4-NİSA Suresi Tefsiri:
Bu sûre de
birçok şer'î hükümleri ve teklifleri kapsamaktadır. Baş tarafında Allah'ın
hakları, bütün insanlığın kardeşliği, çocuklara, kadınlara, yetimlere acıma,
şefkat gösterme ve haklarının verilmesi, mallarının korunması, evlenme ve
miras gibi hususlarla ilgili emirler ve hükümler ile başlamış, sûrenin sonu
da bu konularla bitmiştir. Orta kısmında da aile terbiyesinden başlaması lazım
gelen temizlik, namaz, cihad, amirlere itaat gibi emirleri ve yükümlülükleri
kapsamıştır. Bütün bunlar, insanın yaratılışı ile ilgili ve terbiye esasına
dayalı bulunduğundan dolayı sûre: "Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten
sakının..." hitabı ile başlamış ve bu konularda kadının ve kadınlığın pek
önemli bir yeri bulunmasından dolayı da ilk âyetinden itibaren kadının yaratılışına
ve şerefine dikkat çekilmiş, ismine de "Kadınlar Sûresi" denilmiştir.
İnsanlık unvanıyla
başlayan bu genel hitap, Bakara sûresinin başındaki ilk genel hitabı hatırlatıyor.
O genel hitap günahlardan sakınmak gayesiyle "Rabbinize ibadet ediniz" (Bakara,
2/21) emrini vermiş ve bunu insanların yaratılış delilleri ile aydınlatarak
şimdiki zamandan başlangıca doğru götürmüş ve özellikle Hz. Ademin yaratılış
bahsini hatırlatmıştı. Burada ise bu hitabı doğrudan doğruya günahlardan sakınma
emri takip ediyor. Bunu da özellikle kadınların yaratılışı ile beraber yaratılış
delili takip ediyor ki; bunda "Ey insanlar! Artık büsbütün sakınma dönemine
girmeniz ve aşağıda gelecek tarzda tekliflerin (yükümlülüklerin) zevk ve hikmetinin
manevi hazzını anlamanızın sırası geldi ve sakınma konularının en önemlilerinden
birisi de kadınlar konusudur." gibi düzgün ve edebî bir anlatım vardır. Dikkat
etmeye değerdir ki, Kur'ân'da ey insanlar! hitabıyla başlayan iki sûre vardır;
birisi bu sûre, diğeri Hacc sûresidir. Bu sûre, Kur'ân'ın ilk yarısından dördüncü
sûre olduğu gibi, Hacc sûresi de Kur'ân'ın ikinci yarısından dördüncü sûredir.
Bu sûrenin başında sakınmanın sebebi, yaratılışın başlangıcına dikkat çekmekle
belirtilmiş olduğu gibi, o sûrede de yaratılışın sonu ve dönülecek yerin tanıtılmasıyla
belirtilmiş, "Çünkü kıyametin sarsıntısı büyük bir şeydir." (Hacc, 22/1) buyurulmuştur.
Bu şekilde iki sûrenin başları tertipli olarak başlangıç ve dönülüp gidilecek
yeri (ahireti) tanıtmış ve bununla her bir sûrede hakim olan şer'î hükümlerin
kayıt yönlerini de göstermiştir. Fahreddin er-Razî der ki: "Bu konunun altında
bir çok sırlar vardır..." Rabbinizin terbiye ile ilgili emri ve koruması altına
giriniz, emrine karşı çıkmaktan sakınıp genellikle asayişe uyunuz, O'nun şiddetli
cezasından korununuz. O Rabbiniz ki sizi tek bir candan, bir şahıstan yarattı.
Bundan dolayı, aslında hepiniz bir babadan gelme kardeşlersiniz ve hepiniz
insansınız ve bir yaratıcının yaratıklarısınız. Bu prensipler üzerinde, hukukla
ilgili esasları insanlık gerçeğine ve terbiye esasına dayandırarak kardeşlik
haklarına riayet etmeli ve Rabbinizin emrine aykırı hareket etmekten sakınmalısınız.
Evet Rabbiniz bir can yarattı ve "O bir candan eşini de yarattı" (Nisâ, 4/1).
Böyle bir nimet ihsân etti. Biri diğerinin canından kopmuş bir çift meydana
getirdi. "Bütün çiftleri yaratan Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir". (Yâsin,
36/36) Ondan dolayı bu nimet ve gücün değerini ve büyüklüğünü takdir etmeli
ve yaratılışın, eşyanın tabiatının eseri değil, eşyanın yaratıcısı olan Allah'ın
kuvvetinin eseri olduğunu bilmeli, ona itâat etmeli ve azabından korkmalıdır.
Gözlem ve
deneyle biliniyor ki, bir babadan erkek çocuk olabildiği gibi dişi de olabilir.
Halbuki yaratıcı kuvvet, eşyanın tabiatında olsaydı; ne topraktan insan meydana
çıkabilirdi, ne de bir erkekten bir kız çocuk olabilirdi. Çünkü tabiat, düzenli
ve uyumlu demek değil ise hiçbir şey değildir. Halbuki ne erkek dişinin bir
uyumu, ne de dişi erkeğin bir uyumudur. Hiç kimse erkeğe dişi, dişiye erkek
diyemez. Bunlar, iki çenekliler gibi bir kökten yarılmış, özellikleri ayrı,
vazifeleri birbirini tamamlayıcı değişik tabiatlı bir çifttirler. Ve aynı
zamanda bir kökün değişik çeşitleridirler. Bundan dolayı, diğer arızalardan
soyutlanarak, yalnız fen ve ilim tabiatı adına düşünen ve konuşan tabiat ilimleri
bilginleri de tam olarak itiraf ediyorlar ki; her şeyi sırf tabiata isnad
etmek iddiası ile eşyanın çeşitliliğinin sebebini açıklamak mümkün değildir.
Ve yaratıcı kuvvet, tabiatın üstünde terbiye ile ilgili bir etki yapan ve
eserlerini yaratmak ve seçmekle meydana getiren yüce bir Rabb'dir. O halde
tam manasıyla tabiat yoktur. Ve tabiat fikri, ilmî bir prensip olamaz. Çünkü
bugün kabul edilen bir tabiat, yarın değişik şekillere girebilir. Ve onun
içindir ki, sırf ilmî bir mukayese her zaman için ilmin ölçüsü olamıyor. Olayların
meydana gelişi akılları durduruyor. Çünkü İblis de "Ben ondan (Hz. Adem'den)
daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın. Onu ise balçıktan yarattın." (Sâd,
38/76) diye ateşin tabiatına göre yaptığı mukayese ile aldanmıştır. Gerçekten
iş tabiatta olsaydı, akla göre tabiat hiçbir zaman erkekten dişi, dişiden
erkek çıkma sonucuna varmazdı. Gerçek durum ise böyle değildir. Bütün insanlığın
yaratılışının başlangıcına çıkıldığı zaman ise mesele daha fazla açığa çıkmaktadır.
Akıllar, etkinin başlangıç noktasını ne kendilerinde ne de eşyanın tabiatında
görmemelidir. Hepsinin üstünde yaratıcı Allah Teâlâ'da görmelidir. O Yüce
yaratıcı ki bir kişiden eşini de yaratmak şeklinde ilâhî kuvvetini gösterdi
ve bu ikisinden bir çok erkekler ve kadınları yeryüzüne yaydı. Ve bugün var
olan insanlar böyle meydana geldi. Bundan dolayı hiç yokken topraktan seçmek
suretiyle insan yaratan ve o insandan eşini yaratan ve iki insandan, birbirlerinden
doğmaları suretiyle erkek dişi birçok çocuklar ve torunlar yaratıp dünyaya
yayan yüce yaratıcının ilâhlığının, bir şahıstan ordular, milletler yetiştirebildiğini
bilmeli ve ona göre tam bir iman ile vazifesini yerine getirmeli, Allah yolunda
hiç bir fedakarlıktan çekinmemeli ve evlenme kuralına uymakla nüfusun çoğalmasına
önem vermeli ve bunların ilâhî bir terbiye ile yetişmesine çok dikkat etmeli
ve evlenmeye sevk eden, yaratılıştan gelen meyilleri, kötüye kullanmaktan
sakınmalıdır. İşte bu şekilde bu günkü bir kaç insan yarın dünyaları fetheden
ve İslâmiyeti yükselten büyük bir ümmet olabilir. Ve ahirette en büyük mutluluğu
elde eder. Bu gerçekten dolayıdır ki, Allah'ın elçisi şöyle buyurmuştur: "Evleniniz
ki üreyip çoğalasınız. Çünkü ben kıyamet günü düşük çocuk bile olsa diğer
ümmetlere karşı sizinle iftihar ederim."
Bu bir kişiden
maksat, Hz. Âdem, eşinden maksat da Hz. Havva olduğunda fikir ve görüş birliği
vardır. Hz. Âdem "Şüphesiz Allah Âdem'i seçerek üstün kıldı" (Âli İmran, 3/33).
Ve "Allah Âdemi topraktan yarattı. Sonra ona 'ol' dedi ve o da oluverdi" (Âli
imran, 3/59) ayetlerinden anlaşıldığı üzere, topraktan seçilerek yaratılmıştır.
Hz. Havva da, Âdem'in kendisinden ayrılarak yaratılmıştır. Bu mânâ hadislerde
"Havva, Âdem'in bir kaburga kemiğinden yaratıldı". diye nakledilmiştir ki,
bir yarılma mânâsına gelir. Ve bu mânâ eşlik ilişkisinin temeli demektir.
Bir sahih hadiste, "Kadın bir kaburga kemiği gibidir. Kadın bir kaburga kemiğinden,
bir eğri kaburga kemiğinden yaratıldı, onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın,
kırılması da boşanmasıdır." buyurulmuştur.
Burada eğri
kaburga kemiği, bu yarılmaya işaret etmekle beraber erkekle kadın arasındaki
tabiat uyumsuzluğuna ve kadınların erkekleştirilmeye kalkışılması, onları
kırıp atmak demek olduğuna dair uyarıyı içeren bir misaldir. Bundan başka
bu kısımlara ayrılmanın, cennetteki yaratılış başlangıcında meydana geldiği
de hadislerde yer almıştır. "Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın." (Bakara,
2/35; A'raf, 7/19) âyeti de buna delalet etmekte bulunmuş olduğundan cennetten
yeryüzüne atılmaları, yani dünyaya gelişleri, bu dallanmadan sonra demek olur.
Bununla birlikte şunu da hatırlatalım ki bir can Âdem, eşi de Havva olduğunda
şüphe olmamakla âyet bunu genel bir mânâ ile anlatmıştır. Çünkü âyet, bu anlamı,
sırf haber olarak değil, Allah'ın kuvvetinin delili olmak üzere şimdiki zamanda
bilinen ve görünen yaratılışın meydana gelişini delil göstererek anlattığına
göre işin başında şöyle ilmî bir tanıtımı kapsamaktadır: Görülüyor ki bugün
var olan insanların hepsinin yaratılışı önce birer babadan başlıyor. Anneler,
aşılamayı babalardan alıyor. Fakat hayret edilecek şey odur ki erkek olan
babadan gelen çocuklar hep erkek olmuyor. Bunda tabiatın uyum kuralı vuku
bulmuyor. Bilakis erkek cinsinin eşi olan dişi cinsi de tabiata aykırı olarak
erkekten yaratılıyor. Ve erkekle dişinin evlenmesinden bu sayede erkek ve
kadın bir çok çocuklar meydana geliyor. Ve bu şekilde dünkü bir Âdem, bir
müddet sonra büyük bir ailenin, bir kabilenin, bir ırkın babası oluyor, babalar
kadınsız çocuk yapamıyorlar. Fakat bu hususta aşılamayı yapan erkek ve alan
kadın olmasından dolayı erkek önce, kadın sonra geliyor. Bundan dolayı erkeklerin
kadınlardan dallanması (ayrılması)da beklenilmeyen bir iş olmakla beraber
daha önce hepsi erkekten dallanıyor, türemenin başlangıcı erkek oluyor. Şu
halde genel olarak erkek cinsi ile, genel olarak kadın cinsi karşılaştırılarak
üzerinde düşünüldüğü zaman; insanlığın yaratılışının her kuşağındaki başlangıcına
göre erkek birinci, kadın ikinci temel bulunduğundan dolayı, herşeyden önce
kadının her zaman erkekten ayrılmış olduğu bir analiz şeklinde meydana çıkıyor.
Bundan dolayı şimdiki zamandan başlangıca göz atıldığı zaman, türemenin ikiden
dört ve dörtten sekiz gibi bir matematiksel oran takip etmesinden dolayı bugünkü
milyarlarca insanların kökü ele alınınca matematiksel bir şekilde sabit olur
ki, insanlığın başlangıcı, Âdem ve Havva diye anılan bir çifte, yani bir erkekle
bir kadına döner. Ve bunlar arasında kök birliğini ifade eden bir nefis ilişkisi
vardır. Ve bu ilişkide erkek öncedir, kadın ondan sonradır. Ve bundan dolayı
o kadın, erkeğin canından ayrılmıştır, onun ruhundan kopmuştur. Ancak bu dallanmada
hayret uyandıran durum, daha fazladır. Çünkü artık zaruri olarak onlardan
önce anne ve babaları yoktur ve o kadının o erkekten ayrılması da bir evlad
ayrılması gibi değildir. İki cinsi taşıyan bir kök dalından çatallanan ve
ileride birbirleriyle karşılaşmak üzere karşılıklı bir çekim besleyen ve tek
bir gayeye hizmet eden değişik özellikli etkileyici ve bu etkiyi kabul edici
bir çift küçük yaprakçığın ayrılması gibidir. Bu ise topraktan insanı seçmek
gibi bizzat Allah'ın yaratması ile açıklanır. Gösterilen bu delilin tamam
olması için, dünyanın sonradan yaratılmış olduğu düşüncesini unutmamak gerekir
ki, bu konu daha önce açıklanmıştı. İşte âyet-i kerime, Adem ve Havva'nın
yaratılışını haber verirken şimdiki zamandan geçmişe giden böyle bir delil
ile sonuca varmayı da kapsayan bir beyan uslubu ile anlatmıştır. Bundan dolayı
âyetin mânâsı hem nakle, hem akle dayanır.
" Minhâ"
(o nefisten) kaydı ile erkeğin kadından önde bulunduğunu anlatırken aynı zamanda
" eşini" ifadesiyle de kadının yaratılışının, erkeği yalnızlıktan ve kısırlıktan
kurtaran büyük bir nimet olduğunu ve bu nimetin kötüye kullanılmamasının ve
şükrünün yerine getirilmesinin gerekli olduğunu da bildirir. Nitekim bir hadiste
Resulullah (s.a.v.), "Dünya bir eşyadır. Ve dünya eşyasının en hayırlısı saliha
kadındır." buyurmuştur. İnsanlar, bu nimeti kötüye kullanmaya hazır bulunduklarından
dolayı ilk önce sakınmaları emredilmiş ve bu sakınma şu şekilde pekiştirilmiştir:
"" Asım ve Hamza ve Kisâî kırâetlerinde şeddesiz, diğer kırâetlerde şeddeli
okunur. Mânâ birdir. Hamza kırâetinde esre, diğerlerinde üstün okunur. Bundan
dolayı, bunda iki ayrı tefsir şekli vardır. Birine göre, "Birbirinizden bir
şey rica ederken Allah aşkına, Allah için senden şunu rica ederim, diye adına
yemin verdiğimiz Allah'a isyan etmekten ve o akrabaların haklarını ve itibarlarını
gözetmemekten korkunuz" demektir. Diğeri de, "O Allah'a isyan etmekten korkunuz.
Öyle ilâhî ve rahmânî bir ahlâk ile hareket ediniz, ki siz o Allah'a ve akrabalara
and vererek birbirinizden karşılıklı dilekleşmede bulunursunuz." demek olur.
Araplar, akrabalıktan dolayı önemli bir yalvarmada bulunacakları zaman derlermiş
ki, "Allah ve akrabalık hakkı için rica ederim" mânâsınadır. Bu ikinci mânâ
her iki kırâete göre de mümkündür. Fakat birinci mânâ, Hamza kırâeti dışındaki
diğer kırâetlerdedir. Birincisinde hukuk yönü açıkça, ahlâk yönü kapalı olarak
bildirilmiştir. İkincisi de bunun tam aksinedir.
ERHÂM: Rahimin
çoğulu, rahim nın kesresi ile bilindiği gibi kadında çocuk yatağı olan özel
organıdır. Fakat yakınlık ve akrabalık sebeplerine de denilir. Nitekim sıla-i
rahim, arkabaya iyilik; kat'-i rahim, yakınlık ilişkisini kesmek demektir.
Burada da yakınlık sebepleri mânâsınadır. Her zaman rahim kelimesinin sevgi,
merhamet, şefkat ve acıma mânâsını anlattığı ve bunlar, kadınlığın yaratılışının
gereği bulunduğundan dolayı kadınlara acımak ve şefkat ile muamele etmek,
şeref ve haysiyetlerini yaratılışları gereğince korumak, tecavüzden ve kötüye
kullanmaktan ve evlenme gayesini bozacak yakışıksız şeylerden korumak ve aile
fertleri, çoluk çocukları, genel olarak akraba ve hısımlar hakkında da akrabalık
inceliğine yaraşan nazik ve çekici bir sevgi beslemek ve bütün bunlarda Allah
sevgisi ile Allah korkusunun özü demek olan Allah korkusu esas kabul edilip
iyi ve kötüyü bu açıdan düşünmek ve bundan dolayı bu ilişkilerde ne erkeğin
ne kadının yaratılış hikmetine ve türeme gayesine aykırı olan hırs ve nefse
ait kibri, ne de akrabaların Allahın emrine aykırı arzu ve meyilleri gözönüne
alınmayıp, her hususta Allah'ın hükmünün yerine getirilmesi lüzumu gösterilmiştir.
Bu konuda birçok hadis-i şerifler de vardır. Bazıları şunlardır:
1- "Rahim
(akrabalarla ilişkiyi sürdürmek) Arşa asılıp şöyle der: Beni gözeteni Allah
gözetsin, beni terkedeni Allah terketsin. "
2- "Allah
Teâlâ şöyle buyurur: 'Ben, Rahmanım, o rahimdir. Ben, ona ismimden bir isim
türettim. Bundan dolayı onunla ilgilenen, akrabalarla ilişki sürdüren ve iyilik
yapana ihsanda bulunurum, akrabalarla ilişkisini keseni de mahrum ederim."
3- "Allah'a
itaat edilen şeylerde akrabalık ilişkilerini sürdürmekten daha çabuk sevabı
verilen hiç bir şey yoktur. Allah'a isyan edilen amellerde de cezası, zinadan
ve yalan yere yeminden daha çabuk verilen hiçbir amel yoktur."
4- "Sadaka
ve akrabalık ilişkilerini sürdürmek, Allah bunlarla ömrü uzatır. Ve kötü ölümü
defeder. Sakıncalı ve tiksindirici şeyleri de defeder."
5- "Sadakanın
en faziletlisi, düşman olan akrabalara verilendir."
Özetle "Rabbinizden
korkan" ifadesi, genel olarak insanlar arasındaki umumi kardeşliğin bozulmasından
ve erkekle kadın arasındaki cinsel meyillerin kötüye kullanılmasından, "Allah'tan
korkun" ifadesi de aile ve akraba haklarının ve ilişkilerinin bozulmasından
sakınmayı kapsamaktadır.
Yani gerek
genel ilişkilerde ve gerekse özel ilişkilerinizde Allah'a isyan etmekten korkunuz.
Çünkü her zaman Allah üzerinizde gözcüdür. Bütün hareketleriniz Allah'ın kontrolü
altındadır. Fiillerinizden, sözlerinizden, niyetlerinizden hiç biri O'ndan
gizli kalamaz. Görülüyor ki, bu âyet-i kerime, derin bir belagatla sûrenin
esas muhtevasına işaret etmiş ve Âl-i İmran sûresinden sonra gelmesinden dolayı
da savaş kayıplarını telafi etme vasıtalarına dikkati çekmiştir.
2-Şimdi emr
olunan sakınmanın tatbik yerlerinin açıklanmasına başlanıyor. Ve ilk önce
akrabalara acıma ile en çok ilgisi bulunmak üzere yetimlerin haklarından başlanıyor.
Şöyle ki: Akrabaları gözetiniz ve yetimlere mallarını veriniz. Rivâyet ediliyor
ki, Gatafan oğullarından bir adamın yanında yetim bir kardeş oğlunun (yeğeninin)
çokça bir malı varmış, buluğ çağına erince malını istemiş, amcası engel olmuş.
Bunun üzerine bu âyet inmiş. O da Allah ve Resulüne itaat eder ve büyük günahtan
Allah'a sığınırız demiş ve malı teslim etmiştir. Hz. Peygamber de, "Böyle
nefsin cimriliğinden sakınıp Rabbine itaat eden, onun cennetine girer." buyurmuştur.
Çocuk da malını alınca Allah yolunda harcamış. Resulullah da, "Sevab sabit
oldu, fakat günah ebedî kaldı." buyurmuş. "Ey Allah'ın Resulü! Sevabın sabit
olduğunu anladık, günah nasıl ebedî kaldı? Allah yolunda harcıyor." dediklerinde,
"Çocuğun sevabı sabit, fakat babasının günahı ebedî (kaldı)." buyurdu. Bilindiği
gibi âyetin iniş sebebinin özel olması, hükmün genel olmasına engel değildir.
Ve birkaç âyet sonra da bunun ne zaman verileceği açıklanacaktır. Bundan dolayı
burada "veriniz" demek "onlara göz dikmeyiniz ve sırası gelince hiç zorluk
çıkarmadan tam olarak veriniz ve vermek için iyi koruyunuz" demek olur. Bunun
için buyuruluyor ki "Hem de pisi temiz ile değiştirmeye kalkmayınız". Bundan
şu mânâlar anlaşılır:
1- Ey veliler
veya vasiler! Elinizde bulunan yetimin temiz, hoş bir malını kendinizin aşağılık
kötü bir malınızla değişmeye kalkışmayınız.
2- Yetim malı
size haram ve pistir. Kendi malınız ise helal ve hoştur. Bundan dolayı kendi
helal olan malınızla, yetimin haram olan malından bir değiştirme, bir alışveriş
yapmaya kalkmayınız. Yetimin mallarını olduğu gibi koruyunuz. Korunması için
satılması gerekli olanları bile değerlerine satınız ki töhmet (suç) altında
kalmayasınız, bu noktada yetimin taşınmaz malları ile taşınır malları ve taşınır
mallarından çabuk bozulan ve çabuk bozulmayan malları hakkındaki hükümler
içinde bulunmaktadır.
3- Kendi mallarınıza
güzel güzel bakıp da yetimin malını kötü bir durumda bırakmayın, ona kendi
malınıza bakar gibi ve hatta ondan daha fazla bir özenle bakın.
4- Yetimin
malına saldırarak almayınız ki, elinizde güzel mallarınızın ona karşılık yok
olmasına sebep olup da felakete düşmeyin.
5- Nihâyet
kendi helal rızkınızı beklemeyerek sabırsızlanıp yetimin malını haram haram
yemek için pis boğazlığa kalkışmayınız.
Gerçekten
bu mânâlardan her birini müfessirler anlatmışlardır.
Kısacası her
şekilde yetimlerin mallarını koruyunuz.
Ve onların
mallarını kendi mallarınıza katıp ekleyerek yemeyiniz, yani boş yere harcamayınız
ve ondan faydalanmayınız. Çünkü bunların her biri büyük bir günah olmuştur.
YETÂMÂ: "Nedîm
ve nedâmâ" gibi yetîmin çoğuludur. Veya çoğulunun çoğuludur. "Yetîm" yalnız
kalma mânâsına "yetem" den alınmıştır. Nitekim eşsiz inciye "dürr-i yetim"
(sedefinde tek olan inci) denilir. İşte bu yalnız kalma mânâsı düşüncesi ile
babası vefat etmiş olana yetim denilmiştir ki böyle yetim kalmağa da nın ötresi
ile "yütm" denilir. Bundan dolayı, lugat bakımından bu ismin hakkı gerek küçüğe
ve gerek büyüğe denilebilmesidir. Çünkü babadan yalnız kalma mânâsı kalıcıdır.
Fakat örfe göre henüz kendini kurtaracak çağa ermemiş bulunanlara aittir.
Bu yönden "yetim" kelimesi bir zayıflık ve özellikle akıl zayıflığı ve fikir
noksanlığı mânâsı ile de ilgilidir. Ve bundan dolayı erginlikten sonra bile
rüşdünü bulamayanlar üzerinde yetim ismi, lügat ve örf açısından kalıcı olabileceği
gibi, kocasından yalnız kalan kadınlara da yetim denilir. Nitekim Resulullah
bu mânâda "Yetim kadın (dul kadın)dan kendi nefsi için izin istenir." buyurmuştur
ki, bu izin istemenin küçük çocuğa ait olamıyacağı bellidir. Diğer bir hadis-i
şerifte de "Yetim ve kadın, bu iki zayıf hakkında Allah'dan korkunuz." buyurulmakla
yetimin zayıflık mânâsı gösterilmiştir. Bununla beraber yaşlılık ve olgunluk
devrinde bulunan erkek, aklı zayıf ve noksan fikirli dahi olsa ona yetim denilmediği
de bilindiğinden dolayı erkeğe yetim denilmesi, ancak çocukluk durumunda veya
henüz ona yakın bir çağda bulunması itibarıyla olduğu halde, kadına babasından
ayrılması itibarıyla aynı mânâda ve kocasından ayrılması itibarıyla büyük
iken bile kendisine yetim denilmiştir. "İhtilamdan (ergenlikten) sonra yetimlik
yoktur." hadis-i şerifiyle de yetimin sözlük ve örfteki mânâsının değil, şer'î
hükmün, yani ergenlikten itibaren yetimlik hükmünün kalkabildiğinin açıklandığı
anlaşılıyor ki, bununla da yetimin şer'î mânâsı yerleşmiş olur. Şu halde sözlük
örfü bakımından ve yetimler denilince babaları vefat etmiş oğlan veya kız,
küçükler ve çocuklar anlaşılabileceği gibi, kocasız kalmış kadınlar da anlaşılabilecektir.
Ve bunların hepsi acımaya değer ve haklarında Allah'tan korkulmalıdır.
Genellikle
yetimlerin mallarından başka, nefisleri ve ırzları ve özellikle her iki mânâdan
biri ile yetim olan kadınların nefisleri ve ırzları da en fazla korunması
lazım gelen sakınma yerlerindendir.
3-Bunun için
ve eğer yetimler hakkında onların haklarını gözetmeyeceğinizden korkarsanız,
yani gerek canları, gerek ırzları ve gerek malları itibarıyla her yönden adalete
ve doğruluğa riâyet edemiyeceğinizden korkarsanız -ki böyle büyük günahtan
elbette korkarsınız ve korkmanız gerekir o halde durumunuza göre kadınlardan
ikişer, üçer, dörder size helal ve hoşunuza gidenler ile evleniniz. Hem onları
zarar ve tehlikeden korumada, hem de kendinizi zulüm ve tecavüzden korumaya
vesile olur. Genellikle kadınlar kimsesizlikten ve ortaya düşmekten kurtulur.
Siz de zina ve diğer günahlara, haksızlıklara düşmezsiniz. Ancak bunda da
birden fazla kadınlar arasında adaleti korumak, birine diğerinden fazla muamele
etmemek gerekir. Bunun için ve eğer birden fazla kadınlar arasında da adalet
yapamayacağınızdan korkarsanız -ki bundan da korkmalısınız o halde ancak bir
kadınla evleniniz.- Ca'fer kırâetinde ötre ile okunduğuna göre - bir kadın
yeter. Yahut da sahip olacağınız cariyeler alırsınız. O, yani bir kadınla
evlenme adaletsizlik yapmamanız ve haksızlık etmemenize daha elverişlidir.
Yalnız bir kadının hakkını gözetmek elbette daha kolaydır. Bunda sıkıntıya
düşmemek ihtimali daha yakındır. Bu cümleden fakirlik ve çaresizliğe düşmemenize,
yani iktisadınıza daha elverişlidir mânâsı da anlaşılmıştır ki, bunda gibi
düşünülmüş veya bu mânâ, konunun bir gereği olmak üzere gösterilmiştir. İlk
önce görülüyor ki burada "Yetimler hakkında adalet yapamayacağınızdan korkarsanız"
diye bir şart vardır. hitabı ile nikah (evlenme) emri buna bağlanmıştır. Bundan
dolayı, bu şartın mânâsını ve bu emrin meydana geliş şeklini iyi anlamak için
bu konuda rivâyet yoluyla gelen tefsir şekillerini bilmek gerekir. Şöyle ki:
1- Buhari
ve Müslimde de rivâyet olunduğu üzere Urve b. Zübeyr (r.a.) demiştir ki: "Ben,
Hz. Âişe (r.a.)den ilâhî kelâmının mânâsını sordum. Hz. Âişe dedi ki: "Kızkardeşimin
oğlu! Bu o yetimdir ki velisinin gözetimi altında bulunur ve mal hususunda
ortak da bulunurlar. Malı ve güzelliği velisinin hoşuna gider, mehrinde adalet
yapmıyarak onunla evlenmek ister. Başkalarının vereceği mehir kadar mehir
vermez. İşte bu âyette bu gibi velilerin hakk ve adalete riâyet edip, mehirlerini
özellikle en yüksek miktarına eriştirmedikçe gözetimleri altında bulunan yetim
kızlarla evlenmeleri yasaklanmış ve hoşlarına giden diğer kadınlarla evlenmeleri
emredilmiştir. "Hz. Âişe devamla şöyle demiştir: Bu âyetten sonra insanlar
bunlar hakkında Resulullah'tan fetva sordular, Aziz ve Celil olan Allah Teâlâ
da: "Kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar. De ki: O kadınlar hakkında
size fetvayı Allah veriyor. Yazılan haklarını vermediğiniz ve kendileriyle
evlenmek istediğiniz yetim kadınların, zayıf düşürülen çocukların hakkındaki
ve yetimlere adaletli davranmanız hususundaki hükümleri, Kur'ân'da size okunan
âyetler açıklar. Ne hayır işlerseniz, şüphesiz ki Allah onu bilir". (Nisâ,
4/127) âyeti indirildi. Bu "Kur'ân'da size okunan" önceki âyetidir. âyeti
de herhangi birinizin, himayesi altında bulunan yetim kıza, mal ve güzelliği
az olduğu zaman rağbet göstermemesidir. Bundan dolayı, bunlara rağbet edilmediğinden
dolayı mal ve güzelliğine rağbet ettikleri yetim kızları hak ve adaleti gözetmedikçe
onlarla evlenmekten men edildiler."
Yine Sahih-i
Müslim'de Hz. Âişe'den Urve, Urve'den oğlu Hişam yoluyla rivâyet edilmiştir.
Hazreti Âişe demiştir ki: " âyeti şunun hakkında indi ki, bir erkeğin yanında
yetim bir kız olur ve bu erkek onun velisi ve mirasçısı bulunur. Yetim kızın
malı var, fakat o erkekten başka onu koruyacak ve evlenmesi için yol gösterecek
bir velisi de yoktur. İşte biricik velisi olan bu erkek, malına tamah ederek,
malına ortak olmak için onu kimse ile evlendirmez, evlenmesine engel olur,
zarar verir ve birlikte yaşayıp hoş geçinmez. Bundan dolayı Allah Teâlâ buyurdu
ki: "Size neler helal kıldım bak ve kendisine zarar vereceğin şu yetim kızı
bırak" diyor.
"Yetimlerin
mallarını veriniz ve malları dolayısıyla onlara zarar da vermeyiniz" mânâsıyla
bu tefsirin bir önceki âyetle bağlantısı pek açıktır. Zuhrî ve Rebi de bu
şekilde tefsir etmişlerdir. Ebu Bekir er-Razî de Ahkamu'l-Kur'ân'da bunu tercih
etmiş ve bunun İbnü Abbas'tan da rivâyet edildiğini zikretmiştir. Böylece
evlenmesi düşünülebilen velilerde amca çocukları gibi nikah düşen akrabalar
olabilir.
2- İbnü Abbas
hazretlerinden şu iki cümle rivâyet edilmiştir: "Erkekler, yetimlerin mallarından
dolayı dört kadınla sınırlandırıldılar. Çünkü bir adam, yetimlerin malları
ile dilediği kadar kadınla evlenebiliyordu, Allah Teâlâ bunu yasakladı." Buna
yakın olmak üzere tabiîn müfessirlerinden Hasan b. el-Hasan hazretleri de
demiştir ki: Veliler, velâyetleri altında bulunan yetim kızlardan nikahı halil
olanlarla evlenirlerdi. Fakat kendilerine rağbetlerinden değil, mallarına
rağbet ettiklerinden dolayı evlenirlerdi. Ve bundan dolayı onlarla iyi geçinmiyorlardı,
miraslarını yemek için ölümlerini gözlerlerdi, bundan men edildiler.
3- Bundan
önceki âyeti inince veliler, yetimlerin haklarında adalet yapamayıp günaha
gireceklerinden korkarak onlara vasilikten çekinmeye başlamışlar. Ve halbuki
o zaman nikahları altında on veya daha fazla veya daha az kadın bulunabiliyor
ve bunların haklarını gözetemiyorlardı, adalet yapamıyorlardı. Bundan dolayı
bu âyetle onlara şöyle denilmiş oluyor: "Eğer yetimlerin haklarında adalet
yapamamaktan korkuyor ve bundan dolayı onlara velilikten çekiniyorsanız, genel
olarak kadınlar hakkında da adaletsizlikten korkunuz da haklarını yerine getirebileceğiniz
miktarda kadınlar alınız ki bu da en son dört tane olabilir." İbnü Abbas'tan
naklen Katâde ve Sûddi böyle söylemişlerdir. Fakat bu rivâyet şöyle şarta
bağlanıyor: Buna göre önceki âyetin bundan önce inmiş ve yaygın olması gerekiyor.
Halbuki onun hükmünün ortaya çıkması bundan sonraki (Nisâ, 4/5-6) âyetlerine
bağlı bulunuyor. Bu ise beraber inmelerini gerektirir. Onun için bu mânâ açısından
sebeb, zikredilen âyet değildir; cahiliyye devrinde bile Arapların yetimlerin
işlerini günah sayıp da kadın işini günah saymamaları olduğu zikrolunuyor
ki, İbnü Cerir Taberi de Süddi'den ve Katede'den bu şekilde rivâyet etmiştir.
Sa'id b. Cübeyr hazretleri de demiştir ki: "İnsanlar o zaman bir emir veya
yasak söylenmedikçe cahiliyle dönemi gelenekleri üzere bulunuyorlardı. Resulullah'a
yetimler hakkında soru sordular. Allah Teâlâ'da bunu indirdi ki yetimler hakkında
adaletsizlikten korktuğunuz gibi kadınlar hakkında da korkunuz da adalet yapabilecek
kadar evleniniz." demektir.
4- İkrime'den
de şöyle rivâyet edilmiştir: "Kureyşten bir adamın bir çok kadınları bulunur,
yanında yetimler de bulunurdu. Derken kendi malı tükenir, yetimlerin malına
meylederdi. Bundan dolayı bu âyet indi: Bir adam dört, beş, altı ve on kadınla
evlenirdi, diğer biri de ben de falan gibi niçin evlenmiyeyim der, yetimin
malını alır, bu mal ile evlenirdi. Bundan dolayı dörtten fazla kadınla evlenmekten
men edildi." Fahreddin Razi de: Bu görüş, gerçeğe en yakın görüştür. Çok sayıda
kadınla evlenilince o oranda çok harcama ve masrafa ihtiyaç ortaya çıkacağından
bu ihtiyacın sevkiyle (iticiliğiyle) yetim velilerinin, yetim malına tecavüz
etmesinin gerçekleşmesi ihtimali üzerine Yüce Allah, fazla kadınla evlenmekten
insanları korkutmuş gibidir." diyerek bunu tercih etmiştir. Fakat bu tercih,
tenkide değer. Çünkü yasak sebebinin yalnız yetimin malına tecavüz endişesine
bağlanması ve gerek yetimlerin nefsinin ve gerek diğer taraftan kadınlara
adaletli davranma meselesinin asıl sebepte düşünülmemesi ve bunların nihâyet
bir delalet (yol gösterme) mevkiinde tutulmaları âyetin derin ve çeşitli olan
iniş hikmetinin hakkını vermemektir. Sonra cariye meselesinde aynı sakıncanın
söz konusu olmayacağı da kabul edilemez. Bundan başka âyetin burada bulunması
doğrudan doğruya kadın sayısını azaltmayı hedef edindiği, ilk önce ve bizzat
dörtten fazlasını yasaklamaya yönelik bulunduğu da herkes tarafından kabul
edilmiş değildir. Gerçi bu âyet ile birden fazla kadınla evlenmenin en fazla
dört kadınla sınırlandırılması vaki bir emir ve bundan dolayı fazlasının yasaklanması
da ister istemez sabit ve bu şekilde cahiliye geleneğine göre sayının aşağı
indirilmesi de kesin olmakla beraber Kur'ân âyetinin, dörde indirmesi tarzında
bir azaltma mânâsı ile değil, birden dörde kadar müsaade ile yine bir çeşit
çoğaltma üslubunda bulunduğu ve Hz. Aişe'nin dediği gibi, "Bakınız ben size
neler helal ettim" mânâsını bildirdiği de apaçıkça anlaşılır. Bundan dolayı
azaltma ve çoğaltmayı yasaklama, ibare ile değil, işaret iledir. Yukarda nakledilen
İbnü Abbas'ın sözü de olsa olsa bu sayıyı azaltmanın ve fazlasını yasak etmenin
ancak sabit olduğunu ifade eder.
5- Bazı müfessirler
de demişlerdir ki, bir adam, mal sahibi ve güzel bir yetim kız buldu mu başkasından
esirgeyip kıskanarak onunla hemen evleniyordu ve bu şekilde bazen yanında
haklarını gözetemeyeceği kadar birçok yetim kızlar toplanırdı, âyeti bunlar
hakkındadır ve şöyle demektir: "Ve eğer o yetim kızlar ve kadınlarla evlendiğiniz
zaman haklarında adalet yapamamaktan korkarsanız, diğer kadınlardan hoşunuza
gidenlerle evleniniz". Kadı Beydâvî de bunu tercih etmiştir. Fakat Ebu's-Suud'un
haklı olarak tenkid ettiği şekilde buna nazım (Kur'ân'ın ibaresi) müsaid değildir.
Çünkü bu şekilde;
"diğer kadınlarla evleniniz" diye emir ve teşvik anlamsız olur. yerine denilmesi
gerekirdi.
6- Mücahid
demiştir ki, bunun mânâsı: "Yetimler hakkında adalet yapamamaktan korkuyorsanız
zinadan korkunuz da size helal ve hoşunuza giden kadınlardan ikişer, üçer,
dörder alınız ki harama düşmek tehlikesine maruz olmayınız."
Bu tefsir,
büyük bir hakikatı kapsamaktadır ki, yetimlerin hakları ve kadınlara adaletle
davranma mânâsı içinde zinadan sakınma mânâsının önemli bir esas teşkil ettiğini
ve birden fazla kadınla evlenme müsaadesinin bu hikmet ile ilgili olduğunu
ve bunda fuhuş ve zina sefaletlerine (aşağılıklarına) karşı köklü bir mücadele
bulunduğunu gösterir. Bu şekilde görülüyor ki, bu rivâyetlerin bazıları âyetin
iniş sebebini, bazıları da iniş hikmet ve faydalarını göstermektedir.
Buna göre
her biri bir görüş açısından önem arzetmektedir. Ve bu rivâyetlerin toplamı,
âyetin muhtemel olan veya içine aldığı mânâları da göstermektedir. İniş sebebini
en açık olarak gösteren, Hz. Âişe rivâyetidir. Yetimlerin veliler tarafından
mal veya güzelliğine tamah edilerek başkaları ile evlenmelerine engel olunup,
uygun olmayan bir mehir ile kendilerine zorla nikah ve can ve mal açısından
zarara uğratılmaları ve bu şekilde mal ve güzelliği az olan yetimlere hiç
rağbet edilmeyerek tamamen sefilliğe düşürülmeleri âyetin inmesinin esas sebebi
olmuş ve bunun için âyet, emirden önce yasağı kapsamış ve bütün kadınlara
adaletle davranma gayesi de inmesinin hikmeti olmuştur. Ve işte birden fazla
kadınla evlenmeyi sınırlandırma, bu hikmetlerin ve faydaların bazıları olduğu
gibi, birden fazla kadınla evlenmeye müsaade etmek de kadınların sefaletine
meydan vermemek ve tarlayı (çocuk verecek anaları) artırma hikmet ve faydasını
kapsamıştır.
Yukarıda dul
kadınlara bile yetim denildiğini açıklamıştık. Âyetin inme sebebi gerek yalnızca
küçük yetimler olsun ve gerekse kayıtsız olarak kendileri ile evlenilmiş kadınlarla
da ilgili bulunsun, her şekilde âyetin mutlak surette kadınlara adaletli davranma
hikmet ve gayesi ile ilgili bulunduğu da açıkça bellidir. Bundan dolayı âyetin
iniş sebebinin özel oluşu, mânâ ve hükmünün de özel olmasını gerektirmeyeceğinden,
da yetimler, delalet yolu ile olsa bile, dul kadınları da kapsayan genel bir
mânâ ile ele alınırsa, âyetin hükmü ve hikmeti daha fazla bir açıklık ile
düşünülebilecektir. Demek ki, âyetin iniş sebebi bakımından velilerle ve kocalarla
ve bir dereceye kadar özel menfaatlerle ilgili olan bu âyet, hüküm ve hikmet
ve iniş gayesi açısından onlarla beraber kamuyu ve kamu yararını ilgilendiriyor.
Ve bunun için evlenme ile ilgili meseleler, kul haklarından başka bir de Allah
hakkını ve kamu hakkını kapsamaktadır. Bundan dolayıdır ki, evlenme, bir bakımdan
hak ve bir bakımdan vazifedir. Hem muamele, hem de ibadettir. Allah Teâlâ,
en açık şekilde acıma ve şefkata müstahak olan yakınlara ve yetimlere dikkati
çektikten sonra, her iki ince duygunun heyecanının etkisi altında adalet duygusunu
tahrik ederek hayat ve insanlığın mutluluğunun gelişme kanunu olan ve malî
meseleler ile de ilgisi bulunan evlenme işinin, hem hak ve hem vazife yönlerine
sahip, bir bakımdan genişlemeyi ve bir bakımdan sınırlamayı kapsayan ve kadınla
erkek arasındaki yaratılışta var olan ilişkinin bütün inceliklerini içerecek
bir şekilde tesbit etmiş ve genel olarak erkekleri teşvik ile kadınları korumaya
sevketmiş ve cefa ve haksızlıktan, ahlâksızlıktan, fuhuştan men etmiş ve iğrendirmiştir.
Yetimlerin ve kadınların haklarının ve bu hakları korumanın genel vazifeler
arasında bulunduğunu ve bu konuda evlenmenin önemli bir esas meydana getirdiğini
ve akla uygun olan birden fazla kadınla evlenmenin, kadınların hakları ve
kadın cinsinin şerefinin gereklerinden olduğunu ve fakat bunun kadınlara adaletle
davranma gayesini bozmayacak bir adalet ve nöbet taksimi ile tatbik edilmesinin
gerektiğini ve bu şekilde birden fazla kadınla evlenmenin erkeklere ağır yük
ve vazifeler yüklediğinden dolayı hakka riâyet edemeyip adaletsizlikten korkanların
bir kadınla veya cariyelerle yetinmeleri lazım geleceğini anlatmış ve siz
Allah'ın sakındırma emirlerine karşı yetimlerin ve kadınların haklarını gözetmemekten
korkan insanlarsınız, durumunuza göre bu etraflı açıklama çerçevesinde hareket
etmeniz gerekir, buyurmuştur ki, işte "Yetimler hakkında adalet yapmamaktan
korkarsanız." şartının mânâsı bu oluyor. Burada önce şu soru akla gelebilir:
Bu şart bulunmazsa ne olacak? Burada korkunun gerçek mânâsına göre böyle bir
soru mümkün değildir. Çünkü yetimler hakkında adaletsizlikten korkmamak bir
küfür demek olur. Bundan dolayı herhangi bir mümin için bu, şartının bulunmamasını
düşünmek bir çelişki meydana getirir. Bu şart bulunmayınca cezasının küfür
olacağı bellidir. Bu açıdan bu şart, emrini kayıt ve şarta bağlamaz, onu destekleme
mânâsındadır. Fakat "korkarsanız" demek de olduğu gibi mecaz olarak "bilirseniz,
bir haksızlık olacağını zannederseniz," mânâsına olduğu takdirde durum böyle
değildir. Bu şartın bulunmadığını farzetmek mümkündür. Bu şekilde yetimler
hakkında haksızlık olmayacağı, onların ne mallarına, ne canlarına, ne ırzlarına
bir tecavüz edilmeyeceği bilinir. Haksızlık düşünülmezse ne olacağını belirlemek
âyetin mefhüm-ı muhalifine ait bir hüküm olacağından dolayı bunu belirtmek
bir ictihad meselesi olur. Hz. Âişe de iniş sebebine göre bunun bir çözüm
şeklini göstermiştir. Mantığa göre bir şart önermesinde önde bulunan cümlenin
gerçekleşmemesinden, sonra gelen cümlenin gerçekleşmemesi lazım gelmeyeceğinden
dolayı yukarıda zikredilen korku bulunmadığı takdirde de gerek bir ve gerek
birden fazla kadınla evlenme akdi yapılamayacağı anlaşılmaz. Bunun için müctehid
imamlardan ve tefsircilerden hiç biri, bu şartın Hz. Âişe'nin söylediği küçük
kızların mehrinden başka yargı açısından bir hükmü anlattığını söylememiştir.
Her iki mânâ ile korku şartı, kalble ilgili işlerden olduğu için yargı açısından
değil, ancak dindarlık açısından bir hüküm ifade eder. Çünkü adalet yapamayacağını
bilen bir adam, birden fazla kadınla evlenirse haksızlıktan sakınmadığı için
günahkar olur. Fakat evlenmede, dörtten fazla kadınla evlenmiş gibi bu evlenme
hükümsüz ve bozulmuş olmaz. Nafaka, soy gibi yargı ile ilgili hükümler gerçekleşir.
Ve evlenmeden sonra haksızlıktan sakınabilirse yine sevab kazanmış olur.
Şu halde emrinin
anlamı nedir? Emir zahiren vacib mânâsına geldiği için, Zahiriyye (mezhebine
mensup olanlar), bu emrin vacib mânâsına geldiğini ve bundan dolayı birleşmeye
ve harcama yapmaya gücü yeten her kişi için evlenmenin farz-ı ayn olduğunu
söylemişlerdir. Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğu da nefsin coşması ve zina yapma
korkusu durumunda, aile için harcama yapmaya gücü yetenler için farz-ı ayn
olduğunda görüş birliği halinde iseler de genel olarak evlenmenin vacib olduğunu
söylemiyorlar. Hanefîlere göre kişisel açıdan cinsel arzunun coşması halinde
vacib, normal durumda "Nikah benim sünnetimdir. Kim sünnetimden yüz çevirirse
benden değildir." hadisi şerifi gereğince müekked bir sünnettir. Kadına haksızlık
etme korkusu durumunda ise mekruhtur. Bundan başka yine Hanefilere göre farz-ı
kifaye olduğunu açıkça belirtenler de vardır ki, her kişiye değil ise de ümmetin
hepsine göre farzdır. Bütün ümmet, evlenmeyi terkederse günahkar olurlar,
demek olur. Biz de âyetten bunu anlıyoruz. Gerçekten bütün ümmetin birden
evlenmeyi terkettiği varsayımı karşısında hepsinin ibadetle meşgul olduğu
bile düşünülse bütün ümmetin yok olacağı bir gerçektir. Ve hiç birinin İslâm'ın
devam etmesine karşı kötü niyette bulunma cezasından kurtulamıyacağı apaçıktır.
Bundan dolayı evlenenlere her yönden yardım etmek de bir vazifedir. Evlenme
muameleleri de güçleştirilmeyip daima kolaylaştırılmalıdır. Çünkü evlenmeyi
güçleştirmek, zinayı kolaylaştırmak demektir.
Sözün özü
emri bağlı olduğu şartlara göre bazı durumlarda vaciblik, bazı durumlarda
mendubluk delillerine yakın olduğundan en genel mânâsı mendub olmasıdır. Evlenme,
nafile ibadet ile meşgul olmak için bekar kalmaktan daha iyidir. İmam Şafiî
hazretleri ise nikahın mübah olduğunu söylemiş. İbadet için bekar kalmanın
nikahtan daha faziletli ve hayırlı olduğuna hükmetmiştir ki, bunların uzun
uzadıya açıklaması fıkıh ilmine aittir.
Birden fazla
kadınla evlenmeye gelince: Bu esas itibariyle yalnız bir müsade ve mübah kılmak
olduğunda ve haksızlık etme endişesi bulunduğu takdirde mekruh olduğu hususunda
söylenecek bir söz yoktur. Bununla beraber âyet, birden fazla kadınla evlenmenin
bazı durumlarda mendub olduğunu ve hatta vacib olduğunu bildirmekten de uzak
değildir ki, bunu da en fazla gerek erkekler ve gerek kadınlar için fuhuş
ve zina tehlikesinin yüz göstereceği durumlarda aramak gerekir. ifadesi gereğince
bu müsadenin en fazlası dört (kadın) olmuştur. Çünkü dile göre, "Şu elmaları
şu cemaate ikişer ve üçer ve dörder paylaştır." denildiği zaman bir kısmına
yalnız iki, bir kısmına yalnız üç ve bir kısmına yalnız dört elma düşeceği
anlaşılır. Fakat Zahiriyye mezhebinden bazıları bu sayıların üleştirme sayıları
olduğunu i düşünmeyerek aradaki ye bakıp bundan bu sayıların bir şahısta toplanması
gerektiği hayaline kapılmış ve toplamını iki, artı üç, artı dört gibi dokuz
saymıştır. Bunlar (zahiriler), fikir yürütmeyi kabul etmedikleri gibi, icmaı
da kabul etmediklerinden Hz. Peygamberin asrından beri gelen İslâm geleneğine,
din imamlarına ve bütün müçtehid fakihlerin icmalarına (görüş birliğine) aykırı
hareket etmişlerdir. Hz. Peygamber âyetin hitabına girmemekle beraber buradaki
dokuz (kadın) kuruntusunu Hz. Peygamberin kendine ait bir özelliğine yorumlasalardı
belki doğru bir görüş olurdu. Yoksa iki defa iki, iki defa üç, iki defa dört
demek olduğundan bu hesaba göre dokuza değil, on sekize çıkmaları gerekirdi.
Diğer taraftan
Râfızî şiîlerden bir kısmı bu sayıların hiçbir sınırlandırma anlatmadığını
ve ifadesinin genel mânâsı üzere kaldığını, bu sayıların ikişer, üçer, dörder
v.d. gibi bu genel mânâyı pekiştirmiş olduğunu iddia etmeye kadar varmışlar.
Ve sırf nefsanî arzu ve heveslerine uymuşlardır. "Allah korusun."
4-Âyetin iniş
sebebi hakkında Hz. Âişe rivâyetinin doğruluğunu destekleyen bir nokta da
şudur: Kadınlara mehirlerini de bir dindarlık farizası olarak -başka bir ifade
ile- Allah'ın bir bağışı olarak veriniz, seve seve ve bütün gönül hoşluğu
ile veriniz. Yani siz erkekler kadının malına göz dikmek ve evlenmek için
kadından mal gözetmek şöyle dursun, mutlaka uygun bir mehir ile onlarla evleniniz
ve mehirlerini kıskanarak değil, cömertlik ve el açıklığı ile seve seve veriniz.
Bu size bir kanun olsun da. "Erkekler kadınlardan bir derece daha üstündür"
(Bakara, 2/228) âyetinin sırrı tecelli etsin. ın üstünlü olması ve in ötreli
olması ile, ın ötreli ve in harekesiz olması ile cümle vezninde nin çoğuludur
ki mehir mânâsınadır. Kelimesi, millet, şeriat ve dindarlık mânâsına, bir
de bağış, armağan ve iyilik mânâsına gelir. Dilimizde "gıybet" denilen peşin
ödenen mehir geleneğinin aslı da bu emirdir. Bu hitapta eşlerden başka (kadınların)
velilerine de bir pay vardır. Eğer kadınların mehirlerini velileri, hepsini
veya bir kısmını teslim almış olurlarsa, ondan faydalanma hakları yoktur.
Kadınların ellerine teslim etmeleri gerekir.
Ey kocalar
veya veliler! Siz böyle veriniz de o kadınlar gönül hoşluğu ile, kendi rızaları
ile size o verilen mehirden bir şey bağışlarlarsa onu da boğazınızda durmadan
afiyetle yeyiniz.
5-Fakat aklı
zayıf olanlara da mallarınızı vermeyiniz.
SEFİH: Aklı
veya dini noksan olan, akla aykırı veya dine aykırı hareketlerde bulunan ahmak
veya günah işleyen kimse demektir ki, birinde Allah'a isyan etmek mânâsı var,
birinde yoktur. Yani mallarınızı böyle eksik akıllı veya günah işleyen kimselere
teslim edip te yok etmeyiniz ve günahkarlık ve sefahata geçerlilik vermeyiniz
ki, bu da bir ahmaklık ve akılsızlıktır. O mallar ki Allah size yaşayışınızın
sebebi kılmış, hayatınızı onunla devam ettirmiş, tedbir ve idaresine sizi
görevli kılmıştır. Bundan dolayı o malları çoluk çocuklarınızdan bile olsa
sefihlere (aklı zayıf olanlara) teslim etmeyiniz. Bunda iki mânâ vardır: Birisi
kendi mülkünüz olan mallar demektir. Birisi de gerek mülkünüz olsun ve gerek
olmasın, genel olarak velâyet ve idareniz altında bulunan mallar demektir
ki, bunun en başlıcasını yetimlerin malları meydana getirir. Bu şekilde mallarınız
buyurulması, şahsî malların korunmasının da kamu haklarını ilgilendirdiğini
gösterir. Ve bundan dolayı âyet gerek kamu malları ve gerekse özel malların
idaresine aklı zayıf olan kimselerin musallat edilmemesinin gerekli olduğunu
bildirir. Bu mânâ itibarıyladır ki, bu âyette, büluğ çağına ermiş aklı zayıf
olan kimsenin tasarruftan alıkonmasına da bir işaret olduğu anlaşılmıştır.
Bununla beraber İmam-ı Âzam bu tasarruf kısıtlamasına izin vermemiştir.
Evet açıklandığı
şekilde aklı zayıf olanlara mallarınızı vermeyiniz, fakat onları sefil (yoksul
ve çok sıkıntı içinde) de bırakmayınız. O malların içinden rızıklarını veriniz
ve onları giydiriniz. Ve onlara akla ve İslâm'a uygun güzel sözler söyleyiniz.
Yukarda "Yetimlere mallarını veriniz." buyurulmuştu. Şimdi de "Aklı zayıf
olanlara vermeyiniz." buyurulduğuna ve çocukların tam akıllı olmadıkları ve
bundan dolayı bu kavramın içine girdikleri de bilindiğine göre yetimler hakkında
ne yapacağız derseniz.
6- yetimleri
de deneyiniz, tecrübe ile tâlim ve terbiye ediniz, güzel idare etmeye alıştırınız
nihâyet evlenme çağına geldikleri, yani baliğ oldukları vakit kendilerinden
rüşd hisseder, akıllarının ve dini terbiyelerinin tamam olduğunu ve kendilerini
güzel şekilde idare edebileceklerini yakından anlarsanız derhal mallarını
kendilerine teslim ediniz. Şu halde erginlik zamanında rüşdünü ortaya koymazsa
biraz beklenecek demek olur. Fakat bu durum devam ederse ne olacak? Bunda
âlimler ihtilaf etmişlerdir. İmam-ı Âzam, yirmi beş yaşına kadar beklenir.
O zaman mutlaka malı teslim edilir. Çünkü yirmi beş yaşı bir insanın dede
olması mümkün olan bir yaştır demiş ve ondan sonra tasarruftan alıkoymayı
kabul etmemiştir. Ve bu malları büyüyecekler de elimizden alacaklar diye bol
bol harcayıp israf ederek yemeyiniz. Zengin olan veli veya vasi tamamen sakınsın,
kendi malıyla kanaat etsin. Fakir olan veli veya vasi de meşru şekilde çalışma
ve hizmetinin ücreti ve zorunlu ihtiyacı kadar yesin. Bu meşru miktar "Birbirinizin
mallarını haksız yere yemeyin" (Bakara, 2/188), "Yetimlerin mallarını haksız
yere yiyenler..." (Nisâ, 4/10), "... ve yetimlere adaletli davranmanız..."
(Nisâ, 4/127) âyetleri ile belli olur. O yetimlerin mallarını kendilerine
teslim ettiğiniz zaman da onlara karşı şahid tutunuz, şahid huzurunda veriniz.
Allah da bütün hesaplarınızı görmeye yeter. Onun emirlerine, yasaklarına dikkat
ederseniz başka muhasibin (hesap görücünün) sorumluluğundan korkmaya gerek
kalmaz. Fakat Allah'ın emirlerine aykırı hareket ederseniz, başka hiçbir muhasip
de sizi kurtaramaz. Rifâa vefat etmiş ve oğlu Sabit'i küçük olarak geride
bırakmıştı. Velisi, "Gözetimim altında yeğenim (kardeşimin oğlu) var. Bunun
malından bana ne kadar helal olur ve malını ne zaman teslim edeyim?" diye
Resulullah'a (s.a.v.) sormuştu. Bu âyet de bunun üzerine inmiştir. Şimdi de
mirasla ilgili hükümlere geçiliyor.
7- Anne ve
babanın ve yakın akrabalarına miras olarak bıraktıklarında erkeklerin hissesi
vardır. Kadınların da ana, baba ve akrabaların bıraktıklarında hisseleri vardır.
Azında da vardır çoğunda da. Bu hisseler mefruz yani Allah tarafından farz
edilmiş ve belirlenmiş, kesinlikle vacib bir pay ve hisse olarak sabittirler.
Rivayet ediliyor ki, cahiliyye devrinde Araplar, "Mızrakları ile çarpışmayan
ve yurdunu savunmayan mirasçı olamaz." derler ve bundan dolayı kadınları ve
ister erkek, ister kız çocukları mirasçı olarak tanımazlarmış. Ensar'dan Evs
b. Sabit (r.a.) vefat etmiş, hanımı Ümmü Kahle ile üç kızı kalmıştı. Vasileri
olan amcazadeleri Süveyd ve Urfuta yahut Katude ve Arfece adında iki adam
gelmişler. Cahiliyye âdeti üzere vefat eden şahsın mirasını kendilerine almışlar.
Hanımına ve kızlarına hiçbir şey vermemişler. Bunun üzerine kadın Ümmü Kahle
Resulullah (s.a.v.)'a şikâyet etmiş, Peygamberimiz (s.a.v.), "Haydi evine
git! Bakayım Allah ne ortaya koyacak." buyurmuş idi ki, işte bu âyet bunun
üzerine indi. Bu âyet, mirasın yalnız erkeklere ait olmayıp ana ve babanın
ve bütün akrabaların mirasından, bütün erkekler ve kadınların yakınlıklarına
göre bir miras hakkının sabit bulunduğuna genel bir şekilde işaret etmiş ve
bundan dolayı bundan gerek asabeler ve gerek zevi'l-erham hepsinin mirasçı
olabileceği anlaşılmış olmakla beraber bunda henüz farz olan payın miktarı
açıklanmamış. Bu yönü kapalı kalmıştı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) vasilere
haber gönderip: "Evs'in malından hiç bir şeye yaklaşmayınız." buyurdu. Ondan
sonra âyeti indi. Koca ve karının farzları (payları) ile ilgili âyet de indi.
O zaman Hz. Peygamber (s.a.v.) vasilere hanımın sekizde bir payını vermelerini
ve kızların paylarını da ayırmalarını emretti. Sonradan kızların paylarını
da vermeleri için haber gönderdi, onlar da verdiler. Bu yönüyle bu olay, miras
hükümlerinin ilk olarak inmesinin sebebi olmuş. Ve bununla bu konudaki eski
hükümler ve gelenekler hükümsüz olup pek esaslı bir inkılab meydana gelmiş
ve fakat bu hükümler bir defada inmemiştir. İlk önce kısaca, ikinci olarak
etraflıca açıklanarak bir aşama takip etmiştir ki, bu gibi aşamaların sağlamlaştırma
ve sakındırma açısından ruhlar üzerinde terbiyeyle alâkalı çok büyük etkileri
vardır. Bu etkilerin bir kısmından olmak üzere mirasçı olmayan akrabalar da
bulunabileceğine işaret edilerek önce şöyle bir dinî edeb telkin olunuyor.
8- Mal paylaşılırken
miraşçı olmayan büyük küçük akrabalar ve akrabalardan olmayan yetimler ve
fakirler de orada hazır bulundukları takdirde bunları da o paylaşılan maldan
rızıklandırınız, biraz bir şey veriniz ve kendilerine gönül alacak söz söyleyiniz.
Bu âyette ki emirler müstahaba yorumlanmıştır. Bazıları, bu emirlerin vaciblik
ifade ettiğini söylemişlerdir.
9- Bir de
o kimseler ki arkalarında zayıf zayıf, güçleri kuvvetleri yetmez, birtakım
çocuklar bırakmış olsalardı üzerlerine korkup titreyeceklerdi, bunların yürekleri
sızlasın da Allah'tan korksunlar ve doğru söz söylesinler. Bu gibi işlerde
kendilerine söz düşenler, kendilerini o vefat eden ölü ve onun yetim çocuklarını
da kendi çocukları yerine koyup düşünsünler de sözlerini ona göre dosdoğru
söylesinler. Yetimler hakkında kendi çocukları gibi hareket etsinler. Çünkü
ölüm herkesin başına gelecek, herkesi bu köprüden geçirecektir. Ve bir hadis-i
şerifte rivâyet edildiği üzere: "Kul kendisi için neyi seviyorsa kardeşi için
de onu sevmedikçe mümin olamaz."
10-Şurası
muhakkak ki: Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına sadece
ateş tıkamışlardır. Ve onlar ilerde alev alev yanan bir ateşe sokulacaklardır.
O ateş bilinen
ateşlerden hiç birine benzemez ve şiddetinin derecesini Allah'tan başka kimse
bilmez. Rivayet olunuyor ki, bu âyetin inmesi üzerine halk korkularından yetimler
ile bir arada bulunmaktan kaçınmaya başlamışlar. Bundan dolayı vazifenin yetimlerden
böyle kaçınmak olmadığını anlatmak için Bakara sûresindeki "De ki: Onların
işlerini düzeltmek, kendileri için daha hayırlıdır. Eğer onları aranıza alırsanız
onlar sizin din kardeşlerinizdir." (Bakara, 2/220) âyeti inmiştir.
Kalblere,
bu edeb ve terbiye, bu insaf, bu adalet ve hak duygusu, bu sakınma ruhu telkin
edildikten sonra, şimdi yukarıda zikredilen farz hisselerin miktarını açıklama
ve sahiplerini belirlemekle miras hükümlerinin etraflıca açıklamasına gelelim:
Meâl-i Şerifi
11- Allah
size evlatlarınızın miras taksimini şöyle emrediyor: Çocuklarınızda, erkeğe
iki kadın payı kadar, eğer hepsi kadın olmak üzere ikiden de fazla iseler,
bunlara mirasın üçte ikisi ve eğer bir tek kadın ise o zaman ona malın yarısı
vardır. Eğer ölen, ana ve baba ile birlikte çocuklar da bırakmışsa ana babanın
her birine ölenin terekesinden altıda bir; şâyet ölenin çocuğu yok da, mirasçı
olarak ana ve babası kalmışsa, ananın payı üçte birdir. Eğer ölenin kardeşleri
varsa terekenin altıda biri ananındır. Bu paylar, ölenin borçları ödenip,
vasiyeti de yerine getirildikten sonra hak sahiplerine verilir. Baba ve çocuklardan,
hangisinin size fayda bakımından daha yakın olduğunu, siz bilmezsiniz. Bütün
bunlar Allah tarafından farz kılınmıştır. Şüphesiz Allah alîmdir, hakîmdir.
12- Eğer hanımlarınızın
çocukları yoksa, bıraktıkları mirasın yarısı sizindir. Şâyet bir çocukları
varsa o zaman mirasın dörtte biri sizindir. Bu paylar, ölenin vasiyeti yerine
getirildikten ve varsa, borcu ödendikten sonra verilir. Eğer siz çocuk bırakmadan
ölürseniz, geriye bıraktığınız mirasın dörtte biri hanımlarınızındır. Şâyet
çocuklarınız varsa o zaman bıraktığınız mirasın sekizde biri hanımlarınızındır.
Bu paylar, yaptığınız vasiyetler yerine getirilip ve varsa borcunuz ödendikten
sonra verilir. Eğer ölen bir erkek veya kadının çocuğu ve babası bulunmadığı
halde kelâle olarak (yan koldan) mirasına konuluyor ve kendisinin bir erkek
veya kızkardeşi bulunuyorsa, bunlardan herbirinin miras payı terekenin altıda
biridir. Eğer mevcut olan kardeşler bundan daha çok iseler, bu takdirde kardeşler
mirasın üçte birini zarara uğratılmaksızın aralarında eşit olarak taksim ederler.
Bu paylar ölenin vasiyeti yerine getirilip ve varsa borcu ödendikten sonra
verilir. Bunlar, Allah tarafından bir emirdir. Allah her şeyi bilen ve yarattıklarına
çok yumuşak davranandır.
11-Bu iki
âyetten birincisi doğum ilişkileri üzerinde durup ölüden itibaren yukarıdan
aşağıya ve aşağıdan yukarıya doğru fürû ve usul denilen iki tarafı bulunan
soy direği yakınlığına bağlıdır ki, çocuklar ve ebeveyn (ana ve baba) bu direğin
ölüye vasıtasız bağlı olan başlangıçlarıdır. İkincisi, önce vasıtalı bağlantı
ifade eden evlenme ilişkisine, ikinci olarak soyda, soy direğinin dışında
olup onun etrafında bulunan ve ona göre zayıf olduğundan dolayı kelale (uzak
akraba) denilen yakınlık yönü ile ilgilidir ki, ancak vasıtalı bağlantı ifade
eder.
