114-NAS:
İnsanların
Rabbine. Bütün insanların kendilerine ve işlerine sahip, terbiye edici sahibine,
yani halk ve emriyle insanlar yaratan ve sanat ve kudretiyle o ğâsık, kara
topraktan o duygusuz, karanlık maddeden tan gibi parlayan duygulu insanlar
yetiştiren, onlara yaramaz şeyleri atıp yarar şeyleri süze süze akıtarak lütuf
ve terbiyesiyle tavırdan tavıra, halden hâle kemâle erdirerek büyüte büyüte
akıl ve iz'an verip insanlık gereklerini, insanlık vazifelerini duyurarak
bütün yaratıklar içinde seçkin bir halde kendi cinsiyle birlikte, toplum hâlinde
yaşayacak hâle getiren ve getirmekte bulunan ve bu şekilde onlara terbiye
fikriyle rububiyet anlayışını öğreterek kendi varlığını sezdirip hak ve hayır
uğrunda çalışmak yolunu gösteren Mevlâsına,
2. O insanların
meliki (hükümdarı)ne. Yani o terbiye ile yetiştirilen, akıl melekeleri, insanlık
güçleri gelişmeye başlayan, insanların hepsini hükmü altında tutarak bütün
melekelerini ve güçlerini hayır nizam ile olgunluklarının gayesine doğru faaliyete
sevketmek üzere mertebelerine, ilim ve hikmetinin gereğine göre emir ve yasak
ile idare eden hükümdarına, daha açıkçası nisbî mânâ ile Rab ve melik değil,
"Mülkün sahibi, sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü alırsın,
dilediğini yükseltirsin, dilediğini alçaltırsın. Hayır senin elindedir." (Âl-i
İmrân, 3/26) âyetinin mefhumunca dilediğine mülk verip şah yapan, dilediğini
de padişah iken indirip atan, dilediğini aziz, dilediğini zelil etmek kudretine
hâiz olan devamlı mülk ile tam Rab'lık kendisine mahsus bulunan melikler meliki,
padişahlar padişahı, hükümdarlar hükümdarına,
3. yani İnsanların
ilâhına, o insanların hak mabuduna, yani aklı, melekeleri tamamlanmış, hakkı
haksızdan, hakikati hayâlden, güzeli çirkinden, hayrı şerden, bâkî zevki fânî
zevkten, kastedilen gayeyi vasıtadan, nankörlüğü şükürden fark ve ayırdedecek
vicdanları hak bilgi ile aydınlanmış, bulundukları âlemin ve kendi nefislerinin
mahiyetini öğrenmiş, varlıklarının hikmetini, nereden gelip nereye gittiklerini,
bütün cihanın zevkinden, bu kâr ve zarar kavgasından kazancın ne olduğunu,
o sevgilerin, saygıların, o ümitlerin, arzuların, o hâcetlerin dileklerin
nereye bağlanacağını, gülen yüzlerin neye güldüğünü, dökülen dillerin neye
döküldüğünü, ağlayan gözlerin neye ağladığını, çırpınan kalplerin ne ile tatmin
edileceğini; bundan dolayı nelerden kaçınıp nelere koşmak, neye gönül verip
neye dayanmak, neye sığınmak, neye tapmak lazım geldiğini anlamış; vücudda
tecelli eden, zâhir (açıktan) ve bâtın (gizli olan görünmeyen)dan vicdanları
saran, gayba ve şuhûd (görünen)a hâkim olan Hakk'ın cemâlindeki celâlin, celâlindeki
cemâlin ebedî zevkini duyarak her işinde ihlâs ve ihsan ile ona yüz tutmuş,
uğrunda can vermeyi canına minnet bilerek hüküm ve rızasına kendini teslim
etmiş selîm kalp sahibi ergin insanların, maksatlarına gaye edinerek ibâdet
edegeldikleri, akıllı ve reşit olmuş bütün insanların, kurtulmaları için imân
ve ibâdet ile sorumlu bulundukları hak Tanrı'ya, hâsılı; yaratma ve emir,
var etme ve yok etme, yaşatma ve öldürme, sevap ve ceza ile bütün tasarrufa
tam kudret ve mükemmel bir ihtiyaçsızlık ile celâl ve ikramda tek olmayı gerektiren
ilâhlık ancak kendisinin hakkı olan o Ehad (tek), Samed olan Allah'a sığınırım.
"Rab" ismi,
rabbü'd-dâr (ev sahibi), rabbü'l-mâl (mal sahibi) gibi izafet (tamlama) ile
kullanıldığı zaman Allah'dan başkasına da söylenebilir. "Melik" isminin de
ondan daha özel olmakla beraber Allah'tan başkasına söylendiği bilinmektedir.
Fakat ilâhlık asla şirk kabul etmediği, "Allah'tan başka ilâh yok." olduğu
için ilâh ismi şer'an ve hakikaten Allah'a mahsustur. Şu halde Rab daha genel,
melik daha özel, ilâh daha da özeldir. Burada ise maksadın, Allah Teâlâ olduğunun
iyice anlaşılması için Rabbi'n-nâs, Melik'in-nâs da İlâhi'n-nâs ile beyân
buyurulmuştur. Gerçi bunların Rabbe sıfat veya bedel olması da caiz görülebilirse
de Zemahşerî ve diğer kritikçiler beyân atfı olmalarını tercih etmişlerdir.
Fakat burada önce şunu düşünmek gerekir: Allah Teâlâ yalnız insanların değil,
her şeyin Rabbi ve bütün âlem onun Rablığı, Melikliği, İlâhlığı nizamı altında
dizili olduğu halde burada niçin "Rab" ismi önce insanlara izafetle tahsis
buyurulup da sonra "İnsanların hükümdarı, insanların ilâhı" diye açıklamaya
lüzum görülmüş ve niçin (nâs) üç defa tekrar edilmiştir? Bunun nüktesi:
1- Kur'ân'ın
iniş hikmeti insanların terbiyesi, insanları doğru yola hidâyet ve irşad olduğu
için bunu başında olduğu gibi sonunda da bilhassa hatırlatmak ile insan rûhunun
terbiyesine Allah'ın yardımının artması hususunu anlatmak ve bu şekilde Kur'ân'ın
sonundan başına dönüp baktırmaktır. "Sığınırım de!" emirleri Fatiha Sûresi'nin
"Bize doğru yolu göster." (Fatiha, 1/6) duâsına son cevap olarak doğrudan
doğruya bir sığındırma ve koruma irşâdı olduğu için Bakara Sûresi'nin başındaki
"Müttakîler (Allah'tan gereğince korkanlar) için yol göstericidir." (Bakara,
2/2) âyetinin mânâsının bir ölçüsü olduğu gibi, "İnsanların Rabbi" buyurulması
"Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki,
(Allah'ın azabından) korunasınız." (Bakara, 2/21) hitabını hatırlatarak sonu
başa bağlamıştır. Hatim indirmede başa dönülerek "hâll-i mürtehil" yapılması
da bu nükte ile uyumludur.
2- Ebu's-Suud'un
beyân ettiği üzere bunda "iâzeye şâyân bir istiâze minhâcına" yani korumaya
lâyık bir sığınış yoluna irşâd vardır. Çünkü Rabbine sığınanın, fertlerinden
bir fert bulunduğu insan cinsi içinde terbiyesi, köleliği, kulluğu ile Rabbine
intisab edişi ve tevessülü, rahmet ve acımanın artmasının sebeplerindendir.
