83-MUTAFFİFİN:
Sûresi, Mekke'de
son inen sûredir. Hz. Peygamber (s.a.v) Medine'ye geldiği zaman Medine'lilerin
ölçekleri kötü olduğundan dolayı düzeltilmesi için Medine'de ilk inen sûre
olduğu da rivayet edilmiştir. Medine'ye varmadan önce Mekke ile Medine arasında
indiği de söylenmiştir ki, o da Mekke'de inmiş demektir.
Âyetleri :
İttifakla otuzaltı,
Kelimeleri
: Yüzdoksan dokuz,
Harfleri :
Yediyüzotuzdur.
Fâsılası :
ve  harfleridir.
Meâl-i Şerifi
1- Eksik ölçüp
tartanların vay haline!
2- Onlar insanlardan
kendilerine bir şey aldıkları zaman tam ölçerler.
3- Kendileri
başkalarına bir şey ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksik ölçer ve tartarlar.
4- Onlar tekrar
diriltileceklerini zannetmiyorlar mı?
5- Büyük bir
gün için.
6- Öyle bir
gün ki, insanlar o gün Rabblerinin huzurunda divan duracaklar.
7- Hayır hayır,
kötülerin yazısı muhakkak Siccin'dedir.
8- Bildin
mi sen, Siccin nedir?
9- Yazılmış
bir kitaptır o.
10- Vay haline
yalanlayanların o gün!
11- Onlar
ceza gününü yalanlayanlardır.
12- Onu ancak
sınırı aşan ve günaha düşkün olanlar yalanlar.
13- Ona âyetlerimiz
okunduğu zaman, "eskilerin masalları" der.
14- Hayır
hayır, öyle değil. Aksine onların kazandığı günahlar kalplerinin üzerine pas
olmuştur.
15- Hayır
hayır, doğrusu onlar o gün Rablerini görmekten mahrumdurlar.
16- Sonra
onlar muhakkak cehenneme girecekler.
17- Sonra
da onlara: "İşte bu, yalanlayıp durduğunuz şeydir" denilecek.
18- Hayır
hayır, iyilerin yazısı muhakkak Illiyyîn'dedir.
19- Bildin
mi sen, Illiyyîn nedir?
20- Yazılmış
bir kitaptır o.
21- Allah'a
yaklaştırılmış melekler ona tanık olurlar.
22- Haberiniz
olsun ki, iyiler nimet içindedir.
23- Tahtlar
üzerinde etrafa bakarlar.
24- Yüzlerinde
nimet ve mutluluğun sevincini görürsün.
25- Onlara
damgalı saf bir içki sunulur.
26- Onun sonu
misktir. İşte ona imrensin artık imrenenler.
27- Karışımı
Tesnim'dendir (En üstün cennet şarabındandır).
28- Allah'a
yakın olanların içecekleri bir kaynaktır o.
29- Doğrusu
o suç işleyenler inananlara gülüyorlardı.
30- Onlara
uğradıkları vakit birbirlerine göz kırpıyorlardı.
31- Evlerine
döndükleri zaman zevklenerek dönüyorlardı.
32- Müminleri
gördükleri vakit; "işte bunlar sapıklar" diyorlardı.
33- Oysa onlar
müminler üzerine bekçi olarak gönderilmemişlerdi.
34- İşte bugün
de inananlar kâfirlere gülecek.
35- Koltuklar
üzerinde etrafa bakacaklar.
36- Nasıl,
kâfirler yaptıklarının cezasını buldular mı?
Ölçü ve tartıda
hile yapanların vay haline.
Çoğunlukla
"vay haline" demekle yetindiğimiz "veyl" kelimesi hakkında daha önceki sûrelerde
ve bu arada "Mürselât" Sûresi'nde de söz geçmişti. Bununla beraber bizdeki
"vay" tabiri Araplar'ın "veyh" kelimesi karşılığı olduğundan "veyl"in şiddetini
pek duyurmadığı gibi, özel bir isim olması hakkındaki rivayete bir delaleti
de olmuyor. Bu itibarla "veyl ona" ve "vaveyla" tabirleri dilimizde yaygın
şekilde kullanılmış bulunduğu için burada olduğu gibi meâlde bazan aynen almak
faydalı olacağından başka, 'in de sûrenin bir ismi olması nedeniyle bu iki
kelimenin aynen söylenmesi zorunlu demektir.
VEYL, başlıca
şu mânâlarda tefsir olunmuştur: Şiddetli kötülük, hüzün ve helak, elem verici
azap, cehennemde bir vadi adı.
İmam Ahmed
ve Tirmizî Ebu Saîd'den şöyle rivayet etmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu
ki: "Veyl, cehennemde bir vadidir ki kâfir onun dibine varmadan önce onda
kırk yıl yukardan aşağı düşer."
İbnü Hibban
ve Hakim'in Sahih'lerinde: "Veyl, iki dağ arasında bir vadidir ki, kâfir..."
İbnü Ebi Hatim
de Abdullah'tan; "Cehennem'de irinden bir vadidir." diye rivayet etmiştir.
Ragıb'ın "Müfredat"ında,
Asmeî demiştir ki: Veyl, bir kubuh, yani bir çirkinliktir. Bazan hasret çekme
için de kullanılır. Veyl Cehennem'de bir vadidir diyenler, lügat itibariyle
bu kelimenin mânâsı budur demek istememiş, ancak hakkında yüce Allah'ın "veyl"
buyurduğu kimseler o ateşten bir yere yerleşmeyi hak etmiş, orası da onlar
için sabit olmuştur demek istemişlerdir.
Alûsî der
ki: "Ona "veyl" denilmesi, cehennemin bilinen mânâda kullanılması gibi olduğu
açıktır. Bunun nasıl bir isimlendirme olduğuna bakılsın."
Bizce açık
olan budur ki, cehennemin bildiğimiz mânâda kullanılması tevatür yoluyla şer'i
bir kullanım olmakla beraber bu örf lügatine de girmiştir. Fakat "veyl"in
izah edilen mânâ ile Cehennem'de bir vadi ismi olması şer'î bir isimlendirme
olmakla beraber mütevatir olmadığı gibi lügat yönünden de örf haline gelmeyen
bir mecaz olur. Bu izahtan anlaşılır ki "vay haline" demekle "veyl ona" demeyi
tam olarak Türkçe'ye çevirmiş olamıyoruz. Ancak lügat kaynağına bir dereceye
kadar işaret etmiş oluyoruz.
MUTAFFİFİN,
"Mutaffif" kelimesinin çoğuludur. Bunun, "alırken dolgun, verirken eksik ölçenler"
demek olduğu, önünde açıklayıcı sıfat olarak gelen iki âyet ile anlatılmıştır.
Mutaffif'in tam karşılığı olarak Türkçe'de özel bir kelime bulamadım. Bu nedenle
bunun türeyişinden biraz söz etmek uygun olacaktır:
Mutaffif,
belli ki "tatfif" kökünden ism-i fâildir. Tatfif de ölçeği eksik ölçmektir.
