111-TEBBET:
Helâk oldu.
Bu fiil esasen bir durumu haber vermekle birlikte dilek kipi de olabilir.
Dilek kipi olması, ya tekvînî şekilde zarar görmesini dilemek, yahut da Arapların
adetlerinde olduğu gibi "Kahrolası" şeklinde beddua olarak hüsran ve helâkı
hak ettiğini anlatmak suretiyle kınamak ve çirkin görmek mânâsınadır. Söz
konusu fiili, ilk nüzûlüne bakarak çokları, bu mânâda yorumlamışlardır. Bu
yüzden "elleri kurusun" şeklindeki tercüme pek yaygındır. Eli kurusun tabiri
daha ziyade yani "eli çolak olsun" mânâsında kullanılmaktadır. Bununla beraber
mecâzî anlamda iflâs etsin, elinde avucunda bir şey kalmasın, tutacağını tutamasın
ve her tuttuğu boşa çıksın gibi beddua mânâsına da gelmektedir ki, bu şekilde
terceme edenlerin maksadı da budur. Bu fiile, yuh olsun, perişan olsun gibi
mânâ vermek, de olduğu gibi tebâbın anlamına daha uygun görünmektedir. Ancak
Ebu Leheb'in Bedir Savaşı'nın arkasından ümitsizliğe düşerek ölmesi ve Nasr
Sûresi'nin inişinde onun hüsrân ve helakinin gerçekleşmesi sebebiyle Tebbet
Sûresi'nin tertibde buraya konulması, söz konusu kelimenin meydana gelen bir
durumu haber verdiğini ifade etmektedir. Hatta Peygamber'in şanlı vefatıyla
dahi Ebu Leheb'in isteğinin yerine gelmeyip, bilakis helakinin gittikçe daha
çok artacağına işaret sayılmaktadır. Bu da, fiilin gereği olarak kınama mânâsı
taşımasına engel teşkil etmez. Yani, sadece ona yuh olsun değil, helake gitti.
İki eli sağdan, soldan gerek olumlu gerek olumsuz, gerek tutmak ve gerek itmek
için kullanmak istediği bütün sebeb ve vasıtaları, gerek dünyaya gerek dine
uzatmak istediği iki eli de helâk oldu. O Peygamber'in zaferine ve hak dinin
ortaya çıkmasına mani olmak ve küfre sarılmak için müracaat ettiği maddî manevî
şey kendi aleyhine döndü de, yuh diye üflediği elleri hakikaten helâk oldu.
Ebu Leheb'in, Peygamber'e nankörlük ve düşmanlıkta ileri giden ve İslâm dininin
yayılmasına engel olmak için her türlü fitne ve fesat ateşini alevlendirmeye
çalışan Ebu Cehil ve benzeri azgın kâfirlerin küfür ve taşkınlıkları Kur'ân'da
anlatılmış olmakla beraber hiçbirinin adı açıkça zikredilmediği halde, Ebu
Leheb'in ismine özellikle yer verilmesi, ayrıca Peygamber'in zaferini konu
edinen Nasr Sûresi'yle tevhidi konu edinen İhlâs Sûresi arasında bulunması
da dikkate değer niteliktedir. Şöyle ki:
Birincisi:
Ona, "Ey suçlular, bugün şöyle ayrılın (bakayım)." (Yâsin, 36/59) âyetinin
ifade ettiği anlam üzere bir üstünlük vermektir. Onun, Peygamber ile Allah
arasına girmek, çoğalmasına mâni olmak isteyen ateşli düşmanlar arasında nazar-ı
itibara alınmaya değer bir ayrıcalığa sahip olduğuna işaret eder. Çünkü Ebu
Leheb, Peygamber'in baba bir amcası olması sebebiyle hususi bir şerefe haiz
bulunuyordu. Böyle iken bu şeref ve nimetin değerini takdir etmediği ve ona
yardım edecek yerde aksine engel olmak için nankörlük ve düşmanlıkla ateş
püskürmek isteyenlerin önüne düşmesi sebebiyle İslâm düşmanlarının hepsinden
daha fazla teessüfe layık olduğunu bildirerek yine Peygamber'in şanını yüceltmek,
onun neseb, şeref ve haysiyetlerinin üstünde olan Hakk'ın cilvesinin büyüklüğünü
göstermektir.