Fahreddin
Razî burada şöyle bir tarihî özet yapmıştır. Cahiliyye halkı iki şey ile birbirinden
miras alıyorlardı: Biri neseb, diğeri anlaşma. Neseb yönünden ne çocukları
ne de kadınları mirasçı yapmazlardı. Ancak akrabalardan at üzerinde savaşmaya
ve düşmana vurmaya ve ganimet almaya gücü yeten erkekleri mirasçı kılarlardı.
Antlaşmaya gelince: Bu iki şekilde olurdu ki, birincisi hilf (sözleşme) idi.
Bir adam, diğerine: kanım senin kanın ve yıkılmam senin yıkılmandır. Sen bana
mirasçı olursun, ben sana; sen benimle aranırsın ben de seninle der. Bu şekilde
anlaşma yaptılar mı hangisi arkadaşından önce ölürse sağ kalanın, şart gereğince
ölenin malında hakkı olurdu. İkincisi de evlat edinme idi. Bir adam başkasının
oğlunu oğul edinir. Ondan sonra bu oğlanın nesebi babasına değil, bu adama
nisbet edilir ve mirasçısı olurdu ki, bu evlat edinme de antlaşma çeşitlerinden
bir çeşittir. Allah Teâlâ, Muhammed Mustafa (s.a.v.) hazretlerini peygamber
olarak gönderdiği zaman her şeyden önce bunları cahiliyyedeki durum üzere
bıraktı. Hatta bazı âlimler demişlerdir ki, hayır yalnız terk değil, onaylamıştır
ki; "ana, baba ve akrabaların bıraktıkları her şey için bir mirasçı tayin
ettik..." âyeti neseb ile mirasçı olmayı; "Yemin akdiyle (antlaşma ile) mirasçı
kıldıklarınızın paylarını da verin." (Nisâ, 4/33) âyeti, antlaşma ile mirasçı
olmayı onaylamaktır. Cahiliyede mirasçı olmanın sebepleri böyle idi. İslâm'daki
mirasçı olma sebeplerine gelince, anlatıldığı üzere antlaşma ve evlat edinme
onaylanmış ve bunlara iki şey daha eklenmiş idi ki; biri hicret, diğeri kardeşlik
bağları idi. Hicret, bir Muhacirin diğer Muhacir'le fazla düşüp kalkması ve
birbirine içten dostluk bağlantısı bulunduğu zaman akrabalığı olmasa bile
mirasçılığı sabit oluyor. Ve Muhacir olmayan kimse, akrabasından dahi olsa
o Muhacir'e mirasçı olamıyordu. Kardeşlik edinme, Hz. Peygamber (s.a.v.) bunlardan
her iki kişi arasında bir kardeşlik akdi yaptırıyor, bu da karşılıklı varis
olma sebebi oluyordu. Sonra Yüce Allah, "Akraba olanlar, Allah'ın kitabına
göre birbirlerine daha yakındırlar..." (Enfal, 8/75) âyetinin hükmü ile bunların
hepsini hükümsüz kıldı ve İslâm'da yerleşen miras sebepleri şu üçü oldu: Neseb,
evlenme, ve velâ (köle azadı veya anlaşma ile meydana gelen varislik).
Bu açıklamayı,
miras âyetinin iniş sebebinde de Ata, şöyle rivâyet etmiştir: "Sâd b. Rabi'
(r.a.) şehid olmuş, iki kızı, bir hanımı, bir de kardeşi kalmıştı. Kardeşi,
malın hepsini alıverdi. Kadın da Hz. Peygambere gelip, "Ey Allah'ın Resulü!
İşte Sâd'ın kızları, Sâd öldürüldü, bunların amcası da mallarını aldı." diye
durumu arz etti. Peygamber (s.a.v.) de, "Haydi şimdilik git, umarım ki, Allah
bu konuda hükmünü yakında verecektir." buyurmuştu. Bir süre sonra kadın yine
geldi ve ağladı ve bunun üzerine bu âyet indi. Bundan dolayı Peygamberimiz
kızın amcasını çağırdı, "Sâd'ın iki kızına üçte iki ve bunların annesine sekizde
bir ver! Kalanı da senin." buyurdu. Ve işte bu âyet gereğince İslâm'da ilk
paylaşılan miras bu oldu. Demek ki bu öbüründen önce sonuçlanmıştır. Demek
ki âyetin iniş hikmetinin en önemli yönü, kadınların ve çocukların mirasçılığa
hakkıyla katılması ve evlenmenin ister koca ve ister hanım için miras sebepleri
içine konması büyük inkılabı ile nicelik ve niteliği mirasçılığın kesin bir
şekilde belirlenmesi ve bundan önceki geleneklerin ve hükümlerin hükümsüz
kılınması ve yürürlükten kaldırılmasıdır. "Haklı olmanız müstesna Allah'ın
öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın. Allah aklınızı kullanasınız diye
size bunları emretti." (En'am, 6/151) gibi âyetlerden anlaşıldığı üzere "Allah'ın
vasiyeti" deyimi, "emr" kelimesinden daha kuvvetli kesin bir vaciblik ifade
eder. Bu, öyle beliğ bir emirdir ki bunda, bir hakkın bildirilmesi ile infazının
gerekli olduğunu ve infaz edilmemesi durumunda sorumluluğun ağırlığını ve
bu ağır sorumluluğun büsbütün emredilen kimseye yüklenmiş bulunduğuna dikkati
çekmiş ve aynı zamanda kendisine emredilene sevgi ve güveni bildirerek bir
velilik ve vekilliğin verilişini kapsayan bir sözleşme ve iyilikle gönül alma
vardır. Çünkü vasiyyet, ölümden sonrası ile ilgili olup değiştirilmesi caiz
olmayan ve geri alınması ihtimali kalmayan, yapılması gerekli olan bir emrin
yerine getirilmesi için güven ve itimad ile başkası yerine veli olmayı içeren
bir açıklama ve antlaşmadır. Bundan dolayı şöyle demek olur: Allah Teâlâ vefatınızdan
sonra çocuklarınızın haklarını güven altına almak için, hak sahiplerine ulaştırılması
gerekli olan farz paylarını açıklayarak size şöyle emrediyor ve söz veriyor:
Erkeğin hakkı, iki kadının payı kadar, bir erkeğin hakkı iki dişi hissesi
kadardır. İşte önce erkek ve kadının yaratılışının mahiyetinde bulunan bir
esas kural vardır ki, mirasla ilgili hükümlerin bir çoğu bu esas üzerine halledilir(çözümlenir).
Belli hisselerin değerlendirilmesinde de bu kuralın bir tatbiki hissedilir.
Bu kuralın anlatılmasında erkek ve kadın denilmeyip de zeker (erkek) ve ünsa
(dişi) denilmesi küçük ve büyüklerin hak etmede eşit olduğunu ve bu konuda
erginlik ve büyüklüğün hiç etkisi olmadığını şer'î delile dayandırmak ve cahiliyyede
yapıldığı gibi çocukların mirastan mahrum edilmesine meydan vermemek içindir
ki, yetimler âyetinden hemen sonra gelmesi de özellikle bu noktaya dikkat
çekmiştir. Bu şekilde başlangıçta miras, çocuklar ile, çocuklar içinde erkek
ile başlamış ve bununla velâyet ilişkisinin diğer ilişkilerden kuvvetli bulunduğu
anlatılmıştır. Demek ki, en fazla payı çocuklar, çocuklar içinde de erkek
çocuklar alacaktır.
Burada şöyle
bir soru pek tabii olarak hatıra gelebilir. Dişi, erkekten daha zayıf ve daha
yufka yürekli daha muhtaç bir yaratılışta olduğuna göre mirastan hissesi erkekten
daha fazla olması, hiç olmazsa eşit gözetilmesi gerekmez mi? Bundan dolayı
erkeğin payının iki kat olmasında hikmet nedir? Zamanımızdaki insanların kafalarını
meşgul eden bu soruyu müfesirler ve fakihler söz konusu ederek hikmetini açıklamışlardır.
Şöyleki:
İlk önce:
Sûrenin başından beri de anlaşıldığı üzere genel olarak erkek ile dişinin
aile hayatına girmeleri istenmektedir. Miras da buna göre düzenlenmiştir.
Halbuki aile hayatında harcama sorumluluğu erkeğe yüklenmiştir. Erkek bir
kendisi, bir de eşi olmak üzere en az iki kişiyi besleyecektir.Bundan
dolayı erkeğin masrafı çok, kadının ki ondan az olacaktır, masrafın ise gelir
ile orantılı olması gerekir. Masraf, erkeğe yüklenirken gelir dağıtımında
kadına fazla veya eşit verilmesi hem iktisat kanununa, hem de adalet ve hakka
aykırı bir zulüm olur. Ve aslında o zaman, hukuki eşitlik esası bozulmuş olur.
Bundan dolayı
mirastaki bu fazlalık, kadınların faydası ve ihtiyaçlarına eşit olarak nafakalardaki
yükümlülük farkının denkleştiricisi olmak üzere böyle bir hukuki ve iktisadi
dengeyi temin ederek adalet ve eşitlik kanunlarının ince bir tatbikatını kapsamaktadır.
Ganimet, herkesin yaptığı hizmete uygun verilir. "Erkeğe iki kadının payı
kadar miras düşer" kuralı emri ile bir hukuki denkliktir ki, bunu bozmak "haddini
tecavüz eden, zıddına dönüşür" kuralı gereğince devamlı kadınların zararına
sonuçlanarak mirastan tamamen mahrum edilmesine veya aile hayatında masrafa
katılmak ile beraber mallarında dilediği gibi tasarruf (harcama) hakkının
kısıtlanmasına ve elinden alınmasına sebeb olmuştur.
İkinci olarak:
Kadın, erkekte bulunmayan veya noksan olan bazı özelliklere sahip olduğu gibi,
erkek de kadında bulunmayan veya noksan olan bazı özelliklere sahiptir. Bunun
içindir ki dişi, erkeğin aynı veya benzeri değil, karşıtı, dengi ve eşidir.
Öyle bir eş ki, yaratılış ve doğuştan olan vazifelerini yapmasında erkekten
sonra gelir. Erkeğin verdiği sermaye (anapara) üzerinde çalışır, onu çoğaltır.
İşte erkek ile dişi arasındaki doğuştan var olan bu farkın sonuçlarından biri
de aralarında ki mali değer ve iktisadi güç farkı olmuştur. Özel şekilde kişiyi
kişiye değil, genel bir şekilde dişi dişi, erkek erkek fıtratı üzere düşünülerek
dişi türü erkek türü ile mukayese edildikleri zaman, dişinin kazanç ve malları
idare etme hususundaki kuvvetinin, başka bir ifade ile mali yönden kuvvetinin,
erkekten noksan olduğu kesin bir gerçek olarak görülür. Bu fark, İslâm hukukunda
en azından üçte iki veya ikide bir olmak üzere tesbit edilmiştir. Denebilir
ki, genel bir şekilde bir kadının gündeliği elli kuruş varsayılırsa erkeğin
gündeliği en az yetmiş beş veya yüz kuruş olarak belirlenmesi gerekir. Bir
erkeğin diyetinin (kan bedelinin) iki kadın diyetine eşit tutulması da bu
hikmete dayanır. Çünkü can ödenmez, yok olan mali değer ödenebilir. Ve ne
zaman mali bir itibar ve hak söz konusu olursa bu esas düşünülmelidir. Bundan
ise burada şu iki sonuç ortaya çıkar: Birincisi genel iktisat kuralları açısından
hayatın devam etmesinin dayanağı olan malların, iktisadi gücü fazla olan erkeklerin
eliyle idare edilmesi, hem kadın ve hem erkek olmak üzere genel menfaat ve
hakların gereğidir.
Şu kadar var
ki kadını tamamen iktisadi güçten mahrum sayarak hakkı olan mali itibardan
tamamen düşürmek de umumun yararına aykırıdır. Çünkü yarım kuvvetin inkar
edilmesi ve itibardan düşürülmesi hukuk ve iktisat açısından bir zarardır.
Ve özellikle kadınlar için zarardır. Yarımın bir tama eklenmesi ile birbiriyle
birleşen ve yardımlaşan bir şeyin imal edilmesi ise her iki taraf için faydanın
ta kendisidir. Bundan dolayı esas sermayeyi meydana getiren mirasta erkek
ve dişiden her birine iktisadi kuvvetlerine uygun mal taksim etmek, Allah'ın
hakkı olan umumun (kamunun) menfaatleri ve haklarının gereklerindendir ki
yukarıda âyetinde bu esasa bir işaret geçmişti. İkincisi de mali sorumluluğun
kadınlardan daha fazla erkeğe yöneltilmesi ve ailenin sosyal hayatında harcama
vazifelerinin özellikle erkeklere yüklenmesi gereğidir ki, hem bir insaflılık,
hem de kadınların menfaatleri ve hakları ile beraber kamu menfaatının gereğindendir.
Çünkü yükümlülüğün güç ve kuvvet ile orantılı olması gerekir. Kadın ise erkekten
fazla muhtaç olmakla beraber mali ehliyeti aynı seviyede ortaklık etmeye dayanamaz.
Bunun için kadının malı kendine kalmalı, erkek Allah'ın kendisine bağışladığı
kuvvet üstünlüğünden harcama vazifesini almalıdır. Çünkü vergi, ganimet ile
orantılıdır.
Üçüncü olarak:
Rivâyet ediliyor ki Cafer-i Sadık hazretlerinden bu konu sorulduğu zaman,
"Havva yasaklanmış ağaçtan bir avuç buğday aldı yedi, bir avuç daha aldı sakladı,
sonra bir avuç daha aldı Âdem'e verdi. O kendi payını erkeğin iki katı yapmaya
kalkıştığı için Allah Teâlâ bunu değiştirdi, kadının payını erkeğin yarısı
kadar yaptı." diye bir cevap vermiştir ki, anlayabilenler için işaret ve örnek
şeklinde pek derin gerçekleri içermektedir. Bu açıklama tefsirlerin ve bunlardan
biri olan Fahr-i Razî'nin açıklamasından alınmıştır. Ancak onların ilmî dilleri,
bazı tasarruflarla (değişikliklerle) tarafımızdan açıklanmıştır. Bundan özellikle
şu sonuca geliriz ki: "Erkeğe iki kadının payı kadar miras düşer." gerçeği
ileride erkekleri harcama zahmetinden kurtarmak için erkekle dişi arasında
miras eşitliğini hazırlamaya yönelik bir inkılabın başlangıcı olmak üzere
değil, ortada yaratılış hikmetine aykırı olarak bulunan bir hukuki ve sosyal
ihtilafı ortadan kaldırmakla adalet ve hak dengesini tesbit eden ve anlatan
ezelî bir hak kanununun ifadesi olmak üzere indirilmiştir. "Zaman, Yüce Allah'ın
yeri ve gökleri yarattığı gündeki şekliyle dönüp dolaşmaktadır." Düsturu gereğince
oğlan çocuk, yanında başka bir mirasçı bulunmazsa mirasın hepsini alabilecektir.
Bir derecede akrabalık yön ve kuvvetleri aynı olan mirasçılarda da bu kural
geçerli olacaktır. Fakat çocuklar, yalnız kadın veya kadınlar olduğu takdirde
eğer çocuklar ikiden fazla dişiler iseler hepsinin hakkı mirasın üçte ikisidir.
Ve eğer bir kız ise ona mirasın yarısı düşer. Acaba iki kız olursa ne olacak?
Bu açıkça anlatılmamış görünüyorsa da bunun da üçte iki olduğu sözün mânâsından
değişik yönlerle anlaşılıyor. Kuralının bir ile iki mukayesesindeki anlatma
şekli, aynı şekilde bu iki şart cümlesinin tam karşılığı gibi anlatım ipuçları
ile birinci şart cümlesi iki ve daha fazla dişiler iseler, demek olduğunu
değişik yönler ile isbat etmişlerdir. Ancak burada İbnü Abbas hazretleri yalnız
başına muhalif olarak kalmış iki dişinin payı da mirasın yarısı olmalıdır
demiştir. Çocuk erkek olursa anne ve babasının herbirine altıda bir miras
düşer. Geriye kalan mirasın tamamını erkek çocuk alır. Geride kalanlar erkek
ve dişi karışık olursa "erkekler iki dişinin payı kadar alırlar." İki veya
daha fazla kız iseler kalan miras üçte ikiye denk olduğundan tamamını alırlar.
Bir kız ise mirasın yarısını alacağından altıda bir pay geri kalır ki o da
yine babaya ait alacaktır. Çünkü ileride göreceğiz ki baba hisselerden artan
mirası alabilen asabelerdendir. Çocuğu bulunmadığı ve anne ve babası kaldığı
takdirde hem baba ve hem annenin mirasçı oldukları zaman annenin hakkı üçte
birdir. Bundan dolayı kalan kısmın babaya ait olduğu zaruri olarak bellidir.
Ayrıca açıklamaya gerek yoktur. Şu halde baba yalnız kalacak olursa bütün
malı alabilecektir. Ne zaman hisselerden artan bulunursa onu da alacaktır.
Görülüyor ki, babaya karşı anneye üçte birinin belirlenmesi de kuralının bir
uygulaması demektir. Çocuklar, bulunmayınca anne ile baba çocuklardan bir
oğlan ile bir kız karşılığında bulunmuş oluyorlar. Buradan çocuklar bulunduğu
zaman baba ile anne-babanın eşit olarak neden birer altıda bir aldıklarını
çıkarabiliriz. Bilindiği gibi iki altıda bir üçte bire eşittir. Bir üçte bir
ise babaya karşı bir annenin payıdır. Demek oluyor ki çocukların yakınlık
derecesine göre çocuklar karşısında anne-baba, baba karşısında bir anne hükmünde
tutulmuş ve ona göre üçte bire eşit olmak üzere eşit olarak birer altıda bir
verilmiş ve artık babanın anneye karşı erkekliği nazar-ı itibara alınmıştır.
Ve bu nokta kıyâs-ı celiye (açık kıyasa) aykırı görünürse de kıyâs-ı hafiye
(kapalı kıyasa) uygundur ki, erkeklik hakkının çocuklar tarafından bulunmasının
gerekli bir sonucudur. Ve ikisine ortak olarak bir üçte bir takdir edilmeyip
de birer altıda bir diye tahsis edilmesi de bu hikmetle ilgili olsa gerektir.
Bunun için çocuk, bir kız olduğu taktirde çocuklar tarafındaki erkeklik hakkını
tamamlayamadığından bunu baba tamamlar da, iki altıda birle bir yarımdan kalan
kısmı yine baba doğrudan doğruya bir erkek olarak alır ki, buna asebelik ile
birlikte hisse alma denilir. Bu şekil üzere koca ve karı kelale (akrabalığı
uzaktan olma) miraslarında da kuralının uygulanması bellidir.
Ve eğer ölen
kimsenin çocuğu bulunmadığı halde iki veya daha fazla kardeşleri bulunursa,
işter anne baba bir veya baba bir veya anneleri bir nasıl kardeş olursa olsunlar
bu durumda annenin hakkı altıda birdir. Kardeşler, annenin payını üçte birden
altıda bire düşürürler. Gerçi kardeşlerin akrabalığı anneden uzaktır. Fakat
iki veya daha fazla oldukları zaman erkeklikleri dolayısıyla anneye karşı
bir çocuk etkisini yaparlar. Üçte bir, anne payının yarısını kendilerine çekmek
için annenin payını altıda bire indirirler. Gerçi baba varsa bunları mirastan
düşürüp ellerinden alacaksa da anneye de engel olmuş olurlar. Bir kardeş ise
bunu yapamaz.
Bütün bu mirasla
ilgili haklar, İslâm'a göre yapabileceği, yani yapması geçerli ve uygun olan
bir vasiyetten veya borçtan sonra sabit olur. Terikeye miras hakkının etkisi
derece itibarıyla vasiyetten veya borçtan sonradır. Mirasın vasiyetten sonra
olması, borcun da vasiyetten sonra zikredilmesi, gösterir ki, öncelik sırasına
göre başlayan tertip; önce borç, ikinci olarak vasiyyet, üçüncü olarak mirastır.
Sıralamada mirasçı vasiyyeti, vasiyet de şâyet bulunursa borcu takip edecektir.
Bunu hatırlatmak için Hz. Ali, "Allah, vasiyyeti önce zikretti. Fakat Allah'ın
elçisi ilk önce borcun ödenmesine hükmetti." demiştir. Bazı tefsirler bu tertibin
Kur'ân'dan anlaşılmadığı zannında bulunarak bu konuda bir çok deliller ileri
sürmüşlerse de hiçbirine lüzum yoktur. Çünkü kelimesinin mânâsına göre zikredilen
şeyin tertibi sonuncudan başta bulunana doğru tabiî olarak cereyan ettiği
düşünüldüğü zaman, sözde sonda bulunan kelimenin mânâ açısından önde geleceği
apaçıktır. denilseydi o zaman vasiyyetin, borçtan önce olması lazım gelirdi.
Tereddüdü her terikede borç veya vasiyetin birleşmesi zaruri olmadığından
ileri gelir. Bir de görülüyor ki, vasiyet "vasiyyet ettiği" diye kayıtlı,
borç kayıtsızdır. Demek ki, her vasiyyet, mirastan önce değildir.
Vasiyet edebileceği
geçerli bir vasiyyet veya İbnü Kesir, İbnü Âmir, Ebu Bekr kırâetlerinde ın
üstün harekesi ile okunduğuna göre tavsiye olunur mendub bir vasiyyet önceliklidir.
Bu ise kısa olduğundan Hz. Peygamberin açıklaması ile üçte bir olmak ve varislerinden
birine olmamak üzere tefsir edilmiştir. Bundan başka kaydı, vasiyyetin mirastan
önce gerçekleştirilme gereğini bildirdiği gibi, kaydı meşru bir vasiyyet yapmaya
teşvik mânâsını da ifade eder. (Bakara sûresindeki, "Sizden birinize ölüm
alâmetleri belirdiği zaman, eğer geriye mal bırakacaksa, babasına, anasına
ve akrabasına malının üçte birinden çok olmayacak şekilde vasiyyet etmek farz
kılındı." (2/180 âyetine bkz.). Fakat borç, kayıtsız olduğundan ikrar etmekle
veya şahit ile sabit olan herhangi bir borç bütün terekeyi kapsasa bile, yine
miras ve vasiyetten önce verilmesi lazım gelir. Bununla beraber ikinci âyetinde
bunun da bir kaydını göreceğiz.
Babalarınız
ve oğullarınız, bunların hangisi fayda açısından size daha yakındır, bunu
bilmezsiniz. Bu bölüm, bir taraftan yapılan vasiyyetin yerine getirilmesinin
gerekli olduğunu, bir taraftan da varislerin bir kısmını üstün tutma ve tercih
etme ve bir kısmını, kısmen veya tamamen mahrum edecek bir vasiyyet yapılmamasını
hatırlatır ve aynı zamanda çocuklara göre anne ve babaya az pay verilmesinin,
şanlarının noksanlığından meydana gelmediği ve bundan dolayı onlara saygı
göstermede kusur edilmemesini tavsiye etmekle anne ve babayı taltiftir(ödüllendirmektir).
İlk önce vasiyyetin yerine getirilmesini hatırlatır. Yani vefat eden anne
ve babanız olsun, zürriyetiniz olsun, vasiyyet yapmayıp size fazla mal bırakanı
mı, yoksa vasiyyet yapıp malı azaltmakla beraber sevaba sebep olanı mı? Hangisi
hakkınızda size daha faydalıdır? Bunu siz belirleyemezsiniz, onu Allah bilir
ve bildiği için vasiyyet yapanın faydasının, daha yakın olduğunu anlatıyor
ve yerine getirilmesini tavsiye ediyor. İkinci olarak miras bırakanlara vasiyyet
yapmalarını hatırlatmaktır. Yani ölüme aday olup miras bırakacak olanlar!
Size varis olacak atalar ve çocuklarınızın hangisinin dünya ve ahirette size
daha faydalı olacağını bilemezsiniz. Onun için varislerinizin bazısını tercih
ve bazısını mahrum etmek için varise vasiyyet fikrinde bulunmayınız da Allah
Teâlâ'nın tavsiye ettiği şekil üzere bırakınız. Ne bilirsiniz mahrum etmek
istediğiniz kimse belki sonunda sizin için daha faydalı olacaktır. Bu mânâ
"Varise vasiyyet yoktur." hadis-i şerifi ile açıklanmıştır ki, ikinci âyette
ile gösterilecektir. Bütün bunlar Allah tarafından fariza olarak takdir ve
tavsiye olunmuştur. Bu kayıt da başta fiiline bağlı olarak aradaki açıklamaların
hepsini kapsar. Bununla farz oluşu bir defa daha pekiştirilmiştir. Miras taksimi
ilmi, işte bu farizaların ilmidir. Şüphe yok ki bu farizaları belirleyen ve
size tavsiye eden Allah, ta ezelden beri âlim ve hakimdir. Bundan dolayı bunların
hepsini, Allah Teâlâ'nın, ilim ve hikmeti ile farz ve takdir buyurmuş olduğunda
dünya ve ahiret fayda ve menfaatinize uygun bulunduğunda hiç şüphe etmeyiniz.
Bu paylaşmanın doğru olduğunu, noksan aklınız kavramaz da "kadınlara hiç verilmeseydi
veya eşit verilseydi, yahut şu yönü şöyle olsaydı" gibi düşüncelere saplanacak
olursa, onu Allah'ın ilmine havale ediniz ve gereği ile amel ediniz.
12- "Sizin
terekenizden o kadınlara sekizde bir hisse vardır..." Kocası vefat eden kadınlara
bu şekilde terekeden miras ayırmakla Bakara sûresindeki "İçinizden ölüp de
geride eşler bırakan erkekler, kadınlarının, evlerinden çıkarılmayarak, bir
yıla kadar bakılmasını vasiyet etsinler... " (Bakara 2/240) âyetindeki iddet
nafakasının hükmü kaldırılmıştır. (Bu âyetin tefsirine bkz.)
Eğer ölen
bir erkek veya kadının usul ve furuû olmayıp, kendisine zayıf bir derece ile
Kelale olarak varis olunuyor da kendisinin bir erkek veya kızkardeşi bulunuyorsa,
bunlardan her birinin miras payı terekenin altıda biridir. Eğer mevcut olan
kardeşler bundan daha çok iseler, bu durumda kardeşler mirasın üçte birini
aralarında eşit olarak taksim ederler "erkeğe iki kadın payı kadar" değil,
çünkü buradaki erkek ve kız kardeşten maksat, âlimlerin ittifakı ile anne
bir kardeşlerdir. Bunun için vasıflarında erkeklik hükmü yoktur. En yüksek
paylarının üçte bir olması da anne yerini tuttuklarını gösterir. Diğer kardeşlerle
ilgili hükümler, sûrenin sonunda gelecektir. (Oraya bakınız)
KELÂLE: Baba,
anne ve çocuk yönlerinden başka olan, yani ata ve çocuk zincirini oluşturan
soy direğinin dışında bulunan akrabalık demektir. Bu kelime, aslında yorulup
kuvvetten düşmek veya etraftan kuşatılmak mânâlarına bir masdar olup birincisinde
kelal (zayıflık), ikincide iklil (taç) ile aralarında ilişki vardır. Bu yakınlık
baba ve çocuk yakınlığına oranla zayıf veya onun başını yahut etrafını sarmış
bulunduğundan bu isim ile adlandırılmıştır. Karabet, yakınlık sahibi mânâsına
geldiği gibi, kelale de kelale sahibi mânâsına olarak ne çocuk ne de baba
ve anne bırakmamış olan mûrise (kendisine varis olunan kimseye); bir de ne
çocuk, ne baba ve ne de anne olmayarak kalan mirasçıya da (kelale) denilir.
Mesela: Kardeşlik bir kelale, usul ve fürûdan bir şey bırakmadan ölen kardeş
bir kelale, onun arkasında kalan kardeş, amca, hala ve diğerleri de hep kelaledir.
Bu âyetteki de birinci mânâ ile temyiz, kelâle sahibi mânâsına göre de hal
veya nin haberi olur. Birincisinde miras yönünü, ikincide ise varis veya miras
bırakanın durumunu gösterir ki, netice olarak hüküm birdir. Kelalenin tefsirinde
sahabenin söylediği sözler ve münakaşaları çoktur. Hz. Ebu Bekir es-Sıddık
(r.a.)'ın benimsediği görüşe göre kelale, anne ve baba ve çocuklardan başkasıdır.
En seçkin ve sahih söz de budur. Hz. Ömer (r.a.) "Kelale, çocuklardan başkasıdır."
dermiş. Ve sorulduğu zaman: "Ben kelale, çocukları olmayandır görüşünde bulunuyorum,
bu konuda Ebu Bekir'e karşı gelmekten utanıyorum. Kelale baba ve çocuklardan
başkasıdır." dediği de rivayet edilmiştir. Kelale, mirası bir burada, bir
de sûrenin sonunda vardır. Hz. Ömer, oradaki "onun çocuğu yoktur" kaydını
kelalenin tanımlamasına bir işaret gibi düşünürmüş.
Hem vasiyyetin
ve hem borcun kaydıdır. Yani vasiyyet veya borç ki varislere zarar vermeye
kalkışılmayarak yapılmış olsun. Bu bakımdan önce varislerden hiçbirine vasiyyet
geçerli olmaz, zararlı olur. Bunun diğerlerine zarar olduğu ve hak ettikleri
miras payını bozacağı açıktır. Demek ki bu kayıt ile bu miras âyetleri âyetindeki
vasiyet hükmünü, kaldırmıştır. "Dikkat ediniz, hiçbir varise vasiyyet yoktur."
hadis-i şerifi de bu hükmün kaldırıldığını açıklamıştır. Aynı şekilde yabancıya
veya varis olmayan akrabalara da malın üçte birinden fazla vasiyyet geçerli
olmaz, varislerin müsadelerine bağlı olur. Çünkü peygamber tarafından yapılmış
olan vasiyyet, malın üçte biri olarak açıklanmıştır. Fazlası, varislere zarar
vermektir. Vasiyyet, ne kadar olmalıdır? Sorusuna karşı Hz. Peygamber (s.a.v.)
bir meşhur hadiste: "Üçte bir, üçte bir de çoktur. Varislerini zengin olarak
bırakman, onları fakirlik ve ihtiyaç içinde bırakmandan hayırlıdır." Bundan
dolayı malı az olanların üçte birini vasiyyet etmeleri bile hoş karşılanmıyor.
Vasiyyetin böyle malın üçte birinden geçerli olması da, ölüm hastalığındaki
bir kimsenin varislerine karşı hukuki durumunun, miras açısından bir erkeğe
karşı bir kadının durumuna benzediğini anlatır. kuralı hüküm açısından bunda
da geçerlidir. Terekenin üçte bire ölü için vasiyyet hakkı, üçte ikisi varislere
miras hakkı oluyor. Borcun varislere zarar verme kasdı ile olmasına gelince,
bu da ölüm hastalığında yalan yere borç ikrar etmesi ile olur. Bunun için,
ölüm yatağında yalnız ikrar ile sabit olan borç, mirastan önce ödenmez, varisin
iznine bağlı olur. İşte bu zarar verme kaydının burada zikredilmesi, kelale
varislerine zarar vermesi kasdı çoğunlukla mümkün olmasından ileri gelir.
Allah Teâlâ
bunları, kendi tarafından bir vasiyyet olarak emir ve tavsiye ediyor. Bu da
öbür âyetteki gibidir. Ve bununla hem mânâ bakımından iki durumun farklı olmasına
uygun birer pekiştirme yapılmış, hem de bu âyetin sonundan, önceki âyetin
başına bir "son tarafı baş tarafa geri çevirmek" güzel edebî sanatı gösterilmiştir.
Allah her şeyi bilendir. Zarar verme kasdında bulunanları bilir, fakat hâlim
(sabırlı) olduğundan ceza vermede acele etmez. Bundan dolayı bu hilme (yumuşak
muameleye) aldanıp zarar vermeye kalkışmamalı, yapılacak olan vasiyyeti Allah
rızası için yapmalı, Allah'ın vasiyyetlerine uygun hareket etmelidir.
Meâl-i Şerifi
13- İşte bütün
bu hükümler, Allah'ın koyduğu hükümler ve çizdiği sınırlardır. Kim Allah'a
ve Peygamberine itâat ederse Allah onu altlarından ırmaklar akan cennetlere
koyar. Onlar, orada ebedî olarak kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur.
14- Kim de
Allah'a ve Peygamberine isyan eder ve Allah'ın koyduğu sınırları aşarsa Allah
onu da ebedî kalacağı cehennem ateşine koyar. Onun için alçaltıcı bir azab
vardır.
15- Kadınlarınızdan
zina edenlere karşı, içinizden dört şahit getirin. Eğer onlar, şahitlik yaparlarsa,
bu kadınları, ölüm alıp götürünceye kadar veya Allah onlara bir çıkış yolu
açıncaya kadar evlerde hapsedin.
16- Sizlerden
zina edenlerin her ikisine de eziyet edin. Eğer onlar tevbe edip kendilerini
ıslah ederlerse onlardan vazgeçin. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve çok
merhamet edendir.
17- Ancak
Allah'ın kabul etmesini vaad buyurduğu tevbe, o kimseler içindir ki, bilmeyerek
günah işleyip hemen tevbe edenlerin tevbesidir. İşte Allah bunların tevbelerini
kabul eder. Allah alîmdir hakîmdir. (Her şeyi bilendir, hikmet sahibidir).
18- Yoksa
günah işleyip de kendisine ölüm gelince: "İşte ben şimdi tevbe ettim." diyen
kimselerin tevbesi kabul edilmez. Kâfir olarak ölenlerin de tevbeleri kabul
edilmez. İşte bunlara ahirette can yakıcı bir azap hazırlamışızdır.
13-14-15-FAHİŞE:
Haddini aşmış, pek çirkin, aşırı edepsizlik demektir. "El-Fahişe" de zinanın
bir ismidir.
Kadınlarınızdan
yani müslüman kadınlarından zina yapanlar, Allah'ın çizdiği nikah hududunu
aşıp onun zıddı olan, o bilinen çok kötü işi kendi isteği ile yapanlar oldu
mu siz erkeklerden şahitlik etmeye ehil dört şahidin o kadınlara karşı şahitlik
etmeleriyle ispatlamayı isteyiniz olaydan sonra zaman aşımı olmadan derhal
şahitlik ederlerse -ki bunda zaman aşımı şehirlerde bir ay, biraz uzak köylerde
dört ve en fazla altı ay olmak üzere belirlenmiştir.- Kadınların bu şekilde
suçlulukları sabit olduktan sonra o kadınları, ölüm canlarını alıncaya veya
Allah kendilerine bir yol açıncaya kadar evlerde hepsediniz. Bununla zina
eden kadının cezası, Allah'ın diğer bir hükmü ininceye kadar bir müddet için
"ölünceye kadar ebedî hapis cezası" olmak üzere belirlenmiştir. Bundan dolayı
Nûr sûresindeki: "Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer değnek
vurun." (Nûr 24/2) âyetleri indirilince bu ebedî hapis cezası hükümsüz olmuştur
ki kaydının gereği de budur. Şahitlik hakkındaki hüküm ise, zinanın tesbit
edilmesi hususunda sağlam bir esas olarak kalmaktadır.
16- Erkeklerden
zina edenlere gelince: Sizden onu (zinayı) yapanların ikisine de eziyet ediniz.
Yani miktarı size bırakılmış olmak üzere sözlü veya fiili azarlama ile terbiye
ediniz. Burada diye ikil kipi ile ifade edilmesi karışıklığa sebep olmuştur.
Müfessirlerin çoğu bundan kasdedilenin, zina eden erkek ile zina eden kadın
olduğunu söylemişlerdir. Fakat bu şekilde erkeğin cezasının, kadından hafif
olması, kadının müebbet hapsinden başka diğer bir azarlama ile de cezalandırılması
ve eziyetin hapsi de kapsadığı düşünüldüğü takdirde de anlatımda tekrar bulunması
lazım geleceğinden dolayı uygulamasında âlimler ihtilaf da etmişlerdir. Bazıları,
bu âyetin indirilmesi daha sonra olup önce kadın hakkında âyetinden anlaşılan
mânâ üzere müebbed hapsin hükmünü kaldırmış ve daha sonra Nûr sûresindeki
âyet ile de burada kapalı olarak anlatılan azarlama, açıklanarak şer'î cezaya
çevrilmiş olduğunu söylemişlerdir ki, en uygun olan da bu olsa gerektir. Diğer
taraftan Mücahid'den bu âyetin zina hakkında değil, erkekler arasındaki cinsel
sapıklık hakkında olduğu ve bundan dolayı iki erkekten ibaret bulunduğunu
nakletmiş. İsfahanlı Ebu Müslim de bunu tercih etmiştir.
17-
Allah Teâlâ'nın kesin olarak kabul edilmesini söz verdiği ve taahhüd ettiği
tevbe, ancak bir cahillikle bilmeyerek günah işleyip de
18- sonra
çok geçmeden tevbe eden, günahında ısrar etmeyen kimselere aittir. Yoksa günahları
işleyip işleyip de nihâyet her birine ölüm gelip çattığı zaman ben şimdi tevbe
ettim, diyenlere bir de kâfir olarak ölenlere tevbe yoktur. Şu halde bu ikisi
arasında bulunan, yani bilerek günah işleyen, çok geçmeden tevbe etmeyip günah
işlemeyi alışkanlık haline getiren ve böyle iken can çekişme haline gelip
hayattan ümidini kesmeden önce tevbe edenlerin tevbelerinin kabul edilmesi
kesin değildir. Allah'ın iradesine kalmıştır. Bu konudaki araştırmanın sonucu
şudur: Can çekişme durumundan önce henüz hayattan ümitsiz olmadığı halde küfürden
tevbe ile iman etmek geçerlidir. Fakat can çekişme halinde hayattan ümit kesme
durumunda küfürden tevbe etmek ve iman etmek geçerli değildir. İman ettikten
sonra iyi amel yapabilecek bir zaman bulunmalıdır. Fakat günah işlemiş müminin
son nefesindeki tevbesi de geçerli olabilir. "Allah'ın rahmetinden ümidinizi
kesmeyiniz..." (Zümer, 39/53) Şu kadar varki, tevbenin kabul edileceği de
kesin olarak vaad edilmiş değildir. Bu âyetler işte bunu anlatmıştır. Günahların
akibeti, böyle acıklı azab, tevbenin hükmü de öyle olduğu için, evlenmekle
ilgili haramlara aşağıdaki şekilde çok dikkat etmek gerekir:
Meâl-i Şerifi
19- Ey iman
edenler! Kadınlara zorla varis olmanız size helal değildir. Verdiğiniz mehrin
bir kısmını kurtaracaksınız diye, onları sıkıştırmanız da helal değildir.
Ancak açık bir hayasızlık yapmış olurlarsa başka. Onlarla iyi geçinin. Eğer
kendilerinden hoşlanmadınızsa, olabilir ki, siz bir şeyden hoşlanmasanız da
Allah onda bir çok hayır takdir etmiş bulunur.
20- Eğer
bir eşi bırakıp da yerine diğer bir eş almak isterseniz, öncekine yüklerle
mehir vermiş de bulunsanız, ondan bir şey geri almayın. O malı bir iftira
ve açık bir günah isnadı yaparak geri alır mısınız?
21- Birbirinizle
kaynaşıp başbaşa kalmışken ve onlar sizden kuvvetli bir teminat almışken verdiğinizi
nasıl geri alabilirsiniz?
22- Cahiliye
devrinde geçenler müstesna, babalarınızın nikahladığı kadınlarla evlenmeyiniz.
Şüphe yok ki o, pek çirkindi, iğrenç idi, o ne fena bir âdetti.
23- Size şunları
nikahlamak haram kılındı: Anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız,
teyzeleriniz, erkek ve kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren süt anneleriniz,
süt kızkardeşleriniz ve karılarınızın anneleri, ve kendileri ile zifafa girdiğiniz
kadınlarınızdan olan ve evlerinizde bulunan üvey kızlarınız. Eğer üvey kızlarınızın
anneleri ile zifafa girmemişseniz onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur.
Sulbünüzden gelen (öz) oğullarınızın hanımları ile evlenmeniz ve iki kız kardeşi
birlikte nikahlamanız da haramdır. Ancak cahiliyyet devrinde geçen geçmiştir.
Şüphesiz ki Allah gafur (çok bağışlayıcı) ve çok merhamet edicidir.
19- "istemedikleri
halde kadınlara zorla varis olmanız size helal değildir." Cahiliyyede bir
gelenek varmış: Bir adam yakınlarından biri vefat ettiği zaman, kalan karısının
veya çadırının üstüne elbisesini atıp, "kendisine varis olduğum gibi karısına
da varis olacağım" dermiş ve böyle dedi mi, o kadına herkesten daha fazla
hak sahibi olurmuş; dilerse onu eski mehirden başka bir mehir olmaksızın evlenirmiş,
dilerse başkası ile evlendirir, mehrini alır ve kadına ondan bir şey vermezmiş.
Ve isterse ölen kocasından alacağı olan mehirden vazgeçirmek için " = adıl"
yapar, yani kendisi onunla evlenmez, başkası ile evlenmesine de engel olurmuş.
Eğer kimse onun üzerine abayı (elbiseyi) atmadan kadın kendi akrabalarının
yanına gidebilirse kendine sahip olabilirmiş. Bazıları da hanımından hoşlanmaz
ve bununla beraber kadının malı bulunduğundan dolayı, mirasına konmak için
zorla onu yanında tutar, ölümünü gözler, iyi geçinmezlermiş. İşte bu âyet
ya önceki sebep veya bu sebepten dolayı indirilmiştir. Şu halde önceki sebebe
göre helal olmayan mirastan maksat, kadınların kendilerine mirasçı olmaktır.
Kadın mirasçı olmaz. İkinciye göre de mallarına mirasçı olmaktır. Yani zorla
kadını tutup malına konmak da helal olmaz. Diğer taraftan bazıları da kadına
ihtiyacı bulunmadığı halde onunla evlenir, iyi geçinemez, bırakmak da ister.
Fakat mehrini, nafakasını vermemek ve hulu' (belirli bir miktar para karşılığında
kadını boşanmaya) mecbur etmek için kadını sıkıştırırdı. Bunlara karşı da
şöyle buyurulmuştur: Kadınlara verdiğinizin bir kısmını bile almak için kendilerine
baskı yapmayınız, evlilik haklarından men etmeyiniz, ancak pek açık bir şekilde,
karı-koca arasını bozacak aşırı bir edepsizlik veya bir zina yapmış olurlarsa
başka. Ancak o zaman ayrılmaya onlar sebep olacaklarından hulu' (boşamaya
karşılık bir mal) isteğinde mazeretli olabilirsiniz, yoksa yapmayınız. Kadınlarınızla
İslâm'ın inkar etmeyeceği uygun şekilde iyi geçininiz. Burada maruftan maksat,
yatak ve harcama hususlarında insaflı, sözde, sohbette tatlı bulunmak gibi
özelliklerdir. Eğer kadınlar hoşunuza gitmez ve sohbetlerinden bıkarsanız
olabilir ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız da Allah onda bir çok hayırlar
yaratmış bulunur. Bundan dolayı onları yukarda olduğu gibi, kadınlar tarafından
bir gerek olmaksızın yalnız nefsinizin hoşlanmamasından dolayı onlardan ayrılmaya
kalkışmayınız, geçimlerine sabrediniz
20- ve eğer
bir hanımı boşayıp yerine diğer bir hanımla evlenmek isterseniz o hanımlardan
birine yüklerle, yani çok miktarda mal da vermiş olsanız o verdiğiniz maldan
hiçbir şey almayınız. Siz o malı kadına iftira ederek veya açık bir vebal
yükleyerek mi alacaksınız? Ne çirkindir, hiç bu yapılır mı?
21- Hem nasıl
alabilirsiniz ki siz bundan önce birbirinizle birleştiniz, başbaşa kaldınız.
Bununla mehir kesinlik kazandı, karşılığı alındı, size hizmet hakları sabit
oldu ve daha birçok şey yapıldı ve onlar sizden bundan önce pek kuvvetli bir
söz ve anlaşma da aldılar. Bu anlaşma, Allah'ın emri ve Peygamberin sünneti
üzere yapılan nikah akdi ve hükümleridir ki, bununla " Ondan sonra ya kadınları
iyilikle tutmak, ya güzellikle salmak vardır." (Bakara, 2/229) âyetinin mânâsına
göre hayat devam ettiği müddetçe güzel bir şekilde arkadaşlık ve iyi geçinme
olamadığı takdirde güzellikle memnun ederek boşama sözü verilmiştir. Halbuki
Allah'ın koyduğu sınırlara tecavüz edenler zâlimler, söz verdikten sonra anlaşmalarını
bozanlar ise zarar edenlerdir. "Kim sünnetimi terkederse o benim ümmetimden
değildir." buyuran Hz. Peygamber de "Siz onları Allah'ın emanetiyle aldınız
ve Allah'ın kelimesi ile helallandınız" yüksek açıklaması ile bu anlaşmanın
ağırlığına işaret etmiştir.
22-Bundan
sonra nikahı helal olmayıp haram olan kadınlarla helal olanların açıklanmasına
başlanıyor, şöyle ki bir de atalarınızın, yani baba ve dedelerinizin nikah
etmiş olduğu kadınların ölmüş gitmiş olanlardan başka hiç birini nikah etmeyiniz,
atanızın el sürdüğü kadına el sürmeyiniz.Cahiliyye devrinde yaşayanlar, kadınlara
varis olma meselesinden de anlaşıldığı üzere ölümünden sonra babalarının hanımları
ile evlenirlermiş. Bu âyet ile bu kötü gelenek kayıtsız ve şartsız yasaklanmıştır.
Ve yaygın bir cahiliye geleneği olduğundan dolayı haram kılınan diğer şeylerden
önce özel bir şekilde yasaklanmıştır. Bundan dolayı İslâm dininde baba ve
dedelerin sahih nikah ile yalnız evlenme akdini yaptıkları, el sürmedikleri
veya fasit (geçersiz) nikah ile nikah akdini yapıp el sürdükleri, yahut nikah
akdi olmadan sözleşme yaptıkları kadınlardan hiçbiri ile oğulları ve torunları
evlenemezler. Çünkü nikah kelimesi, lügatta birleşme mânâsına olmasından ötürü,
kucağa çekmek mânâsında kullanılabileceğinden nikahlı kadında bu da düşünülebilir.
İstisnası
şu iki mânâyı gösteriyor: Birincisi, ölmüş gitmiş olan kadınların nikah edilmelerine
imkan olmadığından dolayı "Deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar" (A'raf,
7/40) cinsinden imkansız bir şeye bağlı tutmak ile mübah olma kapısını tamamen
kapamaktadır. İkincisi de her nasılsa geçmişte olan olmuş, geçen geçmiş, bundan
sonra sakın yapmayınız; bir kerre olmuş oldu, artık vaz geçilmez, tevbe edilmez
sanıp da ısrar etmeyiniz, hemen ayrılınız. Çünkü bu durum, yani oğulların,
torunların atalarının nikahlı karıları ile evlenmeleri pek çirkin bir şey,
bir fuhuş nefret edilen ve buğzedilen ve pek kötü bir yoldur. Geçmişte de
böyle idi, bugün ve yarın da böyledir. Cahiliyye devrinde bile şeref ve itibarını
bilenler bundan nefret ederlerdi.
23-Şimdi
bundan başka diğer haram kılınmış hanımları dinleyiniz: Ey müminler! Size
şunların nikahı haram kılındı:
1- Anneleriniz,
kendi anneleriniz, babanızın ve annenizin anneleri ve onların anneleri, nineleriniz.
Ataların hanımlarını nikah etmek kayıtsız şartsız haram olunca, annelerin
ve ninelerin haram olduğu da öncelikle anlaşılmış ise de önemine binaen özellikle
açıkça belirtilmiştir.
2- Kızlarınız
ki ,gerek bizzat kendi çocuklarınız olan kızlar, gerek oğullarınız veya kızlarınızın
kızları olan torunlarınız, gerekse torunların torunları kızlar...
3- Kız kardeşleriniz
ki, gerek anne-baba bir, gerek baba bir, gerek anne bir bütün kızkardeşleriniz.
4- Halalarınız
yani babalarınızın, dedelerinizin kızkardeşleri olan genel olarak bütün halalarınız,
bibileriniz.
5- Teyzeleriniz,
yani annelerinizin ve ninelerinizin kızkardeşleri olan büyük küçük bütün teyzeleriniz.
6- Ve kardeşinizin
kızları, gerek çocukları ve gerek torunu olsun yeğenleriniz.
7- Ve kızkardeşlerinizin
kızları, aynı şekilde bütün yeğenleriniz.
Buraya kadar
açıklanan yedi mahrem (nikah düşmeyen yakın akraba) neseb yönünden yakın olan
akrabalardır.
8- Sizi emzirmiş
olan anneleriniz, yani süt anneleriniz ve nineleriniz...
9- Sütten
kız kardeşleriniz, yani süt kızkardeşleriniz.
Çünkü süt
emzirenlere anne, emenlere kardeş denilmiş olması, bunlarda neseb vasıfları
ve hükümlerinin geçerliliğini gerektirir. Süt anneler, süt kızkardeşleri bulununca
süt babalar, süt kızlar, süt halalar, süt teyzeler, süt kardeş ve kızları
hep var demektir. Bundan dolayı süt emmeden dolayı haram olanların da bu kıyas
üzere yukarda olduğu gibi yediye ulaşacağı ve bu ikisinin söylenmesi ile yetinilmiş
olup geri kalanların zikredilmediği anlaşılır. Gerçi birşeyin bildirildiği
yerde bazı şeyleri zikretmemek hasr (daraltma) ifade ederse de delalet-i iltizamiyye
(Bir lafzın vaz olunduğu mânânın lazımına yani o mânâ ile beraber bulunması
zaruri olan diğer bir mânâya delaleti) ile işaret bulununca diğer mânâların
düşmesi söz konusu olamaz.
Gerçekten
Hz. Peygamber (s.a.v.)bu işareti açıklamak veya bu kapalılığı açıklamak için
"Nesebden haram olanların hepsi, süt emmeden de haram olur." buyurmuştur.
10 - 14- Bundan
dolayı burada "o ikisine mukayese et" meâlinde bir işaret ve icaz (kısaltma)
bulunduğu ve bu şekilde buraya kadar neseb ile yedi,süt emmeden de yedi olmak
üzere toplam olarak on dört nikahı düşmeyen kadın sayılmış olduğu unutulmamalıdır.
Bundan sonra da evlenme ile meydana gelen akrabalıktan haram olanlara geliyoruz.
15- Kayıtsız
şartsız kadınlarınızın, yani ister kendisiyle zifafa girmiş olduğunuz ve ister
zifafa girmediğiniz nikahlı hanımlarınızın anneleri, kaynanalarınız.
16- Kendisiyle
birleştiğiniz kadınlarınızdan doğmuş karılarınızdan olma umumiyetle himayenizdeki
üvey kızlarınız. Eğer anneleri ile cinsi temasta bulunmamış iseniz üvey kızlarınızla
evlenmenizde bir mahzur yoktur. Demek ki anneleriyle birleşmek kızları haram
kılar. Kızları yalnız nikah etmek de annelerini haram kılar.
17- Sulbunüzden
bizzat ve dolaylı olarak gelen oğullarınızın eşleri olan gelinleriniz ki,
bütün torunların eşlerini de kapsar. "sülbünüzden" kaydı ile, üvey oğullar
ve oğulluklar (evlatlıklar) bu hükümden çıkarılmıştır.
18-19- İki
kızkardeşle bir arada evlenmeniz, aynı şekilde biri erkek sayıldığı takdirde
diğeri ile evlenmesi caiz olmayan iki kadının, mesela bir kızla halasının
veya teyzesinin birlikte nikah edilmesi de iki kızkardeşin bir arada nikah
edilmesi gibi haramdır. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.v.) meşhur bir hadisinde
buyurmuştur ki: "Bir kadın ne halasının, ne teyzesinin ne kardeşin kızının
ne kızkardeşinin kızının üzerine nikah olunmaz", ancak eski devirlerde geçmiş
olanlar başka. Onlardan dolayı sorumluluk yoktur. Çünkü bu şekilde evlenme
Yakub (a.s.) şeriatında vardı. Şüphesiz ki Allah gafur (çok bağışlayan), rahim
(çok merhamet eden)dir. Fakat şimdi ve gelecekte bunlar yasak ve haramdırlar.
24- Evli hür
kadınlar...
Meâl-i Şerifi
24- Bir de
harb esiri olarak sahibi bulunduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlarla
evlenmeniz de size haram kılındı. Bütün bunlar Allah'ın üzerinize farz kıldığı
hükümlerdir. Bunların dışında kalanlar ise iffetli olarak zina etmeksizin
mallarınızla mehir vermek suretiyle evlenmek istemeniz size helal kılındı.
O halde onlardan nikah ile faydalanmanıza karşılık mehirlerini kendilerine
verin ki, bu farzdır. O mehri takdir edip kesinleştirdikten sonra birbirinizi
razı etmenizde bir mahzur yoktur. Şüphesiz ki Allah her şeyi çok iyi bilendir,
hüküm ve hikmet sahibidir.
Harp esiri
olarak sahip olduğunuz cariyeler müstesna olmak üzere bütün evli hür kadınların
hepsi de size haram kılındı. Bununla dan buraya kadar özet olarak on beş,
uzun uzadıya açıklandığında, yirmi, yirmi bir çeşit kadınla evlenmek haram
edilmiş oldu. Demek ki gerek müslümanların, gerek zımmilerin ve gerek kendileri
ile savaş halinde bulunulan kimselerin nikahı altında bulunan ve hür olan
bütün kadınların da genel olarak nikahları haramdır. Ancak savaşta esir olup
hürriyetlerini kaybetmiş bulunan cariyelerin nikahı genel olarak haram değildir.
Buradaki on
kırâetin hepsinde dın fethasiyle, bundan başka yerlerde ise gerek ve gerek
Kisâî kırâetinde ın esresi ile, diğer kırâetlerde yine fetha ile okunur. Biri
dan ism-i meful (edilgen ortaç), biri de ism-i fail (etken ortaç) kipidir.
İhsan, lugatte sarplık ve sağlamlık demek olan "hasenet"ten türemiş olup bir
yeri kale gibi sağlam yapmak ve kocanın karısını, nikahı düşen kimselerden
korumak mânâlarına müteaddi (geçişli), ırzını koruyup iffetli olmak veya evlenmek
mânâlarına lazım (geçişsiz) olur. Kur'ânda da evlenme, veya hürriyet veya
İslâm veya iffet olmak üzere dört mânâ ile ilgili olup yerine göre kendisine
uygun düşen mânâya yorumlanır. Bundan dolayı burada muhsanât evli yani kocası
olan ve istisnası ipucu ile de hür olan kadınlar demek olduğu apaçıktır. Yemin,
aslında sağ el mânâsına olduğundan milk-i yemininiz demek ellerinizle meşru
bir şekilde hakkıyla kazandığınız mülkleriniz demektir ki, en fazla köle ve
cariyelerde kullanılır. Burada söz konusu, kadınlar olduğu için bundan maksat
hakkıyla sahip olduğunuz köle kadınlar demek olduğu da apaçık bellidir. Bunlar,
kadınlardan istisna edilince geride yalnız hür olanlar kalır. Ve genel şekilde
nikahları haram kılınan muhsanatın da hür olan kocalı kadınlar, demek olduğu
anlaşılır. Demek olur ki, hür olmayan kadınlar evlenmiş olsalar da hür kadınlar
gibi genel şekilde haram değildirler. Bunlar, özel hükümlere tabidirler. Bunların
haram olanları bulunabileceği gibi helal olanları da bulunabilecektir. Çünkü
dârü'l-harbdeki (İslâmın elinde olmayan, her zaman savaş yeri olabilecek yer)
karılığın ilk tutsaklık sırasında hükmü kalkabilir de sahiplerine helal olurlar.
Yoksa bundan, evlendirilmiş köle kadınlarla, nikah altında iken kayıtsız şartsız
sahiplerine helal olacağı gibi bir mânâ anlaşılmamalıdır. Yani istisna, kayıtsız
şartsız haram olmaktan değil, genel olarak haram olmaktan çıkarmaktır. Olumsuzluğun
kapsamı yolu ile köle kadınların helal olduklarını genelleştirmek için değil,
kapsamı olumsuz kılmak yolu ile haramlığın, hepsini içine almasını önlemek
içindir. Diğer taraftan bu istisna bundan sonraki ikinci âyette açıklanacak
mânâya bir çeşit işareti de içerir.
Bu ibare yukarıda
ki "size haram kılındı..." hükmüne bağlıdır. Yani yukarıda olduğu gibi anlatılan
kadınların haram kılınması üzerinize kesin şekilde yazılmış bir Allah yazısıdır.
Bunların nikahının haram kılınması insana ait bir padişah buyruğu değil, bir
Allah buyruğu gereğidir. Nikah bağı ve muamelesinin şahsa ait olan bir takım
sosyal, hukuki ve ahlâki gerekleri vardır. Bu şekli ile soydan ileri gelen
evlenme yasağı, yakın akrabalıktan ileri gelen evlenme yasağı, sütten ileri
gelen evlenme yasağı ve nikahla meydana gelen akrabalıktan ileri gelen evlenme
yasağı ve evli olmaktan ileri gelen evlenme yasağı, evlenmenin ve aile meydana
getirmenin mahiyetinin gereği ve ilâhî kanun ile çizilmiş sınırlar ve temel
haklardır.
Bunlarla evlenmek
haram kılındı ve bunların dışında kalan kadınlar size helal kılındı ki siz
erkekler muhsin kendisini haramdan saklayıp zina yapmadan, yani iffetinizi
koruyarak ve zinadan sakınarak mehir veya para olacak mallarınızla nikahlarını
veya mülkiyyetlerini isteyesiniz. Muhsin olmak, iffetini korumaktır ki buna
ihsan veya nefsi tahsin etmek (kale gibi sağlamlaştırmak) da denilir. Müsafaha,
"sefh" kökünden türetilmiş müfaale babıdır. Sefh, aslında kan ve su kategorisi
sıvıları döküp akıtmak demek olduğundan müsafeha veya sifah, sırf suyunu boşaltmak,
yani her iki tarafın (kadın ve erkeğin) üreme ve türeme maksadında bulunmayıp
yalnız su akıtarak cinsel arzularını gidermek mânâsını ifade eder. Ve bunun
için zinaya sifah denilir. Demek olur ki, yukarıda olduğu gibi kadınların
helal kılınmasından esas maksat, yani nikahın ve odalık almanın meşru olmasının
hikmeti, nefsi tahsin (kale gibi sağlamlaştırmak) ve üremedir. Nefsani arzuları
gidermek de buna bağlıdır. Yoksa yalnız şehveti gidermek maksadı ile nikah
veya cariye edinmek caiz değildir. Bu maksat da ya gizli veya açıkça olur.
Gizli olur, yani yalnız kalbde kalırsa nikah akdi görünürde sahih olsa da
dini yönden helal olmaz. Fakat görünürde kapalı ve belirsiz olursa, mesela
evlenme akdinin yalnız faydalanma maksadı ile olduğu açıkça söylenir veya
geçici bir müddet ile sınırlandırılırsa, bu şekilde nikah hem dini açıdan,
hem de hukuki açıdan geçersiz olur. Bundan dolayı kaydından tamamen anlarız
ki, müt'a nikahı, başka bir ifade ile metres tutmak helal değildir, bir zinadır.
Erkekle kadın arasındaki doğuştan var olan ilişkinin yaratılış hikmeti, hayatın
akıcı suyunun, yalnız kısır bir zevk için yok edilmesi değil, "Ondan eşini
yaratan ve her ikisinden de birçok erkek ve kadın türetip yeryüzüne yayan."
(Nisâ, 4/1) hükmünün tecellisidir. Bakara sûresinde "Kadınlarınız sizin tarlanızdır."
(Bakara, 2/223) buyurulmuştur. Burada, "Kadınlarınız sizin eğlenceniz." denilmemiştir.
"Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın." (Âli İmran 3/191), daha esasında
"Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur" (Bakara, 2/29) âyetinden
anlaşıldığı üzere insanların nefislerinde ve ırzlarında aslolan mübah olmak
değil, haram olmaktır. Ve bunun için burada da önce haram kılınmış kadınlar
sayılmış, daha sonra zina yapmaktan sakınmak ve evlenme gayesi üzerine ve
mallar karşılığında evlenmek istemeye müsaade olunarak evlenmenin helal olduğu
açıklanmıştır. Kısaca nikah, zinanın zıddıdır. Zina batıl olup meşru değildir.
Yaratılış gayesini değiştirmeye çalışmaktan başka bir şey değildir. Nikahın,
iyi niyetle ve geçici olmamak üzere akdedilmesi lazımdır. Bir de kaydı şunu
gösteriyor ki, mehir nikahın gereklerindendir. Nikah denildi mi karşılığında
bir mal söylenmemiş olsa bile mutlaka bir mehirden uzak olmayacaktır. Bundan
dolayı bu şartlar altında o helâl kadınlardan herhangi birisinden faydalanmak
isterseniz onların ücretlerini, yani namuslarının karşılığı olan mehirlerini
bir farz olarak veriniz. Zifaf ile mehrin tamamı kocanın boynunun borcu olur.
Bakara sûresinde zifaftan önce boşanma gerçekleşmiş ise "Belirlediğiniz mehrin
yarısını kendilerine verin." (Bakara, 2/237) buyurulmuştu. Öyle olmakla beraber
mehir farz edilip belirlenip, adlandırıldıktan sonra her ikinizin karşılıklı
rızası ile yaptığınız indirim veya borçtan kurtulmada günah yoktur. Çünkü
yukarda "Kadınların mehirlerini gönül hoşluğu ile verin. Eğer kendi istekleriyle
mehrin bir kısmını size bağışlarlarsa onu afiyetle yeyin." (Nisâ, 4/4) buyurulmuştu.
Şüphesiz ki, bunları böyle emreden Allah alîm (çok iyi bilen) hakîm (hüküm
ve hikmet sahibi)dir. Şimdi özellikle köle kadınların nikahına gelelim:
Meâl-i Şerifi
25- Sizden
her kim hür mümin kadınları nikah edecek bir zenginliğe gücü yetmiyorsa, ona
da ellerinizin altındaki mümin cariyelerinizden efendilerinin rızası ile nikahlamak
var. Allah sizin imanınızı daha iyi bilir. Siz birbirinizdensiniz. O halde
sahiplerinin izni ile ve mehirlerini örfe göre vermek suretiyle cariyelerden
iffetli olan, zina etmeyen, dost da edinmeyenlerle evlenin. Evlendikten sonra
bir fuhuş yaparlarsa, o vakit hür kadınlar hakkında gerekli bulunan cezanın
yarısı kendilerine lazım gelir. Bu hükümler, içinizden günah işlemekten korkanlaradır.
Sabretmeniz ise, sizin için daha hayırlıdır. Allah Gafûrdur, Rahimdir (çok
bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir).
25- Burada
muhsenat, sahip olma karşılığı olduğundan hür kadınlar mânâsınadır. Yani içinizden
her kim hür kadın ve imanlı olan kadınlarla evlenecek fazla bir mali güce
sahip değil ise sahip olduğunuz genç ve imanlı cariyelerinizden nikah etsin.
Hür bir kadını yoksa veya hür kadın almaya mali gücü yetmiyorsa mümin cariye
ile evlensin. Çünkü cariyenin masrafı azdır. Fakat her zaman mümin kadını
tercih etmelidir. Mümin kadın ve cariye nikahını mutlak surette bir alçaklık
saymasın, çünkü Allah imanınızı en iyi bilendir siz birbirinizdensiniz; müminlerin
hür olanları ile olmayanlarınız bir dinden, bir cinstensiniz. İyi niyetle
onlarla evlenmek, gerektiğinde bir erkek için alçaklık değildir. Zina tehlikesi,
daha büyük bir alçaklıktır. Şu kadar var ki, cariyeleri hür kadınlara tercih
etmek de hür kadınların haklarına tecavüz etmektir. Bunun için nikahı altında
bir hür mümin kadın bulunan bir adamın, onun üzerine cariye ile evlenmesi
asla caiz olmayacağı gibi, bir mümin hür kadınla evlenebilme gücüne sahip
hür bir erkeğin de cariye ile evlenmesi mekruh veya haramdır. Ve o zaman cariye
nikahı bir aşağılıktır. İmam eş-Şafiî hazretleri âyetin mefhum-i muhalifini
göz önünde bulundurarak buna haram demiş ise de İmam-ı Âzam mekruh olduğunu
söylemiş, haram olanın yalnız hür kadın üzerine köle kadınla evlenmeye kalkışmak
olduğunu açıklamıştır.
Köle kadınla
evlenmenin sahih olmasının şartına, hükmüne ve gayesine gelince cariyeleri
sahiplerinin izni ile nikah ediniz ve mehirlerini veya nafakalarını kendilerine
iyi şekilde güzelce veriniz ve bunları "Fuhuşta bulunmayarak, gizli dost da
edinmeyerek namuslu yaşadıkları halde..." vasıfları ile vasıflanmış olmaları
üzere, bu durumları yaşamaları maksadı ile onlarla evleniniz.
"Haden"in
çoğuludur. Yani gizli dost tutmak demektir. Cahiliyye devrinde iki çeşit zina
vardı. Birisi herkesin gözü önünde açıktan genelev işletmek, diğeri de birini
dost tutarak özel bir şekilde gizlice zina etmekti. Ve bu şekildeki zinalar,
çoğunlukla cariyelerle yapılırdı. İslâmda bunların ikisi de yasaklanmıştır.
Dikkate değerdir ki, hür kadınlara aid olan âyette, erkeklerin zinası, burada
da kadınların zinası açık olarak yasaklanmıştır. Bu ise büyük bir edeb ve
belagati içermektedir.
İlk önce
hür olan kadınların zinaya tenezzül etmeyecekleri ve onlar hakkında fuhuş
ve zina ihtimalini düşünmek bile uygun olmadığını ve böyle bir ihtimal olsa
olsa erkekler yüzünden ve erkeklerin iffetsizliği dolayısıyla tasarlanabileceği,
cariyelere gelince bunların zarurete binaen zina aşağılığına düşebilmeleri
pek düşünülebilen ve hatta cahiliyye devrinde âdet olduğu ve bununla beraber
bunun da yine erkeklerin ahlâksızlığından meydana geldiği ve bu sefaleti (alçaklığı)
kaldırmak da erkeklerin elinde bulunduğu, erkekler iyi niyetle hareket edip
vazifelerini yerine getirdikleri takdirde bunların da bu sefaletten kurtulacağı
ve bundan dolayı müslümanların hep bu iffet ve iyiliğinin gayesini takip etmelerinin
gereği anlatılmıştır.