Razî şöyle der:
Bunun türetilişi
hususunda iki görüş vardır.
BİRİNCİSİ,
bir şeyin "taffı, kıyısı ve kenarıdır. Bir kap veya derede bulunan bir şey
derenin kıyısına kadar varıp da tam dolmazsa denir. Buna onun tafâfı, tufâfı
ve tafefi denir. Onun için ölçeği fena ölçüp de tam yapmayana mutaffif denilir
ki, ancak kabın tafâf'ına kadar doldurur demek olur. Fakat "Kâmûs"tan anlaşıldığına
göre; taff, tafef, tafâf ve tufâf bir ölçeği veya kabı tam dolduran şeye veya
dolusu silindikten sonra içinde kalana veya ölçeğin başına denir. Bundan tatfif,
tafâfı eksiltmek, yani eksik ölçü ile vermek veya eksik ölçmektir ki fiilin
yapısı olumsuzluk için olur.
İKİNCİSİ,
pek az bir şeye "tafîf" denilir. Ölçeği eksik ölçene mutaffif denilmesi, ölçekte
veya tartıda biraz bir şey çaldığı içindir.
Demek ki tatfif,
ölçüde veya tartıda biraz bir şey çalmaktır. Bu kelime müteaddî (geçişli)
bir mânâ veya bu işi yapan bunu âdet haline getirmiş olması itibariyle çokluk
ifade etmek için kullanılmıştır. Bu izah şekli âyetteki tefsire daha uygundur.
Zira âyette mutaffifler şöyle nitelenip tanıtılıyor:
2. O kimseler
ki kendilerine ölçtükleri vakit insanların aleyhine olarak tam ölçerler, dolgun
ölçerler.
Burada ifadeden
açıkça görünen "insanlardan ölçtüklerinde" denilmesiydi. Buyrulması, kendi
çıkarlarına olarak insanların zararına haddi aşmak suretiyle ölçtüklerine
işaret içindir. Yani başkalarından satın alma yoluyla veya başka bir sebeple
bir şey alıp da alacaklarını kendileri ölçtükleri zaman insanların aleyhine
olarak bol ölçerler. Dolgun bir şekilde, yani tamam almak isterler ve hatta
basa basa almak için baskı altına alıcı bir şekilde hareket ederler.
3. İnsanlara
ölçtükeri veya tarttıkları vakit ise eksiltirler, eksik ölçek veya tartı ile
ölçerler veya ölçüşte tartışta eksik yapar, onlara ziyan ettirirler.
İşte Veyl'i
hak edişlerinin sebebi, bu şekilde tartma ve ölçmeyi alışkanlık haline getirmiş
olmalarıdır.
Böylece az
bir şeyi çalanlar veyli hak ederse, çok çalanların kaç katlı veyli hak edecekeri
düşünülmeli. Razî şöyle der: Bedevinin biri Abdülmelik b. Mervan'a şöyle demişti:
"Yüce Allah'ın dediğini işittin". Bedevi bununla şunu kastetmişti: Mutaffif,
azıcık bir şey almakla ona büyük bir tehdit yöneltildi. Sen ise çoğu alıyorsun,
müslümanların mallarını ölçüsüz tartısız alıyorsun. O halde, sen kendine ne
yapılacağını zannediyorsun?"
Burada vezn'in
yani tartmanın da söylenmesi, öncekinde yalnız "keyl"in yani ölçmenin zikredilmesinin
tahsis için değil, onun zikriyle yetinilmek kabilinden olduğunu ve bu hilenin
keyl ve vezin dahil her türlü ölçme işinde olabileceğini anlatmak içindir.
Rahmân ve Hadid sûrelerinde de geçtiği üzere göklerin ve yerin ayakta duruşu
bir ölçü ve denge iledir. Bütün hakların ölçeği de terazidir. Onun için bir
yerde hak ve adâletin yerleşmesi için ilk gerekli olan şey ölçünün herkes
için eşit bir şekilde doğru ve dürüst olmasıdır. Bunun doğru olması için iki
temel direk gereklidir. Birisi, ölçünün bizzat kendisinin tam olması, eksik
veya fazla, yanlış alet kullanılmaması, birisi de ölçmenin tam ve doğru olmasıdır.
Ölçmenin doğru olması ise her şeyden evvel hak ve adalet fikriyle ruh doğruluğunun
neticesidir. Ölçüyü, ölçeği ve tartıyı doğrultacak olan da odur. Kalp ve vicdanlarında
insaf ve doğrulukla hak fikir ve imanı beslemeyenler doğru âletle dahi ölçerken
hile yapmaktan kaçınmazlar. İnsanlar başkalarının haklarını da kendi hakları
gibi tutarak düzgün bir ölçüyle ölçme duygusunu taşımadıkça hile yapmaktan
kurtulmazlar. Düşünme ölçüsü bozuk olan kimseler aynı bir olayı kendileri
için düşünürken başka, diğerleri için düşünürken de başka türlü değerlendirirler.
Mesela, kendinin azıcık birşeyi kaybolmasını bir elem saydıkları halde başkasının
az bir şeyi kaybolmasına önem vermez veya bundan bir lezzet duyarlar ki bu
hal ruh ölçeğinde, fikir ölçüsünde bir hiledir. Asıl bu ruh halidir ki insanı
ölçü ve tartıda hileye sevkeder. Bu ruh halini taşıyanlara ne kadar doğru
ölçü ve terazi verilse onlar yine fırsat bulup güçleri yettikçe onu kötüye
kullanmaktan çekinmezler. Bunların hepsi "mutaffifin" ünvanı altına girer
ve "veyl"i hak ederler. Bundan dolayı burada hukukun düzenlenmesi ve iyilik
ve hayrın yerleştirilmesi için önce ölçü ve tartının düzeltilmesi gerektiği
gösterilmek üzere herşeyden önce ölçü ve tartıda bu tür hile yapma alışkanlığının
veyl'i hak ettirdiği haber verilmiş ve bunun asıl sebebinin hak ve ahiret
düşüncesini ihmal ettiren inanç bozukluğu olduğu, düzeltilmesi için de öncelikle
ahirete îman ile sorumluluk duygu ve uyanıklığı duyurulmak üzere buyrulmuştur
ki:
4. Zannetmezler
mi onlar?. O hileyi yapanlar? İman etmiyorlarsa bir zan da mı beslemezler?
Ki hepsi büyük bir gün için yeniden diriltilecekler. Yani ölçü ve tartıda
yapılan böyle bir hilenin sorumluluk ve cezası öyle ağır ve o veyl'in uygulanacağı
gün öyle büyük bir gündür ki insanın, onun kesin olan vukuuna inanıp kesin
inanç taşıması şöyle dursun bir zan beslese bile o hileye cüret etmemesi gerekir.
5. Zannetmezler
mi onlar?. O hileyi yapanlar? İman etmiyorlarsa bir zan da mı beslemezler?