İkincisi:
Ebu Leheb, şahsı gösteren bir künye olmakla beraber lugat itibarıyla asıl
mânâsı, alev babası demektir. O itibarla Peygamber'e ve İslâm'a karşı ateş
püskürmek isteyip de, kendini cehenneme atmış olan kâfirlerin hepsinin temsilcisi
olması sebebiyle onun helâki, hepsinin helâkına misâl yapılmıştır ki, bu da,
"Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki, kâfirler istemese
de Allah, mutlaka nûrunu tamamlamak ister." (Tevbe, 9/32) âyetinin ifade ettiği
anlama işaret olur. Künyeler, alem ismi olmakla beraber yerine göre Hâtem-i
Tâi'nin cömertlik, Ebu Hanife'nin ilim ile şöhret bulması gibi sıfatlık mânâsına
gelmelerinden ve Meânî ilminde Ebu Leheb isminin de "ateş babası" demek olmasından
dolayı, kinâye yoluyla "cehennemlik" vasfına delâlet eden meşhur bir misâl
olarak söylenmiştir. Ayrıca kinâyeler de, hakikatin iradesine engel olmayacağına
göre burada, söz konusu mânânın hususi bir önemi vardır. Yani maksat sadece
Ebu Leheb'in şahsını belirtmekten ibaret olmayıp, onun vasfına ve bu vasıfta
ona benzeyenlerin hallerine de işaret edilmiş demektir. Asıl ismi, Abdüluzza
b. Abdilmuttalib iken yanaklarının pek kırmızı olmasından dolayı ateşe benzetilerek,
Ebu Leheb denilmiş ve bu künye ile meşhur olmuştur. Çok ateşli mânâsına gelen
"alev babası" künyesi ona başlangıçta, yüzünün parlaklığı veya canlılığı,
yahut hiddet ve şiddeti itibarıyla övgü mânâsı düşünülerek verilmişti. Ancak
bu vasfın hakikatinde "ateş kaynağı olmak" veya "ateşi sevmek" mânâsının bulunması
ve en şiddetli ateşin de cehennem ateşi olması dolayısıyla Ebu Leheb ismi,
kendsini ateşe sürükleyen "cehennemlik" ünvanına dönüştürülmüş, fiil ve hareketleri
itibarıyla da "cehennemin babası" mânâsına darb-ı mesel olarak kullanılmıştır.
Burada söz konusu nüktenin kastedildiğine özellikle "(o) alevli bir ateşe
girecektir" âyetiyle işaret edilmiştir. Yani Hz. Peygamber (s.a.v.)'in amcası
olmak gibi yüksek bir neseb, yakınlık, soy ve şerefe sahip olduğu halde, iman
etmeyip de ona düşmanlık ve küfürde ısrar ettiğinden dolayı Ebu Leheb böyle
helâk oldu. O soy ve şeref Ebu Leheb'i kurtarmazsa Peygamber (s.a.v.)'e buğzedip
de tevbe etmeyen diğer insanların ne kadar bedbaht olacakları ibret nazarıyla
düşünülmelidir.
Keşşaf'da
denilir ki: "Tekniye" mastarı, ikram etmek mânâsı ifade ederken burada künye
anlamında kullanılmasının üç sebebi vardır.
1. İsmiyle
değil, künyesiyle şöhret bulmasından dolayı.
2. Esasen
ismi, Abdu'l-Uzzâ olduğu halde künyesi kullanıldığı için.
3. âyetine
göre ateş ehlinden olmasından dolayı künyesinin haline uygun olması sebebiyle.
Ayrıca şerli
olan kimseye "Ebu'ş-Şer", hayır sahibine de "Ebu'l-hayr" denilmesi kabilinden
de Ebu Leheb denilmiştir." Evet, Ebu Leheb'in iki eli, yuha, hüsrana gitti,
helâk oldu. Kendisi de yok oldu. Muradına eremeyip, perişan oldu ve mahvolup
gitti. Ebu Leheb, Peygamber'e karşı Kureyş ile beraber olduğu halde hasta
olduğu için Bedir Savaşı'na bizzat iştirak edememiş, ancak maddî yardımda
bulunarak Ebu Cehil'in kardeşi Âs b. Hişâm'ı kendi yerine göndermişti. Kendisi
"adese" denilen çiçek hastalığına benzer bir hastalığa tutulmuş, Kureyş'in
yenildiğini haber alınca savaştan yedi gün sonra kahrından ölmüştü. Alûsî
ve diğer tefsircilerin naklettiğine göre Kureyşliler, adese hastalığından
tâun gibi sakındıkları için kendilerine de bulaşır korkusuyla ailesinden bile
kimse yanına yaklaşmamış, bu yüzden ölüsü üç gün evde kalıp kokmuştu. Nihayet
utandıkları için Sudâni'lerden birkaç kişiyi ücret karşılığı tutarak gömdürmüşlerdi.
