başka bir şey yemiş olmazlar."(Nisa,
4/10) âyetini benzetme mânâsına yorumlamaksızın zulüm ile yetim malı yemenin
gerçekten ateş yemek demek olduğu görüşünü benimseyenler olmuştur.
Amellerin
bu şekilde görünüp şekillenmesi onların yazıldığı sahifeler olarak da düşünülebilir.
Her iki takdirde de amellerin böyle hazırlanması yüce Allah'ın emriyle olduğunda
şüphe yoktur. Fakat kazanıp elde etmek itibariyle amelleri kul yapıyor denildiği
ve buna bağlı olarak "her nefis ne hazırladığını bilecek" denildiği için sebebiyet
ilgisi ile bunları kulun kendisi hazırlayıp getirdi demek de mecaz olarak
sahih olur.
Bu iki izah
şeklinden dolayı diye başlayan Âl-i İmran Sûresi'ndeki âyette ameli yapanın
kulun kendisi olduğu söylendiği halde hazırlamanın kul tarafından yapıldığı
söylenmemiş, her nefsin o ameli hazır bulacağı anlatılmış, burada ise "her
nefis hazırladığını bilecektir." buyrularak hazırlama işinin kul tarafından
yapıldığı belirtilmiştir. Şu halde kulun kendisine göre "hazırladığı şey"
gerçekte "yaptığı şey" mânâsında olup herkes dünyada iyi mi kötümü ne yapmış
olduğunu ve böylece Hakk'ın huzurunda kendisi için ne hazırlamış bulunduğunu
o gün bilecektir demek olur.
Burada "bilecektir"
sözünün mânâsı da iyi kötü bütün amellerini defterinde hiç eksiksiz ayrıntılarıyla
yazılı bulup hepsini görecek "Ne acayip bir defter bu! Ne küçük bırakmış,
ne büyük hepsini kayda geçirmiş."(Kehf, 18/49) diyecek; yahut "Bütün yaptıklarını
hazır bulurlar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez."(Kehf, 18/49) mânâsınca hepsini
iyiliğine ve kötülüğüne göre bir şekle bürünmüş olan gerçek durumu üzere hazır
bulup gerçek bir görüşle görecek demektir. Zira dünyada heva ve hevesine uygun
gelerek hoş gördüğü bir takım amellerin o gün çirkin ve acı bir şekilde ve
dünyada bir takım sıkıntı ve meşakkatlerle birlikte olduğundan dolayı güç
gelerek yapılan ibadetlerin de o gün güzel ve sevimli bir biçimde karşısına
dikilmiş olduğunu görecektir. Şâirin:
"Yakında toz
duman açıldığı zaman göreceksin,
Altındaki
at mı imiş yoksa eşek mi?" dediği gibi, o gün gök sıyrılıp bütün gerçek ortaya
çıktığı vakit insan da dünyada yaptığı amellerin kendisini cehenneme mi yoksa
cennete mi götürdüğünü anlayacaktır. Bu biliş ve anlayış ise haber verilen
oniki vaktin herbirinde değil, amel defterlerinin açılması ve göğün sıyrılıp
açılmasından sonra olmalıdır. Onun için "bilecektir" sözü 'ların herbirine
değil, toplamına bir cevap olmak üzere tefsir edilmiştir. Gerçi bu durumda
açık olan, başta bir ile yetinilmiş olmaktı. Fakat bunların bir kısmı başlangıç,
bir kısmı netice olmak ve her biri esasen özellikle düşünülmesi ve ayrıca
bir uyanış ifade etmesi gereken en büyük olaylardan bulunması nedeniyle bu
durum ve değişikliklerin her birinin ayrı ayrı dehşet ve önemine dikkat çekmek
için 'lar tekrar edilmiş ve hüküm, hepsine birden bağlanmıştır.
İbnü Atıyye
tefsirinde demiştir ki: Bir topluluk, bu zikrolunan şeylerin Âdemoğulları'ndan
her biri ve ölüm sırasındaki durumları hakkında istiare olduğu ve dolayısıyla
güneşin, onun nefsi ve yıldızların da gözleri ve duyuları olduğu görüşüne
varmıştır. Bu ise Allah'ın kitabında bir takım rumuzların bulunduğunu savunan
bir görüştür."
Ebu Hayyan
da bunu naklettikten sonra şöyle der: Bu, Batınıyye mezhebi ve müfrit sofiyyeden
İslâm'a intisap etmiş görünenlerin mezhepleridir. Bunlar yayılıp İslâm dinine
mensup olmuş görünerek gizlenen zındıklardır. Allah'ın "kitabı apaçık Arap
lisanı ile"(Şuara, 26/195) gelmiştir. Onda ne remiz, ne bilmece bulmaca türü
şeyler, ne gizli mânâlar vardır. Felsefecilerin ve tabiatçıların savundukları
şeylere ima da yoktur. İbnü Hatib-i Re'y adıyla bilinen Ebu Abdillah Razî
de tefsirine felsefecilerin, yıldızlarla uğraşanların ve astronomi bilginlerinin
görüşlerinden bazı şeyler almış ise de bunlar Allah kitabının tefsirinden
uzaktır. Aynı şekilde "Tahrir ve Tahbîr" adlı kitabın yazarının tefsir etmiş
olduğu âyetlerin sonunda zikrettiği tasavvuf ehli kişilerin sözleri ve "hakikatler"
mânâsını verdiği şeyler de böyledir. Bunların içinde inanılması şöyle dursun
yazılması bile caiz olmayanlar vardır. Yüce Allah'tan dinimizde ve inançlarımızda
selamet dileriz.
Bununla beraber
Ebu Hayyan'ın bu sözlerinde ifrat ve tefrit yok değildir. Kuşkusuz Kur'ân-ı
Kerim apaçık Arap dili ile inmiştir. Kur'ân'ın dili bilmece ve muamma gibi
remizden ibaret sembolik bir ifade değildir. Yine kuşku yok ki bir metinde
aslolan, hakiki mânâyı vermeye engel bir karine bulunmadıkça görünen mânâya
yorumlanmasıdır. Bununla beraber şu da kesindir ki Kur'ân'ın, "Kitabın anası"
olan ve mânâsı açık açık bilinen âyetleri yanında hafi, müşkil, mücmel ve
müteşabih âyetleri; hakikatı, mecazı, sarihi, kinayesi, istiaresi, temsili,
tensisi, imâsı, belagat nükteleri, tarizleri, telmihleri, remizleri de vardır.
Bütün bunlarda en açık olan mânâ kastedilmiş olmakla beraber müstetbeat-i
terakib (ifade ve cümlelerin yan mânâları) denilen ve ikinci derecede aranıp
istenen nice ifadeler de vardır.
"Usûl ilmi"nde
bilindiği üzere görünen mânânın açıkça belli olmasının tevil, tahsis ve mecaz
ihtimallerini kesmeyi gerekmeyeceği için o zahiri mânâya zıt olmadan ve onunla
çelişki teşkil etmeden zahirî mânâ ile beraber bazı ihtimallerle ikinci derecede
birçok işaretin anlaşılabilmesi, mânâları açık olan âyetlerin açıklık ve beyanına
zıt olamıyacağı gibi, aksine bu, Kur'ân dilinin açık bir Arapça olmasının
gereklerindendir. Bundan dolayı "Kur'ân'da hiç batınî mânâ, remiz ve imâ yoktur."
demek de doğru olmaz, gibi sûre başlarında bulunan hurûf-i mukattaa (kesik
harfler) ne şekilde tefsir edilirse edilsin, kesinlikle her tefsir remizle
yapılmış bir tefsir olur. Bunun aksi söylenemez. Doğrusu bazı eserlerde de
geldiği üzere Kur'ân'ın hem zahiri vardır, hem batını, hem haddi vardır, hem
matlaı. Fakat Kur'ân "Eğer Kur'ân Allah'tan başkası tarafından olsaydı, elbette
içinde birçok çelişkiler bulurlardı."(Nisa, 4/82) buyrulduğu üzere gerçekte
farklılık ve çelişkiden uzak son derece beliğ bir açık kitap olduğu için zahiri
ile batını arasında zıtlık ve çelişki yoktur.