Bundan dolayı,
cariyeler evlenmekle iffetleri güven altına alındıktan sonra fuhuş yoluna
girerler ve zina yaparlarsa o vakit bunlara da hür kadınlara uygulanması vacib
olan cezanın yarısı vacib olur. Çünkü bu şartlar altında mazeretleri kalmaz
ve bununla beraber esir oldukları müddetçe hür kadınlar seviyesinde de tutulamazlar.
Bunun için cariye ile evlenmek içinden şehvetin üstün gelmesi ile bozulmak,
günaha girmek, zina tehlikesine düşmek korkusu bulunanlar hakkındadır. Yoksa
sabretmeniz hakkınızda daha hayırlıdır. İmam eş-Şafiî hazretleri buradan ne
hür kadın ne cariye, hiç evlenmemeniz daha hayırlıdır, ibadet nikahtan daha
faziletlidir, mânâsını anlamış ise de Hanefî imamlarının dediği gibi bunun
cariye hakkında olduğu açıktır. Demek ki, mehir ve harcamaya gücü yetenler
için şehvetin coşması durumunda nikah vacibdir. Ve böyle bir durumda hür kadının
mehir ve nafakasına gücü yetmiyecek olanlara bir cariye ile olsun evlenmesi
vacibdir ve mümin cariyeyi tercih etmesi de en azından mendubdur. Çünkü cariyelerin
de sefaletten kurtulmaları istenen bir husustur. Buna ise mümin cariye hepsinden
daha fazla layıktır. Bundan dolayı evlenmenin vacib olması da ancak zina korkusu
bulunanlar hakkındadır. Bu korku olmadığı takdirde cariye ile evlenmek, vacib
olmak şöyle dursun mendub bile değildir. Çünkü bu evlilikte bir taraftan hür
kadınların (itibardan) düşmelerine sebebiyyet vermek, diğer taraftan neseb
soyluluğunu ve çocukların seçimini bozmak gibi sakıncaları da vardır. Bunun
için Hz. Ömer (r.a.) "Cariye ile evlenen her hangi bir hür, hürriyetinin yarısını
kaybetmiş olur." demiştir. Fakat bütün bu sakıncalar zina tehlikesine karşı
hiçtir. Çünkü zina doğrudan doğruya spermasını yoketmek ve genel bir şekilde
gerek erkek ve gerek kadınlar için pis bir alçaklık ve insan türü için pek
büyük aşağılıktır. Ve insandan başka hayvanlar içinde hiçbiri dişisini yalnız
suyunu telef etmek için takip etmez. İnsanlar, elinde hapsedilen erkek hayvanlar
istisna edilirse kediler, köpekler bile dahil olmak üzere, hiçbir hayvan kösnümiyen
dişisine zorla saldırmaz ve işini yalnız aşılama için yapar. Hatta develerin
dişi sidiğini koklaması aşılanmış olup olmadığını farketmek için olduğu bilinmektedir.
Özetle hayvanların bile hayvanca birleşmelerinde zina mahiyeti yoktur. Yaratılış
ve fıtratları, başka bir ifade ile iç güdüleri buna fırsat vermez. Bu rezillik,
bu kısırlık sevdası insanlığı hayvanlardan daha alçak bir duruma düşüren bir
beladır. Bu musibete düşmektense cariye ile olsun evlenmelidir. Bununla birlikte
bu korku yoksa sabır daha hayırlıdır. Her ne kadar evlenmemede de üreme ve
türemeden mahrum olmak varsa da "Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir."
Halbuki zina edenler için acıklı azab vardır. Bu açıklamadan sonra Allah'ın
rahmeti gereğince kanun koyma hikmet ve maksadına bağlı olarak buyuruluyor
ki:
Meâl-i Şerifi
26- Allah,
sizlere bilmediklerinizi bildirmek, sizden öncekilerin yollarını size göstermek
ve tevbenizi kabul etmek istiyor. Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm
ve hikmet sahibidir.
27- Allah
sizin tevbenizi kabul etmek istiyor. Halbuki şehvetlerine uyanlar ise, sizin
doğru yoldan büyük bir meyl ile sapmanızı istiyorlar.
28- Allah,
din hususundaki ağır teklifleri sizden hafifletmek istiyor. Çünkü insan sabır
ve tahammül bakımından zayıf yaratılmıştır.
26- Allah'ın
bu kanunu koymasından maksadı, size helal ve haramı fark ettirip açıkça anlatmak,
sizi sizden öncekilerin sünnetlerine, yani tutup nimet ve mutluluğa erdikleri
yollara hidâyetle yol göstermek ve cahiliyye devrinde sizden şefkatle bakışını
ve rahmetini çekmiş iken sizi İslâm ile böyle doğru yola çevirip günahlarınızdan
tevbe ettirerek üzerinize rahmet ve nimetlerini ardarda vermektir. Yani burada,
"Sen, bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna.
Gazaba uğrayanların ve sapanlarınkine değil." (Fatiha, 1/6-7) duasına özel
bir cevap vardır. Bu açıklanan helal ve haram hükümleri tamamen yeni teşri
olunmuş (kanun olarak vazedilmiş) ve hiç denenmemiş bir yol değil, aslında
yaratılış ve fıtratın gereği olup sizden öncekilerin nimet ve mutluluğa ermelerine
sebep olmuş denenmiş ve sağlam yollardır. Bundan önce nimetten faydalanan
peygamberler ve salihlerin mutlulukları özellikle bu yolda olmuştur. Bundan
dolayı burada önceki şeriatların pek güzel bir gelişme ile yerleştirilmesi
vardır. Bundan sapanların üzerinden Allah'ın gözetimi çekilir ve tekrar bu
yola girenlere de Allah'ın gözetimi yeniden döner. Çünkü "Şüphesiz ki, bir
millet, kendisini değiştirmedikçe Allah onu değiştirmez." (R'ad, 13/11), "Sizden
öncekilerin yollarını size göstermek (istiyor)." yüce âyeti önceki şeriatlardan
bazı hükümlerin onaylanmasına delalet ettiği yönüyle usul ilmindeki "Allah
ve Resulü anlattığı takdirde bizden öncekilerin şeriatı, bizim için de şeriattır."
kuralını açıkça belirtmiş olduğunda şüphe yoktur. Ve yine şüphe yoktur ki,
burada bu onaylama yukarda olduğu gibi vahiy ve Allah'ın açıklaması ile olmuştur.
Bununla beraber biz şunda da şüphe etmiyoruz ki, burada vahy ile onaylamadan
başka; özellikle peygamberlik devrinden sonrası için, hükümlerin illetlerini
(sebeplerini) çıkarmada tecrübenin de büyük bir önemi bulunduğuna özel bir
işaret vardır. Mutlaka teşriî (kanun koyma) içtihatlarında yalnız kelimelerin
delalet ettikleri mânâ ile yetinilmeyip tecrübe ile hayatın dış ve hikmete
ait akışının da göz önünde bulundurulması lazım gelecektir. "Ey akıl sahipleri
ibret alınız." (Haşr, 59/2) emrinde bu nokta pek önemli bir yer işgal etmiştir.
Şu şartla ki, her hususta olduğu gibi bunda da şehvetten ve hırsla istemeden
iyice sakınmanın ve olaylara şehvet maksadı ile bakmamanın da bir şart olduğu
şimdi anlaşılacaktır. "Allah, âlimdir, hakimdir." Kanun koyma, bir irade eseri
olmakla beraber Allah'ın kanun koyması ilim ve hikmet ile beraber bulunuyor.
Allah'ın Rahmân olması, sebeplerden önce ise de Allah'ın Rahim olması, sebeplerin
düzeni üzerinde olur.
27- O gafur
(günahları bağışlayan) ve Rahim (merhamet eden) ve herşeyi bilen hikmet sahibi
olan Allah, sizin tevbe ve durumunuzun düzelmesini görüp üzerinizden devamlı
olarak rahmet gözüyle bakmak ve mutlu etmek istiyor. O şehvetler (arzular)
arkasında koşup zevklerine tabi olanlar da büyük bir sapma ile doğru yoldan
sapmanızı, kendilerine uyup haram, helal tanımıyarak kötülük yollarında dolaşmanızı
ve uçurumlara sürüklenmenizi istiyorlar. Bundan dolayı siz böyle günah işleyenlerin
isteklerine uymayınız.
28-İctihatlarınızda
davranış ve hareketlerinizde şehvete değil, hikmete ve Allah'ın açıklamalarına
ve önünüzde bulunan doğru yolda gidenlerin ahlâk ve davranışlarına uyunuz
ve İslâmın teşrî ilminde (kanun koyma ilminde) pek büyük bir esas olan şu
âyete bakınız: Allah Teâlâ sizden ağır yükümlülükleri kaldırıp sorumluluğunuzu
hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf olarak yaratılmıştır. Bundan dolayı kanun
koyma konusunda nefsani arzulara uymak caiz olmadığı gibi şiddet ve baskı
da caiz değildir. Burada "Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize
de ağır bir yük yükleme!" (Bakara, 2/286) dualarının bir kabul olma işareti
vardır ki, "Onların üzerindeki ağır yükleri ve kendilerini bağlayan bağları
kaldırır." (A'raf, 7/157), "Allah size kolaylık diler, size zorluk dilemez."
(Bakara, 2/185) "Dinde size bir güçlük yüklemedi." (Hac, 22/78) âyetleri,
aynı şekilde "Ben size kolay ,toleranslı hanif dinini getirdim." nebevî hadisi
de hep bu kolaylaştırma ve hafifletme düsturunu ifade ediyor. İnsanlar, zannettikleri
gibi kuvvetli bir yaratık değildirler. Şiddete dayanamazlar, hafifletmeye
muhtaçtırlar ve İslâm dini, onlara bu hafifliği bağışlamak için gelmiştir.
Bu esaslardan dolayı nikah hususunda da sertlik ve zorluklar gösterilmemeli,
zinaya ve suistimale (kötüye kullanmaya) meydan vermemek için hükümler ve
nikah muameleleri kolaylaştırılmalıdır. İbnü Abbas hazretlerinden rivâyet
edilmiştir ki, o şöyle demiştir:
Nisa sûresinde
sekiz âyet bu ümmet için güneşin üzerine doğduğu ve battığı şeylerin hepsinden
hayırlıdır.
1- (Nisa,
4/26)
2- (Nisa,
4/27)
3- (Nisa,
4/28)
4- (Nisa,
4/31)
5- (Nisa,
4/48-116)
6- (Nisa,
4/40)
7- (Nisa,
4/110)
8- (Nisa,
4/147)
Kanun koymakla
ilgili bu esaslar, anlaşıldıktan sonra, nikahın mali güç ile özel bir ilişkisi
bulunmasından dolayı malların kazanılması ve tasarruf edilmesi ile ilgili
olmak üzere ayrıca bir hitap ile buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
29- Ey iman
edenler! Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin. Ancak kendi rızanızla yaptığınız
ticaretle yemeniz helaldir. Birbirinizin canına kıymayın. Şüphesiz Allah,
size karşı çok merhametlidir.
30- Kim,
zulüm ve tecavüz yolu ile bu yasakları işlerse, yakında onu cehennem ateşine
atacağız. Onu ateşe atmak da Allah'a pek kolaydır.
31- Eğer
siz, yasaklandığınız büyük günahlardan sakınırsanız, diğer kusurlarınızı örter,
sizi güzel bir makama koyarız.
32- Bir de
Allah'ın bazınıza, diğerinden fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere
hak ettiklerinden bir pay vardır. Kadınlara da kendi kazandıklarından bir
pay vardır. İsteklerinizi Allah'ın fazlından ve kereminden isteyin. Gerçekten
Allah her şeyi hakkıyla bilendir.
33- Anne,
baba ve akrabaların bıraktıkları her şey için bir mirasçı tayin ettik. Yemin
akdiyle mirasçı kıldıklarınızın paylarını da verin. Şüphesiz Allah, her şeye
şahittir.
34- Erkekler,
kadın üzerine idareci ve hakimdirler. Çünkü Allah birini (cihad, imamet, miras
gibi işlerde) diğerinden üstün yaratmıştır. Bir de erkekler mallarından (aile
fertlerine) harcamaktadırlar. İyi kadınlar, itaatkar olanlar ve Allah'ın korunmasını
emrettiği şeyleri kocalarının bulunmadığı zamanlarda da koruyanlardır. Fenalık
ve geçimsizliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince: Önce kendilerine öğüt
verin, yataklarından ayrılın. Bunlar da fayda vermezse dövün. Eğer size itaat
ederlerse kendilerini incitmeye başka bir bahane aramayın. Çünkü Allah çok
yücedir, çok büyüktür.
35- Eğer karı-koca
arasının açılmasından endişeye düşerseniz bir hakem erkeğin tarafından, bir
hakem de kadının ailesinden kendilerine gönderin. Bu arabulucu hakemler gerçekten
barıştırmak isterlerse, Allah karı-koca arasındaki dargınlık yerine geçim
verir. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilendir, her şeyin aslından haberdardır.
36- Allah'a
ibadet edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Sonra anaya, babaya, akrabaya,
yetimlere, yoksullara, akraba olan komşulara, yakın komşulara, yanında bulunan
arkadaşa, yolda kalanlara, sahip olduğunuz kölelere iyilik edin. Şüphesiz
Allah, kibirlenen ve övünen kimseyi sevmez.
37- Onlar
ki hem kıskanır, cimrilik ederler, hem de herkese cimrilik tavsiye ederler
ve Allah'ın kendilerine lütfundan verdiği nimeti gizlerler. Biz kâfirlere
alçaltıcı bir azap hazırladık.
38- Bunlar,
Allah'a ve ahiret gününe iman etmedikleri halde mallarını, insanlara gösteriş
yapmak için harcarlar. Şeytan kimin arkadaşı olursa, o ne kötü arkadaştır!
39- Bunlar,
Allah'a ve ahiret gününe iman etselerdi ve Allah'ın verdiği rızıktan gösterişsiz
harcasalardı kendilerine ne zarar gelirdi? Allah onların söz ve işlerini çok
iyi bilendir.
40- Şüphesiz
ki Allah, hiç kimseye zerre kadar zulüm etmez. Eğer yapılan iyilik zerre kadar
da olsa, onun sevabını kat kat artırır. Ve kendi katından büyük bir mükafat
verir.
41- Her ümmetten
bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine bir şahit yaptığımız zaman
bakalım kâfirlerin hali ne olacak!..
42- Allah'ı,
inkar edip peygambere isyan edenler, o kıyamet günü yerle bir olmayı isterler.
Allah'tan hiçbir sözü gizleyemezler.
29- Mallarınızı
kendi aranızda -yani ister genel olarak ve ister karı-koca ve akraba arasında
haksız, meşru olmayan bir şekilde boşu boşuna yemeyiniz. Ayrıca birbirinizin
malını haklı ve meşru bir sebep olmaksızın almayınız. Hem de o malları boş
yere harcamayınız. Bakara sûresindeki "Birbirinizin mallarını haksız yere
yemeyin. İnsanların bir kısım mallarını bile bile günaha girerek yemek için
onları hakimlere aktarmayın." (Bakara, 2/188) âyetine bakınız.
Batıl : Hırsızlık,
hainlik, gasbetmek, kumar, faiz, geçersiz (haksız) değiştirmeler ve sefihlik,
israf ve bütün meşru olmayan sebepler ve maksatların hepsini, yani hem kazanma
sebebini ve hem harcama şeklini kapsar.
Ancak o malların
aranızdaki karşılıklı rızadan elde edilen bir ticaret olması müstesna. Yahut
Asım, Hamza, Kisâi, Halef-i Âşir kırâetlerinden başka kırâetlerde ötreli okunduğuna
göre, ancak aranızda karşılıklı rızadan meydana gelen bir ticaretin bulunması
başka, bundan ve bunu yemekten nehyedilmiş değilsiniz. Bu istisnanın kendinden
önceki hükümsüz muamelelere mânâ açısından dahil olmadığından dolayı istisna-i
munkati (önceki cümle ile ilişisi olmayan istisna) olduğu ve bundan dolayı
sınırlama mânâsına gelmediği ve şu ticaretten başka, bağış, sadaka, temlik
(birine mülk kazandırma), mübah kılma ve miras gibi diğer meşru sebeplerin
varlığına engel olmayacağı açıklanıyor. Ticaretin özellikle zikredilmesine
gelince: Bunun hikmeti olarak deniliyor ki: Bununla ticaretin mülkiyet sebepleri
içinde en önemli ve en fazla vuku bulan bir esas ve şeref sahipleri için en
uygun bir kazanç yolu olduğu anlaşılmıştır. Biz buna şunu da ilave edeceğiz:
Birincisi,
bunlar yalnız hukuki açıdan anlaşılan hususlardır. Halbuki âyetin gelişi,
evlenme ve harcama için mali hazırlıklarla da ilgili olduğundan daha fazla
iktisadi yönü de vardır. Yani malların elde edilmesi, meşru vasıtalarla olsa
dahi harcamalarında iktisatlı davranmak ve hazır mal yemek sevdasında bulunulmayıp
eldeki malların çoğaltılması ve zaruri bir sebep olmadıkça sermayeye dokunmayıp
gelirinden ve kârından yenilmesi, ve bu arada özellikle ticarete özen gösterme,
ticaret esnasında da karşılıklı rıza esasına iyi riâyet etmek ve bu durumda
başkalarının malları şöyle dursun, kendi mallarının bile boşu boşuna yenip
yedirilmemesinin gerekli olduğu hatırlatılmıştır.
İkinci olarak,
istisna-i münkati bu kuruntunun ortadan kaldırılması için önceki cümlenin
hükmünden ayırmak yerinde bulunacağından burada hukuki ve şer'î açıdan önemli
bir problemin halledilmesi de vardır. Çünkü yalnız akıl yoluyla yapılan mukayese
ile düşünüldüğü zaman, ticaret kazanç maksadıyla mal değişimi demek olduğuna,
mal değişiminin mânâsı ise tam bir eşitlik mânâsını kapsadığına göre, herhangi
bir mal değişiminde bir tarafın bir kâr elde etmesi, bu mal değişimi ve eşitlik
esasına aykırıdır. Bundan dolayı faiz gibi bir haksız ve haram kazanca benzemesi
ihtimali celî kıyas (açık kıyas) ile devamlı söz konusu olur. Hatta mali muamelelerde
mal değişimi (trampa) ve mübadele pek önemli bir esas olmakla beraber bu muamele
bizzat açıkça uygun bile değildir.
Çünkü akla
göre, bir malın diğer bir malın karşılığı olması akla uygun ise mal değişimi
anlamsız, değil ise bir yalan demek olur. Zorunlu olan bazı ihtiyaçlardan
dolayı "Allah alışverişi helal kıldı." (Bakara, 2/275) diye karşılıklı mal
değişimi esasına müsade buyurulmuş ise de bunun zaruretten ileri gelen bir
müsade olmasından dolayı, buna ticaret kasdı eklendiği takdirde bu ticaretin
bir çeşit haksızlığı kapsamış olması ve bundan dolayı takva duygusu ile hareket
edecek olanların bunda bir haram şüphesi kuruntusuna düşebilmelerinin ihtimali
gerçekten vardır. Yalnız ihtimalle kalmaz aksine bir gerçektir. İşte bu kuruntuyu
ortadan kaldırmak için kıyasa aykırı görünen ticaretin, " Allah sizin sırtınızdaki
(ağır yükleri) hafifletmek istiyor; çünkü insan, zayıf ve güçsüz yaratılmıştır"
âyetinin mânâsı gereğince insanların ihtiyaçlarından dolayı meşru kılınmış
olduğu ve aslında karşılıklı mal değişimi mahiyetindeki adalet ve eşitlik
konusunda alış-veriş akdini yapan iki tarafın karşılıklı olana ihtiyaçlarına
ve onu değerlendirecek olan hoşnutluklarına göre düşünmenin lazım geldiği
ve karşılıklı rıza olmayınca yalnız ticaretin değil, genel olarak mal değişmelerinden
ve muamelelerinden hiçbirinin yapılamayacağını ve bu durumda karşılıklı rızayı
bozan ticaretlerin de meşru olmayacağını anlatmak için buyurulmuş ve bu şekilde
takva sahiplerinin ticaretten kaçınmaları şöyle dursun, aksine boşu boşuna
mal yememek için ticaret ile meşgul olmalarının, en uygun bir iktisat yolu
olduğu anlatılmış ve ondan sonra buyurulmuştur ki ve kendi nefislerinizi veya
kendinizden sayılan nefislerinizi hiç bir şekilde öldürmeyiniz. Nefsi telef
etmeye sebep olmayınız. Olumsuz edattan sonraki öldürme (yani öldürmemek),
kasıtlı veya hata ederek, bizzat kendisinin veya sebep olacağı öldürmeyi kapsadığı
gibi, kelimesi de kişisel nefsi ve milli nefsi kapsadığından dolayı bu yasak
birçok mânâlara gelir:
1- İlk önce,
doğrudan doğruya insanın kendini öldürmesini yani kasıtlı olarak intihar etmesini
yasaklamıştır ki, bu mânâ açıkça anlaşılmakla beraber âyetin gelişine uygun
değildir. İkincisi, insanın kendini öldürmesine sebep olmasını yasaklamaktır
ki, bu husus başlıca üç yönden açıklanmıştır:
Birincisi,
bazı cahillerin yaptığı gibi zühd ve ibadet adı altında devamlı sıkıntıya
düşüp kendi nefsini son derece sıkıştırmakla ezmektir ki, Kâdı Beydâvî buna,
"Hind cahillerinin yaptıkları gibi" diye misal vermiştir . Karşılıklı rıza
ile yapılan ticareti, hileli bozuk muameleler gibi zühd ve takvaya muhalif
sayarak bu yolda mal kazanmaktan sakınıp, kendi nefsini yok etmeye sebep olacak
şekilde fakirlik ve zuraretle karşı karşıya bırakmak da bu türden olacağı
için bu mânâ özellikle istisnanın gelişine uygundur. İkincisi, öldürmeye sebep
olan cinâyetler işleyerek kendini öldürmeye sebep olmaktır ki, şunun bunun
malına haksız yere musallat olmak da bu örneklerden biridir. Üçüncüsü, iyilik
adına olsa dahi herhangi bir şekilde kendini boşuna tehlikeye atmaktır ki,
ticaret yapacağım diye kendisini tehlikelere atmak da bu cinstendir. Rivâyet
edildiğine göre, Amr b. Âs bu âyetten delil getirerek soğuktan sakınmak için
soğuk su ile yıkanmaktan çekinip teyemmüm etmiş, Hz. Peygamber (s.a.v.) de
bunu tenkid etmemiştir.
2- Kendi nefislerinizi,
diğer bir ifade ile birbirinizi hiçbir şekilde öldürmeyiniz demek olur. Bunun
da âyetin gelişine uygun olan yönü, haksız ve boş bir şekilde birbirinizin
malını yemenin; aynı şekilde ticaret konusunda iyi şekilde karşılıklı rıza
gözetilmeyip herkesi sıkıntıya sevketmek için karaborsacılık yollarına sapmanın,
insanları öldürmeye ve yok etmeye sebep olmasıdır. Kısacası mallarınızı aranızda
haksız ve boşu boşuna yemeyin, karşılıklı rıza ile ticaret yapın, böyle yapmazsanız
yok olur ve birbirinizi yok edersiniz. Bundan dolayı hiçbir şekilde insanı
öldürmeye ve insanları yoketmeye sebep olmayınız. Şüphe yok ki, Allah size
karşı çok merhametlidir. Bunun için haramı yemeye ve canı yok etmeye müsaade
etmez, karşılıklı rıza ile ticaret yapmaya müsaade eder. Ve birbirinizden
karşılıklı razı olarak güzelce yaşamanızı ister.
30-Bunun için
kim insanı öldürmeyi veya haram yemeyi veya surenin başından beri yasaklanan
günahları işleyip haddini aşar, başkalarına zulmedip veya nefsine zulm ederek
bunları kasıtlı olarak yaparsa biz onu ilerde muhakkak bir ateşe sokacağız.
Gerçi bu nasıl olur diye bunu imkansız görenler bulunabilir. Fakat bunu yapmak
da Allah'a göre çok kolaydır. "Haksızlık ve zulüm ederek" kayıtları gösteriyor
ki, cehennem ateşini hak etmede en fazla göz önünde bulundurulacak yönler
bunlardır.
31-Bununla
beraber Allah'ın rahmetinin tecellilerine bakınız ki eğer size yasaklanan
günahlardan, büyük günah denilen günahlardan sakınır, kasıtlı olarak haksızlık
ve zulüm ile günah yapmaktan sakınırsanız küçük günahlar denilen diğer kusurlarınızı,
tarafınızdan örteriz, bağışlarız. Ve sizi, saygı gösterilen yer olan hoş bir
yere koyarız, Yahut -Nâfi' ve Ebu Cafer kırâetlerinde mimin üstün harekesi
ile okunduğuna göre"sizi ikramla ağırlanacağınız hoş bir yere koyacağız."
Evlerinizin kapılarından ikram edilmiş olarak girer, mezarlarınıza ikram edilmiş
olarak gider ve en son cennette ağırlanmış olarak kalırsınız, Fakat bu noktada
ahlâkla ilgili pek önemli bir konu vardır ki, o da genel bir şekilde ve özellikle
erkeklerle kadınlar arasında birbirinizin makamına göz dikerek hased ve kin
taşımamak, yarışma ve rekabet davalarına girişmemektir. Çünkü haset ve kin,
bir çok büyük günahlara sevk eden huylardır.
32- Bunun
için Allah'ın bazınıza diğer bazınızdan fazla olarak bağışladığı şeyleri temenni
etmeye de kalkışmayınız, birbirinizin malına, makamına ve sahip olduğu Allah
tarafından verilmiş veya çalışmakla elde edilen nimetlerine göz dikmeyiniz.
Çünkü bu gibi temenniler, ilkönce hased, kin ve düşmanlık uyandırır. İkinci
olarak Allah'ın takdir ve taksimine razı olmamayı bildirir. Üçüncü olarak,
kendi hakkında takdir edilmeyen bir şeyi temenni etmek, kaderdeki hikmete
karşı gelmek ve boş bir ızdıraptır. Başkasının hakkında çalışmakta takdir
edileni, kuru kuru temenni etmek bir işsizlik ve avarelik ve zamanı boşa harcamaktır.
Çalışmadan takdir edileni, temenni etmek de gerçekleşmesi imkansız olan boş
bir temennidir. Erkekler için kendi kazandıkları şeylerden bir payları kadınlar
için de kazandıkları şeylerden bir payları vardır. Hiç birinin çalışması ve
kazancı boşa gitmez, mutlaka kendisine bir pay verilir. Fakat yaratılıştan
birinin kabiliyeti, kazancı fazla, diğerinin eksik olması, aynı şekilde birine
kazancına uygun olarak verildiği halde, diğer birine kazancından fazla verilmesi
gibi yalnız Allah'ın vergisi olan özellikler, başlıbaşına Allah'ın iradesinin
eseri olan bir ihsandır ki, bunda kimsenin etkisi ve müdahele hakkı yoktur.
Bunun için gerek erkek ve gerek dişiye yakışan başkalarının payını temenni
etmek değil, Allah'ın kendisine bağışladığı kabiliyet ve yeteneğe uygun olarak
çalışmak ve Allah'tan istemektir. Bundan dolayı çalışınız, ve Allah'tan, Allah'ın
lutuf ve ihsanından isteyiniz de herkesin elindeki şeyleri temenni etmeyiniz.
Allah her şeyi bilendir, herkesin hak ettiğini bilir ve üstün kılmayı bilerek
yapar. Demek ki yasağın esas hedefi hasedden, işsizlikten, Allah'ın hükümlerine
ve takdir ettiği şeylere itiraz etmekten menedip, üstünlük ve ihsanın ve girilecek
kıymetli yerin hased ve temenni ile değil, çalışma ile istenmesinin lazım
geldiğini hatırlatmaktır.
Bu âyetin
inmesi, miras âyetlerinden dolayı kadınlar tarafından ortaya konan bazı temenniler
ile ilgilidir. Bu cümleden olarak Hz. Peygamberin hanımlarından Hz. Ümmü Seleme'nin,
"Ey Allah'ın elçisi! Erkekler, din uğruna savaşıyorlar, biz savaşmıyoruz ve
bizim mirastan hakkımız erkeğin yarısı oluyor. Ne olurdu biz de erkek olsaydık."
diye bir temennide bulunduğu ve bunun üzerine bu âyetin indirildiği rivâyet
edilmiştir. Bunun için yukarıda "Erkeğe, iki kadının payı kadar miras verilir."
(Nisa, 4/11) kuralının hikmetlerine bağlı olmak üzere; yaratılıştan var olan,
hukuki ve iktisadi açılardan zikredilmiş olan açıklamaların kaynaklarını burada
ve bundan sonraki bir iki âyette bir ahlâki kuralı telkin etmek ve erkek,
kadın çekememezliğinin düzeltilmesi ve ortadan kaldırılması ve aile hayatının
takviye ve düzenlenmesi mahiyetinde tamamen göstermiş bulunuyoruz ki; üstün
kılmak ve fazilet ve keremde yarışma, yaratılıştan var olan kabiliyetlere;
kazanma ve kazanma payı, çalışma ve iktisatla ilgili değerlere; aşağıda gelecek
olan harcama eşitliğine işaret etmiştir.
33-Şimdi mirasın
kazanma ile ilgili olmayıp yalnız Allah'ın lutuf ve ihsanı olduğunu ve bundan
da gerek erkek ve gerek dişi her birine kazanma gibi derecelerine göre bir
pay verilmiş bulunduğunu anlatmak için, miras hükümlerini bazı ilavelerle
özetleyerek buyuruluyor ki: Erkeklere ve kadınlara kazançlarına göre birer
pay verildikten başka bir de erkek ve dişiden her biri için anne baba ve akrabaların
ve yeminlerinizle akit yapıp veyahut kırâetine göre yeminlerinizle karşılıklı
anlaşma akdi yaptığınız kimselerin, yani nikah akdi ile koca veya karının
veya koruma akdi ile kölenin efendisinin terekelerinden miras alır mirasçılar
yaptık, herkesi yalnız kendi kazancıyla bırakmayıp mirası da hak yaptık ve
bunu yalnız erkeklere veya kadınlara ait kılmayıp ikisine de verdik. Bir de
yalnız anne, baba veya çocukların terekesinden değil, genel olarak bütün akrabaların
terekelerinden derecelerine göre genelleştirdik. Akrabalıkla da kalmayıp akitlerle
de miras verdik ki bütün bunlar yalnız Allah'ın lutuf ve ihsanıdır. Çünkü
Allah vermezse kimsenin mirasa konması mümkün değildir. Bundan dolayı birbirinizin
paylarına göz dikmeyiniz de bütün o mirasçılara paylarını veriniz. Ve aranızda
mallarınızı bu şekilde de haksız olarak yemeyiniz. "Çünkü Allah, her şeye
şahittir."
34-Erkeklerin
mirasta hak ettikleri paylarının fazla olmasının hikmeti erkekler ve özellikle
tam erkek olan erkekler, kadınlar üzerinde hakimdirler, onların üstlerinde
dururlar, işlerine bakarlar, dikkatle gözetir, muhafaza ederler; kahyaları,
müdürleri, koruyucuları, amirleridirler. Küçükler de buna adaydırlar.
KAVVAM; "kâim"in
mübalağası olup den alınmıştır. Bir kadının işine bakan ve korunmasına önem
veren ve işlerini idare edene "Kayyimü'l-mer'eti" ve daha kuvvetli olarak
"Kavvâmü'l-mer'eti" denilir. Bu deyim, erkeğin kadına hakimiyyetini ve fakat
rastgele değil "Milletin efendisi, onlara hizmet edendir." mânâsı üzere hizmetçilikle
karışık bir hakimiyetini ifade eder. Bundan dolayı bir taraftan erkeğin üstünlüğünü
anlatırken diğer taraftan da kadının değer ve üstünlüğünü bildirir. Ve bu
ayırım içinde eşitlik iddiasını kaldırarak karşılıklı olarak farklı bir eşitlik
metoduyla öyle bir birlik sağlar ki, bu durum sultan ile ümmet arasındaki
karşılıklı haklara benzeyecek ve bu şekilde aile terbiyesi, toplum terbiyesi
ve siyasi terbiyenin bir başlangıcı olacaktır. Bunun için Kadı Beydâvî un
tefsirinde der ki, "Valiler, halkı idare ettikleri gibi onlar da kadınları
öyle idare ederler." Şimdi bu esas da biri Allah tarafından verilen, diğeri
çalışmakla kazanılan iki sebebe bağlanarak buyuruluyor ki: Çünkü erkekler
ve kadınların bir kısmını diğerine yaratılış açısından üstün kılmıştır. zamirinin
delalet ettiği mânâ ile bundan erkeklerin kadınlara üstünlüğü ve tercihleri
anlaşılmakla beraber âyetin öyle güzel bir açıklaması vardır ki, bu üstünlük
ve değeri, "Allah o erkekleri kadınlara üstün kılmıştır." diye mutlak surette
erkeklere tahsis etmemiş, kapalı olarak bazısının diğer bazısına üstünlüğünü
ifade etmiştir. Bu ise, erkeğin kadında bulunmayan, yaratılıştan var olan
bir takım üstünlüklere sahip olduğu gibi, aynı zamanda kadının da erkekte
bulunmayan yaratılıştan var olan bazı üstün vasıflara sahip olduğunu ve bundan
dolayı her ikisinin birbirine değişik yönlerden muhtaç olduklarını ve bu şekilde
erkekle kadının yaratılıştan farklı ve karşılıklı olarak birbirlerinden üstünlükleri
olduğu gibi, her erkeğin ve aynı şekilde her kadının da seviyelerinin bir
olmadığını ve bundan dolayı her erkeğin, her kadın ile tek olarak mukayese
edilemeyeceğini ve bununla birlikte bütün bunlar toptan karşılaştırılınca
kadınların erkeklere ihtiyacının, erkeklerin kadınlara ihtiyacından daha fazla
olduğunu ifade eder. Ve açıklandığı üzere esas üstünlük ölçüsü olan kazanma
ve mal edinme açısından erkek, faaliyet gösterme yeteneğine sahip; kadın ise
itaat duygusu ve kabiliyet yönünden ince ruhlu ve çekici bir yaratılışa sahip
olup bunun için erkeklerin kuvveti ile korunmaya ve muhafaza edilmeye daha
fazla muhtaçtır. Ve bundan dolayı sonuç olarak genel bir şekilde üstünlük
ve faziletin erkek tarafında bulunduğunu, amirlik ve idarecilik yetkisinin,
hakkıyla erkek olan erkeklere verilmesi ve kadınların onlara itaat etmesi,
hem bir hak ve hem de kadınların menfaatlerinin gereği olduğunu pek beliğ
özlü bir ifade ile anlatır. Ve işte erkeklerin peygamberlik, imamet (imamlık,
devlet başkanlığı, valilik, şeair-i İslâm, yani İslâm'ın önemli prensiplerini
gerçekleştirmek), kısas cezalarında şahitlik etmek, cihadın kendilerine vacib
olması, cumanın vacib olması, ezan, hutbe, itikaf, asabelik (mirasın tamamını
alan kimse), hata ile ve kasame öldürmelerinde kan bedelini yüklenmesi, ricat
boşanmasında bağımsız hareket etmesi gibi bir takım özellikler, haklar ve
vazifeler ile üstün olmaları da bu örneklerden bazılarıdır. "kadınlar üzerine
hakimler." olarak ailede başkanlık hakkına sahip olmalarının bir sebebi, bu
yaratılıştan olan üstünlük; biri de erkeklerin mallarından bir kısmını mehir
ve nafakaya harcamaları meselesidir.
Çalışılarak
elde edilen bu sebeb de öncekine bağlıdır. Ve kadınların mirastan paylarının
yarım olması özellikle bu sebeple ilgilidir. Ve bunda kadınların faydası,
mirasta erkeklere eşit olmalarından çok fazladır. Şu halde hanımının hakkını
vermeyen, kadının malına göz diken ve aile için harcama vazifesini yapmayan
ve ailesinin ırz ve namusunu korumayan erkekler erkeklerden sayılmazlar. Şüphesiz
ki, bu vazifelerini yapan erkeklerin de kadınlar üzerinde hakimiyyet sahibi
olmaları ve onlardan itaat ve bağlılık beklemeleri meşru bir haklarıdır. Bundan
dolayı saliha olan kadınlar da Allah'a itaat ederler. Kocalarının huzurunda
hazır olarak bekleyip haklarına riâyet ederler. Kocalarının gıyabında can,
mal, namus, itibar (onur) ve aile sırları gibi korunması lazım gelen hususları
Allah'ın korumasına dayanarak korurlar. Çünkü Allah bunun korunmasını emretmiştir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'den rivâyet edilmiştir ki: "Kadınların hayırlısı
o kadındır ki, baktığın zaman seni sevindirir, emredersen itaat eder, gıyabında
bulunduğun zaman da seni malında ve nefsinde korur." buyurmuş ve bu âyeti
okumuştur. Bu âyetin de yukarda açıklanan Hz. Ümmü Seleme'nin sözü üzerine
indirildiği söylenmiş ise de bunun asıl iniş sebebi şu şekilde rivayet olunur:
"Ensar'ın ileri gelenlerinden Sâd b. Rebia'ya karşı hanımı Habibe binti Zeyd
b. Züheyr ve bir rivâyete göre Habibe binti Muhammed b. Seleme isyan etmiş,
o da bir tokat vurmuş, bunun üzerine babası kızını almış, Hz. Peygambere gidip
şikayet etmiş. Hz. Peygamber de "Mutlaka ondan kısasını (öcünü) alırız." buyurmuştu.
Bunun üzerine bu âyet indirildi. Peygamber (s.a.v.) de: "Biz bir şeyi yapmak
istedik, Allah'da diğer bir şeyi irade etti ve şüphe yok ki, iyilik Allah'ın
irade ettiği şeydedir." dedi. Bu sebeple salih kadınları açıkladıktan sonra
kocalarına karşı gelen kadınlar hakkında buyuruluyor ki: Ey hakim olan ve
hanımlarının haklarını veren kocalar! Kafa tutup, itaatsizlik etmelerinden
korktuğunuz, korkacak bir belirti hissettiğiniz karılara gelince:
NÜŞÛZ: Aslında
lugatte yükseklik ve tümseklik mânâsından alınarak kadının kocasına kafa tutup
baş kaldıracak bir durum almasıdır ki, sözde kendisini yüksek sayıp itaatını
ortadan kaldırmış olur. Bunu açıklamak için büyük müfessirlerden şu açıklamalar
yapılmıştır: Kadının nüşûzu kocasına isyan etmesi (İbnü Abbas), koku sürünmemesi,
kocasını birleşmekten men etmesi, önceleri kocasına yaptığı muameleyi değiştirmesi
(Ata), kocasından hoşlanmaması (Ebu Mensur), kocasının şer'î mesken olarak
belirlediği konutta beraber oturmaktan kaçınıp onun istemediği bir yerde oturmasıdır
(denilir) ki, bu mânâlar az çok birbirlerine yakındırlar.
Böyle bir
durum karşısında önce bunlara vaaz ve nasihat ediniz. İkinci olarak onların
yataklarından ayrılın. Üçüncü olarak onları hafifçe ve kusur bırakmayacak
bir şekilde biraz dövünüz.
Bunun üzerine
size itaat ederlerse artık onlara saldırmak için aleyhlerine başka bir yol
aramayınız, ve meydana gelmiş kusurlarını olmamış gibi sayınız. "Çünkü günahtan
tevbe eden günahı olmayan gibidir." Mutlaka şunu kesinlikle bilmeliyiz ki
Allah Teâlâ pek yüksek ve pek büyüktür. Bundan dolayı Allah'tan korkunuz da
kadınlara karşı size vermiş olduğu kuvveti kötüye kullanmayınız. Allah'ın
size karşı gücü, sizin kadınlara karşı gücünüzden çok fazladır. Ve sizin Allah'a
karşı günahlarınız, kadınların size karşı işledikleri suçlarından daha çok
ve daha küstahçasına olduğu halde, Allah sizin tevbelerinizi kabul ve günahlarınızı
affederken size itaat eden hanımlarınızın meydana gelen kusurlarını nasıl
affetmezsiniz ve nasıl olur da onlara saldırmak için bahane arar durursunuz?
Diğer bir mânâsı şöyledir: Allah zulümden ve haksızlıktan yüce bir ululuk
sahibidir. Bundan dolayı onun şanının yüceliği ve ululuğu karşısında zulümden,
haksızlıktan, sadakatsizlikten, terbiyesizlikten vazifelerinizi kötüye kullanmaktan
son derece sakınmalısınız.
35- Kadın
itaat etmezse ne olacak? O zaman iş yargılamaya (duruşmaya) düşer. Bundan
dolayı ey müslümanlar topluluğu ve özellikle ey hakimler! Koca ile karı arasında
bir geçimsizlikten endişe ederseniz. Şayet bunlar arasında bir geçimsizliğin
meydana gelmesinden korkar, yani evlilik devam ettiği halde aralarının açıldığını
anlarsanız biri kocanın akrabasından, biri de karının akrabasından olmak üzere
iki hakem gönderiniz. Çünkü akrabaları onların iç yüzlerini daha iyi bilirler
ve faydalarını daha fazla arzu ederler. Bununla beraber akrabalardan olmaları
müstahabdır. Yoksa yabancılardan da hakem tayin etmenin caiz olabileceği açıklanmıştır.
Hakemi seçme hakkı, ilk önce koca ve karıya aittir. Ve bunun her iki taraftan
akrabalarının istişaresiyle yapılmasının müstahab olacağı da ve kayıtlarının
işaretlerinden anlaşılıyor. O halde akrabaları bulunmadığı veya yabancılardan
olmaları kendilerince uygun bulunduğu takdirde şüphesiz caiz olması gerekir.
Bu hakemlerin
yetki dereceleri ne olacaktır? Barıştırma veya birbirinden ayırmanın her ikisini
de yapabilirler mi? Bu konuda müctehidler ihtilafa düşmüşlerdir. Bir kısmı
eşleri birbirinden ayırabilirler ve bu durumda bir talak-ı bain ile kadın
boşanmış olur demişler ki, bu görüş Hz. Ali'den rivâyet edilmiştir. Bir kısmı
da bunlara eşleri barıştırmak emredilmiştir, onları birbirinden ayıramazlar
demiştir. Bu da Hasan'dan rivâyet edilmiştir. Ve bu İmam-ı Âzam'ın görüşüdür.
Gerçi eşleri birbirinden ayırma yetkisi açıkça ifade edildiği, koca da bunu
kabul edip ve onlara bıraktığı takdirde bu konuda ihtilaf yoktur. Ancak koca,
ayırma yetkisini vermediği takdirde mahkeme kendiliğinden zorla iki hakemi
mutlak yetki ile seçebilir mi seçemez mi? Sözün kısası iki hakem karı-kocanın
vekilleri yerinde midir? Yoksa mahkemenin hükmetmeye izin verdiği vekilleri
makamında mıdırlar? Ve mahkemenin bizzat eşleri ayırma yetkisi var mıdır,
yok mudur? İşte ihtilaf bu hususlardadır. Şüphe yok ki, âyetin gelişi, eşleri
barıştırma üzerindedir. Onları birbirinden ayırmaktan bahsetmek uygun görülmeyip
bu konuda açıklama yapılmamıştır. Ve bunun için bir içtihad konusu olmuştur.
Bu iki hakem
gerçekten iyi niyetle arabuluculuk kasdederler, aralarını düzeltmek isterlerse
Allah iki tarafın arasını bulur ve onları barıştırır. Koca ve karının kalblerine
sevgi ve dostluk hislerini kor. Bunu nasıl yapar? Muhakkak Allah her şeyi
hakkıyla bilendir, her şeyden haberdardır. Nasıl yapacağını bilir ve şüphe
yok ki, alîm (çok bilen) ve habir (herşeyden haberdar olan) Allah'ın burada
eşleri birbirinden ayırma yönünden bahsetmemesi de gâyet anlamlıdır. Demek
ki Allah'ın rızası geçimsizlikte değil, arabuluculuktadır. Esas istenen iyi
geçinmedir. Görülüyor ki bu hükümler, kadınların itaatsizliği üzerinde yürümüştür.
Acaba erkekler tarafından itaatsizlik olmaz mı? Kadın ne olursa olsun itaat
etmeye mecbur mudur, gibi bir soru akla gelebilir. Evet erkekler tarafından
da itaatsizlik olabilir.
İleri
de "Bir kadın eğer kocasının geçimsizliğinden yahut kendisinden yüz çevirmesinden
korkarsa, karı kocanın aralarında anlaşarak sulh yapmalarında bir sakınca
yoktur." (Nisâ, 4/128) âyetinde bununla ilgili hükümler gelecek, ayrılmak
konusu da orada zikredilecektir. Fakat burada söz konusu olan, erkeklerin
hakimiyeti ve onun gereğince bütün vazifelerinin yapılması ve bundan dolayı
erkek tarafından hiçbir kusur ve suç bulunmadığı varsayımı üzerine olduğundan,
bu şartlar altında erkeğin geçimsizliğini düşünmek aslında geçmediği gibi,
açıklama gayesi de aile hayatının yalnız düzelme ve terbiyesine bağlı bulunduğundan
dolayı, burada kadınların itaatsizliğinden dolaylı olarak bahsedilmiş ve erkeklerin
geçimsizliği konusu daha sonra başlıbaşına açıklanması için sonraya bırakılmıştır.
Böylece aile hayatının iyiliği temin edildikten sonra, aile terbiyesinde herkesin
bilmesi, genel ve temel bilgiler olarak öğrenilmesi ve uygulanması gerekli
olan güzel ahlâklara geçilerek her şeyden önce şu on vazife emrediliyor:
36- Birincisi,
Allah'a ibadet ve kulluk ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayıp samimiyet ile
ibadet etmek. İkincisi, anneye babaya iyilikle muamele etmek. Üçüncüsü, akrabalara
iyilik. Dördüncüsü, yetimlere iyilik. Beşincisi, yoksullara iyilik. Altıncısı,
yakın komşuya iyilik ki evi yakın olan veya akrabadan olan komşu. Yedincisi,
uzak komşuya iyilik ki ya evi uzak olan veya akrabadan olmayan komşu veya
müslüman olmayan komşu. Hz. Peygamberin bir hadisinde buyurulmuştur ki: "Komşu
üç kısma ayrılır. Birisinin üç hakkı vardır; komşuluk hakkı, yakınlık hakkı
ve İslâmiyet hakkı. İkincisinin iki hakkı vardır; komşuluk hakkı ve İslâmiyet
hakkı. Üçüncüsünün bir hakkı vardır; komşuluk hakkı ki bu kitap ehlinden ve
Allah'a şirk koşan komşudur." Sekizincisi, yanındaki arkadaşa iyilik. Bu da
öğrencilik, sanatkarlık, yolculuk gibi herhangi bir faydalı işte beraber bulunan
arkadaş ve yoldaş demektir. Bu mânâ koca ve karıyı da kapsar. Dokuzuncusu,
yolculuktan gelen misafire veyahut herhangi bir misafire iyilik. Onuncusu,
ve elinizin altındaki köle ve cariyelere iyilik. "Allah böbürlenen ve öğünenleri
sevmez." "MUHTAL" kibirlenen "FEHUR" öğünen, böbürlenen demektir ki, Allah
bunları sevmez. Bilhassa o cimri kibirlenenler ki
37-41- hem
kendileri cimrilik ederler, hem de insanlara cimriliği emrederler. Bazı yahudilerin
Ensar'a karşı mallarınızı muhacirler için harcamayınız, fakir düşmenizden
endişe ediyoruz, diye nasihat etmeye kalkışmaları bu âyetin indirilmesine
sebep olmuştur. Bir de Allah'ın sırf lütuf ve kereminden kendilerine vermiş
olduğu malı ve ilmi gizleyenler hele o gösteriş için harcama yapan böbürlenenlerdir
ki, Burada Hz. İsa hakkındaki "Aralarında bulunduğum sürece onlara şahit oldum."
(Maide, 5/117) hitabı ile tanık olarak getirilen şahid mânâsına geldiği ve
her ümmetten şahid de o ümmetin peygamberi olduğu müfessirler tarafından açıklanmıştır.
Yani bilir misin her ümmetten bir şahid getirdiğimiz, Ey Muhammed! Seni de
o şahidler üzerine şahid getirdiğimiz vakit, o kıyamet günü o kâfirlerin hali
ne olacak?
42- İşte cevabı:
O gün, inkar edip Peygambere isyan eden kâfirler keşke yere geçmişler, üzerleri
düzlenmiş kendilerinden hiçbir iz kalmamış olsa idi, diye isteyecekler ve
Allah'tan hiçbir sözü gizleyemezler. Çünkü "Yâsîn" sûresinde geleceği üzere
ağızları mühürlenecek, elleri ve ayakları konuşacaktır. İbnü Mesud hazretlerinden
şöyle rivâyet olunmuştur ki: Bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.) "Bana bir Kur'ân
oku" diye emretti. Ben de "Ey Allah'ın elçisi! Bana Kur'ân'ı öğreten sensin"
dedim. "Başkasından dinlemeyi severim" buyurdu. Bunun üzerine Nisâ sûresinden
başladım, âyetine geldiğimde, Resulullah ağladı, ben de okumayı kestim demiştir.
Burada iç
temizliği ile dış temizliği emrinin manevî bir sırrını ortaya koymak ve imandan
sonra ibadetin en önde geleni namaz ve namazın ilk şartı da maddî ve manevî
pislikten temizlenmek olduğu ve büyük abdest olan guslün de nikah ve aile
hükümleri ile ilgisinin pek fazla bulunduğu, bunların yerine getirilmesinin
ise her şeyden önce ve idraki korumakla olacağı anlatılmak üzere buyuruluyor
ki:
Meâl-i Şerifi:
43- Ey iman
edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın.
Cünüb iken de yolcu olanlar müstesna gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın.
Eğer hasta olur, veya yolculukta bulunursanız veyahut biriniz abdest bozmaktan
gelince veya cinsî münasebette bulunup, su da bulamazsanız o zaman tertemiz
bir toprak ile teyemmüm edin. Niyetle yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz
ki Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.
43-Bu âyetin
indirilmesinin sebebi Abdurrahman b. Avf hazretlerinin ziyafeti olayı olduğu
rivâyet edilmiştir. Geniş bilgi Bakara sûresinin, "Ey Muhammed, sana içki
ve kumar hakkında soruyorlar..." (Bakara, 2/219) âyetinde geçmiştir. (Oraya
bakınız.) Sarhoşluğun cünüplük ile ve ondan sakınmanın da abdest ve gusül
ile beraber söz konusu edilmesi ve bu durumda müminin namaza yaklaşmaktan
men edilmesi, sarhoş edici maddelerin haram olduğunu ve pisliğini anlatmak
için ne kadar beliğ ve edebîdir. Bu mânâ, Maide sûresinde "Pisliktir, ondan
sakınınız." (Maide, 5/90) diye açıkça anlatılacaktır.
"Sarhoş iken
namaza yaklaşmayın." Burada bazı müfessirler, salattan maksat cami ve namazgahtır.
Bununla sarhoşlar camilere girmekten men edilmişlerdir, demişler ise de bu
mânâyı anlamak için salatı, esas mânâsından çıkarmaya gerek yoktur. Bu yasak,
söylediğini bilmeyen sarhoşun namazının sahih olmadığına ve bundan dolayı
sarhoşluğun haram olduğuna delalet ettiği gibi, sarhoşun ve cünübün camiye
girmesinin ve ona yaklaşmasının yasak olduğuna da işaret yoluyla delalet edebilir.
Bundan dolayı sarhoşun ve cünubun camiye girmeleri ve hatta yakınında bulunmaları
caiz değildir. Yolculuk durumu müstesna cünüb iken de yıkanıncaya kadar namaza
yaklaşmayın ve dolayısıyla camiye de girmeyin.
CÜNÜB: Cenabet
olan, yani menisi gelen kimsedir ki, masdar gibi hem bir kişiye hem çoğula
denilir.
İĞTİSAL: Gusletmek,
yani tepeden tırnağa yıkanmaktır.
ÂBİRÎ SEBİL:
Yolculuk edenler, sefer halinde bulunanlar demektir. Bunların önceki hükümden
ayrılmasının, teyemmüm meselesinden dolayı olduğu şimdi anlaşılacaktır. Bununla
beraber âyetin mânâsı, genel olarak yoldan geçme durumuna da gelebilir. Bu
itibarla da cünübün namaz kılınan camiden değil, fakat yanındaki yoldan geçmesinin
caiz olduğuna bir işaret olur. Bu istisna kaydının, cünüb ile yıkanma arasında
bulunduğu için sarhoşlarla ilgili yönü yoktur. Demek ki söylediğini bilmeyen
sarhoşların cami yakınından geçmelerine de izin yoktur. Çünkü aslında sarhoşluğa
izin yoktur.
GAİT: Engin,
çukur yer demek olup helaya işarettir. Heladan gelmek de kinaye yoluyla hades
ve abdest bozmak demektir. Kisâî ve Halef-i Âşir kırâetlerinde elifsiz olarak
okunur. Bu den, önceki dendir. İkisi de kadınlara dokunmak demektir. Bunun
da özel şekilde bir dokunmak demek olan iki tenasül uzvunun birbirine değmesi
mânâsını ifade ettiğinde ittifak vardır. Ve boy abdesti gerekir. Fakat bunda,
el veya diğer şeylerle yalnız vücudun vücuda dokunması mânâsına da gelmesi
kasdedilmiş mi kasdedilmemiş midir? Burada âlimler ihtilafa düşmüşler. Biz
Hanefilere göre bu mânâ kasdedilmemiştir. Bundan dolayı kadının bir tarafına
yalnız dokunmakla abdest bozulmaz. Fakat Zâhirî ve Şâfiî mezhebine göre bozulur,
boy abdesti değil, yalnız abdest almak gerekir. Ancak Zâhiriler, kelimesinin
dış görünüşüne bakarak dokunanın abdesti bozulur, dokunulanınki bozulmaz demişlerdir.
İmam eş-Şafiî ise, ikisinin de abdestinin bozulacağını söylemiştir. Hanefiler
hafifletmeye, Şafiîler de işi sağlama bağlamaya ve ihtiyata riâyet etmişlerdir.
Kısaca cünüb iken hasta olursanız veya seferde bulunursanız veya ister yolculukta,
isterse evde abdest bozar veya kadınlara dokunur, boy abdesti veya abdest
gerekir de bir su bulamazsanız _ ki hastalıktan dolayı su bulamamak gerçekten
veya hükmen su bulamamaktan daha genel olmuş oluyor _ böyle su bulamadığınız
taktirde temiz toprakla teyemmüm ediniz de yüzlerinize ve ellerinize meshediniz.
TEYEMMÜM:
Lugatte, kasdetmek demektir. Bundan dolayı niyetsiz teyemmüm olmaz, niyet
teyemmümün aslına dahildir. "Saîd" de yer yüzü demektir ki, taşı toprağı kapsar.
Bundan dolayı eline hiç toprak bulaşmasa bile bir taş ile teyemmüm etmek caiz
olur. Fakat İmam eş-Şâfiî birazcık olsun toprak bulaşmalı demiştir. "Tayyib"
de tertemiz demektir. Bundan dolayı pis veya şüpheli olmamalıdır. Demek olur
ki, İslâm'da maddi ve manevi temizlenme meselesinin o kadar önemi vardır ki,
su bulamadığı zaman hiç olmazsa boy abdesti veya abdest yerine temizlenmeye
niyet ve kalbini temizliğe bağlayıp maddi yönden de tertemiz bir toprağı abdest
uzuvlarının yarısı demek olan yüzüne ve dirseklerine kadar ellerine dokundurmalıdır.
Yani ellerini bir defa toprağa vurup mesh etmeli, bir defa da vurup dirseklerine
kadar ellerini mesh etmelidir. İmanı olmayanlar bundan ne çıkar, diyebilirler.
Fakat aklın bundan en az alacağı ders şudur ki, insan hem dış ve hem de iç
temizliğini bırakmamalıdır. Kalb temizliği esasdır. Kalbi pis olan ne yapsa
temizlenmez ve fakat yalnız kalb temizliği de yetmez. Maddi olarak dışını
da temizlemelidir. Su bulamayınca zaruret durumunda teyemmüm etmek, aslında
kalble ilgili bir temizlik işi olmakla beraber maddi şartın ve zahiri şeklin
de "tamamı elde edilemeyen şeyin hepsi terkedilmez" düsturunun ifadesi üzere
en güzel şekilde korunmasıdır. "Şüphesiz ki Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır."
Bunun için teyemmüme ruhsat verir. Fakat sarhoşluğa ve cünüp durmaya müsaade
etmez.
Burada konu,
akıl ve şuuru korumaya ve maddi manevi temizliğe ermekle özellikle akıl ve
düşünce ile ilgili terbiyeye parlaklık ve ahlâk ile dindarlığa kuvvet verilmek
ve bu şekilde aile terbiyesinden genel terbiyeye ve herkesin düzelmesine doğru
gidilmek, savaşmak ve din uğrunda savaşa girişmek için dost ve düşmanı, mümin
ve kafiri, hak ve batılı, düzen ve bozukluğu ayırt etmek ve karşılaştırmak
üzere sarhoş durumunda bulunan sapıkların ve düşmanların durumuna dikkat çekilerek
buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
44- Kendilerine
kitaptan bir nasib verilmiş olanları görmüyor musun? Onlar, sapıklığı satın
alıyorlar ve sizin de yoldan sapmanızı istiyorlar.
45- Allah
sizin düşmanlarınızı çok iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter. Ve
yardımcı olarak da Allah yeter.
46- Yahudilerden
bir kısmı, (Allah'ın kitabındaki) kelimeleri esas mânâsından kaydırıp; dillerini
eğerek ve dine saldırarak, "Sözünü işittik, emirlerine isyan ettik, dinle,
dinlemez olası ve râinâ (bizi gözet)" diyorlar. Halbuki onlar, "İşittik ve
itaat ettik; dinle ve bize de bak" deselerdi bu, kendileri için daha hayırlı
ve daha doğru olurdu. Fakat Allah, küfürleri yüzünden kendilerini lanetlemiştir.
Artık onlar, pek azı müstesna, iman etmezler.
44-45-46-
"Yahudi olanlardan" ifadesi, kendilerine dikkat çekilen "Kendilerine kitaptan
bir nasib verilenler" âyetinin açıklamasıdır. Yani burada söz konusu olan
yahudilerdir. Bunlar kelimeleri yerlerinden kaldırıp değiştirirler, dillerini
eğerler bükerler. Tahrif (bozma) şekli hakkında üç suret rivâyet edilmiştir:
1- Bir kelimeyi
diğer kelime ile değiştirirler. Mesela Tevrat'ta, Hz.Peygamberin vasıfları
ile ilgili olan "reb'a" kelimesini "uzun olmayan" terimine, aynı şekilde "recm"
kelimesini "had(şer'î ceza)" deyimi ile değiştirmeleri gibi ki, yazıdaki değiştirmedir.
Buna karşı her tarafta meşhur olan bir kitap böyle nasıl değiştirilebilir,
bu mümkün müdür, denemez. Çünkü bu gibi değişiklikler en fazla bir dilden
diğer dile nakletme ve tercüme sırasında meydana gelir. Bunun için tercüme
işi hem bir yetenek, hem bir doğruluk işidir. Bundan başka yazanların pek
az ve iyi hafızlar olmaması veya az olduğu zamanlarda bunun kopya etmeler
esnasında yapılması da mümkün olur. Daha sonra bu gibi değiştirmeler aslını
bilenleri aldatmamakla beraber diğerlerini kolaylıkla aldatabilir.
2- Ortaya
şüphe atma ve yanlış yorumlarla bir kelimeyi öteye beriye çekerek mânâsını
haktan batıla çevirmektir ki, bu da tefsir ve açıklamada yapılan bir manevi
tahrif (bozma)dir. Fahreddin Razi "Nitekim zamanımızdaki bidat ehli de görüşlerine
aykırı olan âyetlerde böyle yapıyorlar." demiş ve tahrifin tefsirinde bu ikinci
şeklin asıl olduğunu da kaydetmiştir.
3- Yalnız
kitap değil, bir söz söyledikleri zaman duydukları ve kalblerinde bildikleri
gibi dosdoğru söylemeyip değiştirerek söylemeleridir. Çünkü yahudiler Hz.
Peygamberin huzuruna gelirler, bazı şeyler sorarlar, yanından çıktıkları zaman
Peygamberin sözlerini değiştirerek yaymaya çalışırlardı. İşte Kur'ân bunların
değiştirme şekillerini şu misallerle anlatıyor: Değiştirirler ve derler ki
"işittik ve isyan ettik" bu bir, "işit, işitmez olası" bu iki, "râinâ" (bizi
gözet) bu da üç. Yani Peygambere karşı ilk önce diyecek yerde derler, hep
tersini yaparlar. İkinci olarak "dinle" diyecek yerde diye bir de cinas ilave
ederler ki, bu kelime bir taraftan övgü ve saygıya, bir taraftan ihanet ve
sövmeye delalet eder. Çünkü işittirilmiş olmayarak demek olduğundan bir yönden
lütfen ve tenezzül ederek dinle, çünkü sana karşı söz söylemek ve zorla dinletmek
haddimiz değildir, mânâsına bir saygı ifadesi olabileceği gibi, öte yandan
bir kaç yönüyle de küçümseme ifade eder. İlk olarak; "dinle ha söz dinlemez",
ikinci olarak; "dinle ha dinlenmiyesice?" Üçüncü olarak; "dinle ha iyi haber
işitmiyesice." mânâlarına da gelebilir ki, bunlar hep sövmek ve küçümsemektir.
Dördüncü olarak; "dinle fakat benden işitmiş olmayarak dinle" demek de olabilir
ki, bu da bir sırrı emanet bırakma gibi olmakla beraber yalancılık teklifini
kapsayan bir münafıklığı da içerir. Kelimesi de böyle iki yönlüdür. Bakara
sûresinde (Bakara, 2/104) âyetinde geçmişti. (Oraya bakınız.) İşte bunlar
böyle derler ve kelimeleri yerlerinden böyle tahrif ederler (bozarlar). Ve
bunları söylerken dillerini burarak, sarhoş gibi ağızlarını eğerek söylerler,
hem de dini kötülemek için söylerler. Halbuki bunlar Peygambere "işittik ve
isyan ettik" diyeceklerine "işittik ve itaat ettik" ve "dinle işitmez olası"
diyeceklerine yalnız "dinle"; ve "bizi gözet" diyeceklerine "bize bak" demiş
olsalardı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. Fakat inkarlarından
dolayı Allah onları lanetledi, onun için bunlar iman etmezler, etseler de
pek az ederler. Ya pek az bir şeye iman ederler, veya faydası olmayacak az
bir zamanda, mesela can çekişme durumunda iman ederler veya içlerinde iman
edenleri pek az bulunur. Fakat bulunur.
Bundan dolayı
bunlara ve hatta bütün kitap ehline bir nasihat ve davet olmak üzere şöyle
değişik bir hitap yapılıyor:
Meâl-i Şerifi
47- Ey kendilerine
kitap verilenler! Gelin yanınızda bulunan (Tevrat)ı tasdik etmek üzere indirdiğimiz
bu kitaba iman edin. Biz birtakım yüzleri silip de enselerine çevirmeden yahut
cumartesi halkını (yahudileri) lanetlediğimiz gibi onları lanetlemeden önce
iman edin. Yoksa Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir.
48- Doğrusu
Allah, kendisine ortak koşulmasını asla affetmez. Ondan başkasını (diğer günahları)
ise, dilediği kimseler için bağışlar ve mağfiret buyurur. Her kim Allah'a
şirk koşarsa gerçekten pek büyük bir günah ile iftira etmiş olur.
47- Nice
yüzleri veya yüze gelenleri silip belirsiz yaparak arkalarına çevirmeden veya
onları, sebt (cumartesi) ehlini lanetlediğimiz gibi lanetlemeden önce iman
ediniz.
TAMS: Aslında
bir şeyin izlerini yoketmek ve alâmetlerini gidermek mânâsına olmakla, burada
yüzlerin kılığından çıkıp yüz denecek durumları kalmamak mânâsını ifade eder.
İbnü Abbas (r.a.) deve tabanı, hayvan tırnağı gibi olması ile, Katade ve Dahhâk
"Eğer dileseydik o kâfirlerin gözlerini silme kör ederdik..." (Yâsin, 36/66.)
mânâsı üzere gözlerin görmez olması ile, bazı müfessirler de suratlarının
maymun yüzü gibi çirkin ve perişan olması ile misal vermişler ve açıklamışlardır.
Bu şiddetli
bir uyarmadır ki, hem dünya ile ilgili, hem ahiretle ilgili felaketleri hatırlatır.
Bununla birlikte dünya ile ilgili olması daha açıktır. Cumartesi ehli, Bakara
suresinde geçmişti.
48- "Allah
kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz." Burada şirk, kayıtsız olduğundan mutlak
surette kâfirlik demek olduğu unutulmamalıdır. Bunun kitap ehline iman teklif
etme yerinde gelmiş olması da bu konuda özel bir ipucu teşkil eder.
Bu âyetin
inmesi üzerine yahudiler, biz müşrik değiliz, Allah'ın özel ve ileri gelen
kullarındanız, demişlerdi. Nasıl ki, "Biz, Allah'ın oğulları ve dostlarıyız."
(Maide, 5/18.) dediler. "Ateş bize sadece sayılı günler dokunacaktır." (Bakara,
2/80) da diyorlardı. Bir de bazı yahudiler bir gün çocuklarını alıp Hz. Peygamberin
huzuruna gelmişler "Ey Muhammed! bunların günahı var mıdır?" demişler. "Hayır"
buyurulmuş. Bunun üzerine "İşte biz de tıpkı bunlar gibiyiz, gece yaptığımız
günahlar gündüz, gündüz yaptığımız günahlar gece örtülür." diye kendi nefislerini
tezkiye etmişlerdi. Bunun üzerine bunlar hakkında şu âyetler nazil oldu:
Meâl-i Şerifi
49-50- 49
Kendi nefislerini temize çıkaranları görmüyor musun? Hayır! Ancak Allah, dilediğini
temize çıkarır. Onlara kıl kadar zulmedilmez.
