102-TEKASÜR Suresi Tefsiri:
1-2.Oyaladı
sizleri. "Elhâ" kelimesi "levh"den if'al babındandır. "Vav" dördüncü harf
olarak vahi olduğu için "yâ"ya çevrildiğinden "elif", "yâ"dan değişmiş olarak
yazılır. Eğlence demek olan "levh"in aslı gaflet olduğundan "ilhâ" eğlemek,
boş bir şey ile aldatarak ve meşgul ederek oyalamak, işinden alıkoymaktır.
Tekâsür, çokluk
kuruntusu, gururu, iddiası. "Kesret"den tefaül babından. Biz çoğuz, hayır
biz çoğuz diye birbirleriyle çokluk yarışı, çokluk gösterisi etmek, çokluk
sevdası veya çokluk açıklaması ile kuruntuya düşmek, öğünmektir ki, dünyalıların
genellikle kapılıp aldandığı bir gurur hâlidir. Neyin çokluğu ve neden alıkoyduğu
açıkça belirlenmeyerek "ilhâ" (oyalama) ve "tekâsür" (çokluk kuruntusu) mutlak
zikredilmiştir. Zira makamın gereğine göre zihin, muhtemel olan her şeyi anlayabilmek
bakımından mutlak getirmenin bir şümullü belagati vardır. Bununla beraber
manen bir kayda bağlamaya delalet eder karine de yok değildir.
Birinci olarak
"ilhâ", oyalamak, meşgul olunması gereken gerçek maksatdan ve mühim olan iş
ve görevden eğleyip alıkoymak demek olduğu ve bundan önceki sûrede "kâria"
(kıyamet) ve "mizan" (tartı) zikredilmiş bulunduğu gibi, bundan sonra da kabirler
zikrolunacağı için "ilhâ", gerek vacib ve gerek mendub olan görevlerden ve
işlerden, insanın hakikaten işine yarar kasdettiği, maksadı olması gereken,
zikir, marifet (bilgi), tefekkür, düşünme, şükür, taat ve ibadet gibi mühim
işlerden alıkoymak; "Tekasür" de, buna karşılık ahirette işe yaramayacak,
o kıyamet günü ameller tartılırken tartıda ağır basmayacak, o kızgın ateşten
korumayacak ve bundan dolayı geçici dünyada insanı aldatıp ahirete yalnız
hesap, sapıklık, azap bırakacak olan gurur metâı şeylerin çokluğuyla öğünmek
olacağı anlaşılır ki, Hadid Sûresi'ndeki "Muhakkak dünya hayatı bir oyun,
eğlence, sûr, kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır." (Hadid,
57/20) âyetinin mefhumu demektir. Nitekim Buhârî'de, İbnü Abbas'dan, "mal
ve evlatda çokluk gururu" denilmiştir.
İkinci olarak:
de "Elif-lâm" ahd için olarak nüzul sebebindeki mânâya işaret olur. Bunda
ise bir kaç rivayet vardır: Bir çok tefsircinin zikrettiğine göre Abd-i Menaf
oğulları ile Sehm oğulları, hangimiz daha çoğuz diye birbirlerine karşı öğünmüşlerdi.
Abd-i Menaf oğulları çok geldi, bunun üzerine Sehm oğulları, bizi dediler,
cahiliye devrinde zulüm yok etti, haydin hem sağ olanlarımızı, hem ölmüş bulunanlarımızı
sayışalım! Bunda da Sehm oğulları çok geldi, bu sûre bunun üzerine indi. Bazı
rivayette de kabirlere kadar gittiler. İbnü Ebî Hâtim'in Ebu Büreyde'den bir
nakline göre de: Ensar kabilelerinden Hârisoğulları ve Harsoğulları karşılıklı
öğüşmüş ve çokluklarıyla böbürlenmişler. Bir taraf: "Bizde filan ve filan
gibiler var" demiş, diğerleri de öyle demişler. Böyle dirileriyle ögünüştükten
sonra, "haydin kabirlere gidelim" demişler. Varmışlar, bir taraf kabirlere
işaret ederek: "sizde filan filan gibiler var mı?" demiş, diğerleri de o şekilde
karşılık vermişlerdi, bunun üzerine nazil oldu, demiştir. Bu iki rivayete
göre demek nüzul sebebi, ölülerle bile öğünecek derecede aded ile çokluk gururudur.
Bu mânâda olan çokla öğünmeler de delalet bakımından buna katılmak gerekir.
Ancak birincide bilfiil kabirlere kadar gidilmemiş, sadece kabirlerde bulunan
ölülerin adları ve adedleri anılarak ögünülmüştür. Diğerinde ise bilfiil kabirlere
kadar da gidilmiştir. Bir de Ensar Medine'de olduğu için, bununla sûrenin
Medenî olduğuna delil getirilmiştir. Önceki ise meşhur olduğu vechile Mekkî
olduğunu gösterir.
Bunlardan
başka İbnü Cerir ve Âlûsî'nin kaydettiği üzere Buharî, Übeyy b. Ka'b (r.a.)
den rivayet eylemişlerdir. Demiştir ki: Biz şu: "Âdemoğlunun iki vadi malı
olsa üçüncü bir vadi daha isterdi, Ademoğlunun karnını ancak toprak doldurur,
sonra Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder." kelâmını Kur'ân'dan görürdük,
sonuna kadar nâzil oldu. Tirmizî ve İbnü Cerir, Abdullah b. Şihhir'den rivayet
etmişlerdir ki: Anılan zat, Peygamber (s.a.v)in huzuruna varmış, Resulullah
okuyormuş, buyurmuş: "Ademoğlu, "malım, malım" der. Halbuki malından sana
ancak sadaka verip geçirdiğin, yahut yeyip tükettiğin, yahut giyip çürüttüğünden
başka ne var?" Tirmizî, "bu hadis hasendir, sahihtir" der. İbnü Cerir de der
ki: Resulullah'ın okuyup da akabinde öyle buyurması, çoklukla öğünmenin, mal
öğünmesi olduğuna işaret eder. İşte bu rivayetlerden dolayı tefsircilerin
bir kısmı önceki rivayetlere göre bu çokla öğünmeden maksad, adet çokluğuyla
öğünme olduğunu kabul etmişler; bir kısım da sonraki rivayete göre mal çokluğu
ile öğünme olduğuna kani olmuşlardır. Öncekiler nüzul sebebi olmakta açık
olduğu gibi, sonraki de Resulullah'dan gelen sahih bir tefsir olduğu cihetle
Buhârî'nin de işaret ettiği vechile ikisini de cem etmek âyetin mutlak oluşuna
daha uygun ve birinci olarak beyan olunan açıklamaya ve Hadid Sûresi âyetine
de uymaktadır. Şu halde bundan bütün her şeyde çokluk yarışının kötülenmiş
olması lazım gelmez, çokluğuyla öğünülecek şeyler de vardır.
Râzî de der
ki: "Âyet, çokla gururlanmanın ve öğünüşmenin dinde kötülenmiş olduğuna delalet
ediyor. Akıl da, hakiki saadet de çokla gururun ve öğünmenin kötülenmiş olduğuna
delalet eder. Hz. Abbas'ın su işleri elinde olmasıyla öğünmesi ve Şeybe'nin
Kâbe'nin anahtarı elinde olmasıyla öğünmesi üzerine Hz. Ali: "Ben kılıcımla
küfrün hortumunu kestim, küfür müsle (yani burnu, kulağı kesik) oldu da, siz
müslüman oldunuz." demişti, bu onların gücüne gitmişti. Bunun üzerine Tevbe
Sûresi'nde "Hacılara su verme ve Mescid-i Haram'ı onarma işini yapanı, Allah'a,
ahiret gününe inanan ve Allah yolunda cihad edenle bir mi tuttunuz?" (Tevbe,
9/19) âyeti nazil oldu diye gelen rivayet de bu cümledendir. "Ve Rabb'inin
nimetini anlat." (Duhâ, 93/11) âyetinin tefsirinde de insanın başkaları tarafından
kendisine uyulacağını sandığı takdirde itaat ve güzel ahlâk ile nimeti anmak
üzere iftihar etmesi caiz olduğuna dair söz geçmiştir. Şu halde sabit olur
ki: Dinde kötülenen mutlak çoklukla gururlanma değildir. Belki ilminde, taatte,
güzel ahlâkta çokla gururlanmak öğülmüştür ve hayırların aslı odur. Onun için
'deki elif-lâm istiğrak için değil, ahd-i sabık (geçmiş ahd) içindir ki, o
da dünya lezzetleri ve ilgileriyle çok öğünmedir. Çünkü Allah'a itaat ve kulluktan
alıkoyan odur. Bu cihet, akıllarda karar kılmış ve dinlerde üzerinde ittifak
edilmiş olduğu cihetle çokluk üzerinde öğünmeye harf-i tarif getirilmesi güzel
olmuştur. Biz de şunu ilave edelim ki: Hayırlarda yarışma, musabaka yalnız
caiz olmakla kalmaz, aynı zamanda "yarışın" emirleriyle emredilmiş olduğunda
da şüphe yoktur. "Hayırlarda yarışınız."(Bakara, 2/148; Maide, 5/48) emir;
"Yarışanlar, bunun için yarışsınlar." (Mutaffifin, 83/26) teşvik etmektir.
