110-NASR:
"geldiği zaman."
Tahakkuk ifade eden bir zaman zarfı olduğu için fiil-i maziye gelir, şart
mânâsına delalet ettiği için de mazinin mânâsını geleceğe çevirerek şartın
gelecekte gerçekleşeceğini ifade eder. Burada şartı, ile ona atfedilen fiilinin
toplamıdır, cevabı da ve matufudur. nın bu vechile tahakkuk ifade etmesinden
dolayı burada kendisinden öncesinin de düşünülmesiyle şu mânâ hasıl olur:
"Ey Muhammed,
seni gönderen, senin tek mabudun olan Allah'ın yardımı ile fetih gelecek,
hem sen insanların Allah'ın dinine fevc fevc (dalga dalga) girmeye başladıklarını
göreceksin. Çünkü "Allah, "Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz." diye
yazmıştır." (Mücadele, 58/21); "Elbette biz elçilerimize ve inananlara hem
dünya hayatında, hem de şahitlerin (şahitliğe) duracakları günde yardım ederiz."
(Mümin, 40/51), "Eğer siz Allah(ın dinin)e yardım ederseniz, (Allah da)size
yardım eder." (Muhammed, 47/7) buyurulmuştur. Sen Allah'ın Resulü olduğun
ve önceki sûre mânâsı üzere tevhid ve ihlas ile Allah'a ibadet ve kulluk edip
sırf onun dinine sarıldığın, bu şekilde mücahede ederek ona yardım ettiğinden
dolayı bunlar kesin olarak olacak, işte bunlar gerçekleştiği zaman "Rabbini
öğerek tesbit et"...
Allah'ın yardımı.
Düşmanlara karşı galip ve muzaffer kılacak olan vaad edilen yardımı, "Allah'tan
yardım ve yakın bir fetih... Müminleri müjdele!" (Saff, 61/13) buyurulan yardımı,
ve fetih. Zemahşerî der ki: "Nasr" ile " feth" arasında ne fark vardır ki
ona atfedilmiş? dersen, derim ki: "Nasr", iğase ve düşman üzerine üstün kılmaktır.
"Fetih" de memleketlerin fethidir ve mânâ Resulullah'ın Arab'a ve Kureyş'e
zaferi ve Mekke'nin fethidir. Allah'ın müminlere nusreti ve şirk beldelerinin
onlarca fethi emridir de denilmiştir." Râzî tefsirinde de der ki: "Nasr, istenilenin
tahsiline yardımdır, fetih de onunla ilgili olan istenilen şeyin meydana getirilmesidir.
Nusret, fetihe sebeptir, onun için atfedilmiştir."
İkinci bir
vecih: Nusret dinin kemali, fetih dünyaya ait istektir ki, tamamı nimettir.
Bunun benzeri "Bugün size, dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım."
(Maide, 5/3) âyetidir.
Üçüncü bir
vecih: Nusret, dünyada istediğine ulaşmak, fetih de "Ve (cennetin) kapıları
açıldı." (Zümer, 39/73) buyurulduğu üzere cennete ait olmaktadır. Görüşlerin
en açığı; yardımın, Kureyş'e veya bütün Arab'a üstün gelme, fethin de Mekke
fethi olmasıdır. İbnü Abbas'tan nakledilen de Mekke'nin fethidir ki ona "fethu'l-futuh"
(fetihlerin fethi) denilir. Nitekim buna başlangıç olan Hudeybiye antlaşmasına
da "feth-i mübin" denilmişti. Şu halde asıl mânâ sade Kureyş'e veya Arab'a
karşı yardımın ve Mekke fethinin hususiyetleri üzerine değil, bunlar, ilerde
bunların üzerine kurulacak fetihlerin anahtarı, İslâm'a fetihlerin kapılarının
açılışı demek olması hasebiyle ve üstünlük ve fethin gelmesi, gelecek bütün
fetihlerin gelmeye başlaması mânâsına raci olduğundan dolayı bir çok tefsirciler
bu nasrı ve fethi cinse yüklemişlerdir ki, bu mânâ Kevser'in verilmesinde
beyan olunan mânâ gibi olarak "Bugün dininizi size, olgunlaştırdım, size nimetimi
tamamladım." (Maide, 5/3) buyurulan güne işaret olmuş olur. Veda Haccı'nda
da teşrik günlerinde Mina'da indiği rivayetine göre bu mânâ daha yakın olur.
Ancak bu takdirde daki gelecek mânâsı fiilinde değil, rü'yet (görme)in bazı
kısmı itibarıyla düşünülmek gerekir. Bu açıklamadan sonra şu sonucu da gelebiliriz
ki, fetihten maksat yalnız memleket fethinden ibaret olmayıp, daha çok kalblerin
iman ve İslâm'a fethi demek olur. Mekke fethi üzerine en çok terettüp eden
fetihler, İslâm dininin derhal yayılıvermiş olması ve yirmi seneden beri Kureyş
kâfirlerinin karşı koymalarından dolayı hakkın kabulüne kapalı duran kalplerin
Mekke ve Taif fethinden sonra akın akın İslâm'a açılıvermiş bulunmasıdır.