50- Bak nasıl
da Allah'a yalan uyduruyorlar. Apaçık bir günah olarak bu yeter.
51-55-Rivayet
ediliyor ki, yahudilerin reislerinden Huyeyy b. Ahtab ile Ka'b b. Eşref yanlarına
yahudilerden yetmiş süvari alarak Mekke'ye gitmişler ve Kureyş ile bir anlaşma
ve sözleşme yaparak Hz. Peygamber ile olan anlaşmalarını bozmak istemişlerdi.
Onlar da, "Siz kitap ehlindensiniz, Muhammed'e bizden daha yakınsınız. Bundan
dolayı biz size güvenmiyoruz. Bizim putlarımıza secde ediniz de gönlümüz rahat
olsun." diye bir teklifte bulunmuşlardı. Yahudiler de derhal kabul edip bunu
yapmışlar (putlara secde etmişler). Sonra Ebu Süfyan Ka'b'a hitap ederek,
"Sen kitap okuyan âlim bir adamsın, biz ise okuma yazma bilmiyoruz; bundan
dolayı bizim mi yoksa Muhammed'in mi, hangimizin tuttuğu yol doğrudur." diye
sormuş, Ka'b da "Muhammed ne diyor?" demiş. Ebu Süfyan, "Yalnız Allah'a ibadet
etmeyi emrediyor ve Allah'a şirk koşmaktan nehyediyor." cevabını vermiş. "Sizin
dininiz nedir?" deyince de, "Biz Beytullah'ın görevlileriyiz, hacılara su
veririz, misafirlere yemek yediririz, esirleri kurtarırız, şunu yaparız, bunu
yaparız." diye anlatmış. Bunun üzerine Ka'b, "Sizin yolunuz daha doğrudur."
demiş ve putprestleri iman ehlinden üstün saymış ve tercih etmişti ki şu âyetler
bunu hakkındadır:
56-Meâl-i
Şerifi
51- "Şu kendilerine
kitaptan (okuma yazmadan) bir nasib verilmiş olanları görmüyor musun! Onlar
puta ve şeytana inanıyorlar. Ve Allah'ı tanımayanlara, "Bunlar, müminlerden
daha doğru yoldadır." diyorlar.
52- Onlar,
Allah'ın lanet ettiği kimselerdir. Allah kime lanet ederse artık ona asla
bir yardımcı bulamazsın.
53- Yoksa
onların mülkten bir payı mı vardır. Eğer öyle olsaydı, insanlara bir çekirdeğin
zerresini bile vermezlerdi.
54- Yoksa
onlar, Allah'ın lütuf ve kereminden insanlara verdiği nimetleri kıskanıyorlar
mı? Şüphesiz biz, İbrahim ailesine de kitap ve hikmeti vermiştik. Hem de onlara
büyük bir mülk ve saltanat ihsan ettik.
55- İşte o
yahudilerden bir kısmı ona iman etti. Bir kısmı da ondan yüz çevirdi. O iman
etmeyenlere cehennem alevi yeter.
"Tağut" kelimesinin
mânâsı Bakara sûresinde "Dinde zorlama yoktur..." (Bakara, 2/256) âyetinde
geçmişti. "Cibt" ise put demektir. Kâhine de "cibt" dendiği nakledilmiştir.
Bu şekilde bu iki kelime Allah'dan başka ilâh edinilen canlı ve cansız mabudların
(kendisine tapılan şeylerin) tam isimleridir. Birbiri yerine de kullanılabilirler.
Lügat âlimlerinin çoğu kelimesinin lugatte çekimi olmadığı görüşünde bulunmuşlardır.
Fakat bunun aslı olduğu naklediliyor ki cibs, pis ve alçak demektir.
Hükmünün açıklanması
için kitap ehlinin bir kısmı hakkındaki tehditten sonra bütün kâfirlere ait
olmak üzere de buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
56- Şüphesiz
ki âyetlerimizi inkâr eden kâfirleri biz yarın bir ateşe atacağız. Derileri
piştikçe azabı duysunlar diye, kendilerine başka deriler vereceğiz. Çünkü,
Allah gerçekten çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
Bunlar böyledir.
Fakat:
Meâl-i Şerifi
57- İman edip
salih ameller işliyenleri ise, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız.
Orada ebedî olarak kalacaklar. Onlara orada tertemiz eşler vardır. Onları,
koyu gölgeler altında bulunduracağız.
57- Gölgeli
gölge, koyu gölge, yaygın gölge ki, tam ve devamlı nimete işarettir. Çünkü
refah içinde bulunanlar, genel bir şekilde latif gölgelerde yaşarlar. Nasıl
ki dilimizde de sayedar olmak, sayeban olmak, sayesinde (gölgesinde) yaşamak,
sayesinde (himayesinde) yaşatmak terimleri nimet ve mutluluk anlamına gelen
terimlerdir.
Bu hikmetten
dolayıdır ki:
Meâl-i Şerifi
58- Allah
size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman
adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor.
Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla görendir.
58- Allah
size şunları muhakkak emrediyor: Biri, emanetleri ehline vermeniz biri de,
insanlar arasında hüküm ve komuta ettiğiniz zaman adaletle hükmetmeniz.
EMANET: Aslında
insanın emin (güvenilir ve itimad edilen kimse olması) yani kendisine maddi
veya manevi her hangi bir şeyin gönül rahatlığı ile korkusuz bir şekilde teslim
edilebilir ve istendiği zaman eksiksiz alınabilir bir şekilde bulunması anlamına
masdar ve kısaca masdar olduğu gibi insanın emin olma durumuna, gerek Allah
ve gerek insanlar tarafından herhangi bir şekilde bırakılmış olan şeye de
ismi meful (edilgen ortaç) mânâsına gelen masdarın ismi olmuştur ki, burada
emanet bu mânâyadır. Ve bunların sahiplerine verilmesi ile insanlığın, Allah'ın
bir emaneti olan şeref ve namus emanetinin korunması emredilmiştir. "Biz emaneti,
göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, onun sorumluluğundan
korktular; onu insan yüklendi; (bununa beraber onun hakkını tam yerine getirmedi)
çünkü o, çok zâlim, çok cahildir." (Ahzab, 33/72), yüce âyeti gereğince insan,
Allah Teâlâ'nın emanetini taşıyan bir emini, bir vekili olmayı üstüne alan
yegane yaratıkdır ki, bu sayede diğer yaratıklar üzerinde hüküm ve tasarruf
etmeye güç yetirebilir. Bu sayededir ki, insanlar da birbirinden emin olarak
birbirlerine karşılıklı olarak ve sıra ile birçok hakları ve emaneti bırakırlar.
İşte insanlar, gerek Allah'a ve gerek kullara karşı emanetle ilgili bu şereflerini
ne kadar güzel korurlar ve emaneti ne derece yerli yerine koyabilirlerse o
oranla değer ve iyiliklerini artırmış bulunurlar ve bu şekilde Allah'ın devamlı
gölgesine (himayesine) girerler ve halk arasında açıktan ve gizli olarak etkili
bir hakimiyet şerefini elde etmiş olurlar. "Ey Davud! Biz seni yeryüzünde
(senden öncekilerin yerine) hükümdar yaptık. İnsanlar arasında adaletle hükmet,
keyfine uyma, sonra seni Allah'ın yolundan saptırır..." (Sâd, 38/26) buyurulmuştur.
Sırf emanet, aslında hiçbir şeyle telafi edilebilecek değildir. Emanetlerin
bir garantisi varsa, o da hainlik veya hainlik şüphesi ile emanetin yüce onurunun
kırılması veya kaybedilmesi ve emniyet ile vekilliğin garantisinin düşmanlığa
dönüşmesidir. Bunun için eminliği kötüye kullananlar Allah'a ve kullarına
karşı başkalarının hakkını gasbedenler ve eşkiyalar gibi itibardan düşerler
ve dış görünüşe göre olmasa bile, içten kalblerde düşmanlıkla mahkum olurlar.
Güvenilir olmakla hakimiyetin bu önemli ilişkisine dayanan bu âyette, emaneti
sahibine vermek ile adaletle hükmetmek ayrı ayrı olarak emredilmiş ve güvenilir
olma emri, hükmetme emrinden önce zikredilmiştir. Bundan dolayı insanın Rabbine
ve kendine ve halka karşı olmak üzere üç çeşit güvenilirlik muamelesi vardır.
İlk önce Rabbine karşı emanete riayet etmesi Allah'ın hükümlerinin ve kanunlarının
tatbikatı yani vazife meselesi ile ilgilidir ki, bütün uzuvların vazifelerini
içine alır. İbnü Mesud hazretleri demiştir ki: "Emanet her şeyde lazımdır.
Abdestte, cünüplükte, namazda, zekatta, oruçta vs. de." İbnü Ömer hazretleri
de demiştir ki: "Allah insanın tenasül uzvunu yarattı ve buyurdu ki, 'Bu bir
emanettir, senin yanında sakladım, bundan dolayı bunu muhafaza et. Ancak hakkıyla
(helâl yerde) kullanılması hariç." İşte bütün organların da böyle birer emanet
olan vazifeleri vardır. Kendine karşı din ve dünya emanetinde, kendine en
faydalı ve en uygun olanı seçmesi, öfke ve şehvet veya cahillik ile sonunda
zararlı olan şeyleri yapmamasıdır. Halka karşı, hakların emanetini gözetmek,
alış verişte aldatmamak, zarar veren olmamaktır ki idarecilerin halka adaleti,
âlimlerin halkı batıl taassuba sevketmeyip dünya ve ahirette faydalı olan
amellere ve doğru inançlara sevketmesi, halkın da onlara karşı hainlik yapmaktan
sakınması, aynı şekilde kocanın karısına, karının kocasına karşı sadakatla
(doğrulukla) ırzlarını ve çocuklarının soylarını korumaları ve çocukların
terbiyesine dikkat etmeleri bunların içindedir.
Bu şekilde
ister Allah'a ait haklarda ve ister insan hakları, başka bir ifade ile ister
genel haklar ve ister özel haklardan insanların emanet zimmetleri ile ilgili
fiilî veya sözlü veya inançla ilgili, maddî veya manevî, malî ve malî olmayan
hakların hepsini kapsadığı gibi hitabının hükmü de bütün mükellefleri kapsar.
Özel haklarla ilgili ve emniyetle bırakılan emanet ve diğer şeyler, emanetlerden
olduğu gibi, kamu işlerine ve haklarına ait olan yönler, makamlar, velayet
(valilik), imamlık ve hüküm sürmek, nasihat ve fetva vermek de emanetlerdendir.
Bir de kelimesi sahip ve ehliyetli mânâlarını kapsadığı için bu emir, verilmiş
olan emanetlerin sahibine geri vermek ve ulaştırmaktan başka, emanet edilecek
şeylerin de ehline ve hak etmiş olanlara emanet ve havale edilmesi mânâsını
da ifade eder. Ve bu mânâ kamu hakkından olan emanetlerde önem arzeder ve
ancak o itibarla emredilmiş bir vazife olur. Öyle olmakla beraber bu da Allah'a
ait haklardan olan emanetleri sahibine vermek ve ona ulaştırmak demektir.
Nitekim bu âyetin iş başında bulunan kimseler hakkında indiği de rivâyet edilmiştir.
Âyetin indirilmesinin
sebebi hakkında meşhur olan rivâyet şudur: Mekke'nin fethi günü Resulullah
Mekke'ye girdiği zaman Kâbe'nin anahtar taşıyıcısı olan Osman b. Talha b.
Abdüddar kapıyı kilitlemiş, anahtarını Resulullah'a (s.a.v.) teslim etmekten
kaçınmış, "Allah'ın elçisi olduğunu bilseydim engel olmazdım." demiş. Derhal
Hz. Ali de Osman'ı tutmuş, kolunu bükmüş anahtarı alıp Kâbe'nin kapısını açmış
ve Resulullah (s.a.v.) Kâbe'ye girip iki rekat namaz kılmış idi. Çıktığı zaman,
amcası Hz. Abbas anahtarın kendine verilmesini ve eskiden sorumluluğunda bulunan
Zemzem sakalığı (hacılara su dağıtma vazifesi) ile beraber sedanetin (yani
Kâbe kapıcılığının) birleştirilmesini istedi. Bunun üzerine bu âyet indirildi.
Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v.) anahtarları Osman'a geri vermesini ve
ona teslim etmesini ve kendisinden özür dilemesini Hz. Ali'ye emretti. Hz.
Ali de anahtarları götürüp özür dileyince Osman: "Beni zorladın, bana eziyet
verdin, sonra geldin (hatanı) düzeltmeye çalışıyorsun." dedi. Hz. Ali de:
"Senin hakkında Allah Teâlâ Kur'ân indirdi." deyip âyeti okudu. Bunun üzerine
Osman, diye şehadet getirerek hemen müslüman oldu.
Kabe kapıcılığının
(anahtarının taşınması görevinin) ebedî olarak Osman'ın zürriyetinde kalması
hakkında bir de vahiy geldi. Sonra Osman Mekke'den hicret edip anahtarı biraderi
Şeybe'ye verdi ki bugün de Kâbe'nin anahtarı Şeybe'nin torunlarındadır. Şüphe
yok ki sebebin özel olması, hükmün genel olmasına engel değildir. Aksine bu
sebep "emanetlerin" pek genel kapsamlı olduğunu gösterir. Bakınız, Allah size
ne güzel öğüt veriyor! Emaneti sahibine vermek, adaletle hükmetmek, bunlar
ne güzel şeylerdir. Ve sizin için ne kadar faydalıdır. Her zaman (mutlaka)
bu emirleri tutmalı, hainlik ve zulümden sakınmalı. Çünkü "Allah her şeyi
işiten ve görendir." Bundan dolayı hükümlerinizi işitir, emanet hakkında yaptıklarınızı
görür.
Bu şekilde
idarecilere ve hakimlere, işin başında bulunan herkese genel olarak veya özel
bir şekilde emanetleri sahiplerine vermek ve adalet ile hükmetmek ve memleketi
idare etmek emredildikten sonra, şimdi de diğer iman ehline bunları yapan
idarecilere itaat etmeyi ve fakat kayıtsız bir şekilde değil, Allah ve Peygambere
itaat etme içinde şu genel hitabı ile emrediyor.
Meâl-i Şerifi
59- Ey iman
edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir
sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a
ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin.
Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.
59- Ey iman
edenler! Allah'a itaat ediniz ve Allah'ın elçisine (Hz. Muhammede) itaat ediniz.
Sizden olan emir sahibine (idarecilere) de itaat ediniz. Dikkat etmek gerekir
ki Allah ve Resulü hakkında diye mutlak itaat açıkça söylendiği halde, emir
sahipleri (idareciler) hakkında buyurulmayıp bunlara itaat etmek Peygambere
itaata atfedilmiş ve yalnız Peygambere itaat etmeye tabi olarak emredilmiş
ve bu şekilde tabi olma altında itaat etmenin hem aynı kuvvetle kayıtsız olarak
gerektiği gösterilmiş, hem de isyan edilen şeyler de bu hükmün dışında bırakılmıştır.
"Allah'a isyan hususunda hiç bir mahlukata itaat edilmez". Aynı şekilde "İyi
ve faydalı şeylerde itaat edilir." hadis-i şerifleri de bunu açıklıyor. Şu
halde amirin her emri, memuru sorumluluktan kurtarmaya yetmez. Diyelim ki,
bir memur amirinin emri ile rüşvet alsa veya hırsızlık yapsa sorumluluktan
kurtulamaz. Bu mefhum, amirin kanuna aykırı olan emri memuru sorumluluktan
kurtarmaz, diye de ifade olunur.
Dikkate değer
kayıtlardan birisi de müminlere hitap edilerek "sizden" kaydıdır ki, mânâsı
apaçıktır. Müminlerden olmayan idarecilere itaat etmek dinen vacib kılınmamıştır.
Bu hususta itaat değil, varsa bir anlaşmaya riâyet etmek söz konusu olacaktır.
Fakat itaat etmenin vacib olmamasından mutlaka isyan etmenin gerekli olduğunu
anlamaya kalkışmamalıdır. İtaatin vacib olmaması, isyan etmenin vacib olmasını
gerektirmeyeceğinden itaat mecburiyetinde bulunmamakla, isyan mecburiyetinde
bulunmak arasında fark vardır. İsyan hakkı başka, isyan etme vazifesi yine
başkadır.
Bundan dolayı
buradan mümin olmayan bir çevrede (ortamda) bulunan müminlerin şuna buna karşı
isyancı ve ihtilalci bir durumda kabul edilmemeleri ve belki müminlerin her
nerede bulunurlarsa bulunsunlar Allah'a ve Resulüne karşı itaatsizlikten sakınmak
ve aynı zamanda kendilerinden olan idarecilere itaat etmeleri ve tağutlara
boyun eğmemelerinin gerekli olduğunu anlamak gerekir. Bu bakımdan Taberî tefsirinde
de zikredildiği gibi şu hadisler ne kadar önemlidir: İbnü Zeydin babasından
rivâyet ettiği üzere Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurmuştur ki: "İtaat,
itaat, itaatte imtihan da vardır. Fakat Allah dilemiş olsaydı emretmeyi hep
peygamberlere verirdi." Yani peygamberler mevcut iken bile hükümdarlara emretmeyi
nasib etmiştir. Ve nitekim Yahya aleyhisselâmın öldürülmesine bile hükmetmişlerdir.
Aynı şekilde Ebu Hüreyre'den rivayet olunduğu üzere Hz. Peygamber (s.a.v.)
buyurmuştur: "Benden sonra size bir takım valiler valilik edecek iyi iyiliği
ile velâyet edecek, günahkar da günah işlemekle velâyet edecek; hakka uygun
olan her konuda bunları dinleyin ve itaat edin ve arkalarında namaz kılın,
iyilik yaparlarsa hem sizin, hem onların lehinedir. Kötülük yaparlarsa sizin
lehinize (menfaatinize), onların zararınadır." Aynı şekilde Abdullah b. Ömer
hazretlerinden rivâyet olunduğu üzere Hz. Peygamber buyurmuştur ki: "Müslüman
olan kişinin itaat etmesi onun vecibesidir, hoşlandığında da hoşlanmadığında
da. Ancak günah işlemesi emredilmiş olursa başka. Günah işlemeyi emredene
itaat yok." Şuara sûresinde: "O aşırıların emrine uymayın. Onlar yeryüzünde
bozgunculuk yaparlar, ıslah etmezler." (Şuarâ, 26/151-152) âyeti de bu hususu
apaçık ifade ediyor. Ebu's-Suûd, tefsirinde bütün bunları şu şekilde özetlemiştir.
Bunlar raşid halifeler ve onlara uyan ve doğru hareket eden hakkı emreden
idareciler ve adil davranan valilerdir. Zâlim idarecilere gelince, bunlar
Allah'a ve Hz. Peygambere atf ile kendilerine itaat etmenin vacib olmasını
hak etmekten uzaktırlar .
Âyette buyurulmayıp
buyurulması dikkate değer bir husustur. Bu mânâ, amirleri ve hakimleri kapsamaktan
başka gerçek anlamıyla (emir vermeye) sahip olmak ve işlerde başvurulacak
kimse olmak mânâsını da içine alır. Buna göre sahabe ve tabiinden ilk müfessirler
bu konuda bir kaç mânâ nakletmişlerdir:
1- Raşid halifeler,
2- Âyetin
iniş sebebine göre küçük müfreze komutanları.
3- "Halbuki
onu peygambere ve aralarında yetkili kişilere gösterselerdi, içlerinden işin
içyüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu (haberin neye delalet ettiğini)
bilirlerdi." (Nisâ, 4/83) âyetinin işaretiyle âyetlerden hüküm çıkarma gücüne
sahip olan âlim ve fakihler olduğu zikredilmiş ve bununla emrin yalnız askerî
ve sivil idarecilere ait olmayıp daha fazla kazaî (hüküm verme) ve teşriî
(kanun yapma ile ilgili) yöne ait bulunduğu da gösterilmiştir. Bundan dolayı
Ebû Bekr er-Râzî'nin de hatırlattığı şekilde gerek âyetin beyan uslubuna ve
gerekse rivâyetlerin tamamına göre meseleyi daha geniş bir şekilde düşünmek
gerekir. Bunun için Fahreddin er-Râzî bu gerçeği inceleyerek Allah ve Hz.
Muhammed'den sonra toplumsal bir kural halinde kendilerine kesin olarak itaat
etmek vacib kılınan emir sahiplerinden maksat, "erbab-ı hal ü akd" (işleri
görüp sonuca bağlayana kimseler) denilen ve ittifakları bütün ümmeti temsil
ederek Kur'ân ve Sünnetten sonra başlı başına bir şerî delil meydana getiren
icma ehli olması lazım geldiğini, Allah ve Peygambere itaat etmekten sonra
en mutlak itaatın ancak bu olabileceğini ve amirlere, hakimlere ve âlimlere
itaatin de bunlardan biriyle ilgili olduğunu delil getirerek tafsilatlı bir
şekilde açıklamıştır.
Said b. Cübeyr'den
rivâyet edildiğine göre bu âyet, Abdullah b. Huzafe b. Kays dolayısıyla indirilmiştir.
O sırada Hz. Peygamber onu bir müfrezeye komutan olarak göndermişti. Süddi'nin
rivâyetine göre de Resulullah, Halid b. Velid kumandasında bir müfreze göndermişti
ki, içlerinde Ammar b. Yasir de vardı. Gittiler, geceleyin hareket hedefleri
olan kavime yakın bir yere kondular. Onlar da casuslarından aldıkları bir
haber üzerine sabaha kadar kaçtılar. Yalnız içlerinden bir adam çoluk çocuğuna
eşyalarının toplanmasını emretmiş ve kendisi gece karanlığında yürüyüp Halid'in
askerine gelmiş ve Ammar b. Yasir'i sorup yanına varmış, "Ey Ebu Yakzan! demiş,
Ben müslüman oldum diye şehadet ettim, kavmim ise sizin geldiğinizi işitince
kaçtılar, ben kaldım; benim müslüman olmam yarın bir fayda verir mi, yoksa
ben de kaçayım mı?" diye sormuş, Ammar da, "Hayır kaçma! Sana fayda verir."
demiş. O da kaçmamıştı. Sabahleyin Halid akın etmiş, o adamdan başka kimseyi
bulamamışlar. Onu malı ile beraber tutmuşlar. Ammar, haber alınca Halid'e
gelmiş, "O adamı bırak, çünkü o müslüman oldu ve ben ona eman verdim." demiş.
Halid de, "Sen kim oluyorsun da adam kurtarıyorsun." diye çıkışmış ve bundan
dolayı birbirlerine söz atmışlar. Nihayet Resulullah'a mahkeme için başvurmuşlar.
Hz. Peygamber, Ammar'ın eman vermesine izin vermiş ve bir daha amire karşı
böyle kendi kendine söz vermemesini de hatırlatmış, bunun üzerine peygamberin
yanında da atışmışlar. Halid, "Ey Allah'ın elçisi! Bu burnu kesik kölenin
bana sövmesine müsaade eder misin?" demiş. Resulullah da: "Ey Halid! Ammar'ı
kötüleme, çünkü Ammar'ı kötüleyeni Allah kötüler Ammar'a karşı kin besleyenden
Allah nefret eder, Ammar'a lanet edene Allah lanet eder." buyurmuş. Ammar
da öfke ile kalkmış. Bunun üzerine Halid, arkasından koşup elbisesinden tutmuş,
özür dilemiş, o da razı olmuştu. İşte âyeti bunun üzerine indi, diye nakledilmiştir.
Bu iki rivâyetin çözümüne göre âyet, müfreze komutanları ve askerî işler sebebiyle
inmiş ve fakat itaat meselesini genel olarak esaslı bir nizama bağlamıştır.
Bundan dolayı
Ey müminler! gerek genel bir şekilde birbirinizle ve gerek yetkililer ile
sizin aranızda ve gerekse yetkili olanlar arasında herhangi bir şey hakkında
tartışırsanız onu Allah'a ve Resulüne götürünüz. Yani yalnız kendi arzu ve
isteğinizle halletmeye kalkışmayınız. Çarpışmalara düşmeyiniz. Başkalarına
da gitmeyiniz de önce Allah'ı, ikinci olarak Hz. Muhammed'i kendinize başvurulacak
yer biliniz, bu hükme ve bu mahkemeye müracaat ediniz. Aranızda biricik hakem
ve hakim Allah ve Peygamberini tanıyınız. Değişik hükümlerinizi, fikirlerinizi
Allah'ın âyetlerine ve Hz. Muhammed'in açıklamalarına tatbik ederek ve uydurarak
birleştiriniz ki, Allah'a müracaat, Allah'ın birliğine inanmada samimiyetle
Allah'ın âyetlerini araştırmak ve incelemekle, Resûlüne müracaat da zamanında
kendisine ve ondan sonra sünnetine ve halifelerine durumu arzetmekle olur.
Zâhiriyye (mezhebi âlimleri) bu âyetten hareketle ihtilafa düşülen meselelerde
mutlaka Kur'ân ve Sünnete başvurmanın vacib olduğunu ve bundan dolayı kıyas
ile amel etmenin caiz olamayacağını zannetmişlerse de besbellidir ki, Kur'ân
ve Sünnetle açıkça anlatılmamış hususların, çekişme halinde Kur'ân ve Sünnete
başvurmak için sebeplerini ve illetlerini düşünmekle benzerleriyle mukayese
etmekten başka bir yol yoktur. Kıyastan maksat da zaten budur. Fıkıh ve hikmet
de budur. Demek ki, İslâm da dört çeşit hüküm vardır.
Kur'ân'da
açıkça belirtilen, sünnette açıkça belirtilen, yetkililerin ittifakıyla üzerinde
ittifak edilen ve sahih kıyas ile nasslardan çıkarılan hükümler. Bununla beraber
bu dördüncüsü ile ihtilaf azaltılabilirse de tamamen birleştirilemez. Bunda
anlaşmazlık çıktığı zamanda yetkililerin şûrasına ve nihâyet sultanın emrine
müracaat olunur ki, bu da "Allah'a itaat ediniz, Resul'e ve sizden olan emir
sahiplerine itaat ediniz." emri gereğince Allah'ın emrine müracaat etmektir.
Ve "Emanetleri ehline vermenizi emrediyor." (Nisâ, 4/58) bunun da kaynağıdır.
Ve mutlaka müslümanlar bir olayda ihtilafa düştükleri zaman ilk önce Allah'ın
birliğine inanmak, emaneti ehline vermek ve adaletle hükmetmek vazifelerini
göz önünde bulundurup, kendilerini Allah'ın ve Peygamberin huzurunda toplanmış
görerek ona göre düşünmeleri ve fikirlerini ve arzularını Allah Teâlâ'nın
himayesi altına vermeleri ve daima hakkın birliği yolunda gitmeleri lazım
gelir. Eğer Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman ediyorsanız böyle yaparsınız,
Allah'a ve Resulüne ve yetkililere itaat eder ve şâyet bir şeyde aranızda
çekişme olursa onda da Allah'ın ve Resulünün hükümlerine baş vurursanız. Bu
başvurmak sizin için halen sırf iyiliktir, çekişmeyi keser. Ve sonuç açısından
da daha güzeldir.
Bu emirleri
tesbit ettikten sonra işin başında adlî ve teşriî (kanun koymaya ait) esaslar
üzerinde itaat etmeyi temin etmek ve müminlere adaletle hükmetmek emredilmiş
iken, adalet ve hakka aykırı hükmetmeye istekli olmamaları ve muhakeme meselelerinde
adalete aykırı harekette bulunma vaziyeti almamaları ve tağutlar mahkemesine
müracaat etmemeleri gerektiğini telkin ve mümin ismi altında Peygambere itaat
etmekten hoşlanmayan ve onun hükmüne razı olmayıp başka mahkemelere müracaat
edenlerin münafık olduğunu anlatmak ve sonuçta Resulullah'a itaati sağlamlaştırmak
için dikkat çekilerek buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
60- Şunları
görmüyor musun? Kendilerinin sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını
ileri sürüyorlar da tağuta inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, tağut
önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Şeytan da onları bir daha dönemeyecekleri
kadar iyice sapıklığa düşürmek istiyor.
61- Onlara:
"Allah'ın indirdiğine ve Peygambere gelin!" denince, münafıkların senden büsbütün
uzaklaştıklarını görürsün.
62- Ya nasıl,
elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir felaket gelince, hemen sana geldiler
de: "Biz sadece iyilik etmek ve arayı bulmak istedik." diye Allah'a yemin
ediyorlar.
63- Onlar,
Allah'ın kalblerindekini bildiği kimselerdir; Onlara aldırma, onlara öğüt
ver ve onların içlerine tesir edecek güzel söz söyle!
64- Biz hangi
peygamberi gönderdikse, sırf Allah'ın izni ile itaat edilmek üzere gönderdik.
Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan günahlarının
bağışlanmasını dileselerdi ve Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette
Allah'ı affedici, merhametli bulurlardı.
65- Hayır!
Rabbine andolsun ki iş bildikleri gibi değil, onlar aralarında çıkan çekişmeli
işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir
sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.
66- Eğer
biz onlara: "Kendinizi öldürün, veya yurtlarınızdan çıkın." diye yazmış olsaydık,
içlerinden pek azı hariç, bunu yapamazlardı. Fakat kendilerine verilen öğütleri
tutsalardı, elbette haklarında hem daha hayırlı, hem de daha sağlam olurdu.
67- Ve o zaman
elbette kendilerine katımızdan büyük mükafat verirdik.
68- Ve onları
elbette doğru yola iletirdik.
69- Kim Allah'a
ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği
peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, iyilerle birliktedir. Bunlar ne güzel
arkadaştır!
70- Bu lütuf
Allah'tandır. Bilen olarak Allah yeter.
60- Sana indirilene
ve senden önce indirilene iman ettiklerini iddia edenlere, dış görünüşe göre
müslüman görünüp münafık olanlara baksana! Muhakeme olunmak üzere tağuta,
yani Allah'tan korkmaz azgın şeytana başvurmak istiyorlar. Halbuki "Kim tağutu
inkar edip Allah'a inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır.
Allah işitendir, bilendir." (Bakara, 2/256) âyeti gereğince tağutu inkâr etmek
kendilerine emredilmiş bulunuyordu. Böyle iken tağutun mahkemesine gitmek
istiyorlar. "Şeytan, onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor."Bu âyetin
indirilmesinin sebebi olmak üzere birkaç olay rivâyet edilmiştir. Birçok tefsircilerin
İbnü Abbas'tan rivâyet ettikleri açıklamalarına göre bir münafık ile bir yahudi
kavga etmişler. Yahudi yargılanmak için Hz. Peygambere başvurmayı, münafık
da yahudilerin başkanı olan Ka'b b. Eşref'e gitmeyi teklif etmiş. Çünkü yahudi
haklı, münafık haksızmış. Halbuki Hz. Peygamberin ancak hak ve adaletle hükmettiği
Ka'b b. Eşref'in rüşvete düşkün bulunduğu her iki tarafça bilindiğinden yahudi,
Peygambere başvurmayı, münafık da Ka'b'a başvurmayı istiyormuş. Nihâyet yahudi
ısrar etmiş, Resulullah'a başvurmuşlar. Yahudinin lehine, münafıkın aleyhine
(zararına) hüküm çıkınca münafık razı olmamış, "Haydi Ömer'e gidelim aramızda
o hakem olsun." diye teklif etmiş. Hz. Ömer'in yanına varmışlar. Yahudi, "Resulullah
benim lehime hükmetti, bu onun hükmüne razı olmadı." diye anlatmış. Bunun
üzerine Hz. Ömer münafığa "öyle mi?" diye sormuş. O da "evet" demiş. Bunun
üzerine, "yerinizde durunuz, azıcık dışarı çıkayım, gelir hükmümü veririm."
diyerek çıkmış, varıp kılıcını kuşanmış gelmiş ve derhal münafıkın boynunu
vurmuş, işini bitirmiş, sonra, "Madem ki beni hakem yaptınız, işte Allah'ın
hükmüne ve Resulünün hükmüne razı olmayan hakkında benim hükmüm budur." demiş.
Yahudi kaçmış. Bundan dolayı münafığın akrabaları Hz. Peygambere şikâyet etmişler.
Hz. Peygamber Ömer'i getirtmiş, olayı sormuş, o da, "Hükmünü reddetti ey Allah'ın
elçisi!" diye cevap vermiş. O zaman hemen Cebrail (a.s.) gelip, "Ömer, faruktur,
hak ile batılı birbirinden ayırdı." demiş. Hz. Peygamber (s.a.) de Hz. Ömer'e
"sen faruksun" buyurmuştur. Bu durumda demek ki, tağut, Ka'b b. Eşref'e işarettir.
Şa'bî'den nakledilen bir rivâyete göre de bu münafık, hasmını Cüheyne kabilesinden
bir kahine de davet etmiş, orada muhakeme olmuşlardı. Süddî'nin açıklamasına
göre de olay Kurayza oğulları ile Nadîr oğulları arasında öldürülmüş olarak
bulunan biri hakkında meydana gelmiş. Her iki taraftan müslüman olanlar Hz.
Peygamber'e gidip yargılanmak istemişler. Münafıklar da bundan çekinip kahin
Ebu Berdetü'l-Eslemi'ye başvurmakla yargılanma isteğinde ısrar etmişler ve
ona gitmişlerdi. Çünkü (bu konuda) şöyle buyuruluyor:
61-66- Onlara
"Allah'ın indirdiği şeriata ve Peygambere geliniz!" denildiği vakit de Ey
Muhammed! Münafıkları gördün ki, senden yüz çevirmeye ve çekinmeye kalkışıyorlar,
kalkışıyorlar amma elleriyle yaptıkları bu cinâyetten dolayı başlarına bir
musibet gelince nasıl oluyor? Sonra sana gelmişler, "Allah'a yemin ederiz
ki, bizim kötü niyetimiz yoktu, maksadımız iyilik yapmak ve Allah'ın yardımına
kavuşmaktı." diye Allah'a yemin ediyorlar. Bunlar öyle kimselerdir ki, kalblerindeki
kötülüğün derecesini Allah bilir. Bundan dolayı bunlara yüz verme, acı ve
etkili vaaz ile ders ver. Ve kendileri hakkında öyle beliğ ve etkili bir söz
söyle ki canlarına işlesin. Bunlar, Peygamberin ne demek olduğunu anlamıyorlar.
Halbuki biz herhangi bir Peygamberi gönderdik ise, ancak Allah'ın izni ile
itaat olunmak için göndermişizdir. Bundan dolayı Peygambere itaat, Allah'ın
emrine itaat, ona isyan ise Allah'a isyandır. Hayır. Ey Muhammed! Rabbine
yemin olsun ki, mümin olduklarını iddia edenler, mümin olamazlar, aralarında
çatallanmış, çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sana müracaat edinceye kadar.
Sonra verdiğin hükümden gönüllerinde hiçbir sıkıntı hissetmesinler ve tam
bir teslimiyetle açık ve gizli olarak sana boyun eğsinler. İşte o zaman gerçek
mümin olurlar. Eğer biz onlara kendinizi öldürünüz veya yurtlarınızdan çıkınız
diye yazmış olsaydık İsrailoğullarında olduğu gibi günahtan tevbe etmek ve
kurtulmak için, kendi elleri ile intihar etmeyi veya vatanlarından çıkıp gitmeyi
farz kılıp teklif etseydik pek azı hariç olmak üzere onlar bunu yapmazlardı.
Fakat Hz. Muhammed'in şeriatında böyle ağır bir yükümlülük yoktur. Bilakis
"Ve nefislerinizi öldürmeyiniz." (Nisâ, 4/29) hükmü vardır. Kendilerini ve
vatanlarını ve dinlerini savunmak ve tehlikeden, musibetten korumak emirleri
vardır. Bundan dolayı bunu candan kabul etmemek, samimiyetle mümin olmamak,
nefsine ve vatanına zulmetmektir. Eğer onlar, verilen ve verilecek olan vaaz
ve öğütlerin gereğini yapmış olsalardı mutlaka kendileri için bir hayır ve
pek fazla hayırda kalmalarına sebep olurdu. Biz burada önceki âyetlerden hareket
etmekle şu mânâyı daha uygun buluyoruz: Yurtlarından, vatanlarından çıkmak
şöyle dursun, onda kuvvetle yerleşme ve kalmalarına sebep olurdu
67-70- ve
bu takdirde tarafımızdan kendilerine gerçekten büyük bir mükafat da verirdik.
Hem onları şüphesiz doğru bir yola iletirdik. Çünkü "Her kim Allah'a ve Resule
itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler,
sıddîkler, şehidler ve salih kimselerle birliktedirler." şu halde:
Meâl-i Şerifi
71- Ey iman
edenler! Düşmana karşı her türlü savunma tedbirinizi alınız. Onlara karşı
ya küçük birlikler halinde hareket ediniz veya topyekün seferber olunuz.
72- Şüphesiz
içinizden bir kısmı vardır ki, pek ağır davranır. Eğer başınıza bir musibet
gelirse: "Allah bana lutfetti de onlarla beraber bulunmadım." der.
73- Ve eğer
Allah'tan size bir lütuf ve zafer erişecek olsa, sizinle kendisi arasında
hiç sevgi yokmuş gibi, bu sefer de hiç şüphesiz şöyle diyecek: "Ah ne olurdu,
onlarla beraber olaydım da büyük murada ereydim."
74- O halde
geçici dünya hayatını, ebedî ahiret hayatı karşılığında satacak olanlar, Allah
yolunda savaşsınlar. Her kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip
gelirse, her iki durumda da biz ona yarın pek büyük bir mükafat vereceğiz.
75- Hem size
ne oluyor ki, Allah yolunda: "Ey Rabbimiz! bizleri bu halkı zâlim olan memleketten
çıkar, tarafından bizi iyi idare edecek bir sahip ve bize katından bir kurtarıcı
gönder" diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların
kurtarılması uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?
76- İman edenler,
Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de tağut yolunda savaşırlar. O halde
siz şeytanın taraftarlarına karşı savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır.
77- Kendilerine,
"Ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekatı verin" denilenleri görmedin
mi? Üzerlerine savaş yazılınca hemen içlerinden bir kısmı insanlardan, Allah'tan
korkar gibi, hatta daha çok korkarlar ve "Rabbimiz! Niçin bize savaş yazdın?
Ne olurdu bize azıcık bir müddet daha tanımış olsaydın da biraz daha yaşasaydık?"
derler. Onlara de ki: "Dünya zevki ne de olsa azdır, ahiret, Allah'a karşı
gelmekten sakınan için daha hayırlıdır ve size kıl kadar haksızlık edilmez."
78-
Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde
de bulunsanız yine kurtulamazsınız. Onlara bir iyilik erişirse "Bu, Allahtandır"
derler, bir kötülüğe uğrarlarsa, "Bu, senin yüzündendir." derler. Ey Muhammed!
De ki: "Hepsi Allah'tandır." Bu topluma ne oluyor ki, hiç söz anlamaya yanaşmıyorlar?
79- (Ey insanoğlu!)
sana gelen her iyilik Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir.
Ey Muhammed! Biz seni bütün insanlara bir elçi olarak gönderdik. Buna şahit
olarak da Allah yeter.
80- Kim peygambere
itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onlara
bekçi olarak göndermedik.
81- Sana "Peki"
derler, fakat senin yanından çıktıklarında, içlerinden birtakımı, geceleyin
(gündüz) söylemiş olduklarının tersini kurarlar. Allah onların geceleyin tasarladıklarını
yazıyor. Sen onlara aldırma. Allah'a güven. Vekil olarak Allah yeter.
82- Onlar
hâlâ Kur'ân'ı gereği gibi düşünüp anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o Allah'tan
başkası tarafından indirilmiş olsaydı mutlaka onda birçok çelişkiler bulurlardı.
83- Kendilerine
güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu hemen yayıverirler. Halbuki
onu peygambere ve aralarında yetkili kimselere götürselerdi, onlardan sonuç
çıkarmaya gücü yetenler, onu anlarlardı. Allah'ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti
olmasaydı, pek azınız hariç, şeytana uyardınız.
84- (Ey Muhammed)
Allah yolunda savaş! Sen ancak kendi yaptığından sorumlusun. Müminleri de
savaşa teşvik et. Umulur ki, Allah kâfirlerin gücünü kırar. Hiç şüphesiz ki
Allah kuvvet ve kudretçe çok daha güçlü, ve cezası daha çetindir.
85- Kim güzel
bir işte aracılık ederse, ona o işin sevabından bir pay vardır. Kim de kötü
bir şeyde aracılık yaparsa, ona da o kötülükten bir pay vardır. Allah her
şeyi gözetip karşılığını verir.
86- Siz bir
selam ile selamlandığınız zaman, siz de ondan daha güzeliyle karşılık verin
veya verilen selamı aynen iade edin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını gereği
gibi yapandır.
71-72- Uyanık
ve ihtiyatlı bulununuz; düşmandan sakınmak için maddî ve manevî bütün sebepleri
ve vasıtalarınızı edininiz, silâhınızı alınız da onlara karşı takım takım,
bölük bölük hareket ediniz.
Sübat: Sübe'nin
çoğuludur. Sübe, ondan fazla erkekten oluşan cemaat demektir. Veya hepiniz
birlikte seferber olunuz ve şüphesiz içinizden öyle kimseler vardır ki mutlaka
ağır davranır, geri kalır durur da şayet başınıza bir musibet gelirse, yani
başarılı olamadığınız, sıkıntılar çektiğiniz veya şehid olduğunuz takdirde
ne iyi Allah bana lutfetti, nimetler verdi. Çünkü ben onlarla beraber bulunmadım,
der. Üzülecek yerde sevinir, ve fakat Allah tarafından bir lütuf ve ihsan
size ulaşırsa, fetihler yaparak ganimeti elde ederseniz sanki onunla sizin
aranızda hiç bir sevgi olmamış, yabancılar gibi mutlaka diyecektir ki: Ah
ne olurdu, keşke ben de onlarla beraber olaydım da büyük maksatlara ereydim.
Yani sizin başarılı ve muzaffer olmanızdan bir dost memnuniyeti kadar memnun
olmayacak, memnuniyet yerine üzülecek, sizinle beraber bulunmadığına ahiret
düşüncesiyle değil, yalnız dünya sevgisiyle pişman olacaklardır. Bundan dolayı
bunlar böyle yapmaya devam etsinler,
73- 75- dünya
hayatını ahirete satan, bu güne aldanmayıp sonunu gözeten ihlas sahibi daima
hazır bulunup savaşsın... Her kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya
galip gelirse, her iki durumda da biz ona büyük bir mükâfat vereceğiz Burada
savunma şeklindeki savaştan başka, hücum şeklindeki savaşa da işaret etmek
ve bunun gibi bir maksat ve hikmetle savaşın meşru olabileceğini anlatmak
gayesiyle buyuruluyor ki: ne menfaatiniz, ne hakkınız ve ne mazeretiniz var
ki, Allah yolunda ve zulüm ile baskı altında kalmış, "Ey Rabbimiz! Bizi halkı
zâlim olan, zâlimler elinde bulunan şu memleketten çıkar ve bize kendi tarafından
bizi sever ve gözetir bir sahip ve idareci gönder. Yine tarafından bize bu
zâlimlere karşı yardım edecek bir yardımcı gönder." deyip duran zayıf ve çaresiz
erkekler ve kadınlar ve çocukların kurtarılması uğrunda savaşmayacaksınız?"
İşte bu Ümmü'l-Kurâ olan Mekke'ye işarettir ki, müşrik olan Mekke halkı, zayıflara
ve özellikle içlerinde bulunan müminlere son derece zulüm ve eziyet ediyorlardı
ve zaten; "Çünkü şirk elbette büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13) âyetinin
mânâsı gereğince Allah'a şirk koşmak zulümlerin başı olan büyük bir zulümdür.
Allah Teâlâ zulme uğrayanların dualarını kabul ve Peygamberinin eli ile Mekke'nin
fethini nasib edip Hz. Muhammed'in veliliği ve yardımı ile maksadına eriştirmiş
ve onu aziz kılmıştır. Demek ki savaş, ile bir yeri işgal etmek ancak böyle
Allah rızası için zulme uğrayanları, zalimlerin pençesinden kurtarmak ve halk
üzerinde Allah Teâlâ'nın adil hükümlerini ve rahmetini tatbik etmek için meşru
olabilir, yoksa zulüm ve baskıyı yaygınlaştırmak ve memleketleri istila etmek
gibi sırf tecavüz ve saldırı için savaşmak asla meşru değildir. Tam bir açıklama
için bu önemli nokta yani savaşın gayesi meselesi, bir de şu şekilde âyetlerle
tesbit edilmiştir:
76- İman edenler
Allah yolunda savaşırlar kâfirler de tağutun yolunda, yani Allah'tan başka
kendilerine tapılan azgınlar yolunda, azgınlık ve şeytanlık uğrunda savaşırlar.
Bundan dolayı siz (savaşa) hazırlanınız da şeytan dostlarına, şeytan taraftarlarına
karşı savaşınız ve korkmayınız, çünkü Hakk'a karşı şeytanın hile ve tuzağı
zayıftır.
Tefsirciler
diyorlar ki, bunun için hak ve iyilik taraftarları hayatlarında yoksulluk
ve sıkıntı içinde bulunsalar bile sonsuza kadar aziz olarak güzel hatıraları
baki kalır. Bu gün olmazsa yarın mutlaka mutlu olurlar. Kötülük, şeytanlık,
azgınlık ve yalancılıkla hükmeden zorbaların zorbalıkları da nasıl olsa söner,
yerlerinde yeller eser, şâyet anılırlarsa lanetle anılırlar. "Muhakkak ki
yeryüzüne salih kullarım varis olacaklardır." (Enbiya, 21/105), "İşte o ahiret
yurdu, biz onu yeryüzünde kibir ve fesat arzusu bulunmayanlara veririz. Akibet
muttakilerindir." (Kasas, 28/83).
Bir şairin
dediği gibi:
Zulmün topu
var, dehşeti var, savleti varsa
Hakkın da
bükülmez kolu var, kuvveti vardır.
"Yani zulmün
topu, dehşeti ve saldırganlığı varsa, buna karşılık Hakk'ın da bükülmez kolu
ve kuvveti vardır."
77-Böyle iken,
Baksana o bir zamanlar kendilerine, ellerinizi (savaştan) çekiniz, sakın savaşa
sebep olmayınız ve siz hemen namazı dosdoğru kılınız, zekatı veriniz, denilenleri
görmedin mi? Yani savaş ve çarpışmanın zamanı değil iken, "Bize bir hükümdar
gönder. (Onun önderliğinde) Allah yolunda savaşalım." (Bakara, 2/246) diyenler
gibi savaşa taraftar olup da sakın savaşmayınız diye men edilenler üzerlerine
savaşmak yazılıp farz kılınınca, savaş kesin bir vazife halini alınca bunlardan
bir kısmı Allah'tan korkar gibi veya daha şiddetli bir şekilde insanlardan
korkmaya başladılar. Sözlü olarak veya davranışlarıyla dediler ki: Ey Rabbimiz!
Bize savaşmayı niçin yazdın, niçin takdir ettin, veya niçin farz kıldın? Bizi
çok uzak değil yakın bir zamana kadar geciktirseydin. Az bir müddet daha bize
mühlet verseydin de biraz daha yaşasak ne olurdu? Ey Muhammed! Sen bunlara
de ki: Dünya malı ne olursa olsun azdır, mutlaka geçicidir. Ahiret ise muttaki
olan, fenalıktan korunabilenler için daha hayırlıdır. Size kıl kadar zulüm
edilmez veya onlar zulme uğramazlar.
FETİL: Hurma
çekirdeğinin ortasındaki yarıktaki ince iplik gibi çizgi demek olup azlık
ve önemsizlikte mesel olarak kullanılır ki, Türkçemizde 'kıl kadar" diye ifade
edilir.
78- Her nerede
olursanız olunuz ölüm size yetişir. Yüksek kalelerde veya sağlam saraylarda,
hatta gökteki yıldızlarda dahi bulunsanız yine ölüm gelir sizi bulur. Bundan
dolayı ölüm korkusu ile vazifeden kaçınmanın hiçbir anlamı yoktur. Madem ki
mutlaka bir ölüm vardır. Ona her zaman hazır olmalı, dünya hayatına bağlanmamalı,
vazifeyi seve seve yapmalıdır. Bir de Ey Muhammed! Bir takım kimseler -ve
özellikle münafıklar- kendilerine bir iyilik, bir nimet veya herhangi bir
güzellik nasib olursa "bu Allah tarafındandır" diyorlar. Allah'tan biliyorlar.
Ve eğer başlarınıza bir bela veya herhangi bir kötülük gelirse "bu senin tarafındandır"
diyorlar.
Bu hususta
şöyle rivayet edilmiştir ki: "Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine'ye geldiği zaman
Medine'de bolluk ve ucuzluk olmuştu. Hz. Muhammed'in insanları İslâm'a davet
etmesi üzerine yahudilerin inadı ve münafıkların münafıklığı ortaya çıktığı
sıralarda kıtlık ve pahalılık görülmeye başladı. Bunda belki Medine'nin kalabalık
olmaya başlamasının da bir rolü düşünülse bile, yağmurların alışılmışın aksine
az yağması, meyve ve ürünlerin olmaması gibi tabii durumlar da vardır ki,
"Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, ora halkını (Peygamberlere baş
kaldırdıklarından ötürü bize) yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk
ve darlıkla sıkmışızdır." (A'raf, 7/94) âyetinde her peygamberin gönderildiği
memlekette başlangıçta böyle bir darlık ve sıkıntının yüz göstermesi de Allah'ın
âdeti olduğu açıkça belirtilmiştir. İşte o zaman yahudiler ve münafıklar;
"Biz böyle uğursuz bir adam görmedik. Bu geleli meyvalarımız az biter oldu
ve fiyatlar arttı, pahalılık çoğaldı." diyorlar. Bolluğu ve ucuzluğu Allah'a,
darlığı ve pahalılığı Peygambere isnad ediyorlardı. Çünkü "Onlara bir iyilik
(bolluk) gelince, (Bu bizim hakkımızdır.) derler. Eğer kendilerine bir fenalık
gelirse Musa ve onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı " (A'raf, 7/131)
âyetinin mânâsından anlaşıldığı gibi vaktiyle Hz. Musa'yı da böyle uğursuz
saymışlardı. Bu âyetin iniş sebebi bu olmuş. Fakat âyet, beyanın gelişi itibariyle
savaş durumlarını da ilgilendirdiğinden iyilikler ve kötülükler, bolluk veya
darlık, sıhhat veya hastalık, hayat veya ölümden başka, zafer veya yenilgi
gibi savaş sonuçlarını da kapsayacak bir şekilde ifade edilmiştir.
Ey Muhammed!
De ki, başınıza gelen iyi ve kötü şeylerin hepsi Allah tarafındandır. Onun
yaratması ve takdiri iledir. İyilikler, Allah'ın bir ihsanı, kötülükler de
Allah'ın yardımı kesmesidir. Bu böyle iken bu adamların ne çıkarı var ki bir
sözü veya olayı fıkhı ile, yani sırrı ve hikmeti ile anlamaya yaklaşmazlar
da Allah tarafından başlarına gelen felaketi peygambere isnad etmeğe kalkışırlar.
Şimdi de
öyle bizi niye dine davet edip duruyorsun? Kâfirlik de Allah'tandır demeye
kalkışırlar. Çünkü söz anlamamak yüzünden denilince bir taraftan bundan insanın
çalışmasını ve iradesini inkar etmeye, kulların işlerinde cebr (zorlama) mânâsını
çıkarmaya kalkışırlar. Diğer taraftan öyle ise sorumluluk nerede kalır? Allah'a
inanma ve iman etmenin tabiat tasavvurundan ne farkı olur? Allah'a kötülük
nasıl isnat edilir? Allah'ın zararlı olan bir şeyi yaratması nasıl caiz olur,
gibi şüphelere saplanırlar.
79-Bu konuda
Ey Muhammed, hitaba layık ve Allah'ın sözünü anlayacak olan sensin, dinle:
Sana gelen her iyilik, her menfaat, itaat ve mükafat Allah'tandır, çalışıp
kazanman olsa da olmasa da Allah'tandır. Çünkü Allah dilemeyince hiçbir şey
olmaz. Allah Teâlâ Rahman ve Rahim olduğu için de iyilikler O'nun irade ve
takdirine, yaratma ve var etmesine dayanmakla beraber, O'nun rızasına da tamamen
uygundur. Bunun için insanın çalışıp kazanmasıyla ilgili olmayan iyilikler
yalnız Allah'ın ihsanı olduğu gibi, insan iradesiyle ilgili iyilikler de Allah'ın
takdir ve yaratmasına, hükmünü yürütmesine ve başarılı kılmasına, irade ve
rızasına uygun olması hasebiyle yine O'nun bir ihsanıdır. Bunun için sübjektif,
objektif, maddî, manevî, çalışılarak kazanılan ve çalışmadan elde edilen mutlak
şekilde bütün iyilikler Allah'tan bilinmelidir. Başına gelen her kötülük ise
kendi nefsindendir, kendi günah veya kusurundandır. Gerçi "Hepsi Allah'tandır."
âyeti gereğince bu da Allah katındandır. Allah takdir ve irade etmemiş olsaydı
bu da olamazdı. Fakat bunda yapma veya terk etme yönünden mutlaka senin sebep
olman vardır. Bunun esası senin kendin, senin arzun veya senin kusurun, senin
hatan veya senin acizliğin ve senin özündür. Çünkü sen başlangıçta kendi nefsinde
ve aslında her şeye gücü yeten ve varlığın başlangıcı olsaydın elbette kendine
hiçbir günahı yaptırmazdın ve hiçbir taraftan sana bir zararın gelmesi ihtimali
olmazdı. Bundan dolayı birinci derecede günahların kaynağı, yokluğun aslı
ve yalnız mümkün olan yaratıkların mahiyyetinin kendi acizliğidir. Allah,
ona herhangi bir var oluş anında bol bol iyilik ihsan etmese o derhal yok
olur gider. İkincisi, başa gelen kötülüklerin bir kısmı insanın arzu ve iradesine
bağlıdır. İnsan onu nefsinde tecelli eden bir irade ve istek ile bilerek veya
bilmeyerek bizzat veya dolayısıyla ister. Hatta ısrar da eder, irade ve istek
kuvveti nefsinde bir iyilik olduğu halde istenen maksat, iyilik de kötülük
de olabilir. Allah Teâlâ da cimri olmadığından kulunun iradesine izin verip
hükmünü yürüterek maksadını yaratır ve istenen kötülük yine Allah katından
gelmekle beraber, sebep ve çıkış yeri kulların nefsi ve onların kazancı sayılır
ve sorumluluk da yapana ait olur. "Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi
ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu affeder."
(Şûra, 42/30). Üçüncüsü, genel anlamıyla "seyyie" sadece günah değil, meşakkat
ve sıkıntıları da kapsadığına göre bazı sıkıntılar, acılar vardır ki nefsi
temizlemeye sebep ve günahlara keffaret ve bundan dolayı iyiliğin başlangıcı
olur.
Bu gibi kötülüklerin
de başa gelmesi yalnız nefsin ıslahı veya kurtuluşu hikmetine dayandığından
bu da Allah katından gelmekle beraber buna "nefsin için" mânâsına "nefsinden"
demek doğru olursa da bunu iyilikten saymak daha uygundur. Bundan dolayı,
her ne şekilde olursa olsun kötülük önce kula nisbet edilmeli, insan onu kendisinden
bilmeli ve bununla birlikte "Allah katından" olduğunu da unutmamalıdır. Bu
âyetten, Mutezilîlerin istenerek yapılan işlerde kulun kendi yaptıklarının
yaratıcısı olduğunu, çıkarmaya kalkışmaları doğru değildir. Çünkü âyeti böyle
bir iddiaya aykırıdır. Hülasa, "Her şey Allah'tandır." Fakat bundan cebir
(zorlama) anlaşılmamalıdır. Âyetinin açıklamasına uygun olarak ne zorlama,
ne serbestlik "ikisi arasında bir durum," bir adalet ve sorumluluk anlaşılmalıdır
ki, burada de ki, "İyi ve kötü herşey Allah'tandır." iman esasının güzel bir
açıklaması vardır. Ve bu açıklama kendisini iyi, başkasını kötü, iyiliği kendinden,
kötülüğü başkasından bilen cahil ve gururlu insanlığın gururuna karşı bir
ders olduğu gibi; kendisini ne iyilik, ne de kötülük hiçbir şeyle ilgili saymayan
tembel insanlığın tembelliğine ve ilişiksizliğine karşı da bir derstir. Mutlaka
şunu iyi düşünmek gerekir ki, hem hem de olması, Allah ile insan arasında
önemli bir ilginin varlığına delalet eder ki, bu da, "Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım." (Bakara, 2/30) âyetinde anlatılan vekillik; "Biz emaneti göklere,
yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korktular.
Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zâlim, çok cahildir." (Ahzab, 33/72) âyetinin
yüce açıklamasında arzedilen emanet meseleleridir. Nefis, ne zaman kendini
ileri sürer, hareketlerini ve iradelerini kendi hesabına yapmaya kalkışırsa,
vekilliği ve emaneti kötüye kullanmış olur ve kötülüğün kaynağı olmuş olur.
Ve her ne vakit iradesini, emanetin yerine getirilmesi ve vekillik vazifesinin
yürütülmesi açısından harcar, kendini Allah'ın iradesine teslim ederse, o
zaman da Allah'ın iyiliklerine mazhar olur. Ve işte insanlık mertebeleri bu
iki itibarın ortaya çıkmasına bağlıdır. Ve bunun en başında peygamberlik mertebesi,
onun başında da genel elçilik (Peygamberlik) mertebesi vardır. Bunun için
burada Hz. Peygamber'in bütün insanlığa peygamberliği âyetle ifade edilerek,
bütün iyiliklere nail olduğu işaretle buyuruluyor ki: Ve biz seni bütün insanlara
elçi olarak gönderdik, sen onlara nefsini değil, Rabbinin iradelerini, besbelli
gücünü göstereceksin. Bundan dolayı senin nefsin, kendi hesabına ortaya çıkmaktan
berî kılınmıştır. Sen hiç bir zaman kötülük kaynağı olmazsın ve buna şahid
olarak Allah yeter. Allah'ın emrine bizzat Allah'ın şahitliğinden daha açık
hiçbir şey yoktur. Sen, sözlerinde, işlerinde ve iradelerinde senin değil
Allah Teâlâ'nın kudret, irade ve rızasını göstereceksin, hakkın iyiliklerini
ortaya çıkaracaksın. "Allah'ın, kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik
etmiş." (Âl-i İmran, 3/18) olduğu gibi, "Allah'ın, Muhammed'in kendi elçisi
olduğuna şahitlik etmiş" olduğu da anlaşılacaktır.
80-81-Bilindiği
gibi elçiye itaat, elçiyi gönderene itaattir. Bunun için her kim Allah'ın
elçisine itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Her kim de nefsine uyar, itaatten
yüz çevirirse onu kötülüklerden koruyacağım diye uğraşma. Çünkü biz seni onların
başına bir koruyucu olarak göndermedik, elçi olarak gönderdik. Artık onlar,
kötülük kaynağı olan nefislerdir, elbette kötülükleri yapacaklardır. Sen onları
kötülüklerden, kötülüklerin cezasından koruyamazsın. Onlar yani "başüstüne"
de, derler. Sonra yanından çıktılar mı bir kısmı geceleyin sana söyleyeceğinin
veya senin söyleyeceğinin tersini söyler, başka bir ifade ile, sana verdiği
sözün veya senden aldığı emrin tersini yapmak için beyit yapmaya çalışır gibi
yalan dolan uydurmakla uğraşır, dediği halde gönlünde isyanı kurar, sıkıntı
çıkarmaya uğraşır, kalbinde daima bunu gizler. "Kim peygambere itaat ederse
Allah'a itaat etmiş olur." hükmüne karşı münafıkların bir kısmı artık Muhammed,
Allahlık iddiasında bulunmaya kalkışıyor demek istemiş, bunun üzerine bu âyet
inmiştir. (Âl-i İmran, sûresindeki "De ki, eğer Allah'ı seviyorsanız bana
tabi olunuz." (3/31) âyetinin tefsirine bkz.) Onlar gönüllerinde ne gizlerlerse
Allah onu yazar, vahy ile sana bildirir. Kur'ân'a geçirir veya sırası gelince
cezalarını vermek üzere defterlerine geçirir. Bundan dolayı sen onlara bakma,
her hususta Allah'a dayan, bunları da ona havale et Allah Teâlâ vekil olarak
yeter.
82- Bunlar
hâlâ Kur'ân üzerinde gereği gibi düşünmüyorlar mı? Eğer bu Kur'ân, yahut senin
söylediklerin Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı bunda bir çok tutarsızlık
bulacaklardı. Böylece gaipten verilen haberin ve özellikle gizli gizli kalblerinde
gizledikleri şeylerden haber veren bu kadar haberlerin şaşan, doğru olmayan,
gerçeğe uygun olmayan yalanlarını yanlışlarını bulabilirlerdi. Halbuki bulamıyorlar
ve bulamazlar. Kendilerinden başka kimsenin haberdar olmadığı durumları, fikirlerini
ve sırlarını Kur'ân'ın ve Peygamberin, olduğu gibi ve ihtilafsız haber verdiğini
görüyorlar. Bunun sonunu düşünmeleri ve Allah tarafından olduğunu doğrulamaları
gerekir. Kur'ân'ın ne verdiği haberlerinde, ne de vaad ve tehdidinde aksine
gelişen hiçbir şey bulunamamıştır ve bulunamaz. Bundan başka Kur'ân bir Allah
vergisi olmasaydı, bunu baştan başa icazkar (herkesin yapamayacağı şekilde
fasih), benzeri olmayan bir belağat ve fesahat içinde cereyan etmiş, gitmiş
bulmazlardı. Bir kısmını fasih, bir kısmını kusurlu, bir kısmını kolay ve
bir kısmını zor, karşı çıkılabilir ve mutlaka çıkılabilir, değişik, çok değişik
bir şekilde bulurlardı. Bu kadar beyan çeşitlerinin ve makamların farklı olması
ile beraber hepsini birbirine benzeyen ve birbirine uygun bir fıtrat düzeni,
sağlam ve kusursuz bir metin içinde bulamazlardı. Beyan üslubunda tabiatın
zorlamasından, düşünce ile ilgili zorlanmalardan, hak ve iyiliği, doğru düşünmeyi
hedef edinmeyen, nefse ait maksatlar, nefis ve şehvetle ilgili meyillerden
bir çok nişaneler bulurlardı. Daha sonra kırâet ve hükümlerinde, sûre ve âyetlerinde,
maksat ve mânâların, hikmet ve yararların, durumların gereğinin çeşitli ve
değişik olmasıyla uyumlu ve hepsinde Allah'ın hükmünün hissedilen akışını
gösteren ahenkli bir çeşitlilik ve değişiklik bulmazlar. Değişik ve tahrif
edilmiş (bozulmuş) Tevrat ve İncil nüshalarında açıkça görüldüğü üzere, nesih
ve değiştirme konusu olmayan aynı olayda, aynı zamanda bir çok uyuşmazlıkla
değişik ve çelişkili nice haberler, hükümler bulurlardı. Evet Kur'ânda zamanların,
yerlerin ve durumların değişmesine göre değişik hükümleri ve çeşitli mânâları
ifade eden kırâet ve lafızlar vardır. Ve bu açıdan birbiriyle çelişkili olduğu
görünen âyetler vardır. Fakat bunların hiçbiri Allah'ın birliğine ters düşen
aynı olayda, aynı zamanda, aynı şartlar altında çelişkili ve dağınık bir gidişat
üzerinde değil, yavaş yavaş birbirini iyice açıklamak, tefsir etmek ve çeşitli
durumların gereğine göre hükmü değiştirmek, yerine başkasını koymak suretiyle
açıklamak ve zaman zaman değiştirmek ve kaldırmakla beyan ederek giden ve
sonsuz bir hayatın akışını ve hizmetini devam ettiren özel ve düzenli bir
gelişme üzerinde yürür gider ve hakikat gülistanında açılan bütün yaratılış
tecellileri ve güzellikleri gibi çokluk içinde birliği ve birlik içinde çeşitlenmeyi
ifade eden mükemmel bir ahenk ve uyumlu bir değişiklik ve çeşitlilik arzeder.
Ve Kur'ân ilminin en büyük önemi ve zevki de içinde fazla karışıklık bulunmayan
bu çeşitli ahenk içinde sonunu tam düşünmekle müteşabih âyetleri muhkem âyetlere
havale ederek Kur'ân âyetlerinden Allah'ın hükümlerini ve kâinatın olaylarından
Allah'ın varlığını okuyup bulmaktır.
Mesela "Hepsi
Allah tarafındandır." ifadesiyle "Sana her ne kötülük isabet ederse kendi
nefsindendir." düsturları arasında açık bir çelişki ve zıtlığın bulunduğu
zannedilebilir. Halbuki bunlar, birbirini tamamlayan bir açıklama olarak beraberce
düşünülmek ve aradaki çelişme noktaları atılıp beraberlik yönleri düşünülmek
üzere söylenmiş ve, "Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!"
(Nisâ, 78) âyeti ile de bu nokta özellikle hatırlatılmış. Burada da ifade
edilen değişik hükümlerin, bu gibi çeşitli açıklamaların hükümde çelişkiden
değil, hikmet ve faydalar ve durumların gereğine uygun ve ahenkli bir hikmetten
ileri geldiği özel bir şekilde anlatılmak ve münafıkların yalan dolanlarına
tamamen engel olmak için fazla değişiklik olmadığı ifade edilerek buyurulmuş
ve iyice düşünmeye sevk olunmuştur.