Ki hepsi büyük bir gün için yeniden diriltilecekler. Yani ölçü ve tartıda
yapılan böyle bir hilenin sorumluluk ve cezası öyle ağır ve o veyl'in uygulanacağı
gün öyle büyük bir gündür ki insanın, onun kesin olan vukuuna inanıp kesin
inanç taşıması şöyle dursun bir zan beslese bile o hileye cüret etmemesi gerekir.
6. Yani insanların,
âlemlerin Rabb'inin huzurunda duracakları gün. Ki o gün herkes kabirlerinden
uyanıp kalkarak Allah'ın huzuruna çıkacak, onun huzurunda yargılanmak için
durup haklı haksızdan hakkını alacaktır.
7. Hayır hayır.
Bu, ölçü ve tartıda hileden ve öldükten sonra dirilip huzura çıkmaya inanmama
gafletinden vaz geçirmek, tevbe ettirmek için bir engellemedir. "Hayır hayır,
yapmayın, sakının." demektir.
Bunun sebep
ve hikmeti anlatılmak için de illet gösterme makamında şöyle buyruluyor:
Çünkü kötülerin
yazısı muhakkak ki Siccin'dedir. Yani öyle yaparsanız kötü kişi olursunuz.
Kötüler ise Siccin denilen sicilde kayıtlıdır. Onların yazısı, nüfus kayıtları,
amel defterleri, o huzura çıkma günü kendilerine verilecek hüküm ve ceza belgesi
"Siccin" denilen yerde yazılıdır. Yahut "Siccin'de" diye buyrultuludur.
"Kâmûs"ta
Siccin'in, hapis mânâsından "devamlı", "şiddetli", "kötülerin kitabının konulduğu
yer", "cehennemde bir dere" mânâlarına ve ayrıca "açık ve ortada" ve "dibinin
çevresine çukur kazılmış hurma ağacı" mânâlarına geldiği ve "devamlı şey"
mânâsına "şiddetli vuruş" mânâsına ve "açık açık geldi" mânâsına denildiği
yazılıdır.
Bu "Siccin"
kelimesinin lügat yönüyle asıl mânâsı ve isim veya sıfat olarak türemiş olması
hakkında değişik sözler söylenmiştir. Görünen şekliyle "secn" veya "secc"
kökünden olma ihtimali vardır. Zindan demek olan "sicn" maddesinden zindana
koymak demek olan "secn" mastarından olduğuna göre sikkîn ve siccil gibi fi'îl
kalıbında zindanın mübalağa ismi veya seccân yahut mescûn gibi bir sıfat olabilir.
Sıvamak ve
balçık gibi cıvık ve bulaşık olmak mânâsına secc maddesinden "gıslîn" gibi
"fi'lîn" kalıbında olabilir. Fakat lügatte secc maddesinden böyle bir isim
veya sıfat adı geçmez.
Ebu Hayyan
"Bahr"da şöyle özetlemiştir: Çoğunluğun dediğine göre siccin, secn maddesinden
"fi'îl" kalıbında bir kelimedir. Sikkîn gibi. Yahut hapsedici bir mevkide
demektir. Mübalağa mânâsı ifade eden kalıpta gelmiştir. Bu durumda siccin,
korunmuş yerin sıfatıdır. Mekan olduğu takdirde siccîn kelimesinde büyük görüş
ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Biz onları anlatmıyoruz. Burada açık olan siccin'in
bir kitap olmasıdır. Onun için "mühürlenmiş kitap" ondan bedel yapılmıştır.
İkrime demiştir ki: Siccîn, hüsran ve horlanmadan ibarettir. Bu Araplar'ın
gözden düşen bir kimseye,"filan kimse düşüklüğe erdi" demesine benzer. Bazı
lügatçiler de: "Siccîn"in sonundaki nun "lâm"dan bedeldir. Aslı siccil'dendir
demişlerdir. Bu görüşlerin özeti: Siccin'in nunu ya kelimenin aslındandır,
yahut lâm'dan bedeldir. Nun kelimenin aslından olduğu takdirde türeyişi "sicin"dendir.
Demek ki nunu
zaid olarak "secc" kökünden türetildiği söylenmemiştir. Zemahşerî, Hatim gibi
sıfattan çevrilmiş bir özel isim olduğunu ve marifelik (belirlilik)ten başka
sebeb olmadığı için tenvin aldığını söylemiş ve demiş ki: Yüce Allah, kötülerin
kitabının siccin'de olduğunu haber verdi, Siccin'i de "mühürlü kitap" diye
tefsir etti. Şu halde onların yazısı mühürlü kitaptadır, denilmiş gibi olur.
Bunun mânâsı nedir? dersen, derim ki: Siccin, toplayıcı bir kitaptır. O, kötü
şeylerin yazılıp toplandığı divandır. Yüce Allah onda insan ve cin şeytanlarının,
kâfirlerin ve fasıkların amellerini toplayıp yazdırmıştır. O mühürlü, örtülü,
yazısı açık yahut alametli bir kitaptır ki, her kim görse onda hayır olmadığını
bilir. Dolayısıyla mânâ: "Kötülerin amellerinden yazılanlar, o divanda tesbit
edilmiştir" demek olur. Buna hapsetmek ve sıkıştırmak demek olan "Secin" den
"fi'îl" kalıbında "siccîn" ismi verilmiştir. Çünkü o, cehennemde hapsedilip
sıkıştırılmaya sebeptir. Yahut çünkü o, "yedinci yerin altındadır" diye rivayet
olunduğu gibi İblis ve onun neslinin meskeni olan karanlık ıssız bir mekana
atılmıştır. Horlanmak ve hakir görülmek için ve kovulmuş şeytanlar şahit olsun
diye atılmıştır. Nitekim hayırların yazıldığı divan olan İlliyyun'a da Allah'a
yaklaştırılmış melekler şahit olurlar.
Demek ki
siccin, sâcin yani sıkıştıran, hapseden mânâsına olduğu gibi, mescun yani
sıkıştırılmış ve atılmış mânâsına da olabilir. Zemahşerî'nin "atılmış" diye
ifade ettiği mânânın, secc maddesinden olması da mümkündür.
Burada Şeyh
Abduh şöyle bir tetkikte bulunmuş ve demiştir ki: Siccîn lâfzının lugatte
kullanılışından ve burada iyilerinin yazısının bulunduğu İlliyyun'a karşılık
olarak söylenmesinden anlaşılır ki, illiyyunda yükselme mânâsı bulunduğu gibi
bunda da alçalma mânâsı vardır. Lügatlerden bahseden bazı kitaplarda gördüm
ki vahl, yani balçık, İnyubiyye (eski Habeş) lügatinde, Arapça'da bulunmayan
"çe" harfi ve vavın harekesinin uzatmasıyla "Sençûn= Sençöne" diye isimlendirilir.