Bu esas Kur'ân'ın
hadlerinden biridir. "İki denizi salıvermiştir, birbirleriyle neredeyse kavuşacaklar.
Aralarında engel vardır, bir an birbirlerine tecavüz etmezler."(Rahmân, 55/19-20)
mânâsı üzere zahir ve batın denizlerinin karşılaşmalarıyla beraber birbirlerinin
sınırını geçmeye engel olan haddi aşılmamak şartıyla ondan zaman zaman Allah
vergisi ve zevki olarak alınan ani kalbe doğuş ve ilhamlara bir nihayet de
düşünülemez. "De ki, eğer Rabb'imin kelimeleri için deniz mürekkep olsa idi,
kesinlikle Rabb'imin kelimeleri tükenmeden denizler tükenirdi. Bir o kadar
daha yardımcı getirsek bile."(Kehf, 18/109)
Buna karşı
gerek filozoflar ve hakimler ve gerek yıldızlarla ilgilenenler ve astronomi
bilginleri ve diğer âlimler, akıllılar, belağatçılar, edebiyatçılar, entellektüel
zümre ve halk tabakasıyla bütün insanlığın zihnine, ruhuna temas eden ve edebilecek
olan durumlar, fikirler ve konular hakkında Kur'ân'da ret veya isbat yollu
bir ima yoktur demek ve Razî gibi o yolda fikirleri aydınlatmaya hizmet edenleri
tenkit etmek doğru olmadığı gibi, metinlerin ve muhkem âyetlerin zahirini
gidermiyecek şekilde Kur'ân'ın ruhî ve vicdanî zevklere doğabilen işaret ve
yorumlarından bahseden sofiyye tefsirlerinin hepsini de Karamita ve Hurufiyye
batıniyyesi gibi zındıklardan saymak da doğru değildir. Mesela Kaşani ve Arais
tefsirlerini, sırf zahirî olan mânâ ve hükümleri yok saymak için yazılmış
Hasan Sabbah ve aşırıya kaçan İmamiyye kitapları gibi düşünmek isteyenler
hiç şüphe yok ki yanlış yola gitmiş olurlar. Evet, mânâsı açık olan âyetler;
bırakıp da "Kalplerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak ve kendi arzularına
göre onun teviline yeltenmek için onun müteşabih olanına tabi olurlar."(Âl-i
İmran, 3/7) beyanına rağmen müteşabih âyetlerin arkasına düşmek, alay ve eğlenceye
sapmak, fitne ve fesat yolunda tevil aramak kalp çarpıklığından, ruh bozukluğundan
kaynaklanan bir sapıklık ve inkârdır. Fakat âyetlerin zahirî mânâ ve hükümlerini
beyan ve tesbit ettikten sonra onlara zıt olmayacak şekilde bir takım işaret
ve tevillerden de bahseden kişilerin kalplerine doğan fikirlerden yararlanmamak
da nasibi tepmek olur. Çünkü Kur'ân "Kuşkusuz bunda inanan bir toplum için
âyetler vardır."(Nahl, 16/79), "Kuşkusuz bunda aklı eren bir toplum için ibretler
vardır."(Nahl, 16/12), "bilen bir toplum için"(A'râf, 7/31), "düşünen bir
toplum için"(Ra'd, 13/3), "zikreden bir kavim için"(Nahl, 16/13), "bilen bir
kavim için"(En'âm, 6/98), "iyice bilen bir toplum için" (Casiye, 45/20), "sakınan
bir kavim için."(Yunus, 10/6) ve "akıl sahipleri için deliller vardır."(Âl-i
İmran, 3/195) gibi nice âyetlerinde muhatapların niteliklerine ve özel kabiliyetlerine
göre türlü mânâlarla hitap edip dururken tefsirlerin böyle zihin, fikir, ahlâk
ve irfanın mertebelerine göre inceliklerle ilgilenmemesi Kur'ân'ın hadd ve
matlaına ve herkesi aydınlatmaya yönelik olan maksatlarına uygun da olmaz.
Herhalde âyetlerin zahirine göre mânâ vermekte ifrat etmek de batınî mânâ
verme konusunda ifrat etmek kadar zararlıdır. En doğrusu "Adalet ve orta yolu
ayakta tutan ilim sahipleri." (Âl-i İmran, 3/18) âyetinin ifade ettiği gibi
orta yolu bulmaktır. Kur'ân'da tefsir de vardır, tevil de vardır. Kuşku yok
ki kendi fikir ve hevesine saplanıp da Güneşi inkâra kadar gidenler herşeyi
inkâr edebilirler. "Güneş dürüldüğü zaman, yıldızlar bulandığı zaman" âyetlerinde
geçen güneş ve yıldızları her şeyden önce kendi hakiki mânâlarıyla anlamaya
engel olacak aklî ve naklî hiçbir ipucu olmadığı için, bunlara bu bilinen
mânâları ve hakikatleri ile inanmak gerekir. Bunu belirttikten sonra dürülme
ve bulanmanın oluş şekline göre mânâlarındaki hakiki ve mecazî ihtimalleri
düşünmek bu imana aykırı olmıyacağı gibi, aynı zamanda Güneş ve yıldızlardan
mecaz ihtimali üzere daha genel bir mânâ ve işaret düşünmek de o imana aykırı
olmaz. Nitekim "kıyılmaz mallar bırakıldığında" âyetini tefsir ederken Kurtubî
bu sözün istiare ve temsil üzere gelmiş olduğunu söylemekle, bunun beyana
aykırı bir rümuzdan ibaret olduğunu iddia etmiştir, denilemiyeceği gibi henüz
ayrıntıları tam anlaşılmayan bu âyetlerin daha bazı lâfızlarında mecaz ve
istiare ihtimallerini düşünerek o olayları bir dereceye kadar zihinde canlandırmaya
çalışmak da Kur'ân'ın apaçık bir Arap dili ile inmiş olmasına aykırı sırf
bir sembollük ve harflerden mânâ çıkarma, bir sembolizm ve "Kalplerinde eğrilik
bulunanlar sırf fitne aramak ve kendi arzularına göre onun teviline yeltenmek
için onun müteşabih olanına tabi olurlar." (Âl-i İmran, 3/7) kriter ve ölçüsüne
göre, eğrilik ve fitneden ibaret olan batınilik kisvesine bürünmek değildir.
Aksine büyük kıyamet koparken olacak olayları küçük kıyamet olaylarıyla zihinlere
yaklaştırarak imanı kuvvetlendirmeye çalışmaktır.
Nitekim Nizamuddin
en-Nisaburi "Garaibu'l-Kur'ân ve Regaibu'l-Fürkan" adlı tefsirinde bu âyetleri
zahiri mânâlarıyla usulüne uygun olarak tefsir ettikten sonra yorumcuların
zikri geçen görüşlerini de şöyle nakletmiştir:
Yorumcular
dediler ki: Bu hallerin küçük kıyamet hakkında olduğunu kabul etmek de mümkündür.