Onun için Isâm demiştir ki: "Allah'ın dinine dalga dalga girdikleri"ne münasip
olan, fethin müminlere din kapısının açılması mânâsına yorumlanması da kalbe
çarpan mânâlardandır." Yukarılarda da geçtiği üzere Mekke'nin fethi hicretin
sekizinci senesi Ramazan'ında olmuştu. Resulullah'ın emrinde Muhacirler ve
Ensar ve diğer müminlerden on bin kişilik muntazam bir ordu vardı. İki bin
kişi de sonradan katılmıştır. Peygamber'imiz (s.a.v.) Mekke'de onbeşgün kaldı,
ilk girdiği zaman Kâbe'nin kapısında durup: "Allah'tan başka ilâh yoktur,
tekdir; kuluna (Muhammed'e) yardım etti, (müşrik) toplulukları da yalnız başına
yenilgiye uğrattı." demişti. Sonra da: "Ey Mekke'liler! Şimdi ben size ne
yapacağım, dersiniz? buyurdu. Hayır yapacaksın, kerîm bir kardeş ve kerîm
bir kardeş oğlu, dediler. Haydi gidiniz sizler serbestsiniz "gidiniz, siz
serbestsiniz" buyurdu. Bu şekilde onları âzad etti, onun için onlara "serbestler"
denildi. O zamana kadar İslâm'a girenler birer ikişer giriyorlardı. Buhârî,
Amr b. Seleme'den şöyle nakletmiştir: Demiştir ki: Fetih olunca her kavim,
İslâm ile Resulullah'a koştu, bütün kabileler İslâm'a gelmek için Mekke'nin
fethini gözetiyorlardı ve onu kavmi ile bırakın, eğer onlara üstün gelirse
o peygamberdir diyorlardı. Hasen'den de: Resulullah (s.a.v.) Mekke'yi fethedince
Araplar: "Allah Teâlâ Mekkelileri Fil ashabından korumuşken, o madem ki onlara
karşı üstün geldi, o halde sizin ona eliniz erişmez." dediler ve bölük bölük
Allah'ın dinine girdiler." Bunlardan anlaşılır ki fetihten maksad, çoğunluğun
dediği gibi Mekke'nin fethi olmakla beraber, o yalnız düşman bir şehrin fethinden
ibaret değil, Kâbe'nin fethi olduğundan aynı zamanda kalblerin Allah dinine,
İslâm kapısının bütün insanlığa açılışı ve bu şekilde fetihlerin fethi olmuştur.
Derhal bütün Arabistan'a ve oradan bütün cihana yayılan İslâm'ın maddî ve
manevî fetihleri Kâbe kapısının açılmasıyla başlamıştır.
2. Şu da buna
işaret işaret eder: Ve insanları gördün. Yukarıda söylendiği üzere bu , ye
atfedilmiş olarak toplamının başına dahil olduğundan, hepsi birden bir vakit
ve bir şart olmak üzere düşünülmek gerekir. Razî'nin dediği gibi âyetin zahirinden
açıkça anlaşılan Arap'tan başkasını da içermek üzere bütün insanlardır. Fakat
bu genelleme başlangıçta Arap'tan başladığı cihetle ilk önce Arab'a sarfedilmiş
olmak gerekir. Onun için tefsircilerin pek çoğu, Arap demişlerdir. Asıl maksad
da hakiki istiğrak (içerme) ile insanın her ferdini değil, genel örf ile insanlık
âleminin girmeye başladığını görmek veya bilmektir. "Ben, cinleri ve insanları
ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyat, 51/56) buyurulduğu üzere
insanlık hilkatinden ve akıldan kastedilen Allah'ı tanıyıp ibadet etmek olduğu
cihetle hakkı tanımayanların "Onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da sapık."
(A'raf, 7/179) hükmünde olduklarına da işaret olabilir. Rü'yet (görmek)ten
açıkça anlaşılan da gözle görmektir. İki mef'ulünü geçişli hale koyan ef'al-i
kulûbdan olarak "ilim" mânâsına olmak da muhtemeldir, denilmiştir. Yani Allah'ın
mevcut olan yardımı ve fetih geldiği ve sen insanları gördüğün veya dış tesiriyle
anlayıp bildiğin zaman ki giriyorlar. Rü'yet gözle olduğuna göre "nas" (insanlar)
mef'ul, bu cümle "nas"dan haldir. "Giriyorken" demek olur. Rü'yet kalp ile
olduğuna göre de onun ikinci mefulüdür. "İnsanları giriyor gördüğün zaman"
demek olur. "Girdiler" buyurulmayıp "giriyorlar" buyurulması da hepsinin girmeleri
tamam olmuş olmayıp, girmeye başladıklarına ve peyderpey gireceklerine işaret
eder. İşte bu ölçü iledir ki "nas" (insanlar), Arap'tan başkasını da içine
alır ve gelecekteki girmeler de bu hale katılmış olacağı anlaşılır. Yani giriyorlar
ve girecekler.
Allah'ın dinine.
Yani hak İslâm milletine ki, Allah katında din odur. Ondan başka din isteyenin
dini kabul olunmaz. "Muhakkak Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i İmran, 3/19),
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki (o din) ondan kabul edilmeyecek
ve o, ahirette kaybedenlerden olacaktır." (Al-i İmran, 3/85) buyurulmuştur.
Allah'a isteyerek teslim olup da boyun eğmeyen, nihayet istemeyerek teslim
olmaya mecbur olur, ona döndürülür. "Göklerde ve yerde olanların hepsi, ister
istemez, O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir." (Al-i
İmran, 3/83) bunu göstermektedir. Öyle giriyorlar ki, fevc fevc (dalga dalga),
alaylarıyla toplum toplum. Bu da "nas"a raci olan 'nin zamirinden haldir.
Rağıb der ki: "Fevc, süratle geçen topluluktur, mutlak cemaat mânâsına da
gelir". Şu halde her iki mânâ itibariyle bizim alay tabirimize benzemektedir.
Burada mutlak cemaat (toplum) mânâsına olmakla beraber "efvacen" diye çoğul
yapılması haysiyetiyle de fevca fevc, alay alay demek olacağından dolayı bu
girişin peyderpey gelen bir geçit resmi manzarası ifade etmiş olacağından
gaflet olunmamak gerekir. Bu manzara ise "O (hak)dini, bütün dinlere üstün
kılsın." (Fetih, 48/28) âyetindeki vaadi gereğince, bu hak dinin bütün dinlere
üstünlüğünün ortaya çıkma manzarasıdır ki, bu, Mekke'nin fethi ile Resulullah'ın
vefatı arasında başlamıştır.
Ebu Ömer b.
Abdü'l-Berr demiştir ki: "Resulullah'ın vefatında Araplar'da kâfir kalmamıştı.
Mekke'nin fethini müteakip Huneyn ve Taif muharebelerinden sonra hepsi İslâm'a
girmişti. Kimi kendi gelmiş, kimi de fevc fevc elçilerini ve temsilci heyetlerini
göndermişlerdi. İbnü Atıyye de demiştir ki: Bunun "kâfir kalmamıştı" demesinden
maksat -Allah daha iyi bilir puta tapıcı Arap kalmamıştı, demek olmalıdır.