Balçıkta alçalma mânâsı bulunduğu ise gizli değildir. Olabilir ki bu lafız,
Yemen Arapları'nın kullandığı kelimelerdendir. Çünkü bunlar Habeş halkı ile
çok karıştığı için, bunlarda eski Habeş lafızları çoktur. Bunu da balçığa
yakın bir mânâda kullanmış olabilirler. O halde, "kötülerin yazısı ondadır,
yani balçığa yakın adi şeyde yazılıdır" denilmek uzak bir mânâ olmaz.
Yahut onların
amelleri, pisliklerinden dolayı onunla yazılmış gibi tasvir ve temsil olunmuştur.
Bu suretle balçığın ve ona yakın şeyin "kitâb-ı merkum" (mühürlü kitap) olmasının
mânâsı da, o ameller onunla yazıldıktan sonra o çirkin mürekkep mühürlü bir
kitap olmuştur demek olur.
Abduh, "kötülerin
amellerinin pisliğini tasvir için "siccin" kelimesinde balçığa yakın adi bir
mânâ bulmak üzere Habeş'in İnyubiyye lügatindeki "sençüne"ye kadar dolaşmak
uzak olmaz" demiş ise de bunun uzak bir zoraki mânâ olduğu açıktır. Gerçi
tefsirciler Kur'ân'da bazan Habeş lügatine uygun düşen lafızlar bulunduğundan
bahsederler. Fakat Abduh, Yemen'de böyle bir kullanımın bulunduğunu nakil
ve tesbit etmemiş, "olabilir" diye bir ihtimal ortaya koyarak pek dolambaçlı
bir fikir yürütmüştür. Siccin lafzının "sençune" ile ilgisi de yakın değildir.
Hem yabancı bir kelime olsaydı özel isim yapılınca tenvin almaması gerekirdi.
Soyut bir ihtimal üzere yürünecek olunca bu zorlanmaya ne gerek vardı. Çünkü
Abduh'un düşündüğü mânâ Arapça olan "secc" maddesinden çıkardı. Siccîn'in,
secc kökünden türetilmiş "fi'lîn" kalıbında bir kelime olmasını düşünmek daha
yakın bir ihtimal olurdu. Maksat günah ve kötülüklerin iğrençliğini anlatarak
ondan tiksindirmek olduğuna göre bu ihtimal gerçi etkili bir mânâ olurdu.
Fakat nakiller bunu nazar-ı itibara almamış ve "Sicin" maddesinden "fi'îl"
kalıbında bir kelime olmasını doğru bulmakla daha ince düşünmüştür.
Netice olarak
Siccin, maddesi itibarıyla bir zindan, veya zindancı veya zindanda hapsedilmiş
mânâlarını ifade eden bir kelime olmakla, kötülerin yazısına zarf yapılmasına
en yakışan mânâda bir "zindan sicili" veya "sicil zindanı" olmasıdır. "Onların
defterleri zindancıdadır" yani, "çok şiddetli bir zindancıya teslim olunur"
mânâsına da gelebilir.
Bunun sade
akıl yoluyla bilinir şeylerden olmadığını anlatan şu tefsir, bir zindancı
sicilinde olması mânâsında açıktır:
8. Sana ne
bildirdi? Yani bildin mi? Akıl yoluyla bilemedin değil mi? Nedir siccin?.
Yahut hayret mânâsı ifade ettiğine göre: "Ne siccin!", "ne yaman siccin!"
9. Rakamlı
ve mühürlü bir kitap.
Bazıları bunun,
siccin'den bedel olduğunu söylemişlerdir. Bu durumda, bununla sorunun cevabı
verilmemiş; "Siccin nedir? Kitab-ı merkum nedir?" gibi soru tekrar edilmiş,
Siccin'in neden ibaret olduğu açıkça tefsir edilmemiş olur. Çünkü bu şekilde
"kitab-ı merkum" siccin'in tamamından bedel olmaktan ziyade, siccinde olduğu
söylenen yazı mânâsına yorumlanarak "bedel-i iştima" olur. Oysa yukarılarda
anlatıldığı üzere Kur'ân'ın üslubunda geçmiş zaman sigası (kipi)yla yani "bildin
mi sen?" denildiği zaman bu sorunun cevabı hep bildirilmiştir. Onun için bunun
bedel değil, "O bir mühürlü kitaptır." şeklinde soruya cevap olarak Siccin'in
tefsiri olması daha doğrudur.
MERKUM, yazılmış
veya rakamlanmış demektir. Rakm ve terkim; yazı yazmak ve yazıya nokta ve
hareke koyarak açıklık getirmek ve işaret koymak mânâlarına gelir. Bu üçüncü
mânâ hepsine esas gibidir. Matematik işareti olan rakam da bundan alınmıştır.
Burada beş
mânâ verilmiştir:
Birincisi;
"beyyinü'l-kitâbe", yani açık, tam ve sağlam yazılı, yanlış ihtimali yok.
İkincisi;
işaretli, yani "gereğince cehenneme" diye buyrultu işareti yazılmış.
Üçüncüsü,
tüccarın kumaşına koyduğu gibi işaretli, kayıtlı.
Dördüncüsü;
mahkeme ve benzeri şeylerin belge ve defterlerinde olduğu gibi mühürlü, damgalı,
ünvanlı ve resmileştirilmiş.
Beşincisi;
kumaşın rakmesi, yani desen ve nakışları gibi çizilmiş ve sabitleştirilmiş
silinmez bir kitap. "İstif edilmiş balçıktan yapılmış ve Rabbinin katında
damgalanmış."(Hud, 11/82, 83) âyetinin ifade ettiği gibi "sırasıyla tertip
edilmiş, rakamına göre icra mevkiine konur, rakamlı bir kitap" mânâsına gelme
ihtimali de vardır.
Bunların hepsi
şu mânâda birleşmiş olur: Şüphe ve kuşkudan uzak, bozma ve yakıştırmadan kurtulmuş,
her görenin anlayacağı şekilde kendilerine verilecek olan kitapları, yazıları
böyle sağlam bir sicilde yazılıdır. Hiç şaşmadan icra edilecektir.
İbnü Cerir
Tefsiri'nde "Siccîn"hakkında iki hadis rivayet edilmiştir. Birisi Ebu Hureyre
hadisidir. Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Felak, cehennemde örtülü bir kuyudur.
Amma Siccin açıktır."
İkinci hadis
Berâ'dan rivayet edilmiştir. Bu hadis, Siccin'in "en aşağıda bulunan yer"
olması hakkındadır. "Cehennem Arz'ın en aşağısındadır." denildiğine göre,
bunlar arasında bir çelişki yok ise de İbnü Cerir Berâ hadisini tercih ederek
siccin'in en aşağıda bulunan yer şeklindeki tefsirini kabul etmiştir. Bu hadisin
meâli şudur: Berâ (r.a)'dan rivayet edilmiştir. Resulullah (s.a.v) günahkârın
nefsinin göğe çıkarılmasını anlatarak buyurdu ki: Onu çıkarırlar. Onunla hangi
melek topluluğuna uğrasalar, melekler: "Bu pis ruh nedir?" derler. Onun dünyada
anıldığı isimlerden en çirkini ile "fülan" derler. Nihayet dünya semasına
varırlar, açılmasını isterler ona açılmaz. Sonra Resulullah (s.a.v): "Onlara
göklerin kapıları elbette açılmaz. Ve deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar
onlar cennete giremezler."(A'râf, 7/40) âyetini okudu. Yüce Allah buyurur
ki: "Onun kitabını arzın en altında yazın. En alt yerde, siccinde."
