78-NEBE':
"Birbirlerine
hangi şeyi soruyorlar?" Bunun aslı, 'dır. Neyi hangi şeyi? demektir. Sözdeki
kapalılık konunun önemini göstermek içindir. "Hangi büyük meseleyi?" demek
olur." Ne için, neden dolayı birbirlerine soruyorlar?" demek olabileceğini
de söylemişlerdir. Her iki durumda da bunu birbirlerine soranların maksadı
gerek olumlu gerek olumsuz, gerek alay, gerek ciddi olsun her halde inanmayanların
dahi bundan önemli bir telaş duyduklarını ve meselenin aslında büyük bir mesele
olduğunu bildirir ki bu, şu cevap ile açıklığa kavuşturuluyor.
2. "O büyük
haberden".
NEBE', önemli
haber, önemli olarak kabul edilmesi gerekli olan haber demektir. Başındaki
"lâm" ahd için olduğundan özellikle Peygamberlik haberi demek olur. "Büyük"
sıfatıyla nitelenmesi de aslında en büyük haber olduğunu gösterip açıklamaktadır.
Bu haber, Peygamber (s.a.v)'in gönderilmesi ve özellikle onun Kur'ân ve Peygamberlikle
bildirdiği kıyamet haberidir. O gün, herkesin iman ve amelinden sorulacağı
ahiret günü, öldükten sonra dirilme günüdür.
İmana gelmeyenler,
Hz. Muhammed (s.a.v)'in Peygamber olarak gönderilişi ile ilgili birbirlerine
soruyorlar: Bu haber ne? O,Allah
tarafından Allah'ın birliğine ve ahiret gününe inanmaya çağırmak için gönderilmiş
elçi mi imiş? Hele o kıyamet haberi nedir? Ölüler dirilecek, herkese yaptığından
sorulacakmış, öyle mi? diyorlar. Kimi "öyle" diyor, kimi "böyle şey mi olur?"
diyor. Kimi de "acaba!" diye tereddüt ediyordu. İşte burada bunlar anlatılıyor.
3. "Ki onlar
bu haberde ayrılığa düşmektedirler". Burada "o haberde" mef'ûlü (tümleci)nün
önce gelmesi mutlak (soyut) olarak önem için veya "sadece" mânâsını ifade
etmek için olabileceğine göre bunda iki mânâ vardır: Önemini göstermek için
olduğuna göre, kiminin inanarak, kiminin inkâr ederek, kiminin tereddüde düşerek
o haber hakkında ihtilaflarını ve bu ihtilafın bile onun önemini gösterdiğini
anlatır. "Sadece" mânâsını ifade etmek için öne alınmış olduğuna göre ise,
onların ihtilaf ve tartışmaları sadece o haber verilen şey hakkında olduğunu
beyan ile bu ihtilaftan, haberin bir nevi doğruluğu mânâsı çıkar ki, şöyle
demek olur: "Onlar onda ihtilaf ediyorlar ama, ihtilaf etmek bile, ilerde
bir fayda veya zarar gelebileceği düşüncesiyle olacağından dolayı, gelecekte
iyi veya kötü mutlaka bir sorumluluk günü geleceğini hissetmekten kaynaklanır
ve bütün kavgalar bundan kopar. Birbirlerine soru soranların, ihtilaf edenlerin
asıl farkları da o gün ortaya çıkar."
4. Onun için
"Hayır, öyle değil". Bu söz, onların ihtilaf ve inkârlarını red ve batıl inançlarının
doğru olmadığını bildirerek, verilen haberin kesin olduğunu gösterir. "İlerde
bilecekler". Yani ilerde gerçek ortaya çıkacak ve o haberin doğru olduğunu
görecekler. Vakti ve saati gelip aralarındaki ihtilafın çözüleceği, haklı
ile haksızın ayrılacağı gün bütün şüpheler ortadan kalkacaktır.
5. "Hayır
hayır, ilerde bilecekler." Bu, kendinden, önceki cümlenin mânâsını vurgulamaktadır...
6. "Biz yeryüzünü
kılmadık mı?" Bu âyetten âyetine kadar aradaki âyetler o haberin doğruluğunu,
evrende bulunan âyet ve delillerle isbat etmektedir. İnkârı mümkün olmayan
bu gerçekler düşünülünce, sonunda bir ayrılık, bir kesim ve hesap gününün
geleceğini inkâra yer kalmaz. "Bir döşek".
MİHAD, bir
beşik ve karyola gibi döşenmiş, hazırlanmış döşek demektir. Yeryüzü insanlar
için uzay boşluğu içinde böyle döşenmiş bir döşek gibidir. Önce bu döşek hazırlanmış,
insan bu döşekte doğmuştur. Bu döşekte yaşamakta, yine bu döşekte konaklamaktadır.
7. "Dağları
birer kazık yaptık." Bu da benzetme edatı söylenmemiş bir benzetmedir. Dağları
birer kazık gibi yaptık demektir.
EVTAD, yere
veya duvara çakılan çivi ve kazık demek olan kelimesinin çoğuludur. Tekilin
de tâ harfini, vetdün, vetedün ve vetidün şeklinde üç türlü okumak caizdir.
Kazık ve çivi; sıkıştırma ve zorlama ile bağlama ve sabit tutma aracıdır.
Nitekim bizde de "çivi çakmak" bina yapmaktan kinaye olarak kullanıldığı gibi
"kazık kakmak" da bir yerde sabit durmak ve ikâmet etmekten kinaye olarak
ebediyet mânâsında bile kullanılır. "Sanki dünyaya kazık kakacak!" denildiği
zaman sonsuz kalmak istiyor demekten kinaye olur. Bunun gibi Araplar'da da
bir kazık çakılmadan bir ev kurulmayacağı, bir atasözü gibi söylenir. Nitekim
Efveh:
"Direksiz
ev yapılmaz. Kazıklar sağlam çakılmayınca direk de olmaz." beytinde, direkleri
olmadan bir ev kurulamayacağını, kazıklar sağlam çakılmadan da bir direk dikilemeyeceğini
söylemiştir.
Burada yeryüzünün
insan hayatı için bir döşek gibi olduğu anlatılırken, dağların da bu döşeğin
durumunu sabitleştirmek için çakılmış kazıklar gibi bazı faydaları bulunduğuna
ve dağlar kaldırılıvermiş olsa o döşek üzerinde kalmanın ve huzurun yok olacağına
işaret edilmiş bulunuyor.