Küçük kıyamet ise ölüm halidir. O halde güneş insanın ruhu, yani insanın diğer
canlılar arasında yerini belli eden cevheridir. Bunun dürülmesi ise, onunla
ilginin kesilmesidir. Yıldızların dökülmesi ise, insanın kuvvetlerinin birer
birer düşmesidir. Dağların yürütülmesi büyük uzuvların fiillerinden ayrılıp
uzaklaşmasıdır. "Işâr", bedendir. O zaman beden iş yapmaz olur. Vahşi hayvanların
toplanması, şahıs üzerinde hayvani ve canavarca fiillerin neticelerinin ortaya
çıkmasıdır. Denizlerin ateşlenmesi, batıl kuruntu ve boş emellerin tükenmesidir.
Çünkü o vehim ve kuruntular öyle bir deryadır ki onun isteğe bağlı ve zorunlu
ölümden başka sahili yoktur. Nefislerin eşleştirilmesi her melekenin kendi
cinsine; karanlığın karanlığa, aydınlığın aydınlığa katılıp birleşmesidir.
Mev'ûde, yükümlü kişinin, kendisi için yaratıldığı şeyin dışında kaybettiği
kuvvetidir. Bazı araştırmacı hocalarımdan, akla ansızın gelip de yazılmayarak
yok olmuş olan her meseleye mev'ude denilmiş olduğunu da işittim. Gök de,
ruhların göğüdür. Geri kalanların mânâsı açıktır."
Demek oluyor
ki bu yorumları yapan yorumcuların maksatları, bu âyetlerin esas itibariyle
büyük kıyamet hakkında olmadığını söyleyip inkâr etmek değil, bununla beraber
"İbret alın ey basiretli kişiler!"(Haşr, 59/2) çağrısına göre bunlardan, küçük
kıyamet olan ve herkesin kesin olarak göreceği ölüm halleri hakkında da ibret
alacak mânâlar anlamanın mümkün olduğunu da göstermektir. Bunun ise iman ve
inanca zararı değil, faydası vardır. Bu itibar ile yalnız "Kim ölürse kıyameti
kopmuş demektir." hadis-i şerifinin mânâsı gereğince küçük kıyamet olan ferdin
ölümü değil, orta kıyamet olan bir milletin ölümü hakkında da bu mânâ ve olayları
düşünmek çok ibretlidir.
Bunların hepsinde
"her nefis ne hazırlayıp getirmiş olduğunu bilecektir" âyetinden bir uyarı
ve ders alma hissesi vardır. Çünkü onlar da küçük kıyametin bir geçidi ve
bir numunesidir. Fakat hiç unutmamak gerekir ki, hepsinin tamamı büyük kıyamette
olacaktır. Bu âyetler de asıl büyük kıyamet hakkındadır. Bütün hak ve hakikatın
ortaya çıkışı, o ebedî cennet ve cehennemin öne konduğu, o hüküm verme zamanında
olacaktır. İşte herkes ne hazırlayıp getirmiş olduğunu tam anlamıyla o vakit
bilecektir.
15. Şimdi
bu sonun o dehşetli hakikatleri böyle haber verildikten sonra bu haberlerin
gerçek olduğunu vurgulamak suretiyle hikmet ve faydalarını da beyan etmek
için bunları haber veren Peygamberin şanını, Peygamberliğin güçlü olduğunu
ve Kur'ân'ın mahiyetini bildirip anlatmak gayesiyle yemin ile buyruluyor ki:
(Bunun tefsiri hakkında geniş bilgi için ve sûrelerine bkz.) Yani, "bunun,
üzerine artık başka söz yok, ancak yemin ederim ki" sinenlere veya dönenlere
HUNNES, "hânis"
kelimesinin çoğuludur. Hans ve hunûs, büzülüp sinmek veya gerilemek ve geri
kalmak mânâlarına lazım (geçişsiz) ve müteaddi (geçişli) olduğuna göre hânis;
sinen, gaip olan veya sindirip gaip eden yahut geri kalan veya gerileten demek
olur. "Ha"nın ve "nun"un fethiyle "hanes" de, sığır ve ceylanların burunlarında
olduğu gibi, burunun ucu dudaktan geride biraz kalkık ve gerisi basık olmaya
denir ki, bu, "fatas" denilen "yass"dan yakışıklıca olur. Onun içindir ki
ceylanlara ve yanaklarına ve sığırlara "hunüs" denilir. Burada hans, çoğunlukla
lazım (geçişsiz) mânâda kullanılarak geri dönmek ve sinmek demek olur. Dolayısıyla
"hunnes", sinenler veya geri dönenler mânâlarıyla tefsir edilmiştir.
16. Cereyan
kökünden türetilmiş olan "câriye"nin çoğulu, akanlar demek olup "el-Hunnes"in
sıfatı veya ondan bedeldir. "Yuvasına girenler" Bu kelime, "kânis" kelimesinin
çoğuludur. Kânis, süpürmek mânâsına kens'ten türemiş olması durumunda süpüren;
künûs mastarından türemiş olmasına göre de kinas (kümes)a giren demektir.
Kinâs, ceylanların ağaçlık ve ormanlık aralığında gizlendiği yatağına, yuvasına
denir ki, kumu toprağa kadar süpürüp açtığı için böyle denmiştir. Çokları
bu "cevâri"nin gezegenler, özellikle "beş yıldız" adı verilen Zühal, Müşteri,
Merih, Zühre ve Utarid gezegenleri olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bunlar güneş
ile beraber akıp gider, sonra geri dönmüş görünür, sonra da güneşin ışığında
gizlenirler. Görme itibariyle geri dönüşleri hunûs; güneşin ışığında gizlenişleri
künûs'tur, demişlerdir ki eski yıldız falcıları bu beş yıldıza "hamse-i mütehayyire"
yani "beş gezegen" adını vermişlerdi. Birçokları da genel olarak bunların
yıldızlar olduğunu nakletmişlerdir. Bunun şu şekilde izahı yapılmıştır: Çünkü
yıldızlar gündüzleyin siner, gözlerden kaybolurlar. Geceleyin de künûs eder,
yani yataklarındaki ceylanlar gibi ortaya çıkar, doğarlar. Fakat künûs'un
böyle yalnız ortaya çıkmak, görünmek şeklinde tefsir edilmesinde bir kapalılık
vardır. Onun için daha doğru olmak üzere şöyle denilmiştir: Çünkü yıldızlar,
gündüzleyin ufuk üstünde oldukları halde bile gözlerden gizlenirler. Bu sinmelerine
hunûs denilir. Doğduktan sonra da batarak ceylanların yuvalarına girdikleri
gibi, ufkun altına girerler. Buna da künûs denilir. âyetinin bu şekilde genel
mânâda yıldızlar diye tefsiri Hasen ve Katâ'de'den rivayet edildiği gibi Hz.
Ali'den de rivayet edilmiştir. Bununla beraber "beş gezegen" şeklinde tefsir
edilmesinin de Hz. Ali'den rivayet edildiği söylenmiştir. İkisinde de "kens"
ile nitelenmesi, sığır ve geyik gibi ceylanlara benzetme yoluyla istiâre demektir.
Çünkü "hans" gibi, künûs ve kinâs da vahşi sığır ve ceylanlar hakkında kullanılan
sıfatlardandır. Bundan dolayı İbnü Abbas, Saîd b. Cübeyr ve Dahhâk'ten, zıba
yani geyik; İbnü Mesud'dan ise vahşi sığır demek olduğu da rivayet edilmiştir.
İbnü Cerir'in bir rivayetine göre İbrahim ile Mücahid bu âyetini müzakere
etmişler. İbrahim Mücahid'e: "bunun hakkında işittiğini söyle" demiş. Mücahid:
"Biz bir şey işitiyorduk. Bazı insanlar da bunlar yıldızlardır diyorlar."
demiş; İbrahim de (Nehaî olacak): "Onlar bunu Hz. Ali diye ona yalan isnat
ediyorlar." demiş.