Ve Allah Teâlâ'nın bunu böyle emir buyurması bu şekilde korumaya kesin vaadde
bulunduğuna delâlet eden kerem delillerindendir. Bir de burada sığınılan şer,
özellikle nizamlara düşmanlığı ile bilinen şeytanın şerridir. Bundan korunmak
için insanların ona karşı Allah'ın terbiyesi altında, hükümranlığı içinde,
kulluk safında dizilmelerini Kur'ân'la savunmaktır. "Benim halis kullarım
üzerinde senin saltanatın yoktur." (Hıcr, 15/42) yüksek sözünün mânâsı üzere
şeytanın nüfûz ve saldırısından korunacaklarına bir işaret de vardır. Bir
insan ferdinin böyle "İnsanların Rabbine, insanların hükümdarına, insanların
ilâhına sığınırım." diye mertebeden mertebeye en gelişmiş toplum nizamı içinde
sığınması, "Ey Rabbim, ey hükümdarım, ey ilâhım, beni terbiye edip yetiştiren
sen, benim bütün varlığımı veren ve bütün muradlarımı verecek olan, kendisine
en yüksek sevgi ve saygı ile ibadet ve kulluk etmek borcum ve en üstün görevim
bulunan mabudum, tanrım, tek sığınacağım, penahım sensin, ben ancak sana sığınırım
ve sığınıyorum." demek mânâsında olmakla beraber, öyle demekten daha belâgatlıdır.
Çünkü insanlık mertebelerinin en yüksek saffı bulunan ilâhîler saffında, ehlullah
(Allah ehli) cemaati içinde bir mevki alacak şekilde korunmak üzere Rablığın
en yüksek ve en küllî (genel) tecellisi demek olan ilâhlık hüküm ve yardımına
toptan sığınmak hem kudret ve rahmetin kapsamını itiraf ile hamd ve senânın
yüksekliği, hem de cimrilikten, kendini beğenmişlikten sakınarak hemcinslerine
erişmiş olan nimetleri kendine erişmiş sayacak kadar şükran hissi ile hayırlı
olmayı içermek itibarıyla elbette ferdî olarak sığınmaktan daha belâğatlıdır.
Onun için cemaatle olan ibâdet ve duânın fazileti daha yüksektir. Beydâvî
gibi bazı tefsirciler "İnsanların Rabbi" diye tahsis etmenin nüktesi, burada
sığınılan vesvese şerrinin insan ruhlarına mahsus bir şer olduğunu söylemekle
yetinmişlerse de yeterli değildir.
"Nâs" kelimesinin
tekrar edilip de "Onların hükümdârı ve onların ilâhı" diye zamir ile yetinilmemesinin
sebebine gelince: Keşşâf sahibi bunun beyan atfı olmasının gereğine yorarak
demiştir ki: "Çünkü beyan atfı, beyan içindir. Şu halde gizleme (zamir getirme)
değil, açık isim getirme yeri olmuştur." Razî bununla beraber bir de, şöyle
der: "Bu tekrar, insanların şerefini artırmayı gerektirir. Çünkü Allah Teâlâ
kendisini insanların Rabbi, insanların Meliki, insanların ilâhı olmasıyla
tanıtıyor demektir. Eğer insanlar yaratılmışların en şereflisi olmasaydı,
elbette kitabının bitiminde kendisini insanların Rabbi, Meliki ve İlâhı diye
tarif etmez, kitabını bu tarif ile bitirmezdi."
Bu açıklamaya
göre (en-Nâs), üçünde de aynı mânâda olarak sırf beyan ve takrir ile insanlığın
şerefini artırmak için tekrar olunmuştur, demek olur ki, Ebu's-Suud da bunu
tercih etmiştir. Alûsî de: "Bir şeyin marife (belirli) olarak tekrar edilmesi
halinde ikinci, evvelin aynı olması" çoğunluk kâidesinden dolayı bunu tercih
etmiş ise de, fâsılanın fâsılasız olarak aynen tekrarı hilâfı (tersi) açık
olma ve beyân atfı da nâsa değil, Rabb'e ait bulunmak hasebiyle her birinde
muzafun ileyhin muzafa (tamlayanın tamlanana) göre başkaca bir mânâ beyan
etmiş olması daha doğru ve daha faydalıdır. Anılan kaidenin çoğunluğu da tersine
karine (ip ucu) bulunmamakla kayıtlı olduğu malumdur. Onun için bunu daha
çok uzatanlar burada tekrar olmayıp, bu nüktelerden başka bir de insan nefislerinin
derecelerine ve yükselmedeki mertebelerine bir tenbih dahi olduğunu söylemişlerdir.
İbnü Sina
ve bazı ârifler demişlerdir ki: Zira insan nefsi asıl fıtratında Allah'ı bilmek
ve Allah'ı sevmekle süslenmeye kâbiliyetlidir, fakat ilk önceleri bu bilgilerden
boş olur. Nitekim "Allah sizi annelerinizin karnından çıkardığı zaman hiçbir
şey bilmiyordunuz." (Nahl, 16/78) buyurulmuştur. Buna maddî akıl (akl-ı heyûlâî)
mertebesi denilir. Sonra ikinci mertebede onda evveliyyât (başlangıçlar) ve
bedîhiyyat (apaçık şeyler) denilen ilk ilimler hâsıl olur ki, bunlarla fikrî
mechulleri arayıp bilmeye ulaşılır. Buna, akıl bi'l-meleke (meleke ile akıl)
mertebesi denilir. Sonra da işin sonunda o fikrî meçhuller kuvveden fiile
(his hâlinden, iş hâline) çıkarılır ki, buna da akıl bi'l-fiil (fiil ile akıl)
mertebesi denilir. İşte "İnsanların Rabbine sığınırım, de!", insanî nefis
mertebelerinden ilk mertebeye işârettir ki, bu onun gerek bedihî (apaçık)
ve gerek kesbî (çalışmakla elde edilen) bütün ilimlerden uzak bulunduğu hâlidir.
Nefis bu mertebede, onu terbiye edecek ve o apaçık bilgilerle süsleyecek terbiyeciye
muhtaçtır. Sonra o apaçık bilgilerin meydana geldiği ikinci mertebede onlardan
fikrî ilimlere geçme melekesi meydana gelir ki "İnsanların hükümdarı" bu mertebeye
işaret eder. Sonra da üçüncü mertebede fikrî ilimlerin düşünce ve tasarıdan,
fiile çıkmasıyla nefsin tam kemâli hâsıl olur ki "İnsanların ilâhı" da bu
mertebeye işaret eder. Demek ki burada "nâs" kelimesinin üç defa zikri, aynı
mânâda tekrar olmayıp, her birinde insana ait nefsin bir mertebesine işaret
olunarak Hak Sübhânehu ve Teâlâ kendisini insanlığın her mertebesinde tecelli
eden hüküm ve tasarrufuna göre birer isim ile isim vererek tanıtmıştır.
Razî, Felâk
Sûresi'nde bunu nakletmekle beraber, burada bu farkı şöyle özetler: "Evvela
Rabb'i zikr ile başlamıştır. O, tedbir ve ıslah ile tasarruf edendir. Bu ise
Hak Teâlâ'nın insana olan ilk nimetlerindendir. Ta onu terbiye ederek, yetiştirip
ona akıl verinceye kadar ki, o zaman insan kendisinin kul ve Rabbinin melik
olduğuna delili anlar. Onun için ikincide "melik" zikredilmiştir. Sonra da
ona ibadet gerek ve üzerine vacip olduğunu ve mabûdunun o ibadete layık bulunduğunu
anlayınca onun ilâh olduğunu tanır. Bir de kulun Rabbinden ilk tanıdığı, O'nun,
katındaki açık ve gizli nimetlerden ihsan eden lütuf sahibi olmasıdır. Bu
Rabdır, sonra onun bu sıfatlarına bilgiden, celâletini ve halka muhtaç olmadığını
marifete intikâl eder, o zaman onun hükümdar olduğunu bilir. Çünkü hükümdar,
başkası kendisine muhtaç, kendisi başkasından zengin olandır. Sonra kul O'nu
böyle tanıyınca O'nun yükseklik ve yücelikte vasfedenlerin vasfı üzerinde
bulunduğunu ve O'nun yükseklik ve azametinde akılların şaşkın ve hayrette
kaldığını anlar. Ve o zaman O'nu tapılacak tek ilâh olarak tanır."