Yer üzerinde
çıkıntıları bir sahaya çakılmış bir takım kazıkların görüntüsünü andıran ve
bu şekilde nice bölgeler meydana getirerek onları üzerinde oturmaya ve medeniyete
elverişli, korunmuş yataklar halinde sınırlayıp sabitleştirmiş bulunan dağların
yaratılış hikmeti Kur'ân'da başlıca "Yeryüzünde, insanları sarsmaması için
sabit dağlar yarattık." (Enbiya, 21/31) gibi âyetlerde geçtiği üzere çalkanma
ve sallanmadan korumak suretiyle sabitleştirme ve sükûnu sağlayan baskılar
mânâsında ifade edilmiştir ki, bu sallantı ve çalkanışlar insan hayatı bakımından
jeolojik, coğrafi, atmosferik (yeryüzünün etrafındaki boşlukla ilgili) ve
sosyal olmak üzere birçok yönlerle ilgilidir.
Bu ifadede,
yerkabuğunun yaşamaya uygun bir şekilde oluşumu için yer çekiminin merkezden
çevre yüzeyine doğru yayılışının çeşitlilik ve denkliğini ve dahilî püskürmelere
karşı koymayı sağlam ve deniz ile karaları ayırmak suretiyle kara kısımlarını
deniz seviyesinden değişik yüksekliklerde yükselerek, deniz sularının çekilip
çoğalmasıyla olabilecek tufanlardan kurtarılması ve nehirlerin akması için
su depoları, kaynaklar ve su yolları teşkili; rüzgarların, bulutların, yağmurların
farklı akımlarla dağıtımı ve değişik iklimlerle değişik hayat şartlarının
ve yiyecek ve içeceklerin çeşitli şekillerde hazırlanması, daha sonra da sosyal
bakımdan insanlık akınlarının, birbirlerine karışmalarının, çarpışmalarının
ve çatışmalarının sınırlanması ve düzenlenmesi gibi sayılamayacak kadar çok
faydaları bir özetleme ve doğal durumların hayata uygun olmayan zorunlu neticelerine
de bir işaret vardır. Öyle ki yüce Allah'ın hayat bakımından özel lütfu olup
da yeryüzü döşenmemiş, üzerine dağlar oturtulmamış, oturma ve korunma bölgeleri
oluşturulup sabitleştirilmemiş, yer yüzeyi deniz seviyesinde bırakılmış olsaydı,
tabiat bakımından üzerinde rahatça durabilme mümkün olmayacak sürekli bir
çalkantı ve sallantı olacaktı. Görülmekte olan hayat ve hayat şartları oluşmayacak,
merkez ve çevreden tabii akımlara karşı direnme ve savunma sebepleri verilmemiş
olacaktı. Yetiştirilen bağ ve bağçeler şöyle dursun bir hububat tanesi ve
hücrecik bile tutunamıyacaktı. Onun için gök kapılarının açılması, dağların
yürütülüp serap haline getirilmesi Kıyamet olacaktır. Bunlar burada aslında
derin olmakla beraber gayet basit gibi görünen en açık ana hatlarıyla hatırlatılarak
birbirlerine karşıt olan şeylerin olağanüstü demek olan çeşitliliği ve mantıki
olarak birbirlerinin varlığını gerektirmesi itibariyle hayat tarzından niçinli
ve kesin deliller halinde yaratıcının yapma ve iradesine, lütuf ve ihsanına,
insanlığın yükümlülüğüne, yapılmanın yıkımına, dünyanın ahiret ile bir çift
oluşturmasına delalet ettiğine ve ona göre bir hareket çizgisi belirlenmesine
dikkatleri çekecek şekilde gösterilivermiştir.
8. Erkek ve
dişi, çitf çift. Hayatın tabiat üstünde ilk çeşitlenmesi ve yaratıcının özel
bir nimeti olarak huzur yatağının ilk sosyal kademesi veya sınıf sınıf, boy
boy, güzel ve çirkin gibi tabiatın ahenk ve ritmini değiştiren ve biri diğerini
hatırlatan karşıt çiftler.
9.
"Bir dinlenme."
SÜBAT, bir
kesim, bir dinlenme, yani kesik bir uyku, bir kestirme, bir rahat ve dinleniş,
yahut bir sübat gibi, yani duygu ve işten kesilmek itibariyle bir ölüm gibi
sessizlik veya salgınlık.
Tefsirlerde
ve "Kâmus"ta "sübat" kelimesinin ölüm, uyku veya hafif uyku ve rahat anlamlarında
kullanıldığı ve bu nam ile tanınan bir hastalığın da adı olduğu naklediliyor
ki insana aşırı bir suskunluk getirir, uykudan gözünü açtırmaz, hatta öldürür(uyku
hastalığı denilen bu olmalı). Bu kelime tıp dilimize de girmiş, anatomide
"sağ ve sol atardamar sübatı" isimleri meşhur olmuştur. Bununla beraber bu
mânâlar kelimenin asıl mânâsı değil, asıl mânâsından anlaşılabilen diğer mânâlar
olarak söylenmiş olduğu da açıklanıyor. Deniliyor ki, sübat kelimesinin kökü
olan aslında ilk defa "kesmek" mânâsını ifade etmek için kullanılmış bir kelimedir.
Kesilmesi düşünülen mef'ûlü (tümleci)ne göre; tıraş etmek, yok etmek, işi
kesip istirahat etmek, meşhur tabirimize göre "tatil yapıp dinlenmek" gibi
mânâlarda kullanılır. Bu şekilde "işi tatil etme günü" mânâsına da sebt denilmiştir.
Sebt kelimesinin
bir diğer lügat mânâsı da uzanıp serilmek, salmak, salıvermektir. "Başında
burulup toplanmış veya örülmüş olan saçının bir miktarını uzatıp salıverdi."
mânâsında denilir. Şaşırmak mânâsına da kullanılır. Sübat kelimesi de aslında
böyle kesmek ve salıvermek mânâları ile ilgili olarak keskin fikirli, dâhi
ve zeki ve dolandırıcı kimse, ölüm ve bir tür uyku ve bir hastalık mânâlarına
mecaz olarak kullanıldığı gibi rahat mânâsına da olabileceği söylenmiştir.