Çünkü Beni Tağlib hıristiyanları Resulullah'ın hayatında henüz İslâm'a girmiş
olmayıp, cizye vermeyi kabul etmişlerdi. O halde maksad, Mekke'liler, Taif'liler,
Yemen'liler, Havazin'liler ve diğer puta tapıcılar olmuş olur". İkrime ve
Mukatil'den bir rivayette de "nas"dan maksat, Yemen'lilerdir, denilmiş, onlardan
yediyüz kişi elçi olarak gelmiş, İslâm'ı kabul etmişlerdi. Bu münasebetle
"İman Yemen'lidir, hikmet de Yemen'lidir" yani Yemen tarafına mensubdur, hadisi
de bilinmektedir. Mekke'nin fethiyle onu takiben Huneyn muharebesi ve Taif
muhasarasından başka bir harp olmaksızın, ondan sonra Peygamber'in vefatına
kadar iki sene içerisinde bütün Arabistan'ın her tarafından akın akın, fevc
fevc heyetler gelerek İslâm'a girmişler, Necranlılar ve Beni Tağlib gibi henüz
doğrudan doğruya İslâm'ı kabul etmemiş bulunanlar da İslâm zimmet ve tâbiyyetini
kabul etmişler ve İslâm milleti içine girmişlerdi. Bu surette dıştaki devletlere
karşı da İslâm davet ve fetihlerinin kapısı açılmış bulunuyordu ki, hep bunlar
"O (Hak dini) bütün dinlere üstün kılsın." (Fetih, 48/28) vaadinin ortaya
çıkmaya başlamış olması idi ve bu günler "Bugün dininizi size olgunlaştırdım,
size nimetimi tamamladım." (Maide, 5/3) buyurulmuş günler idi. Bununla Resulullah'ın
peygamberlik ve tebliğ görevi sona ermiş ve bundan sonrası ümmetin üzerine
düşen diğer vazifeler olmuş oluyordu. Bundan dolayı buyuruluyor ki, işte muhakkak
olacak olan bu olaylar olduğu, yani vaad edilen o yardım ve fetih geldiği
ve sen insanların böyle fevc fevc Allah'ın dinine girmeye başladıklarını gördüğün
zaman,
3. artık
hamd ile Rabb'ine tesbih et. Seni yardım ve özel terbiyesi ile yetiştirip
hüda ve hak dini ile göndererek "O (Hak dini) bütün dinlere üstün kılın."
(Fetih, 48/28) vaadini yerine getirmek üzere o hamd ve tazime değer başarılara
erdiren, sana Kevser'i verip düşmanlarını güdük kılan Rabbinin büyük lütuf
ve ihsanına kavuşmaktan dolayı ona layık her türlü övgü ve yüceltmeler ile
hamd ederek, onun noksan olan sıfatlardan uzak zatını her vechile, yani zatında,
sıfatında, fiillerinde, isimlerinde şanına yaraşmayan eksiklik şaibelerinden
tenzih ve kutsamaya daha çok devam et. Demek ki, bütün bunların: Yardım, fetih
ve dini yaymanın neticesi, hikmetin gayesi tesbih ve şükürdür. "Onların orada
duası: "Allah'ım sen her türlü eksiklikten uzaksın", birbirlerine sağlık dilekleri:
"Selam", dualarının sonu da: "Âlemlerin Rabb'i Allah'a hamdolsun" sözleridir."
(Yunus, 10/10) buyurulduğu üzere Cennet ehlinin Cennet'te baştan sona duaları
tesbih ve Allah'a hamd etmektir. "Biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis
ediyoruz." (Bakara, 2/30) mânâsınca meleklerin işi de odur. Hatta her şey
kendi özelliğine göre yaratıcısına hamd ile tesbih ettiğine göre hamd ile
tesbih bütün yaratılışın gayesi demektir. "O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir
şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlayamazsınız." (İsra, 17/44) âyeti
İsra Sûresi'nde geçmişti ki tesbih esasen balığın suda, kuşun ve atın havada,
yıldızların yörüngelerinde hızla geçişleri gibi süratle geçmek, yani hızla
yüzmek mânâsına "sibahat"dan tef'il babında olduğu için çok yüzdürmek mânâsının
gereği olarak çok uzaklaştırmak veya paklıkta, temizlikte çok ileri götürmek
mânâsından alınarak tenzihte meşhur olmuştur. Ragıb der ki: Tesbih, Allah'ı
Teâlâyı tenzihtir, bunun aslı da Allah'a ibadette süratle gidiştir, ib'ad
"Allah onu ırak etsin" gibi şer hakkında kullanıldığı gibi, tesbih de hayır
işe tahsis edilmiştir ve tesbih, gerek söz, gerek fiil, gerek niyet ibadetin
hepsine de ıtlak olunur. "Eğer tesbih edenlerden olmasaydı." (Sâffat, 37/143)
"namaz kılanlardan" diye tefsir edilmiştir. Bununla beraber en uygun olan
üçünü de içermesidir.> Demek, hamdin özel bir ifadesi olduğu gibi, demek de
tesbihin bir özel ismi olduğundan dolayı "Kamus"ta zikredildiği üzere tesbih,
"sübhanallah" demek mânâsına da gelir ve yerine göre demek taaccüb (şaşmak)
yerinde de söylenir. Eğer taaccüb (şaşma) fevkalade bir güzellik münasebetiyle
istihsan (güzel görme) yerinde ise yaratanı bu güzel sanatıyla tenzih mânâsında
olur. Eğer bir münasebetsizliğe şaşmak suretiyle istihcan (kötü ve çirkin
bulma) yerinde ise yüce yaratıcıyı ondan tenzih ederim, mânâsında olur. "Sübhan"
kelimesinin Esma-i Hüsna (Allah'ın güzel isimlerin)dan olarak Allah'ın zatına
ıtlak olunduğu da zikrolunmuştur. "Ebu'l-Baka Külliyyâtı"nda da şöyle söylenmiştir:
"Kur'ân'da tezekkî, İslâm mânâsına olduğu gibi, tesbih de hep salâttır. Bununla
birlikte Kur'ân'da tesbih, çeşitli vecihlerle tenzih mânâsına da gelmektedir.