83-Yukarda
diye Allah'a itaat ile, Hz. Peygamber'e itaat etmek birbirinden ayrıldığı
halde burada diye ikisi birleştirilerek Peygambere itaat Allah'a itaate çevrildiği
sırada hem idarecilere itaatın hükmünün Peygambere itaat etmeye bağlı ve ona
eklenmiş olduğunun anlatılması, hem de müslümanların siyasi yönden eğitimlerinin
yükseltilmesi için buyuruluyor ki: Bir de kendilerine emniyet veya korkuya
dair tatlı veya acı bir emir, bir haber, bir şey gelince hemen onu yayarlar;
doğru mu, değil mi, yahut yayılmasında bir zarar var mı yok mu, kamu yararı
açısından neşredilmesi caiz mi, yoksa gizlenmesi gerekir mi, düşünmeden danışmadan
yayarlar Burada gazetecilerin durumuna da temas eden bir uyarı vardır. Bunlar
işittikleri bu haberi Peygambere ve kendilerinden olan idarecilere, yani o
işte yetkisi ve ihtisası bulunan zatlara veya amirlere götürüp onlara başvursalar,
danışsalar veya havale etseler onu içlerinden bilgi ve tecrübeleri ve iyi
niyet ve basiretleri sayesinde istinbat edebilecek ve hüküm çıkarabilecek
olanlar mutlaka bilirler, ne yapılacağını anlar, anlatırlardı.
İSTİNBAT:
Çıkarmaktır. "Nebıt" de bir kuyu kazılırken ilk çıkan su demektir. İşte çözümü
istenen bir olay, bir konu karşısında elde bulunan prensipler ve bilgileri
inceleme ve etraflı bilgi edinme, araştırma ve düzeltme ve karşılaştırarak
yeni bir bilgi ortaya çıkarmaya da istinbat ve istihrac denilir ki, bu bir
meleke ve özel bir kudrettir. Herhangi bir işte böyle bir liyakat ve yeterlik
sahibi olanlar, o işin müctehidi ve gerçek sahibi ve Allah katında yetkilileridir.
Bunun için yukarıda diye Allah'a ve Peygamberine müracaat edildiği gibi, burada
da Allah'ın Peygamberine ve böyle yetkili kimselere müracaat tavsiye edilerek
bunlara da itaat etmenin Peygambere itaat etmeye bağlı olduğu bir daha anlatılmıştır.
Bundan dolayıdır ki icmada geçerli olan görüş bu gibi yetkili zevatın görüşüdür.
Bu âyet bize
özellikle şu hükümleri anlatıyor:
1- Olaylarla
ilgili hükümler içinde doğrudan doğruya âyet ile bilinmeyip istinbat ile bilinecek
olanlar da vardır.
2- İstinbat
da bir delildir.
3- İstinbata
ehil olmayan bilgisiz kimselerin olaylarda ve bilmedikleri konularda âlimlere
başvurmaları ve onlara uymaları gerekir.
4- Hz. Peygamber
bile istinbat ile mükelleftir. Çünkü den sonra âyeti Peygamberi de kapsadığında
şüphe yoktur.
İniş sebebine
gelelim: Münafıklar fırsat buldukça düzmece şeyleri ve uydurdukları kötü yalanları
yayarlar. Müslümanların zayıflarından bir takım halk da müfrezelerin durumlarıyla
ilgili tatlı veya acı herhangi bir haber işittikleri zaman doğruluğunu, yanlışlığını
araştırmadan, ne öncesini, ne de neticesini hesaba katmadan doğrudan doğruya
yaymaya kalkışırlardı. Ve bu gibi saygısızlıklardan bazı fitneler meydana
gelirdi. Tefsircilerin çoğu, bu âyetin bundan dolayı indiğini açıklamışlardır
ki, bu şekilde âyetin iniş sebebi, savaş ve askerî durumlarla ilgili olmuş
oluyor. Diğer taraftan Sahih-i Müslim'de Hz. Ömer'den, İbnü Abbas kanalıyla
rivayet edildiğine göre, Resulullah'ın, kadınlarından bir süre için uzak durduğu
esnada, bir gün Hz. Ömer camide insanların, Resulullah bütün hanımlarını boşamış
diye üzülerek konuştuklarını görmüş ve bu haberi aklı almadığından derhal
koşup izin isteyerek peygamberin huzuruna girmiş, biraz derdini anlattıktan
sonra bir fırsat bulup "kadınlarını boşadın mı?" diye sormuş, "hayır (boşamadım)"
cevabını alınca çıkıp "bilesiniz ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) kadınlarını boşamadı"
diye bir tellal gibi seslenmiştir. Bu âyet de bunun üzerine inmiştir ki, Hz.
Ömer'in gerçeği istinbatına (ortaya çıkarmasına) işaret etmekle, onu övmeyi
de kapsamaktadır. Bu rivâyete göre âyetin iniş sebebi, Nisâ sûresinin esas
itibarıyla içine aldığı aile hükümleri ile bir ilgisi de vardır. Fakat terbiye
ile ilgili hükmü genel olduğundan âyet daha fazla savaşla ilgili durumları
ve siyasi eğitimi hedef alan bir nazım uslubuyla ifade buyurulmuştur. Çünkü
bunlarda boş boğazlık daha çok yapılır ve daha fazla zararlıdır.
Ey Müslümanlar!
Eğer Allah'ın bu fazileti ve rahmeti sizin üzerinizde olmasaydı, yani böyle
peygamber ve istinbata gücü yeten ilim ehli yetki sahipleri ile doğru yola
irşad ve hidâyeti olmasa muhakkak ki siz çoğunlukla şeytana, şeytan gibi münafıklara
uyardınız, sürüklenirdiniz, uymadığınız konular veya uymayan adamlar pek az
olurdu. Çünkü az çok aklı olan herhangi bir kimse her konuda şeytana aldanmaz.
Kitabın sırlarını bilen ve hüküm çıkarmaya gücü yeten yetkililer, çok geniş
bilgi sahibi olan âlimlerden olan zatlar da hak ve hayırlı işleri Allah'ın
kuvvetiyle birbirinden ayırmaya güçleri yettiğinden bunların da şeytana aldanması
pek az olur. Halbuki halk, çoğunlukla aldanır. Bununla birlikte ilim ehlinin
aldanmaması da yine Allah'ın fazilet ve rahmeti sayesindedir. Bunun için diğer
bir âyette: "Eğer üzerinizde Allah'ın lutfu ve merhameti olmasaydı, içinizden
hiçbiri ebediyyen temize çıkmazd" (Nur, 24/21) buyurulmuştur. Bundan dolayı
bu iki âyet arasındaki lutuf ve merhametin farkı unutulmamalıdır. Birisi mutlak,
birisi kayıtlıdır.
84-Durum böyle
olunca yani savaş yazılmış, mazlumlar (zulme uğrayanlar) inler, acı büyük,
dünya malı az, ölüm nasıl olsa takdir edilmiş, hazırlıklı olmak ve itaat etmek
lazım olduğu halde münafıklar itaat etmez, hile ve dolandırmaya çalışır, birtakımları
da ağır davranır savaştan kaçınırsa Ey Muhammed! Bizzat sen Allah yolunda
savaş. Sen ancak kendi nefsinle mükellefsin, kendi yaptıklarından sorumlusun.
O halde yalnız da kalsan bu vazifeni yap. Müminleri de savaşa teşvik et ve
istekli kıl ki Allah'ın kâfirlerin zarar ve kuvvetini önlemesi kuvvetle umulmaktadır.
Yani vaad edilmiştir. Bu âyet, Küçük Bedir savaşı hakkında inmiştir. Âl-i
İmran sûresinde . "Onlara bazı kimseler, insanlar, size karşı bir araya geldiler,
demişlerdi" (Âl-i İmran, 3/173) âyetinde açıklandığı üzere Hz. Peygamber (s.a.v.)
Uhud savaşından sonra Ebu Süfyan'a karşı bir sene sonra zilkade ayında Küçük
Bedir pazarına katılacağına dair sözleşmiş ve söz vermişti. Zamanı gelince
insanları davet etti, fakat onlardan bir takımı çekindi. Bunun üzerine bu
âyet indi ve Hz. Peygamber: "Ben yalnız kalsam yine giderim" buyurdu Ve yetmiş
atlı arasında hareket etti. Allah Teâlâ da kâfirlerin kalbine bir korku koydu
ve onları (Bedir'e gelmekten) caydırdı. Onlar, Merri Zahran'dan döndüler.
Hz. Peygamber de beraberindeki (ashabı) ile birlikte Bedir'de sekiz gün kaldılar
ve ticaret yaptılar. Bu şekilde Allah'ın, "Kafirlerin şiddet ve kuvvetini
önleme" vaadi de Kureyş kâfirlerinin aleyhine gerçekleşti. Bunun genel bir
şekilde gerçekleşmesi de Hz. İsa'nın gökten inmesi meselesi olacağı söylenmiştir.
Hz. Peygamber bu "Küçük Bedir" olayında bu emre uygun olarak tek başına gitmeye
kalkıştığı gibi, buna uyarak Hz. Ebu Bekir Sıddık da Peygamberin vefatı üzerine
zekatı vermekten kaçınan mürtedlere karşı böyle yapmış ve Hz. Peygamberin
halifesi olmayı hak ettiğini bununla da ispat etmiş ve başarılı olmuştu.
Evet, kâfirlerde
şiddet ve kuvvet bulunabilir ve fakat Allah kuvvet ve kudretçe onlardan hem
pek çok yüksek, hem de cezası ve azabı onlarınkinden çok şiddetlidir. Bundan
dolayı kâfirlerin kuvvetinden korkup da Allah'a isyan etmemeli, Allah'ın kudret
ve azabından korkup da Allah'a itaat etmeli ve kâfirlere karşı gelmelidir.
Bunun için ey Muhammed! Sen kendin Allah yolunda savaş ve müminleri teşvik
et. Çünkü bu bir şefaat demektir.
85-Halbuki
kim güzel bir şefaat yaparsa, yani Allah rızası için bir yararlı işe aracılık
ederse ve yol gösterirse onun o şefaatten (aracılıktan) bir payı, güzel bir
sevabı olur. Yararlı ve güzel bir işte yol gösteren onu yapan gibidir. Ve
kim de İslâm'a aykırı kötü bir şefaat (aracılık) yaparsa onun da ondan aynı
oranda kötü bir payı vardır. Allah'ın da her şeye gücü yeter. Ve her şeyi
layıkıyle gözetir, İyiyi iyiliğinden, kötüyü kötülüğünden derecesine göre
hisse sahibi kılar.
Savaş ve teşvik
emirlerinden sonra ve ceza bölümünden sonra bu şefaat âyetinin gelmesi ne
kadar beliğdir (fasih ve edebidir). Bundan dolayı kötülüğe aracılık etmekten
sakınmak gerektiği gibi her çeşit güzel aracılıklar da yapılmalı ve kabul
edilmelidir.
86-Bu örneklerden
biri olmak üzere kimin tarafından olursa olsun bir selam ile selamlandığınız
zaman, bir selam ile size saygı gösterildiği vakit de siz ondan daha güzeli
ile karşılık veriniz, selamlayınız veya onu geri veriniz, yani aynı ile karşılık
veriniz.
TAHİYYE :
Lugatte mülk ve bulunduğu durumda kalma mânâsına gelir. Nasıl ki şair; "Onunla
Numân'ın yanına gidiyorum. Ordu ile onun mülkü üzerinde yerleşinceye kadar."
demiştir ki, "onun mülkü üzerine" demektir.
Bir kimseye
diye dua etmeye de tahiyye denilir ki "Allah ömürler versin" veyahut "Allah
seni mülk sahibi yapsın" veya "Mülkünde daim kılsın" mânâlarına gelir Cahiliyye
devrinde Araplar selam yerinde derlerdi. Sonraları bizde yaygın olan "Allah
ömürler versin" ifadesi bu selamın bir canlandırılması olmuştur. Fakat bunlar
bir dua olmakla beraber mutlak surette hayırlı bir dua değildir. Çünkü ömür,
hayat, mülk mutlaka selamet ve mutluluğu gerektirmez, felaket içinde de geçebilir.
Bundan dolayı bu şekilde selam, aslında noksan bir selamdır, hepsinin başı
baş sağlığıdır. "Allah ömürler versin" denildiği zaman, muhatap bu mânânın
kastedildiğini farz ederek hoşlanabilirse de bu bir gaflettir. Çünkü söyleyenin
niyeti belli değildir. Veyahut hiç düşünmemiştir. Bunun için İslâm dini, bu
noksan tahiyyeleri selama çevirmiş ve yerine dünya ve ahiret selameti ve barışı
yayan dua ve iltifatını yerleştirmiş olduğundan İslâm'da selam olmuştur.
Bunun için
"Size bir selam verildiği vakit." demek olur. Selam bir tahiyye ve iltifattır.
Fakat her tahiyye ve iltifat selam değildir.
İşte Yüce
Allah, Peygamberini ve müminleri cihada teşvik ederken İslâm'da savaşın gayesinin,
barışı temin etmek olduğunu özellikle hatırlatmak için güzel şefaatı (aracılığı)
teşvik ettikten sonra, düşmanlar barış yapmaya istekli oldukları vakit siz
de daha güzel veya onlar kadar barış yapmaya razı olunuz diye emretmiş oluyor.
Bundan dolayı burada Allah'ın sözü "Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de
ona yanaş." (Enfal, 8/61) âyetinin meâlini içerir veya gerektirir.
Demişlerdir
ki; hıristiyanların selamı, elini ağzına koymak; yahudilerin birbirine selamı,
parmaklarla işaret etmek veya baş eğip kıç kırmak; mecusilerin selamı, eğilme;
Arapların birbirine selamı "Allah ömürler versin" demek, padişahlara selamları
da "Sabahleyin nimet bul!" demek; müslümanların biribirine selamı da ve daha
güzeli demektir. buna işarettir. Rivâyet edildiğine göre bir adam Hz. Peygambere
demiş, cevap olarak Peygamberimiz buyurmuş, diğer biri demiş, peygamber buyurmuş,
diğer biri de demiş, buna de peygamberimiz buyurmuş. Bunun üzerine bu adam,
"Bana noksan selam verdin, Allah Teâlâ'nın dediği nerde kaldı." demiş ve bu
âyeti okumuş, Resulullah da "Sen bana fazla bir şey bırakmadın, ben de sana
aynısı ile karşılık verdim." buyurmuştur. Çünkü istenen şeylerin hepsi bunun
içinde bulunur, zararlı şeylerden emin olma, çıkarların meydana gelmesi ve
devamı gibi. Kısacası, selam pek büyük bir şeydir. Hatta Allah Teâlâ'nın güzel
isimlerindendir. Ve Kur'ân'da on iki yerde Allah Teâlâ mümine selam vermiştir.
Selam almak farz-ı kifayedir. Nehaî'den, "Selam sünnet, selam almak farzdır."
diye rivâyet edilmiştir. Hutbe, sesli olarak Kur'ân okuma, hadis rivâyeti,
ilim okutma, ezan, ikamet esnasında selama cevap verilmez. Oyun oynayanlara,
şarkı söyleyenlere, abdest bozan kimseye, hamamda veya diğer bir yerde çıplak
bulunana selam verilmez. Sünnet olan yürüyenin oturana, binek üzerinde bulunanın
yürüyene, atlının merkebe binene, küçüğün büyüğe, azın çoğa selam vermesidir.
İki kişi karşılaşınca ikisi de hemen selam vermeye girişirler. İmam-ı Âzam
dan rivâyet edilmiştir ki, selam alan sesini pek yükseltmez. Özetle kim tarafından
olursa olsun verilen tahiyyeyi, selamı en azından benzeri ile olsun almalı,
selam verene hiçbir zarar verilmemelidir. Barış barışla, ikram ikramla karşılanmalı
ve herhangi bir iyilik mümkün olduğu kadar karşılıksız bırakılmamalıdır. Çünkü
Allah Teâlâ'nın herşeyin hesabını hakkıyla gördüğünde şüphe yoktur. Bütün
bu işlerde de ancak onun hesabını düşünmelidir. İyi bilinmelidir ki:
Meâl-i Şerifi
87- 87- Kendinden
başka ilâh olmayan Allah, sizi kıyamet gününde mutlaka biraraya toplayacaktır.
Bunda asla şüphe yoktur. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir? Şu halde:
Meâl-i Şerifi
88- O halde,
siz niçin münafıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz? Allah onları kazandıkları
günah yüzünden terslerine döndürdüğü halde Allah'ın saptırdığını yola getirmek
mi istiyorsunuz? Allah kimi saptırırsa, sen onun için bir çıkış yolu bulamazsın.
89- Onlar,
küfür işledikleri gibi, sizin de küfür işleyip kendileriyle bir olmanızı arzu
ettiler. Onun için, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden dost
edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse onları yakalayın ve bulduğunuz yerde
öldürün; Onlardan ne bir dost, ne de bir yardımcı edinmeyin.
90- Ancak
o kimselere dokunmayın ki, sizinle aralarında anlaşma olan bir kavme sığınmış
bulunurlar. Yahut ne sizinle, ne de kendi kavimleriyle savaşmayı gönüllerine
sığdıramayıp tarafsız olarak size gelmişlerdir. Eğer Allah dileseydi, onları
size musallat kılardı, onlar da sizinle savaşırlardı. Eğer onlar sizden uzak
dururlar, sizinle savaşmayıp size barış teklif ederlerse, Allah, sizin için
onlar aleyhine bir yol vermemiştir.
91- Diğer
birtakım kimseleri de bulacaksınız ki; hem sizden emin olmak, hem de kavimlerinden
emin olmak isterler. Fitne için her davet olunuşlarında onun içine başaşağı
dalarlar. Eğer bunlar sizden çekinmezlerse, kendilerini bulduğunuz yerde yakalayın
ve öldürün. İşte bunlar aleyhinde size açık bir ferman verdik.
88-89-Hasan
ve Mücahid'den rivâyet olunduğuna göre bir kavim, Medine'ye gelip müslüman
olduklarını açıkladıktan bir süre sonra Medine'den sıkıldıklarını bahane ederek
çöle çıkmak için Hz. Peygamberden izin istemişler ve çıkınca aşama aşama göçerek
gitmişler, sonunda müşriklere katılmışlar, Müslümanlar da bunların müslüman
olup olmadığında ve savaş açısından haklarında nasıl bir muamele yapılmasının
lazım geleceğinde ihtilafa düşmüşlerdi. Bu sebeple bunların aslında münafık
oldukları açıklanarak genel bir şekilde savaş hukuku ile ilgili bazı hükümler
tebliğ edilmek üzere şu âyetler inmiştir:
Her kim güzel
bir işte aracılık yaparsa sevap, kim de kötü bir işte aracılık yaparsa günah
kazanır. Allah'a hesap vermek bir gerçektir, Allah birdir, kıyamet gününde
şüphe yok iken, siz o münafıklar hakkında neden iki gruba ayrılıyorsunuz?
Halbuki Allah onları kazandıkları küfür ve günahlar sebebiyle tersine çevirip
reddetmiştir. Siz Allah'ın sapıklığa düşürdüğü kimselere hidayet vermek mi
istiyorsunuz? Halbuki Allah, her kimi sapıklığa düşürürse, yani kimde sapıklığı
yaratırsa Ey Muhammed! Sen bile artık ona bir yol bulamazsın. Onlar, kendileri
nasıl kâfirler ise siz de öyle kâfir olasınız da hepiniz kâfirlikte eşit olasınız
diye arzu etmektedirler. Bundan dolayı, Onlar Allah yolunda hicret edinceye,
bu şekilde imanlarını isbatlayıncaya kadar içlerinden dostlar edinmeyiniz.
Eğer onlar, Allah yolunda doğru dürüst hicret etmekle imanlarını açıklamaktan
çekinirlerse onları tutunuz ve bulduğunuz yerde, yani Harem-i Şerif içinde
de olsa kendilerini öldürünüz ve onlardan ne bir dost, ne bir yardımcı tutmayınız,
tamamen onlardan sakınınız.
90- Ancak
şu iki durumun birinde bulunanlar yakalanıp öldürülmekten müstesnadır.
1- Sizinle
aralarında bir anlaşma ve sözleşme bulunan herhangi bir kavme varıp onlara
sığınanlar... Böyle sizinle savaş durumunda olanları terkedip savaş durumunda
olmayan bir kavmin anlaşma ve güvencesine katılanlar, o kavm ile olan anlaşmanın
hükmüne tabi olurlar.
2- Yahut,
sizinle savaşa girişmekten veya sizinle savaş halinde olan kendi kavimlerine
karşı savaşmaktan göğüsleri sıkışarak; yani ne sizinle, ne kendi kavimleriyle
savaşmayı akıllarına sığdıramayıp ne lehinizde, ne aleyhinizde savaşmaya karışmamak,
tarafsız kalmak arzusunda bulunarak soluk soluğa size gelmiş olanlar. Bunlar
da aşağıda açıklanacağı gibi taarruzdan korunmuşlardır.
Çünkü düşünmek
ve takdir etmek gerekir ki, Allah dilemiş olsaydı elbette bunları; yani ne
size, ne de düşmanınız olan kendi kavimlerine karşı savaşmak istemeyenleri
üzerinize saldırırdı da bunlar da öbürleri gibi sizinle muhakkak savaşırlardı.
Madem ki böyle olmadı, bunun Allah tarafından size bir lutuf olduğunu anlamalı
ve şükrünü yerine getirmelidir. Bundan dolayı bunlar, sizden çekinirler ve
sizinle savaşmaya girişmezler ve sizinle barışarak size boyun eğerlerse artık
bunlar aleyhinde Allah size hiç bir yol vermemiştir. Onları bir anlaşma yapmadı
diye ne öldürmeye, ne esir etmeye, ne de herhangi bir saldırıya uğratmaya
hak ve yetkiniz yoktur. Savaştan sakınmakla boyun eğmeyi (barışmayı) arzetmeleri,
saldırıdan korunmalarına yeterli bir sebeptir. Nasıl ki, Müdlic oğulları,
Hz. Peygambere bu şekilde savaşmaktan sakınarak gelmişlerdir.
91- Diğer
birtakımlarını bulacaksınız hem sizden emin olmak, hem de kendi toplumlarından
emin olmak isterler. Ya iki tarafca da hoş görünmek, göze girmek, el tutmak,
zarar etmemek, sırasını bulunca külah kapmak için mümin ile mümin, kâfir ile
kâfir olurlar veya yalnız zarar etmemek maksadıyla tarafsız olmak ve savaşan
her iki tarafın kavgasından güven içinde kalmak, siyaset yapmak isterler.
Rivayet edildiğine göre Esed ve Gatafan kabilelerinden birtakım insanlar Medine'ye
gelirler, müslümanların güven ve itimadını celbetmek, bir savaşın meydana
gelmesi durumunda canlarını, mallarını güven altına almak için müslüman görünürler,
söz verirler, yurtlarına gidince de kâfir olurlardı. Deniliyor ki bu durum,
Abdüddâr oğullarının bir geleneği haline gelmişti. Bir de Nuaym b. Mesud Eşcaî
müslümanlarla müşrikler arasında güvenli bir durumda bulunur, Peygamber ile
müşrikler arasında söz götürür getirirdi. Âyetin iniş sebebi bunlardan birisi
olmuştur.
Böyleleri
her fitneye itildikçe, küfür ve şirke veya savaş ve ihtilâle doğru davet veya
sevk edildikçe ona tepe taklak atılır, fena halde dalarlardı. Her türlü edepsizliği
yaparlardı. Şu halde bunlar hakkında ilk önce iyi bir siyaset takip etmek,
onları küfür ve şirke doğru itmemek gerektir. Bundan dolayı bunlar sizden
çekinirler, barış ve güven isterler ve ellerini çekip usulca otururlarsa yapılacak
bir şey yoktur. "Bir selam ile selamlandığınız zaman siz de ondan daha güzeli
ile selamlayın..." (Nisâ, 4/86). Fakat savaşta sizden çekinmezler ve size
barış ve andlaşma teklif etmezler ve ellerini çekmezlerse bunları tutunuz
ve yakaladığınız yerde öldürünüz ve işte bunlara saldırmak için size açık
bir emir ve yetki verdik.
Bu âyetleri,
Mümtehine sûresindeki: "Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan
çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve adil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah
adaletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi
yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost
edinmenizi yasaklar." (Mümtehıne, 60/8-9) âyetleriyle ve "Berâe = Tevbe" sûresindeki
bazı âyetlerle beraber gözönünde bulundurmak gerekir ki, uzun açıklaması ve
teferruatlı hükümleri İmam Muhammed'in Siyer-i Kebir'indedir. Orada geniş
bir şekilde açıklanmıştır.
Savaş esnasında
olabilir ki bir adam diğer bir adamı görür, seçemez, savaş halindeki bir kâfir
zanneder öldürür, sonra da bir mümin veya bir muahid (zimmi) olduğu ortaya
çıkar, işte burada bu olayın hükmü genel bir şekilde açıklanmak ve ondan sonra
savaşla ilgili diğer bazı hükümlere geçilmek üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
92- Hata dışında
bir mümin, diğer bir mümini öldüremez. Ve kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse,
mümin bir köle azad etmesi ve ölenin ailesine (varislerine) teslim edilecek
bir diyet vermesi gerekir. Ancak ölünün ailesinin bağışlaması müstesnadır.
Eğer öldürülen, mümin olmakla beraber size düşman bir kavimden ise, o zaman,
öldürenin bir köle azad etmesi gerekir. Eğer öldürülen sizinle aralarında
antlaşma olan bir kavimden ise, öldürenin, ölenin ailesine diyet vermesi ve
mümin bir köle azad etmesi gerekir. Bunlara gücü yetmeyenin de Allah tarafından
tevbesinin kabulü için arka arkaya iki ay oruç tutması gerekir. Allah, Alimdir
(her şeyi bilendir), Hakimdir (hüküm ve hikmet sahibidir).
93- Kim bir
mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedî olarak kalacağı cehennemdir.
Allah ona gazab ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azab hazırlamıştır.
92- Bir müminin,
diğer bir mümini öldürmesi olacak şey değildir. İman buna engel olur. Ancak
hata ile olursa; kasdetmede veya yapmada bir yanlışlıkla kaza ile meydana
gelirse başka. Mesela bir düşmana veya bir ava atarken kaza olarak bir mümine
rast gelirse bu eylem de bir hatadır. Yahut karşısındakinin yerine veya elbisesine
bakıp bir düşman zanneder, ona ateş eder vurur. Bu da amaç ve niyete bir hatadır.
Bunların da hiçbiri mübah değilse de hatadan tamamen sakınmak insanın gücü
dahilinde olmadığından böyle bir hata, müminin de başına gelebilir. Nasıl
ki, Ayyaş b. Rebiat'el-Mahzumî ki -o Ebu Cehl'in ana bir kardeşi idi- müslüman
olmuş ve akrabasının kötülüğünden kaçarak peygamberimizin hicretinden önce,
ilk mühacirler arasında Medine'ye hicret etmişti. Bunun üzerine annesi, o
(oğlu) dönüp gelmedikçe yiyip içmemeye ve tavan altına (eve) girmemeye and
içmiş, Ebu Cehil de yanına Haris b. Zeyd b. Ebi Üneyse'yi almış beraber gitmişler,
onu Medine'de bir dam başında "Utum" denilen kale gibi sağlam bir odada bulmuşlar.
Ebu Cehil aşağıdan bunu kandırmak için dereden tepeden dolanarak, "Muhammed
seni akrabalarla ilişki sürmeye teşvik etmiyor mu? Bundan dolayı git annene
iyilik et ve yine dininde kal." demiş, sonunda o da inmiş, onlarla beraber
gitmiş, Medine'den çıktıkları zaman tutmuşlar, onu bağlamışlar ve dövmüşler,
herbiri yüz değnekten iki yüz değnek vurmuşlar. O da Haris'e "Bu benim kardeşim,
fakat sen kim oluyorsun, ey Haris! Eğer seni yalnız başına bulursam seni öldürmek
Allah için boynuma borç olsun." demiş. Kısacası kolları bağlı olarak anasına
gitmişler, bu defa da annesi önceki dinine dönmedikçe bağının çözülmemesine
yemin etmiş, o da dili ile eski dinine dönmüş, sonra yine hicret etmiş. Ayyaş
da o adama "Kuba"nın arka tarafında yalnız başına rastlamış ve müslüman olduğunu
bilmeyerek vurmuş öldürmüş. Daha sonra müslüman olmaya geldiğini haber alınca
yaptığına pişman olmuş. Hz. Peygamber'in huzuruna gelip "Onu öldürdüm, fakat
müslüman olduğunu bilmiyordum." demiş. Bu âyet de bunun üzerine inmiştir,
diye rivayet olunuyor.
Aynı şekilde
"Uhud" savaşı günü de Huzeyfe b. el-Yeman'ın babası Yeman da İslâm askeri
tarafından bilinmeyerek hata ile öldürülmüştü ki âyetin iniş sebebinin bu
olduğu da rivayet edilir. Bundan dolayı bir müminin bir mümini doğrudan doğruya
öldürmesi din ve iman açısından yapılamazsa da hata ile öldürmek müstesnadır.
Bu olabilir. Ve özellikle savaş sırasında pek muhtemeldir. Ve her nerede olursa
olsun hükmü de aşağıda gelen şekildedir:
Kim bir mümini
hata ile öldürürse bir mümin köle veya cariye azad etmesi gerekir. Ve öldürülenin
varislerine teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir. (Bu diyetin ödeme şekli
ve miktarı için fıkıh kitaplarına bakınız.) Ancak ölünün varisleri o diyeti
affederler ve bağışlarlarsa o başka.
Köle azad
etmek Allah'ın hakkı olarak bir keffaret, diyet de kul hakkı olarak bir zarar
ödemesidir. Bir müminin öldürülmesinde bu şekilde biri Allah hakkı, biri de
kul hakkı olmak üzere iki hak bulunur. Hayat, herşeyden önce Allah'ın hakkıdır,
hürriyyet de bir çeşit hayattır. Bu da Allah'ın hakkıdır. Allah'ın kullarından
bir müminin Allah'ın hakkı olan yaşamasının yok edilmesine karşılık, diğer
bir mümin kula hürriyet bağışlayarak yeni bir hayat kazandırmak, hata ile
öldüren müminin günahını örtmeye vesile olacak en güzel ve en uygun bir keffarettir
ki, bunda bir yönden bir ceza, bir yönden de bir ibadet mânâsı vardır. Öldürme
kasıtla olsaydı bu günah keffaret ile örtülemezdi. Fakat hata, az çok bir
dikkatsizliği kapsamakla beraber büsbütün kendisinden sakınma imkanı olmadığından
öldüren kimse bir taraftan terbiyeye, bir taraftan da teselli etmeye ve kendisine
yardımda bulunmaya layıktır. Bunun için, keffareti affetmesi söz konusu olamaz.
Sonra Allah'ın hakkı olan hayattan öldürülen kimsenin bir faydalanma hakkı
vardı, hayat hakkına sahipti. Öldüren hata ile de olsa bu hayat hakkını ondan
almış olduğundan ve hiçbir hak boşa gitmeyeceğinden buna karşı yalnız bir
tazminat olmak üzere öldürülen kimsenin yerinde kalıp malından faydalanacak
olan varislerine bir diyet verilmesi de bir kul hakkıdır. Ve hata ederek öldüren
kimse de burada yardıma layıktır. Bunun için baba tarafından akrabası varsa
diyete katılması gerekir. Varislerin bunu affetmeleri de bir yardımlaşmadır.
Bundan dolayıdır ki, affedip temize çıkarma yerine "tasadduk" (sadaka verme)
deyimi ile bu yardımlaşmaya teşvik edilmiştir. İşte İslâm ülkesinde bir mümini
yanlışlıkla öldürmenin hükmü iki şeydir; keffaret ve diyet.
Ancak yanlışlıkla
öldüren kimse müslüman değilse yalnız diyet gerekir. Kâfirlerin memleketine
gelince; eğer hata ile öldürülen size düşman bir milletten, savaş durumu devam
eden kâfirlere ait bir ülkenin halkından olur. Halbuki kendisi mümin ve böyle
olduğu halde bir mümin tarafından orada yanlışlıkla öldürülmüşse öldürenin
mümin bir köle azad etmesi gerekir. Burada diyetten bahsedilmemiştir. Demek
ki, diyet gerekli değildir. Ve bununla birlikte bu husus ictihad konusudur.
Bazı tefsirciler, bunun sebebi hakkında, "Çünkü öldürülen bu şahıs ile ailesi
ve akrabası arasında miras yoktur." demişler ise de öldürülen kimsenin o küfür
memleketinde kendisi gibi mümin bir varisinin bulunabilmesi de mümkün olduğu,
sonra bu durumda İslâm ülkesinde öldürülüp, küfür ülkesinde müslüman olmayan
akrabası bulunan bir müminin de diyetinin alınmaması ve kanının boşa gitmesi
gerekeceğinden dolayı bu sebep tam değildir. Diyetin gerekli olmamasının esas
sebebi şudur: Çünkü küfür ülkesi, korunma yurdu olmadığından bu mümin düşman
bir toplumun arasından çıkmamış ve orada oturmayı seçmiş olmakla kendi kanını
boş yere harcamıştır.
Ve eğer yanlışlıkla
öldürülen kimse, sizinle aralarında devamlı veya geçici herhangi bir anlaşma
bulunan bir kavimden ise; bu durumda o kavim müslüman olmayan bir toplum ise
de öldürülenin müslüman veya kâfir olduğuna bakılmayarak mutlaka diyet de
keffaret de gerekir. Anlaşmayı bozma kuruntusundan sakınmak için diyetin ödenmesinde
acele davranılacağını hatırlatma bakımından burada diyet, (kan pahası) birinci
bölümün aksine olarak öne alınarak anlatılmıştır. Şu halde İslâm ülkesi halkından
bulunan, müslüman olmayan bir zimmî veya yabancı halklardan bulunan müslüman
olmayan bir sığınmacı veya bir müslüman, İslâm ülkesinde bir mümin tarafından
yanlışlıkla öldürülürse, aynı şekilde İslâm ülkesi ile özel anlaşması bulunup
savaş durumunda olmayan yabancı bir devlet halkında bir müslüman ve belki
müslüman olmayan İslâm ülkesi dışında mensub olduğu memlekette bir mümin tarafından
yanlışlıkla öldürülürse, bunların hepsinde İslâm ülkesinde yanlışlıkla öldürülen
herhangi bir müminde olduğu gibi; öldürene hem diyet, hem keffaret gerekecektir.
Yani birinci bölümü kayıtsız olmakla beraber, karşılaştırma ipucu ile İslâm
ülkesinde öldürülen herhangi bir mümin; ikinci düşman olup anlaşması olmayan
bir devlet halkından küfür ülkesinde öldürülen bir mümin hakkında; üçüncü
bölümü de İslâm ülkesinde zimmî ve sığınmacı ile anlaşma yapan bir yabancı
ülke halkından bulunan ve orada öldürülen mümin hakkında demek olur. Çünkü
bu müminin İslâm ülkesinde öldürülmesinin, birinci bölümün içine girdiğinde
şüphe yoksa da İslâm ülkesi dışında öldürülmesinin oraya dahil olması, ikinci
bölümden dolayı "Genel mânâ ifade eden kelime, tahsis edildikten sonra geri
kalan kısımda zan ifade eder." kuralı gereğince şüpheli kalacağından burada
bu şüpheyi ortadan kaldırmak için, zimmî ve sığınmacı ile beraber mânâsı altında
bir daha tekrarlanmıştır.
Bu üç cümlede
yanlışlıkla öldürülen şahsın mümin veya mümin olmayan kimse, İslâm ülkesinde
veya bu ülke dışında olmasına göre bütün ihtimaller gösterilmiş ve fakat bütün
bunlarda ancak mümin olup yanlışlıkla öldürenin vazifesi açıklanmıştır. Bununla
beraber bundan müslüman olmayan ve fakat anlaşması bulunan, yanlışlıkla öldüren
kimsenin vazifesinin de kan bedeli olacağı ve bunlara keffaret teklif olunmayacağı
anlaşılmış olur. Çünkü keffarette ibadet mânâsı bulunduğundan mümin olmayan
kimseler, imandan önce bununla yükümlü değildirler.
Demek ki yanlışlıkla
öldüren bir mümine diyet ister gerekli olsun, ister gerekli olmasın mutlaka
keffaret olmak üzere bir mümin köleyi azad etmesi farzdır. Bundan dolayı kim,
yani yanlışlıkla katil olan herhangi bir mümin, azad edecek bir mümin köle
bulamazsa; ne bir mümin köleye, ne de ona sahip olabilecek bir vasıtaya sahip
bulunmuyorsa birbiri ardına aralıksız iki ay oruç tutması gerekir ki bu oruç,
Allah tarafından tevbe için, tevbenin kabul edilmesi içindir. Diğer bir mânâsı,
bu oruç tutma teklifi, esas ve azimet (takva ile amel etmek) olan köle azad
etmeye güç yetmemeye karşı Allah tarafından verilen bir ruhsat ve kolaylığa
dönüştür, ikinci derecede bir keffarettir. Buna göre ikisi de Allah tarafından
istenir. Kullar tarafından istenemez. Kul hakkı olana diyet yerine de geçemez.
Bir mümin veya anlaşmalının Allah'ın hakkı olan hayatının yok edilmesi yanlışlıkla
olsa da yine bir günahtır. Demek oluyor ki, mümin bir köleyi azad etmek, yok
edilen hayat yerine geçebilecek bir çeşit diriltme olduğu gibi, oruç da bir
köle azad etme hükmündedir. Gerçekten köle azad etmek, diğer bir canı kölelik
ve esirlik bağından kurtarmak olduğu gibi oruç da kendi nefsini şehvetlerin
esirliğinden kurtarmak ve temizlemektir. Bundan dolayı yanlışlıkla öldüren
mümin kimse, diğer bir mümin köleye hürriyet vermekten aciz kalınca hiç olmazsa
arka arkaya iki ay oruç tutarak nefsini kuvvetli arzuların bağından azad etmeli
ve kendine manevî bir hürriyet vererek nefsini günahtan kurtarmalıdır. Çünkü
o da bir mümin köledir. Allah Teâlâ her şeyi çok iyi bilendir. O öldürenin
durumunu da bilir; Hakimdir, kanun olarak koyduğu bütün bu hükümleri de hikmeti
ile koymuştur. Orucun iki ay olmasının hikmetini de O bilir.
93-Yanlışlıkla
öldürmenin hükümleri bunlardır, kasten öldürmeye gelince bunun dünya ile ilgili
hükmü Bakara sûresinde, "Ey iman edenler! öldürülenler hakkında kısas, size
farz kılındı." (Bakara, 2/178) âyetinde açıklanmıştı. Ahiretle ilgili hükmü
de şudur: Mümin veya kâfir kim bir mümini kasten, bile bile, hayatına kasdederek
öldürürse onun cezası cehennemdir. Orada pek uzun müddet ve belki sonsuza
kadar cezalandırılır. Çünkü Allah ona gazab etmiş, onu lanetlemiş, merhamete
layık görmeyip onun için büyük bir azab hazırlamıştır.
Bu âyetin
indirilme sebebi Mıkyes b. Dababe adındaki bir mürted olmuştur. Şöyleki bu
Mıkyes b. Dababe el-Kinanî ve kardeşi Hişam, müslüman olmuşlardı. Mıkyes,
bir gün kardeşi Hişam'ı Neccar oğulları içinde öldürülmüş olarak buldu, gelip
Resulullah'a bu durumu anlattı. Hz. Peygamber (s.a.v.) de onunla beraber Bedir
savaşına katılan sahabeden Zübeyr b. İyaz Fihri'yi Neccar oğullarına gönderdi,
katili biliyorlarsa kısas etmesi için Mıkyes'e teslim etmelerini ve eğer bilmiyorlarsa
kan bedelini ödemelerini emrediyordu. "Allah'ın Resulünün emri başüstüne,
katili bilmiyoruz, fakat diyeti veririz." dediler ve yüz deve getirdiler,
onlar da aldılar, Medine'ye döndüler. Yolda gelirken Şeytan Mıkyes'e şöyle
bir vesvese verdi: "Kardeşinin kan bedelini kabul edeceksin de kendine baş
kakıncağı yapacaksın, öyle mi? Yanındakini öldür, cana can olsun, kan bedeli
de sana kâr kalsın." dedi. Bunun üzerine Fihrî'nin bir gafletini gözetip bir
kaya ile onun başını parçaladı, sonra develerin birine binip geriye kalanları
sürerek ve kâfir olarak Mekke'ye döndü gitti, şöyle diyordu:
Âyet bu olay
üzerine indi. Hz. Peygamberin Mekke fethi günü güvence verdiği şahıslardan
ayırdığı bu idi. Bu mürted katil, O gün Kâbe'nin örtüsüne yapıştığı halde
kendisine eman (güvence) verilmeyip öldürüldü.
İşte mümin
öldürmek büyük bir cinayet ve yukarıda açıklandığı üzere anlaşmalı veya anlaşma
yapılanlara katılan veya cemaatten ayrılıp bir yana çekilen ve mülteci ve
andlaşma ve barış yanlısı kâfirlerin öldürülmesi de yasak ve haram ve hatta
yanlışlıkla öldürme de bile hükmü mümin gibi olduğundan:
Meâl-i Şerifi
94- Ey İman
edenler! Allah yolunda cihada çıktığınız zaman, mümini kâfirden ayırmak için
iyice araştırın. Size selam veren kimseye, dünya hayatının menfaatini gözeterek,
"Sen mümin değilsin" demeyin. Allah katında çok ganimetler var. İslâm'a ilk
önce girdiğiniz zaman siz de öyle idiniz. Sonra Allah size lutufta bulundu.
Onun için iyice araştırın. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
94-Ey iman
edenler Allah yolunda adım attığınız, savaş için hareket ettiğiniz vakit iyice
araştırınız, acele olarak şüphe ve kuruntu üzerine ve zayıf yorumlarla değil,
dikkatle ve kesin bilgiye göre kılıç vurunuz. Hamza, Kisaî ve Halef-i Âşir
kırâetlerinde sebattan okunduğuna göre iyi tutunuz, ayağınızı denk atınız,
sağlam basınız, acele ederek çürük tahtaya basmayınız, ayağınız kaymasın ve
size İslâm selamı veren, kendini müslüman gösteren kimseye, -veyahut Nâfi,
İbnü Âmir, Hamza, Ebu Cafer ve Halef-i Âşir kıraetlerinde elifsiz okunduğuna
göre - size teslim olma ve boyun eğme vasıtalarını sunan kimseye sen mümin
değilsin demeyiniz. Beyan edilmiş olan, açık olandır. Gizli şeyler hakkında
verilecek hükmün de açık olması için açık bir delile dayanması gerekir. Gizli
olana, açık olandan hükmedilir. Ve gizli olan şeylerde bir şeyin delili onun
yerine geçer.
Selam veya
teslim olmak görünen ve apaçık bir durumdur. Kalb ve vicdan ise gizli ve görünmeyen
bir nesne olduğundan o görünen ve apaçık nesneyi bırakıp da kalb ve vicdana
bunun maksadı şu veya budur diye görünene aykırı olarak doğrudan doğruya hükmetmeğe
kalkışmak, araştırma yapmadan hareket etmektir. Bunun için bir kimsenin açıkça
verdiği selamı, gösterdiği boyun eğmeyi hiçe sayıp da ona aykırı kuruntularla
doğrudan doğruya kalbine hükmetmeye kalkışmayınız, dış görünüşüne göre muamele
ediniz. Açıkça belli olan bir şeyi diğer belli bir şey, meydanda olan bir
şeyi, meydanda olan başka bir şey bozarsa o zaman da en kuvvetli ve en açık
olanı tercih etmek için sebat ve ihtiyat ile iyice düşünerek karar veriniz.
İsa b. Verdan kırâetinde ikinci mimin üstün ile okunmasıyla, okunduğuna göre,
"Sana güven verilmez" demeyiniz. Böyle deyip de hemen vurmayınız, bununla
birlikte hiçbir şey demeyiniz değildir. O alçak hayatın geçici nimeti olan,
devam ve sürekliliği olmayan, geçici malına gönül vererek; zavallının malına
göz dikerek veya gelip geçici bir maksat takip ederek öyle demeyiniz. Yasak
mutlak surette değil, dünya malı gayesinden boş olmayarak söylemeye yöneliktir.
Bu da iyice araştırmayı terk ettiren ve aceleye sevkeden duruma işarettir.
Demek esas yasağın gelişi, iyice araştırmadan zahirin aksine hüküm vermeyi
yasaklamıştır. Dolayısıyla "güvenceli değilsin" denileceği zaman, dünya ile
ilgili ve nefisle ilgili maksatlardan soyutlanarak ve hak gözü ile bakarak
söylemeli ve kılıcı da ona göre vurmalıdır. Böyle olursa, yani selam verene
geçici dünya menfaati maksadı ile sen güven altında değilsin denilmez, durumu
iyi anlaşılmadan hareket olunmazsa Allah katında pek çok ganimetler vardır
ki bunlara, o gibi katillere (adam öldürmeye) tenezzül etmeyenler ve durumu
iyice anlayıp tesbit etmekle hareket edenler kavuşur. Bu âyetin inişine bir
kaç olay sebep olmuştur:
1- Feked halkından
Mirdas b. Nehik yalnız başına müslüman olmuştu. Onun toplumu içinde ondan
başka müslüman yoktu. Peygamberin Galip b. Fudale komutasında bir müfrezesi
bunların üzerine gitmişti. Toplumun hepsi kaçtılar. Yalnız Mirdas müslümanlığına
güvenerek kaldı. Atları görünce davarını dağın bir dolambacına sığındırdı.
Ona ulaştıklarında tekbir aldılar. O da tekbir alıp indi ve dedi. Fakat Üsame
b. Zeyd, Mirdas'ı öldürüp hayvanlarını sürdü. Geldiler Hz. Peygambere haber
verdiler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) çok fazla darıldı ve onu şiddetle
azarladı. "Siz onu beraberindeki mala göz dikerek öldürdünüz." buyurdu. Sonra
bu âyeti Üsame'ye okudu, Üsame, "Ey Allah'ın elçisi! Benim için mağfiret dile."
diye rica etti. "O, lâilâhe illallah demişken nasıl olur da onu öldürürsünüz?"
buyurdu. Üsame kendisi demiştir ki, "Bunu sürekli tekrar etti. Hatta o dereceye
geldi ki daha önce müslüman olmamış bulunsaydım da bu gün olsaydım diye temenni
ettim. Sonra hakkımda mağfiret diledi ve bir köle azad et, diye emretti."
2- Abdullah
b. Ebi Hadret ve Ebu Katade Haris b. Rıb'î ve Muhallem b. Cüsâme b. Kays Leysî
ve daha birkaç
kişiyi Resulullah İdam tarafına göndermişti. İdam deresinde Âmir b. Azbatı
Eşceî rastlamış, İslâm selamı ile selam vermiş, Muhallem b. Cüsüme ile bunun
arasında Cahiliyye devrinden kalma bir kin varmış, Muhallem, bir ok atmış
Amir'i öldürmüş, Hz. Peygambere haber gelince öfkelenmiş, Muhallem'in mağfiret
dilemesine karşı "Allah seni mağfiret eylemesin" buyurmuş. Muhallem, ağlayarak
kalkmış aradan yedi gün geçmemiş vefat etmiştir.
3- Mikdad
b. Esved'de de Üsame olayı gibi bir olay olmuş. Mıkdad demiştir ki, "Ey Allah'ın
elçisi, dedim, ne buyurursun kâfirlerden birine rast gelsem, çarpışsam, o
benim elimin birini kılıçla vursa, sonra bir ağaca siper alıp 'Yüce Allah'a
teslim oldum' dese, bundan sonra onu öldüreyim mi?" Hz. Peygamber, "öldürme"
buyurdu. Ben de "Ey Allah'ın elçisi o benim kolumu kesti." dedim. Hz. Peygamber
(s.a.v.) "Öldürme! Çünkü öldürürsen o senin onu öldürmeden sonraki yerinde,
sen de onun söylediği kelimeyi söylemeden önceki yerinde olursun".
4- Birtakım
sahabe müşriklerle çarpışmışlar ve onları bozguna uğratmışlar. Birisi birine
mızrakla saldırmış. O da süngü yetişince ben müslümanım demiş, fakat dinlememiş
onu öldürmüştür. Ondan sonra durum Hz. Peygambere arz edilince, "Müslüman
olduğunu iddia ettiği halde sen onu öldürdün ha" buyurmuş.
O da "Ey
Allah'ın elçisi! O, bu kelimeye sığınarak bunu söyledi." demiş. Bunun üzerine
"Kalbini yarmalı değil miydin?" buyurmuştur. Bu kınaması daha birkaç olayda
söylenmiştir.
5- Buhari
ve Müslim'de rivâyet olunduğu üzere Selim oğullarından bir adam sahabeden
bir kaç zata rastlamış, yanında davar da varmış, selam vermiş, onlar da bu
selamı korunmak için verdi demişler ve onu öldürmüşler, davarını almışlar.
Hz. Peygambere gitmişler, bu âyet indirilmiş. İşte bu olayların her biri âyetin
iniş sebebi olmak üzere rivayet edilmiş ve aralarında bir çelişki bulunmamış
olduğuna göre deniliyor ki, âyetin indirilmesinin esas sebebi bu olayların
birbirine yakın bir zaman içinde birden fazlası olmuş ve herkes kendi olayını
sebep bilmiştir.
Ey cihad edenler!
Siz de çoğunluk itibariyle bundan önce başlangıçta müslüman olduğunuz zaman
tıpkı böyle idiniz: Size selam veren veya teslim olduğunu gösteren bu adam
gibi ağzınızdan çıkan bir kelime ile, bir şehadet kelimesi ile İslâm dinine
girdiniz, girdiniz de Allah size lutfetti, canınızı, malınızı taarruzdan korudu,
sonra yükselttikçe yükseltti, doğruluk ve dürüstlükle seçkin, tam imanla seçkin
kıldı. Mahkumiyyetten hakimiyyete yüceltti ve ilâhî hazinesinden sizi nice
ganimetlere aday kıldı. Şimdi iş başına geçip harekete geldiğiniz vakit dünya
menfaatlerine dalarak bu durumlarınızı unutmayınız da iyi anlayıp dinleyiniz
veyahut ihtiyatlı bulununuz. İsterse zorlama durumunda olsun, İslâm'a gelenleri
Allah'ın size yaptığı gibi başlangıçta sözleriyle kabul ediniz, teslim alınız
da sonra ortaya çıkacak durumlarına göre muamele ediniz. Bunun selam vermesi
veya şehadet getirmesi veya müslüman görünmesi, korkusundan kellesini kurtarmak
veya hainliğinden kendini gizlemek için bir siper, bir kalkandır diyerek ilk
anda onu öldürmeye kalkışmayınız, ihtiyatlı davranınız, sonunu gözetiniz.
Çünkü Allah, sizin yaptıklarınızdan haberdardır. İyilik ve kötülük hiçbir
amel karşılıksız kalmaz.
Müminleri
donatarak savaşa hazır hale getirirken böyle araştırmaya ve ihtiyatlı davranmaya
sevk eden bu emirler ve tâlimatlara karşı "o halde cihada gitmemek ve ona
katılmamak daha büyük bir ihtiyat ve yerinden ayrılmamak daha hayırlı olacak"
deyip de özürsüz oturup kalmamak için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
95- Müminlerden
özür sahibi olmaksızın oturanlarla Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad
edenler eşit olamazlar. Allah, mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece
itibariyle, oturanlardan üstün kıldı. Allah onların hepsine de cenneti vaad
etmiştir. Bununla beraber Allah mücahitlere, oturanların üzerinde büyük bir
ecir vermiştir.
96- Kendi
katından derece derece rütbeler, bir mağfiret ve rahmet vermiştir. Öyle ya,
O çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.
97- Melekler,
kendilerine zulmeden kişilerin canlarını aldıklarında, onlara, "Ne işte idiniz?"
derler. Onlar da: "Biz yer yüzünde zayıf kimselerdik." derler. Melekler: "Allah'ın
yeryüzü geniş değil miydi, siz de orada hicret etseydiniz ya?" derler. İşte
bunların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü gidiş yeridir.
98- Ancak
gerçekten aciz ve zayıf olan, çaresiz kalan ve hicret etmeye yol bulamayan
erkekler, kadınlar ve çocuklar hariç...
99- Umulur
ki, Allah bu kimseleri affeder. Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır.
100- Her kim
Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik
de bulur. Her kim Allah'a ve Peygamberine hicret etmek maksadıyla evinden
çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, kuşkusuz onun mükafatı Allah'a düşer.
Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
95-96 Bir
şeyi yapmaya üşenip oturana "kâıd" denilir. savaşa gitmeyip geri kalanlara
da "kâidün", yahut "ku'ad" denilir. Bu kelimeler, "kâidûne ani'l-harb" yani
savaştan geri kalanlar demektir.
DARAR, bir
şeye gelen eksikliktir ki, hastalık veya körlük ve topallık gibi sakatlık
demektir. Nitekim anadan doğma köre ve çok zayıf hastaya "darir" denilir.
Askerin yiyecek, içecek ve yakacak gibi ihtiyaçlarını ve savaş alet ve gereçlerini
tedarik etmekten aciz olmak da bu mânâdadır. Bundan dolayı zararlılar, dertliler,
sakatlar, acizler ve özürlüler, bunların dışında kalan ise, sıhhatli, sağlam
ve gücü yetenler demek olur.
Bu âyetin
başlangıçta mutlak olup bu "özür sahibi olmaksızın" kısmının sonradan indiği
rivayet edilmektedir. Bera b. Azib'den rivayet edildiğine göre, bu âyet indiği
zaman Resulullah (s.a.v.) "Üzerine yazı yazılabilecek bir şey ve kalem getiriniz,
diye emredip "Müminlerden oturanlarla cihad edenler eşit olmaz." yazdırmıştı.
Bu sırada İbnü Ümmi Mektum gelmiş orada bulunuyordu. Bu sahabi anadan doğma
kör idi. "Allah'ım! Ben özürlüyüm, bana ruhsat var mı?" dedi. Bunun üzerine,
âyetin kısmı indi.
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in katibi Zeyd b. Sabit'ten de şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah
(s.a.v.) âyeti indiğinde, bunu bana yazdırıyordu. İbnü Ümmi Mektum geldi:
"Ey Allah'ın Resulü! Cihada gücüm yetseydi cihad ederdim, fakat körüm" dedi.
O sırada Resulullah (s.a.v.)'a vahiy baygınlığı geldi, ağırlaşıp bayıldı.
Dizi dizimin üstüne geldi. Öyle ağır geldi ki ezip ufalayacak zannettim. Çok
korkmuştum. Sonra ayıldı, dedi. Daha sonra, "yaz" dedi: İbnü Abbas'tan da
şöyle rivâyet edilmiştir: Bedir savaşı olduğu zaman Bedir'e katılıp katılmayanlar
hakkında âyeti inmişti. Abdullah b. Ümmi Mektûm bunu işitti ve Ebu Ahmed b.
Cahş b. Kaysi'l-Esedî ile beraber, "Ey Allah'ın Resulü! Biz körüz, bize ruhsat
var mı?" dediler. Bunun üzerine, den, kısmına kadar bu âyet indi. Bunlar gösteriyor
ki, sakat olanlar ve gücü yetmiyenler, güçsüzler demektir ki, bunların dışında
kalanlar da sıhhatli, sağlıklı ve güçlü olanlar demek olur. Ayrıca İbnü Abbas'ın,
ın mânâsı dır, dediği rivayet edilmiştir. Bu kavram, "ziyan" anlamına gelen
"zarar"dan alınmış olarak düşünülürse daha genel bir anlam ifade eder. Zira
"zarar sahibi" sözü, hem zarar görenleri, hem de zarar verenleri kapsar. Zararlı,
aciz bulunanlar kendilerinde eksiklik olduğu gibi ister istemez cihada gidemediklerinden
dolayı sevap bakımından zarar görmüş; güçleri varken savaşa gitmeyenler de
ya kendilerine ihtiyaç duyulduğu halde gitmedikleri veya isyan etmekten çekinmedikleri
takdirde hem savaş ve güvenliğe zarar vermiş, hem de günahları sebebiyle zarar
görmüş olurlar. Özürlüler zararda ve zararlı oldukları gibi bunlar da zararlı
ve zarardadır. Şu halde ikisi de kapsamı içine girerler. Dolayısıyla bunların
dışında olup da oturup kalanlar, güçleri olduğu halde savaşa gitmeyen ve gitmemekle
beraber zararı da olmayan hayırlı ve emin kişiler demek olur. Onun içindir
ki, "Allah onların hepsine de cenneti vaad etmiştir" buyruluyor.
İşte bunlar
aslında en güzel şeyle müjdelendikleri halde cihad edenlerle karşılaştırıldıklarında
onlara denk olamayacakları ve cihad edenlerin derecelerinin dünya ve ahirette
bunlardan üstün olduğu ve ayrıca ilâhî rahmet ve bağışlama hususunda gerek
bu oturanlardan gerekse cihad edenlerden her birinin kendi sınıflarında da
birçok derece ve rütbelere ayrıldıkları anlatılmış ve bu suretle cihadın her
zaman herkesin yapması gereken bir farz olmayıp öncelikle farz-ı kifaye olduğu
bildirilmiştir. Çünkü cihad herkesin yapması gereken bir farz olsaydı, gücü
kuvveti yerinde olduğu halde oturanlara en güzel şey değil, azap vaad edilirdi.
Görülüyor
ki, oturanlarla cihad edenlerin genel bir karşılaştırılmasının yapılması uygun
görülmemiş, bu karşılaştırma sadece özürlü olmadıkları halde oturanlarla mücahidler
arasında yapılmış, özürlü olanlar bu karşılaştırmanın dışında tutulmuştur.
Çünkü az önce anlaşıldığı üzere zarar sahibi olarak savaşa gitmeyip oturanlar
iki kısımdır. Bir kısmı özürlü, bir kısmı da güçlü, isyankar ve zarar verici
olanlardır. Özürlü olanlar bu âyetle genel olarak yükümlülükten hariç tutuldukları
gibi, bunlar arasında bir taraftan özür ve ızdırabının şiddetine sabredip
dayanmak, öte yandan cihadın erdemini takdir ederek, cihad edenlerle beraber
bulunamadığından dolayı kederinden kanlı yaşlar döküp onların kurtuluş ve
zaferleri için dua ve "Allah ve Resulüne sadık kaldıkları takdirde..." (Tevbe,
9/91) irşadına uyarak Allah ve Resulü için hayır dilemek suretiyle manevî
cihad içinde bulunanların ahirette mücahidler derecesinde mükafat ve sevap
elde edebilmeleri ihtimali anlatılmak için bunlar mücahidlere eşit olmama
özelliğinden hariç tutulmuşlardır.
Güçlü, isyankar
ve zarar verici olanlar ise derece hak edecek değil, azap hak edeceklerinden,
Allah yolunda cihad edenlerle eşit olmaları şöyle dursun, savaşa gitmeyip
oturan salih kişilerle bile eşit olamayacakları için onlarla karşılaştırılma
faziletinden hariç tutulmuşlardır. Özetle, istisnada asıl, olumluyu olumsuz,
olumsuzu olumlu yapmak olmayıp, sadece bir kısmını hükümden dışarda tutmak
ve "istisna ettikten sonra geri kalanla hüküm vermek" olmasına dayanılarak,
burada "eşit olmaz" hükmünden istisna edilen "özürlüler" hakkında aynı seviyede
bir eşitlik hükmü lazım gelemeyeceğinden, "özürlülerin dışında kalıp da savaşa
katılmayanlar mücahidlerle eşit olamazlar, ama özürlüler genellikle eşit olurlar"
gibi bir anlam çıkarmamalıdır. Aslında burada özürlülerin eşit olup olamayacağı
hakkında bir hüküm verilmemiştir. "Onlar ya hiç eşit olamazlar veya içlerinde
eşit olanların bulunması düşünülebilir" diye anlamalıdır. Ayrıca, şunu da
göz önünde bulundurmak gerekir ki, bu karşılaştırmada mücahidler de mutlak
bırakılmamış, öncelikle iki şeyle kayıtlanmıştır. Birisi, bu cihadın Allah
yolunda olması, diğeri ise mal ve canla yapılmasıdır. Esasen şeriat örfünde
"mücahidîn", Allah yolunda savaşanlar demek olduğu halde Allah yolunda, kaydının
bir kez daha açıkca söylenmesi, bu erdeme ulaşmak için niyetin son derece
samimi olması gerektiğini ve her savaşanın değil, her cihad edenin bile bu
karşılaştırmaya dahil olamayacağını hissettirir.
"Mallarıyla
ve canlarıyla" kaydı da, bu samimi niyetten sonra, savaşa katılmayıp oturanlardan
daha üstün olabilmek için, cihad edenlerde bu iki özelliğin birlikte bulunmasının
da şart olduğuna işarettir. Mücahidlerin yaptıkları harcamalara savaşa katılmayanların
malî yardımları karıştığı takdirde, bunların dahi cihatta hisseleri bulunacağından
o zaman iki taraf arasında eşitsizlik ve üstünlük hükmü kesin ve genel bir
şekilde söz konusu olamayacaktır. Savaşa katılmayanlar arasında, mücahidlerden
daha üstün olmasa bile onlara eşit olanlar bulunabilecektir. Fakat bu da savaşa
katılmamasından dolayı değil, malıyla cihada katılmasından dolayı olduğu için,
fazilet katılmayanlar tarafından değil, mücahidler tarafındadır. Ancak şu
var ki, bazan bu mücahidlerin sahip oldukları faziletin kaynağı fiilen savaş
saflarında bulunmada değil, arkalarında cihada katılmayanların içinde duran
büyük cihad mücahidleri arasında olabilir. Nitekim Halid b. Velid ve benzeri
mücahidler Müseylimetu'l-kezzab ile çarpışırlarken hiçbiri Medine'de duran
ve bütün bu cihadı sevk ve idare eden Hz. Ebubekir (r.a.)'den daha mücahid
ve daha faziletli olmadılar. Aynı şekilde Kisra ve Kayser ordularıyla çarpıştıkları
zaman mücahidler ne Hz. Ömer, ne de Hz. Osman ve Hz. Ali'den daha mücahid
ve daha faziletli değil idiler.
Burada "kaidin"
(savaşa katılmayanlar) ve "mücahidin" (cihad edenler) kelimeleri örfte kullanılan
anlamları gereğince, kendi ibareleri ile Allah yolunda savaşmaya ait bulundukları
kesin olmakla beraber, asıl mânâlarında kuud, yani oturma, tembelliği akla
getirdiği ve mücahede ise, bütün gayretini harcayarak ve zahmetler çekerek
uğraşmak ve çalışmak demek olduğu ve örfte o mânâları ifade etmeleri, bu mânâdaki
özelliklerinden kaynaklandığı için, bu mukayese ve karşılaştırma genel olarak
çalışanlarla çalışmayanların da eşit olamayacaklarını ve herhangi bir hususta
Allah yolunda iyi niyetle çalışanların oturanlardan daha üstün olduğunu ve
şu kadar ki, kötülük ve zarar için çalışanların, bu karşılaştırmanın dışında
tutulduklarını da işaret yoluyla ifade etmektedir. Bu işaret göz önüne alındığında,
Allah yolunda mal ve can ile cihad etme kavramının "Bizim uğrumuzda cihad
edenlere gelince, elbette biz onları yollarımıza hidâyet ederiz", (Ankebut,
29/69) âyetinde olduğu gibi o kadar geniş kapsamı vardır ki, savaş meselesi
bunun bölümlerinden biri demektir. Bundan dolayıdır ki, Resulullah (s.a.v.)
savaştan geri döndükleri zaman, "Küçük cihattan büyük cihada döndük" hadis-i
şerifleri ile ruh terbiyesi ve nefsi düzeltme ile uğraşmanın büyük cihad olduğunu
duyurmuşlardır.
Özetle, müminlerden
özürsüz ve zararsız olarak savaştan geri kalanlar, malları ve canlarıyla,
Allah yolunda cihad edenlerle bir olamazlar. Açıkçası, Allah cihad edenleri
oturanlardan derece itibariyle üstün kıldı, çalışanlara çalışmayanların, Allah
yolunda savaş edenlere etmeyenlerin üstünde fazla bir derece verdi. Bununla
beraber Allah hüsnayı, yani en güzel sevap olan cenneti ikisine de vaad etti
ve vaad ettiği halde böyle yaptı. Bu böyle olunca kendilerine cennet vaad
edilmeyen ve savaştan geri kalmaları izne bağlı olmayıp zarar ve günah teşkil
ettiğinden dolayı kendilerine azap vaad edilen, o savaşa katılmamış olanların
mücahidlerle bir olamayacakları öncelikle anlaşılır. İkisinin de güzel inançları
ve iyi niyetleri olduğu ve cennet ikisine de vaad edildiği halde bile eşit
olmazlar. Allah cihad edenleri pek büyük bir ecirle savaşa katılmayanlara
üstün kılmıştır ki, bu ecir de mücahidler arasında aynı derecede değil, Allah'tan
birçok derece, mağfiret ve rahmet olacak şekildedir. Bunların bir kısmı, savaşa
katılmayanlardan bir derece fazla ise, diğer bir kısmı derecelerle fazladır.
Mücahidlerin dereceleri çok ve birbirinden farklıdır. Bu ecirlerin içinde
Allah'ın büyük bir mağfiret ve rahmeti de vardır. Bu mağfiret ve rahmet sayesinde
geçmiş günahlar da bu ecir ve dereceleri eksiltmeyecektir. Kuşkusuz, " Allah
çok mağfiret ve merhamet edicidir."
97--Zararlı
olan geri kalanlardan önemli bir kısmın durumuna bakalım O kimseler ki, kendilerine
zulmederlerken melekler dünyada canlarını alacak veya ahirette kendilerini
yakalayıp mahşere süreceklerdir, kuşkusuz melekler onlara siz ne durumda idiniz,
dininizle ilgili ne iş yapıyordunuz? diye azarlayıp soracaklar. Onlar da,
"biz bu yeryüzünde, şu bulunduğumuz yerde zayıf sayılmış kimseler idik" diyecekler,
yani başkalarının ezici gücü ve mağlubiyet altında acizlik ve güçsüzlüğümüzden
dolayı bir şey yapamıyorduk, zayıf sayılıyorduk diye özür beyan edecekler.
Melekler de bunlara "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi. -Mesela, Medine'ye
Habeşistan'a göç edip kendilerini kurtaranlar gibi- yeryüzünde başka bir tarafa
göç etseydiniz ya!" diyecekler ve mazeretlerini kabul etmeyeceklerdir. İşte
böyle bulundukları yerde görevlerini yerine getirmelerine engel olan bir zulüm
ve hakimiyet altından çıkmak ve az çok uygun bir tarafa gidebilmek gücünü
olsun taşıdıkları ve dolayısıyla tam anlamıyla aciz ve zayıflardan olmadıkları
halde, kendilerini tamamen aciz sayıp yerlerinden kımıldamayanlar, bu şekilde
yapabilecekleri görevlerini terketmiş, küfür ve zulme yardımcı olmuş olacaklarından
bunların varacakları yer cehennemdir. Ve bu gidiş ne fena bir gidiştir veya
o cehennem ne fena yerdir.