Hastalık isimlerinin çoğunlukla bu kalıpta olduğu göz önünde bulundurularak
bu kelimenin de ölüm veya bir hastalık mânâsında olmasına da itibar edilmiştir.
Ancak şu var ki, burada uykunun sübat olması nimetler arasında sayılması nedeniyle,
bundan bir zarar mânâsı değil, fayda ve nimet özelliği kastedilmiş olduğu
da anlaşılmaktadır. İşte bu nedenlerden dolayı uykuya hangi mânâ ile sübat
denilmiş olduğunda ihtilaf edilmiştir. Kuşkusuz burada sübat, doğrudan doğruya
uyku demek olamaz. Çünkü "uykunuzu uyku kıldık" demek anlamsız görünür. Bunu
devamlı bir uyku değil, kesik bir uyku mânâsına; yani hayatınıza zararlı değil,
biraz uyuyarak dinlendikten sonra uyanıp yine işlerinizi görebileceğiniz hafif
ve kesik bir uyku diye tefsir edenler olmuştur. Nitekim bizim de bazan "bir
uyku kestirdi", "bir kestirme yaptı" dediğimiz olur.
Zemahşeri
gibi bir kısım tefsirciler ise, "Sizi geceleyin ölü gibi uyutan odur."(En'âm,
6/60) âyetinin mânâsına uygun olmak üzere, uykunun bir ölüm gibi olması mânâsını
tercih etmişlerdir. Bunun hayat demek olan kelimesine karşılık olarak zikredilmesiyle
hüküm gününü anlatması açısından makama daha uygun olacağını söylemişlerdir.
Fakat burada bunun, nimetler sayılırken zikredilmiş olması genellikle buna
pek uygun görünmez. Bundan dolayı diğer bir kısım tefsirciler burada sübat
kelimesinin "sessizlik ve rahat" mânâsına olmasını tercih etmişlerdir.
İbnü Cerir
el-Taberi ölüm mânâsına işaretle beraber demiştir ki: "Sebt ve sübat sessizlik
demektir. Nitekim rahat ve huzur günü olması itibarıyla Cumartesi gününe Sebt
denilmiştir. Buna göre mânâ şudur: "Uykunuzu sizin için bir rahat ve huzur
kıldık. Onunla dinlenirsiniz ve ruhlarınız sizden ayrılmamış, canlı olduğunuz
halde şuursuz, ölü gibi sessiz olursunuz."
Ebu Hayyan
da şöyle der: Sübat, sessizlik ve rahattır. Bir kimse işi bırakıp dinlendiği
zaman denilir. Bir de sübat bildiğimiz bir hastalıktır ki insanı aşırı derecede
sessiz yapar, hatta öldürür. Uyku da buna benzer, fakat insana zarar vermez.."
Kâdı Beydâvî de bunları şöyle özetlemiştir:
"Subaten,
hayvanî kuvvetlerin yorgunluğunu gidermek suretiyle dinlenmesi için duygu
ve hareketten kesim, yahut ölüm demektir. Çünkü ölüm, iki cins vefattan biridir.
Ölüye, hareketten kesilmiş mânâsına "mesbut" denilmesi bundandır. Bunun asıl
mânâsı da kesmektir." Süyûtî de (Celaleyn"de: "Sübaten", bedenlerinize rahat
mânâsınadır." demiştir.
Bunlara karşı,
"sübatın, lügatte rahat mânâsına geldiği görülmemeştir" diyenler olmuş ise
de buna şöyle cevap verilmiştir: Bu kelimeyi "rahat" mânâsı ile tefsir edenlerin
maksadı, hakikat olarak değil mecaz olarak bu mânâyı ifade ettiğini anlatmaktır
ki bunun iki şekilde yorumu vardır:
BİRİSİ, duygu
ve hareketin kesilmesi itibariyle ölümde de bir sessizlik ve rahat bulunduğundan
ölüm mânâsı dolayısıyla bir mecaz olmasıdır ki "iki mertebeli mecaz" demektir.
Yani "ölüm" de "rahat" da mecazi mânâlardır.
BİRİSİ de,
doğrudan doğruya kesmek veya salınmak mânâsından olarak yorgunluğu kesmekte
ve salınıp yatmakta rahat mânâsı bulunmasıdır. Şu halde bu detaydan çıkan
netice de şu olur: Uykunun sübat olmasında, bütün bu mânâları gösteren bir
kavram ile tarifi var demektir. Bu özellikleri bakımından sübat, uykunun önce
organizmanın gösterdiği etkinlikte bir yorgunluk ve salıklık ile bir kesiklik
ve duyuların geçici olarak kesilmesi ile hayata zıt, bir iş bırakma ve durgunluk
olması nedeniyle ilkin bir baygınlık veya ölüm mânâsında hastalıkla ilgili
ve olumsuz mahiyette bir olay; ikinci olarak bunun devamlı olmayıp bu kadar
süre ile sessizlik ve durgunluk içinde bir dinleniş ile o yorgunluğun kesilip
yeni bir üfürme ile öldükten sonra tekrar dirilmek gibi yeni bir canlılıkla
uyanmak üzere hayatın geleceği ile ilgili bir dinlenme, bir kür olması nedeniyle
de faydalı, sağlıklı, olumlu bir olay olduğunu ve dolayısıyla uykunun kendisi
değil, sonucu itibariyle arzulanan bir nimet sayılması gerekeceğini anlatan,
yani fizyolojisini özetleyen bir tarifi olmuş olur. Bunun ise detayları tıbbı
ilgilendirdiğinden meâlde "sübat" lafzını terceme edemiyerek tefsir kısmında
bunları göstermek üzere aynen korunmasını daha uygun buldum. Çünkü bunda uykunun
karanlık ile ilgili olan ölüm ve hayat arasındaki karanlık mahiyetine tam
bir teması vardır.