Tesbihten tenzih ve yalnız zikir kastedildiğinde harf-i cer ile teaddi etmez
(geçişli olmaz), denilmez. Fiil, yani salâta makrûn (yakınlaştırılmış) tenzih
kastedildiği zaman ise bu kasda tenbih için harf-i cer ile müteaddî (geçişli)
olur. Bir de tesbih, taat ve ibadet ile, takdis (kutsama) de bilgiler ve inançlarla
olur. Tesbih layık olmayanı reddetmek; takdis, layık olanı isbattır. , mânâsınadır."
Yani burada ile geçişli olmuş değildir. Tesbihin hamd ile bir araya getirilmesi
emredilmiştir. Razî der ki: "Hak Teâlâ'nın sıfatları selb (inkâr) ve îcâb
(kabul etme), nefy (red) ve isbatta düşünülür. Sülûb (negatifler) ise îcâbât
(pozitifler)dan öne alınmıştır. Tesbih, vâcibü'l-vücûd olan Allah'ın selbî
sıfatlarına işarettir ki, bunlar celâl sıfatlarıdır. Tahmid de sıfat-ı sübûtiyyeye
işarettir ki, bunlar da ikrâm sıfatlarıdır."
Şu halde tesbih
ile hamdin bir araya getirilmesi celâl ve ikrâm sahibi olan Allah'ın ismi
hükmünce celâl ve ikram sıfatlarının isbatı ve açıklanması demek olur. Yine
tefsircilerin naklettikleri vechile Resulullah (s.a.v.)'a tesbihten sorulduğunda
buyurmuştur ki: "Allah Teâlâ'yı her ârızadan, şâibeden tenzihtir." Bu ise
gerek zâtî sıfatlarında ve gerek fiilî sıfatlarında nefy (red) veya isbatı
caiz ve layık olmayacak her noksanlıktan uzak demek olur. Şu halde tesbih,
Allah Teâlâ'nın zatında, sıfatında, fiillerinde, isimlerinde nezahet ve paklığını
ifade eder. Bu da olaylar ve mümkün olan şeylerin şanından olan çirkinliklere,
eksikliklere ve Allah'ın kemâline aykırı olan hallere karşı fiil sıfatından
olan kızma ve celâl sıfatının tecellisini ve zatında hiçbir noksan kabul etmeyen
cemâl sıfatının, en yüksek güzelliğin bütün paklığıyla tahakkukunu gerektirir.
Bundan dolayıdır ki "Gök gürültüsü, övgüsüyle; melekler de korkusundan O'nu
(Allah'ı) tesbih ederler." (Ra'd, 13/13) ilâhî kavli tesbihin celâl sıfatı
ile ilgisini açık olarak ifade etmektedir. O halde tesbihin hakikati, hamdin
hakikati gibi doğrudan doğruya Allah Teâlâ'nın kendisine mahsus olan ve Subbûh,
Kuddüs, Hamîd şerefli isimlerinin gereği bulunan fiildir. Yaratılmışlara ait
olan tesbih ise her birinin fıtrî verilerine mümkün olabilen özel yetenekleri
oranında gerek fiilen ve gerek sözlü olarak ve gerek itikâdî bakımdan onun
açıklanma ve ilanı için ilâhî emre uymaktan ibarettir. Bundan dolayıdır ki
tesbih söz, fiil, niyet ve itikadı içermek üzere ve özellikle namaz mânâsına
ve "sübhaneke" ve "sübhânallah" gibi tenzihi ifade eden zikirler ile övme
mânâlarına gelmektedir. Onun için burada tefsircilerin çoğu mutlak tenzih
ile, bazıları da namaz ile, diğer bazıları da "sübhanallah" demekle tefsir
etmişler, bazıları da "Bunu bizim hizmetimize veren (Allah)in şânı yücedir."
(Zuhruf, 43/13) gibi tesbihi taaccüb olarak bu başarının hayrete değer bir
şekilde büyüklüğünü kutlamak için olduğunu anlatmışlardır. Ebu's-Suud bu vecihleri
şöyle özetlemiştir: "Rabbine hamdederek "sübhanallah" de, yahut kimsenin kalbine
gelmeyecek vechile sana o hayrete şâyân üstünlük ve başarıları kolaylaştırdığından
dolayı onun o güzel, o mükemmel sanatına hamd ederek taaccüb et (şaşırıp kal),
yahut çok nimet vermesinden dolayı çok ibadet ve sena olmak üzere onu tesbih
ve hamd ederek zikret. Yahut nimetine hamd ederek onun için namaz kıl, Kâbe'nin
kapısını açtığı zaman Resulullah (s.a.v)'ın sekiz rekat kuşluk namazı kılmış
olduğu rivayet edilmiştir. Yahut vaadini yerine getirdiğinden dolayı hamd
ederek onu zalimlerin söylediklerinden tenzih et, yahut ikram sıfatlarına
hamd ederek celâl sıfatlarıyla senâ et!"
Resulullah'ın,
birçok âyetlerde geçtiği üzere, daha önceden de tesbih ve hamd ile emrolunduğu
ve bundan dolayı fetihten önce dahi tesbih ve hamd etmekte bulunduğu malum
olduğu için buradaki emrin devam veya fazlalaştırma veya diğer bir nükte ile
özel bir mânâ ifade etmesi gerekeceğinden, anılan vecihlerle tefsirciler bunu
anlatmak istemişlerdir. Şu muhakkaktır ki, Allah Teâlâ'nın celâl ve ikram
tecelliyatı hiçbir an kesilmediğinden dolayı her zaman ona tesbih ve hamd
vazifedir. Hamd, Fâtiha'da açıklandığı üzere yalnız ulaşılmayan nimetten dolayı
değil, ulaşılan nimetten dolayı da olur. Ve o zaman hamd, şükür mânâsında
olur. Şu halde celâl ve ikram tecellileri arttığı oranda da tesbih ve hamdin
artması gerekir. Zira nimet ve ikrama erince, ihsan edeni ve celâl sıfatını
unutmak ve celâl eseri karşısında cemâl ve ikram tecellilerini unutmak hüsrana
götüren cahillik ve küfür huylarındandır. Yardım ve fetihte ise bir taraftan
celâlin ortaya çıkarılması, bir taraftan da ikram ile vaade vefa vardır. Şu
halde bunların tahakkukuyla tesbih ve hamd vazifesinin ifası kastedilmiştir.