Fakat geyik
ve vahşi sığır gibi ceylan kısmından burada bir mecaz ve istiâre düşünülmediği
takdirde, bu âyetlerden önce ve sonra zikredilenlere göre bunlara yemin edilmesinde
açıkça bir münasebet görülmez. Bu olsa olsa onların yırtıcı hayvanlardan kaçmaları
halinde develerin ve vahşi hayvanların toplanması manzarasına bir işaret olabilir.
Gezegenlerin
güneşle irtibatlarına göre gidiş ve hareketlerindeki farklılığı düşünmede
bir mânâ varsa da, bu gezegenlerin sadece beş tane olduğunu söylemede açık
bir mânâ yoktur. Genel olarak yıldızlara yemin etmede ise, âlemde yer işgal
eden bütün kütlelerin "Herbiri belli bir vakte kadar yürür gider." (Ra'd,
13/2) âyetinin ifade ettiği mânâya göre belli bir zamana doğru akıp gittiğini
haber vererek sûrenin başında söz edilen sona doğru gitmekte bulunduklarını
hatırlatmak için önce mekanla ilgili şeylere, ikinci olarak da gece ve sabah
ile zamanının akışına yemin edilmiş olmakta açık bir münasebet vardır.
Bununla beraber
İbnü Cerir rivayetleri naklettikten sonra hiçbirinin doğrusu şudur diye belirlenmeyip
genelliği üzere bırakılmasının daha iyi olacağı görüşüne varmış ve şöyle demiştir:
Yüce Allah, bazan hunûs eden yani kaybolan ve bazan akıp giden sonra da yerlerine
dönen birtakım şeylere yemin etmiştir. Kinâs, meknis ve mekânis, Arap dilinde
vahşi sığır ve geyiklerin girdikleri yerlere denir. Bununla beraber yıldızların
bulundukları yerlere istiâre olunması da reddedilebilecek bir şey değildir.
Âyette sadece bunlardan biri olduğunu gösteren bir delil bulunmadığından bu
sıfatları taşıyanların hepsine genelleştirilmesi daha doğru olur. Fakat bu
durumda genelleme yapmak, genel mecaz olmuş olur. Oysa hakiki mânâyı vermek
mümkün olur, mecaz olduğunu gösteren bir karine de (ipucu da) bulunmazsa genelleme
yapmak nasıl doğru olur? Genelleme yapmanın doğru olduğunu söyleyebilmek için
de mecazı gösteren bir karine bulunduğunu itiraf etmek gerekir ki o da söylediğimiz
gibi yıldızların kaybolmak ve yerlerine girmek ile akıp gidişlerinin âyetlerin
akışına uygun olmasıdır. Bu karine ile rivayetleri toplayıcı olmak üzere genel
mecazın daha iyi olduğuna hükmedilebilir. Genel mecaz olarak mânânın özeti,
"kaybolmak, akıp gitmek ve yerlerine geri dönmek şeklinde ifade edilebilen
vasıflarla hakikat veya mecaz olarak nitelenebilen şeyler" demek olur. Bu
ise gaybta sinen ve sonra şu gördüğünüz âlemde hareket edip de yine gayb âleminde
karar kılacağı yere varıp gözlerden gizlenen her şeyi kapsar ki bu da âlemin
sonradan yaratılması ve yok olması ile "Bütün işler Allah'a döndürülür." (Bakara,
2/210; Âl-i İmran, 3/109; Enfal, 8/44; Hacc, 22/76; Fâtır, 35/4; Hadid, 57/5)
mânâsı üzere başlangıç ve sona bir delil olur. Bunu düşündürmek için özellikle
ahuların vasıflarının düşünme âleti olarak alınmış olmasında da hayvanî ve
insani hayat bakımından düşünülecek incelikler vardır.
Bu rivayetlerde
görülüyor ki "el-Künnes" vasfı hep kinasa girmek yani ceylanların ağaçlık
ve ormanlık aralığında gizlendiği yataklarına girmesi demek olan "künüs"tan
olmak üzere düşünülmüş ve kelimenin aslı olan kens, yani süpürmek mânâsına
hiç işaret olunmamıştır. Oysa bu kelimenin, asıl maddesine göre daha kapsamlı
olmak üzere bu mânâya da ihtimali vardır. Bu durumda "kens"in müteaddi (geçişli)
olan bu mânâsıyla hunûs'un geçişsiz olan iki mânâsından her birine göre şu
meâlleri ifade eder.
Birincisi:
"Yemin ederim o gayb âleminde gizlenenlere, o akıp akıp süpürenlere." demek
olur ki, in "hunnes" kelimesinin sıfatı olarak bunda fesat âlemi olan dünyada
temizlik yapma işini yerine getirmekle görevlendirilmiş olan meleklere yemin
edilmiş olur.
İkincisi,
"Yemin ederim o sinip sinip dönenlere, o akıp akıp süpürenlere." demek olur
ki, bunda da "hunnes", dünyaya gelip gidenlere; "el-cevâri'l-künnes" de ondan
bedel olarak onları alıp alıp ahirete götüren meleklere işaret olmuş olur.
Başvurduğum tefsirlerde meleklere işaret olmasına dair bir nakil görmedim.
Ancak "Kâmus"da: "Etrafında melekler dahi" denildiği yazılmıştır. Nazmın da
buna ihtimali vardır. Şu halde İbnü Cerir'in dediği gibi, mecazın genelliği
daha iyi olunca, "hakiki veya mecazî mânâ ile kendisine "kaybolan, akıp giden
ve yerine dönen" denilebilen şeyler" sözünün ifade ettiği gibi bütün bu mânâların
düşünülmesi daha iyi olur.
Bu geniş açıklamalardan
şunu anlamış oluyoruz ki, iş bu yemininde âlemdeki değişiklik ve halden hale
geçişleri anlatmak üzere "Ve'l-Mürselâti" ve "Ve'n-Nâziâti" sûrelerinin başındaki
yeminleri de kısaca ifade eden bir kapsam vardır. Nitekim şu yeminlerde de
zamanın uğradığı değişiklikler hatırlatılmak suretiyle açık bir korkutma ve
müjde görülmektedir.
17. Yöneldiği
an geceye yemin ederim.
AS'ASE, zıt
anlamlı kelimelerden olmak üzere hem gelmek, hem de gitmek mânâlarına gelmesi
nedeniyle, burada bazıları bunu gelmek, çokları da gitmek mânâsıyla tefsir
etmişlerdir. Gecenin gelme vakti, kararmaya başladığı ilk saatlerdir. Bunda
bir korkutma mânâsı vardır. Gecenin gitme vakti de, yok olmaya yüz tuttuğu,
sabaha yöneldiği son saatleridir ki sabahın müjdecisidir. Çoğunluk bu mânâyı
tercih etmiştir. Buhârî de bu mânâyı, rivayet ederek, "As'ase, gitti mânâsınadır."
demiştir ki bu, Müddessir Sûresi'ndeki "Gittiği an geceye andolsun." (Müddessir,
74/33) gibi olur. Meâlde "yöneldiği an" demekle de bu iki mânâya işaret ettiğimizi
zannediyoruz.
18. Teneffüs
ettiği an sabaha yemin ederim. Sabahın teneffüsü de, "açtığı zaman." (Müddessir,
74/34) âyetinde belirtildiği gibi açılmağa başladığı sıradır ki tatlı tatlı
esen sabah rüzgarının hoşluğuna da işaret eder. Bunun gece sıkıntısını yok
eden bir müjde ifade ettiğinde ise kuşku yoktur. Bu şekilde bu yeminlerde
Hz. Peygamber (s.a.v)'e ve müslümanlara "Kuşkusuz ahiret senin için dünyadan
daha hayırlıdır." (Duha, 93/4) âyetinin mânâsı üzere iyi bir son vaad ve müjde
edilmektedir. Bu, dünya onlar için sabaha yönelmiş bir gece ve herkesin ne
hazırlamış olduğunu bileceği o kıyamet vakti böyle gelmekte olan bir sabah
demek olduğunu müjdelemektedir.