10. Böyle
bir durumda ise açıkta kalmak tehlikeli ve örtünüp başkalarının bakışlarından
gizlenmek gerekli olduğu için Geceyi de bir libas yaptık. Bilindiği gibi libas,
bedeni bürüyüp örten giysi veya örtüdür ki, burada sırta giyilen iç çamaşırlardan
daha çok yorgan gibi üstten örtünülen örtü mânâsı daha iyi yakışır. Nasıl
ki elbisenin, insanın ayıp ve kusur yerlerini örtmek, yani avret yerlerini
örtmek, soğuktan, sıcaktan ve haşerelerden korumak gibi bir takım yararları
varsa, gecenin de, karanlığıyla başkalarından, düşmandan, yırtıcı hayvanlardan
gizlemek ve uyarıcı veya fitneci olan ışığın titreşimlerinden saklamak ve
aynı zamanda açıktan erilemiyecek bir takım gayelere ermek için bir pusu hizmeti
görmek gibi nice faydaları vardır. Nitekim Mütenebbi bu mânâda şöyle demiştir:
"Gece karanlıklarının
benim yanımda nice eli, nimetleri vardır ki, karanlığı kötülük ilâhı sayan
müşrik Mâneviyye'nin yalan söylediğini haber verir. Seni düşmanların kötülüğünden
korur, sen onlara yürüyebilirsin ve utangaç nazlı dost da seni onda ziyaret
etmiştir."
11. "Gündüzü
de bir geçim zamanı yaptık".
MEAŞ, "maîşet"
gibi mimli mastar olarak ıyş, yani geçim mânâsınadır ki, Râgıb'ın beyanına
göre canlılara özgü olan hayat demektir. Sadece melekî ve ruhani olan hayata
pek "ıyş" denmez. Örfümüzde meâş, mecaz olarak geçim sebebine de denir. Burada
zaman ismi olması da caiz görülmüştür ki gündüzleyin hayat ve geçim için çalışma
vakti demek olur. Demek ki uyku ve gece bu şekilde gündüz çalışmak için bir
hazırlık yapma olduğu gibi, uyanıp gündüz çalışmak da hayat gayesine ermek
ve yarınki hayat için bir hazırlanmaktan ibarettir. Bu çalışmak insana ait
olmakla beraber yalnız onun işi de değildir. Yüce yaratıcı tarafından insana
tahsis edilmiştir. Bunların yapılabilmesi ve o döşeğin döşenmesi için ilk
önce mekan olacak bir yurt, bir bina gereklidir ki o da şöyle beyan ediliyor:
12. "Üstünüze
yedi sağlam bina çattık."
SEB'İ ŞİDAD,
yedi sağlam bina ki Mülk sûresinde açıklandığı üzere yedi göktür. Bunların
burada şidâd yani sağlam vasfıyla nitelenmesi, insanların yaptıkları binalar
gibi zaman aşımına uğrayıp yıpranıvermemesi itibariyle kuvvetine, güçlülüğüne,
koruyucu sınırlarının sağlamlığına işarettir.
Bu âyetlerde
geçen "biz kıldık" fiilleri, yukardaki "biz kılmadık mı?" fiili üzerine bağlanmakla
sorunun mevkiine dahil olmak itibariyle burada da "seb'i şidad", bu ilk muhatab
olan Mekke müşrikleri de dahil olmak üzere herkesin görüp anlayageldiği yedi
gezegenin hareketleri ve yörüngeleri sınırlarıyla çizilmiş olan gök kısımları
olmak yeterli görünür.
13. "Işık
saçan bir kandil, Güneş."
VEHHAC, ateşin
yalınlanarak parlak ve çoşkulu bir şekilde parıldaması mânâsına kökünden türetilmiş
aşırılık ifade eden bir siğa (kip)dır ki, pek parlak, parıl parıl demektir.
14. "Bulutlardan
indirdik".
MU'SIRAT
kelimesi hem "mu'sır"ın, hem de "mu'sıra" nın çoğulu olabilir. Bu vasıf da
birkaç şekilde kapsamlı mânâlar ifade eder. Zira "i'sar" kelimesinden türetilmiştir.
İ'sar ise; sıkmak, bir şeyin suyunu, öz suyunu çıkarmak mânâsınadır. Veya
"vakit" mânâsına gelen "asır" kelimesini if'al kalıbına sokmak suretiyle türetilmiş
olup başında bulunan hemzenin bir yere veya vakte girmek, vakti gelmek mânâlarını
veya geçişlilik ifade etmesine göre "vaktine girmek, sıkım vakti gelmek, sıkıp
suyunu çıkartmak" mânâlarına mastar olduğu gibi sıkıp kavuran bora ve kasırga
mânâsına isim de olur. Bunun için, vakti gelmek mânâsıyla i'sar'dan türetildiğinde,
ergenlik çağına eren veya yirmisine yaklaşan kıza mu'sır> denildiği gibi,
olgun üzüm gibi sıkılıp suyunu çıkarma zamanı gelmiş şeylere veya pres, mengene
gibi, bir şeyin sıkıp suyunu çıkartan kuvvetlere de mu'sıra denilir.
Burada bu
mânâların her birine göre mu'sırat, yağmur yağdırma zamanı gelmiş bulutlar
veya onları presler gibi sıkıştıran rüzgarlar veya gökler diye tefsir edilmişse
de, ne olduklarının belirlenmesine kalkışılmaksızın "sıkım zamanı gelmiş,
sıkılıp suyu çıkarılacak şeyler" veya "bir şeyin suyunu çıkartanlar" mânâlarıyla
mutlak olarak anlaşılması daha kapsamlı olacağından meâlde "mu'sıreler" demekle
yetinmeyi nazmın inceliğine daha uygun gördük.
"Şarıl şarıl."
SECC, SÜCUC,
lazım (geçişsiz) ve müteaddi (geçişli) olarak suyun veya bir akıcı maddenin
çok dökülüp şarlıyarak akması veya akıtılmasıdır.
15. "Onunla
çıkartalım diye". Bu, yağmur yağdırmanın hikmet ve gayesini açıklamaktadır.
Lâm, netice; bâ sebep bildirmek içindir.
16. "Sarmaş
dolaş". Bu kelime "leff" kelimesinin çoğulu olup birbirine girmiş, sarmaş
dolaş demektir.
17. "Kuşkusuz
hüküm günü". Bu kısımda "biz kılmadık mı?" âyetinden beri soru ile anlatılan
fiillerin gösterdikleri netice ile, o büyük haber açıklanmaya başlanmaktadır.