En yüksek paklık ile en yüksek hamd ve şükür zevki asıl o zamandır. Ve asıl
o zamandır ki kalbin daha yüksek bir ferağat ve temizlikle Hak Teâlâ'nın celâl
ve cemâl neş'esini duyarak ona yönelmesi lazımdır. Nitekim "Boşaldığın zaman
uğraş (ibadetle meşgul ol) yorul. Ve Rabbine rağbet et." (İnşirah, 94/7-8)
buyurmuştu. Ve onun için cennet ehlinin bütün davası da tesbih ve hamddir.
İşte "Allah'ı hamd ile tesbih ederim." diye zikre devamda bu zevk ve neşe
ile Hakk'ın cemâline olan o şevk ve rağbetin ilan ve izharı ve ruhun tam bütünüyle
ona dönmesi demek olduğu gibi, ta peygamberliğin başlangıcında "Pislikten
(Allah'a eş tutmak, puta tapmak gibi şeylerden) kaçın." (Müddessir, 74/5)
buyurulmuş olan putların bu fetih ve zafer üzerine kırılması ve açıkta kapalıda
şirk eserlerinin, ahlâkının ve âdetlerinin silinmesi için temizlik yapılması
da tesbih ve tenzihin gereğidir. Bundan dolayı burada "tesbih et" emri, Allah
Teâlâ'yı zikir ve tenzihin çoğaltılmasını ifade ederken zahir ve bâtının temizlenmesi
emrini de ifade etmiş olur. Fakat biraz önce hatırlatıldığı üzere tesbih ve
tahmidin hakikati yine Allah'a mahsus olduğu için her kim olursa olsun dünyada
hiçbir yaratığın onu bütün kemaliyle yerine getirmesi kabil olmaz, kul, masum
olsa da münezzeh, sübhan olamaz. Her ne kadar, büyük ahlâk olan ilâhî ahlâk
ile ahlâklansa, "Onunla arasındaki mesafe iki yay kadar, yahut daha az." (Necm,
53/9) kalsa da Yaratıcı Teâlâ'nın "Zatına benzer hiçbir şey yoktur." (Şûrâ,
42/11) olan zât-ı sübhânisine oranla mahlûkun kusur ve noksanı mahiyetinin
gereğidir. Onun bütün kemâli "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım
bekleriz." (Fatiha, 1/5) anlaşmasıyla Allah Teâlâ'nın yardım ve inayetinden
aldığı imdat feyzine bağlıdır. Her hususta yardım ve fetih ondandır. Nitekim
Resulullah "Ben sana senâyı sayıp tüketemem, sen kendini senâ ettiğin gibisin."
demiştir. "Sana hakkıyla ibadet edemedik." diye varid olmuştur.> Bu kusuru
örtecek, bu eksikliği tamamlayacak olan da ancak Allah Teâlâ'nın mağfiretidir.
O da isteyene vaad edilmiş olduğundan buna işaret olarak da buyuruluyor ki:
Ve ona istiğfar et. Muhammed Sûresi'nde "Bil ki, Allah'tan başka tanrı yoktur.
(Ey Muhammed), kendi günahın, inanan erkeklerin ve inanan kadınların günahı
için (Allah'tan) mağfiret dile." (Muhammed, 47/19) buyurulduğu üzere gerek
kendin ve gerek ümmetin için mağfiretimi dile, ki "Allah senin günahından,
geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın." (Fetih, 48/2) hükmü zâhir olarak (gerçekleşerek)
bütün temizlikle Rabbine dönesin. Çünkü O muhakkak tevbeleri çok kabul edici
bulunuyor. Tevbe ile kendine dönenleri kabul ile affedegelmiştir. Şu halde
istiğfar ve tevbe edenler kabulünü ümit etsinler. Kelamın zahiri denilmek
iken buyurulması nüktelidir. Tesbihin hamde yakınlaşması gibi, bununla istiğfarın
tam faydası, tevbeye yakınlaşması halinde olacağına bir tenbih vardır. İstiğfar,
yahut "Ya Rabbi bana mağfiret et, bize mağfiret buyur, mağfiretini niyaz ederim"
gibi dua ve niyaz ile mağfiret istemektir. Tevbe ise yukarılarda açıklandığı
üzere günaha nedamet ve bir daha yapmamak üzere azim ile dönüştür. İnsan,
başkalarının günahları için de istiğfar edebilir. Kur'ân'da "Rabbimiz, hesabın
görüleceği gün, beni, anamı babamı ve müminleri bağışla." (İbrahim, 14/41)
gibi bunun pek güzel misalleri vardır. Onun için burada da "ondan mağfiret
dile" emri, Peygamber'in sadece kendisi için olması lazım gelmeyip ümmeti
için de olur. Ve hatta daha çok ümmeti için denilmiştir.
Fakat kimse
başkasının adına tevbe edemez. Bununla beraber istiğfar, tevbeyi de içine
alabilir. Alûsî'nin naklettiği vechile İbnü Receb demiştir ki: Yalnız istiğfar,
duada mağfiret isteğiyle beraber tevbedir, "Allah'tan mağfiret diliyor ve
O'na tevbe ediyorum." gibi tevbeyi de zikrederek istiğfar ise, sadece mağfiret
talebiyle duadır. Bir de demiştir ki, yalnız istiğfar, geçmiş günaha nedametle
ve onun şerrinden korunmayı dua ile talep ve gelecek günahın şerrinden de
onu yapmamaya azm ile korunmayı talebdir. Ve işte "Israr ile sağîra (küçük
günah) yoktur, istiğfar ile de kebîre (büyük günah) yoktur." gibi varid olan
hadislerde ısrarı yasaklayan ve soyut olarak zikredilen istiğfardan kastedilen
böyle nedamet ve azm ile tevbeyi içermiş olan istiğfardır. Eğer geçmiş günaha
nedamet yoksa, o sadece duadır, nedamete yaklaşmış ise tevbedir."