Bir rivayette de bir çukur kazıp ağaçlarla içine kakmışlar ve örtünceye kadar
da üzerine taş atmışlardı. Başka bir rivayete göre de çukur kazmayıp bir duvarın
dibine koymuşlar ve sonra da üzeri örtülünceye kadar taş atmışlardı.
Demek ki
hâdise, Kur'ân'ın on beş sene kadar önceden haber verdiği tarzda cereyan etmişti.
Mamafih durum, sadece bundan ibaret de değildi. Ebu Leheb, dünyada maksadına
ulaşamadığı gibi âhirette de çekeceği azaptan dolayı hem cismânî ve hem de
ruhânî bir zarara uğrayarak helâk olmuştu.
2. Buradaki
istifhâm-ı inkârî veya doğrudan doğruya olumsuzluk edâtıdır ve Ebu Leheb'in
helâkini izah etmektedir. Yani ne fayda verdi ona? Hiçbir fayda vermedi. Onu
kurtaracak hiçbir hayra yaramadı malı ve kazandığı, yahut kazancı. Buradaki
da mevsûl veya mastariyyedir. Mamafih önceki gibi istifhâm-ı inkârî veya olumsuzluk
mânâsını ifade eden edat olması da düşünülebilir. Malı ona ne fayda verdi?
Ve ne kazandığı? Onu felaketten kurtaracak hiçbir şeye yaramadı ve kendisi
de hiçbir fayda elde edemedi anlamındadır. Ancak "Malı da fayda vermedi, kazancı
da." anlamı, iki elin helâkini izah etmeye daha uygundur. Malından maksat,
sermayesi, kazancından maksat da, kâr ve gelirleri, yahut kazanmak için yaptığı
ticaret ve benzeri işler; veya malı, babasından miras kalan, kazancı da kendi
kazandığı şeylerdir. Ayrıca söz konusu âyette ifade edilen malından kasıt,
eski ve yeni bütün malı, kazancından kasıt da, gerek malından harcamak ve
gerekse başka yollardan faydalanmak suretiyle kendi istek ve arzusuna göre
elde ettiği, pay ve nasip, yani çalışması ve emeği ile yaptığı işler ve sahip
olduğu şeylerdir ki buna, isteyerek çalışıp elde ettiği bütün kazancı, çocukları,
sosyal durumu, kendine ve toplumuna örf ve âdetlerine göre yaptığı iyilikler,
ayrıca Peygamber'e karşı kurduğu tuzak ve düşmanlıkların hepsi dahildir.
İbnü Abbas'tan
nakledildiğine göre, âyette geçen "kazancından" maksat, Ebu Leheb'in çocuğudur.
Yine denilmiştir ki: Ebu Leheb'in oğulları aralarında anlaşmazlığa düşerek,
muhâkeme olmak üzere babalarının yanına gelmişler, derken birbirleriyle çarpışmaya
başlamışlardı. Bunun üzerine Ebu Leheb oğullarını ayırmak için aralarına girmiş
ve orada birisinin itivermesiyle yere düşmüştü. Buna son derece sinirlenen
Ebu Leheb "Çıkarın yanımdan bu pis kazancı." demişti. Bir hadisde de "Her
insanın yiyeceğinin en temizi ve çocuğu kazancındandır." buyurulmuştur. Dahhâk:
"Ebu Leheb'in kazancı, kötü ameli yani Resulullah'a yaptığı düşmanlık ve kurduğu
tuzaktır." derken, Katâde de "Onun kazandığı şey, bir iyilik yapıyorum zannıyla
işlediği ameldir ki, bu "Yaptıkları her işin önüne geçtik de, onu (etrafa)
saçılmış toz zerreleri haline getirdik." (Furkân, 25/23) mânâsınadır." demiştir.
Yine Ebu Leheb'in eğer kardeşimoğlunun söylediği hak ise, malımı ve çocuklarımı
fidye vererek ondan kurtulurum." dediği rivayet edilmiştir. Verilen bu mânâların
hiçbirisi diğerine zıt değildir. Maksat, tahsis olmayıp, örnek vermektir.
Âyette ifade edilen "kesb", bu mânâların hepsini içine aldığından, esasen
âyetin anlamı şu şekildedir: "Ne malı ne de hiçbir kazancı kendisine fayda
vermedi, onu zarar ve helâkten kurtaramadı.