Yani, o uykudan bir kalkış vakti ve o hububat ve bitkilerin, o bağ ve bahçelerin
bir kesim vakti olduğu gibi, bütün bu dünya hayatının da bir kesimi, o anlaşmazlıkların
bir çözümü, o nimetlerin bir hesap ve sorumluluk vakti olan bir gün geleceği
ve o günün bunlara bir sınır ve son olmak üzere Allah katında belirlenmiş
belli bir vakit olduğu kesindir. Bunun geleceğini bu delillerden topluca olsun
anlamanız gerekir. Anlamak istememeniz durumunda da ilerde kesinlikle bileceksiniz.
Haberiniz olsun ki Mürselât sûresinde geçtiği üzere kesinlikle bir hüküm günü
gelecektir. O şaşmaz bir belirlenmiş vakittir.
18. O hüküm
günü Sûr'a üfürüleceği gündür. Bu üfürmenin, yıkım üfürmesi olan ilk üfürme
değil, "Sonra ona bir daha üfürülecektir. Bir de bakarsınız hep o yıkılanlar
kalkmışlar, bakıyorlar."(Zümer, 39/68) âyetinin ifade ettiği gibi kalkma ve
uyanma üfürmesi olan ikinci üfürme olduğu da şununla anlatılıyor: "bölük bölük
gelirsiniz". "Fâ", açıklama içindir. Yani, Sûr üfürülünce siz ölüler uykudan
uyanır gibi uyanır kalkarsınız da "O gün bütün insanları önderleriyle çağıracağız."(İsra,
17/71) âyetinin mânâsınca her millet önderiyle çağrılarak derhal alay alay,
ümmet ümmet, grup grup mahşere gelirsiniz.
19. Ve o sırada
gök açılmıştır. Âlemin düzeni değişmiş, bugün kapalı sağlam bir bina olan
gök açılmış, Hâkka Sûresi'nde geçtiği gibi "O gün gök yarılmış, çökmeye yüz
tutmuştur."(Hâkka, 69/16) mânâsınca yarılıp yer yer açılmıştır, da hep kapı
kapı olmuştur. Her tarafı kapılardan ibaret imiş gibi açılmıştır ki ilâhî
emirle melekler inecek, Ruh ve melekler saf, saf olacaktır. Razi der ki: Bu
açılma, "gök yarıldığı zaman"(İnşikak, 84/1) ve "gök çatladığı zaman"(İnfitar,
82/1) âyetlerinin mânâsıdır. Çünkü yarılma, çatlama ve açılma birbirlerine
yakın mânâlı kelimelerdir, denilmiş ise de bu pek kuvvetli değildir.
Çünkü kapı
açılmaktan anlaşılan mânâ, yarılma ve çatlamadan anlaşılan mânâdan başkadır.
Gök kapı kapı olabilir, sonra o kapılar açılır da göğün hacminde yarıklık,
çatlaklık bulunmayabilir. Hatta nakli deliller göstermektedir ki bu kapıların
açılma olayı meydana geldiğinde yarılma ve çatlama ile tamemen yok oluş gerçekleşecektir.
Buna göre göğün açılması, henüz kendisinin çatlaması ve yarılması ve tamamen
yıkılması değil, bunların başlangıcı olmak üzere kapılarının açılması ve sanki
hepsi kapı imiş, açık kapılardan ibaret imiş gibi olması demek olur. Fakat
bunlar yıkım üfürmesinde olacak olan olaylardır. Burada ise kalkış üfürmesi
anlaşıldığından, bu açılma, yarılmadan önce değil "Göğü, kitapların sahifelerini
dürer gibi düreceğimiz gün."(Enbiya, 21/104) buyrulduğu üzere göğün dürülüp
ve tamamen yok oluşun gerçekleşmesinden sonra "İlk yaratışa başladığımız gibi
yine onu iade edeceğiz."(Enbiya, 21/104) âyetinin mânâsı gereğince ilk yaratılış
gibi, yeniden yaratılmanın başlangıcı olarak ahiret düzeninin kurulmaya başladığı
sıra, yani gelecek olan "O gün Ruh ve melekler saf saf kıyama duracaklar."
gününün başlangıcı olmak bu sûrenin akışına daha çok uygundur. Bu kapılar
yalnız Melekler ve yüce Ruh'un inmesi için değil, A'râf Sûresi'nde "Âyetlerimizi
yalanlayanlara ve onları kabul etmeyi kibirlerine yediremeyenlere, göklerin
kapıları elbette açılmaz. Ve deve, iğnenin deliğinden geçmedikçe onlar cennete
giremezler."(A'râf, 7/40) âyetinde geçtiği üzere kâfirler için açılmayıp cennete
girecekler için açılacak olan gök kapıları da bunlar olacaktır.
20. Şu halde
bu gök, yarılıp çatlayacak olan dünya göğü değil, ahiret göğü demektir. Şu
âyetler de bunu gösterir gibidir.
Ve dağlar
yürütülmüş de bir serap olmuştur. Bir şey kalmamış, daha önce ilk üfürmede
bütün parçaları yok olup savrulmuş,
"Yer ve dağlar
kaldırıldı ve arkasından da bir defa bir çarpılış çarpıldılar."(Hâkka, 69/14)
âyetinde anlatılanlar gerçekleşip yeryüzü veya daha önce onun bulunmuş olduğu
yer dümdüz olarak "O gün yeryüzü başka yeryüzüne çevrilir. Gökler de başkalaşırlar."
(İbrahim, 14/48) sırrı ortaya çıkmış bulunacağından Dünyada yeryüzü döşeğinin
direkleri olan o dağlar o gün serap gibi hayale dönmüş, artık yeryüzünün sallanmasına
engel olacak hiçbir halleri kalmamıştır.
21. Böylece
ayırım gününün kuruluşu ve dehşeti anlatıldıktan sonra o gün yapılacak olan
ayırımın hükümleri de ayrıntılı bir şekilde şöyle anlatılıyor: Kuşkusuz cehennem,
mirsad olmuştur.
MİRSAD, "Rasat"
kökünden türetilmiş bir alet ismi veya "mıt'am= çok yemek yiyen" gibi aşırılık
kipi kalıbında olmakla beraber mihrab, mizmar gibi daha çok mekan ismi olarak
kullanılır bir kelime olduğu açıklanıyor. Dolayısıyla "mirsad" dürbün gibi
gözetleme aletinden çok gözetleme yeri mânâsına kullanılır ki avcının av gözlediği
yer gibi gözetme yeri, gözetleme noktası demek olur. Bununla beraber gözetme
aleti içinde, gözetme yeri için de kullanılması hakiki mânâda olmak gerekir.