Bunun özeti,
şer'an istiğfara vaad edilmiş ve tertip edilmiş olan hükümler, tevbe mânâsında
olan istiğfardadır. Mutlak olarak istiğfar denildiği zaman o kastedilir. Tevbe,
nedamet mânâsı bulunmayan ve günahtan pişman olmaksızın sadece onun af ve
mağfiretini istemekten ibaret kalan istiğfar, sadece bir duadır, makbul olmamak
gerektir. Çünkü hem günaha pişmanlık duymamak, hem de onun mağfiretini istemek
Allah'a karşı edepsizliktir. Ancak bu, kişinin kendi günahı hakkındadır.
Bir de bu
âyette intibak sanatı olduğu söylenmiştir. Asıl kelam: "Ona istiğfar et, çünkü
o bir mağfiret edicidir ve tevbe et, çünkü o bir tevbeleri kabul edicidir"
demek olup, her birinden birinin hazfiyle diğerine işaret edilmiştir.
Sûrenin başında
da işaret olunduğu üzere İmam Ahmed b. Hanbel'in "Müsned"inde ve "Sahih-i
Müslim"de ve daha başkalarında Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir ki, Resulullah
(s.a.v.) son zamanlarında sözünü çok söyler olmuştu ve sorulduğunda: "Rabbim
bana ümmetimde bir alamet göreceğimi haber verdi ve onu gördüğüm zaman hamd
ile tesbih ve istiğfar etmemi emir buyurdu." demişti. "Keşşaf Tefsiri"nde
der ki: "Tesbih emriyle beraber istiğfar emri dinin kıvamı olan emir ile emri
olgunlaştırmak içindir. Yani dinin kıvamı itaat ile günahlardan korunmak arasını
toplamadadır. Bir de Resulullah'ın masum olmasıyla beraber bu emir ümmetine
lütuf olması içindir. Bir de istiğfar, Allah için tevazudan ve nefsin hazmindendir.
Ve ondan dolayı nefsinde bir ibadettir. Peygamber (s.a.v.) hazretlerinin:
"Ben gece ve gündüz yüz kere istiğfar ederim." dediği de sahih rivayetler
cümlesindendir." A
lûsî der ki:
"Kul her ne kadar çok çalışsa da, Mabud'un celaline layık olanı, gereği gibi
yerine getirmede kusurdan uzak olamayacağına işaret için birçok taatlardan
sonra istiğfar da meşru kılınmıştır. Onun için zikretmişlerdir ki, farz namazı
kılan kimse için akabinde üç defa istiğfar etmesi, teheccüd kılanın seher
vakitleri dilediği kadar istiğfar etmesi ve hacının hacdan sonra istiğfar
etmesi meşru kılınmıştır. "Seherlerde istiğfar ediciler." (Âl-i İmran, 3/17),
"Sonra insanların akın akın döndüğü yerden siz de akın edin ve Allah'tan mağfiret
dileyin, şüphesiz Allah bağışlayan, esirgeyendir." (Bakara, 2/199). Aynı şekilde
abdestin sonunda ve her toplantının bitiminde istiğfarın meşru olduğu da rivayet
olunmuştur. Resulullah herhangi bir toplantıdan kalkarken de derdi. Bu şekilde
istiğfar emrinden, anlaşıldığı nakledilen vefat haberine bir remiz var demektir.
Meşhuru da bu işaret, dinin emrinin kemal bulmasıyla davet görevinin tamama
yaklaşmış olduğuna delaletten anlaşılmıştır."
"O, Resulünü
hidayet ve hak din ile gönderdi ki, o (İslâm dini)nu bütün dinlerin üstüne
çıkarsın." (Saf, 61/9) âyetleri Resulullah'ın peygamber olarak gönderilmesi,
Hak dininin bütün dinlere karşı hikmetinin açıklanması için olduğunu anlattığı
ve "Onlara (yapacağımızı) söylediğimiz (azab)in bir kısmını sana göstersek
de veya (bunu sana göstermeden) seni (dünyadan) alsak da (ne farkeder?). Nihayet
bize dönecekler." (Yunus, 10/46) gibi âyetlerde de kâfirlere karşı yapılmış
olan tehditlerin bir kısmını Peygamber'in, vefatından önce dünyada göreceğine
işaret buyurulduğu gibi, bu sûrede de yardım ve fethin geleceği ve halkın
alay alay hak dine girmeye başladıklarını Resulullah'ın muhakkak göreceği
vaad olunarak bu görüş tahakkuk ettiği zaman tesbih ve hamd ile istiğfarın
emrolunması ve sonra buna talil (sebep gösterme) makamında Tevvâb (tevbeleri
çok kabul eden) şerefli ismiyle son verilmesi, tesbih ve hamd ehl-i cennetin
ilerden beri davasının gayesi olduğunun malum bulunması ve mağfirette örtmek,
tevvabda dönüşü kabul etmek mânâlarının da esas olması düşünülünce muhakkak
bir kerîm vaad ile onu kesin şekilde yerine getirmeyi ifade eden bu ta'lîk
(belli bir zamana bırakma)ın birçok nüktelere delalet eden faydalarının neticesi;
o vakit gelince, vaadin tamam olup peygamberlik görevinin sona ererek "dön"
emrinin tahakkuk edeceğini ve böylece o alametler görülünce vaadin doğruluğunu
ve hakkındaki yardım ve ilâhî tecellilerin kudsiyet ve yüceliğini görmüş,
Kevser'in oluş zevkini müşahede etmiş olan Muhammedî zatının o başarılı neşesiyle
tatmin olmuş ve seçilmiş, lekesiz olarak bu fani âlemden, bu imtihan yeri
ve günahların savaş alanı olan bu dünyadan çekilip pak ruh ve temiz sır ile
hakka'l-yakîn Allah'ın likasına kavuşmak üzere tesbih, hamd ve en çok ümmeti
için istiğfar ederek "Biz Allah'a aidiz ve muhakkak O'na dönücüleriz." (Bakara,
2/156) âyetinin hükmüne hazır ve âmâde bulunması gereğine işaret olduğu sezilir
ki, bunda "Benim dinim benim içindir." (Kâfirûn, 109/6) mefhûmundaki ihlas
ve müjdelemenin de bir izah ve ifası vardır. Rivayet olunmuştur ki bu sûre
nazil olduğunda Resulullah (s.a.v.) bir hutbe okuyup şöyle buyurmuştu: "Bir
kul, Allah onu dünya ile kendine kavuşması arasında muhayyer (seçmeli) kıldı,
o Allah'a kavuşmasını seçti." Bunun ne demek olduğunu Ebu bekir (r.a.) anlamıştı
da: Canlarımız ve mallarımız, atalarımız ve evlatlarımızla sana feda olalım,
demişti. Yine rivayet olunmuştur ki: Resulullah bunu ashabına okuduğu zaman
sevinmişler, fakat Hz. Abbas (r.a.) ağlamıştı. Resulullah (s.a.v.): "Neye
ağlıyorsun amca?" buyurdu. "Sana vefatın haber veriliyor." dedi, "Evet dediğin
gibi" buyurdu.Hz. Ömer'in ve İbnü Abbas'ın bunu anlayışları da yukarıda anlatılmıştır.