3. Zira o
bir ateşe yaslanacak ki yarın âhirette bir ateşe girecek ki Gayet alevli,
dünyada eşi, benzeri görülmemiş son derece şiddetli bir alev ve iltihabı olan
bir ateş, yani sadece cisimleri yakan bir ateş değil, ruhları sarıp gönüllere
nüfûz eden "Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir ki, gönüllere işler." (Hümeze,
104/6,7) âyetinde buyurulan cehennem nârıdır.
4. Karısı
da ki o Harb'in kızı, Ümmü Cemil ve Ebu Sufyân b. Harb'in kız kardeşidir.
Bu isimlerdeki imâlara da dikkat etmek gerekmektedir. Bu kelime, fiilinin
altında gizli bulunan Ebu Leheb'e ait olan zamirine bağlıdır. Yani Ebu Leheb'in
yalnız kendisi değil, karısı da o ateşe yaslanacaktır. Diğer kırâetlerin hepsinde
kelimesi, haber olarak ötreli okunur. Bu durumda Ebu Leheb'e bağlanmayıp cümle
olarak ondan hal yapılır. Âsım kırâetinde ise üstün okunur. Bu durumda da
şu iki şekil söz konusudur.
1- Kelimesinden
hal yapılmasıdır ki, karısı da odun hammalı olarak cehenneme girecek, Ebu
Leheb'i götürecek veya onun ateşini artırmak için, dünyada küfrüne, arzusuna
hizmet ettiğinden dolayı cehennemde de azabına iştirak ile hizmet edecek demektir.
Çünkü "O halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış
ateşten sakının." (Bakara, 2/24), "O inkâr edenler var ya, ne malları, ne
de çocukları onlara, Allah'a karşı hiçbir fayda sağlamaz. Onlar ateşin yakıtıdırlar."
(Al-i İmrân, 3/10) âyetlerinde buyurulduğu üzere cehennemin odunu, çırası
kâfirler olduğundan küfre hizmet etmek, cehenneme odun taşımak mânâsına gelmektedir.
Buna göre onun sırtındaki cehennem odununun da, Ebu Leheb'in kendisinin olması
en uygun bir mânâdır.
2- Kınama
anlamında mansuptur. "Yani o odun taşıyıcısı karı" mânâsındadır. Bu durumda,
kelimesi üzerinde durmak câizdir. Burada da "hatab"dan maksat Ebu Leheb'dir.
Bundan başka bir de tâbiri, koğucu, ona buna laf taşıyan bozguncu şeklinde
mecâzî bir anlam da taşımaktadır. Keşşaf sahibi ez-Zemahşerî der ki: "İnsanlar
arasında koğuculuk yapan bozgunculara, "Aralarında odun taşıyor." denilir.
Bu cümle, insanlar arasında ateş yakmak, şerre sebeb olmak anlamında kulanılmaktadır.
Nitekim
"Beyaz insanları,
yani yüzleri ak temiz kimseleri avlamaya çalışmadın,
Alçaklığın
sırtına binerek oba arasında yaş odunla yürümedin."
diyen şair
de bu mânâyı ifade etmiş, dumanı çok olmasından dolayı şiirinde "yaş odun"
tabirini kullanarak şerrin çokluğuna işaret etmiştir." Lisanımızda bu mânâ,
"kundakcılık etmek" şeklinde ifade edilmektedir. "Yangına körükle gitmek"
sözünde de aynı anlam söz konusudur. Ancak, Türkçe'de "odun hamalı" tabirinden
bu mânâ anlaşılmaz. Onda sadece küçümsemek anlamı vardır. Zira izzet ve servet
içinde büyümüş bir kadının odun hamallığı yapması, acıklı bir sefâlet demektir.
Esasen bundan, koğuculuk ve bozgunculuk mânâsını çıkarmak için ya "kundakçı"
demek, yahut "hammâlete'l-hatab" tâbirini terceme etmeyerek darb-ı mesel tarzında
aynen söylemek daha uygundur. Bu anlam, cehenneme girmenin sebebi olan dünyadaki
durumu göstermiş olmaktadır. Fakat asıl mânâ, dünyadaki aile şerefine, zenginlik
ve üstünlüğüne rağmen, ahiretteki sefâlet ve hakaretini duyurması ayrıca Ebu
Leheb'in arzusuna boyun eğenler içinde en sakınması gereken karısının bile
cehennem ateşinde hakaretle onun azâbını şiddetlendirmeye hizmet etmekte olduğunu
ifade etmesi sebebiyle, diğer anlamlarını da dikkate almakla birlikte, "odun
hamalı" diye terceme etmeyi daha uygun gördük. Nitekim İbnü Zeyd ve daha başkalarından
gelen rivayetler de, bunu kuvvetlendirmektedir. Denildiğine göre, Ebu Leheb'in
karısı, Resulullah (s.a.v.)'in geçeceği yol üzerine geceleyin diken dalları
bıraktırmak suretiyle ona eziyet etmek isterdi. Onun için bu tabirle kınanmıştır.