Râzî'nin akıldan maksadının da bu gibi nass (kesin dini delil)ların delaletleri
olması gerekir. Bununla beraber hayırlar ve itaatlardaki çokluk yarışında
da Allah için iyilik etmek, ihlas ve nimetleri anma halleriyle gösteriş ve
kibir tarzında gurur ve öğünüşmeyi ayırmak, "Allah'ın size verdikleriyle şımarmayınız."
(Hadid, 57/23), "Muhakkak Allah, kurumlu, böbürlenen insanları sevmez." (Nisa,
4/36) gibi yüce âyetlerin mefhumlarını unutmamak lazım gelir. Zira hayır ve
güzel amellerin güzelliği ve tartıda ağır gelmesi yalnız adedlerindeki çokluğundan
dolayı değil, daha çok niteliklerindeki samimiyet ve ihsan iledir. "De ki:
'Murdarla temiz bir olmaz. Murdarın çokluğu hoşuna gitse de." (Maide, 5/100)
buyurulmuştur. Burada kötülenmiş olan çokla gururlanmak da o gibi güzel amellerden
alıkoyan ve içeriğinde bir çeşit oyun bulunan gururlanmadır. Bunun nihayet
kabre gidinceye kadar aldatan öyle dünyevî şeylerle ilgili gururlanma olduğuna
şu da delalet eder. Ta kabirleri ziyaretinize kadar. Buna üç mânâ verilmiştir:
Birincisi:
İlk zikrolunan nüzul sebebi rivayetlerine göre: Tekâsür (çokla gururlanma),
çokluk davasıyla gurur ve iftihar sizleri öyle oyaladı, Allah'a itaat ve gazabından
korunmak için yapılacak kârlı işlerinizden öyle alıkoydu ki, dirileri bitirdiniz
de, hatta kabirlerdeki ölüleri saymaya, onlarla iftihar etmeye kadar gittiniz.
Halbuki kabirleri ziyaret edenlerin çoklukla gururlanması, ölülerle öğünüp
sevinmesi değil, onlardan ibret alarak gafletten uyanması ve o kızgın ateşten
kurtulmak için tartıda ağır basacak güzel amellere çalışmaları gerekir, demektir.
Bu şekilde birinci rivayete göre, kabirleri ziyaret, ölüleri, saymakla öğünmekten
mecaz veya kinaye olmuş olur ki Keşşaf sahibi bunu tercih etmiştir. İkinci
rivayete göre ise mecaz ve kinayeye ihtiyaç yoktur. İkisinde de ve fiilleri
hakikati üzere mazi (geçmiş zaman) mânâsınadırlar. Onun için tefsircilerin
çoğunluğu, âyetin zahiri, önceki rivayetler gereğince vaki olanı sayı bakımından
çoklukla öğünmeye ve iftihar etmeye daha çok uyduğunu söylemişlerdir. İbnü
Cerir'in rivayet ettiği vechile Katâde şöyle demiştir: "Biz, felan oğullarından
çok çokluğuz, biz felan oğullarından daha öndeyiz." diyorlar ve halbuki her
gün sonlarına kadar düştükçe düşüyorlardı. Vallahi hep böyle gittiler, sonunda
hepsi kabir ehli oldular". Şu halde bu mânâda olan diğer boş yere çoklukla
öğünme ve iftihar etme gururları bundan ibare ile değil, delaletle anlaşılmış,
bundan sonraki zecri (zorlama) de bu sebeple yapılmış olur.
İkincisi:
Tekâsür, yani dünya hırsı, mal, evlat ve adet çokluğuyla öğünme sevdası sizleri
öyle gaflete düşürdü, eğledi, oyaladı ki, kabirlere gittiniz, ölüm anına kadar,
yani canlarınız çıkıncaya kadar ömürlerinizi öyle dünyayı tutmak için sarfettiğiniz,
boşuna eğlence ile geçirdiğiniz, akıbetiniz, ahiretiniz için gayret ve amelde
bulunmadınız. Sadece mal ve evlat çoğaltmayı düşündünüz. Nihayet ölüm haline
geldiniz, ölmek, gömülmek üzere bulunuyorsunuz. Ey öyle olan gafiller! Sizler
kendinizi kurtaramayacaksınız, cehennemi boylayacaksınız, demektir. Bu şekilde
kabir ziyareti ölüm halinden eya ölümden ibaret olur. Nitekim bu mânâda Ahtal
şöyle demiş:
"Bu sene,
hiç bir dost on gece rahat kalamayacaktır.
Ya, yara sargısının
acısını tatmıştır, yahut bir kabri ziyaret edecektir".
("Halil" kelimesi
noktalı veya noktasız; "aşr" kelimesi, "ayn"ın fethası veya kesresi olmak
üzere iki rivayet vardır).
Cerir de ona
şöyle demiştir:
"Ebu Malik
kabirleri ziyaret etti,
Fakat onları
ziyaret edenlerin en alçağı oldu".
Üçüncüsü:
Tirmizî, İbnü Cerir ve İbnü Münzir ve daha bazıları Hz. Ali kerremallahu vechehudan
rivayet etmişlerdir: Demiştir ki: "Biz kabir azabı hakkında şüphe eder dururduk,
ta nazil olana kadar". Demek ki "kabir azabını tadıncaya kadar" demektir.
Yahut bu mânâya işaret etmekte ve bunun özellikle çok öğünmek kendilerini
oyalamış olanlarla ilgisini göstermektedir. Çünkü o hırslı kâfirler kabre
girdikleri veya girecekleri gün o gafletten uyanacak, bütün ömürlerince çoğaltmak
için oyalandıkları gelip geçici şeylerden ayrıldıklarını ve yalnız vebalini
yüklenip kaldıklarını göreceklerdir. Bu iki vecihte kabre girince o oyun ve
çokla gururlanmanın kalmayacağına işaret edilmiş olur. Ve (ziyaret ettiniz)
ya muzari (şimdiki veya gelecek zaman) mânâsında olup gerçekleşmesinin kesin
olmasından dolayı mazi (geçmiş zaman) kipiyle ifade edilmiştir. Yahut geçmişte
ölmüş olanlar üstün getirilmiş veyahut çokla öğünme hırsı yüzünden ölmek üzere
bulunanlar veya fertlerin çokla gururlanma hırsı ile yıkılmaya yüz tutmuş
olan kavim kabre girmek, kabir azabı çekmek hâlinde tasvir edilmiş demek olur.
Hatta takdirinde olarak masdar ile tevil edilmiş, yani ziyaretimize kadar
demek olduğu için, zaman mânâsından soyunmuş de olur. Tamamen mazi mânâsını
muhafaza etmek üzere Ebu Müslim, Allah Teâlâ bu sûreyi kıyamet günü kâfirlere
serzeniş olarak söyleyecek, demişse de "Hayır, eğer kesin bilgi ile bilseniz."
hitabı bu mânâya pek yakışmaz. Kıyamette değil, dünyada ve kabirde bir hitap
olmasını gerektirir.
Hikâye olunur
ki, Arabinin birisi bu âyeti işittiği zaman şöyle demiştir: Kâbe'nin Rabbine
yemin ederim ki kavim kıyamet için diriltilecek, çünkü "zair" (ziyaretçi)
kelimesi munsariftir mukim değildir. Ömer b. Abdilaziz hazretlerinden de şöyle
rivayet olunmuştur: Ziyaret eden kimse muhakkak dönecek, ya cennete, ya cehenneme
gidecektir, demiş. Ziyaretçinin ziyaret yerinde, çok durmaması da gerek olduğu
için denilmiştir ki, bunda ölülerin kabirlerde pek çok durmayacağına da işaret
vardır.