Nasr (yardım),
fetih ve rüyet (görmek) bu üç şarta tesbih ve hamd, istiğfar, bu üç emrin
gereğiyle ilgili nükteleri beyan ederken "Razî tefsiri"nde der ki: "Hak yakınlarının
seyrinde iki yol vardır. Kimisi "hiçbir şey görmedim, illa ondan sonra Allah'ı
gördüm" demiştir. Kimisi de "hiçbir şey görmedim, illa ondan önce Allah'ı
gördüm" demiştir. Şüphe yok ki bu tarîk daha mükemmeldir. (Bak: Âl-i İmran,
3/190; Yunus, 10/31; Fussilet, 41/53) Zira yüksek hikmetler itibarıyla eseri
meydana getirenden esere inmek, eserden eseri yapana çıkmaktan derece itibarıyla
daha yüksektir. Rivayet erbabının fikirlerine de nur kaynağı vâcibü'l-vücûd,
zulmet kaynağı mümkinü'l-vücûd olduğundan vâcibü'l-vücûdda istiğrak daha şereflidir.
Hem asıl ile tabi olana istidlal, tabi olanla asla istidlalden daha kuvvetlidir.
Bu anlaşıldıktan sonra bu âyet de işte bu iki tarîkın en şereflisi olan tarîka
delalet etmektedir. Zira yaratıcı ile meşgul olmak, nefis ile meşgul olmaktan
önce getirilerek önce Yaratan'a ait iki emir; tesbih ve hamd zikredilmiş,
sonra da üçüncü mertebede istiğfar zikredilmiştir ki hem Yaratan'a, hem de
halka dönüş olan karışık bir durumdur. Tesbih, celâl sıfatı olan selbî sıfatlara,
tahmid de ikram sıfatı olan sübutî sıfatlara delalet ettiğinden dolayı celâli
düşünmek, ikramı düşünmekten öne alınmak için tesbih, hamdden önce getirilmiş,
sonra da Yaratan'dan halka inme yoluyla istiğfar zikredilmiştir. Çünkü bunda
nefsin kusurunu ve hakkın zenginliğini görmek ve nefs için en güzel ve en
mükemmel olanı istemek vardır. Malumdur ki, Allah'tan başkasının mütalaasıyla
meşgul olduğu nisbette Allah Teâlâ'nın celâlini mütalaadan mahrum olur, istiğfarın
tesbih ve tahmidden sonraya bırakılması bu inceliğe işaret eder." Lâkin şunu
da unutmamak gerekir ki, burada halka olan bu nüzul halkta kalmak için değil,
halktan yaratıcıya en mükemmel şekilde rücû (dönme) ve onun mağfiretiyle cemalinin
lütfuna gark olmak üzere huzur-ı ehadiyyetine kabul için olduğuna tenbih olarak
sonu Tevvâb (tevbeleri çok kabul eden) şerefli ismiyle bitirilmiştir. Bunda
zikredilen iki yolun ikisini de içine almış olmak üzere halka nüzulünden sonra
yine Yaratan'a dönmek ve baştan sona tevhid ile ahirete ve sonsuzluğa karar
vardır. "O, ilktir, sondur." (Hadid, 57/3), "Ve sonunda Rabbine varılacaktır."
(Necm, 53/42), "Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz." (Bakara, 2/156).
Kevser kendisine
verilmiş olan Fahr-i âlem (s.a.v.) nihayet böyle yardım görmüş ve zafere ermiş
olarak kendisine fetih kapıları açıldığı ve halkın alay alay, akın akın Allah'ın
dinine girmeye başladıklarını gördüğü ve bu şekilde din tekamül ederek peygamberlik
görevi sona erip gereğince dünyada hükümleri icra etmek üzere bütün dünya
maddî ve manevî bakımdan kendisine teveccüh etmiş bulunduğu sırada "İnsana
çalışmasından başka bir şey yoktur. Çalışması da yakında görülecektir. Sonra
ona karşılığı tam olarak verilecektir. Ve sonunda senin Rabbine varılacaktır."
(Necm, 53/39-42) hükmünce iki mükâfatın tecellisi karşısında bulunuyordu.
Birisi: Zafer ve fethin gereği olarak dünya saltanatı ve ganimetinin teveccühü.
Birisi de, onu kazandıran Allah'ın dininin gereği olarak o fani dünya arzu
ve hevesine meyl ve iltifat etmeyip, Allah'ın lütuf ve yardımıyla sırf Allah
için yapılmış olan o çalışma ve mücahedenin ecrini hiçbir dünyaya ait garazla
kirletmeyerek "Elbette senin sonun (ahiretin), ilkinden (dünyandan) daha hayırlıdır."