Mamafih bu rivayet de onun Peygamber'e eziyet vermek ve dinin yayılmasına
engel olmak için kocasının fikrine hizmet etmek üzere gizlice koğuculuk ve
benzeri işler yapmak suretiyle rahatsız etmeye çalışması tarzında temsilî
bir ifade olarak düşünülürse, yukarıda söylenen mânâların hepsine uygun düşmüş
olur.
5. Bu cümle
de "hammale"nin altında gizli olarak bulunan zamirinden haldir. Yani gerdanında
süs yerine bir ip ki...
Âyette yer
alan "cîd" boyun mânâsına gelirse de, "unuk" kelimesi gibi sadece boyun anlamı
ifade etmeyip, özellikle gerdanlık gibi zinet eşyalarıyla süslü veya süslenmeğe
layık güzel boyunlar anlamındadır. Bu yüzden denilmeyip buyurulmuştur. Gerçi
burası, tahkir makamıdır. "... biz de inkâr edenlerin boyunlarına (ateşten)
halkalar koyduk."
(Sebe', 34/33)
gibi "ğull" (pranga) ve benzeri ifadelerle küçümseme mevkiinde boyun zikredilmektedir.
Ancak burada "odun hammalı" diye küçük düşürüldükten sonra "Boynunda da bir
ip mevcuttur." denilseydi, kapsamlı bir mânâ ifade etmezdi. Halbuki "cîd"
şâirin "Güzel kadının gerdanındaki zinetten daha güzel." dediği gibi süs ve
övgü ile söylenmektedir. Bu mânâ farkı, Türkçe'de de söz konusudur. Biz de
bu gibi durumda "gerdan" tabirini kullanırız. Bu sebeple âyette, tahkirden
sonra nın zikredilmesi, kadının kadınlık onurunu coşturmak suretiyle durumun
acıklı manzarasını göstermektedir. Binaenaleyh bu kelâm "boynunda bir ip vardır"
diye anlaşılmalıdır. "O dilberin boynunda gerdanlık yerine bir ip vardır"
şeklinde düşünülmelidir ki, "Süs içinde yetiştirilip mücâdelede açık olmayanı
(tartışmayı beceremeyeni) mi (Allah'ın parçası yaptılar)." (Zuhruf, 43/18)
âyetinin ifade ettiği mânâ üzere, süslü gerdanlıklarla donatılıp ikramla yetiştirilen,
düşmanlık ve mücâdele mevkilerinde bulunmaması gereken bir gerdanın hamallık
ipi ile aşağılanmasındaki hakaret ve istihzânın acılığındaki fesahat anlaşılabilsin.
Said b. Müseyyeb ve daha başkalarından rivayet edildiğine göre, onun gerdanında
mücevherlerle süslü, kıymetli bir gerdanlık vardı. Öyle iken bu gerdanlığın
yerinde sağlam liflerden, kuvvetli tellerden bükülmüş, kıvrılarak örülmüş
bir ip bulunmaktaydı. Söz konusu kelime ile ilgili Ragıb el-İsfahânî'nin "Müfredât"
adlı eserinde şu açıklamalar mevcuttur: "Mesed, ince hurma dallarından, yani
şahlarından elde edilen ve fitillenen sağlam bükülüp örülen liftir. de yaratılışı,
vücudu bükülmüş ip gibi derli toplu olan kadın demektir.
Bunun netiesi
şudur ki, mesed, hurma lifinden bükülmüş, sağlam bir urgan demek oluyor. Fakat
Zemahşerî diyor ki: Mesed, iplerden şiddetli ve kuvvetli bir şekilde bükülmüş
olandır. Bu ister liften olsun, ister deriden olsun, ister başka şeylerden
olsun aynıdır. Şair: "Develerden daha hızlı, daha kıvrak geçen mesed..." demiştir.