Gözetleme yeri gibi yerlerin araç ve alet mânâsında olma özelliği taşımaları
nedeniyle alet ismi siğası (kipi) ile söylenmiş olmaları düşünülebildiği gibi,
aşırılık ifade eden kip ile sıfat ve nisbet mânâsında mecazi olarak kullanılmış
olmaları da düşünülebilir ki buna göre mirsad, "çok gözetici" mânâsıyla yere
nisbet edilmiş olur. Yani gözetliyen sanki yerin kendisi olmuş olur.
Ebu Hayyân
der ki: "Nisbet mânâsını gösteren haberlerin va sıfatların hepsinde, o şeyin
çok ve devamlı yapıldığı mânâsı vardır. Cehennem de zebanî meleklerin, kendilerine
azap hak olmuş azgınları yakalamak için gözetip durdukları bir gözetleme yeridir."
Mukâtil Şöyle demiştir: Cehennem, düşmanların hapsedildiği, dostların geçtiği
yerdir.
22. Aşırı
gidenler, azgınlık yapanlar için ki bu söz, az önce geçen mirsad ile, veya
biraz sonra gelecek "meab" ile ilgili olabilir. Yani, cehennem azgınlar için
bir gözetleme yeri yahut azgınlar için bir meâb, yani dönüp varılacak son
yer olan bir gözetleme yeri olmuştur. Bu kelime "mirsâd"ın sıfatı veya ondan
bedel veya 'in ikinci haberidir.
23. "Kalmak
üzere". Bu kelime, bir yerde ikâmet edenler mânâsına olup azgınlar için takdir
edilmiş olan hali anlatır. Yani, o azgınlar orada ikâmet edip durmak üzere,
"asırlarca".
AHKAB, "hukub"
kelimesinin çoğuludur. Hukub, ard arda olma mânâsını da içererek asır ve karn
kelimeleri gibi peşpeşe gelen birçok seneyi kapsayan bir devir demektir ki
"seksen küsur yıl" diye yaygındır. Her biri bin sene demek olan ahiret günleriyle,
senesi üçyüz altmış gün olmak üzere seksen yıl diye rivayet edilmiştir ki
yirmidokuzbin sene kadar bir devir demek olur.
Yetmiş
bin sene diyenler de olmuştur. Her ne olsa "hukub," sonu olan bir müddeti
ifade ettiği için buradan cehennem azabının sona ereceğini anlamak isteyenler
olmuştur. Fakat şunu gözden kaçırmamak gerekir ki tekil bir kelime olan "hukub"un,
sonu olan bir süreyi ifade etmesinden çoğul olan "ahkâb"ın da sonlu olması
gerekmez. Tefsirciler der ki: Bu kelimede ard arda gelme mânâsı bulunduğu
ve az bir müddetin de ard arda gelmesi halinde sonsuza kadar gidebileceği
cihetle demek, devirlerce, sonsuza kadar demek olur. Nitekim, bir çokları
da "hukub" kelimesinin, bütün zamanları içine alan dehir mânâsında olduğunu
söylemişlerdir. Sonra bundan bir sona erme anlaşıldığı var sayılsa bile, bu
bir mefhum-u muhaliftir. Diğer âyetlerde geçen ve kâfirlerin cehennemde sonsuza
kadar kalacaklarını açıkça gösteren naslarla çelişkili olamaz. Öte yandan
"azgınlar" tabiri, "takva sahipleri" karşıtı olarak müminlerin asilerini de
kapsayan bir mânâda düşünülmesi halinde cehennemde kalışın sona ermesi onlara
nazaran olabilir. Gerçekte cehennemin müminlerin asilerine ait olan tabakasının
neticede söneceği hakkında bir hadis-i şerif de rivayet edilmiştir. Buradan
dünyada mahkum ve esir milletlerin hallerine de bir işaret çıkarılabilir.
24. Hava serinliği
veya uyku,
25. "Ancak
bir kaynar su ve irin".
HAMİM sıcak,
kaynar su; GASSAK, cehennemdekilerin vücutlarından dökülen, akan irin demektir.
Dökülmek ve akmak mânâsına gelen "gasak"tan türetilmiştir.
26-27. "Tam
uygun". Aslında mastar olan bu kelime "tamamen uygun" mânâsına aşırılık ifade
eden bir sıfattır. Çünkü o günü inkâr edip, asla böyle bir gün olmayacağını
söylemenin, tam karşılığı o günün en şiddetli azabını göstermektir.
28-31. "İyice
yalanlamışlardı". Bu kelime yalanlama mânâsına tef'il babından mastardır.
"Tadın, artık size, azabınızı artırmaktan başka bir şey yapmıyacağız". Bu
da azabın sona ermiyeceği hususunda bir nasstır.
Azgınların,
yalanlayıcıların halini açıkladıktan sonra takva sahiplerinin hallerine geçilerek
buyruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
31- Kuşkusuz
takva sahipleri için bir kurtuluş var.
32- Bahçeler
var, bağlar var.
33- Memeleri
tomurcuklanmış yaşıt kızlar var.
34- Dopdolu
kadehler var.
35- Orada
ne boş bir söz işitirler, ne de bir yalan.
36- (Bunlar)
Rabbinden yeterli bir bağış olarak (verilir).
37- O, göklerin,
yerin ve bu ikisi arasındakilerin Rabbidir. Rahmân'dır. Hiç kimse ondan bir
hitaba mâlik olamaz.
38- O gün
Ruh ve melekler sıra sıra dururlar. Rahmân'ın izin verdikleri dışında hiç
kimse konuşamaz. İzin verilen de doğruyu söyler.
39- İşte bu
hak gündür. Artık dileyen Rabbine bir yol tutar.
40- Biz sizi
yakın bir azap ile uyardık. O gün kişi ellerinin ne takdim ettiğine bakacak
ve kâfir diyecek ki: "Ah ne olaydı, ben bir toprak olaydım."
32. Dünyada
azgınların en çok azgınlık ve hırslarını tahrik eden zevklerinden olması nedeniyle
onların aksine şunlar, bedel-i iştimâl veya bedel-i ba'z yoluyla o kurtuluşun
bazı neşelerini açıklamaktadır:
"Onlar için
bahçeler var".