Beydâvî de
bunu şöyle ifade etmiştir: Bu yüksek nazımda o Rabb'in sığınmaya layık, sığındırmaya
kâdir ve O'na karşı koymanın mümkün olmadığına delâlet etmekle beraber, yaratıcısını
tanımak için yönelen düşünce ehlinin mertebelerine de işaret vardır. Çünkü
o, ilk bakışta kendi üzerinde gördüğü açık ve gizli nimetlerden, kendisinin
bir Rabbi olduğunu bilir. Sonra bakışta derinleşir, nihayet gerçekleşir ki,
o Hak Teâlâ he rşeyden zengin ve her şeyin zatı O'nun ve emrinin masrafları
O'ndandır, O hak hükümdardır. Sonra bununla istidlâl eder ki, ibadete layık
olan ancak O'dur, başka yoktur. Bir de bunda sıfatın ihtilafını, zatın ihtilâfı
yerine indirmekle alışılmış istiâze vecihlerinin hepsi toplanmış olur. Yani
âdet, mühim bir belaya duçâr olan kimse işini önce ana-babası gibi ulusuna
ve terbiyecisine sunar, onların defetmeye güçleri yetmezse hükümdarına, sultanına
çıkarır. O da derdini gideremezse onu hükümdarların hükümdarı ve her şikayet
ve sığınmanın son mercii olan Hak Teâlâ'ya şikayet eder. Bu âdet üzere burada
Allah'a hem Rablık sıfatıyla, hem meliklik sıfatıyla, hem ilâhlık sıfatıyla
sığınmak vecihleri toplanmıştır ki, bunda sığınılan âfetin büyüklüğüne de
işâret vardır."
Bazıları tekrar
olmadığını anlatmak için daha sade olarak şöyle demişlerdir: İlk "nâs", cenin
ve çocuklar gibi terbiyeye muhtaç olanlar; ikincisi siyasete muhtaç olan gençler
ve orta yaşlılar; üçüncüsü sırf Allah'a yönelmiş olan ibâdet ediciler ve yetkinlerdir.
Görülüyor
ki üç "nâs" arasında bu gösterilen farkların hepsi de mühim ve dikkate şâyândır.
Bazısı daha felsefî, bazısı daha edebî, bazısı da sade olmakla beraber hepsi
de birbirine yakındır. Dil nokta-i nazarından bunların karinesi (ip ucu) de
muzaf olan Rab, Melik ve İlâh isimlerinin mefhum ve ilişiği olanlardaki umum
ve husus farkıdır. Rab ismi terbiyeden olduğu, terbiye hakkı da sahip olmaya
dayandığı için akıl sahibi olanları da olmayanları da ilgilendirdiği için
daha geneldir. Bu karine (ipucu) ile "insanların Rabbi"nde "'nâs"ın akıllı,
akılsız bütün insan cinsini içine alması gerekir. "Melik" ismi ise "mîm"in
ötresiyle mülk veya melekûttan olduğu, bu da "mîm"in esresiyle "milk"ten daha
özel olarak akıllıların tümü üzerinde siyâset ile tedbir ve işlerin idaresi
mânâsından geldiği, "melekût" da bunun mübalâğası bulunduğu için "melik",
"rab"dan daha özeldir. Nitekim Ragıb der ki: "Mim"in ötresiyle mülk, toplum
üzerinde emir ve yasak ile tasarruftur ve akıllılar üzerinde siyasete tahsis
edilmiştir. Onun için "İnsanların hükümdarı" denilir de, "Varlıkların hükümdarı"
denilmez. Şu halde "melik'in-nâs"daki "nâs" bütün insan cinsi içinden aklı
eren insanlar olması lazım gelir. En derin sevgi, en yüksek hürmet ile ibadete
lâyık olmayı ifade eden ilâhlık, hak tanrılık ise en mükemmel sıfat olduğundan
bunun muzaf olduğu üçüncü "nâs"ın da akıl ve vicdan, iman ve iz'an, ahlâk
ve irfan, insaf fikri, güzel amel gibi insanlık melekelerinde az çok bir kemâl,
bir erginlik, bir yetkinlik bulunan insanlar olması akla gelir.
Şu halde birinci
"nâs"ın, rablık hükmünce hepsinden daha genel olarak henüz ilk terbiyeye muhtaç
ve aklî melekesi oluşmamış cenin ve çocuklar gibiler de dahil olmak üzere
"istiğrak lâmı" ile bütün insan cinsini içine almış olması açıktır. Yani terbiye
edilip yetiştirilmiş, büyütülmüş insanlar da hariç olmaz. Çünkü meliklik ve
ilâhlık hükmünü de içine alan Rablık hükmü onlarda fiilen sabittir. Gerek
başlangıcında, gerek sonunda hiç bir insan ondan âzade ve ihtiyaçsız değildir.
Şu kadar ki bunda ilk mertebe de dahil bulunduğundan yükselme mertebelerindeki
farkı ortaya çıkarmak isteyenler, bilhassa onu anlatmayı mühim görmüşlerdir.