Yukarıdaki
izahattan anlaşılacağı üzere âyette ün de nın da gayesi olması muhtemeldir.
Öyle varlıkla gururlandınız ki, hatta kabirleri ziyaret ettiniz, ölülerle
öğündünüz, yahut öyle oyaladı, eğlendirdi ki, ölülerle öğünmek üzere kabirleri
ziyaret ettiniz. O derece eğlendiniz, yahut ölünceye, ölecek hale gelinceye,
kabir acısını tadıncaya kadar eğlendiniz, demek olabilir. Önceki nüzul sebebi
rivayetleri birinci ve ikinciye, sonraki de sonrakine uygun olur. Öncekilerde
gaye mugayya (gaye edinilen)da dahil olarak kabir ziyareti malla öğünmenin
ve oyalanmanın en yüksek sırrı demek olur. Sonrakinde ise gaye, mugayyadan
hariç olup, kabre gidilmekle malla öğünme ve oyalanma sona ermiş, kalmamış
olur. Âyetin zahirine en uygun olan da öncekilerdir. Bu ise kabir ziyareti
çok öğünmenin, oyalamanın son derecesi olmak itibarıyla kötüleme ve yasaklanmasını
ifade eden bir azarlama demektir. Fakat bu kötüleme ve yasaklama mutlak değil,
mezarlar ve mezardakilerle öğünme, gururlanma ve oyalanma mahiyetinde olmak
kaydiyle kayıtlanmıştır. Şu halde böyle olmayanlar bu hükme dahil olmaz, mefhum-i
muhalif (tersine anlayış)de kalmış bulunur ki, bunun da kısaca hükmü burada
sunulmuş olmak veya gayenin mefhumu ile amel edenlere göre caiz olmaya işaret
etmektir. Susularak geçildiği takdirde de ahireti hatırlamak, düşünmek hikmetiyle
meşru oluşu nebevî hadis ile beyan olunmuştur. Zira Ebu Davud'un rivayet ettiği
vechile "Size kabir ziyaretini yasaklamıştım. Kabirleri ziyaret edin, çünkü
o ahireti hatırlatır.", daha yaygın olan diğer bir lafızda "Size, kabir ziyaretini
yasaklamıştım, haydi onları ziyaret edin, çünkü o size ahireti hatırlatır."
buyurulmuştur. Gerçi bu hadis mütevatir olmadığı için âyeti ne tahsis, ne
takyid, ne de neshedemez. Onun için bunda söylenen yasaklama, âyetteki yasaklamadır,
denemez. Fakat âyetin sustuğu veya mücmel olduğu noktaları beyan eder. Ve
önce kabir ziyaretinin Peygamber tarafından yasaklanmış olduğunu da haber
verir. Bundan dolayı Fahreddin Razî, bu âyetin mânâsını açıklarken der ki:
"Bununla Allah Teâlâ onları nefislerinden hayrete düşürüyor ki şöyle demek
gibidir: Siz ne büyük şaşkınlık ediyorsunuz! Farzediniz ki siz ölülerinizle
daha çoksunuz, fakat ondan ne çıkar, size onun ne faydası olur? Zira ziyaret
bir yere gitmektir, bu ise bir çok maksatlarla olur, onların en önemlisi ve
uymaya en layık olanı kalbi inceltmek ve dünya sevgisini silerek ahireti düşünmektir.
Çünkü kabirleri seyretmek onu meydana getirir. Nitekim Peygamber (s.a.v.)
"Size kabir ziyaretini yasaklamıştım, haydi onları ziyaret edin, çünkü o size
hatırlatmadır." buyurmuştur. Sizler ise onun aksini yaptınız, kalp sıkıntısı
ve dünya sevgisine dalarak kabirleri ziyaret ettiniz. İşte önerme böyle tersine
olduğu için Allah Teâlâ da bunu hayrete düşürme makamında zikretti". Yine
bu mânâdan dolayı denilmiştir ki: Bu âyet geçmişlerle çokluk taslamak ve onunla
öğünme ve gururlanmak için kabir ziyaretini çok yapanları uyarmaktır. İbret
almak ve ahireti düşünmek için ziyaret edenlere değil. Nitekim diye başlayan
Ebu Davud hadisi onun meşru olduğuna işaret eder. Bu söz doğrudur. Zira âyet,
kabir ziyaretini mutlak olarak kötülemiş, çokla öğünme ve gururlanma suretiyle
ziyaretleri kötülemiş ve azarlamış, diğer ciheti gayenin mefhumu ile sessiz
bırakmış, onun da ahireti hatırlatmak için olanlarını hadis meşru kılmıştır.
Fakat gariptir ki Âlûsî buna "Şüphe yok ki, âyetin bundan uzak olduğu açıktır."
diye âyetin ilgisi olmadığını söyleyerek itiraz etmiş, sonra da kısmen tasdik
ederek: "Evet mezardaki ile öğünmek veya ziyaret ile gururlanmak için kabir
ziyaretinin kötülünmesinde söz yoktur. Nasıl ki mutasavvıflara nisbet iddia
eden cahillerden bir çokları, şeyhlerin (Allah onlara rahmet eylesin) kabirlerini
ziyaretle öyle yapıyorlar, onunla beraber taat itikad ettikleri birtakım kötülükler,
yol diye tuttukları birtakım çirkinlikler ve daha ne işler yapmaktadırlar
ki onlara satırların sineleri dar gelir." demiştir.
Görülüyor
ki kendisi de kabir ziyaretini kötülemeyi, öğünme ve gururlanma ile kayıtlamış,
sonra da onu bir takım kötülükler ve şerler işlemesine alet eden cahillere
şiddetle hücum etmeye fırsat bularak, kabir ziyareti öğütlenme ve hatırlama
için de olsa caiz değilmiş gibi ileri gitmiştir. Maksadı hadisin delalet ettiği
ibret ve hatırlatma hikmetiyle meşru olan ziyareti inkâr değil, mefhum-i muhalif
(zıt kavram) geçerli olmamak bakımından âyetin suskun olduğunu ve asıl söylenmesi
kötülenmiş olan ziyaretleri kınama yönünde bulunduğunu söylemek olacaktır.
Fakat bu münasebetle hadisin işareti ile meşruluk yönünü de açıklamış olan
önceki sözü eleştirmesi doğru değildir. Gerçekte şeref ve şan ile gitmiş büyük
geçmişlerin, babaların ve dedelerin iyiliklerine ve olgunluklarına varis olmayan,
onların hayır ve haseneleriyle ahlakî faziletlerini daha ileriye götürmek
için kendilerinde yaşatmayan, onların hayat ve akıbetlerini düşünmekle ibret
almak, o şekilde kendisinin sonunu düşünmek istemeyip de sadece onların isim
ve şanlarıyla öğünmek, ölmüşlerin çokluğuyla gururlanmak, çürümüş kemikleriyle
övünmek, gömülmüş bulundukları kabirleri çiğneyerek üzerlerinde düğün ve eğlence
yapar gibi ciciler bicilerle eğlenmek, yanı başında aç kalan komşusunu düşünmeyip
de kimseye faydası olmaz, israftan başka ad verilmez masraflar bile yaparak
gösteriş için kabir ziyaretlerine gidenlerin, kabir ziyaretini ters gayelerle
kötüye kullanmış, çokla öğünmek kendilerini sapıtmış, tamamen "çoklukla öğünmek
sizi kabirlere varıncaya kadar oyaladı" âyeti mânâsında dahil, kötüleme ve
kınamasına layık olduklarını hatırlatmak doğrudur. Fakat kabir ziyaretinin
meşru olan yönü yokmuş ve bu âyette ondan bahsetmek münasebet almazmış gibi
zannettirmek doğru değildir. Fıkıh kitaplarında kabir ziyaretinin dine uygunluğu
ve adabı hakkında bahis vardır. Bu cümleden olarak "Dürrü Muhtar"da: "Kabir
ziyaretinde bir sakınca yoktur, isterse kadınlar için olsun. Çünkü "Size kabir
ziyaretini yasaklamıştım, haydi onları ziyaret edin." hadisi vardır" İmdaa,
Mücteba, Bahir ve Redd-i Muhtar'da: "Doğrusu hadiste emrolunduğu için mendubdur".