19. Bütün
bunlara yemin olsun ki O, (yani olacak dehşetli olayları haber veren bu Kur'ân
kuşkusuz bir değerli elçinin, yani yüce Allah katında ikrama layık, saygın
bir elçinin getirdiği kelâmdır. Hâkka Sûresi'nde de anlatıldığı üzere burada
bu değerli elçiden maksat, Kur'ân'ı Hz. Peygamber (s.a.v)'e getiren Ruh-i
Emin Cebrail (a.s)'dir. "Kuşkusuz onu Allah'ın izniyle senin kalbine o indirdi."(Bakara,
2/97)
20. Pek kuvvetli,
yüklendiği elçilik görevini, aldığı emri yerine getirmede güçsüz değil; karşı
konulmaz, kuşku götürmez büyük bir kuvveti var, güçlü bir elçi. Öyle ki, "Çok
çetin kuvvetlere sahip, güçlü."(Necm, 53/5-6) (Necm Sûresine bkz.)
Arş'ın sahibi
olan ve onu gönderen yüce Allah'ın katında çok itibarlı, yani büyük bir şeref
ve itibarı var.
21. Öyle ki
orada sözü dinlenen, yüce Allah'ın huzurunda Allah'a yakın melekler ona itaat
eder, emrini dinlerler. Ondan emir alır ve ona baş vururlar. Güvenilir, her
yönüyle kendisine güvenilebilir, vahyi iletmekte ve elçilikte son derece emin,
"Benim güvenilirliğim şu: Bana bir şey emredilsin de ben o emrin dışına çıkayım,
böyle bir şey olmaz." diye kendisinden rivayet olunduğu üzere, aldığı emirde
asla sınırı aşmaz, görevini gereği gibi yerine getirir. Getirmiş olduğu vahiyle
kusuru, hatası, hainliği düşünülemez.
22. Sizin
arkadaşınız sohbetinde bulunduğunuz arkadaşınız, yani Hz. Peygamber (s.a.v)
deli değil. Necm Sûresi'nin başındaki "Arkadaşınız şaşırmadı, azıtmadı da."(Necm,
53/2) âyetinde olduğu gibi, burada da Resulullah (s.a.v)'ın kötü sıfatlardan
uzak tertemiz olduğu açıklanırken "sizin sohbetinde bulunduğunuz kişi" diye,
onun, muhatapların arkadaşı olduğu belirtilerek "sohbet" ünvanıyla nitelenmesinde,
Yunus Sûresi'nde geçen "Bilirsiniz ki ben sizin aranızda bundan evvel yıllarca
kaldım. Siz hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız?"(Yunus, 10/16) mânâsı üzerine
ince bir taşlama vardır. Yani, ey o Kur'ân'a ve peygamberlik haberlerine inanmamak
için Peygamber'e cin çarpmış diye iftira etmek isteyenler!
O Peygamber
(s.a.v) sizin arkadaşınızdır. Siz yıllarca onun sohbetinde bulundunuz. Aklının,
ahlâkının yüksekliğini denediniz. Görüş ve fikrine baş vurdunuz, konuştunuz.
Bilirsiniz ki o deli ve mecnun değildir. Akıl ve anlayışı tam, fazilet ve
erdemliliği herkesce kabul edilmiş, sizin iyiliğinizi isteyen bir zattır.
Dolayısıyla o size bu sözleri bir mecnun gibi söylemiyor, "Hayır, o Hak ile
geldi ve bütün Peygamberleri tasdik etti."(Sâffat, 37/37) kriterince Allah'ın
gönderdiği o değerli elçiyi tasdik ederek hakkı söylüyor.
23. Vallahi
o arkadaşınız, Muhammed onu, (yani o Arş'ın sahibinin yanında bulunan, son
derece güvenilir, emrine uyulur, onurlu, kuvvetli ve değerli elçi Cebrail
(a.s)'i) gördü, hem nasıl apaçık ufukta.
Açığa çıkaran
veya açık ufuk demek olan "ufuk-ı mübin", Necm Sûresi'nde "yüksek ufuk" (Necm,
53/7) denilen ufuktur ki, gündüzün geldiği, güneşin doğduğu, eşyayı ortaya
çıkarıp gösteren Doğu tarafı diye tefsir edilmiştir. Mücahid'den bir rivayette
"Ecyâd tarafından apaçık yüksek ufukta" şeklinde gelmiştir. Bir adı da Ciyâd
olan Ecyâd, Mekke'nin doğusunda bir dağın veya yerin ismidir. Bir de Mekkeliler
için burçların doğduğu yerlerin en yükseği, yengeç burcunun göründüğü en yüksek
yer olduğundan, "en yüksek ve apaçık ufuk"tan maksat odur denilmiştir.
Rasulullah
(s.a.v)'ın Cebrail'i apaçık ufukta bu görüşü gerçek şekliyle görüşüdür ki
Hira'dan sonra olmuştu. Yer ve gök arasında Kürsî üzerinde, yüce Allah'ın
yarattığı şekliyle gördü. Altıyüz kanadı vardı diye rivayet edilmiştir.
İbnü Cerir
de İbnü Humeyd'in Cerir kanalıyla Ata'dan, Amir'den rivayetinde şöyle der:
"Peygamber (s.a.v) Cebrail'i kendi suretinde bir kere görmüştü. Diğerlerinde
Dihye denilen bir zatın suretinde gelirdi. Kendi suretinde gördüğü gün ise,
gelmiş bütün ufku kaplamıştı. Üzerinde inci takılı yeşil bir sündüs vardı.
"Andolsun O, Cebrail'i açık ufukta gördü." ilâhî sözü budur." Fakat Necm Sûresi'nde
"Andolsun ki onu bir kere de inişte gördü. Sidre-i Münteha'nın yanında." (Necm,
53/13-14) diye açıkça belirtildiği üzere Resulullah (s.a.v)'ın Cebrail'i hakiki
şekliyle Sidre-i Münteha'nın yanında bir kere daha görmüş olduğu da kesindir.
Nitekim Taberânî ve İbnü Merduye'nin tahric ettikleri gibi İbnü Abbas'tan
buradaki görmenin Sidre-i Münteha'nın yanındaki görme olduğu da rivayet edilmiştir.
Bu durumda
"ufuk-ı mübin" yani "apaçık ufuk," Sidre-i Münteha demek olur. Oysa Sidre-i
Münteha'daki görme "en yüksek ufukta görünme"(Necm, 53/6-7) nin dışında, iniş
sırasında vuku bulan bir görme olduğu Necm Sûresi'nde belirtildiği için bu
sûrede geçen "ufuk-ı mübin"in, Necm Sûresi'nde geçen "ufuk-ı â'lâ"dan başka
olması gerekir.
Şu halde burada
anlatılan görme, iki görmenin ikisini de kapsamak ve iki rivayeti de birleştirici
olmak üzere "ufuk-ı mübin"i "ufuk-ı a'la" ve "Sidre-i Münteha" dan daha genel
düşünmek daha uygun olacaktır. Allah bilir ya, İbnü Abbas'ın maksadı da bu
olsa gerektir. Bu hususta Necm Sûresi daha ayrıntılı bilgi verdiğinden, inişi
gerek önce olsun, gerek sonra olsun, buradaki görmenin ona göre tefsir edilmesi
gerekir. Yani Resulullah (s.a.v)'ın Cebrail (a.s)'i hakiki yaratılışı şekliyle
iki kere görmüş olduğu kesindir.