Maksadları ilkel insanlara tahsis değildir. Gerçi "nâs" deyiminin bazan âdi
insanlar mânâsına hakaret etmek için kullanıldığı da biliniyor ise de, bu
mânâ "nâs" mânâsındaki genellikten doğmuş olduğu gibi Rab isminin izafeti
de bir şeref ifade ettiğinden dolayı burada hakaret etme kastına zıt olacağından,
bunun gereği olan genellemeyi özelleştirmeye karine (ipucu) yoktur. "Lâm"ın
istiğraka yorulması lazım gelir. Yoksa Rablığı, meliklik ve ilâhlık ile beyâna
vecih kalmaz, arada zıtlık olurdu. Hatta tekrarı tercih edenler bundan dolayı
tercih etmişlerdir. Ancak atf-ı beyânda asıl maksad mânâyı beyan etmek değil,
tasdik olunanı ve müsemmâ (isimlenen)yı beyândır. Ebu Hafs Ömer, denildiği
zaman, Ebu Hafs ile Ömer arasında beyân, mefhumu değil, müsemmâ (isimlenen)yı
beyandır. Ve onun için Ebu Hayyan beyan atfında meşhur olan, sıfat ile değil,
camid isimle olmaktır, diye Keşşâf'a ilişmiştir. Âlûsî de buradakilerin camid
isim hükmünde olduğu beyâniyle ona cevap vermiştir ki, maksadı isimleri burada
vasıflık durumundan dolayı değil, Allah'ın isimlerinden olmak üzere sırf isim
yerinde olarak beyân atfı olduklarını söylemek olacaktır. O halde ikinci "nâs",
birincinin büsbütün aynı olması gerekmeyeceği gibi, büsbütün başka olması
da gerekmez. Şu kadar ki burada kastedilen mânâya geçmek için vasıflık mânâsıyla
izafetin beyanda âleti düşünmek gibi tasavvuruna ihtiyaç bulunduğu da inkâr
edilemez. Şu halde maksad "nâs"ı beyân değil, Rab mefhumunu da beyân değil,
Rabbin zatını daha özel olan sıfat veya isimleriyle beyân olduğundan dolayı
her birinde "nâs"ın ona göre düşünülmesi daha açık olur. Bu şekilde ikinci
"nâs"da "lâm"ı ahd ile örfî istiğraka yormaya bir karine (ipucu) bulunmuş
olacağından bu, birinciden daha özel olarak terbiye olunan insanlar içinden
yetişmeye, aklî melekeleri ve insanî güçleri gelişmeye başlamış, her birinde
isteyerek gayret ve çalışma yetkisi meydana gelmiş, bundan dolayı hayır nizamını
bozacak şekilde birbirleriyle çekişme ve toplanma yeteneği yüz göstermiş olup
da yaratılışlarının hikmeti olan menfaatleri hak ve adalet dairesinde telif
ve çekişmeleri ortadan kaldırarak ve her biri ehliyet ve yeteneğine göre gayret
göstermekle sorumlu tutularak toplum halinde yardımlaşmak üzere yaşayabilmeleri
için siyâsete ve "bilfiil akıl" denilen fikir ve idrâk ile sevk ve idâre,
muhafaza ve korumaya muhtaç bütün akıllı, ergin insanlar toplumu olmak lazım
gelir ki, küçük büyük, gelmiş, geçmiş ve gelecek bütün insan cinsi üzerinde
Rablığı geçerli olan tek Rab ve böyle bütün akıllı ergin insanlar üzerinde
mülkü, melekûtu hakim ve dâim tek hükümdar şüphesiz ki ne insanlar içinden,
ne de yaratıklardan birisi olması mümkün olmaz. Bu, en yüksek, en gelişmiş
insanların ibadet ve ubûdiyet ile kulluğu kendilerine en mukaddes görev bildikleri,
muhabbet ve rızasını en yüksek maksat edindikleri ve bu şevk ile onun sevgili
kul ve esirleri safında dizilmeyi canlarına minnet saydıkları tek mabûd, o,
gönülleri doyulmaz ebedî vuslat aşkıyla titreten, güzellik edenlerde daha
yüksek güzellik neşesini uyandırarak her an kendisine doğru sıdk ve mücahede
ile yaklaşma aşkını heyecanlandıran, her temiz sevgide bir güzellik ânı; nefesleri
tıkayan, yürekleri çatlatan, akılları dehşete düşüren ve sersemleştiren her
acı korkuda bir celâl cilvesi gösteren ilâhlık saltanatı şeriksiz olarak kendisine
mahsus bulunan Hak Teâlâ olabilir. Ve onun için "İnsanların ilâhı" diye beyan
buyurulmuştur. O halde bu üçüncü "nâs" akıllı insanlar içinden peygamberler,
sıddîklar, şehidler, salihler ve Allah'ın birliğine iman edip de onlara uyan
ve onlara arkadaş olmak, onlarla haşrolunmak isteyen hâlis mümin erkek ve
kadınlar, müslüman erkek ve kadınlar gibi kâmil insanlar, yani Fâtiha Sûresi'nde
"Kendilerine nimet verdiğin, gazab edilmemiş ve sapmamışların yoluna." (Fâtiha,
1/6-7) ve Bakara Sûresi'nin başında "Ahirete kesinlikle iman ederler. İşte
onlar,Rablerinden
bir hidâyet üzeredirler ve umduklarına erenler işte onlardır." (Bakara, 2/4-5)
buyurulan insanlar olması gerekir. Hakikaten sığındırılıp korunmaları vaad
olunanlar da bunlardır. Bununla beraber insanların Rablık, mülk, ilâhlık hükümleri
altında birer âyette üç tavır ile tekrar etmesi "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz
ki, siz ölüler idiniz, sizi o diriltti, yine öldürecek, yine diriltecek, sonra
O'na döndürüleceksiniz." (Bakara, 2/28), "De ki: Allah sizi yaşatıyor, sonra
sizi öldürüyor. Sonra sizi, kıyamet gününe topla(yıp getir)ecektir ki, onda
şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Câsiye, 45/26) gibi âyetlerde
hatırlatılan yaşatma ve öldürme mertebeleri ile âhiret günü tavırlarını da
hatırlatmaktan hâli değildir. Bu bakımdan şöyle demek olur: İnsanlar ölüler
iken, yani hayatsız yer, cansız madde, ölü toprak iken onları, Rablık hükmüyle
hayat verip insan yapan nâsın Rabb'ine, sonra o hayattaki insanları Melik'lik
hükmüyle idare ederken siyaset edip öldüren insanların hükümdarına, sonra
da o öldürdüğü insanları ilâhlık hükmüyle ebedî ahiret hayatıyla yeniden diriltip
toplayarak cezalarını vermek üzere ilâhî huzuruna döndürecek olan, yani kudreti
bu kadar büyük ve akıllıların hayırlısı olan insanların ilâhına sığınırım
de. Ona böyle sığınmak ise, sonunda muhakkak olan zoraki döndürmeden önce
her emrine hazır olmak üzere isteğe bağlı dönüş demek olan tevbe ve hak yola
dönüş ile "Kul(um) bana nafile (ibadet)ler ile yaklaşmaya devam eder. Ta ki
ben onun kulağı, gözü ve kalbi oluncaya kadar." kudsî hadisi gereğince yaklaşarak
"Allah'da bâkî olmak"ta karar azmi olmuş olur ki, bu da "Ancak sana ibadet
eder ve ancak senden yardım isteriz." (Fâtiha, 1/5) anlaşmasının fiilî sonucu
demek olan kurtuluş ve büyük zaferdir. Ne mutlu buna eren kullara!
Şimdi görülüyor
ki, önceki sûrede sığınılan "müsteâzünbih" (kendisine sığınılan) ancak bir
sıfat ile zikrolunmuştu, "Felâkın Rabbi." Halbuki istiâze olunan (sığınılan)
âfet, "mâhalâk" (yarattığın)ın şerri üç çeşit âfet sayılmıştı: Ğâsık, neffâsat,
hâsid. Bu sûrede ise sığınılan "Rabbi'n-nâs, meliki'n-nâs, ilâhi'n-nâs" üç
sıfatla zikrolunuyor, kendisinden sığınılan ise bir şerdir. Demek ki bu şer,
bu âfet önceki âfetlerin hepsinden büyük, hepsinden tehlikelidir. Ve bundan
korunmayı insan hayatının bütün safhalarında ve özellikle son deminde en özel
maksad olarak bilmek lazım gelir. Demek ki sığınmak için senâ (övme) dahi
istenilen matlûbun kadrine göre olması icap eder. İnsana dışından gelen âfâkî
(nesnel, objektif) şerler ne kadar büyük zarar ve fenalık olursa olsun, ona
ne kadar acı, elem ve ıztırap verirse versin onda insanın kendi düşüncesinden,
inancından, iradesinden, kazanmasından bir sebep olma bulunmadıkça, o şey
onun hakikatına nüfuz etmez, ruhunu kirletmez, Allah katında sorumlu kılmaz,
hakikatte onun hesabına bir şer sayılmaz. Bilakis o yüzden elem ve zahmet
çektiği için ecir ve sevap bile alır. Çünkü o, onun yaptığı bir şey değildir.
Onun sorumluluğu yapana aittir. Halbuki insanın kendinden gelen veya az çok
meyil ve irâdesine yaklaştırılarak kendine yaptırtılan şer, kendi şerridir.
O, ondan sorumludur, ruhunu kirletmiş, kendi kendine düşmanlık etmiş olur.
İnsan nefsinin en büyük âfeti işte böyle kendi içinden gelen fenalık, içindeki
bozukluk, imânsızlık, iradesizlik, himmetsizlik, yanlış anlayış, yanlış düşünüş,
fena temayül, aldanış, basiretsizlik, kararsızlık, hâsılı bir kelime ile şüphecilik,
vesveseciliktir.