"Redd-i Muhtar"da: "Her hafta ziyaret olunur, en faziletli olan Cuma, Cumartesi,
Pazar, Pazartesi, Perşembe günleridir". "Fethu'l-Kadir"de: "Sünnet olan, ayakta
duadır. Nitekim Peygamber (s.a.v) Bakıa çıktığında öyle yapıyordu ve diyordu
ki: "Selam sizlere müminler kavminin yurdu, biz de -inşâ Allah- sizlere katılacağız."
"Şerh-i Lübab" da: "Ziyaretin adabındandır. Ziyaretçi âlemin baş ucundan değil,
ayak ucundan gelir, fakat bu mümkün olduğu takdirdedir. Yoksa Peygamber (s.a.v.)
bir ölünün başı ucunda Bakara Sûresi'nin baş tarafını, diğer bir ölünün ayak
ucunda da sonunu okumuş olduğu sabittir. Edeplerinden biri de sahih olan lafzıyla
selam vermektir, "aleykümüsselam" değil. Zira şöyle varid olmuştur: "Selam
sizlere müminler kavminin yurdu, biz de -inşâ Allah- sizlere katılacağız,
bizim ve sizin için Allah'dan afiyet dileriz". Sonra ayakta dua eder, oturursa
hal-i hayatındaki derecesine göre uzak veya yakın oturur ve Kur'an'dan kolayına
geleni okur. Bu cümleden olarak Fatiha'yı ve Bakara Sûresi'nin başını e kadar
ve Âyetül'kürsi ve Âmenerresulü, Yasin Sûresi, Mülk Sûresi, Tekâsür Sûresi
ve on iki yahut onbir yahut yedi yahut üç kerre İhlas Sûresi, okuyabildiğini
okur, sonra "Allahım, okuduğumuzun sevabını felana veya onlara ulaştır." der.
Gerek kırâat ve gerek diğer amellerden ölüye sevap hediye edilmesi hakkında
"İbnü Abidin"de geniş bilgi vardır. Özeti: Hac Ani'l-Gayr (Başkası adına haccetme)
bahsinde âlimlerimiz açıkça söylemişlerdir ki, insan namaz, oruç sadaka veya
diğer amelinin sevabını başkasına yapabilir. (Hidaye). Hatta "Muhit"den naklen
"Tatarhaniye"nin Zekât bahsinde: Sadaka veren için en faziletli olan bütün
mümin erkek ve kadınlar için niyet etmektir. Çünkü o onlara ulaşır, kendi
sevabından da bir şey eksilmez. "Bahir" de: Bir kimse namaz kılsa veya oruç
tutsa veya sadaka verse de sevabını gerek yaşayanlardan ve gerek ölülerden
başkasına yapsa caiz olur. Ve sevabı, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'e göre onlara
ulaşır. (Bedayî). Hafız İbnü Teymiyye, kırâet savabının Peygamber (s.a.v.)
hazretlerine hediye edilmesini yasaklamak istemiş, çünkü onun yüksek şanına
ancak onun izniyle cür'et edilebilir, o ise ona salevat getirmek ve onun için
vesile istemektir, demiş. Sübkî ve daha diğerleri ise bu gibi hususlarda özel
izne ihtiyaç olmadığını İbnü Ömer'den ve daha başkalarından misal göstermekle
beyan ederek onu reddetmişlerdir.
İmâm-ı Âzam,
İmam Ebu Yusuf'a "Vasiyetname"sinde şöyle demiştir: Sultanından ilme uygun
olmayan bir şey gördüğün zaman, onu kendisine itaatinle beraber an, çünkü
onun eli senin elinden kuvvetlidir. Ona, "Ben senin sultan olduğun, başkaları
üzerinde otoriteyi haiz bulunduğun şeyde sana itaat ediciyim. Ancak gidişatında
ilme uygun olmayan bir şey arzedeceğim." dersin. Bunu sultanın yanında bir
kerre yaparsan yeterlidir. Zira üzerine düşer ve devam edersen belki sana
kahrederler. Bu da dinin yıkımı olur. Şayet senin dininde ciddiliğini ve iyilikleri
emretmekteki hırsını anlamak için onu bir iki kerre yaparsa, bir kerre daha
yaptığı zaman yanına sen yalnızca gir ve dinde öğüt ver. Eğer bid'at ehli
(sapık mezheb sahibi) ise, sultan da olsa, onunla tartış, Allah'ın Kitabı'ndan
ve Resulullah'ın sünnetinden bildiklerini söyle. Kabul ederse ne âlâ, etmezse
artık seni ondan korumasını Allah Teâlâ'dan dile ve ölümü an. Üstadın ve kendilerinden
ilim aldığın kimseler için bağışlanmalarını dile ve Kur'ân okumaya devam et,
kabirleri, şeyhleri ve mübarek yerleri çok ziyaret et.
Hep bunlar,
kabir ziyaretinin de meşruluğunu, hikmetini, zamanını, usul ve edeplerini
göstermektedir. Dikkate şayandır ki bunlarda ölülerden bir şey istemek, "yetiş
ey felan" gibi yardım istemek yoktur, ancak selam vermek "Allah'tan bize ve
size afiyet dileriz." gibi gerek diriler ve gerek ölüler hakkında selamet
ve afiyet için Allah'a dua etmek ve Kur'an okuyup sevabını hediye etmek ve
bilhassa geridekilerin de onlara katılacağını düşünerek kamil iman ile gitmek
için hazırlanmak üzere inşa Allah (Allah dilerse) diye ilâhî iradeye sığınmak
vardır ki, bunun özeti ölülerden birşey dilenmeksizin onlara sadece ruhlarını
şad edecek, Allah katında mertebelerini yükseltecek sevap hediye edip, her
ne dileyecekse Allah'tan dilemek ve bütün kalbiyle ahireti, sonunda o kabirlere
gidileceği ve o kabirlerin deşileceği ve gönüllerdekinin derileceği, insanların
dağılmış çekirgeler ve dağların atılmış boyalı yünler gibi olacağı ve amellerin
tartılıp tartıları ağır basanların razı olan geçime ve hafif gelenlerin kızgın
ateşe ayrılacağı günü düşünüp Allah'a kâmil iman ve güzel amel ile ermek azmini
kuvvetlendirerek, insanları aldatan gurur ve çokla öğünme hırsından sıyrılıp
tartıda ağır basacak hayır işlerle hayatın feyiz ve meyvesini derlemeye çalışmaktır.
Ölenler, Allah katında derecelerine göre ya razı olan geçim veya kızgın ateşe
gitmek üzere Allah'a dönmüş veya döndürülmüşlerdir. Hayatta olanlar da "Kişi
sevdiğiyle beraberdir..." sözü üzere sevdikleriyle haşrolunacaklarından, iyileri
sevenler iyilerle, kötüleri sevenler de kötülerle haşrolunacaklardır. Sevginin
kıymeti de "İnananlar en çok Allah'ı severler." (Bakara, 2/165) âyeti gereğince
Allah için olması ve "De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah
da sizi sevsin." (Al-i İmran, 3/31) emri gereğince Allah için itaatte bulunmak
dolayısıyladır. Yoksa ölenler Allah katında ne kadar iyi olurlarsa olsunlar.
"Onlar bir ümmetti, gelip geçti: Onların kazandıkları kendilerinin, sizin
kazandıklarınız sizindir. Siz, onların yaptıklarından sorulmazsınız." (Bakara,
2/134) âyeti hükmünce, geçmişlerdir. Onların kazancı kendilerine, sizin kazancınız
sizedir, siz onların amellerinden sorumlu olacak değilsiniz. Onun için onlarla
öğünme ve gururlanmanın mânâsı yoktur. "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak
senden yardım bekleriz." (Fâtiha, 1/5) anlaşması gereğince ibadet Allah'a
ve yardım ise ancak Allah'tandır. Allah için halka yardım öğülmüş ve emredilmiş
ise de halktan dilenmek kötülenmiştir. Dirilerden istenmesi caiz olmayan,
şeyleri ölülerden istemenin hiç yakışmayacağı da açıktır. Onlardan faydalanma,
onların O hallerini ve gidişatlarını düşünerek ilmî, amelî eserlerinden ve
güzel gidişatlarını yaşatmak suretiyle ruhaniyetlerinden istifadedir.> Onun
için İbnü Abidin (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) "Redd-i Muhtar"da der ki:
"Veliler, Allah'a yakınlıkta farklıdırlar. Ziyaret edenlerin menfaatleri de,
marifetleri ve sırları oranındadır." Bir insanın bir kitaptan bir proplemini
halletmesi, geçmişlerden bir istifadesi olduğu gibi, bir kabri ziyaretle bir
kitap okur gibi düşüncenin uyandıracağı hatıralara göre bir etki alması da
tabiidir.