HADİKA, suyu
olan ve türlü meyve ağaçlarını ve çiçekleri kapsayan, etrafı duvarla çevrili
bostan ve bahçe demektir. Görünüş itibariyle, gözbebeği demek olan "hadeka"ya
benzetilerek bu isim verilmiştir.
"Ve üzüm bağları
var".
A'NAB, üzüme
de üzüm bağlarına da denir.
33. Bu kelime
"ka'ıb" kelimesinin çoğuludur. Ka'ıb, memeleri küp şeklinde, yani yeni tomurcuklanmış,
turunç memeli taze kızlara denir. "yaşıt." "Etrâb", "tirb" in çoğulu olup
"hep bir yaşta" demektir. Bazı tefsirlerde cennet kızları hep onaltı yaşında,
erkekleri ise otuzüç yaşındadır, diye rivayet edilmiştir. (Vâkıa Sûresi'ne
bkz.)
34-35. "Dopdolu".
(İnsan Sûresi'ndeki "Kuşkusuz iyiler dolgun bir kadehten içerler." (İnsan,
76/5) âyetinin tefsirine bkz.)
36. Burada
bu kelime, "Allah bize yeter"de olduğu gibi tam yetmek mânâsından "yeter mi
yeter deyinceye kadar yeterli ve bol" şeklinde tefsir olunmuştur ki, azgınların
amellerine göre onlara verilecek "tam uygun ceza"ya karşılık, takva sahiplerine
amellerinin karşılığından fazla olarak "tam mükafat".
37. "Göklerin
Rabbi". Buradaki "Rab", "senin Rabbin"den bedeldir. Bu da atf-ı beyandır.
Ondan bir
hitaba malik olamazlar. Bu, Rahmân olan yüce Allah'ın, Rablikte son derece
ulu ve yüce olduğunu ve ceza ve ihsanda kendi başına buyruk olduğunu açıklamaktadır.
Yani, o öyle yüce ve ortaktan uzak, öyle ulu bir varlıktır ki, göklerde ve
yerde ne varsa hepsi, yukarıda ve aşağıda bulunan bütün yaratıklar, fiilen
onun işine karışmak şöyle dursun, onun adına kendiliklerinden bir söz söylemek
veya ona bir hitapta bulunmak yetkisine sahip değiller. Ancak bundan sonraki
âyette açıklanacağı üzere o izin vermişse başka. O zaman da yetkili olarak
değil, izinli olarak söyleyebilirler.
38. "O gün
kalkar". Bu, âyetinin kapsadığı mânâyı açıklamaktadır. Yoksa bu, "o gün malik
olamazlar" diye bir kayıt koyma mânâsında değildir. âyetiyle ilgili olmasını
da caiz görmüşlerdir. Yani, "Ruh ve meleklerin saf saf kalktıkları gün konuşamazlar."
demek olur. "Sûr'a üfürüldüğü gün" âyetine nazaran ondan bedel olması bize
daha uygun görünüyor. "Ruh ve melekler". "Ruh" deyince hemen akla "De ki Ruh,
Rabb'imin emrindendir."(İsra, 17/85) âyetiyle buyrulan Ruh gelir. "Ruh, Allah'ın
ordularından bir ordudur. Melekler değildirler.." Meâlinde rivayet edilen
bir hadis de bunu gösterir.
Bazıları,
"hafaza melekleridir" demişler; bazıları ise, "Ruhlar üzerine vekil kılınan
melektir" demişlerdir. Gazali "İhya"sında şöyle der: "Ruh denilen melek, ruhları
bedenlere sokandır. Çünkü o nefes alır. Aldığı nefeslerden her biri nefeste,
bir bedende bir ruh olur. Bu bir gerçektir. Kalp ehli kişiler bunu basiretleriyle
görürler." İbnü Abbas'tan rivayet edilen bir görüşe göre ruh, Cebrail'dir.
İbnü Abbas demiştir ki: "Cebrail (a.s) kıyamet günü yüce Allah'ın huzurunda
onun azabından korku ile titreyerek kıyama duracak ve: "Noksan sıfatlardan
uzaksın, ya Râb! Senden başka ilah yok. Biz sana hakkıyla ibadet edemedik"
diyecektir."
Bu rivayetlere
göre kelimesinin başındaki "elif lâm" ahd için demektir ki, "senin Rabbinden"
karinesi (ipucu) ile muhatap Resulullah (s.a.v) olduğu için, Resulullah (s.a.v)
tarafından bilinen Ruh demek olur. Beydâvî bunları şöyle özetler: "Ruh, ruhlar
üzerine vekil kılınmış bir melek veya ruh cinsi, veya Cebrail, veya meleklerden
daha büyük bir yaratıktır." Şu halde, bunun kapsadığı mânâya iman edip detayları
hakkında "ilim, Allah katındadır" demek daha uygun olur. (Meâric sûresinin
başına ve İsrâ sûresindeki (İsra, 17/85) âyetinin tefsirine bkz.) "Saf saf".
Bundan bir saf anlayanlar olmuş ise de, "Melekler saf saf olduğunda"(Fecr,
89/22) âyeti bunun saf saf olduğunu anlatır.
"Konuşamazlar".
Yeni bir söz başı olarak, daha önce geçen nin mânâsını açıklar. Onun için
bundaki "onlar" zamiri Ruh ve meleklerin yerini tutabilirse de, gibi bütün
göklerde ve yerde bulunanların yerini tutmuş olması daha uygundur. Yani gerek
Ruh ve gerek melekler ve gerek diğerlerinden hiçbiri ne bir şefaat, ne bir
talep, ne de herhangi bir maksat ile, bir söz söyleyemezler.
Ancak o Rahmân'ın
izin verdiği doğru söyleyen kimse hariç. O kimse izin almak ve doğru söylemek
şartıyla konuşabilir. Konuşması, konuşmaya malik olduğundan değil, izin ile
olmuş olur. Demek ki bu izin ile istisnada, şefaat kapısının açılışı vardır.
Allah'a yakın kullar bu şekilde şefaat edebileceklerdir ki, İsrâ Sûresi'nde
"Rabbinin seni makam-ı Mahmud'a göndermesi yakındır." (İsra, 17/79) âyetinin
tefsirinde geçtiği ve "şefaat hadisi"nde beyan olunduğu üzere, bu makam, ilk
önce genel şefaata izinli olan Resulullah (s.a.v)'ın makam-ı Mahmud'udur.