24. Ve O,
yani arkadaşınız gayp üzerine, yani kendisine öyle vahy geldiğine ve gayp
ile ilgili diğer işlere dair vermiş olduğu haberler gibi sizin duygu ve deneme
sahanıza girmeyen gaybe ait hususlarda cimri de değildir.
DANİN, Cimrilik
demek olan "dann" kelimesinden türetilmiş "faîl" kalıbında bir kelimedir.
Cimrilik ve kıskançlık yapan mânâsına gelebileceği gibi, kıskanılan kişi mânâsına
da gelebilir. Yani o sizin görebildiğiniz şeyler hususunda cimri olmadığı
gibi gayb ile ilgili hususlarda da kıskanç değildir. Almış olduğu vahyi duyurmada
ve sizin gözlem ve ilminizin dışında kalan bilmediğiniz şeyleri haber verip
bildirmede cimrilik etmez. Gayb bilgiçliği taslayan, gayb satıcılığı yapan
kâhinler veya bildiğini ücretsiz belletmeyen kimseler gibi ücret alma sevdasıyla
kıskançlık yapmaz. Dolayısıyla onun hakkında menfaat elde etmek gibi bir maksat
ve suçlama da söz konusu olamaz.
"Danin" kelimesi
"madûn" yani kıskanılan kişi mânâsına olduğuna göre de âyet şöyle demek olur:
"Sizin gözlem sahanıza giren durumlarda akıllı ve erdemli olduğunu bildiğiniz
O Muhammed (s.a.v) gaybe karşı kıskanılacak bir kimse değildir. Onun gaybten
haber vermesi, vahy alması, sizin bilmediğiniz şeyleri bilmesi çok görülmez.
Onu o yüksek tabiat ve ahlâkta yaratan yüce Allah'ın, gayb ilminden onu vahy
ve Peygamberlikle şereflendirmesi de kendisine kıskanılacak, çok görülecek
bir şey değildir, "İnsanlar için, içlerinden bir adama "insanları uyar" diye
vahyedişimiz şaşılacak bir şey mi oldu ki?"(Yunus, 10/2).
Bazı kırâetlerde
yeri ile "zanîn" okunur.
Bu da iki mânâ ile tefsir olunmuştur:
Birincisi,
töhmet mânâsına zınne'den olup, "O, gayb üzerine zanlı, töhmetli değildir,
emin ve güvenilir birisidir." demek olur. Ki bu, birinci mânâ ile aynı gibidir.
İkincisi,
suyu az olan kuyuya denilmesinde olduğu gibi zayıflık ve azlık mânâsından
olarak, "O, nefsinde kuvveti zayıf, hafızası çürük, kuruntu ve zan ile söyleyen,
heva ve hevesine kapılan bir kimse de değildir." demek olur. Yani vahyi alma
ve yerine ulaştırma hususunda hiçbir zayıflığı yoktur. Onun aldığı vahyi normal
insanların kuruntu ve zan karışan ve ilim sebeplerinden olmayan ilham ve kalbe
doğuşları gibi zayıf zannetmemek gerekir. O kuvvetli, güvenilir ve saygın
elçiden tam bir gözlem üzere aldığı bildirileri tam bir kuvvetle alıp koruyarak
hiçbir harfini kaybetmeksizin kesin ve kuşkusuz bir şekilde alır ve yerine
ulaştırır. İşte O Kur'ân bu arkadaşınızın apaçık ufukta gördüğü öyle güvenilir,
emrine uyulur ve Arş'ın sahibi yanında şerefli, son derece kuvvetli, saygın
bir elçiden böyle kuvvet ve emniyetle alıp yerine ulaştırdığı bir kelâmdır
ki bunu o Arş'ın sahibi yüce Allah'ın göndermiş olduğunda hiç kuşku yoktur.
25. O Kur'ân,
kovulan bir Şeytan'ın, (yani ilâhî rahmetten uzaklaştırılmış, taşlanacak bir
Şeytan'ın) sözü değildir. O arkadaşınıza görünen elçi, kâhinlere görünenler
gibi, büyük ve ileri gelen meleklerin toplandığı yerden kulak hırsızlığı edip
de "Her taraftan kovulup atılırlar, uzaklaştırılırlar."(Sâffat, 37/8-9) ölçüsüne
göre her taraftan taşlanan aldatıcı şeytanlardan değil, saygıdeğer ve itaat
olunması gereken güvenilir bir melek, bir Allah elçisi olduğu sözü geçen niteliklerden
bilindiği gibi, onu gören ve size haber veren arkadaşınız da Şeytan'dan ve
şeytanlıktan uzaktır. Bunu arkadaşınızın aklı ve ahlâkı üzerindeki tecrübelerinizle
bilmeniz, inanmanız gerekir. Ahiretin dehşet ve sorumluluğunu ve o vakit "her
nefis ne hazırlayıp getirmişse onu bilecek" olduğunu ve bu kadar kuvvetli
yeminlerle o hakikatlerin gerçekleşeceğini size O Arş'ın sahibi tarafından
haber verip duran arkadaşınıza inanmamakta ne büyük tehlikeler bulunduğunu
düşünmelisiniz.
26. O halde
siz nereye gidiyorsunuz? Bu hakikatlere karşı doğru yolu bırakıp da hangi
görüş ve düşüncelere kapılıyorsunuz? Ne büyük sapıklıklara düşüyorsunuz.
27. Haberiniz
olsun ki O (Kur'ân), başka değil katıksız, bir zikirdir. Unutulmaması gereken
bir öğüttür. Bütün akıllı âlemler için.
28. Fakat
gerçek mânâda akıllı olanların kimler olduğu anlatılmak üzere 'den bedel olarak
Özellikle içinizden doğru yolda olmak, (hakkı ve doğruyu arayarak doğru gitmek)
dileyenler için. Çünkü hatırlatmadan, vaaz ve öğütten yararlanacak olanlar
onlardır. Gerçekte akıllı olanlar da onlar demektir.
İşte Kur'ân'ın
indirilmesinden ve bu haberleri bildirmekten asıl hikmet ve gaye böyle doğru
yolda olmak isteyenlere doğruya giden yolu anlatmaktır. Doğru gitmek istemeyen
kimseler ise bu hatırlatmadan hoşlanmaz, ondan istifade etmezler. O zikir
onlara etki etmez, gafletlerinden uyandırmaz. Uyandırsa da onlar eğrilikten
hoşlandıkları için onu eğip bükerek aksine gitmek ister, daha çok zarar görürler.
"Bu, zalimlerin ancak görecekleri zararı artırmış olur"(İsra, 17/82).
Görülüyor
ki zikir ve fikir yükümlülüğü, önce buyrularak bütün akıl sahiplerine yöneltildikten
sonra özel olarak da doğru yolda gitmek isteyenlerin dilemesine bağlanmıştır.
Demek ki yükümlülük ve sorumluluk ihtiyari işlerle ilgilidir. Bunda hidayet
de yükümlülerin dilemesine bağlıdır. Hakk'ı arayıp bulmak için her şeyden
önce kişinin fikrini hakka ve hayrı kazanmak için azim ve iradesini hayra
yöneltmesi farzdır. Fakat bununla beraber şunu da bilmek gerekir ki yükümlünün
dilemesinin şart olmasından, bunun başarı için ne yeterli bir şart ne de müstakil
bir illet olması gerekmez. Zikir ve öğütten faydalanabilmek kulun doğru yolda
gitmeyi dilemesi şartına bağlı olduğundan dolayı insan irade ve dilemesinde
tamamen hür ise ve dolayısıyla doğru yolda olmayı dilemek isterse hemen dileyiverir,
dilerse hemen doğru yolda oluverirmiş zannetmemelidir. "Her insanın ettiğini
kendi boynuna taktık." (İsra, 17/13) âyetinin ifade ettiği mânâya göre her
insanın sorumluluğu itibariyle mukadderatı kendi dilemesine bağlanarak kendi
boynuna geçirilmiş olmakla, o mukadderatında bütün illet ve sebepler insanın
dilemesinden ibaret imiş gibi bütün başarı da insanın kendine verilmiş değildir.