Bunun en güzeli
de meydana gelen kalp inceliği ile ahiret hissini duyup, o uyanma ile hayata
dönmek ve gaflet perdesini sıyırıp, kalan ömrünü hayır ve iyilikler ile Hakk'a
kavuşanlara katılmak üzere hak yolunda güzel amellerle geçirmek azmini beslemektir
ki, hadis-i şerifte buna: "Çünkü o size ahireti hatırlatır." diye tenbih edilmiştir.
Böyle uyanma ile ibret alınması lazım gelen kabir ziyaretini, zıddına olarak,
öğünme gururuyla çoklukla öğünmek için yapmak, sıkıntının, gafletin son derecesi
olduğundan dolayı öyle yapanlara "Çoklukla övünmek, sizi kabirlere varıncaya
kadar oyaladı." hitabıyla azarlama yapılmıştır. Bu açıklama, kabir ziyareti,
hakikat mânâsına olduğu takdirdedir. Buna, "Çoklukla öğünmek sizi ta kabirleri
ziyaret edişinize kadar oyaladı." yani kabirleri ziyaret ettiğiniz zaman o
çokla gururlanma ve oyalama kalmadı veya kalmaz, mânâsı verildiği takdirde
gaye, gaye edilenden hariç olacağından kabir ziyaretlerinin dünya hırsına
çokla öğünme ve oyalamaya son vereceğine de işaret edilmiş olur. Fakat yukarda
açıklandığı üzere tefsirciler bu takdirde kabir ziyareti hakikat mânâsına
olmayıp, ölümden kinaye olacağını söylemişlerdir. Çünkü çoklukla öğünmeye
kesin şekilde son veren ölümdür. Gerçi bir ölü başında bulunmak ve bir cenazeyi
kabre götürüp defnetmek veya sonra kabrini ziyaret etmek hallerinde de açıklandığı
üzere kalbi olanlara bu anahtar ve hatırlatma hükmü inkişaf etmez değilse
de bu, genel ve kesin olmadığı gibi, bunlar hakikatle hep ölümün fer'i ve
gereğidirler. Bir de bunlar istenildiği takdirde yasak ve kötülenmiş değil,
sözün gelişi gayeye yönelik olarak vacip veya mendub olmak gerekir. Yani asıl
maksat oyalamayı beyan ile zorlama ve azarlamadan çok kabir ziyaretine sevketmek
demek olur. Fakat bu haddizatında güzel bir mânâ olmakla beraber, bundan sonraki
ile zecr (yasaklama)e uygun düşmez. Çünkü kelâmın sevki, gereğinde kelâmın
yasaklama ve tehdidi, doğrudan doğruya ziyarete yönelmiş olmak lazım gelir.
Bu ise zıtlık ve çelişki olur. Bundan anlaşılır ki, kelâmın sevkedildiği şey
kabir ziyareti değil, oyalama ve çokla öğünmekle kınamadır. Kelâmın yasaklama
ve zorlaması da ona yöneliktir. Önceki vecihlerde ise çokla öğünmek için olan
kötülenmiş kabir ziyareti bahis konusu olarak gaye, gaye edinilende dahil
olduğu için bu mahzur varid olmadığı gibi, gaye, gaye edilenden, kelâmın sevkedildiği
şeyden hariç olmak üzere ölüm mânâsına olduğu takdirde de varid olmaz. Ve
meâl şu olur: "Çokla öğünmek sizleri öyle gaflete düşürdü ki, tâ canlarınız
çıkıncaya, tenleriniz kabirlere girinceye kadar.
3. İş öyle
değil, sakının, öyle kabir ziyaretine varıncaya kadar çoklukla öğünme ve gururlanma
ile oyalanmayın, sonu kabre varan dünyada çok önemli olan görevi unutup da
boş, gelip geçici şeylerle eğlenip oyalanmak, mal çokluğuyla gururlanmak aklı
olanlara yakışmaz; gerçek, sandığımız gibi değil. İlerde bileceksiniz. Ne
büyük gaflette bulunduğunuzu, bulunduğunuz halin sonu ne kadar kötü olduğunu,
sonucunu gördüğünüz zaman anlayacaksınız.
4. Sonra,
hayır, ilerde bileceksiniz. Öncekini tekiddir. İkincinin birinciden daha belagatlı
olduğuna delalet içindir. Bir de önceki ölüm sırasında veya kabirde, ikincisi
de ölümden sonraki dirilme sırasında denilmiştir.
5-6. "Hayır
öyle değil." Önceki yasaklamaları bir daha te'kiddir. Râzî der ki: "Bu iadenin
güzel oluşu, çünkü her yerde 'ya diğer yerlerindekinden başka bir şey takip
ettirmiştir. Bu şöyle demek gibidir: Yapmayın azabı hak etmiş olacaksınız,
yapmayın daha diğer zararlara giriftar olacaksınız. Bu gibi tekrarlar ise
belagatçılar katında çirkin değil, güzeldir, faydalıdır. Fakat Hasen'den rivayet
edildiği üzere bu üçüncü 'nın "hakikaten, gerçekten" mânâsına olması da yakışır,
yani doğrusu . Yakîn (kesin bilgi) ile bilesiniz. Dilimizde Arapça'dan olan
"yakîn" ile sırf Türkçe olan "yakın" kelimelerini birbirine karıştırmamak
gerekir. Türkçe "yakın", Arapça "karib" demek olduğu malumdur. Bununla beraber
Arapça olan "yakîn" de dilimize öyle mal olmuştur ki, çokları Türkçe "yakın"ı
bile Arapçası gibi yazarlar. Bu kelimenin ilim ve edebiyat ıstılahımızda kıymeti
çok büyüktür. Bütün ilim ve fende aranan gaye bu yakîne ermektir. Onun için
"ilme'l-yakîn", "ayne'l-yakîn", "hakka'l-yakîn" deyimleri de birer klişe olmuştur.
Yukarılarda da geçtiği üzere "yakîn" aslında şeksiz ve tereddütsüz ilim mânâsına
"yakn" gibi masdar veya mübalağalı ism-i fail olup ilmin sıfatından olarak
bilinmektedir. "Müteyakkan" (şeksiz şüphesiz bilinen) mânâsına malumun sıfatı
olarak da kullanılır. Özellikle "ölüm"ün de ismi olmuştur. Rağıb der ki: İlmin
sıfatı olan yakîn, anlayışın sebatıyle nefsin sükunudur. Marifetin, dirayetin
ve benzerlerinin üstündedir. İlm-i yakîn (kesin bilgi) denilir, marifet-i
yakîn denilmez. Seyyid'in beyanına göre de sözlükte yakin, şek ve şüphe olmayan
ilimdir. İstılahta, "o şey öyledir diye öyle inanmaktır ki, başka türlü olması
mümkün değil, inancı ile beraber olaya uygun ve yok olması mümkün olmayan
bir inanç ola. (Bu tarifin, ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn mertebelerinin
açıklaması hakkında Bakara Sûresi'nde "Onlar ahirete de kesinlikle inanırlar."
(Bakara, 2/4) ve Vâkıa Sûresi'nde "İşte kesin gerçek budur." (Vâkıa, 56/95)
âyetlerinde söz geçmişti. Oraya bkz.). Burada şunu söyleyelim ki, bu âyette
mef'ul-i mutlak "kesin bilgi" tamlamasında yakînın üç mânâsına göre üç ihtimal
vardır:
Birincisi:
Yakîn ilmin sıfatı olmak mânâsıyla mevsufun sıfata veya âmmın hassa izafeti
kabilinden olmasıdır ki, yakîn ilim, yakîn denilen sağlam biliş demektir.
İkincisi:
İlmin malumuna izafeti kabilinden olmasıdır ki, emr-i müteyakkane yani şeksiz
malumunuz bulunan şeyleri bilirsiniz gibi demektir. Tefsircilerin pekçoğu
bu mânâyı söylemişlerdir.
Üçüncüsü:
"el-Yakîn", mevt (ölüm) mânâsına olarak ölümü bilmek, ölümü biliş, yahut ölüm
ilmi, ölüm bilgisi ile ilerisini bilseniz, demek olur. Bazı tefsirciler de
burada bu mânâyı vermişlerdir.