Bu âyet Mekke'de
müslüman olmuş ve hicret farz kılındığı sırada hicret etmemiş olan bazı kişiler
hakkında inmiştir. Demek ki, hicret vacip iken kafirlerin suyunca gidip oturmak
doğrudan doğruya küfür değil ise de her halde bir günah ve nefse bir zulümdür.
Tefsircilerin açıklamasına göre bu âyet bir yerde dinini yaşama imkanı bulamayan
bir adamın oradan göç etmesi gerektiğini göstermektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
bir hadisinde sahih olarak şöyle gelmiştir: "Her kim dini uğruna bir yerden
kaçarsa, gittiği bir karış yer de olsa cennete girmeye hak kazanır. Babası
İbrahim'in ve peygamberi Muhammed'in yoldaşı olur." Rivayet olunduğuna göre,
bu âyet inince Resulullah (s.a.v.) bunu Mekke müslümanlarına göndermiş, Cündüb
b. Damre (r.a.) de oğullarına: "Beni bir şeye yükleyiniz. Çünkü ben ne güçsüzlerden,
ne de yolu bilmeyenlerdenim. Allah'a yemin olsun, bu gece Mekke'de yatmam."
demişti. Oğulları bunu bir sedyeye koyup Medine'ye gitmek üzere taşıdılar.
Çok yaşlı bir zat idi, yolda vefat etti.
Demek oluyor
ki, gerektiğinde hicret de bir tür cihaddır. Kâfirlerin zulmü altında ezilip
kalmak ve hak dinin yayılmasına hizmet edememek, neticede çok kötü bir başkalaşıma
neden olabileceğinden az çok gücü varken bundan kaçınmamak nefse bir zulümdür.
98-99- Ancak
bir çare bulamayacak, hicretin gerektirdiği sebeblere güç yetiremeyecek ve
kendi kendine veya bir vasıta ile yolu doğrultup gidemeyecek olan gerçekten
güçsüz ve çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar hariç. Zira bu gibi çaresizleri
Allah'ın affetmesi kuvvetle umulur. Bunlar için de gitgide kâfirleşme tehlikesi
düşünülebileceğinden mutlak olarak affedilirler denemezse de çocuklar henüz
yükümlü bulunmadıklarından, büyükler de kalplerindeki imanı korumak şartıyla
hicret etmeme hususunda mazeretli olduklarından dolayı affedilmeye ve bağışlanmaya
layıktırlar. "Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır."
100- Ve her
kim, yolunu bilip de Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde birçok gidecek,
sığınacak veya düşmanların zıddına hareket edecek yer ve genişlik bulur. Dolayısıyla
yaşadıkları yerde bir tür rahat ve bolluk bulunanlar, oradan ayrılınca mutlaka
sıkıntılara ve darlıklara düşeceğini zannedip de korkmamalıdırlar. Bir de,
her kim Allah'a ve Resulüne hicret etmek üzere evinden çıkar da sonra amacına
ulaşamadan ölüm kendisine yetişirse onun ecrini vermek Allah'a düşer. Yani
amelini tamamlamış gibi, ulaşacağına ulaşmış olarak ecir elde eder. Dolayısıyla
bu konuda, "yerimden ayrılırsam amacıma ya ulaşırım ya ulaşamam, iyisi mi
elimdekini de kaybetmeyeceğim; Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan
da olmayayım." diye düşünmemelidir. Allah için hareket eden, kaderde öyle
yazıldığı için yarıyolda da kalsa yine tam sevap alacağını bilmelidir. " Allah
çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir."
Az önce nakledildiği
gibi Cündüb b. Damre Medine'ye gelirken yolda "Ten'im" denilen yerde öleceğini
hissederek sağ elini sol eline koymuş, "Allah'ım, şu senin, şu da Resulünün.
Resulün sana ne ile biat ettiyse ben de öyle biat ediyorum." demiş ve ruhunu
teslim etmişti. Bu haber Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ashabına ulaştığı zaman,
"Medine'de vefat etseydi sevabı eksiksiz olurdu." demişler, bu âyet de bunun
üzerine inmiştir. İlim aramak, haccetmek, cihad etmek veya bunlar gibi herhangi
bir dini amaçla Allah rızası için yapılan her hicretin Allah ve Resulüne yapılmış
bir hicret olduğunu da açıklamışlardır.
Mücahidler
ile savaşa katılmayanların bir karşılaştırmasını yaptıktan sonra mücahidlere
sağlanan ilâhî kolaylıklar cümlesinden olmak üzere seferde, korku halinde
ve düşman karşısında ve belki hastalık ve yağmur gibi genellikle zaruret hallerinde
namazın nasıl kılınacağını açıklamak ve bu suretle hem cihadın, hem namazın
dindeki büyük önemini belirtmek için buyruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
101- Yeryüzünde
sefere çıktığınızda kâfirlerin size bir kötülük yapacağından korkarsanız namazı
kısaltmanızda size bir vebal yoktur. Kuşkusuz kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır.
102- Sen onların
aralarında bulunup da onlara namaz kıldırdığında içlerinden bir kısmı seninle
beraber namaza dursun. Silahlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında
diğer bir kısmı arkanızda beklesin. Sonra o namaz kılmamış olan diğer kısım
gelsin seninle beraber kılsınlar ve ihtiyatlı bulunsunlar, silahlarını yanlarına
alsınlar. Kâfirler arzu ederler ki, silahlarınızdan ve eşyanızdan bir gafil
olsanız da size ani bir baskın yapsalar. Eğer size yağmur gibi bir eziyet
erişir veya hasta olursanız silahlarınızı bırakmanızda bir vebal yoktur. Bununla
beraber ihtiyatı elden bırakmayın. Kuşkusuz Allah kâfirlere alçaltıcı bir
azap hazırlamıştır.
103- O korkulu
zamanda namazı kıldınız mı gerek ayakta, gerek otururken ve gerek yanlarınız
üzerinde hep Allah'ı zikredin. Korkudan kurtulduğunuzda namazı tam erkanı
ile kılın. Çünkü namaz müminlere belirli vakitlerde yazılı bir farzdır.
104- Düşman
topluluğunu takip etmede gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı duyuyorsanız,
kuşkusuz onlar da sizin acı duyduğunuz gibi acı çekiyorlar. Oysa siz Allah'tan
onların ümit edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz. Kuşkusuz Allah her şeyi bilendir,
hikmet sahibidir.
101- Yeryüzünde
sefer ettiğiniz vakit. Görülüyor ki burada "Allah yolunda" kaydı açıkça konmamıştır.
Dolayısıyla dış görünüşüne göre bu âyet gerek cihad, gerek hicret, gerek ticaret
ve gerek başka herhangi bir neden ve amaçla yapılmış olan seferlerin hepsini
kapsar. Bunun için âyetin mutlak olarak "yolculuk namazı" hakkında olduğu
söylenmiştir. Bununla beraber âyetin yine cihad seferi ile ilgili olduğu sözün
akışından açıkca anlaşılıyor. Bunun için burada mutlak olarak yolcu namazlarına
bir işaret bulunsa bile asıl olarak daha sonra anlatılanların düşman korkusu
ile ilgili olan savaş veya hicret yolculuğu olmasından âyetin hükmü, yolculuk
halinde kılınan namazdan daha çok zaruret hallerindeki korku namazına dairdir.
Yani savaş için yola çıkıp, yürüdüğünüz vakit kâfirlerin sizi fitne ve sıkıntıya
düşüreceğinden korkarsanız namazı biraz kısa kesmenizde günah yoktur.
Bilinmektedir
ki "kasr", çekip uzatmanın zıddı olarak kısıp kısaltmak demektir. âyetinde
anlatılan namazı kısaltma işi iki şekilde düşünülebilir. Birisi rekatların
sayısını kısaltıp dört yerine iki kılmak yani nicelikten kısaltmaktır ki,
bir kısım tefsirciler bu mânâyı vermişlerdir. Fakat bu mânâ her namazda olmaz.
Akşam ve sabah namazları bunun dışında kalır. Biri de namazda ayakta durma
yerine oturma veya hayvan sırtında durma; rüku ve secde yerine de ima ile
yetinmek gibi namazın sınırlarını, vasıflarını ve niteliklerini kısaltmak,
yani nitelikten kısaltmaktır. Öte yandan kasr, durdurma ve alıkoyma anlamına
da gelir. Bu durumda bu âyetin mânâsı, namazın bir kısmını kazaya bırakmak
demek olur. Zâhiriyye bunun sadece ilk mânâda, yani rekatları kısaltmak mânâsında
olduğunu söylemiş ve bu âyet gereğince seferde namazı kısaltmanın korku haline
mahsus olduğu ve dolayısıyla seferde olan bir adamın kendisini güven içinde
hissettiği durumlarda namazını tam kılması gerektiği görüşünü savunmuşlardır.
Şafiiler de âyeti bu şekilde yorumlamış ve fakat "korku" kaydını koymaksızın
seferde olan bir adamın dört rekatlı namazları iki rekat kılması caiz, fakat
tam kılmasının daha iyi olduğu görüşüne varmışlardır.
Hanefilere
gelince, onlar burada üç mânâ ihtimal dahilinde olmakla beraber, âyetteki
"kısaltma"dan maksadın ikinci mânâ, yani nitelikte kısaltma olması gerekeceğini
ve esasen sefer halinde dört rekatlı namazların iki rekat kılınması bir kısaltma
değil, tam kılma olduğunu ve dolayısıyla daha fazla kılmanın caiz olmadığını
söylemişlerdir. Zira Sahih-i Buhari'de de rivayet edildiği üzere namaz ilk
farz kılındığı zaman evde oturma ve yolculuk hallerinde ikişer rekat olmak
üzere farz kılınmış ve daha sonra evde oturma ve barış hallerinde öğle, ikindi
ve yatsı namazları dört rekata çıkarılarak artırılmış ve yolculuk halindeki
namaz asıl hali üzerine bırakılmıştır. Bu hüküm Kitapla değil, Sünnetle sabittir.
Bu âyet ise özellikle korku hali şart kılınmış olduğundan işin bu yönünden
bahsetmemiştir.
Onun için
mutlak olarak seferle ilgili hükümleri buradan çıkarmaya kalkışmak doğru değildir.
Âyette korku hali dışındaki durumlardan bahsedilmediği Şafiilerce de kabul
edilmektedir. Dolayısıyla sefer halinde namazda "nicelikten kısaltma" ikinci
derecede meşru bir ruhsat gibi görünse de gerçekte birinci derecede meşru
bir azimet anlamında olduğundan burada ruhsat verilen kısaltmanın "nitelik
kısaltması" olması gerekir. Bu yorum, Tâvus ve İbnü Abbas'tan da rivâyet edilmiştir.
Hz Peygamber (s.a.v.)'in, yapmış olduğu bütün seferlerde gerek korku, gerekse
emniyet hallerinde rekatların sayısını kısaltmış olduğunda hiç ihtilaf edilmemiştir.
Demek ki, herhangi bir yolcunun namazı esasen iki rekattır. Hz. Ömer'den rivâyet
edildiği üzere, yolculukta emniyet ve güven hali var iken kısaltmak, "Bu,
Allah'ın size vermiş olduğu bir sadakadır. Öyleyse siz de onun sadakasını
kabul edin." hadisi gereğince, kabul edilmesi gereken ilâhî bir sadakadır.
Korku halindeki kısaltma ise buna eklenen bir nitelik kısaltmasıdır ki, "Eğer
korkuya düşerseniz yaya veya binekli olduğunuz halde kılınız." (Bakara, 2/239)
âyetinde olduğu gibi korkunun derecesine göre yürüyerek eda etmeye veya îmâ
ile kılmaya, bunlar da olamadığı takdirde kazaya bırakmaya uygundur. (o âyetin
tefsirine bkz.)
Şimdi düşman
karşısında durumun uygunluğuna göre, namazı kısaltmanın cemaatle yapılabilecek
özel şekline gelelim:
102- Ey Muhammed!
Sen bu korku halinde bulunan ve namazı kısaltmalarına izin verilen mücahidlerin
içinde bulunup da onlara namaz kıldırdığın vakit içlerinden bir kısmı seninle
beraber dursunlar, yani askeri önce iki kısma ayır; bir kısmı düşman karşısında
beklesin, bir kısmı da seninle beraber namaza dursunlar. Ve namaza duranlar
da silahlarını bırakmayıp yanlarına alsınlar. Bunlar secde edip rekatı bitirdiler
mi arkanızdan düşman karşısına çekilsinler, ve kılmamış olan diğer kısım gelsin,
ikinci rekatı da seninle beraber bunlar kılsınlar. Demek ki, kılınan namaz
iki rekattir ve her rekata nöbetleşe bir kısım katılmıştır. Şu halde herbirinin
ikinci rekatleri ne olacak? Savaşın başlaması gibi, korkunun şiddetlenmesini
gerektirecek yeni bir durum ortaya çıkmadıkça ikinci rekatın da herbiri tarafından
yine nöbetleşe tamamlanması gerekecektir. Durumun böyle olduğu Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in sünneti ile de açıklanmıştır. İbnü Ömer ve İbnü Mesud'dan rivayet
olunduğu üzere Hz. Peygamber (s.a.v.) korku namazını kıldırdığı zaman âyette
olduğu gibi ilk grup ile bir rekat ve diğer grup ile de bir rekat kılmış;
sonra bu grup düşman karşısına gitmiş, yine önceki grup gelip ikinci rekatı
kırâetsız kaza etmiş ve selam vermiş, sonra bunlar gidip yine ikinci grup
gelmiş birinci rekatı kırâet ile kaza etmişler ve selam vermişler, bu şekilde
her grup iki rekat kılmışlardır. Bununla beraber bu konuda başka görüş ve
rivayetler de vardır.
Bu ikinci
grup namaza gelirken uyanık ve dikkatli olsunlar ve silahlarını üstlerine
alsınlar Öncekinde yalnız "silahlarını alsınlar" demekle yetinildiği halde
burada "uyanık, temkinli ve dikkatli olmak," demek olan "hızr" in de ilave
edilmiş olması, düşman karşısında yerlerini öbürlerine bırakırlarken son derece
ihtiyatlı hareket etmek gereğini duyurup hissettirmek içindir. Çünkü, kâfirler
öyle arzu etmektedirler ki, Siz silahlarınızdan ve eşyanızdan, savaş araç
ve gereçlerinizden gafil olsanız, boş bulunsanız da üzerinize birdenbire bir
saldırıverseler. İbnü Abbas ve Cabir'den rivâyet edildiğine göre, Hz. Peygamber
(s.a.v.) ashabı ile öğle namazını kılmış, müşrikler de bunu görmüştür. Sonradan
"biz ne fena yaptık, niye o sırada saldırıvermedik" dediler ve diğer bir namaz
sırasında baskın yapmaya karar verdiler. Yüce Allah da bu âyetle peygamberine
onların sırlarını bildirdi. Böyle iken eğer size yağmur gibi bir eziyet gelir
veya hasta olursanız silahlarınızı bırakmanızda size bir vebal yoktur. Yağmur
ve hastalık gibi bir nedenden dolayı silahları üstünüze almanız çok zahmet
verir veya silahı bozmak ihtimali bulunursa, o zaman namaz kılarken üstünüze
almayabilirsiniz ve bunu yapmak günah olmaz. Demek ki böyle bir eziyet ve
zarar bulunmadıkça silahı üzerinde bulundurmak gerekli ve elden bırakmak günahtır.
Bırakmak caiz olduğu zaman da her halde ihtiyatı bırakmayınız, kuşkulu durunuz.
Namaz kılarken de düşmana karşı dikkatli ve temkinli bulununuz, uyanık ve
ihtiyatlı olunuz. Gafil avlanmamak için ne gerekiyorsa yapınız. Düşmanın ani
saldırısıyla karşı karşıya kalmayasınız. Burada Fahreddin er-Razî şöyle der:
Bu âyet düşmana karşı dikkatli olup sakınılması gerektiğini anlattığından,
olacağı zan ve tahmin edilen zararların hepsinden sakınılması gerektiğini
gösterir. Bu suretle ilaçla tedaviye girişmek, bir kötülük ve zararı savmak
için kendi eliyle çalışıp çabalamak, vebadan kaçınmak ve yıkılmak üzere olan
bir duvarın altında oturmaktan sakınmak gerekir. Bunun "Hastalık bulaşması
yoktur." hadisi ile çelişkili olduğu zannedilmesin. Dinî inanç açısından,
bulaşmanın, hastalık ve ölümde gerçek ve zaruri bir etken olduğuna inanmak
başka, onu yüce yaratıcının dilemesiyle tesir icra eden herhangi bir adi sebep
gibi görmek ve bu nedenle sakınmak yine başkadır. Nitekim düşmandan sakınmak
emredilmekle beraber, bunu gerçekten düşmanın güç ve kuvvetine bağlatmamak
ve bu suretle kuruntu ve heyecana düşürmemek ve kalbleri ancak Allah'a bağlatmak
ve bununla beraber sebeplere önem verme emrini vurgulamak için, "Kuşkusuz
Allah kâfirler için horlayıcı bir azap hazırlamıştır." buyrulmuştur ki, Allah'ın
kanunlarını inkâr edip ihmal etmek de bu tehdide dahildir.
Kelbî'nin
Ebu Salih'ten rivayetine göre, Resulullah (s.a.v.) Enmaroğulları ile savaşmak
için gazaya çıkmıştı. Vardılar bir yere konakladılar. Hiçbir düşman görmüyorlardı.
İnsanlar silahlarını bıraktılar. Hz. Peygamber (s.a.v.) de silahını bırakıp
büyük abdeste gitti. Dereyi geçti, hava çiliyor, yağmur serpiştiriyordu. Yağmur
sonunda dere Rasulullah (s.a.v.) ile ashabı arasında bir engel oluşturdu.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) oturup beklemeye başladı. Gavres b. Haris
el-Muharibî onu gördü. "Seni öldürmezsem Allah beni öldürsün" deyip kılıcı
yanında dağdan indi. Resulullah (s.a.v.) bir de ne görsün, adam gelmiş, kılıcını
çekerek baş ucuna dikilmiş: "Şimdi ey Muhammed! Seni benden kim kurtaracak?"
diyordu. Resulullah (s.a.v.) derhal, "Allah" dedi ve "Allah'ım, dilediğin
yolla beni Gavres b. el-Haris'ten kurtar." diye dua etti. Gavres de Peygambere
vurmak üzere kılıcıyla saldırdı, fakat iki küreğinin arasına bir sancı saplanıp
yüzü koyun sürçtü ve kılıcı elinden fırladı. Hemen Resulullah (s.a.v.) kalkıp
kılıcı aldı ve: "Ey Gavres! Şimdi seni benden kim kurtarır?" buyurdu. O da,
"hiç kimse" dedi. O zaman Hz. Peygamber (s.a.v.): "Şehadet ederim ki Allah'tan
başka ilâh yoktur ve Muhammed O'nun kulu ve Resulüdür.' diye şehadet edersen
ben de kılıcını sana veririm." buyurdu. Gavres: "Hayır, fakat hiçbir zaman
seninle savaşmayacağıma ve sana karşı hiçbir düşmana yardım etmeyeceğime şehadet
ederim." dedi. Resulullah (s.a.v.) da kılıcı verdi. Bunun üzerine Gavres:
"Vallahi,
sen benden çok hayırlısın" dedi. Hz. Peygamber de, "Ben ona senden daha layığım"
buyurdu. Bunun üzerine Gavres dönüp arkadaşlarına gitti, olayı anlattı. Bazıları
imana geldiler. O sırada derenin suyu durmuştu. Resulullah (s.a.v.) da geçip
ashabına olayı haber verdi. İşte, "uyanık olunuz" emri böyle ani bir baskına
uğramaktan korunmak içindir.
Bu âyette
açıklanan korku namazı Resulullah (s.a.v.)'a hitaben gelmiş olduğu ve Resulullah
(s.a.v.)'ın imametiyle namaza bedel bulunamayıp başka bir imam da bulunabileceği
için, bir rivayette İmam Ebu Yusuf bunun sadece Resulullah (s.a.v.)'a ait
olduğunu ve ondan sonra korku namazının böyle bir imam ile kılınmayıp en az
iki imam ile diğer namazlar gibi kılınacağını söylemiştir ki Malikîlerden
İbnü Uleyye'nin görüşü de bu imiş. Fakat âlimlerin çoğu, Resulullah (s.a.v.)'dan
sonra imamların o makama geçen bir peygamber vekili olmaları nedeniyle, "Onların
mallarından bir sadaka al ki, bu sadaka ile onları temizleyip arıtasın." (Tevbe,
9/103) emrinde olduğu gibi, hitabın peygamberden sonra devlet reislerini de
kapsadığını açıklamışlardır. Nitekim Said b. As Taberistan'da korku namazı
kılmak istediği zaman, "İçinizde Resulullah ile bir korku namazında bulunan
ve şahit olan kim var?" diye sormuş; Huzeyfe b. el-Yeman kalkıp tarif etmiş
o da o şekilde kıldırmıştı ki, içlerinde birçok sahabi de vardı. Ayrıca yine
Abdullah b. Semüre başkanlığında Babil'e gaza ettikleri zaman o da korku namazı
kıldırmıştı.
103- Şimdi
bu namazı eda ettiğiniz, yani korku namazı kıldığınız; kılıp bitirdiğiniz
zaman, arkasından ayakta ve otururken ve yatarken bütün durumlarda Allah'ı
zikredin, onu anın. Hatta savaşa giriştiğinizde bile ayakta kılıç çalarken,
dizleyip ok atarken, yaralanıp yere düştüğünüzde Allah'ı kalbinizden çıkarmayınız,
dilinizden bırakmayınız. Başka bir mânâ ile, daha sonra işler kızıştığı, durumlar
şiddetlendiği zaman namaz kılmak istediğinizde herbiriniz bulunduğunuz duruma
göre, mesela, ayaktakiler ayakta, oturanlar oturduğu, yatanlar yattığı yerde
olarak nasıl rast gelirse öylece ima ile kılınız ve bu hal içinde Allah'ı
anınız. Bazı müctehitler burada bizzat savaş yapılırken bile, böyle ima ve
zikirle namazın kılınacağını anlamışlarsa da, Hanefi imamların tercihine göre,
fiilen savaşla meşgul olmak namaza engeldir. O zaman namaz kazaya bırakılır.
Nitekim Ahzab savaşında Resulullah (s.a.v.) dört vakit namazı kazaya bırakmıştı.
Daha sonra
savaş bitip gönül rahatlığına kavuştuğunuz, kalb leriniz huzur bulup durumlardan
emin olduğunuzda vakti gelen namazı bütün rükun ve şartlarıyla güzelce kılınız,
yahut savaş sırasında kılamadığınız namazları kaza ediniz. İmam Şafii hazretleri,
"O karışık zamanlarda kılınan namazların hepsini tamamıyla kaza ediniz" demiş
ise de, bu mânâ biraz uzak görünüyor. Açık olan, vakti gelenlerin edası veya
kılınamayanların kazasıdır.
Zira namaz
müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır. Yani düzenli ve belirli vakitlerde
yazılı kesin bir farzdır. Ki bu vakitler Kur'ân'da, "Güneşin öğle vakti zevalinden,
gecenin karanlığına kadar namaz kıl. Bir de sabah namazını kıl" (İsrâ, 17/78),
"Hem de gündüzün taraflarından ikisinde ve gecenin gündüze yakın saatlerinde
namaz kıl" (Hûd, 11/114), "Güneş doğmadan önce ve batmadan önce hamd ile rabbini
tesbih et. Gece saatlerinde ve gündüzün etrafında da onu tesbih et." (Tâhâ,
20/130), "O halde akşama girerken, sabaha ererken Allah'ı tesbih edin. Göklerde
ve yerde hamd O'nun içindir. Günün sonunda ve öğle vaktine girince Allah'ı
tesbih ediniz." (Rûm, 30/17-18) gibi âyetlerle öğle, ikindi, akşam, yatsı
ve sabah beş vakit olmak üzere tayin edilmiş, özel sınırlarıyla sınırlanması
ve nasıl kılınacakları da Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından açıklanıp izah
edilmiş ve o zamandan beri yapılagelerek de müslümanlar arasında yapılması
zorunlu görevlerden biri olarak korunmuştur.
Namazın böyle
beş vakit ile takdiri, akıl ile bilinebilen şeyler açısından şu şekilde de
izah edilmiştir:
Âlemin hayat
akışında her şey beş mertebe geçirir:Birincisi,
ortaya çıkma ve varlık âlemine gelme mertebesidir. Nitekim insan da doğar,
bir müddet gelişme ve büyüme devresi geçirir. Bu müddete "büyüme çağı" denir.
İkinci mertebe, duraklama devridir ki, bir süre artıp eksilmeyerek olgunluk
sıfatı üzere kalır ve bu müddete "gençlik çağı" denir. Üçüncü mertebe "olgunluk
çağıdır". Bu devrede insanda gizli bir noksanlık yüz göstermeye başlar. Dördüncü
mertebe "yaşlılık çağıdır" ki, insanda açıktan açığa bir takım noksanlıklar
ortaya çıkmaya başlar ve ölünceye kadar gider. Buna da yaşlılık ve ihtiyarlık
denir. Beşinci mertebe, insan öldükten sonra bir müddet daha izleri devam
eder ve daha sonra bu izler de yok olur ve ortada adı ve izi kalmaz. İşte
âlemde bu beş mertebe, gerek insanda ve gerekse diğer canlı ve bitki olaylarının
hepsinde geçerlidir. Doğuşuna ve batışına göre güneş de bu beş hal ile ilgilidir.
Doğudan doğduğu sıradaki hali insanın doğduğu zamanki halini andırır. Yavaş
yavaş yükselir, nuru kuvvetlenir, ısısı şiddetlenir, nihayet göğün ortasına
gelir, bir duraklama anı geçirir. Sonra inmeğe başlar ve gizli eksilmelerle
yavaş yavaş ikindiye kadar gider. Sonra eksiklikleri ortaya çıkar, ışığı ve
ısısı zayıflar, çökmesi artar ve hızla batmaya yönelir. Battıktan sonra batı
ufkunda şafak denilen bazı izleri kalır, sonra bu da kaybolur ve güneş sanki
âlemde yokmuş gibi bir hale gelir. Herkesin görebileceği bütün bu durumlar
Allah'tan başka hiçbir gücün hakim olamayacağı garip işlerden olduğu için,
yüce Allah bu beş halden herbirini bir ilâhî emre alamet kılarak herbirinde
bir namaz farz kılmış ve bu beş vakit namazı her günkü değişmeleri belirtip
gösteren bir takvim gibi, görevleri nizama koyan, vakti ve zamanı belli bir
farz yapmıştır. Bunun içindir ki, müminlerin namazları ne kadar düzenli olursa,
durumları da o oranda düzenli olur. Namaz hem bir intizam sağlama yolu, hem
de rahatlama amacıyla yapılan bir şükran borcudur. Korku halinde kılınırsa
ümidi, emniyet halinde kılınırsa neşe ve isteği artırır. Fakat o zaman da
görev sadece bundan ibaret zannedilip de kalmamalıdır. Namazı güzelce kılınız.
104-Bununla
beraber o kâfir topluluğunu takip edip peşinden gitmede gevşeklik de göstermeyin.
Zayıf kalpli olmayın. Eğer siz bundan acı ve elem duyarsanız bilmelisiniz
ki, onlar da sizin acı duyduğunuz kadar acı duyarlar. Fazla olarak siz Allah'tan
onların ümit edemeyecekleri şeyler umarsınız. Onlar az bir sermaye olan dünya
hayatını ararken siz sonsuz sevap ve ahireti istersiniz. Sizin ümit sahanız
onlardan çok geniştir. Onun için siz onlardan çok yüksek bir azim ve istekle
cihad etmelisiniz. Allah her şeyi bilen ve her şeyi bir hikmete göre yapandır.
Dolayısıyla Allah'ın emirlerine sarılıp ilim ve hikmet dairesinde hareket
ediniz ki, umduklarınıza kavuşasınız.
Burada İslâm
dininin ruhu ve Kur'ân'ın iniş hikmeti olan pek önemli bir mesele vardır ki,
o da hak ve haklıya hakkını verme meselesidir. Kâfirlere karşı böyle cihad
etme ve onları takip etme buyruklarını görüp de onlara hainlik etmeyi, haksızlık
yapmayı, yapmadıkları şeyi "yaptılar" diyerek iftira etmeyi dinin gereği zannetmemelidir.
Hak, kâfirle de ilgili olsa yine haktır. Bir dinin mükemmeliği hukuk anlayışının
kapsamlı ve ciddi olmasında ve İslâm'ın en büyük gelişiminin de adalete dayanan
kuvvetinin ortaya çıkışında aranması gerekir. Kâfirin inkârı, onun haklarına
tecavüzü helal kılmaz. Hak dinin gereği, kâfirin dahi lehinde ve aleyhinde
ancak Allah'ın indirdiği hak kanun, adalete dayanan hükümler ve ilmin gösterdiği
yollarla hüküm vermektir.
Meâl-i Şerifi
105- Biz sana
Kitab (Kur'ân)ı hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği
şekilde hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma!
106- Allah'tan
bağışlanmanı dile. Şüphesiz, Allah bağışlayıcıdır, esirgeyicidir.
107- Kendilerine
hainlik edenleri savunma. Muhakkak Allah hain günahkârları sevmez.
108- Bunlar,
insanlardan (hainliklerini) gizlerler de, Allah'tan gizlemezler. Oysa O, geceleyin
istemediği şeyi kurarlarken onların yanı başlarındadır. Allah, onların yaptıklarını
(ilmiyle) kuşatmıştır.
109- Haydi
siz dünya hayatında onları savunuverdiniz (diyelim). Peki kıyamet gününde
Allah'ın huzurunda onları kim savunacaktır? Yahut onlara kim vekil olacaktır?
110- Kim bir
kötülük işler, yahut nefsine zulmeder, sonra da Allah'tan bağışlanmasını dilerse,
Allah'ı bağışlayıcı ve esirgeyici bulur.
111- Kim bir
kötülük işlerse, kendi nefsine kötülük etmiş olur. Allah her şeyi hakkıyle
bilendir, hikmet sahibidir.
112- Kim bir
hata veya bir günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak
iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.
113- Eğer
Allah'ın sana lütuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir güruh seni sapıtmaya
çalışırdı. Halbuki onlar, ancak kendi nefislerini saptırırlar, sana hiçbir
zarar veremezler. Allah, sana Kitab (Kur'an)ı ve hikmeti indirmiş ve sana
bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın sana olan lütfu büyüktür.
114- Bir sadaka
vermeyi yahut iyilik yapmayı veyahut da insanlar arasını düzeltmeyi emreden(ler)inki
hariç, onların aralarındaki gizli gizli konuşmalarının çoğunda hiçbir hayır
yoktur. Kim bunları sırf Allah'ın rızasını kazanmak için yaparsa, yakında
ona büyük bir mükafat vereceğiz.
115- Kim kendisine
doğru yol besbelli olduktan sonra Peygamber'e karşı çıkar, müminlerin yolundan
başkasına uyup giderse onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası
ne kötü bir gidiş yeridir.
116- Şüphesiz
Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında dilediğini bağışlar.
Allah'a ortak koşan, muhakkak ki, derin bir sapıklığa düşmüştür.
117- Onlar,
Allah'ı bırakırlar da, yalnız dişilere taparlar. Böylece ancak inatçı şeytana
tapmış olurlar.
118-119- Allah
o şeytana lanet etti. Ve o da: "Elbette senin kullarından belirli bir pay
alacağım, onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara sokacağım, ve
onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim
de Allah'ın yaratışını değiştirecekler" dedi. Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı
dost edinirse, şüphesiz o, apaçık bir ziyana uğramış olur.
120- Şeytan
onlara vaad eder ve onları boş umutlarla oyalar. Oysa şeytanın onlara vaadi,
aldatmadan başka bir şey değildir.
121- Bunların
varacakları yer cehennemdir. Ondan kurtulmak için çare bulamazlar.
122- İman
edip iyi işler yapanları da altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağız,
orada ebedî olarak kalacaklardır. Bu, Allah'ın gerçek vaadidir. Allah'dan
daha doğru sözlü kim olabilir?
123- (İş),
ne sizin kuruntunuza, ne de kitap ehlinin kuruntusuna göredir. Kötülük yapan,
o yüzden cezalandırılır. O, kendisine Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir
yardımcı bulabilir.
124- Erkek
veya kadın, kim mümin olur da güzel amellerden işlerse, işte onlar cennete
girerler. Zerre kadar da haksızlığa uğratılmazlar.
125- İyilik
yaparak kendisini Allah'a teslim eden ve İbrahim'in dinine dosdoğru olarak
tâbi olan kimseden, din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah, İbrahim'i
dost edinmişti.
126- Göklerde
ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Allah, her şeyi kuşatıcıdır.
105- Biz sana
kendisinde şek ve şüphe olmayan bu en mükemmel kitabı, bu Kur'an-ı azimüşşan
(şanı büyük Kur'an)ı hakk ile, Hak Teâlâ'nın insanlar üzerinde, insanların
ferdî veya toplum olarak birbirleri arasındaki hukukun temelini içeren, özetle
hakkı açıklayan, batıldan ve eğrilikten uzak ve sırf hak yolu, adaleti ve
doğruyu gösteren bir hidayet düstüru olarak indirdik ki, bütün insanlar arasında
Allah'ın sana gösterdiği hak ilim ve mutlak vahiy ile hükmedesin: İnsanlar
arasında itikadî veya amelî her çeşit anlaşmazlıkların halledilmesinde Allah'ın
kitabını, düstür ve vahyini, hüküm dayanağı edinip, hak ve hakikatle, hakkıyla
hükmedesin ve ayırım yapmadan herkese kazandığı hakkını veresin. Yani kitabın
asıl iniş hikmeti, insanlar arasında hükmetmek ve hakim olmak için, hakkı
gösteren bir esas olması ve bunun Peygamber'e indirilmiş olmasının hikmeti
de Peygamber'in Allah tarafından gelen vahyi ve vahiyden elde edilen ilmi
başlı başına hüküm merkezi edinmesi ve vahyin geldiği hususlar da buna aykırı
diğer sebepleri ve delilleri dikkat nazarına almamasıdır. Çünkü diğer deliller
sırf zahirî (görünür) olduğu halde, vahiy temel hakka uygun, zorunlu bir ilimdir.
Demek ki hakimin
görevi ne kendinin, ne de şunun bunun rey ve arzusunu değil, ancak hakkı (doğruyu)
takip etmesi ve kesin olarak bildiği bir hakkın zıddına asla hükmetmemesidir.
Burada hakimin bilgisinin muteber olduğuna bir delil vardır. Fakat bunun bir
rey ve ictihad değil, bir ilm-i şuhudî (görmeye mahsus ilim) olması şarttır.
Bunun için Hz. Ömer (r.a.) demiştir ki, "Allah'ın bana verdiği rey ile hükmettim"
demeyiniz, çünkü "Allah'ın sana gösterdiğiyle" demek vahiydir ve Peygamber'e
mahsustur. Sizin kanaatınız ise ilim değil, nihayet bir zandır. Şu halde hakimler,
sırf rey ve kanaatleriyle hükmedemezler, sebep (neden)lere ve sabit olan vasıtaların
araştırılmasına ve onların delaletine uymaya mecburdurlar. Bununla beraber
asıl maksat doğruya isabet olduğundan hakimin ilm-i şühûdî (görmeye dayanan
ilim) ile bildiği bir hususta bilgisinin dışında hükmetmesi asla caiz olmaz.
İşte ey Muhammed
(s.a.v.), sen Allah'ın gösterdiği vahy ile hükmet, hainlerin iyiliğine, yararına
savunucu olma, yani kim olursa olsun, isterse ümmetinden olsun, isterse başka
dinden olsun, hainleri savunmak için temiz olanlara düşmanlık etme; daha açıkçası
hainler adına müdafaa vekili olma, avukatlık etme. Bu âyetlerin Beni Übeyrik
(Übeyrik Oğulları) olayı hakkında inmiş olduğunda tefsircilerin ittifak ettikleri
naklediliyor. Ebu Hayyan'ın nakline göre, "Kirmânî demiştir ki: 'Bu âyetlerin,
Beni Zafer b. Haris'ten Tu'me b. Übeyrik hakkında inmiş olduğunda tefsircilerin
ittifakı vardır.' Ancak İbnü Bahr demiştir ki: 'Münafıklar hakkında indi ve
bu "size ne oldu ki münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız?" (Nisâ, 4/88)
ilâhî sözüne bağlıdır". Übeyrik'in Beşir, Bişr, Mübeşşir adlarında üç oğlu
bulunduğu ve bunlardan Beşir'in, başkalarına isnat ederek sahabe hakkında
hicviyye söyleyen bir münafık olduğu rivayet edildiğine ve Tu'me denilen de
bu Beşir olduğuna göre İbnü Bahr'in sözü de bu ittifaka aykırı değildir. Bunun
için Razî, mutlak oluşu üzere der ki: "Bu ayetlerin çoğu Tu'me b. Übeyrik
hakkında inmiş olduğunda tefsirciler ittifak etmiştirler." Fakat olayın durumunda
birkaç rivayet vardır: Birisi: Tu'me zırhlı bir gömlek çalmış, istenince hırsızlığı
bir yahudiye atfetmiş. İkincisi: Zırh kendisine emanet olarak bırakılmış,
şahit de yokmuş, istenince inkâr etmiş. Üçüncüsü: İstendiği zaman yahudinin
çaldığını iddia etmiş... Tefsircilerin çoğunluğunun tercih ettiklerine göre
rivayetlerin özeti şudur: Ensar'ın yanında Zafer Oğulları'ndan Tu'me b. Übeyrik
adında birisi, komşusu Katade b. Nu'man'dan bir gece bir un dağarcığı içinde
bir zırh çalmış. Dağarcığın yırtığından un dökülerek götürmüş. Zeyd b. Semin
adında bir yahudinin yanına bırakmış. Tu'me aranmış, zırh bulunmamış; almadığına
ve bilmediğine yemin etmiş, bırakmışlar. Un izini takip etmişler, yahudinin
evine varmışlar ve bulmuşlar. Yahudi bunu kendisine Tu'me'nin getirip bıraktığını
söylemiş ve yahudilerden şahitlik edenler de olmuş. Zafer Oğulları Peygamber'e
gitmişler. Tu'me'nin temiz olduğuna ve yahudinin hırsızlığına şahitlik etmişler
ve Tu'me'yi müdafaa edip müslümanlık adına yahudilerle mücadele etmesini rica
etmişler, Resulullah da görünüşte müslüman olan Tu'me'nin yeminine ve bunların
şahitliklerine dayanarak öyle yapmak istemiş, bunun üzerine Allah tarafından
bu âyetler inmiş ve hain ile temizi doğrudan doğruya bildirerek Resulullah'ı
irşad ve hata etmekten korumuştur. Buna karşı Tu'me Hakk'a teslim olup tevbekar
olacak yerde Mekke'ye kaçmış ve dinden dönmüş. Önce Sülafe binti Sa'd (Sa'd
kızı Sülafe) adında bir kadının yanına inmiş, Hz. Hassan'ın bir şiirinden
dolayı kadın bunu kovmuş, sonra Selim Oğulları'ndan Haccac b. Allat adında
birinin yanına gitmiş, orada da bir hırsızlık yapmış kovulmuş. Daha sonra
yine hırsızlık için bir evin duvarını delerken duvar yıkılmış, altında kalmış,
bir rivayette bununla da ölmemiş, Mekke'den çıkarılmış. Araplardan bir tüccar
kafilesine karışmış, bunlardan da bir mal çalmış, kaçmış ve fakat tutmuşlar,
feci bir şekilde öldürmüşler. Bundan dolayı da İslâm dininde dinden dönenlerin
halini ve sonucunu gösteren "Her kim, hidayet kendisine belli olduktan sonra
peygambere muhalefette bulunursa..." (Nisâ, 4/115) âyeti inmiştir. Şu halde
iniş sebebine göre "hainin" (hainler)den maksad, bu Tu'me ve buna yardım edenler,
genel olarak da bu gibi haksızlar ve ahlâksızlardır.
106-108- Şimdi
hakimiyet hakkı meselesinin önemini, hakimlerin, şahitlerin, avukatların sorumluluklarındaki
dehşeti anlamalı ki, Allah Teâlâ, görünürde İslâm'a ve kavminin istek ve şehadetine
dayanarak Tu'me'yi savunmaya meyletmiş olmasından dolayı Peygamber'i hata
etmekten korurken, daha doğrusu kendisine gaybı haber veren bir mucize bahşederken
bir hakimin, bilmeyerek de olsa, açık sebeplere aldanarak da olsa, bir hain
yararına meyledip zimmeti temiz olan (aklanmış) bir kimseye düşmanlık etmesinin,
aslında bir kusur olduğuna işaret için o hainleri savunucu olma, ve Allah'a
istiğfar et. Çünkü Allah affını isteyenlere gafûr, rahîmdir diye istiğfara
davet etmeden diğer hatırlatmalara geçmemiştir. Allah'ın lütuf ve rahmetiyle
hikmet ve peygamberlik sayesinde böyle bir kusur ve hatadan koruduğu, sonra
iyilikle anılacaksa da, ilk önce istiğfara davet edilmesi her halde bir belağatlı
azarlamaya işaret eder. Şu halde bu belâğatlı azarlamayı hainlerin hainliklerini,
haksızların haksızlıklarını bile bile zulüm ve hainliğe yardım edenlere ve
bir menfaat hissi veya taassup ve yağcılık sebebiyle haksızlığa imrendirip
ve teşvik edenlere ve aynı şekilde hükmünde, Hakk'ın hükümlerini esas almayıp
kendi rey ve arzusuna tabi olanlara karşı şiddetini tasvir etmek mümkün olmayan
gayet dehşetli bir tehdit ve korkutmayı ve tevbeye teşviki içine alır. Bunun
için bu şiddet ve akıcılıkla hatırlatmaya devam olunarak buyuruluyor ki: Kendilerine
hainlik edenler tarafından veya onlardan dolayı mücadele etme. Böylelerinin
ne himaye eden vekili ol, ne şahitlikleriyle hükmet.
Nefsine hainlik,
kendini aldatmak, bir gelir sağlıyor zannıyla bir zarar getirmektir. Bunun
için bir insanın günah işlemeye gayret ederek kendini azaba maruz kılması,
kendini aldatmak ve Allah'ın emaneti olan nefse hainlik etmektir. Haine taraftar
olmak da nefsine bir hiyanettir. "Allah, günahkâr ve hain olan kimseyi sevmez."
"Havvan", pek hain, "esîm", pek günahkâr, yani hainlikten sakınmayan ve günahtan
çekinmeyen demektir. Bu ifade de, ısrar ve alışkanlıktan çekindirme ve tevbeye
bir teşvik vardır. Burada nefse hainliğin bir şeklini izah ve kendilerine
hainlik edenlerden belli bir kısmın tasviri vardır ki, bunlar Allah'ın razı
olmayacağı sözler söylerler ve bunu yaptıkları zaman, Allah yanlarında iken,
O'ndan gizlemezler, Allah'a karşı bunu yapmaktan çekinmezler de insanlardan
gizlerler. Yukarda da açıklandığı üzere "tebyit" kelimesi, "beytûtet"ten veya
"beyt"ten alınmıştır. "Beytûtet"ten olduğuna göre, bir işi geceleyin düşünmek,
geceletmek, gece karanlığında yapmaktır. "Beyt"ten olduğuna göre de, bir sözü
manzum bir beyit, bir şiir yapar gibi uğraşıp uydurmak, tanzim etmeye çalışmaktır.
Bu gibi kimseler de zihinlerinde veya aralarında kötü fikirler tertip ederler.
Bunları herkesten gizli tutmak için geceleri kendilerine mahsus gizli yerlerde
toplanarak veya veznine, konusuna uydurup beyit tanzim eder gibi çalışarak
ve süsleyerek Allah'ın razı olmayacağı bir takım kararlar verirler, yalan-yanlış
şeyler uydururlar ve bunları yaparken Allah'tan korkmazlar, onu hiçe sayarlar
da insanlardan son derece çekinirler ve onları aldatmaya çalışırlar. Halbuki
onlar ne yapıyorlarsa Allah hepsini kuşatıcıdır. Hiçbirini kaçırmaz, erinde,
gecinde cezalarını verir, böyle yapanlar sonunda kendilerini aldatmış, nefislerine
hainlik etmiş olmaktan başka bir şey yapmış olmazlar. Yaptıkları fenalık,
bulundukları muhitin içindedir. Tu'me gibi hainleri müdafaa ve himaye etmek
isteyenler de bu gibiler arasında bulunduğu için bu tasvir üzerine çeşitli
uslubda hitap ile ve onlara sözü çevirerek buyuruluyor ki:
109-Ey hainleri
savunanlar! İşte siz, onlarsınız, o kendilerini aldatan, nefislerine hainlik
eden kimselersiniz ki, bu dünya hayatında o hainler tarafından mücadele ettiniz.
Haydi dünyada bunu yapabilirsiniz.
Fakat böyle
yapmakla onları gerçekten kurtardınız mı? sonra "Kimsenin, kimse yerine hiçbir
şey ödeyemeyeceği bir gün" (Bakara, 2/123) olan kıyamet gününde o hainler
tarafından kim mücadele edecek? Veya onlar üzerine kim himayeci vekil olacak?
Bütün o amelleri kuşatan Allah Teâlâ'nın azabına karşı onların himayesini,
avukatlığını kim üzerine alacak düşünmüyor musunuz? Şu halde siz dünyadaki
bu mücadelenizle o hainleri kurtarmış olmadığınız gibi, tersine onların sorumluluklarına
iştirak ederek nefsinize hainlik etmiş ve kendinizi aldatmış oluyorsunuz.
Ve Allah Teâlâ Peygamberine buyurduğu için, kendinizi onun şefaatinden de
mahrum etmiş bulunuyorsunuz. Bununla beraber bu böyledir diye ümidinizi kesip
de kendinizi büsbütün hainliğe kaptırmayınız, hemen tevbe ve istiğfar ediniz.
110-111- Çünkü
her kim başkasına bir kötülük yaparsa, veyahut kendisine zulmeder de sonra
Allah'a istiğfar ederse Allah'ı bağışlayıcı ve merhamet edici bulur. Fakat,
"adam sen de, Allah gafüru'r-Rahîmdir." diye, kibire kapılıp da günahı hafif
görmemelidir. Zira her kim bir günah kazanırsa, onu ancak nefsine kazanmış
olur. O günahı ile bozulan kendi nefsidir. Ve onun zarar ve vebalini çekecek
olan ancak kendisi olur. Ve bunun için her günah, nefse bir hainliktir. Günahtan
kaçınmak gerekir. Çünkü Allah affedici ve esirgeyici olmakla beraber "Allah
her şeyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir" de, ilmi ile her şeyi, herkesin
her maksadını, gizli, açık her günahını bilir, hikmetinden dolayı da her günahı
işleyene isnad eder, cezasını ona çektirir.
112-O halde
her kim bir hata veya günah kazanır da sonra bu kazandığını hiç ilgisi olmayan
temiz bir kimseye atarsa, muhakkak ki bir iftira ve açık bir günah yüklenmiş
olur. "Hatie" (hata) ile "ism" in ayırımında üç şekil vardır: Birincisi, "hatie",
küçük günah; "ism", büyük günahtır. İkincisi, "hatie", yapanda kalan küçük
günah; "ism" ise zulüm ve öldürme gibi başkasına tecavüz eden geçici günahtır.
Üçüncüsü, "hatie", gerek isteyerek olsun, gerek bilmeden olsun, yapılması
layık olmayan; "ism" ise, isteyerek meydana gelendir. Demek ki, başkasına
iftira edilen günah, gerek büyük, gerek küçük olsun, her iki takdirde iftiranın
kendisi pek büyük bir günahtır. İftiranın mahiyeti birdir. Başkasına, yapmadığı
bir kötülüğü iftira etmek, aslında ağır ve büyük bir günah olduğu gibi, kendi
günahını başkasına yüklemek, o günaha bu ağır ve büyük günahı ilave etmektir.
Bundan dolayı bütün bunlardan kaçınmak ve şayet böyle bir şey olmuşsa, derhal
tevbe ve istiğfar edip helallaşmak lazım gelir.
Bu hatırlatmalardan
sonra, böyle nefislerine hainlik edip geceleri fitne kurmakla meşgul hainlerden
bir kısmının Allah'ın Resulü'nü bile gaflete düşürmek ve sapıtmak istediklerini
haber vermek ve buna karşılık Resulullah'ın Allah Teâlâ'nın lutfuyla masum
olduğunu ilân ve yüksek mevkiini açıklamakla şükür ve mücahedeye sevketmek
için geçmiş azarlamanın sırf nimet olduğunu gösteren özel bir lütuf ve iltifat
ile buyuruluyor ki:
113-Ey Muhammed!
Üzerinde Allah'ın lütfu, yani her nimetten fazla bir nimet olan nübüvvet (peygamberliğ)i
ve rahmeti, yani hıfzetmesi ve koruması olmasaydı o hainlerden bir güruh seni
muhakkak şaşırtmak istemişlerdi. Zira Tu'me'nin kavmi, onun hırsız olduğunu
bildikleri halde Peygamber'e gelmişler, onu müdafaa ve mücadele ile beraet
ettirmesini (temize çıkarmasını) ve hırsızlığı yahudiye isnat etmesini istemişler
ve bu şekilde batıl ve yanlış bir hüküm verdirmek istemişlerdi. Halbuki onlar
bununla başkasını değil, ancak kendilerini sapıtıyorlardı. Günah ve düşmanlığa
yardım ve yalan yere şahitlik ve iftira ile kendilerini sapıklığa düşürüyorlar,
şu anda ve gelecekte sana bir zarar yapmış olmuyorlardı. Çünkü sen hükmünü,
zahir-i hal (durumun görünüşün)e dayandıracaktın ve aksi bilinmedikçe ve sabit
olmadıkça bir hakimin vazifesi de zahir (görünüş) ile hükmetmek olacağından,
o hükmün sorumluluğu sana ait olmayacaktı. Halbuki sen bu kadarla kalmış değilsin
Allah sana kitap ve hikmet indirdi, ve bilmediğin sırları ve gerçekleri sana
bildirdi. Kitap, her delilin üstünde bir delil; hikmet, ilim ve amelde hak
(doğru) ve sevaba isabet için en büyük bir haslet ve bu, ilm-i ledün (Hak
katından gelen bilgi) görünenin ötesini gösteren ve zahir ve batında hatadan
ve zarardan koruyan bir ilâhî rahmet, bir ayn-i yakin (gözle görerek kazanılan
kesin bilgi), ve bu şekilde Allah'ın sana lütfu büyük oldu. Şu halde sen,
umumi peygamberlik ve tam riyaset (başkanlık)le zahir (dış) ve batın (iç)da
hatadan korunmuş olarak hükmedersin ve sana hiçbir şekilde bir zarar gelme
ihtimali yoktur.
114-O hainlere
bakma onların fısıltılarının, gece fesatçılık etmek için toplanıp gizli konuşmalarının
çoğunda hayır yoktur. Ancak bu arada sadaka veya bir iyilik veya insanlar
arasında bir ıslah emredenler, bu üç maksaddan biri için toplanıp gizlice
konuşanlar hariç. Ve her kim bunları Allah rızası için yaparsa yarın ona büyük
bir ecir veririz. Demek ki başka bir maksatla değil, Allah rızası için olmak
şartıyla bu üç maksaddan birisi için toplanma aktedip gizlice konuşmak, istişare
ve müzakere etmek caiz ve hatta mendubtur. Bunların dışındaki toplanmalarda
ve gizli müzakerelerde ise hiçbir hayır yoktur. Müminlerin bunlardan sakınmaları
ve bu gibi toplantılara iştirak etmemeleri ve hatta yasaklamaları gerekir.
Sadaka, Ma'ruf
(iyilik), Islah-ı beyn (arayı düzeltmek) : Bu üç kelime hayırlı işlerin hepsini
içerir. Zira insanlara geçen hayırlı amel, ya menfaatin ulaşması veya zararın
defedilmesi içindir. Menfaat ise, ya mal vermek gibi cismanidir ki "sadaka"
ile bu çeşide işaret olunmuştur. Veya ruhanidir ki emr-i bi'l-maruf (iyiliği
emretmek) ile de bu çeşide işaret edilmiştir. İnsanlar arasını ıslah etmek
de, zararı defetme kısmına işarettir. Görülüyor ki bütün bunlarda sevab vaadi
emre değil, "her kim yaparsa" diye fiile bağlanmış ve Allah rızası için olmakla
da kayıtlanmıştır.
115- Her kim
bu şekilde kendisine hak ortaya çıktıktan (yani yukarda geçtiği üzere kitap,
hikmet ve Hak'dan gelen ilim ile gerçeği açıklayarak peygamberlik ve Muhammedî
hakimiyeti isbat ve açıklayan gayba ait mucize ve ilâhî hidayet anlaşıldıktan)
sonra Peygamber'e karşı çıkar, ve müminlerin yolundan başkasına uyarsa, biz
onu döndüğü tarafa çevirir, ve cehenneme basarız, ve fakat bilir misiniz o
cehennem ne kötü bir yerdir? ". Bu âyet yukarda nakledildiği üzere Tu'me'nin
hainliği ilâhî açıklama ile ortaya çıkınca Hakk'a kendini teslim etmeyip Mekke'ye
kaçması ve dinden dönmesi üzerine inmiştir.
"Şikak" ve
"müşakka" kelimeleri, "şakk" dan türemiştir, "ayrılıp muhalefete geçmek" mânâlarına
gelir.
Müminlerin
yolu, itikad (inanç) ve amelde müminlerin tuttuğu tevhid yolu ve sağlam dindir
ki, Allah'a, Allah'ın Resulü'ne ve ulu'l-emre itaat yoludur. Bundan başkasına
tabi olmak da tevhid yolundan çıkmaktır, müminler yolu olmayacağı bellidir.
Şu halde Allah'ın Peygamberi'ne karşı çıkmak, müminler yolundan başkasına
gitmek demek olacağı açık olduğu halde, bunun diye ayrıca açıklanması, elbette
dikkate şayandır. Demek ki, Allah'ın Resulü'ne ittiba (uymak) gibi, müminlerin
yoluna uymak da açıkça istenmektedir. Resulullah'dan kesin delil (nass-ı kat'i)
gelen hususlarda Resulullah'a karşı çıkmakla müminlerin yoluna gitmemek mütelazim
(birbirinden ayrılmayan) ve aynı şey ise de nass (dini delil) gelmeyen hususlarda
bu telazüm (beraberlik) açık değildir. Müminler (Nisâ, 4/83) nassına uygun
olarak ittifak ve icma ile bir yol tuttukları zaman bazı kimseler müminlerin
tuttuğu bu yola karşı çıktıkları halde Resulullah'a doğrudan doğruya karşı
çıkma ve muhalefet etme mevkiinde bulunmamış olduklarını iddia edebilirler.
İşte dan sonra kaydının açıklanması bu ikisinin bizzat matlub ve gerekli bulunduğunu,
yani Resulullah'a karşı çıkmak, müminler yoluna gitmemek demek olduğu gibi,
müminler yoluna gitmemek de Resûlullah'a karşı çıkmak demek olduğunu açıkça
anlatmış ve buna binaen icma-ı ümmet (İslâm bilginlerinin ittifakı) ile dahi
doğrunun ortaya çıkacağını ve ona da uymanın farz olduğunu göstermiştir. Bunun
için Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat bilginleri, bu fıkrayı icma-ı ümmete uymanın
farz olduğunu ifade için sevkolunmuş bir delil olarak anlamışlar ve delalet
yönünü çeşitli şekillerde izah etmişlerdir. "İttiba" kelimesi de asıl meselenin
uyma esası üzerinde cereyan ettiğini gösterir.
"İslâ" kelimesi,
bir şeyi yakmak için ateşe atmak ve ateşe atıp durdurmaktır. İşte doğru yol
ortaya çıktıktan sonra Peygamber'e karşı çıkan ve müminler yolundan başkasına
uyan mürted (dinden dönen)in sonu budur. Bunu geçici sanmamalı ve yalnız Tu'me
gibi dönmelere de mahsus zannetmemelidir.
116-Çünkü
"Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği
kimse için bağışlar." Yukarda ve yine bu sûrede bu âyetin benzeri kitap ehli
hakkında geçmiş ve açıklanmıştı. Burada da Tu'me gibi dönmelerle beraber kitap
ehlinden başka olan küfür ve şirk ehli açısından sevkolunmuştur. Bunun için
orada "Mesih Allah'ın oğludur", "Uzeyr Allah'ın oğludur" gibi, oğul isnat
ve iftirasına işaretle "Kim Allah'a şirk koşarsa mutlaka büyük bir günah ile
iftira etmiş olur." (Nisâ, 4/48) buyurulduğu halde, burada şöyle buyuruluyor:
Her kim Allah'a ortak koşarsa artık derin bir sapıklık ile sapıklığa düşer
gider. Yani öyle sapıtır öyle sapıtır ki, doğru yoldan pek uzaklara düşer,
ilâhî mağfiret ve rahmetten uzaklaştıkça uzaklaşır. Şu halde şirk (Allah'a
ortak koşmak), hem Hakk'a bir iftira ve büyük günah, hem de derin bir sapıklıktır.
Ve her iki şekil de büyük zulümdür. Bununla beraber bazı müşrik (Allah'a ortak
koşan)lerde iftira durumu açık, bazılarında da sapıklık durumu açıktır. Bunun
için her birinde affedilmemek, yerine göre bir sebebe bağlanmıştır. Kitap
ehlinin şirki, sapıklıktan çok, bir iftira eseri; diğerlerinin şirki iftiradan
çok bir sapıklık eseridir. Şu halde biri ahlâksızlığa, biri de cehalete dönüyor
demektir. Ve bunların her ikisinin de tevbesiz affedilmesi mümkün değildir.
Fakat bilgisizlikten doğan şirk sahiplerinin ilmî ve aklî gelişmeler ile şirkten
vazgeçmeleri düşünülebildiği halde, sırf ahlâksızlıktan doğan şirk erbabı,
ilimde ilerledikçe azgınlık ve sapıklığını artırır, iftirasına devam etmek
için daha çok vasıta bulmuş olur. Bundan dolayıdır ki, kitap ehli hakkında
"O kitap verilenlerin ihtilaf etmeleri ancak kendilerine ilim geldikten sonra
olmuştur." (Âl-i İmran, 3/19) buyurulmuştur. Gerçi ilmin, ahlâkı düzeltmek
hususunda büyük önemi vardır. Fakat ahlâk işi, ilimden çok bir irade ve ihtisas
işi olduğundan, iman için sadece bilgi yetmediği gibi, ahlâka ait teminatlar
için de sadece ilim yeterli değildir. Eğer yeterli olsaydı, hiç bir kimse
hakkı bilirken yalan söyleyemez, tersine hareket edemezdi. Bir gaflet, bir
şehvet, bir öfke, bir haset, bir alışkanlık, bir ümit, bir ümitsizlik, bir
gurur, bazan bir kimseye pek iyi bildiği bir gerçeğin ve hatta bütün bildiklerinin
tersini yaptırmaya yeterli olur. "İnsan bir hakkı anlar da kabul etmez olur
mu?" diyenler, herhangi bir yalancının, doğrusunu bilip dururken yalancılık
ettiğini ve herhangi bir dolandırıcının bilerek dolandırdığını düşünemeyenlerdir.
Bunlara, "Öyle ise kesenizi önünüze gelen adama teslim eder misiniz?" denirse,
"hayır" diyeceklerinde şüphe yoktur. Aynı şekilde, "bütün kötülüğün başı bilgisizlikte
ve eğitimsizliktedir" diyenler, zeki veya tahsil görmüş şerlilerin şerrinden
daha çok korktuklarını hesap etmeyenlerdir. İblis bunun en büyük örneği, şeytanlık
da bu mânânın menba ve kaynağıdır. Cahillerin şirki de esasında böyle şeytanlık
yapan hainlerin hakkı bozmakla tezvir (yalan-dolan) ve iftiralarına aldanıp
kapılmalarının eseridir. Aldatma araçlarının en tesirlisi şehvet ve şehvete
çağıranın en heyecan vericisi ise kadındır. "İnsanlara, kadınlardan gelen
şehvet sevgisi süslü gösterildi" (Âl-i İmran, 3/14).
117-İşte Nisâ
sûresinde şirk ehlinin iki çeşidi, birbirine benzeyen iki âyette, iftira ve
sapıtma durumlarıyla tesbit edilerek affolunmamakta, birleştirildikten ve
bu şekilde buradan yukarıya dikkat çekildikten sonra bunların derin sapıklıkları
Nisâ sûresinin konusu ile uygun olmak üzere şu şekilde açıklanıyor:
Allah'a ortak
koşanlar Allah'ı bırakarak ancak inâs (dişiler)a dua ederler, kancıklara çağırır
ve kancıklara taparlar, onların en çok taptıkları, gönül verip yalvardıkları
veya adına davet ettikleri tanrıları kancıklar olur. Bunların nazarında ilâh
düşüncesi, mabud tasavvuru, her şeyden önce bir kadın hayalidir. Ve bunun
içindir ki, putların çoğunluğu dişi şeklinde, dişi ismindedir. Bunlar nefislerinden
başka bir fail (yapıcı) görmek istemediklerinden, tanrılarını etkin, hakim,
faal olmak üzere değil, kendilerine itaat etmek mevkiinde bulunacak, isteklerine
boyun eğecek dişi unsurlarda alıngan durumlarda ararlar ve bu ruh halinden
dolayıdır ki, bir işte kendilerine bir başkan seçecek olsalar, böyle yumuşakları
ve acizleri seçerler. Tefsirciler burada "inas" kelimesini, hakiki olmayan
müennes (dişi) mânâsıyla "asnam" (putlar) diye yorumlamışlar ve bununla inas
(dişi) şeklinde süslenir, dişi isimleriyle anılır bir takım putlara tapıldığını
göstermişlerdir. Arap müşriklerinin "el-Lat", "el-Uzzâ", "menât" gibi kadın
isimleriyle isimlenmiş bir çok putları vardı ki, "el-Lât", "el-Lâh"ın dişisi;
"el-Uzzâ", "el-Aziz"in dişisidir. Ve denilmiştir ki, Arabın her kabilesinin
bir putu vardı. Ve "filan oğullarının unsâsı, filan oğullarının unsâsı" diye
anarlardı. Yani puta unsa (dişi) derlerdi. Yunanlılar ve diğerleri gibi putperest
toplumların putlarının çoğunun da dişi olduğu bilinmektedir. Şu halde bu mânâ
aslında doğrudur. Fakat bunu anlamak için "inas" kelimesini hakiki mânâsından
çıkarmaya gerek yoktur. Her hayal, bir gerçeğin yansıması olduğundan, bu hal
"inas"a çekilmenin bir neticesi olarak düşünmek ve "inas"ı hakiki mânâsıyla
mütalaa etmek hem asıldır, hem de âyetin ifade ettiği mânânın ruhuna daha
uygundur. Yani müşrik ruhunun, tanrıdan gayesi kadındır. Onun kanaatince tapınmanın
en büyük misali kadına tapmadır (culte de femme), o bütün zevkini, bütün ilhamını
kadından almak ister, kadın zevki onun için en büyük lezzet olur. Onun bütün
hayallerinin başında bir kadın hayali vardır. Ve bundan dolayı, her oturduğu
yerde, her hürmet edeceği mevkide güzel bir kadın resmi arar. Putların ve
hele pek çok putların kadın ismiyle isimlendirilmiş olması da kadına tapmanın
rûha hakim olmasından doğmuştur. Putların yerleri buna bir remiz, bir timsal
olmaktan ibarettir. Bu şekilde fevkalade veya hayal edilen güzellerin resimleri
genelleştirilerek, onların hayalleri karşısında, diğer kadınlar hakir görülür.
Ve en çirkin bir kadının, en güzel bir puttan daha kıymetli olması gerekirken,
tanrısını kadın kabul eden müşriklerin elinde gerçek kadınlar öyle bir aşağı
düşerler ki, hürmet şöyle dursun, en basit insani haklardan bile mahrum edilirler.
Davaya bakarsınız kadın herşeydir, tatbikata bakarsınız kadın oyuncakların
en düşüğü olmuştur. Bu hal müşriklerin öyle bir sapıklığı ve şeytanların öyle
bir aldatmacasıdır ki, herhangi bir şeyi sevecek olsalar, ona mutlaka bir
kadın tasavvuru karıştırırlar. Güneşe taparlar, dişi tasavvur ederler. Yıldıza
taparlar, dişi tasavvur ederler. Meleklere taparlar, dişi tasavvur ederler
ve bu şekilde bütün tapmanın zevkini şehvetlerde toplayıp, hakları, gerçekleri
hayallere feda ederek, kadın hayalleri karşısında gerçek kadınları ayak altında
süründürürler.
Burada şunu
da hatırlatmak gerekir ki, tapmanın bir sevgi ve ümid, bir de korku ve saygı
yönü vardır. Dua, her şeyden önce, sevgi ve ümid ifade eden bir ibadettir.
Halbuki müşriklerin, korku ve saygı tanrıları da yok değildir. Ve böyle korku
ve dehşet tanrıları da çoğunlukla erkeklerden seçilmiştir. Nitekim Arapların
da Hübel ve Zü'l-Huleysa gibi erkek isimli putları da vardı. Bunlardan kaçılır
ve şerlerinden kurtulmak için tapılır. Bu, gerçek bir tapma değil, bir çeşit
yağcılıktır. Bunlar, bir velî olmaktan çok, bir nasîr (yardımcı) gibi tutulur
ve birinin şerrinden, diğerinin kuvvetine sığınılır. Müşriklerin karşısında
birer kadın kesilirler ve bir kahramana boy gösterisi yapan veya sığınan kancık
bir kadın halinde döşenir, yalvarır, yaltaklanırlar. Şu halde tahsisi, nasıl
doğru olur denilmemelidir. Önce akla böyle bir soru gelmemesi için mutlak
mânâda "İbadet ediyorsunuz." buyurulmamış, "Dua ediyorlar." buyurulmuş ve
bununla müşriklerin derin sapıklıkları asıl sevgi ve ümid yolundan başlamış
olduğu anlaşılmıştır. İkinci olarak istisnâ-i müferrağı, duanın mef'ûlü olduğu
gibi, failinden hal olması da caiz olacağından, müşriklerin Allah'ı bırakmakla
O'nun gücünden çok aşağı olan kuvvetler karşısında inâs (dişi) durumuna düştüklerine
de işaret olunmuş olur.