"Mecruhu sanma
cerh-i mücerreddir öldüren,
Âfât-ı bâtıniyyedir
aslı musîbetin"
"Yaralıyı,
yalnız yaranın öldürdüğünü sanma.
Musîbetin
aslı, bâtınî âfetlerdir."
4. Onun için
Kur'an'ın başında şüpheyi bertaraf etmekle, imân ve âhireti bilmek korunmanın,
kurtuluşun ilk şartı olarak tesbit edildiği gibi, sonunda da her şerre sürükleyen
sinsî vesvesenin şerrinden sığınma emrolunarak buyuruluyor ki: ye müteallıktır.
O hannâs vesvesecinin şerrinden, yani geri geri çekilip sinen, sinip sinip
aldatmak, Hak yolundan geriletip fenalığa sürüklemek için döne döne vesvese
vermek âdeti olan o dönek, o sinsi, o geriletici vesvese kaynağının şerrinden
sığınırım.
Esasen vesvese
mânâsına masdar ismi veya muzaaf rubâînin masdarı bu vezinde de geldiğine
göre masdar olmakla beraber çok vesveseci, müvesvis mânâsına mübalağa için
sıfat ve isim olarak kullanılmıştır ki, aynı vesvese kesilmiş vesvese kaynağı
demek gibidir. "Lâm" ile "el-vesvâs", şeytanın bir ismi olmuştur. Çünkü Keşşâf'ın
dediği gibi bütün meşgûliyeti, sanatı ve daima üzerine düştüğü hep vesvese
ve azdırmadır. Öyle vesvese vermekle bilinen odur. Bahru'l-Muhit'de Ebu Hayyan
der ki: "el-Vesvâs, şeytanın ismi demişlerdir, bununla beraber vesvas şehvetlerin
fısıldadığı vesveseye de denilir ki yasaklanmış olan nefsin arzularıdır."
Vesvese nedir?
Keşşâf'ın ve Ragıb'ın da söyledikleri vechile vesvese esasen fis, hiş demek,
yavaş fısıltı yapmak, fiskos etmek gibi gizli sese, gizli fısıltıya denilir.
Zinet eşyası hışıltısına "vesvâsü'l-huliy" denilmesi bundandır. Kamus'un kaydettiği
vechile avcının ve köpeklerin yavaşça seslerine vesvese ve vesvâs denilmesi
de bundandır. Bundan hâtırâ-i redîeye, yani nefsin veya şeytanın kalbe koyduğu
hayırsız, faydasız, alçak hatıra ve dağdağaya vesvese denilmek meşhur olmuştur,
dilimizde bilinen de budur. "Nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz." (Kâf,
50/16) âyeti nefsin vesvesesi hakkında, "Şeytan ona (Âdem'e) fısıldadı." (Tâhâ,
20/120) âyeti de şeytanın vesvesesi hakkındadır.
a gelince:
"Hunûs"tan mübalâğalı ism-i fâil veya o vezinde ism-i mensub olarak vesvâsın
sıfatıdır. Çok hunûs edici, hunûs âdeti olan demektir. Küvvirat Sûresi'nde
"Gündüzleri kaybolup geceleri ortaya çıkan bütün yıldızlara." (Küvvirat, 81/15-16)
âyetinde de geçmiş olan hunûs, lugatta lazım (geçişsiz) fiil olarak teahhur
ve rücû yani gerilemek ve geri dönmek, sıkılıp büzülmek, sinip kaybolmak ve
görünmez olmak mânâlarıyla ilgili olduğu gibi, müteaddî (geçişli) fiil olarak
geriletmek, munkabız etmek, sindirip kaybetmek mânâlarına gelir. Tefsirciler
çoğunlukla lâzım fiilden geç kalma ve inkıbaz ile sinmek mânâsını esas tutarak
tefsir etmişlerdir ki, bundan "hannâs" geri çekilerek veya büzülüp sinerek
fırsat bulunca dönmek âdeti olan demek oluyor. Onun için biz bunu sinsi diye
tercüme etmeyi uygun bulduk. Keşşâf'ta: "Hunûsa mensup, âdeti hunûs yani geri
kalmak olandır. Çünkü Sâid b. Cübeyr'den rivayet olunmuştur ki, insan Rabbini
zikrettiği zaman şeytan hunûs eder, geri kaçar, gaflet edince de döner vesveseye
başlar." der. Ragıb da der ki: "Hannâs, hunûs eden, yani Allah anıldığı zaman
geri kalan şeytandır." Bunlara göre "Vesvâs-i hannâs" şeytan demek olmuş oluyor
ki, tefsircilerin çoğu da bunu söylemişlerdir. Sûrenin sonunda bu şeytan
6. "cinlerden
ve insanlardan" diye genelleştirilerek beyân olunacağına göre bu da yeterlidir.
Bununla beraber Ebu Hayyan bunun nefse de şümûlünü ve tam sinsilik mânâsını
göstererek Bahir'de demiştir ki: "el-Hannâs, "İzi üzere geri dönen, zaman
zaman gizlenendir." Ve bu vasıf, şeytanda yerleşmiştir. Kul Allah Teâlâ'yı
zikrettiği zaman şeytan geriler, çekinir. Şehvetlere gelince: Bu da imân ile
ve meleğin ilhamiyle, hayâ ile siner, çekinir. Şu halde bu iki mânâ "vesvas"ta
mevcuttur, da "Şeytanlardan ve insanların nefislerinden" demek olur. Yahut
vesvâs ile murad, şeytan ve kötü yakınlardan yaldızcı, kışkırtan, da o "vesvâs"ı
beyan olur. "Hunûs" müteaddi (geçişli) olabileceğine göre de "hannâs", geriletici
veya sindirici demek olur. Şeytan ve şehvetler hakkında bu da doğrudur. Çünkü
bunlar vesveseleriyle insanı geriletir, insanlık rûhunu hak yolunda ilerlemekten
alıkoyar. Akıl ve fikrini çelerek sabır ve metanetini, azim ve irâdesini kırarak
imân ve şeksiz ilimden, güzel ameller için mücahededen çekindirir, sırf hayvanî,
fanî zevklere ve yanlış yollarla türlü hilelere, aldatışlara sevkederek geriletir,
aşağılatarak ve soysuzlaştırarak fânî hayatta çürütüp bitirmek ister. Allah
anıldıkça, hak korkusu göründükçe geriler, siner, fırsat buldukça döner, yüz
buldukça şımarır, musallat oldukça olur, musallat olduğunu da düğümlere üfleye
üfleye vehimler ve hayâller içinde sindire sindire alçaltır ve adı kötüye
çıkmış eder bırakır. Bu mânâ itibarıyla da yine sinsi diye tercemesi uygun
olur.
İbnü Sinâ
demiş ki: Vesvâs, vesvese veren düşüncedir. Bu da hayvansal nefsi kullanmaya
geçişi, sonra da hareketi aksine oluşu cihetiyle hayâl gücüdür. Zira nefsin
asıl vechesi ayırıcı prensipleredir. Hayal edici güç onu madde ve ilişkileriyle
meşgul olmaya doğru tuttuğu zaman o güç, hunûs etmiş, yani tersine hareket
etmiş olur. Bazıları da demiştir ki, kuruntu gücüdür. Çünkü o başlangıçlarda
akla uygun gelir. Fakat iş sonuca gelince çekinir, vesvese vermeye, şüpheye
düşürmeye başlar.