İnsanların
ölümü bilişleri üç mertebededir:
Birincisi:
Her aklı olan, benzerlerinin ölümünden inceleme ve kıyas yoluyla delil getirerek
kendinin öleceğini de şüphesiz bilir ki bu ilme'l-yakîndir.
İkincisi:
Ölüme çok yaklaştığında melekleri açıkça görmesiyle ölümü bilir ki bu da ayne'l-yakîndir.
Üçüncüsü:
Tam öldüğü andaki biliştir ki, o da hakka'l-yakîndir. Önce ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn
malumu olan yakîn o zaman kendisi olarak tahakkuk etmiştir. İlme'l-yakîn,
bu üç mertebeye âmm olarak da kullanılır. Bu mânâlarla ilm-i yakîn ve ilm-i
mevt (ölüm bilgisi) deyimi, mesela matematik ilmi, tıp ilmi, hayat ilmi, ruh
ilmi (psikoloji), din ilmi, felsefe ilmi deyimleri kabilinden olarak
mânâ: Yakın
bilgisini, ölüm bilgisini hakkıyla bilseniz de o ilim ile ilerisini, sonuçtaki
cezayı bilseniz! demek olur. Sonra, bütün tefsirciler burada in cevabının
hazfedilmiş olduğunda ittifak etmiş görünüyorlar. Ancak takdirinde bir-iki
vecih söylemişlerdir:
1- Eğer ilerisini
şüphesiz ilimle bilseniz öyle yapmazdınız, mal çokluğu ile öğünme sizi oyalamazdı,
diye, öneri ile tayindir.
2- Zihinler
mümkün olabilen her şekli düşünsün diye kapalı bir şekilde korkutmayı en yüksek
derecede büyütmek üzere haziftir ki, eğer ilerisini şeksiz ilimle bilseniz
neler neler yapardınız, yani öyle çalışır, öyle işler yapardınız ki, şimdi
onun içeriği tarif ve tavsife sığmaz. Fakat biliyorsunuz, bilgisizlik ve gurur
ile yanlış gidiyorsunuz, çokla öğünmek ve gururlanmakla vakit geçiriyorsunuz,
demek olur. Tahkik ehlinin tercihleri de bu ikinci vecihtir.
Birçok kimseler
ilim denilince, ilmin lafını etmek, onunla düşük ve fani maksatlar elde etmek
zanneder. Lafıyla öğünmek ve çokla gururlanmayı, ilmi ve ilmin adını düşük
maksatlar için kullanmayı hüner sayar. Halbuki düşünülürse, tefsircilerin
hatırlattıkları vechile, bu âyette âlimlere çok büyük tehdit vardır. Zira
bu âyet gösterir ki, çokla öğünmenin sonundaki âfet ve felakete kesin ilim
hasıl olsaydı çokla öğünme ve gururlanmadan vazgeçerlerdi. Bu ise suçu gerektirir:
Demek ki, çokla öğünme ve gururlanmayı terketmeyenlerde yakîn (kesinlik) hasıl
olmaz. O halde ilmin gerçeğini sezmeyerek kötüye kullanan, bildiklerine imanı
olmayan, bilgisiyle ilme yaraşır amelde bulunmayan, onunla beraber bilgin
adını taşımak isteyenlerin vay haline, vay haline. İlmin şartlarından birisi
ve hatta en birincisi güzel amellerin en şiddetli uyarıcılarından olmasıdır.
O, amel zamanında önünde bulunursa rehber, teşvikçi, öğütçü olur. Amel vakti
geçtikten sonra olursa, o vakit de hasret ve nedamet olur. Bu hasret şöyle
bir misal ile temsil edilir: Bir yolcu kâfilesi karanlık bir yerden geçmişler.
Geçerken ayaklarına ilişen birtakım taşlardan zahmet çekmişler. Bir çokları
sadece o zahmetten bir an önce sıyrılıp çıkmayı düşünerek geçip gitmişler,
bazıları da o karanlıkta onlardan biraz alıp ceplerine, torbalarına koymuşlar.
Sonra karanlıktan çıktıkları vakit bakmışlar ki o taşlar cevahir (kıymetli
taşlar) imiş. O zaman her iki kısım da hasret ve nedametle ah çekmiş. Almış
olanlar, "ah niye daha çok almadık" diye gam yemişler. Almayanlar da: "ah
niye biz hiç almadık" diye çırpınıp dövünmüşler. İşte kıyamet günü kıyamet
ehlinin hali bunun gibi olacaktır. Çalışanlar, "niye daha iyi çalışmadık"
diye; çalışmayanlar da, "niye biz çalışmadık" diye üzüleceklerdir. Onun için
gençler, hayat ve memat (ölüm) için karanlıkları aydınlatacak olan yakîn ilmine
(kesin ilme) çalışmalı, ilmi olanlar da güçleri yetebildiği kadar bilgilerini
ahirette işlerine yarayacak, tartılarında ağır basacak güzel ameller yapmak
için tatbik ve icraya çalışmalı, dünya zevki geçirmeye, dünyada kalacak servetler
toplamaya uğraşmamalı, kazançlarını hak ve hayır uğrunda sarfetmelidirler.
Zira bu dünya eğlenecek yer değildir, istikbal geçidi, sırat çok tehlikelidir.
Buyuruluyor ki:
Vallahi o
cehennemi muhakkak göreceksiniz. O cehennem, önceki sûredeki "haviye" (çukur),
nâr-ı hamiye denirken kızgın ateştir. Bununla o tefsir edilmiş, cehennem ateşi
demek olduğu da anlatılmıştır. İlk bakışta bu âyet yukarıki in cevabı ve lâm-ı
ibtidaiye (başlama lâmı) sanılır. Fakat öyle değildir. Demin açıklandığı üzere
in cevabı hazfedilmiş, bu "lâm", kasem (yemin) için olarak, cümle, hazfedilmiş
cevabın sebebi olmak üzere baştan tehdittir. Bunun doğrudan doğruya e cevap
olmamasının sebebini tefsirciler şöyle izah etmişlerdir. Zira " edatı bir
şeyin imkânsız oluşu sebebiyle diğer bir şeyin de imkânsızlığını ifade içindir."
Yani asıl vaz'ı şartının vuku bulmamasından dolayı cevabının vuku bulmadığını
ifade içindir. Şu halde bu cümle ona cevap olsaydı, mânâ: kesin ilim (ilm-i
yakîn) bulunmadığından dolayı o cehennemin görülemediğini anlatmaktan ibaret
olurdu. Durum bu ise sözün cereyanından ve bundan sonraki âyetlerin devamından
anlaşılıyor ki maksat, o cehennemin, şimdi niçin görülmediğini beyan değil,
ilerde muhakkak olarak görüleceğini beyan etmekle korkutmadır. Bu ise bunun
e cevap değil, başlı başına ibtida-i kelâm (kelâm başlangıcı) olduğuna karinedir.
Bu şekilde de lâmın kasem için olması açıktır. Gerçi bunu e cevap yaparak
ve görmeyi ilim mânâsına, kalp görmesine yorarak, dolayısıyla o korkutma ve
tehdit mânâsını anlamak da mümkündür. "Eğer kat'i ilimle bilesiniz, elbette
o cehennemi görecektiniz, yani göreceğinizi muhakkak bilecek anlayacaktınız,
fakat bilmiyorsunuz. Onun için şimdi görmüyor, anlamıyorsunuz. Ama ilerde
göreceğiniz muhakkak" demek olabilir. Fakat bu daha dolambaçlı, daha uzun
bir yoruma ve takdir olur. Öbürü ise daha sade ve daha açıktır.
7. Sonra
yemin olsun ki cehennemi yakin gözüyle göreceksiniz. Bu "ayne'l-yakîn" (yakîn
gözü) tamlamasındaki "ayn"da iki vecih vardır. Birisi: "Ayn", göz mânâsına
olmasıdır. Yakîn gözüyle, açıkça, önünüzde göreceksiniz, demek olur. Rü'yet
(görmek)den zahir olan budur. Bu şekilde önceki görmek (rü'yet) tehdit, ikinci
rü'yet mahşerde, sıratta görme demektir. Diğeri de "ayn", zat mânâsına olmaktır
ki yakînin zatından, kendisinden ibaret olan bir görüşle göreceksiniz, demek
olur. Tefsircilerin çoğu burada mânâ bu olduğunu söylemişlerdir. Bu ise hakka'l-yakîn
mânâsının aynı demektir. Bunda bilen, biliş, bilinen, gören, görüş ve görünen
hep aynı şey olarak birleşmiş olur. Böyle biliş ve görüş de Allah korusun
ancak o cehenneme girmekle olur. Onun için buna göre de demişlerdir ki, önceki
rivayet (görüş), ortaya çıkış esnasında, sonraki görüş girme esnasındadır.