Evet, müşrikler
Allah'ı bırakırlar da ancak "inas" (dişi)a dua ve ibadet ederler. Veya Allah'ın
kudreti altındakilere kadın gibi yalvarırlar, ve böyle yapmakla inatçı şeytana
dua ve ibadet etmiş olmaktan başka bir şey de yapmış olmazlar. Bunu onlara
yaptıran, teşvik eden şeytandır. Onların dişiye tapmaları ya şeytana tapmanın
aynı veya başlangıcı veya sonucudur. En yüksek sevgilerini bir Allah'a tahsis
etmeyip de kadınlara tahsis etmiş olanlar, şeytana aldanmaktan, şeytana kul
olmaktan kurtulamazlar. Nitekim "Kadınlar şeytanın ağlarıdır" denilmiştir.
Şeytanlar başka yol ile aldatamadıklarını en çok kadınla aldatırlar. Bu şekilde
müşriklerin putlara tapışları da şeytanın emridir. Aynı şekilde bütün hareket
ve kuvvetin kaynağı olan Allah'ı bırakıp da O'nun dışındakilere kadın gibi
yalvaranlar, kendilerini inatçı bir şeytana teslim etmiş olmaktan başka bir
şey yapmış olmazlar.
"Merîd" ve
"mârid", hayır ile ilgisi yok demektir. Türkçede buna bozulmuş olarak "meret"
denilir. Bu maddenin aslî terkibi, kaypaklık mânâsıyla ilgilidir. Nitekim
emred, yalabık; " Sırçadan yapılmış yalçın sırça saray" (Neml, 27/44) ; mürada',
ot bitmez kumsal yer veya kasığında kıl bitmez kadın; şecere-i müradâ', yaprağı
dökülmüş çıplak ağaç demektir.
118-120-Öyle
bir inatçı şeytan ki Allah onu lanetlemiş, hayır ile ilgisini kesip kendinden
uzaklaştırmıştır. O da Allah'a yemin ederek demiştir ki elbette ben senin
kullarından muayyen, mukadder bir nasib alacağım ve elbette onları haktan
şaşırtıp saptıracağım, ve elbette onları kuruntulara düşüreceğim, yani dipsiz
emeller, boş ümitler, yalan sevdalar, batıl düşünceler, idealler, umumcamalarla
imrendireceğim, ve elbet onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını doğrayacaklar,
bu şekilde Allah'ın helal kıldığını haram kılacaklar. Araplar bir dişi deve
beş defa doğurur ve beşincisi erkek olursa kulağını dilerler ve artık ondan
faydalanmayı haram sayarlardı. Bazı tefsirciler de demişlerdir ki, putlara
ibadet için kurbanlık nişanesi olmak üzere hayvanların kulaklarını keserler
ve bu, bir küfür iken ibadet zannederlerdi. ve muhakkak emredeceğim de Allah'ın
hilkatini değiştirecekler. Yaratılışın şeklini veya sıfatını değiştirerek
durumunu başka şekle sokacaklar, fıtratının kemaline götürecek yerde bozacaklar,
çığırından çıkaracaklar. Tefsirlerde gelen misallere bakarak kadını erkek,
erkeği kadın yapmaya çalışacaklar; kadın yerine erkek, erkek yerine kadın
kullanacaklar; bıyıklarını sakallarını yolacaklar, yüzlerini boyayacaklar,
kılıklarını değiştirecekler; kulak; burun kesip göz çıkaracaklar, erkekleri
iğdiş edip hadım ağası yapacaklar, uzuvlarını yaratılış görevlerinin dışında
kullanacaklar; nikâh yerine zina edecekler, temizi bırakıp pisliklere koşacaklar,
menfaati bırakıp zararı seçecekler, ciddilikleri atıp eğlenceye heves edecekler,
vazifeden kaçıp oyuna gidecekler; doğruluğu budalalık, eğriliği hüner sayacaklar;
helâla haram, harama helâl, iyiye kötü, kötüye iyi diyecekler; hayır yerine
şer işleyecekler, imar edilmesi gerekeni yıkıp, yıkılması gerekeni imar edecekler;
kanun-ı ıstıfa (seçme kanunu)yı kötüye kullanmak sûretiyle yaratılışın zıddına
alışkanlıklar edinecekler, yaratılış kanunu zıddına işler yapacaklar, ruhlarının
yaratılışındaki selamet ve saflıklarını bozacaklar, hak kanunu "Allah'ın,
insanları, kendisine göre yarattığı fıtratı" (Rûm, 30/30) olan kuvvetli dini,
doğru yolu, Hakk'a tapmayı bırakacaklar; yaratılanı yaratıcı yerine koyacaklar,
tevhidden çıkacaklar, batıl dinler ve fikirler arkasında koşacaklar, şuna
buna tapınacaklar, şeytanlık peşinde dolaşacaklar, "Allah'ın yaratmasının
değiştirilemez" (Rûm, 30/30) olduğunu bilmeyecekler, bilseler bile tanımayacaklar.
O inatçı melun
şeytan lanetlenince Allah'a karşı bu beş sözü haliyle veya sözlü olarak yemin
ile söyledi! Bu şekilde Allah'ın kullarına musallat olarak onlardan belli
bir hisse almaya karar verdi ki, işte şirkin başı ve sapıklığın kaynağı budur.
Kâinat içinde insanlara düşman olan ve insanların kalbine nüfuz ederek onları
hak ve hayırdan şaşırtan melun bir geçici kuvvet vardır ki, Allah'ın emrine
ilk isyan eden ve insanların aklını şaşırtan odur. Ve o inatçı şeytan Allah'ın
lanetini ve bu sözleri söylemek kötülüğünü üzerinde toplayan böyle bir melundur.
Ve müşrikler dişiye tapmakla veya dişi durumuna düşmekle böyle bir şeytana
tapmış olmaktan başka bir şey yapmazlar. Halbuki, Allah'ı bırakıp da şeytanı
veliyyü'l-emr (amir) edinenler, Allah'ın emrini dinlemeyip şeytana itaat edenler,
artık çok açık bir şekilde zarar ederler. Zira şeytan onlara devamlı vaadlerde
bulunur, arzular verir, ağızlarının suyunu akıtır, fakat o melun şeytan onlara
gururdan başka bir şey vaad etmez.
"Gurur",
insanın pek hoş bir şey buldum sanarak keyiflenip, sonra onun çok fena bir
şey olduğunu anlayarak acı duyması, önceden yalan yere sevinip sonradan ciddi
olarak yerinmesi, yani aldanmasıdır ki, şeytanın bütün vaadleri ve aldatmacaları
hep böyle bir gururdan başka bir şey ifade etmez.
121- İşte
bunların, o şeytanı dost edinen gururluların şeytanla beraber varacak yerleri,
sonra varıp girecekleri yer cehennemdir. Ve ondan kurtulup kaçacak hiçbir
yer bulamayacaklardır. Şeytan melun olduğu için ebedî olarak affolunmaktan
hissesi yoktur. Şeytanın hissesine düşmüş, tuzağına geçmiş olan o müşrikler
de, o melunun arkasında derin sapıklıklarla sapık ve affedilmekten mahrumdurlar.
Meğer ki fırsat elde iken tevbe ve istiğfar edip, şirkten ve şeytanı dost
edinmekten vazgeçmiş olsunlar. O zaman "Bundan başkasını dilediği kimse için
bağışlar." (4/116) hükmüne girerler.
122-Bunlara
karşı iman edip iyi işler, salih ameller yapanları da altlarından ırmaklar
akan cennetlere koyacağız, orada ebedî olarak kalacaklar, bu da Allah'ın verdiği
vaaddir. Ve doğru olduğunda hiç şüphe yoktur. Çünkü Allah'tan daha doğru sözlü
kim olabilir?
123-124-Ey
müslümanlar! Allah'ın hakkıyla vaad ettiği bu cennete girme gayesi; ne sizin
kuruntularınızla olur, ne de kitap ehlinin kuruntularıyla. Naklonuyor ki,
müslümanlarla kitap ehli birbirlerine karşı öğünmüşler, her biri Allah katında
kendilerinin daha hayırlı olduğunu iddia etmiş, kitap ehli: "Bizim peygamberimiz
sizin peygamberinizden önce, kitabımız kitabınızdan öncedir ve biz İbrahim'in
dini üzereyiz" demişler. Yahudiler, "cennete ancak yahudi olanlar girecek";
Hıristiyanlar da, "Ancak Hıristiyan olan girecek" diye iddia etmişler. Müslümanlar
da: "Bizim peygamberimiz, sizin peygamberinizden sonradır ve peygamberlerin
sonuncusudur, kitabımız da sizin kitabınızdan sonra ve onlara hakimdir. Ve
biz İbrahim, İsmail ve İshak dini üzereyiz, cennete ancak bizim dinimizde
olanlar girecek" demişler. Bunun üzerine bu âyet ve devamı inmiş ve böyle
kuru kuru öğünmelerle soyut arzular, kuruntular, ümitler, temennilerle cennete
girilemiyeceği anlatılmış ve onun yolu gösterilmiştir. Allah'ın bu vaadine
ermek için sadece kuruntu ve temenni kâfi gelmez, zira:
Gerek müslüman
ve gerek kitap ehli, gerekse diğerlerinden her kim bir kötülük yaparsa onunla
cezalanır, ya dünyada veya ahirette veya her ikisinde onun bir cezasını görür
ve kendisine Allah'tan başka ne sığınacak bir dost, ne de kurtaracak bir yardımcı
bulamaz. Erkekten olsun, dişiden olsun, her kim de mümin olarak güzel güzel
ameller işler, yarayışlı işler yaparsa, işte bunlar cennete girerler ve bir
nıkır (çekirdekteki küçük oyuk) kadarcık bile zulmedilmezler. Yani en küçük,
çok önemsiz bir ölçüde bile hakları kesilmez. İşte cehennem görmeden cennete
girme hususunda Allah'ın hak olan kesin vaadi bunlar hakkındadır.
"Nakir", aslında
hurma çekirdeğinin üstündeki beyaz çukurcuğa denilir ki, fidan bundan biter.
Nitekim yarığındaki ibliğe "fetil", çekirdeğe yapışık ince kabuğa da "kıtmir"
denilir ve bunlar, ölçüler ve düşük miktarlardan kinaye olur. Dilimizde de,
"çok ufak tefek" yerinde "nıkır", "kıtmir" tabir (deyim)i bilinmektedir. "İman
ve güzel amel yapmak için en güzel din hangisidir?" diye münakaşaya, tartışmaya
da gerek yoktur.
125- Dince
o kimseden daha güzel kim olabilir ki, özünü, yüzünü tertemiz Allah'a tutmuş,
teslim etmiş ve bu halde her ne yaptıysa güzel yapmış, hasenat (güzellikler)
işlemiş, kötülük yapmamış, işlediği iyilikleri de Allah huzurunda yaptığını
bilerek gücü yetebildiği kadar en güzel şekilde yapmış, ve hanif, yani diğer
dinlerden yüz çevirmiş bir muvahhid (Allah'ı birleyen) olarak İbrahim milletine,
İbrahim'in izince giden topluma uymuştur. Çünkü Allah İbrahim'i halil (dost)
edinmiştir. Bundan dolayı ona uyan toplum, "Allah'ın kendilerine nimet verdiği
peygamberler, sıddikler, şehitler ve salih kimselerdir." (Nisâ, 4/69).
"Halil", bir
kimsenin işleri ve sırları arasına giren ve sevgisi, kalbinin her yerine nüfuz
eden dostu demektir ki, hiçbir eksikliği olmayan sevgi mânâsına "hullet"den
alınmıştır. Ve Allah'ın İbrahim'i halil (dost) edinmesi, onu bir dost gibi
özel seçim ile lutfetmiş ve Rabbânî sırlara mazhar kılmış olmasından mecazdır.
Allah Teâlâ, İbrahim Aleyhisselamı bir takım kelimeler ile imtihan etmiş,
o da onları tamamlamış olmakla "Ben seni insanlara önder yapacağım." (Bakara,
2/124) ikramıyla en güzel önder yapmış, hayat verme sırrını, yüksek ve alçak
gayb âlemini göstermiş, o da toplumunu peşi peşine ilâhî tevhide davet etmiş,
putlara, yıldızlara, Güneş ve Ay'a tapmayı yasaklamış, Tağut'a karşı gelmiş,
Allah uğurunda ateşlere atılmaktan, oğlunu kurban etmekten, malını misafirlere
feda etmekten çekinmemiş, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmakta selef (kendinden öncekiler)in
hepsini geçmiş, insanî seçeneğin en yükseği onda ve onun ailesinde tecelli
etmiş, zürriyeti -zalimleri hariç olmak üzere- mülk ve peygamberlikle müjdelenmiş
ve muradına ulaşmıştır. Böyle bir Allah dostunun milletine tabi olan zat da
o dostluktan elbette hissedar olacaktır. İşte o zat "Ben de kendimi Allah'a
teslim ettim, bana uyanlar da" (Âl-i İmran, 3/20) diyen Muhammed Aleyhisselam
ve gerçek tabileri ve bu din de İslâm dinidir. Ve bundan güzel hiç bir din
yoktur. Peygamberimiz demiştir ki: "Allah İbrahim'i halil (dost); Musa'yı
neciyy, yani kelîm ve beni habib (sevgili) edindi. Sonra buyurdu ki, 'İzzet
ve celalim hakkı için habibimi halilime ve kelimime muhakkak kolaylaştıracağım
ve tercih edeceğim." Gerçi meşhur Mirac hadislerinde sabit olduğu üzere Mirac
gecesi Peygamberimiz Musa'yı altıncı, İbrahim'i yedinci semada görmüş ve kendisi
bunları geçip Cibril'in makamı olan Sidre-i müntehaya ve sonra onun da ötesine
geçmiştir. Dinlerin mukayesesi bakımından hıristiyanlar, Hıristiyanlığa ait
prensiplerin daha güzel ve daha ulvi bir ruh telkin ettiğini ve bundan dolayı
İslâm dininden daha ince ve daha güzel olduğunu iddia ederek: "Bir efendinin
oğlu kulundan kıymetli ve şereflidir. Bunun için İsa hakkında 'Allah'ın oğlu'
denmesi büyük bir şeref verme ve izzetlendirmeden mecazdır. İsa, Allah katında
kıymetli bir kul payesiyle değil, bir evlat nisbet ve payesiyle izzetlendirilmiş
olduğundan, bir hıristiyanın teslis (üçleme) ile bakışı da Allah'ın makbul
kulları değil, evlat gibi bu izzet mertebesinden hissedar olmaktır. Şu halde
bir efendinin makbul bir kul (küles)u ile oğlu arasındaki fark ne ise, Müslümanlık
ile Hıristiyanlık arasındaki fark odur. Nitekim Yuhanna İncili'nin onbeşinci
babında, 'Eğer size emrettiğim şeylerin hepsini yerine getirirseniz dostlarım
olursunuz, artık size kul ismi vermem, çünkü kul efendisinin ne ettiğini bilmez,
fakat size dost ismi verdim, zira pederimden işittiğim şeylerin hepsini size
bildirdim' diye yazılıdır." diyorlar. Ve işte fıkrası, bilhassa bu noktayı
da mukayese edip, meselenin ruhunun sevgide olduğunu göstererek hıristiyanların
prensiplerindeki şirk şüphelerini kötülemiş ve İslâm'ın şeref ve izzetçe de
yüksek ve her dinden güzel olduğunu anlatmıştır. Önce "Allah'ın oğlu" deyiminin
mecaz olarak öğretildiği düşünülse bile, Allah'a karşı böyle bir mecazda güzellik
yok, küfür vardır. Çünkü "oğul" tabiri, Allah'a benzeme ve ilâhî hakikate
ortak olmayı anlatır. Ve İsa'da da uluhiyet vardır demek olur. Ve nitekim
tanrıyı üçlemede bu inanç açıkça da söyleniyor. Bu ise Allah'a büyük bir iftira
olan Allah'a ortak koşmadır. İkincisi: Bir efendinin nazarında oğlu, muhakkak
makbul bir kulundan daha kıymetli ve daha yüksek olması iddiası doğru değildir.
Ne oğullar vardır ki köleye köle olmaya değmez, Hz. Nuh'un oğlu bunun en açık
misalidir. Üçüncü olarak Yuhanna İncili'nin bu onbeşinci babının özelilkle
son âyetleri İsa'dan sonra "Farıklıt'in ve hak ruhun ve şahidinin" geleceğini
açıklayarak İslâm dinini ve Muhammed Aleyhisselam'ın geleceğini müjdelemiş
ve meselenin ruhunun oğullukta değil, dostlukta olduğunu göstermiştir. Ve
hem de Allah'a kulluğu değil, İsa'ya kulluğu yasaklamıştır. Bütün bunlar,
aslındaki bozulmayı bir yana bırakarak, Türkçe tercümelerinde görülmekte olan
fazla bozmalar içinden anlaşılmaktadır. Allah katında sevgi ve yakınlığa erişmenin
en şüphesiz ve en yüksek derecesini gösteren peygamber, veli, halil (dost),
habib (sevgili) gibi yüksek vasıfları bırakıp da şirk mânâları üzerinde dolaşmak
ve Allah'a kulluktan kaçınmak dindar olma mânâsına aykırı bir sapıklık ve
iftiradır. Kulluğu inkâr, Allah'ı inkârdır.
Şimdi bu açıklama
üzerine, acaba Allah'ın İbrahim'i dost edinmesi dışardan kendisine bir dost
tedarikine ihtiyacından mıdır? Şâyet öyle ise gerçekte şirk tasavvurundan
kurtulmak ve hanif olarak tevhid üzerinde yürümek nasıl mümkün olur? Ve bu
şekilde bütün bütün Allah'a kendisini teslim etmek onun dışındaki kuvetleri
ihmal ile onlara karşı kendisini tehlikeye koymak demek olmaz mı? Ve sonra
ortada belli bir hisse olmaya karar vermiş ve Allah'ın kullarını bedbaht etmeye
azmetmiş ve lanetlenmiş bir şeytan bulunduğuna göre, şerrinden kurtulmak için
biraz da ona dost gibi görünmek gerekmez mi, gibi bir takım kuruntulara meydan
bırakmamak üzere bu âyet ve bütün geçmiş bahisleri şu âyetle tamam ediliyor:
126- Göklerde
her ne var ve yerde her ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah'ın yaratığı, Allah'ın
mülküdür. Ulviyyat (yüksektekiler) ta Allah'ın, süfliyyat (alçaktakiler) ta
Allah'ındır. Şu halde İbrahim'in dostluğu ne ilâhî mülkün dışından bir seçim,
ne de ilâhî mülkten bir çıkarmadır. O bir kulluğun gayesidir. Buna karşılık
şeytanın lanetlenmişliği de ne ilâhî mülkten bir çıkarma, ne de ilâhî mülkten
dışarı bir muameledir. Mukadder olan azab hissesini almak için ilâhî mülk
içinde hayır ve rahmetten mahrum olmak ve bir bahtsızlık gayesidir. Aynı şekilde
Allah'a kendisini teslim etmeyenler, ilâhî mülkten çıkacak değil, ilâhî mülk
içinde huysuzluk etmiş ve lanetlenmişe iştirak etmiş olacaktır. Zira ilâhî
mülkün dışında bir şey yoktur. Ve Allah her şeyi kuşatıcıdır. Yalnız gökler
ve yerdekiler değil, onların ötesinde gerek zihin âleminde ve gerek dış âlemde
"şey" denilebilen hiçbir varlık yoktur ki, başlangıcından ve sonundan, görünen
ve görünmeyeninden Allah Teâlâ'nın ilim ve kudreti ve ilâhî hükmüyle kuşatılmış
olmasın. Şu halde içler ve dışlarda, yükseklik ve alçaklıkta, maddelerde ve
mânâlarda, dünyada ve ahirette ilâhî kuşatmanın dışında bir şey tasavvur etmek
bir tenakuz (çelişki), batıl bir hayaldir. Varlık ve hak ilmin karşısında
yer almaya çalışan çelişkiler, hayaller bile, o kuşatıcı kudretin dışında
değil, O'nun hükmünün etkisi altında cereyan eder. Bütün mümkün kâinatta kaza
ve kader silsilesi O'nun icadı, O'nun yaratması, O'nun var etmesi, O'nun mahkumudur.
Mülk O'nun, bütün tasarruf hakkı ve hüküm O'nundur. Bütün varlığın cereyan
etmesi, O'nun ilim ve kudreti, ilâhî hükümleri altındadır. Bütün varlıkların
silsilesi, böyle bir kuşatıcı hakim ve mülk sahibinin sanatının tecellileridir.
Ve bunda, ancak O'nun nizamı, O'nun kanunları, O'nun hükümleri ve teklifleri,
O'nun rahmet ve öfkesi, O'nun sevab ve cezası hüküm icra eder. "Allah" deyince
başka türlü düşünmek cahillik ve sapıklıktan başka bir şey değildir. Artık
her akıllı, kendisine tahsis edilen irade sahasında onun tekliflerine, O'nun
emir ve yasaklarına uymalı, özünü, yüzünü tertemiz O'na tutmalı ve O'nun sevgi
ve rızasına ulaşmak ve bu yaratılış devletinde güzel bir mertebe kazanmak
için her yaptığını güzel yapmalı ve O'nu sevenlerin yoluna gitmelidir. Ve
bunun için adalet hükümlerine ve hakka çok iyi riayet etmeli; adaletli hükmün,
bu en güzel dinin, en güzel ameli olduğunu bilmeli; müminin, kâfirin hukukunu
gözetmeli; hırslı arzularla, istek ve heveslerle, temenniler, kuruntular ile
değil, her şeyde hak kanunlar ile amel edici olmalı ve onunla hükmetmelidir.
Müşriklere, kâfirlere, münafıklara karşı savaşlardan, mücadelelerden maksad
da bu adalet hükmünün teminidir. Dünyaya gönderilmenin sırrı budur ve kitap
bunun için gönderilmiştir. Ve bunun için her işte, her hükümde Hakk'ın yolunu
(şeriati) aramalı ve onu gözetmelidir. Ve bu din, millî, insânî ve âilevî
terbiyenin esası olmalı ve yalnız kalblerde kalmayıp yüzlerde de okunmalıdır.
Bu aydınlatmalar
üzerine yine gözleri sûrenin başına çevirerek ve bazı ashab-ı kiramın miras
ve başka şeylerle ilgili soru ve fetva istemelerine cevap olarak buyuruluyor
ki:
Ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
127- Kadınlar
hakkında senden fetva isterler. De ki: Onlar hakkındaki fetvayı size Allah
veriyor: Yazılmış hakları olan mirası kendilerine vermediğiniz ve nikahlanmayı
istemediğiniz öksüz kızlar ve zavallı çocuklara ve bir de yetimlere adaletle
davranmanız hakkında Kitap'ta size okunan âyetler vardır. Sizin her yaptığınız
iyiliği, muhakkak Allah bilir.
128- Eğer
bir kadın kocasının geçimsizliğinden, yahut kendisinden yüz çevirmesinden
endişe ederse, aralarında bir sulh yapmalarında, onlara bir günah yoktur.
Sulh hep hayırlıdır. Zaten nefisler kıskançlığa hazırdır. Eğer iyi geçinir
ve geçimsizlikten sakınırsanız, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
129- Kadınlarınız
arasında her yönden adaletli davranmaya ne kadar uğraşsanız buna güç yetiremezsiniz.
Bari birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın.
Eğer arayı düzeltir ve haksızlıktan korunursanız, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı
ve esirgeyicidir.
130- Eğer
karı-koca birbirlerinden ayrılacak olurlarsa, Allah, onların her birini geniş
lutfuyla muhtaç bırakmaz. Allah'ın lutfu geniştir, hikmeti büyüktür.
131- Göklerde
ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Sizden önce kendilerine kitap verilenlere
ve size Allah'tan korkmanızı emrettik. Eğer inkâr ederseniz, biliniz ki, göklerde
ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, hamd
ve senâ O'na yakışır.
132- Göklerde
ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Vekil olarak Allah yeter.
133- Ey insanlar!
Eğer Allah dilerse sizi giderir de başkalarını getirir. Ve Allah, buna kadirdir.
134- Kim dünya
nimetini isterse, bilsin ki dünya ve ahiret nimeti Allah katındadır. Allah
her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi görendir.
127-İstiftâ,
fetva istemektir. "Meselede filana istifta ettim, şöyle ifta etti," denilir
ki, fetva verdi demektir. "Dava" vezninde "fetva", "rüya" vezninde "fütya",
ifta mânâsına konulmuş isimlerdir. İfta ise sorulan bir müşkülü halletmek
ve açıklamaktır ki, kuvvetli ve mükemmel, genç ve dinç olan "fetâ"dan alınmıştır.
Ve gençleştirip kuvvetlendirmek demek gibidir. Sanki bir kimsenin müşkil (problem)ini
halleden, onu dinç bir genç gibi kuvvetlendirmiş olur. Şu halde fetva, zor
bir olayda doğru hükmü açıklamakla, amel edecek kimsenin kalbine bir kuvvet
vermektir. "Müfti" (müftü)de bu kuvveti verebilmek için ehliyetine ve selahiyetine,
ahlâk ve gücüne hakkıyla güvenilir bir zat olması gerekir ki, bu da (Bakara,
2/112) mânâsı üzere İslâm ve ihsan sahibi olmak ve (Nisâ, 4/83) âyetinin delaleti
üzere istinbat (dini delillerden sonuç çıkarmay)a gücü yeten âlimlerden olmakla
mümkün olur. Fakat müşrikler, kâfirler gibi kuvvetini haktan değil batıldan
almak ve yalnız kendi arzularına kuvvet vermek emelinde bulunanlar, yapacakları
işlerde ya hiç kimseden fetva almaya tenezül etmezler veya müftiler (fetva
vericiler)ini acizlerden, dalkavuklardan ve hile öğretenlerden seçerler. Bunlar
da ya doğru hükmü bilmezler veya bilseler bile fetva isteyenin nefsinin arzusuna
hizmet için asılsız veya zayıf zayıf fetvalar verirler ve neticede bundan
iyilik yerine fesad, kuvvet yerine zayıflık hasıl olur. Bunun için burada
asıl fetva vermenin Allah'a ait olduğu ve Peygamber'in bile ilâhî fetva ile
fetva vermesi gerektiği ve asıl hüküm ve kuvvet Allah'ın bulunduğu ardından
açıklamasıyla anlatılmıştır.
Yani ey Muhammed!
Kadınlar hakkında senden fetva da isterler sen onlara de ki: Onlar hakkında
Allah size -geleceği üzere- fetva verir ve kitapta size tilavet olunan (okunan)
âyetlerde sorularınızın bir kısmı bundan böyle halledilecek ve bir kısmı şimdiye
kadar okunmakta olan Kitab'ın âyetleri ile halledilmiştir. Bu mânâya göre,
fiilinin failine atfedilmiş veyahut takdirinde, haberi hazfedilmiş mübteda
olarak atf cümlesidir. Fakat tefsircilerin açıklamasına göre mübteda Levh-i
mahfuz mânâsına haber olmak üzere bir muteriza cümlesi veya kasem olması caizdir.
Ve bu şekilde mânâ: "Allah size yukarda geçtiği ve aşağıda olduğu üzere fetva
verir ve bu size okunan şeyler kitapta, yani Levh-i mahfuzdadır". Şu halde
bu açıklanan ve açıklanacak olan hukuk (haklar)da adalete ve insafa riayet
ve muhafazası farz olan büyük işlerdendir. Yahut bu kitapta okunan âyetlere
kasem ederim ki, Allah size bunlar hakkında -geçtiği ve geleceği üzere- fetva
verir. Yukardaki fetva verme şunlar hakkındadır: Kadın yetimleri, yahut yetim
kızlar ve kadınlar hakkında, ki siz onlara yazılmış, farz olan miras, mehir
ve diğerleri gibi haklarını vermezsiniz bir de onları kendinize nikâh etmeyi
arzu edersiniz veya kimseye nikah etmek istemezsiniz ve her iki şekilde sefalet
(düşkünlüğ)e düşürürsünüz. Bunun nüzul sebebi yukarda (Nisâ', 4/3) âyetinde
Hz. Âişe'den rivayet olarak nakledilmişti. Yukardaki fetva vermenin bir de
baliğ olmayan (ergenlik çağına ermeyen) küçük çocuklar hakkındadır ki, bunlara
miras vermiyorlardı, (Nisâ, 4/11) buyuruldu. Bir de bütün yetimler hakkında
adaletli olmanız, işlerine adalet ile bakmanız hakkındadır. Ki (Nisâ, 4/2)
gibi âyetlerdir. Gerek bunlar ve gerek diğerleri hakkında her ne hayır yaparsanız,
Allah her halde onu bilir ve mükafatını verir.
128-Gelelim
bundan böyle açıklanacak olanlara:
Ve eğer bir
kadın efendi (koca)sinin huysuzluğundan, yani kocasının kendisinden hoşlanmayıp
surat ve geçimsizlik ederek yanına yaklaşmamasından ve hakkını menetme (yasaklama)sinden
yahut i'râzından -yani herhangi bir sebeple konuşma, görüşme ve iltifatını
azaltıp yüz çevirmesinden- korkarsa (Nisâ, 4/34 âyetine bak) o zaman aralarını
bir sulh (anlaşma) ile düzeltmelerinde veya kırâetine göre karşılıklı anlaşmalarında,
mesela Peygamberimizin eşlerinden Sevde binti Zem'an'ın talak (boşanmak)tan
endişe ederek nöbetini Hz. Âişe'ye bırakması gibi kadının erkeği kendine çekmek
için hakkı olan mehrinde, kasm (derece) ve nöbetinde indirim ve fedakarlık
yaparak veya bir şey bağışlıyarak aralarını düzeltmeye çalışmasında ve erkeğin
bunu kabul etmesinde bir günah yoktur. Yani böyle bir şey rüşvet gibi bir
günah olmaz. Sulh her halde ayrılmaktan ve geçimsizlikten hayırlıdır. Nefisler
ise cimrilik ve pintiliğe hazırlanmıştır; yaratılıştan cimrilik ve hırsa meyledici
ve hazırdırlar. Kadın nöbetine düşkün olur, hakkını vermek istemez, erkek
de onun çirkinliğine veya herhangi bir eksikliğine karşı kendini çeker, iyi
davranışta cimri davranır. Şu halde buna karşı diğer taraftan az bir anlayış
gösteriliverirse sevinmeye sebep olur ve arayı düzeltir. Fakat ey erkekler
siz iyilik eder, iyi geçinmede bulunur, geçimsizlik ve yüz çevirmekten sakınırsanız
Allah Teâlâ muhakkak sizin yaptıklarınızı bilir ve ücretini eksik etmez.
129- Bir de
kadınların arasını denk tutmaya yani sevgide de eşitlik üzere adalet yapmaya
çok istekli de olsanız, herhalde gücünüz yetmez. Hepsini aynı seviyede sevemezsiniz,
buna gücünüz yetmez. Yetemeyince de "Allah hiç bir kimseye gücünün yetmeyeceği
bir şey yüklemez." (Bakara, 2/286) âyeti delaletince Allah bunu teklif de
etmez. Şu halde bütün meylinizi diğerine verip de eşlerinizin bazısını muallaka,
yani muallak (askı)da kalmış ne kocalı, ne kocasız bir kadın gibi ihmal edilmiş
bir halde bırakmayınız. Ki işte "Eğer adalet edemeyeceğinizden korkarsanız
bir tane (nikahlayın)." (Nisa, 4/3) emri gereğince korkulması gereken cevr
(eza, cefa), adaletsizlik budur. Yani kadınlar hakkında iki çeşit adalet vardır.
Birisi infak ve kasm denilen geceleme nöbeti gibi hukukta adalet ve eşitliktir
ki, bu güç ve iktidar dahilindedir isteğe bağlı olan işlerdendir. Ve teklif
olunan adalet budur. Diğeri ise sevgide adalet ve eşitliktir ki, bu beşerî
güç ve iktidarın dışındadır. Çünkü muhabbet, zorunlu işlerdendir. karinesiyle
burada adaletten maksat da budur. Ve bundan yasaklamak, mâ-lâ-yutâk (güç yetmezlik)tır.
Şu halde teklif olunan adalet, mümkün olan hukukda adalettir ve korkulması
gereken adaletsizlik diğerini karılık muamelesinden tamamen mahrum edip, büsbütün
terkedilmiş ve ihmal edilmiş gibi bırakmak sûretiyle eza etmektir. Yani yiyeceği,
giyeceği ve oturacağı yeriyle nafakasını vermek ve geceleme nöbetini eşit
tutup konuşup görüşme ve arkadaşlık etmek yeterli değildir. Kadının ara sıra
nefsânî payını da vermek, iyilik etmek lazımdır. Ancak bu noktada eşitlik
teklifi güç yetmez olduğundan bahis konusu değildir. Hatta böyle bir teklif
erkeğe ezadır. Adalet denince, her halde eşitlik düşünmemelidir. "Elyak" (en
uygun)ı, "layık" (uygun)a tercih etmek de bir hak, bir adalettir.
Görülüyor
ki, burada isteğe bağlı işler ile zorunlu işlerin hükmü ayırt edilerek (Nisâ,
4/3) emrinin bir açıklaması yapılmıştır. Ve işte sevginin böyle zorunlu işlerden
olması kazıyye (önerme)sidir ki, zinadan korunmak için birden fazla eşe sahip
olmayı caiz gören zorunlu sebeplerden biri olmuştur. Buna karşı, "sevsin ve
her fenalığı yapsın da nikah etmesin" demenin büyük bir zalimlik olacağı açıktır.
Bunun için burada tek eşe teşvik eden nass (dini delil)ın açıklamasıyla beraber,
birden fazla eş almanın şartlarından ve zorunlu sebeplerinden en önemlisi
de anlatılmıştır. Hadis-i şerifte de varid olmuştur ki: "İki karısı olup da
birine büsbütün meyleden kimse kıyamet gününde bir yanı eğik olarak gelir."
Ve eğer zorunlu
bir sebeple böyle bir hal olunca aralarını düzeltir, bozulan yönlerini iyileştirir.
Bundan sonra meyletmeden sakınırsanız Allah affedici ve merhamet edici olduğundan,
geçmişi affeder ve sizi rahmetiyle maksad ve muradına eren bir kimse eyler.
130- Ve eğer
sulh ve arayı düzeltme, hakem ve aracılık ve diğer herhangi bir şekilde karı
koca arası onarılamaz da, her ikisi istekleriyle birbirlerinden ayrılırlarsa,
Allah Teâlâ kendi vüsat (genişliğ)ı, zenginliği ve kudretiyle her birini diğerine
muhtaç etmez, onu ona muhtaç etmez, onu da ona. Çünkü Allah her şeyi kaplayıcı
ve hikmet sahibidir.
131-132- Çünkü
"göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır." Demek olur ki ayrılık, iki tarafın
rızasıyla olmaz. Birinin diğerinde gözü bulunursa bu iğna (muhtaç etmeme)
vaad edilmiş değildir. Kadın ayrılmak istemez, geçinmek arzu ederse, erkeğin
onu boşaması günahtır. Aynı şekilde erkek bırakmak istemez, geçinmek arzu
ederse, ayrılmaya zorlamak veya zor kullanmakla ayırmak da günahtır. O zaman
bir taraf zalim durumunda kalır ki, bundan son derece sakınmak gerekir.
Ey müslümanlar,
yemin olsun ki, hem sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlara ve hem
size Allah'tan gereğince sakınınız, azabından korkunuz diye tavsiye ettik
ve eğer inkâr edecek olursanız biliniz ki, göklerde ve yerde her ne varsa
hepsi Allah'ındır. Ve Allah her şeyden zengin ve sizin ibadetinize muhtaç
değildir, o kendi zatında hamîd (övgüye layık)dir. Siz gerek hamdediniz, gerek
etmeyiniz, o hadd-i zatında mahmud (hamdedilen) ve hamde layık olandır. Ne
yaratılmışların küfür ve günahlarıyla zarar eden, ne de şükür ve itaatleriyle
menfaat görendir. Ve hamîd (övgüye layık) olduğundan dolayı sırf rahmetiyle
menfaatlerinizi temin ve sizi zarardan korumak için Allah'tan gereğince korkmayı
ve inkâr ve küfürden sakınmayı emreder diye tavsiye ettik.
Hakikatte
göklerde her ne var ve yerde her ne varsa bütün bunlar yaratılış ve mülk,
öncelik ve sonralık bakımından Allah'ındır. Bütün bunlarda Allah'ın hükmüyle
var etmek ve yok etmek, diriltmek ve yok etmek, sevindirmek ve azarlamak,
sevab ve ceza ve diğerleri ile istediği gibi tasarruf eden ancak O'dur. Ve
bu tasarruf ancak O'nun hakkıdır. Allah bunların hepsine bizzat sahip olduğu
gibi, hepsinin işlerini ve işlerin hepsini tedbir ve idare etmekte ve her
birini kendi hesabına görüp gözetmekte vekil olarak da Allah yeterlidir. Şu
halde herkes O'na tevekkül ve itimat etmeli ve kendi işlerinde başarılı olmak
için O'na müracaat edip teslim olmalıdır.
133-Çünkü
ey insanlar, bilmiş olunuz ki Allah dilerse sizi ortadan kaldırır, def eder
ve yerinize diğerlerini getirir. Allah buna da kadirdir, hem pek kadirdir.
"Eğer haktan yüz çevirirseniz, Allah yerinize başka bir kavim getirir de sonra
onlar sizin gibi olmazlar." (Muhammed, 47/38) Rivayet olunuyor ki bu âyet
indiği zaman Resulullah (s.a.v.) mübarek elini Selman-ı Farisi'nin arkasına
vurmuş, "onlar bunun kavmi" buyurmuştur.
134- Her kim
dünya sevabı isterse, bilmeli ki dünyanın da ahiretin de sevabı ancak Allah'ın
katındadır. Dünya sevabını da verecek olan başkası değil, yine Allah'dır.
Bunun için de Allah'a ve Allah'ın kanunlarına müracaat etmek gereklidir. Fakat
bunun karşısında bir de ahiret sevabı vardır. Şu halde Allah'a müracaat edip
de yalnız dünya sevabına göz dikmek ne kadar himmet (gayret) sizlik, ne kadar
budalalıktır. Akıllı olan -hiç olmazsa- "Rabbimiz bize dünyada da iyilik ver,
ahirette de" diye ikisini de istemeli veya en şerefli ve en yükseğine göz
dikip dünyayı kâle almayarak ahireti istemelidir. "Kim ahiret menfaatini isterse,
onun mükafatını artırırız" (Şûra, 42/20) âyetinin delaletince, ahireti isteyen,
fazla olarak, dünyadan da hissedar olur. Nitekim Allah için mücahede eden
dünya ganimetinden mahrum kalmaz, onunla beraber ahiret sevabına da erer.
Fakat ganimet için harbe gidenler gibi sırf dünya peşinde koşanlar bunu bulurlarsa
diğerlerinden mahrum kalırlar. Çünkü Allah semî (işitici) ve basîr (görücü)dir.
Söylenenleri işitir, yapılanları görür, herkesin niyyet ve maksadını bilir
ve ona göre muamele eder. Bunun için şu ilâhî emir ve tavsiyeleri iyi dinleyiniz:
Meâl-i Şerifi
135- Ey iman
edenler! Adaleti ayakta tutan ve kendiniz, ana-babanız ve yakın akrabanız
aleyhine de olsa, yalnız Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. Zira zengin
de olsa, fakir de olsa, Allah ikisine de (sizden) daha yakındır. Nefsinizin
arzusuna uyarak adaletten uzaklaşmayın. Eğer (şahitlik ederken) dilinizi eğer,
bükerseniz veya çekinirseniz, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
136- Ey iman
edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab'a, ve daha önce
indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini
ve ahiret gününü inkâr ederse sapıklığın en koyusuna düşmüş olur.
137- İman
edip sonra inkâr eden, sonra iman edip tekrar inkâr eden, sonra da inkârlarında
ileri gidenleri Allah ne bağışlayacak, ne de doğru yola eriştirecektir.
138- Münafıklara
da haber ver ki, kendileri için çok acı bir azab vardır.
139- Onlar,
müminleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Onların yanında izzet ve şeref
mi arıyorlar? Halbuki bütün izzet ve şeref Allah'a aittir.
140- Allah
size Kitab (Kur'an)da: "Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay
edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze geçmedikleri müddetçe, o kâfirlerle
oturmayın. Aksi halde siz de onlar gibi olursunuz" diye hüküm indirdi. Muhakkak
ki Allah, münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.
141- Onlar
sizi gözetleyip dururlar. Eğer Allah tarafından size bir zafer nasip olursa:
"Biz sizinle beraber değil miydik?" derler. Şayet kâfirlerin zaferden bir
payı olursa: (Bu defa da onlara): "Size üstünlük sağlayarak sizi müminlerden
korumadık mı?" derler. Allah, kıyamet gününde aranızda hükmünü verecektir.
Allah, müminlerin aleyhine kâfirlere hiçbir yol vermeyecektir.
142- Münafıklar,
Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Halbuki Allah, onların oyunlarını başlarına
geçirecektir. Onlar, namaza kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar. İnsanlara
gösteriş yaparlar. Allah'ı pek az anarlar.
143- Münafıklar,
küfür ile iman arasında bocalamaktadırlar. Ne bu müminlere bağlanırlar, ne
de şu kâfirlere. Allah kimi doğru yoldan saptırırsa, sen artık ona kurtuluş
yolu bulamazsın.
144- Ey iman
edenler! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Kendi aleyhinizde
Allah'a apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?
145- Şüphesiz
ki münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar. Onlara bir yardım
edici de bulamazsın.
146- Ancak
tevbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah'a sarılanlar ve Allah için dinlerine
samimi olarak bağlananlar müstesna. İşte bunlar müminlerle beraberdirler.
Allah, müminlere büyük bir mükafat verecektir.
147- Eğer
şükreder ve iman ederseniz Allah size azabı ne yapar? Allah, şükredenlerin
mükafatını veren ve her şeyi bilendir.
135- Ey iman
edenler! Yalnız kadınlar üzerinde adaleti yerine getiren kimseler olmakla
kalmayınız, her hususta adaletle hüküm verici olunuz, adaletle kaim (ayakta
duran) ve müstakim (doğru) hakimler olup, adalet ve haklılığı ayakta tutunuz,
Allah için örnek olacak şahitler olunuz, hakka dosdoğru şahitlik ediniz. İsterse
kendinizin veya ana-baba ve yakınlarınızın aleyhinde de olsa böyle olunuz.
Ki bunda iki mânâ vardır: Birisi başkasının sizde bir hakkı varsa, kendiniz
ikrar ve itiraf ediniz; ananız, babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa hükümden,
şahitlikten kaçınmayınız demektir. Diğeri de üçüncü, şahıs aleyhine şahitlik,
kendinizin ve yakınlarınızın bir zararıyla sonuçlanacak da olsa, yine dosdoğru
şahitlik ediniz demektir. Aleyhine ve lehine şahitlik ettiğiniz kimseler zengin
olsa da böyle yapınız, fakir olsa da; ne zengine dalkavukluk etmek, ne de
fakiri gözetmek için şahitlikten kaçınmayınız, doğruluktan ayrılmayınız. Çünkü
zengine de, fakire de Allah daha yakındır. O, onları daha iyi gözetir. Şu
halde doğruluktan sapmakla isteklerinize uymayınız, keyf ve arzuya tabi olmayınız.
Yahut adalet ediyoruz zannıyla arzulara uyup fakiri zengine, akrabayı yabancıya
tercih ederek hakkı gizlemeyiniz veya bozmayınız. Ve eğer hakkı tutmakta veya
şahitlikte dillerinizi eğer büğerseniz veya büsbütün yüz çevirirseniz Allah
muhakkak hepinizin yaptıklarınızdan haberdardır. Hiç biriniz yakanızı kurtaramazsınız.
Hamze ve İbnü Amir kıraetlerinde (lâm)ın zammı ve (vâv)ın sükunuyla okunur
ki, birincisi den, bu da dendir. Bu şekilde mânâ: "Ve eğer şahitlikte görevlendirilir
de hakkiyle yerine getirmez veya yerine getirmekten yüz çevirir ve çekinirseniz,
her iki halde Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Birinde mükafatını, birinde
de cezasını verir" demek olur. İşte müslümanlar böyle keyf ve arzuya uymaz,
adaletli ve doğru, doğru söyleyen, hakkı taparcasına seven, Allah için şahitler
olmalıdır.
136-O halde:
Ey imana gelenler
Allah ve Resulüne, yani Muhammed Aleyhisselama ve Allah'ın bu Peygamberine
tenzil buyurduğu (zaman zaman, kısım kısım indirmekte olduğu) bu kitaba, yani
Kur'an'a ve bundan önce indirdiği kitap cinsine iman ediniz. Bunların bir
kısmına iman ettiğiniz gibi, hepsine de iman ediniz. İbnü Kesir, Ebu Amr,
İbnü Âmir kırâetlerinde meçhul sigasiyle ve okunur. Bunlara ciddi olarak iman
ediniz. Zira her kim, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve
ahiret gününe küfreder (inanmaz), bunlardan birini inkâr ederse, son derece
derin bir sapıklığa düşmüş, doğrudan uzaklaşmış, artık yolunu bulamayacak
derecede şaşırmış, gayeyi kaybetmiş olur. Bununla küfrün bizzat (Nisâ, 4/116)
hükmüne katılmış bulunduğu, yani her küfrün şirk demek olduğu açıkça gösterilmiştir.
Rivayet edildiğine
göre yahudi hahamlarından bir topluluk, Resulullah'a gelmişler: "Ey Allah'ın
Resûlü biz, sana, kitabına, Musa'ya, Tevrat'a ve Üzeyr'e iman ediyoruz ve
bunlardan başka kitapları ve peygamberleri tanımıyoruz" demişlerdi. Peygamberimiz
de: "Hayır, Allah'a, bütün peygamberlerine, Muhammed'e ve kitabı Kur'an'a
ve ondan önceki her kitaba iman ediniz" buyurdu. "Yapmayız" dediler. Bu âyet
nazil oldu ve hepsi iman ettiler. Dikkate şayandır ki, iman fıkrasında "Allah'a,
Resulüne, Resulüne indirilen kitaba, ondan önce indirilmiş olan kitaba" diye
dört şeye iman belirtilmiştir. Bu da "Allah'a iman, Peygambere iman, kitaplara
iman" diye üç mertebede özetlenebilir. Halbuki küfür fıkrasında, "Allah'ı
inkâr, meleklerini inkâr, kitaplarını inkâr, peygamberlerini inkâr, ahiret
gününü inkâr" diye melekler ve ahiret günü de eklenerek beş şey açıklanmış,
hem de Resul'e diğer Resuller de eklenerek cem' (çoğul siyasiyle) buyurulmuştur.
Bununla Allah ve Peygamber'e, bütün kitaplara imanın, her halde bütün peygamberlere,
meleklere ve ahiret gününe imanı içine aldığı gösterilmiş ve bir insanın Allah'a,
Peygamber'e ve kitaplara iman iddia edip de peygamberlerden birini, melekleri
veya ahireti inkâra kalkışması ve bu hususta gelmiş olan âyetleri tevile çalışması
ihtimali bulunduğundan, bunları inkâr edenlerin Allah'ı da inkâr etmiş oldukları
bilhassa açıklanmıştır.
137-Bütün
bunlar müşrikler gibi son derece derin bir sapıklık ile sapmış olanlardır.
Şu da muhakkak ki, önce iman etmiş, sonra inkâr etmiş, sonra iman etmiş, sonra
yine küfretmiş ve tamamen küfre dalmış olanlar, böyle imandan küfre, küfürden
imana dönerek sonunda küfürde karar kılmış ve bu şekilde küfürü çoğaltmış
olanlar yok mu, hiçbir şekilde Allah'ın bunları affetmesine ve doğru yola
sevketmesine ihtimal yoktur. Yani iman ederlerse kabul etmez değil, fakat
çoğunlukla bunlar kalpleri mühürlü olduklarından can çekişme zamanına gelmedikçe
iman etmezler ve belki o zaman bile etmezler. Ve iman etmeyince de âyeti delaletince
asla af yüzü görmezler. Tevbenin kabul edilebileceği bir zamanda tevbe edip
ihlas ile iman etseler, gelecek olan istisnası gereğince kabul edilir ve affedilebilirlerdi
ama etmezler ki...
138-Bunun
için, münafıklara müjde et ki, onlara acıklı bir azab muhakkaktır. Bu bölüm,
bu âyetin doğrudan doğruya veya dolayısıyla münafıklarla ilgisini ifade eder.
Gerçekte münafıklar, görünüşte iman ederler, sonra gizli gizli küfürler yaparlar,
sonra müminleri görünce yine "amenna" (inandık) derler. Ara bozuculuk ve fesatta
ısrar ederler. Bununla beraber âyetin zahiri, açıktan açığa imandan küfre,
küfürden imana defalarca değişiklik gösteren ve sonunda küfürde karar kılan
fertler ve toplumlar hakkındadır ki, münafıklar da bunlara dahildir. Ve rivayet
olunduğuna göre bunun asıl iniş sebebi yahudilerdir. Çünkü yahudiler, önce
Hz. Musa'ya iman ettiler, sonra buzağıya taptıkları zaman küfrettiler, sonra
Hz. Musa dönünce yine iman ettiler, sonra Hz. İsa'yı inkâr ettiler, sonra
da Hz. Muhammed (s.a.v.)'a küfretmekle inkârlarını artırdılar ki, âyet bunların
bu hallerini tasvir edip böyle olanları da bunlara katmış. Münafıklar da bunlara
benzediği ve bunlara dost oldukları için "münafıklara müjde et" diye inzar
(korkutma) yerinde tebşir (müjdeleme) ile tehekküm (alaya almay)e tabi tutulmuşlardır.
Demek oluyor ki, bu gibi döneklik ve kararsızlıklar sadece fertler hakkında
değil, toplumlar hakkında da felaket sebebidir. Çünkü yahudilerin âyette tasvir
olunan bu durumları fertlerinin değil, toplum ve milletlerinin durumudur.
Çünkü Hz. İsa'ya ve Hz. Muhammed'e küfreden fertler ile buzağıya tapan ve
ondan önce iman eden fertlerin aynı olmadığı malumdur. Fakat bu değişim ve
kararsızlık, o milletin genel bir karakteri olmuştur. Şu halde burada bir
zamanlar İslâm dinine hizmet etmiş olup da, sonra kâh küfür ve kâh iman, şuraya
buraya bocalıyarak sonunda kâfirlere dönmüş olanların kurtuluş ve selamet
bulmalarına asla ihtimal olmadığı da anlatılmış oluyor. Nitekim Endülüs'te
dinden dönenlerin hiçbiri dünyalarını kurtaramamışlar, hepsi yok olmuşlardır.
139-Yani:
Onlar ki müminleri bırakıp, kâfirleri dost edinirler ve onların arkalarından
giderler. Münafıklar, müminlere karşı yahudilerle dostluk ediyorlardı. Bunlar
o kâfirlerin yanında izzet (şeref) ve kuvvet mi arıyorlar? Onlara dost olmakla
izzet ve şeref bulacaklarını, üstün geleceklerini mi sanıyorlar? Ne kadar
yanılıyorlar. Çünkü bütün izzet Allah'ındır. Ve ancak ondan alınır, Allah'ın
izzet vermediği kimseler hiçbir şekilde aziz (şerefli) olamazlar. Allah ise
müminleri şerefli kılmıştır. "Şeref, Allah'a, Resulüne ve müminlere aittir".
(Münafikûn, 63/8) Şu halde kâfirlerin dostluğundan şeref beklemek ne kadar
terstir.
140- : Âsım
ve Yakub kırâetlerinin dışında meçhul siğasiyle okunur. Halbuki daha önce
size kitapta Allah şöyle indirmiş, şöyle indirilmiş idi: Ki Allah'ın âyetlerine
küfredilirken ve alaya alınırken işittiğiniz zaman o kâfirler ve alaycılarla
beraber oturmayınız, ta ki başka söze dalsınlar. O halde onlarla beraber oturmaktan
bile sakınmak ve imanın şerefini korumak gerekirken onlarla dost olmak ve
onlardan şeref beklemek nasıl olur?
Mekke'de müşriklerin
durumlarına karşı Peygamber'e hitap edilerek, "Âyetlerimiz üzerine lüzumsuz
münakaşaya dalan kimseleri gördüğün zaman onlardan uzaklaş ki, ondan başka
bir söze dalsınlar" (En'am, 6/68) âyeti inmişti. Medine'de de yahudi hahamları
bulundukları meclislerde Kur'an'dan küfür ve alay ile bahsederler ve münafıklar
da onlarla beraber bulunur, dinlerlerdi. Bundan dolayı o âyet meâl olarak
anılmış ve bu şekilde Peygamber'e hitabın, bütün ümmetine hitap etmek demek
olduğu anlatılmış ve buyurulmuştur ki: Bu takdirde, yani Allah'ın âyetleriyle
küfür ve alay edilirken yanlarında oturduğunuz takdirde siz onların, o kâfir
alaycıların aynısınız. O zaman siz de onlar gibi kâfir olursunuz. Bu âyetin
zahirine bakarak Allah'ın âyetleri ile alay etmek küfür olduğu gibi, o esnada
yalnız onların yanında oturmak da küfür olacağı anlaşılıyor. Bununla beraber
Akaid âlimleri bunu rıza (hoşgörme) ile kayıtlandırmışlar ki, buna karine
de nüzul sebebinin münafıklar hakkında olmasıdır. Fakat rıza itirazı terketmek
demek olduğuna göre açık veya gizli itiraz edilmedikçe kişi küfürden kurtulmuş
olamaz. Kalkıp gitmek de bir itiraz demektir. Meğer ki "Kalbi iman ile dopdolu
olduğu halde küfre zorlanan kimse hariç" (Nahl, 16/106) olsun. Oturur onlar
gibi olursa ne mi olur? Şüphesiz ki Allah münafıklarla kâfirlerin hepsini
cehennemde toplayacaktır. Dünyada Allah'ın âyetleriyle alay etmek için toplandıkları
gibi, ahirette de cehennem azabında öylece toplanırlar.
141- O münafıklar
ki sizi gözetir beklerler derken Allah tarafından size birtakım fetihler oluverirse
"Biz, sizinle beraber değil miydik?" derler, hemen ganimete konmak isterler.
Ve şayet nasib kâfirlerin olur, zafer kâfirlere nasib oluverirse o zaman da
onlara "biz size üstün gelmedik mi? Ve sizi müminlerden muhafaza etmedik mi?"
derler. Onlara minnet edip bir hisse kapmak isterler. Bu söz başlıca iki mânâya
müsaittir. Birisi: "Fırsat elimizde değil miydi? Biz de müminlerle beraber
olup sizinle harbetseydik, sizi mağlub ve perişan etmez miydik? Halbuki siz
dışardan uğraşırken biz kaleyi içinden fethettik, müminlere yardım etmedik.
Sizin hesabınıza onlara propaganda yaptık, aldattık, kalblerine korku düşürdük
ve sonunda bu sayede siz muzaffer oldunuz. Şu halde bu bizim mevkiimiz sizden
yüksektir" demek olur ki, tefsircilerin çoğunluğu bunu tercih etmişlerdir.
Diğeri de: "Siz müslümanları kuvvetli zannedip müslüman olacakken biz size
yasaklamadık mı? Muhammed'in işi zayıflayacak siz kuvvetleneceksiniz diye
sizi imandan vazgeçirmedik mi? Bakınız işte dediğimiz oldu, bizim kanaatimiz
size galip geldi, şu halde üstünlük asıl bizimdir. Bu zaferin ganimetine sizden
çok biz layıkız" demektir ki, bazı tefsirciler de bu mânâyı seçmişlerdir.
Şu halde bu
böyle kalmayacak, kıyamet gününde Allah aranızda hükmedecek, o zaman mümin
ile münafık tamamen seçilecektir. Dünyada zahir ile hükmolunur, zahirde kelime-i
şehadet söyleyip müslüman görünene müslüman muamelesi yapılır. Fakat ahiret
için ise böyle değildir. Şunu bilmelidir ki, Allah kâfirler için müminler
üzerine kesin olarak yol vermez. Dünyada bazan kâfirler zafer kazansalar,
müminlere hakim görünseler bile, bu bir yol, bir kanun, bir şeriat değil,
geçici ve devamsız bir imtihan ve istidrac (şerre bağlı başarı)dır. Kalblere
işleyecek delil ve burhandan mahrum, gelip geçici şeylerdir. "Adaleti yerine
getirici ve Allah için şahitler" olan hak ve adalet ehli muhakkak onlara üstünlük
sağlarlar. Dünyada olmazsa, ahirette üstün gelir. Allah'ın şeriatinde, hak
kanunda mümin kâfirden daima şereflidir. Onun altında kalmaz, onun ayağının
altına düşmez. Şerefiyle ölür, hakkın şerefini çiğnetmez. Ve işte bu hikmetten
dolayıdır ki, bir mümin kadının kâfirle evlendirilmesi caiz olmaz, küfür olur.
Çünkü onu onunla evlendirmek, mümin üzerine kâfire yol vermek, o mümin kadını
kâfirin istilasına terketmektir. Allah ise buyurmuştur.
142-143- Şüphe
yok ki münafıklar Allah'a hile yapmaya kalkışıyorlar. Kalblerinde küfür saklayıp,
zahirde mümin görünüyorlar ve sanki bununla Allah'ı aldatmak istiyorlar. Halbuki
Allah onların hilelerini kendi başlarına geçirmiştir. (Bakara sûresinin başındaki
münafıklarla ilgili âyetlere bkz. 2/8-20) Bunlar namaza kalktıkları zaman
tembel tembel, istemeye istemeye çok tembellik ile kalkarlar. Çünkü bunlar
insanlara gösteriş yaparlar, ve Allah'ı hatırlarına getirmezler, yadetmezler,
anarlarsa pek az anarlar ki, o da ağızlarındadır. Bunlar bunu yaparken iman
ile küfür arasında kararsız, tereddüt içinde, şaşkın bir haldedirler. Ne onlara,
ne de onlara, yani ne müminlere mal olurlar, ne de kâfirlere. İkisi arasında
bocalar dururlar, çünkü bunları Allah şaşırtmıştır. Allah'ın şaşırdığına da
artık bir yol bulamazsın. Nerede kaldı ki ona hidayet edebilesin.
144-Şu halde,
Ey inananlar! Siz inananları bırakıp da kâfirleri dost edinmeyiniz. Münafık
olduğunuza dair Allah için aleyhinize açık ve savunulması mümkün olmayan bir
delil ve burhan vermenizi ister misiniz? Elbette istemezsiniz değil mi? Halbuki
müminleri bırakıp kâfirlerle dostluk yapmak münafıklığın açık bir delilidir.
145- Münafıklar
hiç şüphe yok ateşin en alt tabakasındadırlar. Bunlar, kâfirlerin en çirkini,
en düşkünü olduklarından, yerleri de cehennemin dibidir. Ve artık onları buradan
kurtaracak bir yardımcı, bir kurtarıcı bulamazsın.
146- Ancak
iki yüzlülükten tevbe edenler tevbe edip halini düzeltenler, halini düzeltip
Allah'a tutunanlar, Allah'a tutunup, Allah için dinlerini halis kılanlar hariçtirler.
Çünkü bunlar kendilerinden hiç iki yüzlülük sadır olmayan müminlerle beraberdirler.
Allah da müminlere muhakkak büyük bir mükafat verecektir. Şu halde o tevbe
edenler de bundan hisseli olacaklardır.
147-Ey
insanlar, siz şükreder ve iman ederseniz, Allah size azabı ne yapacak? Çünkü
azabın Allah tarafından konulmasının hikmeti, inkâr ve küfürden çekindirmek,
şükür ve imana sevk içindir. Şu halde şükür ve iman hasıl olduktan sonra Allah
kullarına azab edip de ne yapacak? Halbuki Allah şâkir ve alîmdir: Şâkirdir,
yani azıcık bir taate büyük sevab ile karşılık verir. Alimdir, yani pek büyük
bir kadir (değer) bilendir, şükür ve imanınızın kadrini bilir, takdir eder.
O halde ihlas ile tevbekar olup halini düzelten ve Allah'ın dinine sarılıp
şükür ve iman yolunu tutanların mükafat ve sevabdan mahrum kalmaları nasıl
tasavvur olunur? Demek azab, inkâr ve küfürde ısrar etmenin ve Allah'ın koyduğu
hükümlere karşı gelmenin bir sonucu ve ilâhî bir hikmet meselesidir. Varlığın
konuluşu, ilâhî rahmet içindir, şükür ve iman da bunun yoludur. İnkâr ve küfür
ile Allah'dan kaçanlar bu yoldan sapmaya, bu Hakk'ın koyduğunu bozmaya ve
Allah ile mücadele etmeye savaşmış olduklarından dolayı, Allah'dan ve Allah'ın
rahmetinden uzaklaşmış olurlar. Allah'ın mülkünden dışarı çıkmak mümkün olmadığı
için, azab da işte bu meydana getirme işinin ve bu uzaklaşmanın gerekli bir
sonucu olur. Bu sonuç esasen doğru ile yanlış, hayır ile şer, güzel ile çirkin
arasındaki fark ve üstünlüğe göre sıralanmıştır. Bu da Allah Teâlâ'nın vacib
olan vücuduyla, ortağının mümkün olmayışı arasındaki karşılıklı ilginin bir
dalıdır. Şu halde inkâr ve küfürden sonra da olsa şükür ve iman ile Allah'a
yaklaşma yolu tutulunca artık azab için hiçbir sebep kalmaz. Şâkir ve alîm
olan Allah, muhakkak o şükür ve imanın mükafatını ihsan eder. Şükür ve imandan
sonra inkâr ve küfüre sapıp Allah'dan ve Allah yolundan kaçanlar azaba varacakları
gibi inkâr ve küfürden sonra da olsa şükür ve iman yolunu tutup Allah'a doğru
gidenler de muhakkak Hakk'ın rahmetine vasıl olurlar. Şu halde hayat cereyanı
yürüyüp dururken, "Artık ben vazifemi yaptım" deyip de Allah'a karşı gururlanarak
şükür ve imandan sonra saygısızlığa, inkâr ve küfüre sapmak caiz olamayacağı
gibi, "Ben şimdiye kadar inkâr ve küfür yolunda dolaştım, günahlara daldım,
bundan sonra kurtuluş imkânı kalmamıştır" diye ümitsiz olup da henüz fırsat
eldeyken tevbe ve düzelmeden yüz çevirmek de caiz değildir. Derhal kötülüklerden
tevbe edip şükür ve iman yolunu tutmalıdır. Zira Allah şükredenleri takdir
eden ve her şeyi bilendir.
Şükür ve iman
ile inkâr ve küfrün hükümlerini takdir sırasında geçmiş açıklamaların tamamlayıcısı
ve yeni beyanların başlangıcı olmak üzere şu ilâhî ahlâkı bilmek ve tevbekar
olanlara geçmişten dolayı kınama ve kötülemede bulunmamak gerekir:
Meâl-i Şerifi
148- Allah,
zulme uğrayanların dışında, çirkin sözün açıkça söylenmesinden hoşlanmaz.
Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir.
149- Bir hayrı
açıklar yahut gizlerseniz, yahut da bir kötülüğü bağışlarsanız, biliniz ki,
Allah da çok bağışlayıcıdır, her şeye hakkıyla kadirdir.
148-- Allah,
kötü sözün açıklanmasını sevmez. Kötü fiil şöyle dursun, kötülüğün söz kabilinden
olarak bile meydana konulmasını istemez, buğzeder. Gerçi Allah, ne fiil olarak,
ne söz olarak, ne gizli, ne aşikar kötülüğün hiç birini sevmez. Fakat ister
sözle olsun ilan edildiği ve açıklandığı zamandır ki, bilhassa gazab ve azab
eder. Ve işte ilâhî azabın sır ve hikmeti bu noktada, yani Allah'ın kötülüğü
sevmemesindedir. Ancak mazlum (zulme uğrayan) hariç. Zulmedilmiş, hakkına
tecavüz olunmuş olan kimse feryad edebilir, zalim aleyhine bağıra bağıra beddua
edebilir veyahut ondan yakınarak kötülüklerini söyleyebilir, hatta kötü sözlerine
aynen karşılıkda bulunabilir. Ve Allah zulme uğrayanın feryadını dinler, halini
bilir.
Bu âyetin
sebebi nüzulünde deniliyor ki, bir gün Peygamberin huzurunda bir adam Hz.
Ebu Bekir'in yüzüne karşı küfretmiş, o da birkaç kere sustuktan sonra sonuçta
karşılık vermişti. Karşılık verince Peygamberimiz meclisten kalkıverdi. Hz.
Ebu Bekir: "O bana söverken oturuyordunuz, ben karşılık verince kalktınız"
dedi. Resulullah da: "Bir melek senin tarafından cevap veriyordu, sen karşılık
verince o melek gitti, şeytan geldi, şeytan gelince ben de oturmadım" buyurdu
ve bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Bir rivayete göre de, bir topluluğa bir
misafir gelmiş, yemek vermemişler, şikayet etmiş, şikayetinden dolayı da azarlanmış,
bunun üzerine bu âyet inmiş. Hakkına riayet edilmeyen misafirin mazlumlar
arasında bulunduğu ve şikayete hakkı olduğu açıklanmıştır.
149- Siz sözlü
veya fiili olarak herhangi bir hayrı açık veya gizli yapar veya kendinize
karşı yapılan bir kötülüğü affederseniz, yani bilhassa affetmek hayrını yaparsanız
şüphe etmeyiniz ki, Allah çok affedici ve her şeye gücü yetendir. Affı çok,
kudreti pek büyüktür. Şu halde ilâhî ahlâk ile ahlâklanınız da, gücünüz yeterken
affediniz ki, Allah katında affa mazhar olasınız ve mükafatınızı alasınız.