Âlûsî'nin
bunlara karşı, "Allah'ın kelâmını böyle tefsir etmek vesvâs-i hannâsın şerrinden
olduğu gizli değildir." demesi de yerinde olmamıştır. Zira kuruntu ve hayâl
atılınca vesvesenin yeri kalmaz. Allah'ın kelâmını, yarattığı tabiata bakarak,
âfakî (nesnel) ve enfüsî (öznel) alâmetlerini düşünüp ve inceleyerek anlamaya
çalışmak şeytanın vesvesesi değil, Kur'ân'ın bakma (nazar) ve tefekkür emirlerinin
gereği olduğunun da unutulmaması gerekir. Nitekim Beydâvî de vesvese vereni
vehim kuvveti gibi diyerek izah etmiştir. Bunu bir temsil değil, sadece düşündürmeye
yorup da vehmin ve hayâl vesveselerinin şerrini istiâze (sığınma)den hariç
bırakmak şeytanın en çok kullanmak istediği aracılarını ihmâl etmek demektir.
"Vesvâs"ın
vesvese veren kuvvet demek olduğunda ve vesvesenin hayâl etmek ve kuruntu
ile ilgili bulunduğunda vesveseye düşülmeye sebep yoktur. Ancak bunu tahsise
kalkışmayıp da şu ilâhî beyanın umûm ve şümûlü üzere anlamak elbette daha
doğrudur. Zira "Vesvâsü'l-hannâs" nedir, diye tereddüde düşülmemek için şöyle
beyan ve açıklama buyurulmuştur: O ki insanların sînelerinde vesvese verip
durur. Yani insanların içlerinde: gerek ferd olarak içlerinde, gönüllerinde
ve gerek toplum olarak içlerinde, aralarında, yahut Allah'ı unutanların göğüsleri,
bağırları içinde iç ve dış duyularından hatırlarına, gönüllerine türlü vesvese
sokar, sezilir sezilmez fiskos eder gibi yavaşçadan gıcıklayarak kötü telkinler
yapar, kötü kötü eğilimler, alçak alçak hisler uyandırır. Bu şekilde akıl
ve fikirlerini çeler, türlü fenalıklara düşürür. Allah yoluna gitmekten, insanlık
gayesine ermekten alıkor, nihayet din ve imandan çıkarır, ebedi helake sürükler.
O vesvâsi'l-hannâs işte böyle her şerrin başı olan vesveseyi gafil insanların
sînelerinde fısıldayıp duran sinsi etken her ne ise odur.
İbnü Sinâ
der ki: "Nefsin birinci bineği sînelerdir. Zira insana ait nefsin ilk ilgilendiği
kalbdir. Onun aracılığı ile diğer uzuvlara yayılır, onun için vesvesenin etkisi
ilk önce sînelerde olur."
Tefsirciler
diyorlar ki, burada mevsûlünün i'rabında üç vecih caizdir: Birincisi, sıfat
olarak mahallen mecrûr olmaktır ki, vesvâsın tefsir edici sıfatı (sıfat-ı
müfessiresi) demektir. İkincisi, onu tefsir için isti'nâf cümlesi olmak üzere
takdirinde haber olarak merfû olmaktır. Üçüncüsü, zem üzere mansup olmaktır.
Bu iki veche göre "el-Hannâs"da vakıf yapmak, vakf-ı hasen olur. Birincisine
göre ise Kevâşî tefsirinde, "vakıf caiz olmaz" demiş. Fakat Taybî buna: "Vakfın
caiz olmamasında şüphe (nazar) vardır, çünkü fâsıla vardır (âyet sonudur)."
diye ilişmiş. Keşf'te de demiştir ki, sıfat olunca hüsün (güzel olma), müsellem
değildir. Meğer Allahümme vakf-ı hasen bir özel fâsılada bu gibisine de şamil
olması hakkında bir veche göre olsun. Zira Kur'ân'ın her fâsılası güzeldir,
her âyetinde vakıf yapmanın da güzel olması lâzım gelir. Âyetlerde vakıf,
Rasulullah'ın sünnetidir, diye de bir rivayet vardır. Bu "en-Nâs"dan murad,
Allah'ı zikirden gaflet edenler, yani gaflet halinde olan insanlar olması
açıktır. Onun için bunun "nâsî" yani unutan mânâsına olmasını da caiz görmüşlerdir.
Cinlerden
ve insanlardan. Yani o vesvese veren gerek gizli cin taifesinden, cinnîlerden
olsun ve gerek malum insanlardan, insîler kısmından olsun o vesvasi'l-hannâs
ikisini de kapsamına alır. İkinci bir mânâ ile: Cinden de vesvese verir, insanlardan
da vesvese verir. Yani cinlerden, tabiat ötesi gizli yaratıklardan bahsederek
onlara ilişik ettirerek o cihetten de vesvese verir. İnsanlardan bahsederek,
onlara ilişik ettirerek o yönden de vesvese verir. İbnü Sinâ'nın anlayışına
göre cin istitar (gizlenme, örtünme)den, ins istinâstandır, gizli işler gizli
hisler, yeniden başlanılan işler açık hislerdir. Vesvese veren, kalbe vesveseyi
bunlardan verir. Üçüncü bir mânâ ile gerek cinden olan ve gerek insten olan
insanların sadır (sîne)ları içinde vesvese verir, bu şekilde cinni de azıtır,
insanı da azıtır. Dödüncü bir mânâ ile de, yani gizli, açık cin ve insanın
şerrinden.
Bu mânâların
vechi: Buradaki in mânâsı ve ilişkisidir. Bunda tefsirciler üç, dört vecih
zikretmişlerdir:
Birincisi:
"Min" beyâniyye olarak yü beyân olmasıdır ki, dolayısıyla "vesvâs"ın cinslerini
beyan olur. Yani o vesvese veren vesveseci şeytan iki türlüdür: Biri fizik
ötesi sahada gizli takımdan, cinnîler soyundan, biri de normal düzeyde açık
ilgi kurulan, bilinen insanlar soyundandır. Bu mânâ En'âm Sûresi'nde geçtiği
üzere "Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık.
(Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar." (En'âm,
6/112) âyeti mânâsına uygun olarak vesvâs (vesveseci)ın insan ve cin şeytanlarından
daha genel olduğunu ve hepsinin şerrinden Allah'a sığınmak lüzûmunu beyân
olur, en açık mânâ da budur. Ebu Zer (r.a.)'den rivayet edilmiştir ki, bir
adama: "Sen, insan şeytanından Allah'a sığındın mı?" demiştir.
İkincisi:
in ibtidâiyye olarak ye taallûk etmesidir ki, vesvese vereni değil, verdiği
vesvesenin başlangıcını, ilgilenme yönünü göstermiş olur. Kâh cinlerden vesveselendirir,
kâh insanlardan vesveselendirir, demek olur. Bu, yoruma göre cin, en genel
mânâsıyla melekleri de kapsamına almış olabilir. Gerçi melek, şer değil ve
vesvese vermezse de vesveseciler onlardan da bahsederek vesvese ve aldatmacada
bulunabilirler.
Üçüncüsü:
deki "nâs"ı beyân olmasıdır ki, Ferrâ ve daha bir takım kimseler buna kâni
olmuşlar ve demişlerdi: "Nâs, cinne de denir. Nitekim Cin Sûresi'nde "Cinlerden
bir topluluk." (Cin, 72/1) ve "Cinlerden erkekler." (Cin, 72/6) denildiği
gibi Kelbî'den nakledildiği üzere "Cinlerden insanlar" dahi denilir. Bu şekilde
o vesveseci, cinden olan "nâs"a da, insten olan "nâs"a da vesvese verir demek
olur.