İbnü Cerir
bundan dolayı Siccin'in en alt yer olduğunu söylemiş ise de bu hadiste "siccin,
en alt yerdir" denilmemiş, "en alt yerdedir" denilmiş. Şu halde en alt yer,
"kitab-ı merkum" diye tanıtılan siccinin kendisi değil, yeridir. Siccin en
aşağı yerin en aşağısındadır. Dolayısıyla hadis ile âyet arasında bir çelişki
yoktur. Zemahşerî de "yedinci kat yerden atılmış" demekle buna işaret etmiştir.
Bazı rivayetlerde en alt yerin altının, İblis'in bulunduğu sınır olduğu haber
verilmiştir. Demek ki kötülerin ruhu ve yazısı oradadır.
10. "O gün
yalanlayanların vay haline". Bu, arada söylenen başlangıç cümlesi, o mühürlü
kitabın etkili hükmünü açıklama bâbında Siccin'in şiddetini, günah ve kötülüğün
esasını, kabirden kalkıp Allah'ın huzuruna gelme gününün dehşetini hatırlatmaktadır.
Bunu bazıları doğrudan doğruya "O gün insanlar âlemlerin Rabbi için kalkacaklar."
âyetine bağlayıp bu aradakileri ara cümlesi saymış ise de "merkum" kelimesine
bağlanması daha üsluplu olur. Yani, "kitap mühürlü ve işaretli olur da ne
olur?" denilirse, "vay haline, o gün yalanlayanların!"
O gün o dirilme
ve kalkma günüdür. Burada "füccâr" yerine "mükezzibin" denilmesi de fücurun
aslında yalanlama ve inkâr demek olduğuna işarettir. O kitabın hükmü de o
gün o yalanlayıcılar hakkında veyl'dir. Vay haline o gün yalan diyenlerin,
bu haberlere inanmayanların, yani
11. O ceza
gününe inanmayıp da açıktan açığa veya dolayısıyla yalanlayanların,
12. oysa o
günü başkası yalanlamaz ancak her bir haddi aşan, (günahkâr, yani hep haddini
aşkın, günaha düşkün) kimseler yalanlar". Şehvetlerine düşkün, keyiflerince
hareket ederek sonunu düşünmeyip Allah'ın ve kullarının haklarına tecavüz
etmeye alışmış olduklarından dolayı cezaya ve ceza gününe inanmak hoşlarına
gitmediği, ona inanmak keyiflerini kaçıracağı için ancak onlar "o ceza gününün
aslı yoktur" derler.
13. Kendisine
karşı âyetlerimiz okunurken, evvelkilerin uydurmaları dedi. Bu şahsın, bazıları
Velid b. Muğire, bazıları da Nadr b. Haris olduğunu söylemişlerdir. (En'âm,
6/25. âyetin tefsirine bkz.)
14. Kendisine
karşı âyetlerimiz okunurken, evvelkilerin uydurmaları dedi. Bu şahsın, bazıları
Velid b. Muğire, bazıları da Nadr b. Haris olduğunu söylemişlerdir. (En'âm,
6/25. âyetin tefsirine bkz.)
15. Hayır
hayır. Bu okunan âyetler evvelkilerin uydurmaları değildir. Fakat, öyle diyenlerin
kazançları, elde edip durdukları ve kâr sandıkları günahlar kalplerinin üzerine
pas bağlamıştır. O kalpler, o günahları alışkanlık haline getire getire, pas
tutmuş aynalar gibi körlenmiş, kararmıştır da artık duymaz ve göstermez olmuşlardır.
İşte onların öyle demelerinin ve yalanlamalarının sebebi budur.
İmam Ahmed,
Tirmizî ve Hakim ikisi de sahih diyerek ve Nesâi, İbnü Mâce, İbnü Hibban ve
daha başkaları Ebu Hureyre'den Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu
rivayet etmişlerdir: "Kul bir günah işlediği vakit kalbinde siyah bir nokta,
bir leke yapar. Eğer tevbe edip vazgeçer, mağfiret dilerse kalbi yine parlar.
Döner tekrar yaparsa, o leke artar, nihayet kalbini ele geçirir. İşte Kur'ân'da
yüce Allah'ın zikrettiği "rân" budur. "Hayır hayır, fakat onların kazandıkları
kalpleri üzerinde pas tutmuştur". (Bakara Sûresindeki "Allah onların kalplerini
mühür basmıştır." (Bakara, 2/7) âyetinin tefsirine bkz.)
RANE, reyn
kökündendir. Reyn ve rüyün, bir şeyin üzerini pas basıp her tarafının paslanmasıdır.
Bundan kalbe günah ve sıkıntı basmak mânâsına da kullanılır olmuştur ki Kur'ân'da
kalp mühürlenmek mânâsına hatm ve tab' tabirleri de kullanılmıştır. Burada
okunurken lâm râ'ya idgam olunmamak için Hafs rivayetinde lâm'da hafif bir
sekte yapılarak okunur ki reyn'in mânâsındaki tutukluğa açık bir işaret olmuş
olur. Hayır hayır. Bu, öyle pas yapan, kalp körleten kazançlardan sakındırma
ifade eder. Sebebi de çünkü onların, o yalanlayanların, o kalkış günü hak
Rab'leriyle muhakkak aralarında bir perde olur, yani örtü ve perde arkasında
kalır, onu görmekten men edilir ve yoksun bırakılırlar. Artık kurtuluş bulmalarına
imkan ve ihtimal kalmaz.
16. Sonra
onlar muhakkak cehennem ateşine yaslanacaklardır.
17. Sonra
denilecektir: Bu, işte o sizin yalan, masal diye yalanlayıp durduğunuz.
18. "Hayır
hayır".
Bu KELLA,
ta yukarıdaki âyetinde geçen kellâ'ya benzer olarak ölçü ve tartıda hile yapmaktan
ve yalanlamaktan bir daha sakındırmak sûretiyle iyilik ve hayra sevketmek
üzere kabirlerden kalkıp Allah'ın huzuruna çıkma gününün diğer bir yüzünü
hatırlatmaktadır. Yani öyle hile yapmayın, o öldükten sonra dirilme ve kalkma
gününü yalanlayan kötülerden olmayın, tevbe edip hayır ve iyilik yapmaya çalışın.
Sebebi çünkü iyilerin, hayır ehli doğruların kitabı muhakkak ki İlliyyin'dedir.
İLLİYYİN,
bu kelime hakkında lügatçilerin ve tefsircilerin sözleri vardır.