Özel şefaatlar bundan sonra olabilecektir. Bu izinden sonra da, konuşacak
olanların doğru söylemiş, hakka isabet etmiş olmaları şart kılınmıştır. Fakat
"Allah'a yakın makamlar elde etmiş olanların, onun huzurunda doğrudan başka
bir şey de söyleme ihtimalleri düşünülür mü ki, "ve doğruyu söyleyen" diye
bu şartın ayrıca açıklığa kavuşturulmasına gerek olsun" şeklinde bir soru
akla gelebilir. Buna iki türlü cevap verilebilir:
BİRİNCİSİ,
o izni elde edebileceklerin açık sıfatı ve şefaatın birinci şartını beyan
olmasıdır. Böylece, "o izin de doğru söyleyenlere verilir" diye, Allah'a yakın
makamı beyan olmuş olur. Böyle doğruyu söyleyebilmek de "Onlar, Allah'ın razı
olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler. Hepsi onun korkusundan titrerler."(Enbiya,
21/28) mânâsına uygun düşmekle olabilir. Önce Allah'ın rızası olup olmadığını
bilmek ise, "Onlar, Allah'ın dilediği kadarından başka onun ilminden hiçbir
şey kavrayamazlar."(Bakara, 2/255) buyrulduğu gibi, ancak yüce Allah'ın özel
dilemesine bağlı ve onunla sınırlı olduğundan onu anlamadan şefaate kalkışmak
tehlikeli ve onun için şefaat edecekler, "Korka korka şefaat edecekler" ve
ancak isabet edenlerinki kabul olunacaktır. Bu durumda istisna, "konuşamazlar"
fiilinin fail (özne)lerindendir.
İKİNCİSİ,
bir ihtimal de haklarında söz söylenecek, şefaat olunacaklardan istisna, "doğru
söyleme" kaydının da onlara ait olmasıdır. Yani, "Allah'ın izin verdiği ve
dünyada doğruyu söylemiş olan kimseler hakkında söylemeleri ve şefaat etmeleri
hariç" demek olur ki, bazı tefsirciler bu görüşe varmışlardır. Bu takdirde
sözü edilen soru esasen sorulamaz. Bu durumda "bir doğru söz"den maksat da
kelime-i tevhid, yani "lâ ilâhe illallah" demek olup "Şefaatim, ümmetimin
büyük günah işleyenlerinedir." hadis-i şerifi gereğince, büyük günah işleyen
müminler hakkında imanlarından dolayı erinde gecinde şefaatin kabul olunabileceğini
beyan olmuş olur.
39. "Bu, hak
gündür", geçen açıklamaları vurgulamaktadır. Mübteda, haber; yahut mübteda,
haberdir. Yani, yukarıda geçtiği şekilde haber verilen kalkma ve hüküm günü
hak gündür, yahut o haber verilen gün açıklandığı şekilde hak, meydana gelmesi
kuşkusuz ve kesindir.
"Artık dileyen
Rabbine bir yol tutar." Başında bulunan "fa-i fasîha" ile, verilen haberin
neticesinde yapılması gereken şeylerin faydasını anlatmaktadır. Yani hâl böyle,
o günün hak ve bunun size haber verilmiş olması kesin olunca, bundan sonra
iş sizin dilemenize, cüz'î iradenizle çalışıp kazanmanıza bağlıdır. O halde
her kim, o sıfatları ve ululuğu anlatılan Rabbine doğru varmak, onun rahmetine
erip gayesine ulaşmak isterse, ona götürecek bir dönüş yolu, sonunda o gayeye
erdirecek bir başvuru yeri ve makamı edinsin, ona göre bir yol tutsun. Bu
geniş açıklamadan anlaşıldığına göre o yalanlamadan korunup iman ve takva
sahibi olmakla doğru söylemek ve itaat yapmakla olur.
40. "Biz sizi
yakın bir azap ile uyardık." Bu cümle, âyetinin başındaki "fâ"nın gösterdiği,
şartı zikredilmemiş olan dileme lüzumunun niçinini ve azabın yakınlığını beyan
eder. Yani o hak, haber verilmiş olunca o dilemenin lüzumu şunun içindir:
Çünkü biz size bu haberi vermekle bir azabın tehlikesini bildirdik ki, o azap
uzakta değil, yakındır. Kişi ondan kendini kurtarmak için vakit geçirmeden
iman edip çalışmalıdır. Zira o yakın azap O gündür ki, kişi o gün iki elinin
ne takdim etmiş olduğuna ondan önce iyi ve kötü ne yapmış olduğuna bakacaktır.
Çünkü iş kulun dilemesine bağlanmış olduğu için herkes kendi kazancına bağlıdır.
O azap ancak kazancın tam karşılığı olarak verilecektir. Ve kafir diyecektir
ki: Ah, ne olaydı da ben bir toprak olaydım. Yani dünyada bir toprak olaydım,
dileme sahibi insan olarak yaratılmayaydım, yükümlü olmayaydım da bugün azap
görmeyeydim. Yahut, bugün toprak olaydım da tekrar diriltilmeyeydim.
İbnü Ömer,
Ebu Hureyre ve Mücahid'den rivayet edildiğine göre, Yüce Allah o gün hayvanları
da huzura getirecek, birbirlerinden haklarını alıp ödeştirecek ve sonra onlara,
"toprak olun" buyuracak, hepsi toprak olacak. İşte kâfir bunu gördüğü zaman
onlar gibi toprak olmayı isteyecektir. Nitekim Tekvir sûresinde "Yabani hayvanlar
toplandığı vakit."(Tekvir, 81/5) âyetinin tefsirinde de gelecektir. Bu mânâlara
göre toprak, hakiki mânâsında kullanılmıştır. Fakat bazıları son mânâya göre
bunun, alçakgönüllülükten mecaz olma ihtimali olduğunu da söylemişlerdir ki
şöyle demek olur: Keşke dünyada gururlanmasaydım, azgınlıkla kafa tutmasaydım,
alçakgönüllü olup Allah'a iman ve itaat etseydim. Fakat görünen mânâ, ilkidir.
İşte o büyük haberde ihtilaf eden kâfirler, o gün gerçeği anlayıp böyle diyeceklerdir.