Keşşâf sahibi
der ki: "Ben, bunu doğru bulmam. Çünkü cinne cin denmesi kapalılıklarından,
gizliliklerinden dolayıdır. "Nâs" (insanlar)a nâs denilmesi de, beşer denilmesi
gibi, ortada oluşlarından dolayıdır ki, ibsâr (görmek) mânâsına olan înâstan
alınmıştır. "Nâs" deyiminin ikisine de söylendiği vâki, sahih ve sâbit olsa
bile, Kur'ân'ın fesâhatine ve yapmacıktan uzak olmasına uygun olmaz. Bu mânâyı
anlamak için ile "en-Nâsî" (unutan) kastedilmesi daha iyidir ki, "O çağırıcının
çağırdığı gün." (Kamer, 54/6) gibi "İnsanların akın akın döndüğü yerden."
(Bakara, 2/199) âyetinde kesrile okunduğu gibi olur. Sonra da bu nâsî, cin
ve ins ile beyan edilir. Çünkü insanlar ve cinler, Allah Teâlâ'nın hakkını
unutmakla vasıflanmış iki türdürler." Fakat bu da zahirin zıddı olmakla beraber,
bu şekilde "sadr"ın çoğulu olan sudûrun tekil olan nâsîye izafeti de zevke
pek uygun gelmez. Bu veche kâni olanların asıl maksadı burada ins ve insîyi
mutlak insandan daha özel olarak ona karşıt olan cinni de mutlak insan cinsi
ve mâhiyeti içerisinde düşünmek gerekir. Çünkü ins, mutlak insan mânâsına
geldiği gibi, insanın ilişki kurduğu dostu, yâri ve devamlı beraber olduğu
ahbâbı mânâsına da gelir. Buna karşılık olan da tanımadığı yabancısı, bilmediği
demek olur. Yine bu mânâya yakındır ki, insanın nefsi ve vücudu tarafına gelene
insî, öte tarafına vahşi tabir olunur. Mesela elin iç yüzü ve ayağın üstü
insî, elin dış tarafı ve ayağın tabanı vahşidir ve Anatomide bu mânâ meşhurdur.
Aynı şekilde cin, gece karanlığı ve örtünme mânâsından olarak duygulardan
gizli olan şeylere ve bütün ruhânîlere ve ruhanîlerden özellikle bir kısmına
derecelerine göre söylendiği gibi (En'am Sûresi, 6/128. âyetinde geçmişti
oraya bkz.), insanların toplandığı çok ve kalabalık toplumun en çok ve gür
yerine de, iç kısmını örttüğü için denildiği lügatta malûmdur. Şu halde da
"nâs", bilinen ve bilinmeyen bütün insanlar, daki "nâs" da daha özel mânâsıyle
insînin çoğulu enâsî, hafifletilmiş (muhaffef)i nâs, yani alışılmış insanlar
demek olur. Cinne de bunun karşılığı yabancı, gizli, tanınmadık, meçhul insanlar,
demek gibi olarak ikisi bütün insanları beyan etmiş olur. Vesvâs (vesveseci)
da, bütün insanlar cinsine vesvese veren, maddî manevî, uzak, yakın her ne
ise o demek olur. Bu mânâ da haddi zatında önemlidir ve lâfzın ihtimalli durumlarından
da olabilir. Ancak bunda cinnin mânâsını tahsis ile beraber, daha çok açıklamaya
ihtiyaç duyulan "vesvâs"ı bırakıp da açık olan "nâs"ı beyâna geçmek vardır
ki uygun değildir. Onun için bu üçüncü vecih, mânâ itibarıyla doğru olsa bile,
âyet metinden anlaşılması itibarıyla pek zayıf ve pek dolambaçlı olduğu için
ta'kıd (sözü anlaşılmaz hale sokmak)den uzak değildir. Bununla tefsir, Kur'ân'ın
fesâhatına uygun olmaz. Yalnız cin ve insin hâs (özel) bir mânâsını da anlatmak
için zikrolunmuştur.
Dördüncü bir
vecih de vesvâsı beyân veya harfi cerin tekrarı ve muzaf takdiriyle "Cinlerin
ve insanların şerrinden" mânâsında bedel olmaktır ki, bunun da sonucu birinci
vecih gibi olur. Bütün bu vecihler içinde en açığı birinci vecihtir. Bu suretle
"cinn" duyguların gerisinde olan tabiat ötesi sahayı, (nâs) da tabiî sahayı
beyan demektir. Vesvese mutlaka bunların birinden veya her ikisinden gelir.
İşte bütün
bunların şerrinden ve özellikle vesvesesinin şerrinden insanların Rabbi, insanların
Meliki, insanların ilâhı olan tek, ulu Allahu Zülcelâl'e sığınmak sonuç olarak
emredilmiş ve bu vechile sığınanların Allah'ın yarıdmına mazhar olmak suretiyle
korunarak güzel sonuca erecekleri vaad buyurulmuştur ki, bunun üzerine teşekkür
olarak "Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." (Fâtiha, 1/2) diye
Fâtiha Sûresi'nden başlamak ne güzeldir!
Bu yüce sûrenin
harfleri tekrarsız olarak (med harfleri dâhil) sayıldığında yirmi iki harftir.
Fâtiha Sûresi'nin harfleri de böyledir. Alûsî'nin nakline göre bunun, nüzûl
senelerine remz olduğunu söyleyenler olmuştur. Çünkü Kur'ân'ın yirmi iki senede
nazil olduğunu rivayet edenler de vardır. Lâkin meşhur olan yirmi üç senedir.
Şu halde yirmi iki seneden fazla olmakla beraber tam yirmi üç seneye de dolmamış
olduğunu söylemek hepsine uygun olur. Gerçi dile ait bir konumu, aklî veya
tabiî delaleti olmayarak sırf tesadüf kabilinden görünen bu gibi rastlantılara
hükümler gerektirecek kadar delil getirmeye müsait, ifadesi kastedilen bir
mânâyı murat etmek nazarıyla bakmak doğru olmaz ise de, hakikatte Allah'ın
ilmine göre tesadüf düşüncesi vârid olamayacağı ve her rastlantının dahi gerçekte
bir hikmet ve mânâsı bulunması gerekeceği düşünülürse, bu gibi rastlantıların
yerine göre sembolik bir mânâ ifadesinden hâli kalmayacağı da inkâr edilemez.
Bu sebeple bunları da işaretlerin lâtifeleri ve terkiblerin dayanakları kabilinden
olan zevke ait nüktelere katılmış remizler, işaretler halinde kaydetmek ve
mütalâa etmek faydadan uzak olmaz. Kur'ân'da bu kabilden de birçok incelikler
bulunduğu malûm, bununla birlikte müteşâbihât vâdisi demek olan bu gibi nüktelerden
muhkemlerin tersine mânâlar çıkarmaya kalkışmak, hurûfîlik sapıklık ve dalâletiyle
bâtınîlik karanlıklarına sürüklemek demek olacağı, bunun ise Kur'ân'ın zulmetten
nûra götüren açık beyânına ters düştüğü de şüphesiz olmakla beraber, muhkemlere
aykırı olmayarak sezilen, duyulan parıltılar, bakışlar, ince ince irfanları
zevkleri okşayan remizler, işaretler, sözden çok hâle ait olan ve ehlinden
başkasına örtüsünü açmayan güzellikler de ne kadar incelense o kadar faydalı,
o kadar lâtif olur. Meselâ Kur'ân'ın başı besmelenin (bâ)sı ile başladığı,
sonu da "nâs"ın "sîn"i ile son bulduğu düşünülünce, bunun "bes", yani yetişir,
kâfi, işte o kadar demek gibi olduğu, bunun da "Biz kitap (Kur'ân)da hiç bir
şeyi eksik bırakmamışızdır. Sonra (onlar), Rab'leri(nin huzuru)na toplanacaklardır."