Lügatçilerden
Ebu'-feth b. Cinnî şöyle der: Bu kelime, ulüvv kökünden fi'îl kalıbında "illiyy"in
çoğuludur. Aslı illiyyûndur. Zeccac da şöyle der: Bu ismin irabı çoğul irabı
gibidir. Çünkü lafzı çoğul kalıbı üzeredir. Kınnesr'den kınnesrîn gibidir.
Tefsircilere
gelince, tefsirlerde buna yedinci gök denilmiş, göğün üstünde Arş'ın sağ ayağı
denilmiş, Sidre-i münteha denilmiş. Ferra, "yüksekten yükseğe nihayetsiz"
demiş;
Zeccâc da,
"yerlerin en yükseği" demiştir. Bazıları, "yüce Allah'ın ululuk ve yücelikle
donattığı yüce mertebeler", diğer bazıları da, "meleklerin amel defterlerinin
bulunduğu yer" demişlerdir ki, çokları Kur'ân'ın biraz sonra gelecek olan
bu kelime ile ilgili yaptığı tanıtımı görünüşte buna uygun bularak, kötülüklerin
yazıldığı divan olan Siccin'in tam zıddı, Allah'a yaklaştırılmış, meleklerin
şahit oldukları yer olan, hayırlı işlerin yazıldığı divanın ismi olduğunu
söylemişlerdir. Zira bunu tefsir için buyruluyor ki:
19. Bildin
mi sen, İlliyyun nedir? Yahut, "ne illiyyun!", "Ne yaman İlliyyun!"
20. yazılmış,
mühürlenmiş bir kitap. Burada da yukarıdaki gibi düşünülsün. Yani tam ve güzel
yazılmış, yahut Allah tarafından özel işaretle imzalanmış.
21. Öyleki
Ona Allah'a yaklaştırılmış melekler şahit olurlar. Allah ile aralarında perde
olanlar değil, Allah'a yaklaştırılmış olanlar ona şahit olur, onlar görür,
onlar okurlar. Yahut yazılışına, korunuşuna, okunuşuna Allah'a yaklaştırılmış
melekler hazır olur ve mânâsına onlar şahitlik ederler. Ederler de ne olur?
22. Kuşkusuz
iyiler bir nimet içindedirler. Kötülerin Cehennem'e yaslanacakları gün iyiler
nimet içinde bulunacaklar.
23. Divanlar
üzerinde etrafa bakacaklar. Cennet'in diledikleri manzaralarına diledikleri
gibi bakacaklar. Düşmanları olan cehennem ehlinin hallerine de bakacaklardır
ki, bu mânâ sûrenin sonunda ayrıca anlatılacaktır.
24. bakarlarken
o nimetin parıltısını, o nimet ve mutluluk neşesinin parlaklığını yüzlerinde
tanırsın, yani her gören tanır. Neşeli ve mutlu oldukları, iyi kullar oldukları
yüzlerinden belli olur.
25. Onlara
saf bir içecekten içirilir.
RAHİYK, hiç
karışığı olmayan saf şarap, en eskisi, en hoşu da denilmiş ve hepsinin yakın
mânâlar olduğu söylenmiştir. "Kamus" müterciminin ifadesine göre, horoz gözü
gibi berrak olana denir ki buna "bâde-i nâb" yani, "hâlis, duru şarap" denilir,
"Ruhak" da denilir. Burada "neşesi ve lezzeti çok, sersemlik ve baş ağrıtma
özelliği yok, Sâffât Sûresi'nde geçtiği üzere, "Bembeyaz, içenlere lezzet
verir. Onda zararlı bir sonuç da yok."(Sâffat, 37/46-47) diye nitelenen "beyaz
şarap" şeklinde tefsir edilmiştir. Nitekim Mukâtil, "beyaz şarap" demekle
buna işaret etmiştir. Muhammed Sûresi'nde "Takva sahiplerine vaad edilen cennetin
durumu şudur: Orada bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar,
içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar, sâfi süzme baldan ırmaklar vardır."(Muhammed,
47/15) âyetinde nitelenen dört tür cennet ırmağından biri de içenlere sırf
lezzet olan şarap ırmakları olduğu anlatılırken bunlardan muradın, neşe ve
lezzetin mükemmelliğini anlatmak için temsili bir ifade olduğu da baştaki
tabiri ile anlatılmış idi. Onun için bu gibi yerlerde o mânâdan gâfil olmamak
gerekir. (Buna dair İnsan Sûresi'nde "Kuşkusuz iyiler, dolgun bir kadehten
içerler."(İnsan, 76/5) âyetinin tefsirinde söz geçmişti. Oraya bkz.)
Hatîb, tefsirinde
şöyle der: Burada "rahîk", "İçenlere lezzet veren şaraptan nehirler." (Muhammed,
47/15) buyrulan şarap ırmaklarından başka özel bir şarap olduğu için şöyle
niteleniyor: ki mühürlü, ancak içecek olanların yanında açılır. Kapları miskten
mühürle kapanmış, gayet temiz ve nefis.
26. Diğer
bir mânâ ile, içiminde bir sona erişi güzel bir nihayet olan bir şarap ki
sonu misk; bitimi, kesimi misk; içildiği zaman sonu bir misk kokar. İçilirken
tat alma lezzetinin mükemmelliğini gidermemek için misk kokusu içimin sonunda
duyulmaya başlar. Bu hal hem o kokunun, hem de o içkinin hoş niteliklerinden
birini teşkil eder. İçildiği zaman sonsuz sefasından dolayı gerek içenlerde
ve gerek bulunduğu kapta bir keder, bir tortu bırakmaz, yalnız bir misk kokusu
bırakır.
Bir de "hıtâm,"
"hâtem" gibi mühür mânâsına geldiğinden "onun hıtâmı misktir" demek, mührü
misktir demek olabilir. Kırâetlerin bazısında ve okunması da bu mânâyı destekler.
Bununla beraber bir şeyin mührü onun sonu, nihayeti demek olduğundan kabına
ve içimine göre yine zikredilen iki mânâ geçerlidir. Bu durumda da misk kokusu
ondan ayrılmayan şeylerden olup, daha çok sonunda ortaya çıkar demek olur.
Kesimi ve sonunun böyle misk olması nihayetinde bir vuslat neşesinin bulunacağını
da koklatmış olur ki yüzlerde parıldayan o nimet parlaklığı bu neşenin bir
görüntüsüdür. İşte iyilere böyle sonu misk olan özel bir şarap sunulur.
İşte ancak
onda. Bu cümle, o saf şarabın nitelikleri arasında geçen bir ara cümlesidir.