(Duhâ, 93/4) hükmünü tahakkuk ettirmek üzere bu başarıyla şükran için de pak,
temiz olarak Allah'a kavuşmak. Bir adı da Tevdi' Sûresi olan bu sûre işte
bu saatin girmesinde onun artık tesbih ve hamd ederek bundan böyle bu en mükemmel
dinin hükümlerinin icrasını ümmetine bırakmak ve mihnet ve fena âlemi olan
bu cisimler âlemine veda edip Rabbine kavuşmasına işaret ediyordu. Hz. Yusuf
mülk edinmekteki başarısının sonunda "Rabbim, sen bana mülkten bir nasip verdin
ve bana rüyaların yorumunu öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada
da, ahirette de benim yârim sensin! Beni müslüman olarak öldür ve beni iyilere
kat!" (Yusuf, 12/101) diye müslüman olarak alınıp salihlere katılmasını istediği
gibi, Resul-i Ekrem (s.a.v.) de hutbesinde: "Bir kulu Allah, dünya ile kendine
kavuşması arasında serbest bıraktı, o da Allah'a kavuşmayı seçti." diye işaret
ettiği vechile dünyayı bırakıp, Allah'a kavuşmayı tercih etti.
Hicretin
onuncu senesi "Bugün size dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım
ve size din olarak İslâm'ı beğendim." (Maide, 5/3) âyetinin nazil olduğu Veda
Haccı'nı yaptıktan ve "Bakınız tebliğ ettim mi?, bakınız tebliğ ettim mi?"
diye söylediği meşhur Veda Hutbesi'ni bitirdikten sonra Medine'ye dönmüştü.
Hep hamd ile tesbih ediyordu. Bu arada son âyet olarak
"Şu günden
sakının ki, o gün (hepiniz) Allah'a döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı
tam olarak verilecek ve onlara hiç haksızlık edilmeyecektir." (Bakara, 2/281)
âyeti nazil olmuştu. Derken onbirinci hicrî senesinin Safer ayının sonlarında
bir baş ağrısından rahatsızlanarak Rebîü'l-Evvel'in onikinci gününe kadar
devam eden bu rahatsızlığı esnasında dahi son üç günden başkasında Mescid-i
saadete çıkıp namazı kıldırmaktan kalmamıştı. Bu esnada bir gün Fadl b. Abbas
ve Ali b. Ebi Talha hazretlerinin ikisi arasında minbere çıkıp hamd ve senâ
ettikten sonra okumuş olduğu hutbesinde:
"Ey insanlar!
Ben kimin sırtına bir değnek vurdumsa, işte sırtım, aynen bana vursun ve eğer
kimsenin ırzına sövmüşsem, işte ırzım aynını yapsın, ben kimsenin malını almışsam,
işte malım ondan alsın ve benim tarafımdan düşmanlık olur diye korkmasın,
o benim şanımdan değildir." dedi ve indi. Öğle namazını kıldıktan sonra yine
minbere döndü, önceki sözünü tekrar etti. Bunun üzerine üç dirhem iddia eden
bir kişiye derhal bedelini verdi. Sonra şöyle buyurdu: "Haberiniz olsun, dünya
mahcupluğu, ahiret mahcupluğundan ehvendir. Sonra Uhud ashabına dua etti ve
onlar için istiğfar eyledi. Sonra da yukarıda zikrolunduğu üzere: "Bir kul,
Allah onu dünya ile kendisine kavuşması arasında serbest bıraktı da, o Allah'a
kavuşmayı seçti." buyurdu. Hz. Ebu Bekir bunun üzerine ağlamıştı da "Sana
kendimizi, mallarımızı, babalarımızı ve evlatlarımızı feda ederiz!" demişti.
Sonra da Ensar'ı tavsiye buyurdu. Ancak üç gün mescide çıkamamıştı, ezan okununca:
"Ebu Bekir'e emredin insanlara namazı kıldırsın." buyurdu. Rebiü'l-Evvel'in
onikinci günü Pazartesi günü -ki doğduğu gündür- Hz. Aişe'den rivayet olunduğu
vechile önündeki bardağa mübarek elini batırıp su ile yüzünü meshediyor "Allahım
bana sekerâtına karşı yardım buyur." diye dua ediyordu. Kuşluk vakti idi,
derken ağırlaştı. Hz. Aişe kucağına almıştı, bu fani âleme gözünü yumdu, son
sözü "Hayır, refîkı'l-a'lâ" diye Rabbine özlemini arzetti, isteği olan Allah'ın
likâsına kavuştu (Bkz: Âl-i İmran, 3/144).
"Selâm, dualar
ve güzellikler Allah içindir. Selâm, Allah'ın rahmeti ve Allah'ın bereketleri
senin üzerine olsun ey Peygamber. Selâm (esenlik), bizim ve Allah'ın salih
kullarının üzerine olsun. Ben şahitlik ederim ki Allah'tan başka tanrı yoktur.
Ve yine şahitlik ederim ki Muhammed Allah'ın kulu ve peygamberidir." "Allahım,
İbrahim ve yakınlarına salat ve selâm ettiğin gibi, Muhammed ve yakınlarına
da salat ve selâm et." "Rabbim, beni ve soyumu namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz,
duamızı kabul eyle." "Rabbimiz, beni, babamı, anamı ve insanları, hesaba kalkılacağı
gün affeyle." "Allahım, bizi onun dini üzere yaşat, onun dini üzere öldür
ve onun bayrağı altında haşret." "Allahım sen sübhansın, sana hamd ediyorum,
beni affetmeni diliyorum ve sana tevbe ediyorum" "Bizim son duamız, "hamd
âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur" olsun."
Bu başarıya,
bu güzel son buluşa, böyle tesbih ve hamd ile Allah'ın mağfiretine kavuşturan
Allah'ın dinine karşılık bu nimetin kadrini bilmeyip küfür ve inkârda ısrar
eden ve kendilerine "sizin dininiz sizedir" denilen ve tevbeye yanaşmayan
kâfirlerin kötü sonuçlarıyla cezaları da en açık bir misal ile gösterilmek
ve Peygamber'in vefatıyla İslâm'ın fetihlerine ve yayılmasına zarar gelmeyip,
ona düşmanlık edenlerin yine muratlarına eremeyecekleri anlatılmak üzere bunun
akabinde Hz. Peygamber'in amcası iken ona iman şerefine nail olmayıp küfür
ve düşmanlık edenlerle beraber olduğundan dolayı soyu ve nesebi, serveti ve
çalışmaları kendisine fayda vermemiş olan Ebu Leheb'in ebedî hüsranını anlatan
"Tebbet" Sûresi gelecektir.