(En'âm, 6/38) muhkem mefhûmuna uygun olarak Kur'ân'ın başka bir kitaba, diğer
bir delile ihtiyaç bırakmayacak derecede din esaslarının hepsini içeren, yeterli
bir hidayet rehberi olduğuna bir remiz (sembol), yani "Kendilerine okunan
kitab (Kur'ân)ı sana indirmemiz onlara yetmedi mi? Şüphesiz inanan bir toplum
için bunda bir rahmet ve öğüt vardır." (Ankebût, 29/51) muhkem mânâsına da
işaret olması gibi anlayışlar, boş değil, hoştur. Nitekim şu Farsça beyit
de bu mânâda söylenmiştir:
"Evvel ü âhir-i
Kur'ân niye bâ, sîn geldi?
Yani rehber
iki âlemde bize Kur'ân bes."
Bunu, bizde
bilinen "Allah bes, bâki heves"
(Allah yeterlidir, geri kalan hevesdir.) sözünün mânâsıyla anlamak da Kur'ân'ın
baştan sona bütün maksatlarını kapsayıcı olmak itibarıyla daha derli toplu
olacağını hatırlatmak da şüphesiz ki faydalıdır. Bunda Tevbe Sûresi'nin sonundaki
"Eğer (inanmaktan) yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter! Ondan başka ilâh
yoktur. O'na dayandım. O, büyük Arş'ın sahibidir." (Tevbe, 9/129) ve Yâsin
Sûresi'nin sonundaki "Yücedir o (Allah) ki, herşeyin hükümranlığı O'nun elindedir
ve siz O'na döndürüleceksiniz." (Yâsin, 36/83) gibi âyetlere özellikle işaret
bulunmakla beraber, Fâtiha'daki yardım isteme ile hâtime (bitiş)deki sığınma
emirlerinin tevhid ve ihlâs gayesinde bir tatmini vardır ki, genelde istenilen
güzel bitiş (hüsni hâtime) de budur. Bununla beraber bu işâretleri, harflerin
sembolik mânâlarından çıkarmaya ihtiyaç da yoktur. Fâtiha ve Bakara Sûresi'nin
başı ile İhlas ve Muavvizeteyn (Felâk ve Nâs sûreleri), bu üç sûrenin mânâ
ve mefhûnu düşünüldüğü zaman doğrudan doğruya mânâlar arasındaki tutarlılık
ve ilgi, sûrelerin baş ve sonları arasındaki birlik ahengi, fikrî ve beyânî
silsile de o nükteleri ilhâm etmeye yeterlidir. Bu ahenk ve uygunluk bize
Kur'ân sûrelerinin tertibinin de vahyile olduğu hakkındaki mezhebimizin kuvvet
ve isabetini gösterir. Onun için sırf remizlerinden fikre doğan mânâlar Allah'ın
muradı olduğuna hükmetmek doğru olmayacağı hakkında bilginlerin hatırlatmasını
unutmaması ve kastedileni karanlık yollarda aramayıp doğru yola sarılmak maksatların
başlıcası olduğunu dâima göz önünde tutmak lâzımdır.
Kıyamet günü
selâmete ermek için doğru yola hidayet, istenilen ilk maksad olduğu gibi,
o yolda insanlık mertebelerinin en yüksek kemâli olan bekâbillâh (Allah'da
bâki olma) saadetine kavuşmak için de gizli açık her türlü vesveseden, şüphe
ve zandan sakınarak tam bir bilgi ile Allah Teâlâ'nın Rablığına, hükümranlığına,
ilâhlığına sığınmak son gaye olduğunun hâtime (sonuç) olarak beyân buyurulmuş
olması şüpheden uzak olarak gösteriyor ki, insanlığın saadetinin gayesi kesin
bilgi ile ittika (Allah'tan gereğince korkma)dadır, hüsn-i hâtime (ömrün iyi
bir şekilde bitişi) onunladır, "Sonuç, (Allah'tan korkup günahtan) korunanlarındır."
(Â'raf, 7/128). İşte kendisinde şüphe bulunmayan bu en mükemmel kitap böyle
"Müttakîler için yol gösterici." (Bakara, 2/2) olarak indirilmiştir. Gereğince
amel edenler de hep o güzel âkıbete ermiştir. Gereğince amel etmek de Allah'ın
lütfu ve başarılı kılmasıyladır. Bize düşen "Ancak sana ibadet eder ve ancak
senden yardım isteriz." (Fâtiha, 1/5) anlaşmasıyla O'nu istemek, kesin bilgi
ve ihlâs ile O'na sığınmaktır.
Bu aciz kul
da hamd ve tesbih ile O'nun terbiyesinin lütfuna, mülkünün feyzine, ilâhî
yardımına, rahmet ve gufrânına sığınarak hem kendim, hem milletim, din kardeşlerim
hakkında vesveselerden uzak, selîm kalp ve doğru vicdan ile o güzel sonuca
muvaffak kılmasını diler ve on iki seneden beri gece ve günüz Hakk'ın aşkı
ile gözlerinden nokta nokta akan gözyaşı dökerek altmış senelik hayatımın
sayfalarına Allah'ın kelâmının meâl ve tefsirini yazmaya çalışan güçsüz kalemim
bu noktada "Allah bes, bâki heves" (Allah kâfidir, geri kalan hevestir.) diyerek
sonuca imza koymak isterken, Hakk'ın cömertlik sırrını bilmiş olmaktan bir
ân uzak kalmak istemeyen zayıf kalbim de bu yalvarıp yakarma ile söze son
verir:
Geldim likâna
ermek için iş bu menzile
Haşret erenlerinle
beni eyleyip kerem
Bir ân imiş
meâli kitab-ı vücudumun
Ömrüm şu tercemânım
olan satr-ı mürtesem
Levh-ı rızaya
yazdır ilâhi bu satırımı
Her dem nevâyı
hamdini kaydeylesin kalem.
"Sana kavuşmak
için bu menzile geldim.
Kerem eyleyip,
beni eren kullarınla haşret.
Vücudumun
kitabının meâli bir ân imiş.
Ömrüm, şu
tercemânım olan resmedilmiş satır.
İlâhî, bu
satırımı rıza levhasına yazdır.
Her ân kalem,
hamdinin sesini kaydetsin."
"Ey Rabbim!
Bana bir hüküm ihsan et ve beni sâlihler zümresine kat. Ve sonrakilerde bana
bir sadakat dili (zikr-i cemil) tahsis eyle. Ve beni naîm cennetinin vârislerinden
kıl. Ey Rabbimiz! Bizlere eşlerimizden ve zürriyetlerimizden gözler süruru
ihsan buyur ve bizleri muttakilere önder kıl. Ey Rabbimiz! Bizleri ve bizden
önce iman ile geçen kardeşlerimizi affeyle ve iman edenlere karşı kalplerimizde
bir kin tutturma. Ey Rabbimiz! Şüphe yok ki sen şefkatlisin, merhametlisin.
Ey Rabbimiz! Hamd, evvel ve âhir sanadır. Sen Sübhan'sın ey Rab! Senin şanın
ne büyüktür! Bürhânın ne yücedir. Fâtiha senden, sonuç sanadır. Ey Allah'ım!
Muhammed (s.a.v.)'e ve onun yakınlarına salat ve selâm et. Nasıl İbrahim'e
ve onun onun yakınlarına salat ve selâm eyledinse. Sen övülmüşsün, pek yücesin.
Ey Allah'ım! Muhammed (s.a.v.)'i ve onun yakınlarını kutlu eyle, İbrahim ve
onun yakınlarını kutlu eylediğin gibi. Sen övülmüşsün, pek yücesin! Bizi,
kendilerine nimet verdiklerinle, gazab edilmemiş ve sapmamışlarla haşret!
Âmin".