Bundan sonraki niteliklerini açıklamaya geçmeden önce, tam bu misk kokusunun
duyulduğu anda ona imrendirecek süratle bu konuda yarışa teşvik için araya
sokulmuştur. "o", işaret ismi nimeti veya saf şarabı gösterebilirse de şarabın
nitelikleri arasında söylendiği için şarabı göstermesi nazma daha uygun; şarabın
sonuna işaret olması ise hem nazım hem mânâca daha uygundur. Zira saf şarabın
kemalini gösteren sonu, metinde en son zikredilmiş olmakla beraber gerçekleşme
hususu uzak olduğu için 'nin mânâsına daha uygun düşmektedir. Bu zarfın fiilden
önce getirilmesi ise "ancak onda.." mânâsını ifade etmek içindir. Yani dünya
şaraplarında, lezzetlerinde değil, o gün iyilere sunulacak olan bu sonu misk
kokulu saf şarapta, özellikle bu misk olan sonu elde etme hususunda yarışsın,
imrenme yarısına girsin. Şimdi birbirleriyle yarışanlar. Bu dünyada nefis
şeyler elde etme yarışı yapıp imrenecek olanlar. Çünkü bu misk olan sonuç,
bu sonsuz neşe öyle enfes, öyle yüksektir ki asıl yarışı yapılacak şey odur.
MÜNAFESE,
başkasında görülen bir olgunluğa imrenip ona yetişmek veya daha ileri gitmek
için nefislerin güzel şeylerde yarışması duygusudur ki nefsin şerefinden ve
gayesinin yüceliğinden kaynaklanır. Haset ile arasındaki fark açıktır. Haset
eden olgunluk ve kemale düşmandır. Haset ettiği kimsenin zarar görmesinden,
nimetinin yok olmasından memnun kalır. Burada sözü edilen yarışcı ise olgunluğa
aşıktır. O, karşısındakinin aşağı düşmesini değil, kendisinin daha ileri gitmesini
ister. Bunda yarışma ve müsabaka ise, "çalışanlar bunun için çalışsınlar."(Sâffat,
37/61) emri gereğince iyi işte yarış ile olur.
27. Bunun
karışımı da Tesnim'dendir. O saf şarap içileceği zaman, içine Tesnim'den de
katılır. Bununla karıştırılan o şarap sadesinden daha nefis olur. Çünkü Tesnim
daha yüksektir.
TESNİM, esasen
hörgüçleyerek yukarı çıkartmak, yükseltmek mânâsına mastar olup yükseklik
mânâsıyla cennet çeşmelerinden bir çeşmenin ismidir. İbnü Abbas'tan rivayet
edildiğine göre cennet içkilerinin en yükseğidir. Kelbi'den rivayet edildiğine
göre cennettekilere üst taraflarından gelir. Denilmiştir kî: Havada yükseltilmiş
olarak akıp kaplarına yeteri kadar dökülür. Onu yüksek olanlar içer, içenleri
yükseltir.
28. Nitekim
şöyle tefsir ediliyor: Bir pınar, bir çeşme ki o Tesnim Allah'a yaklaştırılmış
olanlar onunla içer yani aynen içerler, sade o Tesmini içer, içme işlerini
onunla yaparlar. Allah'a yaklaştırılmış kulların derecesinde olmayan diğer
iyi kullara, amel defterleri sağlarından verilen diğer kullara ise karıştırılarak
sunulur.
Buradaki
'ya birkaç şekilde mânâ verilmiş ise de İbnü Abbas Hazretleri demiştir ki:
Cennettekilerin içtiği içkilerin en şereflisi ve en güzeli Tesnim'dir. Çünkü
Allah'a yaklaştırılmış kullar onu katıksız olarak içerler. Kitapları sağlarından
verilen iyi kullara ise içecekleri karıştırılarak sunulur.
Demek ki
"karışımı Tesnim'dendir" âyeti kitapları sağ taraflarından verilen ebrâr (iyi,
itaatli kullar) hakkındadır. Bu âyeti de onlardan daha yüksek olan mukarrebûn
(Allah'a yaklaştırılmış kullar) hakkındadır. Âyetin bir yükselme ifade eden
akışından da Tesnim'in o mühürlü saf şaraptan daha üstün ve güzel olduğu anlaşılır.
Zira Vâkıa Sûresi'nde mükellefler (yükümlü kullar) üç sınıfa ayrılmış, "İmanda
en ileri geçenler de ileridedirler. İşte onlar Allah'a yaklaştırılmış olanlardır."
(Vâkıa, 56/10-11) buyrulmuş olduğundan mukarrebun, Hakk'ın huzurunda bütün
mertebelerin ilersinde bulunan birincilerdir. Yukarıdaki "Ona Allah'a yaklaştırılmış
olanlar şahit olur." âyetinden ve "İyi kulların yaptığı iyilikler, Allah'a
yaklaştırılmış kulların yaptığı kötülüklerdir." meşhur sözünden de anlaşıldığı
üzere ebrar (iyi kullar), mukarrebûnun daha altında olarak Vâkıa Sûresi'nde
anlatılan "kitapları sağından verilenler" demek olur. Onun için "Karışımı
Tesnim'dendir." bunların içtiği karışık şarabı; da sırf Tesnim'in, mukarreb
kulların şarabı olduğunu ifade etmiş olur. O nedenle buna şu mânâları vermişlerdir:
Sırf Tesnim'i Allah'a yaklaştırılmış kullar içer. Bu, onların şarabıdır. Yahut
onlar Tesnim ile kanar, onunla lezzet alırlar. Yahut "bâ" "mîn" mânâsına olarak
"ondan içerler, onunla karıştırarak o saf şarabı içerler" mânâsına olmak daha
açık gibi görünürse de bu durumda mukarrebûn ile ebrârın dereceleri ayırt
edilmemiş ve Tesnim'in niçin mukarreb kulların şarabı olduğu açıklığa kavuşmamış
olur. Yahut onun karışık olarak içilmesi daha mukarreblere özel olduğu, bu
surette de en önde olan mukarrebler derecesine varmıyan ebrar ondan içemeyecekleri
gibi, mukarreblerin de saf olarak değil, karışık olarak içebilecekleri söylenmiş
olur. Arada geçen ve yarışmayı emreden "yarışanlar ancak onda yarışsın" cümlesiyle
bunun bir münasebeti varsa da, "Bahr"de yazıldığı üzere İbnü Abbas gibi İbnü
Mesud'dan, Hasen'den, Ebu Sâlih'den dahi "Mukarrebler onu sade olarak içer
ve ebrara karıştırılarak sunulur." diye rivayet edilen mânâ daha uygundur.
Çoğunluğun görüşüne göre ebrar, kitapları sağlarından verilenler; mukarrebûn
ise, sabikun yani en önde olanlardır. Bununla beraber bazıları, "Bu âyette
ebrar ile mukarrebun bir mânâyadır. Cennette nimet içinde yüzecek olanlara
böyle denilmiştir." demişler ise de, burada da ebrar ile mukarrabun arasında
fark göremeyenler âyetin zevkine erememişler demektir.