8. Sonra vallahi
o gün o nimetlerden muhakkak sorulacaksınız.
Naîm , kendisiyle
tad alınan her türlü nimeti içerir. Hayat, sıhhat ve afiyet ve hatta içilen
bir yudum tatlı, soğuk su da bunda dahildir. Sözün gelişine göre hitap, malla
öğünme kendilerini oyun ile oyalamış olanlara; o nimetlerden maksad da öyle
oyun ve gafletle tadılarak ve nimetlenerek dinden veya dinin görevleri ve
sorumluluklarından alıkoyan nimetler olmak açık görünür. Bu şekilde sorudan,
sorgudan maksat da, o gün elden gidecek olan o nimetleri başa kakmak, onların
acılarını, azaplarını çektirmektir. Onun için "Keşşâf"ta der ki: "İnsanın
sorumlu olacağı ve cezalandırılacağı nimetler nedir? Çünkü hiçbir nimeti olmayan
kimse yoktur, dersen, derim ki: O bütün himmeti lezzetlerini elde etmeye sarfedilmiş
olan, ancak hoş yemek ve yumuşak giyinmek, vakitlerini eğlence ve oyunla geçirmek
için yaşayan; ilim ve amele, layık oldukları önemi vermeyen; nefsine onların
zorluklarını yüklemek istemeyen kimselerin nimetleridir. Fakat Allah Teâlâ'nın
sırf kulları için yarattığı nimeti ve rızıkları ile faydalanıp, onlarla ilim
tahsiline ve gereğince güzel ameller yapmaya çalışmak için kuvvet alan ve
şükrünü yerine getirmeye çalışan kimseler ondan hariçtir. Resul-i Ekrem (s.a.v.)
hazretleri rivayet olunduğu üzere ashabıyla bir hurma yiyip, üzerine su içtiklerinde
"Bizi doyuran, suya kandıran ve müslümanlar olarak yaratan Allah'a hamdolsun."
diye hamdederek buna işaret buyurmuştur.
Bunda dinden
büsbütün gaflet eden kâfirler dahil olduğu gibi, dinî yükümlülüklerden gaflet
eden fasık müminler de dahil olur. Yani bunlar, hep o nimetlerden sorumlu
olacaklardır. Şükrünü bilen salih müminler değil. Beydâvî bunu şöyle özetlemiştir:
"Naim (nimetler), yani o sizi oyalayan nimetler demektir. Hitap, dünyası dininden
alıkoyan her kimseye, naim de onu işgal edene mahsustur. Çünkü karine ve "De
ki: 'Allah'ın kulları için var ettiği zineti ve temiz rızıkları kim haram
etti?" (A'râf, 7/32) gibi birçok nasslar ona delalet eder. Bununla beraber
ikisi de geneldir. "Herkes şükründen sorumlu olacaktır." da denilmiş; "Âyet,
kâfirlere mahsustur." da denilmiştir. Hakikatte Hasen, Mükatil ve İbnü Abbas'dan
rivayet edilerek bazı tefsirciler bu sûredeki hitapların kâfirlere, bundan
dolayı bu âyetteki sorunun da cezalandırma sorusu olarak onlara mahsus olduğuna
kani olmuşlardır. "Biz hiç, bir nankörden başkasını cezalandırır mıyız?" (Sebe',
34/17) buyurulmuş olmasıyla da delil getirmişlerdir. Fakat bundan maksad nimeti
inkâr etme olduğuna göre önceki mânâya eşit olur. Diğer bir kısım tefsirciler
de sûrenin sonundaki bu hitabın gerek kâfir, gerek mümin, gerek fasık, gerek
salih bütün insanlara ait bir hitap, naimin de her nimeti içeren nimetler
cinsi olduğunu söylemişlerdir. Bu şekilde sorudan maksat, yalnız başa kakmak
için azarlama ve ceza sorgusu demek olmayıp, inkâr veya şükrü ortaya çıkaran
ve ona göre ya ceza veya mükafat ile neticelenecek olan soru demek olur. Buna
bir hayli haberlerle delil getirmişlerdir. Bu cümleden olarak: Tirmizî'nin
Abdullah b. Zübeyr'den, babasından rivayet ettiği üzere âyeti nazil olduğu
zaman Zübeyr b. Avvam (r.a.): Ey Allah'ın Resulü! Biz hangi nimetlerden sorgulanacağız?
"O iki karadan ibaret: Hurma ve su!" demişti. Resulullah: "Haberiniz olsun
ki o olacak." buyurdu. Ebu Hüreyre'den rivayette: "İnsanlar ey Allah'ın Resulü,
biz hangi nimetlerden sorgulanacağız? Onlar iki siyahtan ibaret düşman hazır,
kılıçlarımız boyunlarımızda, demişlerdi. Resulullah: "Muhakkak bu olacaktır"
buyurdu. Tirmizî öncekine hasen ve ikinciden çok sahih, demiştir. Yine Ebu
Hureyre'den: Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: Kıyamet günü ilk önce sorulacak
(yani kula nimetlerden sorulacak ilk soru) ona: Biz senin cismine sıhhat vermedik
mi? Ve seni soğuk suya kandırmadık mı? denilmektedir. Tirmizî buna, "garib"
demiştir. Hz. Ömer'den rivayet olunmuştur: Hangi naimden sorulacağız ey Allah'ın
Resulü? Halbuki memleketimizden ve mallarımızdan çıkarıldık." demişti. Resulullah
da, sizleri sıcaktan ve soğuktan koruyan meskenlerin, ağaçların, çadırların
gölgeleri ve sıcak günde soğuk su, buyurmuştur. "Kendi yurdunda emniyette,
bedeni afiyette, gününün azığı yanında olan kimse sanki dünya tamamiyle ona
tahsis edilmiş, onun olmuş gibidir." hadisi de ona yakındır.
Bir de Resulullah
zamanında bir genç müslüman olmuştu. Resulullah ona Sûresini öğretmişti. Sonra
da onu bir kadınla evlendirmişti. Kadının yanına girip de büyük bir cehiz
ve birçok nimet görünce, "ben bunları istemem" diyerek çıktı gitti. Peygamberimiz
sebebini sorunca: "Sen bana "Sonra o gün nimetlerden muhakkak sorulacaksınız."
diye öğretmedin mi? Ben onların cevabını vermeye güç yetiremem." dedi, diye
rivayet edilmiştir. Ve Enes'den rivayet edilmiştir ki: Bu âyet nazil olduğu
zaman bir muhtaç kalkmış, "Benim üzerimde nimetten birşey var mı?" demişti.
Resulullah "gölge, iki nalın, soğuk su" buyurdu.
Bu hususta
rivayet edilen haberlerin en yaygını, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî, İbnü
Mâce ve daha diğerlerinin Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri şu hadistir: Bir
gün Hz. Peygamber (s.a.v.) dışarı çıkmıştı. Ebu Bekir, Ömer (r. anhüma)'e
rastladı. "Bu saatte sizi evlerinizden çıkaran nedir?" buyurdu. "Açlık ey
Allah'ın Resulü." dediler. "Nefsim yed-i kudretinde olan yüksek zata yemin
ederim ki, beni de sizi çıkaran çıkardı. Öyle ise "kalkın" buyurdu. O'nun
emrinde kalktılar, Ensar'dan bir zatın evine gittiler. Vardılar ki o, evinde
yok, hanım: "Buyurun, merhaba" dedi, Peygamber (s.a.v): "Filan nerdedir?"
buyurdu. "Bize iyi su almaya gitti." dedi. Derken Ensarî geldi, Peygamber'i
ve iki arkadaşını görünce: "Allah'a hamdolsun, bugün benden daha kerim (şerefli)
misafirli kimse yok." dedi, hemen gitti, bir hurma dalı getirdi, koruğu da
hurması da vardı. "Bundan buyuradurun." dedi ve kendisi bıçağı aldı, "Resulullah,
sağılır sakın kesme!" buyurdu. O hemen onlar için bir koyun kesti, o koyundan
ve o hurmadan yediler ve su içtiler. Ne zaman ki doydular ve kandılar, Resulullah
(s.a.v.) Ebu Bekir ve Ömer'e buyurdu ki: "Nefsim kudret elinde olan Allah'a
yemin ederim ki kıyamet günü bu nimetten sorulacaksınız".