Fakat bu ilâhî
affa kimlerin nail olabileceğini iyi anlamak gerekir. Şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
150- Onlar,
Allah'ı ve peygamberlerini inkâr ederler, Allah ile peygamberlerinin arasını
ayırmak isterler. "Kimine inanırız, kimini inkâr ederiz" derler. Bu ikisinin
(imanla küfrün) arasında bir yol tutmak isterler.
151- İşte
onlar gerçek kâfirlerdir. Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azab hazırlamışızdır.
152- Allah'a
ve peygamberlerine iman edenler ve onlar arasında ayırım yapmayanlara (Allah)
pek yakında mükafatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
150-151- "Allah'ı
ve peygamberlerini inkâr edenler" Bu âyetten anlaşılıyor ki, kâfirler başlıca
üç kısımdır. Birincisi: Ne Allah, ne peygamber tanımayan, hiç birine iman
etmeyenler. İkincisi: İmanda Allah ile peygamberi birbirinden ayıranlar. Yani
Allah'a iman iddiasında bulunup da Allah'ın gönderdiği peygamberlere inanmayanlar.
Üçüncüsü: Peygamberlerin bazısını tanıyıp da bazısını tanımayanlardır ki,
kitap ehlinden yahudi ve hıristiyanlar bu kısımdandır. Ve bu âyet doğrudan
doğruya bunlar hakkında inmiş, iman ile küfür arasında orta bir derece, bir
yol bulunmadığı ve peygamberlerden bazısını tanımamak, hepsini tanımamak ve
hepsini tanımamak Allah'ı da tanımamak demek olduğunu göstermiştir. Yani Allah'a
ve peygamberlerine küfreden (inkâr eden)ler, fakat bunu açıklıyarak değil,
fikir ve mezhepleri bu küfrü gerektiren, ve Allah ile peygamberleri arasını
imanda ayırdetmek isteyenler, hatta bunu da genel olarak ve umumi şekilde
açıklamayıp sözleri bunu gerektiren, biz bazısına inanırız ve bazısına inanmayız
diyenler, mesela "Musa, Üzeyr filan ve filan peygamberlere ve Tevrat'a inanırız,
fakat İsa'ya ve Muhammed'e, İncil'e ve Kur'ân'a inanmayız" diyen yahudiler;
aynı şekilde, "Musa'ya ve İsa'ya, Tevrat'a ve İncil'e inanırız ama, Kur'ân'a
ve Muhammed'e inanmayız" diyen hıristiyanlar ve aynı şekilde yahudiler arasında
"Muhammed bir peygamberdir ama, bizim peygamberimiz değildir" diye kaçamak
yapan, ve bu şekilde iman ile küfür arasında bir yol tutmak isteyenler, işte
bütün bunlar muhakkak kâfirdirler ve küfürleri açıkça sabittir. Zira iman
ile küfür, hak ile batıl arasında bir mertebe yoktur. Bir peygambere küfretmek,
peygamberliğe küfretmektir. Peygamberliğe küfretmek, bütün peygamberlere küfretmektir
ve bütün peygamberlere küfretmek, Allah'a küfretmektir. Çünkü Allah'ın bir
emrine küfretmek, genel olarak, Allah'a küfretmektir. Biz de üstün kudret
ve büyüklüğümüzle bütün kâfirlere alçaltıcı, ihanetli, aşağılatıcı bir azab
hazırlamışızdır, sırası gelince tadacaklardır. Şu halde vaad edilen af ve
mükafat böyle inkâr ve küfür sahiplerine değildir.
152- Allah'a
ve peygamberlerine iman edip, bunlardan hiç birinin arasını ayırmayanlar yok
mu? İşte Allah bunlara muhakkak mükafatlarını verecektir. Geçmiş olan günahlarına
da Allah gafûr (çok affedici), rahîm (çok merhamet edici)dir. O mağfiret ve
rahmet vadi işte bunlaradır.
Bu düzenlemeden
sonra kitap ehlinin küfürlerini genişçe incelemek ve inatlarını açıklamak
ve iptal (hükümsüz bırakmak) için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
153- Kitap
ehli, senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Musa'dan
bundan daha büyüğünü istemişler ve: "Allah'ı bize açıkça göster" demişlerdi.
Haksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra kendilerine açık deliller
geldiği halde buzağıyı (tanrı) edinmişlerdi. Onları bundan dolayı da affettik.
Ve Musa'ya açık bir delil (yetki) verdik.
154- Söz vermeleri
için Tur dağını üzerlerine kaldırdık. Onlara: "O kapıdan secde ederek girin"
dedik. Yine onlara: "Cumartesi yasağını çiğnemeyin" dedik ve onlardan sağlam
bir söz aldık.
155- Verdikleri
sözden dönmeleri, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberlerini
öldürmeleri ve "kalblerimiz kılıflıdır" demelerinden dolayı (başlarına türlü
belalar verdik). Doğrusu Allah, inkârları sebebiyle onların kalplerini mühürlemiştir.
Pek azı hariç onlar inanmazlar.
156-(Kalblerinin
mühürlenmesinin diğer bir sebebi de İsa'yı) inkâr etmeleri ve Meryem'e büyük
bir iftirada bulunmalarıdır.
157- Bir de
"Biz Allah'ın peygamberi Meryem oğlu İsa Mesih'i öldürdük" demeleridir. Oysa
onu ne öldürdüler, ne de astılar. Fakat öldürdükleri kimse, onlara İsa gibi
gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana tam bir kuşku
içindedirler. O hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu
kesinlikle öldürmediler.
158- Fakat
Allah onu kendisine yükseltmiştir. Allah, aziz (daima üstün)dir, hikmet sahibidir.
159- Kitap
ehlinden hiçbir kimse yoktur ki, ölmeden önce ona (İsa'ya) iman etmiş olmasın.
Kıyamet gününde o, onlara şahitlik edecektir.
160-161- Yahudilerin
zulmetmeleri ve birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları
halde faiz almaları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle
daha önce kendilerine helâl kılınan temiz şeyleri haram kıldık. Onlardan kâfir
olanlara can yakıcı bir azap hazırladık.
162- Fakat
onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana indirilene ve senden
önce indirilenlere iman ederler. Onlar, namazı kılan, zekatı veren, Allah'a
ve ahiret gününe iman edenlerdir. İşte onlara büyük bir mükafat vereceğiz.
153- Ey Muhammed!
Kitap ehli, senin peygamberliğine inanmak için, Allah tarafından Kur'ân'ın
sana kelâm (söz) halinde indirilmiş olmasını yeterli görmüyorlar ve bunu semavi
kitaplardan saymak istemiyorlar da, senden kendilerine gökten bir kitap indirivermeni
istiyorlar. Bir kere Allah'ın değil, senin indirmeni istiyorlar. İkincisi,
başkasına değil, kendilerine, kendi üzerlerine indirmeni istiyorlar ki, bununla
peygamberliği kendilerinde görmedikçe ve kendilerinde peygamberliği tecrübe
etmedikçe iman etmiyeceklerini anlatmış oluyorlar. Üçüncüsü, kitabın mânâ
veya nazım ve mânâ olarak vahy yoluyla kalbe inmesine ve bundan sonra onun
kullar tarafından yazılmasına kanaat etmeyip, gökten bir hatt (yazı) ile yazılmış
levhalar veya sayfalar halinde belli bir cisim olarak şu maddi gökten düşüvermesini
istiyorlar. Kitabın ulviliği ve semavi oluşunun, ancak böyle bir maddi ve
cismani şekilde görmeleri halinde tasdik edilebileceğini iddia ediyorlar.
Halbuki bu şartlar altında her cismin, Allah'ın kudreti yönünden bir kitap
olduğunu, fakat okumasını bilmediklerini düşünmüyorlar. Âyetin zahirinden
de anlaşılacağı üzere tefsircilerin çoğunun açıklamasına göre bu kitap ehlinden
maksat yahudilerdir.
Rivayet ediliyor
ki, Ka'b b. Eşref ve Finhas b. Azura gibi yahudi din adamları sırf tahakkum
ve inat etmek için Peygamberimizin huzuruna gelmişler, "Eğer sen peygambersen
bize Hz. Musa gibi gökten ve topu birden bir kitap indir" demişler. Bazıları
bu kitabın Tevrat gibi levha üzerine ve bir semavi yazı ile yazılmış olmasını,
diğer bazıları inerken kendilerinin de muayene ve görmelerini, diğer bazıları
da filan ve filan diye bizzat kendilerine indirilmesini ve bunun içinde "Muhammed
Resulullah" (Muhammed Allah'ın peygamberidir) diye yazılmış olmasını söylemişler,
bu âyetler de bunun üzerine inmiştir.
Buyuruluyor
ki:
Ey Muhammed!
Sen bunların bu isteklerini büyük görme, bunu bunlara çok görme, çünkü bunlar
Musa'dan bundan daha büyüğünü istediler bize Allah'ı açıktan göster, dediler.
Dediler de bu zulümleri sebebiyle kendilerini yıldırım çarptı. (Bakara sûresinin
55. âyetine bkz.) Sonra bunlara deliller geldikten, yani Hz. Musa'nın Firavun'a
karşı gösterdiği asâ, yedi beyza ve denizin yarılması mucizeleri gösterildikten
sonra -ki henüz Tevrat inmemişti- da tuttular buzağıya taptılar. Böyle iken
biz bundan affettik. Ve Musa'ya sultan-ı mübin (açık hakimiyet), yani üzerlerinde
tesiri açık bir hükmedici sulta verdik.
154-Öyle ki
isyanlarına tevbe olmak için kendilerini öldürmelerini emrettik, ve misak
(ahid)lerini almak için dağı, gölgelik gibi tepelerine kaldırdık, ve kendilerine
kapıdan usluca boynunuzu eğip secde ederek giriniz dedik. Ve sebt, yani Cumartesi
günü kımıldamayın, diğer deyişle bu günün hürmetine tecavüz etmeyin, balık
malık avlamayın dedik. Ve böyle baskı ve zorlama ile bunlardan ağır bir ahidname
aldık.
İsrail oğullarının
sözleşmelerini almak için Tûr'un bir gölgelik gibi başlarına kaldırılıp dikilmesi
mucizesi hakkında birkaç söz vardır: Bazıları bu Tûr'dan maksadın Tûr-i Sina
olduğunu söylemişler, bazıları da kelimenin asıl mânâsıyla bir dağ demek olduğunu
açıklamışlardır. Bununla beraber anlaşılıyor ki, Kur'ân'da bu Tûr'u kaldırma
olayı bir baskı ve zorlama mânâsını ifade etmek için getirilmiştir. Bakara
sûresinde geçen "Size verdiğimize (Tevrat'a) kuvvetle yapışın." (Bakara, 2/93)
bunun açık bir ifadesi olduğu gibi, burada da deki sultayı açıklama sırasında
zikrolunmuştur. Şu halde asıl maksad Tûr'un kaldırılmasının nasıl olduğu değil,
gayesidir. Yani Allah Teâlâ bunları kamil imanla değil, dağın altında kafalarını
ezecek gibi bir vaziyette maddi kuvvetle bastırarak dine bağlamış ve çok ağır
bir şekilde sözleşmelerini almıştır.
155-156-Bunlar
bu ağır sözleşmeye bağlandıktan ve böyle zabt u rabt (sıkı bağlantı) altına
alındıktan sonra sebat ettiler mi? Hayır. Tersine sözleşmeyi bozdular ve nice
cinayetler yaptılar ve Allah'ın gazabına da asıl bundan sonra uğradılar. Bunu
açıklamak için buyuruluyor ki: Bundan sonra sözleşmelerini bozmaları ve gelecekte
sayılacak olan cinayetleri işlemiş olmaları sebebiyle... Bu nazımda "ba"nın
müteallakı (ilgilendiği kelâm) hazfedilmiştir ki, "Biz de belalarını verdik.
Şu şu sebeplerden dolayı kendilerine lanet ve gazeb ettik" demektir. Nitekim
Maide Sûresinde de "Andlaşmalarını bozmaları sebebiyle onları lânetledik."
(Maide, 5/13) diye açıklanmıştır. Bu gibi hazifler, sükût içinde duyan zihne
mümkün olan her hatırayı atarak gayet belağatlı bir korkutma ifade eder.
Yani sözleşmelerini
bozmaları Allah'ın âyetlerini, hükümlerini ve emirlerini gösteren açık delilleri
ve derin mucizelerini inkâr etmeleri, ve birtakım peygamberleri haksız yere
öldürmeleri, ve bizim kalblerimiz "ğulf" tür demeleri sebebiyledir ki, bunda
iki mânâ vardır: Birisi, "Bizim kalblerimiz ilim mahfaza (kap)larıdır. Şu
halde, ilmimiz sayesinde biz artık peygamberlere, filanlara muhtaç değiliz"
demektir. Diğeri de, "Bizim kalblerimiz kabuklu, kaşerlidir, ne söylense etkilenmez.
Şu halde yapılan davet ve telkinlerin hiçbiri kulağımıza girmez" demektir.
Burada bu söze karşı bir cümle-i mutarıza (ara cümle) halinde şöyle buyuruluyor:
Hayır bunların kalbleri ilim kabı ve ve doğuştan kabuklu olduğundan değil,
belki Allah o kalblerin üzerine inkârlarını basmış; küfrü, ısrar ve alışkanlıkları
dolayısıyla artık onlara huy yapmış da, ondan dolayı iman etmezler, ancak
pek azı hariç. Yoksa ne ilim insanı dinden, imandan, Allah'dan, peygamberden
müstağni (ihtiyaçsız) kılar, ne de aslî yaratılışta beşer kalbi bu kadar katı
ve bu kadar zalim olur. Bir bu sebeplerle, bir de böyle huy edindikleri küfürleri
ve Meryem aleyhinde pek büyük bir iftirada bulunmaları. Bunlar, Hz. Meryem'i
zina ile suçlamak suretiyle büyük bir iftirada bulunmuşlar, bu da Allah Teâlâ'nın,
beşerin dokunması olmaksızın bir çocuk yaratmaya kudretini inkâr etmelerinden
dolayı olmuştur. Bunu inkâr ise, tabiatın ezeli olması davasıyla Allah'ı inkârdır.
buna işarettir. Bu küfürleriyle o büyük iftirayı söylemiş olmaları,
157- ve Allah'ın
peygamberi olan Mesih Meryem oğlu İsa'yı biz öldürdük demeleri, yani peygamberlik
vasfıyla alay ettik ve böyle bir zatı öldürdük diye öğünmeleri sebebiyledir
ki, Allah bunları gazab ve düşüklüğe düçar etmiş, belalarını vermiştir. Halbuki
bunlar onu gerçekte ne öldürdüler, ne astılar. Çünkü İsa'nın hakikati bir
kelime, bir ruh idi. Bunu ise ne öldürebildiler, ne de asabildiler. Ve fakat
şüpheye düşürüldüler, onlara öyle gibi gösterildi.
Bu teşbih
(benzetme) meselesinde çeşitli rivayetler vardır ki, başlıca iki vecih (görüş)
vardır:
I- Kelâmcıların
birçoğu demiştir ki, yahudiler Hz. İsa'yı öldürmek istedikleri zaman Allah
onu göğe kaldırdı. Yahudi reisleri de halkın fitneye düşmesinden korktular,
bir insan tuttular, öldürüp astılar ve insanlara: "Mesih işte bu" diye aldatarak
ilan ettiler. Çünkü halkın çoğunluğu onu şahsen değil, ancak ismiyle tanıyorlardı.
II- demek,
İsa'nın benzeri birine ilka olundu, başka bir insan ona benzetildi, ona benzer
bir şekle konuldu demektir demişler ve bunda dört görüş nakletmişlerdir:
1- Yahudiler
Hz. İsa'nın ashab (arkadaşlar)ı ile beraber filan evde bulunduklarını öğrendikleri
zaman başlarında bulunan Yahuda, kendi adamlarından Taytayus adında birine
eve girip İsa'yı öldürülmek üzere çıkarmasını emretmiş, o da girmiş, Allah
Teâlâ da Hz. İsa'yı evin tavanından çıkarıp o adamı ona benzettirmiş, bundan
dolayı onu Hz. İsa zannetmişler, tutup asarak öldürmüşler.
2- İsa'yı
gözetmek için bir adam görevlendirmişler, İsa (a.s.) dağa çıkmış ve göğe çıkartılmış,
Allah o gözcüyü ona benzettirmiş, onu yakalamışlar, öldürmüşler, "ben İsa
değilim" demişse de dinlememişler.
3- Yahudiler
Hz. İsa'yı tutmaya azmettikleri zaman ashabından on kişi beraberinde bulunuyormuş.
Onlara: "Benim kılığıma sokulmaya razı olup cenneti satın alacak olan kim
var?" diye sormuş. İçlerinden birisi de: "ben" demiş. Bundan dolayı Allah
onu İsa'ya benzettirmiş, çıkarılmış öldürülmüş ve İsa yükseltilmiş.
4- Birisi
İsa Aleyhisselam'ın ashabından olduğunu iddia edermiş ve münafıkmış. Gitmiş
Hz. İsa aleyhine yahudilere yol göstermiş ve onu tutmak için yahudilerle beraber
girmiş, Allah Teâlâ da onu ona benzettirmiş, bundan dolayı o öldürülüp asılmış.
Fakat görülüyor ki Fahruddin-i Razi'nin dediği gibi: "Bu vecih (görüş)ler
birbirine zıt ve itişmektedirler". Şu halde âyeti açıklama hususunda delil
getirmeye elverişli değildirler.
Hıristiyanlar
Filatos devrinde Hz. İsa'nın yahudiler tarafından öldürülüp asıldığını ve
sonra ayağa kalkıp semaya yükseltildiğini söylemişlerdir. On iki Havariyyundan
biri olan Yahuda Esharyutı'nın, yahudi kahinlerinden para alarak Hz. İsa'ya
ihanet ettiği ve öldürülmesine yol gösterdiği, sonra pişman olup kendini astığı
İnciller'de nakledilmektedir. Fakat hıristiyanlar, diğer taraftan, başlıca
üç grup olarak, öldürmenin Mesih'le ilgisinin durumu hususunda ihtilaf etmişlerdir:
Bir kısmı öldürme ve asmanın hem nâsut (cism)e hem lahut (ruh)a vaki olduğuna;
fakat ruha dokunmakla değil, duygu ve şuur ile vasıl olduğuna kani olmuşlar
ki, bunlara Melkaiyye denir. Diğer kısmı, öldürme ve asmanın iki cevher (esas)den
doğmuş olan Mesih'in cevherine vaki olduğunu söylemişlerdir ki, bunlara Ya'kubiyye
denir. Üçüncü bir kısmı da, onun cismi öldürüldü, ruhu yükseltildi demişlerdir
ki, bunlara da Nesturiyye derler.
İmam Fahruddin
Razi der ki: "Filozofların çoğu bu görüşe yakın bir kanaattedirler. Zira isbat
edilmiştir ki, insan şu heykelden ibaret değildir. Belki ya bu beden içinde
şerefli bir cisim veya zatında mücerred (soyut) ve bu bedeni idare eden bir
ruhani cevherdir. Şu halde öldürme işi, o heykel (maddi yapı) üzerinde vaki
olmuş, gerçekte İsa aleyhisselam olan nefs (ruh) ise öldürülmemiştir. Buna
karşı, "Her insan böyle değil mi? O halde bunu İsa'ya tahsis etmenin mânâsı
nedir?" de denilemez. Çünkü İsa'nın nefsi kudsî, ulvî, semavî, ilâhî nurlar
ile çok parlatılmış, meleklerin ruhlarına çok yakın bir nefs idi. Böyle bir
nefsin de öldürülmesi ve harab edilmesi beden ile büyük bir acı duyma olmaz
ve karanlık bedenden ayrıldıktan sonra da kurtulup geniş semalara, Allah'ın
nur âlemlerine yükselir, şirinlik ve saadeti büyür de büyür. Ve bilinmektedir
ki, bu durumlar herkesde olmaz ve belki Âdem (a.s.)'in yaratılışının başlangıcından
kıyamete kadar çok az kimseye nasip olmuştur. İsa (a.s.)'nın bu hale tahsisinde
mânâ işte budur."
Bu farklı
görüşler hakkında buyuruluyor ki: Bu hususta, bu İsa işinde ihtilaf etmiş
olanlar da muhakkak bundan dolayı şüphe içindedirler. Buna dair hiç bir ilimleri
yoktur. Fakat zanna tabi olmuşlardır. Halbuki, biz Mesih'i öldürdük diyenler
onu yakînen öldürmediler. Şu halde öldürme cinayetiyle öğünmeleri de bir yalandır.
Çünkü bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir. Onların ise öldürmeye teşebbüsten
maksatları asla hasıl olmadı.
158-Gerçi
ortada bir cesedin öldürülmüş olduğu mahsus idi, fakat onların öldürmek istedikleri
Mesih bu değildi, asıl Mesih'i öldüremediler, belki Allah onu kendine kaldırdı,
onların yok etmek istedikleri İsa'yı göklere çıkardı da kendilerini kötü adlı
etti. Ve Allah ezelden aziz (üstün) ve hakim (hikmet sahibi)dir.
159- Kitap
ehlinden gerek yahudi ve gerek hıristiyan hiçbiri yoktur ki, ölümünden önce
İsa'ya iman edecek olmasın, her halde edecektir, etmek mecburiyetindedir.
Çünkü ölüm zamanında imanın faydası olmayacak, ve kıyamet gününde İsa onların
aleyhlerine şahit olacaktır. Tefsircilerden çoğunun açıkladığına göre "" (hû)
gizli zamiri İsa'ya zamiri de iman edecek olan kitap ehline racidir ve İbnü
Abbas'dan da böyle nakledilmiştir. Yani İsa ölmeden önce demek değil, kitap
ehlinden her biri ölmezden önce demektir. Fakat her halde iman edecek olunca,
İsa niçin aleyhlerinde şahit olacak, denilirse, buna karşı (Nisa, 4/18) âyetinde
geçtiği üzere yeis imanı kabul edilmeyeceğinden dolayı bu imanlarının kendilerine
faydası olamayacağı söylenmiştir. Fakat âyette "ölüm zamanı" buyurulmayıp
"ölümden önce" buyurulduğuna nazaran bu cevap âyetin zahirine pek de uygun
değildir. Şu halde âyetin meâli, ölümünden önce yahudiler İsa'yı yalanlamaktan,
hıristiyanlar tanrılık isnadından tevbe ederek her halde İsa'ya iman etmek
zorundadırlar, yani iman ile borçludurlar. Ölüm gelmeden, tevbe kapısı kapanmadan,
zorunlu hale düşmeden önce tevbe edip imana gelmelidirler. Yoksa o zaman imanın
da faydası olmayacak, İsa kıyamet gününde aleyhlerinde şahit olacak, yahudiler
aleyhinde: "Ey Rabbim bunlar beni yalanladılar" diye; hıristiyanlar aleyhinde
de: "Ey Rabbbim, bunlar bana ilâh ve Allah'ın oğlu" dediler, diye küfürlerine
şahitlik edecektir. Demek olur ki, bunda hem İsa'nın yükseltilmesi, hem ilâhî
izzeti açıklama vardır. Demek ki Fransız filozoflarından Ernest Renan'ın tarihi
inceleme davası altında Hz. İsa'yı, nebilik ve resulluk iddia etmemiş, ancak
halk hem Roma hükümetine, hem de yahudi başkanlarına olmak üzere iki vergi
altında ezilmekte olduklarından dolayı, Roma hükümetinin tanınıp, yahudi reislerine
vergi verilmemesi hakkında ahaliyi kışkırtma ve tahriklerde bulunmuş olduğundan
dolayı yahudiler tarafından öldürülmüş normal bir şahıs olarak tasvir etmesi,
hıristiyanlıktan kaçmak için yahudilerin Hz. İsa'yı yalanlama ve öldürme davasına
katılmaktan başka bir şey değildir.
160-161- Yine
bu kitap ehlinden yahudi olanların, yani buzağıya tapmaktan pek acı bir şekilde
nefislerini öldürerek tevbe edenlerin sırf zulümlerinden dolayıdır ki, kendilerine
herkes gibi helal kılınmış olan tertemiz nimetleri haram kıldık, onları o
güzel şeylerden mahrum ettik. (Âl-i İmran, 3/93. âyet ile En'am, 6/146. âyetlerin
tefsirine bkz.)
Bu mahrum
edilişleri, o temiz, helal nimetleri yemekten yasaklanmaları hep zulümleri
sebebiyle ve Allah yolundan pek çok menetmeleri, ve faizden yasaklanmış oldukları
halde faiz almaları ve insanların mallarını batıl yollarla yemeleri sebebiyle
oldu. Bundan başka bunların kâfirlerine, yani küfürlerinde ısrar edip sana
iman etmiyenlerine ahirette çok can yakıcı bir azab da hazırladık.
162- Fakat
ey Muhammed, bu kitap ehlinden -Abdullah b. Selam ve arkadaşları gibi- sağlam
bilgi sahibi olanlar ve doğru iman sahibi bulunanlar, hem sana inmiş olana,
hem de senden önce inmiş bulunana iman ederler. "Namazı kılanlar" ilk bakışta
atıflarıyla ahenk bakımından bunun da her halde "vav" ile olması gerekirdi
gibi sanılır. Fakat Bakara sûresinde âyetinde (Bakara, 2/177) fıkrasında da
geçtiği üzere, bu gibi yerlerde Arap dili, fıkralardan herhangi birine bir
özellik vererek dikkat çekmek istediği zaman irabı değiştirerek "şuna özellikle
önem veriyorum" mânâsına "a'nî" takdiriyle üstünlü olarak okur ki, buna "medh
üzere nasb" tabir olunur. Ve hatta mevsuf (nitelenen) ile sıfat arasında uygunluk
zorunlu iken, bu üstün okuma bazan bir sıfatta bile yapılır da "cömert olan
Zeyd'e uğradım" diyecek yerde, sıfatı diye üstünlü okunabilir. İşte burada
da salat (namaz)ın üstünlüğüne işaret için namaz kılmaya özellikle önem verilerek
yerinde buyurulmuştur ki bunun sonucu demek gibidir. Bundan başka bir de İmam
Kisai'nin tercih ettiği yön vardır ki, o da bunun üstünlük olmayıp deki ya
atfile kesreli olması, yani iman edenler meyanında değil, iman olunanlar meyanında
getirilmiş bulunmasıdır ki bu şekilde namaz kılanlardan maksat, ahid lam'iyle
peygamberler veya melekler demek olur. Bununla beraber önceki vecih daha tercihe
şayan görülmüştür. Şu halde mânâ: O sağlam ilim sahipleri, inananlar ve namaz
kılanlar ki, özellikle önem verilmeye değer ve öğülmüşlerdir, ve zekatlarını
verenler, Allah'a ve ahiret gününe iman edenler var ya işte ey Muhammed, biz
o kâfirlere karşılık bütün bunlara muhakkak büyük bir mükafat vereceğiz.
Hz. Musa'nın
levhalarını ileri sürerek Kur'ân'ı hiçe sayıp üzerlerine gökten bir kitap
indirilmesini isteyen ve bu olmadığı takdirde Muhammed (a.s.)'in peygamberliğinin
sabit olamayacağı iddiasında bulunan kitap ehli bu istekleriyle manen aleyhlerinde
ilâhî bir kitabın inmesini istemiş olduklarından tercüme-i hal (öz geçmiş)lerini,
geçmiş ve geleceklerini tasvir eden ve anlatan bu açık âyetler indirildikten
sonra, o sorularında ortaya atmak istedikleri şüphenin hem ilmî ve hakikî,
hem de inandırıcı ve susturucu bir şekilde cevabı açıklanarak buyuruluyor
ki:
Ey Muhammed!
Meâl-i Şerifi
163- Muhakkak
biz, Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da
vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a,
Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik.
164- Daha
önce sana anlattığımız peygamberlerle, anlatmadığımız başka peygamberlere
de (vahyettik). Ve Allah Musa ile de konuştu.
165- Peygamberleri
müjdeciler ve azab habercileri olarak gönderdik ki, peygamberlerden sonra
insanların Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah mutlak üstündür, yegane
hikmet sahibidir.
166- Fakat
Allah, sana indirdiğini kendi ilmiyle indirmiş olduğuna şahitlik eder. Melekler
de buna şahitlik ederler. Allah'ın şahitliği de kafidir.
167- Şüphesiz
inkâr edip, insanları Allah yolundan alıkoyanlar, derin bir sapıklığa düşmüşlerdir.
168- Muhakkak
Allah, inkâr edenleri ve zulmedenleri ne bağışlar, ne de doğru bir yola eriştirir.
169- Onları
ancak cehennemin yoluna (iletecek ve) onlar orada ebedî olarak kalacaklardır.
Bu ise Allah'a çok kolaydır.
163- Muhakkak
ki biz sana tıpkı Nuh'a ve ondan sonraki bütün peygamberlere vahyettiğimiz
gibi vahyettik. Yani mücerred bir ilham, bir saniha (çok düşünmeksizin akla
doğan fikir), bir feraset (çabuk seziş) değil, bütün peygamberlerde kanun
olan bir vahy ile vahyettik.
Sana olan
vahy, o peygamberlerde cereyan eden ve onları peygamber tanıtan vahylerin
bütün türlerini içeren ve onların tamamının benzeridir. Şu halde seni onlardan
ayırt etmek küfür ve inattan başka hiçbir şey değildir. Sen ilk gelen bir
peygamber değilsin. Nuh'tan sana gelinceye kadar nice peygamberler gelmiştir.
Ve bunların içinde kitap ehlinin doğruladıklarını iddia ettikleri birtakım
meşhur peygamberler vardır ki, şimdi isimleri anılacaktır. Ve bunlar öyle
hep semadan birer kitap indirmemişlerdir. Musa'nın levhaları mucizesi hepsinde
olmamıştır. Ve peygamberliğin zorunlu gereksinimlerinden değildir. Peygamberliğin
aslı, bir Allah vergisi olan özel vahiydir. Bütün peygamberler böyle ilâhî
vahy ile peygamber olmuşlardır. Sana da bütün onlara vahyolunduğu gibi vahyedilmiştir
ve sende onların hepsinin vahy şekli tecelli etmiş ve sana indirilen kitap
bu şekilde indirilmiştir. Böyle iken o kitap ehlinin diğer peygamberleri tasdik
ettiklerini iddia edip de seni onlardan ayırmaya kalkışmaları ve Allah'dan
böyle bir vahy ile indirilen bir kitabı nebilik ve resullük için yeterli görmeyip
de üzerlerine gökten bir kitap indirmeni istemeleri, yalnız sana inanmamak
değil, hiçbir peygambere inanmamaktır, bu da Allah'a inanmamaktır.
Îhâ vahy göndermektir.
İbnü Esîr'in Nihaye"de ve Süyutî'nin "Dürri Nesir"de zikrettikleri üzere vahy,
lugatta risalet, kitabet (yazmak), işaret, ilham, gizli söz mânâlarına gelir.
Ve kelimenin aslı, sürat mânâsınadır. Firuz Abadî'nin "Besair" de açıklamalarına
göre vahy, asıl lugatte süratli işaret demektir. Bu mânâ, kâh remiz ve tariz
(üstü kapalı söyleme) yoluyla söz ve kâh terkib (kompozisyon)den ayrılmış
ses ve kâh organlardan biriyle işaret ve yazmakla olur. Nitekim "Onlara (Zekeriya),
akşam sabah (Rabbinizi) tesbih edin diye işaret etti." (Meryem, 19/11) İlâhî
sözü bu mânâya gelir ki, remiz veya itibar veya kitabet (yazmak) denilmiştir.
"İnsan ve cin şeytanları aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar"
(En'am, 6/112). Aynı şekilde "Şeytanlar, dostlarına fısıldarlar" (En'am, 6/121)
âyetlerinde de vahy bu şekiller üzerinedir ki, "İnsanlara kötü şeyler fısıldayan
o sinsi vesvesecinin şerrinden" (Nas, 114/4) şerefli nazmında işaret olunan
vesvese ile olur. Bir de vahy, Allah Teâlâ'nın peygamberlerine ve velilerine
öğretilen ilâhî kelimeye denir. Bu da "Allah hiçbir insanla (karşılıklı) konuşmaz.
Ancak vahy ile, yahut perde arkasından konuşur; yahut bir elçi gönderip, izniyle
dilediğini vahyeder" (Şûrâ, 42/51) ilâhî sözünün delalet ettiği üzere birkaç
çeşittir ki, ya Cibril aleyhisselamın Hz. Peygamber'e belli şekilde tebliği
gibi zatı görülür ve kelâm (söz)ı işitilir, görülen bir elçi aracılığıyla
veya Hz. Musa'nın Allah'ın kelamını işitmesi gibi görmeksizin sözü duymakla
veya "Rûhu'l-kudüs benim kalbime üfledi" nebevî hadisinde açıklandığı üzere
samimi kalbe üflemekle veya "Musa'nın annesine o (çocuğu)nu emzir diye ilham
ettik" (Kasas, 28/7) gibi ilham ile veya "Rabbin balarısına vahyeti" (Nahl,
16/68) gibi teshir (emre boyun eğdirme) ile veya rüyayı saliha (doğru rüya)
ile olur. Nitekim Resulullah (s.a.v.) "Vahiy kesilmiş, yalnız hayırlı alâmetler
kalmıştır ki, o da müminin rüyasıdır." buyurmuştur. Zikredilen âyette ilham,
teshir, rüya ile; kelâmı duyması ile; Cibril'in tebliği de ile ifade olunmuştur.
"Allah'a karşı yalan uydurandan, ya da kendisine bir şey vahyedilmemiş iken
bana da vahyolundu diyenden daha zalim kimdir?" (En'am, 6/93) âyetinde zikredilen,
vahy çeşitlerinden hiçbiri olmadığı halde, "oldu" diye iddia edenler hakkındadır.
Hasılı bir çok âyetlerde vahy bu çeşitli mânâlarda kullanılmıştır ki, bunların
hepsinde süratli işaret mânâsı vardır. Zeccac vahyin lugat bakımından genel
mânâsını, "gizli bir şekilde bildirmek" diye tarif etmiştir. Zira sürat, bir
gizliliği de gerektirir. Şu halde kim olursa olsun diğerine gizli bir şekilde
bilgi verir, bir ilim telkin ederse ona genel mânâsıyla bir vahy yapmış olur.
İ'lâm, ilimden alındığına ve ilim ise çeşitli derecelere dayanmakla beraber
hatayı içermiyeceğine göre, vahyin gizli yol olmakla beraber, muhakkak sonunda
isabetli bir telkin ve işaret olması gerekir. Ve isabetsiz olanlarda kullanılması
mecaz olur. Ancak gayesinin hayır olması şart değildir. Bunun için bir fesatçının
gizliden gizliye bir fesat belletmesine ve şeytanların aldatmalarına da genel
mânâsıyla vahy denilebilir. Şu halde gerçek mânâsıyla vahy denildiği zaman
sürat, gizlilik mânâlarıyla beraber bir ilmî kıymet de istenir ki, bu ilmî
değer, o i'lâm ve işareti yapanın hal ve şanına ve alanın irfan kabiliyetine
göre çeşitli derecelerde tasavvur olunabilir.
Demek ki genelde
vahyin, ilk iş olarak ikiye ayrılması gerekir ki, biri Allah'dan başkasından
olan işaret ve i'lâm, diğeri de Allah tarafından olan işaret ve i'lâmdır.
Vahy esas lugatta bunların hepsini içine almakta ise de, lugat örfünde ancak
Allah tarafından olana işaret ve i'lâma isim olmuştur. Mutlak olarak vahy
denildiği zaman da bu anlaşılır. Bunun da (Şûrâ, 42/51) âyetinden anlaşıldığı
üzere çeşitli şekilleri ve bunların peygamberlere mahsus olup olmayanları
da vardır. Şu halde genel mânâsıyla vahy, peygamberlere mahsus değildir. Fakat
peygamberlere mahsus olan bir çeşit vahy vardır. Bu özel mânâsıyla peygamberlik
vahyi, diğer beşerî ilimlerin üstünde özel bir keyfiyet ve kesin zorunluk
ile gerçekliğinde şüphe olmayan bir ilim telkin eden hakkın tecellisinin özel
ismidir. Şer'an (dinî yönden) vahy denildiği zaman da bu mânâ kastedilir.
Vahyin diğer kısımları hem peygamberlerde, hem de diğerlerinde bulunabilir.
Fakat tam mânâsıyla peygamberlik, hangi çeşitle olursa olsun hiç şaşmayan
özel bir vahy ile başlar ve tecrübe ile ortaya çıkar. Vahyin diğer kısımları
ise bunu istidlal ile mülahaza ve tasavvur edebilmek için yeterli bir sebep
teşkil eder. Yani her vahy, ruhî bir hadisedir. Gerek açık duyular ve gerek
gizli duyulardan kalbe gizli bir yol ile süratli bir anlayış telkin eden rûhanî
bir iniştir. Eğer bu inişin, emin bir ruh ile olduğu tecrübeyle bilinirse,
tam mânâsıyla vahy tahakkuk etmiş (gerçekleşmiş) ve o zat peygamberlik makamını
kazanmış olur. Nitekim "Onu, Ruhu'l-Emin (Cebrail), senin kalbine, uyarıcılardan
olman için indirdi" (Şuara, 26/193-194) buyurulmuştur. Fakat Emin Ruh ile
olduğu belli olmaz, kâh isabet eder, kâh da etmezse, o ya hiç vahy değildir
veya vahy olsa bile hak peygamberlik bahşeden tam ve özel vahy değildir. İşte
burada buyurulmasında önce bu vahyin ilâhî vahy olduğuna ve ikinci olarak
peygamberlere vahyin bu özel yüksekliğine işaret buyurulmuş ve üçüncü olarak
Peygamber efendimizin bütün peygamberlerde cereyan eden vahy çeşitlerinden
her türlüsüne mazhar bulunduğu da ifade edilmiştir.
Şimdi bunu
daha çok açıklamak ve kitap ehlini cevap veremez duruma getirecek noktaları
belirtmekle buyuruluyor ki: Ve biz Nuh'tan sonraki o peygamberler arasında
özellikle, kitap ehlince de bilinen ve meşhur olan İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a,
Yakub'a, esbat'a, yani Yakub'un çocuklarına, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a,
Süleyman'a vahyettik, ve bunlar arasında Davud'a bir Zebur da verdik. Vahyden
başka bir kitap ile de ikram ettik. Halbuki kitap ehli genellikle itiraf ederler
ki, bu sayılıp dökülen peygamberlerin hiçbiri onların istedikleri şekilde
semadan bir defada bir kitap indirmediler. Gerçi Davud'a Zebur verildi, fakat
bu da bir defada levhalar ile inmedi.
Bununla beraber
bunların hepsi peygamberlerin meşhurlarıdırlar. Zebur kelimesi, Hamze kırâetinde
'nın ötrüsü ile şeklinde okunur ki "zübür" kelimesinin çoğuludur. "Zübür",
aynı şekilde üstün ile "zebur", "mezbur" mânâsında "kitap" demektir. Kurtubi
tefsirinde der ki: "Zebur yüz elli sûredir ve içinde hiç hüküm yoktur. Hepsi
hikmetler, vaazlar ve Allah Teâlâ'ya hamdetmek, O'nu yüceltmek ve öğmekten
ibarettir."
164-Tefsirciler
diyorlar ki Hz. Nuh Allah tarafından kendi dilinden Allah'ın dinî hükümleri
kanun yapılan peygamberlerin ilkidir. Ve ilk önce ümmeti azab edilen peygamber
de odur. Bunun için önce o zikredilmiş, sonra bütün peygamberler özetlendikten
sonra bazıları belirtilerek açıklanmış ve bunda ülü'l-azm peygamberlerin ilki
bulunan Hz. İbrahim'den başlanıp, Hz. Nuh ile beraber on iki peygamber zikredilmiş
ve Hz. Musa bunlar arasında sayılmayıp en sona bırakılmıştır. Çünkü bunların
sayılmasından asıl maksat, kitabın inmesinde Hz. Musa gibi olmayan ve kitap
ehlince kabul edilen meşhur peygamberleri bir arada göstermektir. Bununla
beraber peygamberlerin bunlardan ibaret olmadığını açıklamak ve kısaltmasının
açıklamasını tamamlamak ve aynı mânânın insanları Allah tarafından davete
görevli olmak demek olan risalet (peygamberlik) mânâsıyla da cereyanını anlatmak
için buyuruluyor ki: Bunlardan başka sana bundan önce haber verdiğimiz birtakım
peygamberler ve sana haber vermediğimiz daha nice peygamberler de gönderdik.
Şu halde Allah'ın vahyettiği peygamberler, gönderdiği resuller gerek burada
ve gerek bundan önce isimleri, kıssaları bildirilmiş olan belli ve meşhur
zatlardan ibaret zannedilmemelidir. İnsanlara daha bir çok peygamberler gönderilmiştir
ki, bunların sayılarını, isimlerini, yerlerini, kavimlerini, kıssalarını ancak
Allah bilir. Cenab-ı Allah bu izah ile de kâfirlerin takip ettikleri bazı
şüpheleri de kesmiştir. Zamanımızda bazı kimselere rastlanıyor ki, bunlar
güya peygamberler hakkında bir şüphe uyandırmak için devamlı şu soruyu soruyorlar:
"Allah âlemlerin Rabbi değil mi? Acaba peygamberlerini niçin sayılı yerlerden
ve sayılı kavimlerden seçmiş? Neden hep peygamberler arz-ı mukaddes (Filistin)den
ve civarından çıkmış? Yeryüzünün diğer kıtalarındaki insanlar Allah'ın yaratıkları
değil midirler? Çin'den, Japon'dan, Avrupa'dan, Amerika'dan peygamber niçin
gönderilmemiş?" diyorlar ve bununla felsefe adına dinlere bir itiraz ettikleri
fikrinde bulunuyorlar. Halbuki böyle bir soru, esas itibariyle yaratılışta
özel seçimi bilmemekten doğan ve hiçbir fikrî ve ilmî kıymeti olmayan boş
bir sözden ibarettir. Böyle olduğunu göstermek için buna karşılık şunları
sormak yeterlidir. Bütün dünyadaki insanlar Allah'ın yaratıkları değil midir?
Niçin hepsini aynı seviyede yaratmamış, niçin hepsini peygamber yapmamış?
Haydi yapmamış, ya niçin akıl ve dehada, güç ve kuvvette eşit yapmamış, niçin
tarihte belli olan büyük filozoflar birkaç kavme tahsis edilmiş az şahıslar
olmuştur? Niçin her toplumda büyükler sınırlı ve sayılı kimselerden ibaret
bulunuyor? Niçin her kıtada, her memlekette, her toplumda kaşifler, fatihler
çok olmuyor? Niçin her zamanda dünyanın siyaset nizamını bir bölge, bir millet
tutuyor? Niçin mesela bu günkü Avrupa her yerden çok ilimlerin, fenlerin,
medeniyet ve siyaset yapanların merkezi oluyor? Niçin ve niçin? Şu halde örnekleri
pek çok olan bu gibi özellikler diğerleri hakkında garip görülmüyor da, en
büyük bir ilâhî tahsis olan peygamberlik ve resullük hakkında niçin garip
karşılanıyor?
Kur'ân daha
önce bu gibi hatıraları "Gerçekten Allah, Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini
ve İmran ailesini âlemler üzerine seçkin kıldı." (Âl-i İmran, 3/33) âyetinde
ilâhî iradeyi ve seçme kanununu göstererek halletmiş ve defetmişti. Bundan
başka burada "Sana haber vermediğimiz nice resuller..." fıkrasıyla peygamberlerin
malum olan kimselere mahsus olmadığını anlatarak, peygambrlerin arz-ı mukaddes
(Filistin) ve civarına tahsis edilmiş az kişilerden ibaret olması hakkındaki
varsayımın da katıksız yalan olduğunu anlatmış ve bununla meseleyi kökünden
yok etmiştir. Bütün peygamberlerin adedi yüz yirmi dört bin veya bir milyon
dört yüz yirmi dört bin olduğu hakkında bazı rivayetler varsa da, doğrusu
peygamber ve resullerin sayısı bilinmemektedir. Zira buyurulmuştur. Şüphe
yok ki İslâm dininde bütün peygamberlere inanmak imanın esaslarından bulunduğu
cihetle, bütün peygamberler bildirilmiş olsaydı müslümanların bunlara geniş
bir şekilde inanmakla yükümlü olmaları gerekecek, bu da dinde büyük bir zorluk
olacaktı. Şu halde ilâhî seçimin en yüksek mertebelerinde bulunan büyük peygamberlerin
açıklanmasıyla yetinilmesinde icmâlî (kısaca) imanın yetmesi gibi büyük özel
bir lütuf vardır.
Özetle isimleri,
kıssaları bildirilen veya bildirilmeyen daha birçok peygamberler gönderildi.
ve bütün bunlar arasında Allah Teâlâ Musa'ya perde arkasından, yani "Sen beni
asla göremeyeceksin" (Âr'af, 7/143) mânâsı üzere kendini göstermeden, gerçekten
kelâm ile söyledi ki böyle vasıtasız Allah ile konuşma vahy mertebelerinin
sonuncusudur. Musa'ya verilen kitapta da bundan daha yüksek bir vahy şekli
olmamıştır.
165-İşte ey
Muhammed, Nuh'tan sana gelinceye kadar gönderilen peygamberlerin hepsine biz
böyle çeşitli mertebelerde vahyettik, sana da onların tümüne yaptığımız gibi
vahyin bütün çeşitleriyle vahyettik. Şimdi diğer peygamberler arasında Musa'nın,
vahyin mertebelerinin sonuncusu olan Allah ile konuşmakta derinleşmesi, diğerlerinin
peygamberliklerinin doğruluğu hususunda ne bir şüphe etmeyi gerektirmiş, ne
de imanda ve peygamberliğin mahiyetinde ayrılmalarını zorunlu kılmıştır. Şu
halde Tevrat'ın ona bir defada inmiş olması, her peygamber için de böyle olmasını
neden gerektirsin? Ve ona öyle oldu diye kitap ehli her peygamberden o şekilde
inmiş olan bir kitap isteme hakkını nereden almış? Sana böyle çeşitli vahiyler
ile nebilik ve resullük verilmiş iken, hikmetlere ve maslahat (menfaat)lara
göre peyderpey Kur'ân indirilip dururken bu ilâhî kitabı tanımayıp, gökten
kitap istiyenler ve seni diğer peygamberlerden ayırmaya kalkışanlar artık
küfür ve sapıklıktan başka bir şey yapmış olmazlar. Ve bu konuda kabule değer
hiçbir mazeret de ortaya atamazlar. Çünkü biz bütün insanlara böyle müjdeci
ve Allah'ın azabından korkutucu olarak, yani iman ve itaat edenlere ahirette
ecir ve sevab ile müjde vermek, küfür ve isyan edenlere cehennem azabını haber
verip çekindirmek üzere elçiler gönderdik ki bu peygamberlerden sonra Allah'a
karşı insanların mazeret göstermeye vesile olacak hiçbir delili, bir tutanağı
olmasın. Azabı gördükleri zaman: "Ey Rabbim vaktiyle bize bunları bildirseydin
hükümlerini, şeriatını, kanunlarını bildiren bir peygamber gönderseydin de,
bilmediklerimizi öğrenip onlara tabi olsaydık ve bu felaketler başımıza gelmeseydi
ne olurdu; "Bize bir elçi gönderseydin de böyle alçak ve rezil olmadan önce
senin âyetlerine uysaydık" (Tâhâ, 20/134) diye mazeret göstermeye hakları
kalmasın. Allah ezelden böyle aziz ve hakîmdir. Hükmüne karşı gelinmez, yaptığını
hikmetiyle sağlam yapar. Şu halde böyle mertebe mertebe pek çok peygamberler
göndermiş olması ve o kitapların iniş şeklinde ve bazı şeriat ve hükümlerde
birbirlerinin aynı olmaması sırf hikmetinden ve ümmetlerin durumlarının çeşitli
tabakalar üzere bulunmasındandır. Çünkü ilâhî sorumlulukların dayanağı çeşitli
durumlar ve kulların iyiliğidir. Allah Teâlâ yaratış hikmeti gereğince ümmetleri
çeşitli ve farklı tavırlar ve hasletlerle yaratmış olduğu gibi, kanun koyma
hikmeti gereğince de bunlara dünya ve ahiretlerinde durum ve gidişatlarına
uygun çeşitli ve farklı olan kabiliyetleriyle uyuşan şeriatler ve hükümler
emir ve teklif etmiş ve itiraz arzetmelerine sebep bırakmamıştır. Buna karşı
bütün insanlara gönderilmiş olan bir Peygamber'e gökten topyekün bir kitap
indirmesini teklif etmek hem Allah'ın şerefine bir tecavüz ve hem ilâhî hikmete
aykırı batıl bir istektir.
166-167-Gerçek
böyle iken o zalimler, o kalpleri mühürlenmiş kâfirler buna şahitlik etmezler
de hâlâ gökten kitap isterler, fakat Allah sana indirdiğiyle kendi şahitlik
ediyor ki, O, sana onu kendine özgü olan ilmiyle indirdi. Bu, öyle bir bedii
telif ve ilâhî kelâmdır ki, buna Allah'dan başka hiç kimsenin ilim ve kudreti
yetişemez, öncekiler ve sonrakiler ona karşı gelmekten acizdir. Allah bunu
öyle bir icaz sanatıyla inzal buyurdu ki, belağatlı nazmındaki belağat sırları,
kapsamındaki kudsî nurları, gayba ait mânâlarındaki yüksek hakikatleri, hükümlerindeki
hikmet ve güzellikleri, gayesindeki mutlak saadeti, ilâhî ilimden başkasının
ihata kudreti dışındadır. Bu, ne istenilen şekilde ittifak etmek suretiyle
vaki oluvermiş bir tesadüf, ne de cahil bir tabiatın şuursuz bir feveranı
(fışkırması)dır; her şeyi bilen ve her yaptığını bilerek yapan Allah Teâlâ'nın
ezeli ilmiyle indirdiği hak bir ferman, derin bir mucizedir. Buna Allah Teâlâ
böyle şahitlik ettiği gibi melekler de şahitlik eder. Çünkü melekler ilâhî
şahitliğin taşıyıcısıdırlar. Bunun inişi, emin Cibril'in elçiliği ve onun
emrindeki bütün meleklerin ululamaları içinde vaki olmuştur. Ve onlar "O (melekler)
ondan önce söz söylemezler". (Enbiya, 21/27) Bununla beraber başka şahide
ihtiyaç da yoktur. Şahit olmak üzere Allah yeter. Allah senin peygamberliğinin
doğruluğuna öyle derin deliller ve açık hüccetler getirmiş ve dikmiştir ki,
bunlar diğer şahitlerle şahit getirmekten mustağnidir. Muhammed ve Kur'ân...
Bunlarda ortaya çıkan hak tecellileri, diğer şahitlerden müstağnidir. Hakk'ın
kendine, kendi tecellileriyle şahitliğinden daha açık hangi şahitlik olabilir.
"De ki: 'şahitlik bakımından hangi şey daha büyüktür?' De ki: "Allah". (En'âm,
6/19) Buna karşı Allah'ın şahitlik ettiği herhangi bir gerçeği inkâr edenler,
ve Allah yolundan, yani doğru yol olan İslâm dininden yasaklayanlar derin
bir sapıklığa düşmüşlerdir.
168- Böyle
inkâr edip, zulüm yapanlar, yani Muhammed Aleyhisselama ait nebilik ve peygamberliği
inkâr etmek gibi haksızlıkta bulunanlar muhakkak ki, Allah'ın bunları ne bir
şekilde affetmesi, ne de cehennem yolundan başka bir yola hidayet etmesi ihtimali
yoktur.
169-Yani bunlar
"Muhakkak Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz". (Nisâ, 4/116) âyetinin
hükmüne tabidirler. Cehennemde ebedî olarak kalacaklardır. Bu kadar azgın
kâfirler nasıl mağlub edilirler de cehenneme tıkılırlar, diye uzak görmeye
de yer yoktur. Çünkü bunu yapmak Allah'a çok kolaydır. Zaten kurmuş olduğu
düzenin hükmü budur. Onlar O'na kendi ayakları ile koşa koşa gideceklerdir.
Duydunuz ya:
Meâl-i Şerifi
170- 170 -
Ey insanlar, Resul size, Rabbi'nizden hakkı (gerçeği) getirdi. Kendi yararınıza
olarak ona inanın. Eğer inkâr ederseniz, bilin ki göklerde ve yerde olanların
hepsi Allah'ındır. Allah bilendir, hikmet sahibidir.
Özellikle
bu insanlar içinde:
Meâl-i Şerifi
171- Ey kitab
ehli! Dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında ancak doğru olanı söyleyin!
Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Allah'ın elçisi, Meryem'e atmış olduğu kelimesi
ve O'ndan bir ruhtur. Allah'a ve peygamberlerine inanın (Allah) üçtür demeyin.
Kendi yararınız için buna son verin. Muhakkak ki Allah tek bir ilâhtır. O,
çocuk sahibi olmaktan yüce (münezzeh)dir. Göklerdeki ve yerdekilerin hepsi
O'nundur. Vekil olarak Allah yeter.
172 - Hiçbir
zaman Mesih de Allah'ın bir kulu olmaktan çekinmez, Allah'a yakın melekler
de. Kim O'na kulluk etmekten çekinir ve büyüklük taslarsa bilsin ki O, onların
hepsini huzuruna toplayacaktır.
173- İnanıp
güzel işler yapanlara gelince, onların mükafatlarını eksiksiz ödeyecek ve
lütfundan onlara daha fazlasını da verecektir. Allah'a kulluktan çekinip büyüklük
taslayanlara da şiddetli bir şekilde azab edecek ve onlar Allah'dan başka
kendilerine ne bir dost, ne de bir yardımcı bulamayacaklardır.
171-172-173-
Genel anlamda olmakla beraber, yukarda daha çok yahudiler hedef alındığı gibi,
burada da özellikle hıristiyanlar hedef alınmıştır. Yani ey bütün insanlardan
ve insanlar içinde kitap ehlinden bir kısım olan hıristiyanlar dininizde taşkınlık
etmeyiniz. İsa (a.s.)'ın yüksek şanını, yukarda açıklandığı üzere, inkâr ve
küçültmeye, gayri meşru çocuk Mechul "incannu" diye iftira etmeye kalkışan
yahudilerin alçaltmalarına karşılık, siz de onun hakkında Allah'lık iddiası
ile ifrata gitmeyiniz, ve Allah'a karşı haktan başka hiçbir şey söylemeyiniz.
Allah Teâlâ'yı bazı şeylere girme, değişme ve başka bir şeyle birleşme, arkadaş
ve çocuk edinme vesaire gibi imkansız ve batıl olan vasıflar ile vasıflandırmayınız
da, böyle noksanlardan uzak tutunuz ve her hususta hakkı takip ediniz, doğruyu
söyleyiniz. Çünkü Meryem oğlu İsa Mesih başka bir şey değil, ancak Allah'ın
bir elçisidir, ve yaratma veya tebliğe dair bir kelimesidir ki onu Meryem'e
atmış "Muhakkak ki Allah seni, kendisinden bir kelime ile müjdeliyor. Onun
adı Meryem oğlu İsa Mesih'dir." (Al-i İmran, 3/45) âyetinin delaleti üzere
melekleriyle Meryem'e bildirip müjdelemiş, Cebrail'in üflenmesi ile Meryem'in
rahimine bırakıp "ol, oldu" emriyle yaratmıştır, ve Allah tarafından bir ruhtur,
ki Allah bununla bir çok ölü kalblere hayat vermiştir. Peygamberlik, kelime,
ruh; işte Meryem oğlu İsa Mesih'in son hakikatı bunlardan ibarettir. İsa,
öldürülmedi ve asılmadı veya henüz ölmedi, semaya kaldırıldı denildiği zaman
bu gerçekten başka bir şey anlamamalıdır. Şu halde Allah'a ve bütün peygamberlerine
iman ediniz, Allah'ı Allah, peygamberleri peygamber tanıyınız, ve "üç" demeyiniz,
ne "ilâhlar üçtür: Allah, Mesih, Meryem'dir" diye açık şirk ile, ne de "Allah
üçtür: baba, oğlu, Ruhul-Kudüs üç esas; üç şahıs olarak tek esastır" gibi
bir yorumlu şirk ile "üç ilah" anlayışına sapmayınız. Üç ilâh inanışından
vazgeçiniz ki sizin için hayırlı olur. Çünkü Allah ancak bir ilâhtır, hiçbir
şekilde ortaklığı kabul etmez, zatında her türlü çoğalmadan uzak ve ilâhlıkta
tekdir, hâşâ, O'nun bir çocuğu olması ihtimali yoktur. O'nu öyle bir noksanlıktan
tenzih eder ve yüceltirim. Çünkü göklerde ve yerde, yukarılarda ve aşağıda
her ne varsa hepsi O'nundur. Halk O'nun, mülk O'nun, hükümranlık ve tasarruf
O'nundur. İsa da içinde olduğu halde eşyadan hiçbir şey O'nun mülk ve melekutu
(gayb âlemi)ndan hariç değildir. Allah vekil olarak da kafidir. Yani bütün
bunları yaratmak ve düzenlemek ve adına zabtetmek ve idare etmekte Allah'ın
hiçbir kimseyi vekil tutmaya ihtiyacı yoktur. O bizzat ve asaletle hüküm ve
tasarrufa kadir, âlemlerden müstağnidir. Bununla beraber yarattıklarının işlerini,
onların hesap ve faydaları adına en güzel düzenleyen ve idare eden ve edecek
olan da O'dur.
Onlar görevlerini
yapıp kendisine tevekkül ederek ve dayanarak işlerini ona havale ettikleri
takdirde, onları düzeltmek, arzu ve emellerini tatmin etmek için kendilerini
başka bir vekile muhtaç da etmez. Özetle O, bütün yaratıkların işlerini düzeltmeye
ve kendisine dayanmasına yeterlidir ve işinde bir vekile muhtaç değildir.
O, herşeyin yerini tutar, hiç bir şey O'nun yerini tutamaz ve O'na dayanmadan
duramaz. Şu halde Allah'ın mülkü dışında bir şey, Allah'ın yerini tutacak
bir çocuk, yerini dolduracak bir vekil, Allah'tan başka işleri havale edecek
bir merci, bir mabud düşüncesi muhal (mümkün olmayan)in tasavvurudur. Bu gibi
şeyler, ancak faniler ve acizler hakkında düşünülür. "Peygamber" denildiği
zaman da bir "vekil" değil, ancak sözü nakleden bir emir kulu anlamalıdır.
Buna karşı ey hıristiyanlar, "Mesih nasıl kul olur?" demeyiniz. Mesih, hiç
bir zaman Allah'a kul olmaktan çekinmez. Hıristiyanlar Peygamberimize gelmişler,
"Bizim sahibimize niçin ayıp isnad ediyorsun?" demişler. "Sahibiniz kim?"
buyurmuş. "İsa" demişler. "Ne dedim" buyurmuş, "O Allah'ın kulu ve resulüdür
diyorsun" demişler. (Bunun üzerine) : "Allah'a kul olmak bir âr değildir"
buyurmuş ve bu âyet bunun üzerine inmiştir, diye rivâyet edilmiştir.
Gördünüz ya:
Meâl-i Şerifi
174 - Ey insanlar!
Size Rabbinizden bir delil (Muhammed) geldi ve size apaçık bir nur indirdik.
175 - Allah'a
inanıp O'na sımsıkı sarılanları (Allah), kendisinden bir rahmet ve lutfa sokacak
ve kendisine varan dosdoğru yola iletecektir.
174-175- Burhan,
Muhammed (a.s.)'ın zatı; Nûr-î mübîn, Kur'ân, Sırat-ı müstakîm, din ve İslâm
şeriatıdır. Bundan sonraki sûrelerde bu hidayetin tamamlanması açıklanacaktır.
Şimdi sûrenin
başındaki "Ey insanlar Rabbinizden sakınınız" hitabı bu Allah'ın delili ile
gelişe gelişe böyle bir açık nura ulaştığı ve doğru yolu aydınlattığı, bu
noktada ölüm ile ilgili olan ve sûrenin başındaki mallarla ve mirasla ilgili
hükümleri tamamlayan bir âyet ile sonu başa döndürmek üzere buyuruluyor ki:
Ey Muhammed!
Bu doğru yola gitmek arzusunda bulunanlar:
Meâl-i Şerifi
176- Senden
fetva istiyorlar. Deki: "Allah size kelâle (babasız ve çocuksuz kimse) nin
mirası hakkında hükmünü açıklıyor: Çocuğu olmayan, fakat kız kardeşi bulunan
bir kişi ölürse, bıraktığı malın yarısı o (kız kardeşi)nundur. Çocuğu olmayan
kız kardeş ölürse, erkek kardeş ona varis olur. Eğer (ölenin) iki kız kardeşi
varsa, bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer kardeşler erkek ve kız olurlarsa,
erkeğin hissesi, iki kızın hissesi kadardır. Şaşırmamanız için Allah size
(hükümlerini) açıklıyor. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.
176-"Kelâle"nin
mânâsı sûrenin baş tarafında (Nisâ, 4/12) âyetinde geçmişti. (Oraya bakınız).
Bir rivayete göre birincisi kışın, bu ikinci âyet de yazın inmiş ve bunun
için buna "yaz âyeti" denilmiştir. O yaz (Al-i İmran, 3/97) âyeti inmiş, Resullullah
Mekke'ye gitmek için hazırlık yapıyordu. Bu sırada, yani veda haccına gidilirken
Medine'den çıkılmadan ve bazılarının görüşüne göre yolda bir âyet inmiştir.
Berâ b. Azib (r.a.) bunun en son nazil olan âyet, Berâe sûresinin en son nazil
olan sûre olduğunu ve sahabeden birçoğu da son nazil olan âyetlerden olduğunu
söylemişlerdir. Nüzul sebebi hakkında da Câbir b. Abdillâh (r.a.)'den rivayet
edilmiştir ki:" Resulullah (s.a.v.) ziyaretime gelmiş idi, hastaydım 'Ey Allah'ın
Resulü ben kelâle (babası ve çocuğu olmayan)yim, malımı ne yapayım?' Diğer
bir rivayette: Miras kimindir? Bana ancak kelâle varis olacak' dedim. Bu âyet
bu sebeple nazil oldu. "Hz. Ebu Bekir (r.a.) bir hutbesinde demiştir ki: "Allah
Teâlâ'nın Nisâ sûresinde ferâiz (miras hukuku ) hakkında indirmiş olduğu âyetlerden
birincisi çocuk ve baba hakkındadır. İkincisi koca, karısı ve ana bir kardeşler
hakkındadır. Üçüncüsü ana, baba bir veya baba bir kardeşler hakkındadır."
Şu halde Erkek veya kız bir çocuğu bulunmayan bir adam ölür ve "ana-baba bir",
yahut "baba bir " bir kız kardeşi bulunursa, terikesini (bıraktığı malı)n
yarısı kız kardeşinin farz hakkıdır. Diğer yarı, asabe (baba tarafından akraba)si
varsa onun, yoksa redden yine kız kardeşinindir. Oğlu bulunursa kız kardeş
düşer, kızı bulunursa kız kardeşin belki bir farzı olmaz. "Kız kardeşleri,
kızlarla birlikte asabe yapınız" hadis-i şerifi gereğince asabe olur.
Aşağı doğru
inen neseb (çocuklar, torunlar...) in dışında kalanları ifade eden kelâle
anlayışında "çocuk ve baba olmamak " ölçü olduğundan dolayı "çocuğu olmayan",
babası olmadığı gibi, çocuğu da olmayan demek olur. Yani baba bulunursa bütün
kardeşler düşer, miras alamazlar. Hz. Ömer bu noktada biraz tereddüt etmiş
ise de sünnet bu şekil üzere kararlaşmış ve böyle olduğunda ittifak hasıl
olmuştur. Fakat ana "Eğer kardeşleri varsa, anasının payı altıda birdir" (Nisa,
4/11) âyetinin delaletinden anlaşıldığı üzere kardeşleri düşürmez. Bu mesele
Feraiz ilminde şöyle ifade olunmuştur: "Ana-baba bir kız ve erkek kardeşler
ile baba bir erkek ve kız kardeşlerin hepsi, oğul ve aşağıya doğru ne kadar
inerse insin oğulun oğlu ile, ittifakla baba ile, sadece Ebu Hanife'ye göre
dede ile düşer".
Erkek kardeş
ölürse böyle olduğu gibi tersine o kalır, kız kardeşi ölür, çocuğu (aynı şekilde
babası ) bulunmazsa, o erkek kardeş de ona varis olur, yani bütün bıraktığı
mirası alır. Fakat oğlu veya babası bulunursa düşer. Kızı bulunursa tamamını
alamaz kalanı alır. Eğer aynı şartlar altında kalan kız kardeşler iki veya
daha fazla iseler farz hakları terekeden iki üçte bir, yani üçte ikidir. Geri
kalan asabe (baba tarafından akraba) varsa ona verilir. Yoksa farz olarak
değil, red olarak onların olur. Ve eğer kalanlar yine aynı şartlar altında,
erkekli dişili karışık kardeşler ise, yani hem erkek kardeş ve hem kız kardeş
varsa, o zaman erkeğe iki dişi payı kadar taksim olunur. Şaşırırsınız diye
Allah size hükümlerini açıklıyor. Bu ve benzerlerini Basralılar, "şaşmanızı
çirkin görerek" diye, Kûfeliler de "şaşmamanız için" diye takdir ederek tefsir
etmişlerdir ki, birinciye göre mânâ :"Allah şaşırmanızı istemediği için size
beyan ediyor" demek olur. Bizim dil lehçemize göre: "şaşırırsınız diye Allah
size açıklıyor" demek de aynı mânâyı ifade eder. Fakat bu da "açıklama yapmazsa
şaşırırsınız" demek olduğundan daha uzun bir takdiri içerir. Halbuki bir nefy
harfinin takdiri böyle bir şart cümlesinin takdirinden elbette daha iyidir.
"Senden fetva istiyorlar" ifadesindeki fetva istekleriyle bu beyan kısmı,
gelecek olan Maide sûresinin beyanlarına da bir hazırlıktır. Allah her şeyi
bilendir. Sizin hayat ve ölümünüzle ilgili durumlarınızı da pek iyi bildiğinden
iyilik ve faydalarınızı içeren hükümlerini size açıklamıştır. Şu halde siz
de bunları biliniz, ilim ve nur ile doğru yolda yürüyünüz ki, ilâhî sofraya
konasınız.