Razî, burada
İbnü Abbas'ın görüşünü naklettikten sonra şöyle demiştir:
Bana göre
bu, nehirlerin fazilette farklı olduğunu gösterir. Demek ki Tesnim, cennet
nehirlerinin en üstünü; mukarrebun da cennettekilerin en üstünüdür. Ruhânî
cennette Tesnim, Allah'ı tanıma ve onun yüce zatına bakma lezzetidir. Rahiyk
de varlıklar âlemini tetkik edip düşünmekle sevinip neşelenmektir. Mukarrebun
Tesnim'den başkasını içmezler, yani ancak Allah'ın zatına bakıp düşünmekle
meşgul olurlar. Kitapları sağlarından verilenlerin içkileri ise karışık olur.
Bakışları bazan Allah'a, bazan onun yaratıklarına olur.
Alış-verişte
hile yapmaktan yasaklama ve öldükten sonra dirilme ve ceza gününe iman etmeye
davet akışı içinde suçlu olan kötüler ve Allah'la aralarında perde olanlar
ile itaat ve ihsan ehli olan ebrar ve mukarrebinin, ahirette birinin Siccin'de,
birinin İlliyin'de olan yazgılarını amellerine göre tartıp anlattıktan sonra
bunların dünya ve ahirette birbirlerine karşı olan bazı hallerini de anlatmak
üzere buyruluyor ki:
29. Gerçekte
o suç işleyenler, yani o haddi aşmış olan günahkâr yalancılar İman edenlere
gülüyorlardı...
Mekke'de Ebu
Cehil, Velid b. Muğire, As b. Vail ve benzeri Kureyş müşrikleri, Ammâr, Süheyb,
Habbâb ve Bilal gibi fakir müminlerle alay ediyorlardı. Âyetin iniş sebebinin
bu olduğu rivayet edilmiştir. Abduh bunu şöyle ifade eder: Yüce Allah bu âleme
Hz. Muhammed (s.a.v)'i Peygamber olarak göndermek suretiyle rahmet buyurduğu
zaman kavmin ileri gelenleri ve tanınmış şahsiyetleri sapıklık içinde ve kaba
kuvvet görüşünde idi. Hak daveti gizli idi. Ona ancak Hz. Peygamber (s.a.v)'in
sesi yükseliyordu. Sonra da nefsanî arzuları kalplerinde olan, hak yolunu
silmemiş bulunan ve ona "Lebbeyk" deyip davetini kabul eden zayıflardan bazıları
da onu fısıldıyor, ümit ettiklerine gizlice söylüyor ve korktuklarına bağıramıyordu.
Bilindiği gibi kendisini güçlü ve kalabalık olmakla kuvvetli ve yüce sayanlar,
kendi huy ve mizaçlarına uymayan ve kuvvet ve sayıca kendisinden zayıf olduğu
halde onu tanımadığı bir şeye davet eden kimselere gülerler. İşte Ebu Cehil,
Velid b. Muğire, As b. Vail ve benzeri Kureyşlilerin hali de böyle idi. Bid'atin
yaygınlaştığı, fırkaların çoğaldığı ve batıl yollar içinde hakkın gizli kaldığı
ve dinin mânâsı bilinmez olduğu ve ibarelerinden, üsluplarından ruhu atılıp
içe uygun düşmeyen dışlar ve gönülden izlenip takip edilmeyen hareketler,
usül ve âdetler bırakıldığı ve şehvetler hakimiyeti ele geçirip insanlarda
yiyip içmek, zinet ve lüks, mevki ve lakaplarla ilgili şeylerin dışında amele
sevk ve teşvik edecek rağbet kalmadığı, gayret ve çabalar yalancı şereflere
takıldığı ve herkesin yapmadığı şeylerle övülmekten hoşlandığı ve kendilerinde
eksiklik olan kimseler bu eksikliklerini olgun kişilerin değerini düşürmek
suretiyle tamamlamak istedikleri zamanlarda da hep böyle olur. Hak sesi dinlemez,
Hakk'a çağıranlarla alay eder ve küçümserler. Bu âyet-i kerimenin nassı da
kendilerine uygun olur.
30. Ve onlara
uğradıklarında müminler o günahkârların veya o günahkârlar müminlerin yanlarından
geçtiklerinde günahkârlar birbirlerine gamzeleriyle, göz uçlarıyla işaret
ederlerdi.
31. Ve günahkârlar,
bulundukları yerlerden evlerine ailelerine döndükleri zaman da zevklenerek,
müminlere yaptıklarını birbirlerine söyleyip eğlenerek gülüşe gülüşe giderlerdi.
FEKİHİN, mizahlı
söz, latife mânâsına gelen "fükâhe"den türemiş olup "fekih" kelimesinin çoğuludur.
32. Ve müminleri
(uzaktan, yakından herhangi bir yerde) gördüklerinde de o günahkâr suçlular
derlerdi: cidden bunlar ki bunlarla maksatları yalnız gördükleri değil genellikle
bütün müminlerdir. Kuşkusuz sapıklık içindeler, yolunu kaybetmiş şaşkın sapıklar,
yani göz önünde hazır dünya nimetine, dünya zevkine bakmıyorlar da aslı var
mı, yok mu belli olmayan ahiret sevabına inanarak akılsızlık ediyor, yanlış
yola gidiyorlar diye bütün müminlerin şaşkın ve sapık olduğuna hükmediyorlardı
ve bunu vurgulu ifadelerle kuvvetli kuvvetli söylüyorlardı.
33. Oysa böyle
diyen günahkâr suçlular o müminlerin üzerlerine Allah tarafından muhafız gönderilmemişlerdir.
Kendileri sonunu düşünmeyerek günah içinde yuvarlanırken onlara acıyorlarmış
gibi doğru veya sapık yolda olduklarına hakemlik ve tanıklık etmeye hakları
yoktu.
34. Bugün
de, yani o kâfirlerin inanmadıkları bu öldükten sonra dirilme, kalkış ve ceza
günü de iman edenler kâfirlere gülecekler.
35. O müminler
divanlar üzerinde bakacaklar, (o kâfirlerin, o kibir ve gururdan , o zevk
ve eğlenceden sonra cezalarını çekmek üzere cehenneme girdiklerini İlliyyun
sandalyelerinden, cennet koltuklarından seyrederek) gülecekler,
36. Nasıl?
Kâfirlere ettiklerinin karşılığı verildi mi? Evet, hep ettiklerini buldular,
cezalarını çektiler. Müminlerin o gün kâfirlere gülmesi, kâfirlerin önce onlara
gülmelerinin karşılığıdır.
TESVİB ve
İSABE, sevap vermek demektir. Sevap da aslında "ceza" gibi, hayır veya şer
herhangi bir şeyin karşılığıdır. Daha sonra sevap, daha çok hayırda kullanılır
olmuştur. Nitekim dilimizde "ceza" da, yaygın olarak şerde kullanılmaktadır.
Burada tesvib, cezalandırmak mânâsınadır. Soru da, sorulan şeyin gerçekleştiğini
ifade için sorulan bir sorudur. Bunun sevab kelimesinin kullanılarak sorulması,
kâfirlerin alay ederek gülmelerine karşı bir alay ifade etmek üzere "Onları
elem verici bir azapla müjdele."(Âl-i İmran, 3/21) kabilinden de olur.