29. Gerçekte
insanın doğruya ermeğe muvaffak olabilmesi için dilemesi bir şarttır. Fakat
bütün şart ve sebepler ondan ibaret değil, onun da bir şartı vardır. Onun
için burada zikirden faydalanma hükmü insanın doğruya ermeği dilemesine bağlanmış
olmakla insanlar kendi işlerinde tamamen hakim imişler gibi bir vehim ve zanna
kapılmamak ve dileme hususunda da istikamet noktası anlatılmak üzere hal bildiren
veya yeni bir cümle başladığını gösteren "vav" ile şöyle buyruluyor: "Âlemlerin
Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz".
Burada hitap,
"akıllı âlemler için bir zikirdir" genellemesine göre genel görünmekle beraber
"sizden doğru yolda olmak isteyenler" ifadesindeki karine sayesinde bu hitabın
özellikle doğru yolda olmak isteyenlere yapılmış olduğunu düşünmek daha kuvvetlidir.
Şu halde birisi âyetlerin yakın akışına göre nass olarak âyetin ibaresinden
anlaşılan, birisi de âyetlerin uzak akışına göre veya âyetlerin akışını göz
önüne almayıp görünen ve işaret yoluyla anlaşılan mânâ olmak üzere derece
derece iki mânâ düşünülebildiği gibi, âyetin başında bulunan nın, şimdiki
zaman veya gelecek zamanın olumsuzluğunu ifade eden bir edat olabilmesine
ve dilemelerin bir kayda bağlı olup olmamalarına, bir de "ancak Allah'ın dilediği"
şeklindeki "istisna-i müferra"ın, "ancak Allah'ın dilemesiyle...", bir ihtimale
göre de "ancak Allah dilediği vakit.." takdirinde olabileceğine göre metnin
kendisinde dahi birkaç izah şekli ihtimali bulunmakla beraber âyetlerin asıl
akışı, doğru yolda olmayı dilemek üzerine bir hatırlatma ve öğüt olup diğerleri
ikinci derecede kalır.
Dilemek, mutlak
mânâda dilemek gibi görünmekle beraber, bu dilemenin, doğru yolda olmayı dilemek
olması sözün akışı gereğidir. Yani sözün gelişi bunu göstermektedir. Bu bakıştan
evvela bir karine bulunduğu zaman gelecek zamanı olumsuz yapmakta da kullanılırsa
da asıl olarak şimdiki zamanı olumsuz yapmakta kullanıldığına göre şu mânâ
akla gelebilir: Bununla beraber siz dilemiyorsunuz, doğru yolda olmak istemiyorsunuz.
Ancak ilerde Allah'ın dilemesi yani doğru yolda olmanızı dileyip de sizi bunu
dilemeye mecbur etmesi hali hariç. Bunda "şimdi dilemiyorsunuz", da "Allah'ın
ilerde dilemesi" demek olur. Fakat bu durumda hitap, sadece doğru yolda olmak
istemeyenlere yapılmış, yüce Allah'ın dilemesine de "Dilersek gökten üzerlerine
bir âyet indiriveririz de ona boyunları eğilekalır." (Şuara, 26/4) gibi zorlayıcı
ve mecbur bırakıcı bir dileme mânâsı verilmiş olur. İnsanı dilemesinde tamamen
hür ve fiilinin yaratıcısı saymak isteyen Mutezile bu mânâya sarılmak istemiş
ise de bunda doğru yolda olmak isteyenlere bir öğüt verilmemiş, ancak istemeyenlere
hitap ile bir korkutma yapılmış oluyor. Bu ise "sizden doğru yolda olmak isteyenler
için" şeklinde âyetin akışına uygun düşmez. Buna uygun olan hitap, ya genel
veya doğru yolda olmak isteyenlere yöneltilmiş olarak doğru olma hususunda
da kulun dilemesinin Allah'ın dilemesiyle beraber olduğunu hatırlatmaktır.
Bununla beraber, ey insanlar, veya ey doğru yolda olmayı dileyenler! Siz o
doğru yolda olmayı başka bir sebep ve suretle dilemiyorsunuz, ancak Allah'ın
onu dilemesiyle, yani sizin dilemenizi dilemesi, irade etmenizi irade etmesiyle
diliyorsunuz.
O halde doğru
yolda olmayı başaranlar başarıyı kendilerinden bilmemeli, bunu Allah'ın lütuf
ve ikramından bilmelidirler.
Yahut, siz
hiçbir takdirde o dilemeyi kendi kendinize yapamazsınız, o doğru yolda olmayı
dileyemezsiniz. Ancak Allah dilediği, yani sizin dilemenizi istediği takdirde
dilersiniz, yaparsınız.
Bu iki mânânın
ikisinden de elde edilen netice şu olur: Allah'ın iradesi olmayınca sizin
ne iradeniz olur, ne muradınız, ne doğru yolda olmanız, ne de öğüt almanız.
Bunların hiçbiri meydana gelmez. Çünkü Allah âlemlerin Rabbidir. Onun mülkünde,
o istemedikçe hiçbir şey olamaz. Onun için doğru yolda olmayı isteyenler de
buna muvaffak olmayı kendi iradelerinden bilmemeli, Allah'ın lütuf ve ikramından
bilmelidirler. İşte sözün akışına göre bu âyetin zikir olmasının faydası budur.
Görülüyor
ki bu mânâlarda "sizden doğru yolda olmayı isteyenler için" karinesiyle, "siz
dilemezsiniz" âyeti, "siz doğru yolda olmayı dilemezsiniz" şeklinde; "Allah
dilemedikçe" âyeti de "Allah sizin dilemenizi dilemedikçe" diye tefsir edilmiştir.
Ebu's-Suud, demekle daha ince bir mânâ ifade etmiştir. Yani, "Siz doğru yolda
olmayı gerektirecek bir dileme ile hiçbir vakit dileyemezsiniz.".Ancak Allah
o dilemeyi istediği vakit dilersiniz. Çünkü Allah'ın dilemesi olmayınca sizin
dilemeniz doğru yolda olma neticesinin gerçekleşmesini gerektirmez." demiştir.
Gerçekte Allah irade etmeyince kul irade edemez. Fakat Allah kulun irade etmesini
irade etmekle onun muradını da irade etmiş olması gerekmez. İnsan bir şey
elde etmek ister de muradını elde edemeyebilir. Niceleri doğru gitmek ister
de başı döner, düşer. O vakit Allah onun irade etmesini irade etmiş, fakat
irade ettiği şeyin meydana gelmesini istememiş olur. Zira Allah kulun irade
etmesini irade etmese idi, o irade edemezdi. Eğer muradını yani istediği şeyin
meydana gelmesini isteseydi o şey meydana gelirdi. Demek ki Allah'ın dilemesi,
istenilen şeyin olmasını gerektirici, fakat kulun dilemesi, Allah dilemedikçe
istenilen şeyin olmasını gerektirici değildir. Burada doğru yolda olmayı dilemekten
murat, bunun meydana gelmesi olduğu için, onun olmasını gerekli kılmayan dileme,
bahis konusunun dışında ve hükümsüz olacağından "siz dilemezsiniz" den murat
da istenilen şeyin olmasını gerektiren dileme olmalıdır.