Aynı şekilde
cümlesi de sağlam yapılı kuvvetli adam mânâsını ifade etmektedir. Kâmusta
"mesd" kelimesi "ip bükmek" ve "yolda gayretle sürüp gitmek" mânâsınadır.
denildiğinde bu sözle, "ipi güzelce bükmek" mânâsı kasdedilmektedir. "Mesed"
ise, demirden çark oku demektir. Ayrıca hurma lifinden, bir görüşe göre de
"Mukl" ağacının ince dallarından bükülmüş ipe denilmektedir. Bazı alimlere
göre de sağlam ve kuvvetli bükülüp örülmüş olan ipe "mesed" adı verilir. Besâir'de
açıklandığına göre, "Mesd" mastar, "Mesed" ise isimdir, ancak "Memsûd" anlamındadır,
yani pek sağlam örülmüş ip demektir. Yani âyet, "gerdanında şiddetli bir şekilde
bükülüp demir bir ip yapılmış olarak" mânâsınadır. Demek ki mesed, esasen
"memsud" mânâsına alınarak bununla, hurma veya mukl ağacının lifleri gibi
kuvvetli liflerden bildiğimiz kendir, urganlar tarzında fitil fitil, kat kat
bükülmüş veya örülmüş sağlam urganlar kasdedilmektedir. Bu anlamda kıl, deri
ve demir gibi hangi maddeden yapılırsa yapılsın, ip şeklinde bükülmüş yahut
örülmüş olan sağlam telli, fitilli urgan, halat ve zincirlerin hepsine mesed
denilmektedir. Burada da maksat ipin, yapıldığı maddeden ziyâde kuvvet ve
kıvraklığı söz konusu olduğu için en sağlamının düşünülmesi gerekmektedir.
"Biz, kâfirler için zincirler ve demir halkalar hazırlamışızdır." (İnsan,
76/4) âyetinin ifade ettiği mânâ üzere cehenneme giden kâfirlere vaad edilen
de zincirler ve bağlardır. Bir gerdana gerdanlık yerine yakışan da bir zincirdir.
Fakat bir odun taşıyıcısının sırtına aldığı odunları bağlayıp uçlarını, gerdanlık
yerine sarkıtacağı sağlam ipin de zincir değil, liften bir urgan olması daha
uygundur. Kâfirin hassasiyetine dokunan en acıklı manzara âyetin, sırtında
cehennem odunu olan kocasını taşırken gerek iftihar ettiği gerdanlığını, gerekse
örgülü kıvrık saçlarının gerdanından sarkmasını, kendi yanacağı ateşin odununu
taşıyan bir odun hamalının boynuna düğümleyip geçirdiği kuvvetli urganın boynundan
sarkması şeklinde tasvir etmesidir. Bu da, dünyada Allah yoluna sarf edilmeyen
servet ve kazancın, şükrü bilinmeyen şeref ve asaletin ardındaki hakaret ve
aşağılanmaya bir misâldir. İşte o ateş babası Ebu Leheb, parlaklığına ve bir
takım üstünlüklerine rağmen Allah'a ve Resulü'ne karşı küfür ateşi yakmak
istediğinden dolayı o ateşin odunu olarak helâke sürüklenmiş ve karısıyla
birlikte bütün âleme darb-ı mesel olmuştur. Ta peygamberliğin başlangıcında
haber verilmiş olan bu hakikat, aynı tarzda tahakkuk etmiş, Resulullah (s.a.v.)'in
tebliğ ettiği şekilde Allah'ın birliğine imân etmediği için onun şefaatından
istifade edememiş, ne nesebinin şerefi, ne de mal ve kazancı gibi asaletinin
kudret ve ihtişamı, kendini helâk olmaktan kurtaramamıştır. Onun için diye
beddua etmesinden dolayı da kendisine tevbe de nasip olmayıp mahvolup gitmiştir.
"Kötü sondan Allah'a sığınırız."
Şimdi birisi,
tesbih, hamd ve istiğfar ile Allah'a giden, diğeri de hüsran ve aşağılanma
ile ateşe giden iki son böyle beyân edildikten sonra, güzel bir sona erişmek
ve o helâkten kurtulmak için tek çarenin Allah'ın dinine sarılmak ve bunun
için de önce Allah'ı birlemek ve samimiyetle tanımak sonra da bütün kötülüklerden
korunmada O'nun yardımına sığınmak olduğu hususu beyân edilecek arkasından
da Allah tarif edilerek tevhid ve samimiyetle O'na bağlanma emredilecektir.