İbnü Hibban'ın
ve İbnü Merduye'nin İbnü Abbas'dan rivayetlerinde de:
Nebi (s.a.v.)
ve iki arkadaşı Ebu Eyyüb el-Ensarî hazretlerinin evine gittiler, hanım: "Merhaba
Allah'ın Nebisi (s.a.v.) ve yanındakiler!" dedi. Derken Ebu Eyyüb geldi bir
hurma salkımı kesti, Hz. Peygamber: "Bunu bizim için niye kestin meyvesinden
toplasaydın ya!" buyurdu. "Ey Allah'ın Resulü hem kuru hurmasından, hem tam
olgunlaşmayanından, hem olgun tazesinden yemenizi arzu ettim." dedi. Sonra
bir oğlak kesti, yarısını kebap etti, yarısını pişirdi, Peygamber'in huzuruna
getirip koyduğu zaman oğlaktan biraz aldı, onu bir yufkaya koydu da: "Ey Eba
Eyyüb! Bunu Fatıma'ya yetiştir, zira günlerden beri o böylesini tatmadı."
buyurdu. Ebu Eyyüb de onu Fatıma (r.anha)'ya yetiştirdi. Ne zaman ki yediler
ve doydular, Nebi (s.a.v.): "Ekmek, et, hurma, henüz olgunlaşmamış hurma,
olgun taze hurma." buyurdu ve mübarek gözleri yaşardı, "nefsim kudret elinde
olan yüce Allah'a yemin ederim ki işte bu sorulacağınız nimetlerdir, Allah
Teâlâ "Sonra o gün nimetlerden muhakkak sorulacaksınız." buyurdu, bu işte
o kıyamet günü sorgulanacağınız nimetlerdir." dedi. Bu, ashabına ağır geldi.
Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: "Böylesine rastlayıp da el sürdüğünüz
zaman "Allah'ın adıyla" deyin; doyduğunuz zaman da: "Hamdolsun Allah'a ki
bizi doyurdu, nimetler verdi ve lütfuyla ihsan buyurdu." deyiniz, çünkü bu
ona yeterlidir".
Daha bunlar
gibi hadislerden dolayı bu sorunun mümin ve kâfire genel olduğunu söylemişlerse
de, bu son hadis Keşşaf'ın da seçmiş olduğu üzere şükredenlerin bu sorudan
kurtulacaklarına delalet etmektedir. Fakat İmam Râzî "Tefsir-i Kebir"inde
demiştir ki: Doğru olan, soru nimetlerin, gerek lüzumlu olanlar ve gerek olmayanlar,
hepsinden mümine ve kâfire genel olmasıdır. Çünkü Allah Teâlâ'nın lütfettiği
şeylerin hepsi onun isyanına değil, itaatine sarfedilmek vaciptir. O halde
soru da hepsinden vaki olur. Bunu, rivayet olunan şu nebevi hadis de tekit
eder: "Kıyamet gününde dört şeyden sorgulanmadıkça, kulun ayakları kımıldamaz:
Ömründen; onu ne ile yoketti. Gençliğinden; onu nerede çürüttü. Malından;
onu nereden kazandı ve nereye sarfetti. İlminden; onunla ne yaptı." Zira Peygamber
(s.a.v.)'in bu zikrettiklerinde her nimet dahil olur. Bununla beraber Râzî
şunu da hatırlatmıştır: Fakat kâfire olan soru, azarlama sorusudur, çünkü
o şükrü terketmiştir. Mümine olan soru, şereflendirme sorusudur, çünkü şükür
ve itaat etmiştir.
Bunun özeti,
burada sorumluluğun mânâsı, her nimetin kötü kullanılmasına; yerine sarfedilip
edilmediğine göre sevap ve ceza gerektirmesi mânâsına, borçlanmanın hükmü
olan sorumluluk demek olur. Bu sorumluluk ise gerek kâfir, gerek mümin her
mükellef için şüphesizdir. Görevini yerine getirmeyip nimeti kötüye kullanan
ceza için sorumlu, görevini güzel yapanlar da ecir ve sevap ile ödüllendirilmek
için sorumludur. Hiçbiri ihmal edilecek değildir. Ve şüphe yok ki, nimet ne
kadar çok olursa, görevi de o oranda çok ve zor, sorumluluğu da o oranda büyük
ve ağır olur. Onun için burada çokla öğünmenin oyalaması bahis konusu olmuştur.
Onun için Resulullah ve ashabı geçimlerinde ümmetin en fakirleriyle düşüp
kalkarak çokla öğünmekten son derece çekindirmişlerdir. Yukarılarda da bilindiği
üzere Hz. Peygamber ve Hz. Ebu Bekir zarurî fakirlik ile fakir değillerdi.
Zikredilen o açlık halleri bütün ellerindekini Allah için ümmetin ihtiyaçlarına
sarfetmekten haz duydukları isteğe bağlı fakirlik ile kerem ve sabır halleri
idi. İsra Sûresi'ndeki "Sakın eli boynuna kelepçelenmiş gibi cimri olma. İsrafa
dalarak da elini tamamen açma, sonra kınanır açıkta kalırsın." (İsrâ, 17/29)
âyeti de bu gibi sebeplerle iktisadı tavsiye ederek nazil olmuştu. Şu halde
görevli olmanın bir gereği demek olan sorumluluk, yalnız kâfirlere mahsus
olamaz, elbette müminlere de şamildir. Bununla beraber Râzî'nin pek mutlak
olan genellemesinde de birkaç noktada problem vardır:
Birinci olarak:
"Kim mecbur kalırsa (başkasına) saldırmadan ve sınırı aşmadan (haram kılınanlardan)
yemesinde bir günah yoktur." (Bakara, 2/173) âyeti gereğince zaruret hallerinde
günah kaldırılmış olduğundan dolayı zaruret ölçüsünde sorumluluk kalkıyor
demektir. Şu halde zaruret derecesi soru ve hesaptan istisna veya tahsis edilmek
gerekir. Nitekim "Zevaid-i Zühd"de Abdullah b. İmam Ahmed'in ve Deylemî'nin
Hasen'den naklettikleri şu hadis de buna delalet eder. Resulullah (s.a.v.)
buyurdu ki: Demiş: "Üç şey, kul onlarla sorgulanmaz: Gölgeleneceği bir çatı
gölgesi ve belini kuvvetlendireceği bir ekmek kırığı ve avret yerlerini örteceği
bir elbise". Bu şekilde Râzî'nin nimeti mutlak kabul etmesi üzere "malabudde
minhu"den genellemesi cay-ı nazardır.
İkinci olarak:
Asıl korkulacak mesele azarlama ve ceza sorusudur. Bunu ise Râzî, kâfirlere
tahsis etmiş olmakla genelleştirmiş değil, "hitap, kâfirleredir" diyenlere
iştirak etmiş oluyor:
Üçüncü olarak:
Azarlamanın sebebini açıklarken şükrü terketmenin ve şeref vermenin sebebini
şükür ve itaat ile talil ediyor, halbuki şükür ve itaat eden kamil mümindir.
Fasık, mümin olmakla beraber itaatsizlik etmiş, eğlence ve çokla öğünmeye
kapılmıştır. O hade azarlama sorusu da yalnız kâfirlere mahsus olmayıp fasıkları,
asileri de içine alması gerekir. Görevli olmanın gereği sorumluluk da bunu
gerektirir. Şu halde meseleyi "Keşşaf"ın izah ve "Beydâ-vî"nin özetlediği
üzere bu âyette azarlama sorusu ve ceza sorusuna, hitabı gerek kâfir, gerek
mümin çokla öğünme kendilerini alıkoyanlara, genellemeyi de -ahd lam'ı ile-
alıkoyan nimetlere tahsis ederek anlamak en doğru tefsirdir. Nitekim bundan
sonraki Asr Sûresi'ndeki "Ancak iman eden ve güzel amel işleyenler... müstesna."
(Asr, 103/3) istisnasıyla bu mânâ tamamen beyan edilmiş ve açıklanmıştır.