Şu halde böyle bir kaydın özeti, kulun hem iradesinin hem de irade ettiği
şeyin meydana gelmesi için ikisinin de Allah'ın iradesine bağlı olmasının
şart olduğunu anlatmaktır. Çünkü doğru yolda olmak isteyenlere onları buna
ulaştırmayan neticesiz bir dileme ile lütufta bulunmanın mânâsı olmaz. O lütuf,
ancak doğru yola varmaya muvaffak olmaları durumunda faydalı olmuş olur.
Şu halde
"Allah dilemedikçe" âyeti mutlak görünmekle beraber metinde anılmayan bir
mef'ûl (tümlec)ü vardır. Böyle bir mef'ûlün olup da zikredilmediğini gösteren
karine fiilin müteâddi (geçişli) olması bu zikredilmeyen mef'ûlün ne olduğunu
gösteren karine de "siz dilemezsiniz" âyetidir. Dolayısıyla mânânın, "Allah,
sizin dilemenizi dilemedikçe" demek olduğu kuşkusuzdur. Bu da hem dilemeyi
hem de onun mef'ûllünü kapsamış olmak için anılan dilemenin, dilenen şeyin
olmasını gerektirici olması, sözün akışının gereğidir, daha düşün "Siz dilemezsiniz"
fiili de aynı şekilde müteaddi olduğu için bir mef'ûlü (tümleci)nin bulunması
gerekir. Bu tümleç de daha önce geçenlerden anlaşıldığına göre "doğru yolda
olmak"tır. Ancak hitap herkese olduğuna göre, bunda daha genel olarak "herhangi
bir şey" yani "herhangi bir şeyi dileyemezsiniz" mânâsı ihtimal dahilinde
olduğu gibi, fiili lâzım (geçişsiz) fiil yerine koymak suretiyle yani, "siz
hiçbir dileme yapamazsınız" demek olma ihtimali de vardır. Bu durumda ise
doğru yolda olmak mânâsı üzerinde minneti ifade için yaklaştırma, tamam olmak
üzere bunun bir büyük önerme mevkiinde bulunması ve dolayısıyla "doğru yolda
olmayı dilemeniz de ancak Allah'ın dilemesiyledir" diye örtülü bir dallandırma
daha gözetilmesi gerekir. Birinci izah şeklinde ise buna ihtiyaç kalmamış
olacağından doğrudan doğruya "siz doğru yolda olmayı dileyemezsiniz" diye
anlamak daha kestirme ve daha iyi olmuş olur. Onun için araştırmacı âlimler
bizim söylediğimiz gibi hep bunu tercih etmişlerdir.
Bununla beraber
hitap genel olmak için fiili lâzım (geçişsiz) fiil yerinde veya "siz hiç bir
şey dileyemezsiniz" şeklinde bir büyük önerme olmasını tercih edenler de olmuştur.
Çünkü bu durumda Allah'ın dilemesi olmadıkça kulun hiçbir dilemesinin olamıyacağı
açık seçik ve ibare ile ifade edilmiş olur ki, bu da Ehl-i Sünnet'in tam görüşüdür.
Doğru yolda olmayı dilemesiyle kayıt altına alındığı takdirde ise, bu büyük
önerme ibare yoluyla değil, delalet yoluyla anlaşılmış olacaktır. Bu zahirî
mânâya daha uygun gibi görünürse de beyan ettiğimiz şekilde doğru yolda olma
siyakına takribinde bir mukaddimeye daha muhtaç olacağından dolayı asıl söylenecek
şeyden uzaklaşmaktır.
Bundan başka
bazıları bu "siz dileyemezsiniz" şeklindeki mutlak mânâyı bir zorlama düsturu
gibi saymışlar ve mutlak olarak kulun dilemesinin olmadığını söyleyerek yalnız
Allah'ın dilemesinin bulunduğunu göstermek istemişlerdir. Fakat bu hiç doğru
değildir. Zira istisna-i müferrağlarda hüküm istisnâdan sonra olduğu için
burada kulun dilemesi tamamen yok sayılmış değil, Allah'ın dilemesi olmadıkça
hiçbir dilemenin olmayacağı belirtilmiştir. Allah'ın dilemesi ile kulun da
dileyebileceği ve hatta istediğinin olmasını gerektirecek bir dilemeye sahip
olduğu gösterilmiştir. Nitekim "sizden doğru yolda olmayı isteyen için" sözünde
de kulun dilemesinin olduğu açıkça görülmektedir. Burada, olsa olsa, bir şeyi
yapmaya zorlama değil de "cebr-i mutavassıt" (orta derecede zorlama) denilen
"dilemeye zorlama" düşünülebilir. Bu ise doğrudur. Bununla beraber kulun dilemesi
Allah'ın dilemesine göre olunca, ilâhî irade ne ile ilgili olursa, kulun iradesinin
de o şekilde olması gerekir. Şu halde Allah'ın dilemesi, kulun, iradesinde
serbest olması şeklinde tecelli ederse kul dilemesinde serbest bırakılmış
olacağından cebr-i mutavassıtın da kalkmış olması mümkün olur. Nitekim Maturidiyye
mezhebi bu esas üzerinedir. Kulun irade-i külliyesi yani irade kuvveti yaratılmış
ise de irade-i cüz'iyyesi başkaca bir yaratılışa muhtaç olmıyacak şekilde
itibâri bir emirdir, demekle bunu söylemiştir. Fakat kulun dilemesi Allah'ın
dilemesinden büsbütün ayrı ve ona aykırı olabilecek şekilde serbest ve hür
olduğunu zannetmek de Allah'ın, âlemlerin Rabb'i olduğunu düşünmemektir. Allah'ın
dilemesi dışında hiçbir olay düşünülemez. Onun için kulların kendi tercihlerini
kullanarak yaptıkları fiillerde ne sırf cebir, ne de sırf serbest bırakma
vardır. Aksine kullar için sırf cebir yani zorlama cereyan eden birçok zorunlu
fiiller bulunduğu halde sırf serbestlik yoktur. "Rabbin dilediğini yaratır
ve seçer. Onlar için ise seçme hakkı yoktur."(Kasas, 28/68), "İyi bilin ki,
yaratmak ve emretmek ona mahsustur. O, âlemlerin Rabb'i olan Allah ne yücedir."(A'râf,
7/54). Dolayısıyla insanlar doğru yolda olmayı dileyerek hakkı ve doğruyu
aramalı ve böylece bu zikirden yararlanmalıdır. Fakat doğru yolda bulunmaya
muvaffak olanlar da bu başarıyı Allah'tan bilmeli ve yüce Allah'ın, vermiş
olduğu dilemeyi kaldırıp yok edebileceğini de unutmamalı, "sizden doğru yolda
olmayı dileyenler için" buyrulmakla, "madem ki iş bizim dilememize bırakılmıştır,
o halde biz her ne dilersek hak ve doğru olur" zannına düşmemeli, dilemeleriyle
sorumluluğun kendilerine ait olduğunu daima hatırda tutmalıdır.
Alûsî'de Süleyman
b. Musa ve Kasım b. Muhaymire'den şöyle rivayet olunmuştur: âyeti inince Ebu
Cehil: Demek ki iş bize bırakılmıştır. Dilersek doğru yolda oluruz, dilersek
olmayız." demişti. Bunun üzerine âyeti indi. Buna göre de bu âyet, cebrin
olduğunu göstermek için değil, tamamen serbest bırakmanın olmadığını göstermek
suretiyle doğru yolda olmayı Allah'tan dilemeye teşvik akışı içinde inmiştir.
Korkutmaya ve dileme mecburiyetine delaleti işaret yoluyladır. Bu iki özellikte
yine aşağıda olduğu gibi açıklanacaktır.