92-LEYL:
"geceye
yemin olsun".
Bu
sûrenin başındaki yeminler, önceki sûredeki yeminlerin bir özeti olmakla beraber,
sıralanmaları itibarıyla ayrıca dikkate değerdir. Orada nurdan karanlığa geçerek,
yok olma ve soyulup çıkarılma âleminden Allah'ı ve nefsi tanımaya giden yol
gösterilmiş ve bedenin karanlıklarında kalanlara sonunda hüsran ve zarar ile
Semud kıssası anlatılmış idi. Burada ise yokluk karanlıklarından var olup
görünme nuruna doğru açılmak, temizlenmek ve gelişmek suretiyle beka billah
(Allah'ta baki kalmağ)'a doğru gidilecek ve sonunda rızaya erilecektir. O
sûre bir korkutma ile son bulmuştu. Bu, korkutma ile başlayıp müjdeye doğru
gidecektir. Önceki sûre yok olma ve ceza hatırlatmasıyla son bulduğu için
bu sûreye geceye yemin ile başlanıp gündüzün ortaya çıkışına, yaratılışın
erkek ve dişi ile gelişmesine ve çalışmaların farklılığına geçilmesinde "Onun
sonucundan korkmaz."(Şems, 91/15) hatırlatmasının bir yönünü de açıklığa kavuşturmak
vardır. Bir toplumun hatta bütün âlemin helak ve yok olmasıyla yaratıcıya
bir eksiklik, bir ziyan gelmez. Onun kudretine bir duraklama arız olmaz. O,
geceyi gündüz yapar ve dilediği gibi erkeği dişiyi yine yaratarak yaratılışa
bir gelişme verir. Bu münasebetle karanlıktan ışığa, korkutmadan müjdelemeye
doğru gidilmek ve müjde yolu gösterilmek üzere önce geceye yemin edilmiştir
ki, dışımızdaki ve içimizdeki karanlıklara işarettir. Onun için geceye yapılan
yemin şu kayıtla kayıtlanmıştır:
Bürürken
veya bürüyeceği zaman, yani karanlığıyla Güneşi veya gündüzü veya örtebileceği
her şeyi ile ufukları ve hatta gam ve sıkıntıyı, "Sizleri geceleri ölü gibi
uyutan odur."(En'am, 6/60) buyrulduğu üzere ölüm mânâsında olan uyku ve gafleti
ile gözleri ve gönülleri, bütün şuur ve nefisleri sarıp bürüyor, kaplıyor
olduğu şu ana veya kaplayacağı geleceğe; kısacası şu anda ve gelecekte insanı
ayrılıktan birleştirmeye, çokluktan yalnızlığa, görünen âlemden yokluğa götürmek
üzere hücum ettiği veya edeceği koyu şiddetli zamana ki, tamamen istila etmiş
bulunursa "fenâ-i küll" (tam yokluk) içinde gömülüp gitme hasıl olur.
Bu yeminle
önceki sûredeki "Onu bürüdüğü zaman geceye."(Şems, 91/3) âyetine işaret edilmiş
olmakla beraber mef'ul (tümlec)ün zikredilmesinde daha çok bir genelleme ve
açıklamayıp müphem bırakmak suretiyle bir korkuya düşürme vardır. Dolayısıyla
"leyl" kelimesinin başında bulunan lâm'ı cins mânâsına alarak gece cinsinin
böyle bir anına veya bu lâmı ahit mânâsına alarak, hakiki ve mecazi bütün
mânâsıyla en dehşetli gecelerin böyle bir saldırı anına işaret olabilir. vuku
bulma mânâsı ifade etmek ve muzari fiil, "şimdiki" ve "gelecek zaman" mânâsına
gelme ihtimalini taşımış olmak itibariyle bunun şu anda veya gelecekte gerçekleşeceğine
de dikkat çekilmiştir. Bu izah şekli ile bunda Semud'un helak olma sırası
gibi bir beldenin veya bir kavmin battığı, batacağı sırada saran öfke ve elem
eserlerini halin hikayesi şeklinde bir hatırlatma ve genel olarak uyku ve
gaflet veya şiddet ve sıkıntı ve özellikle Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamber
olarak gönderildiği sıralarda dünyayı sarmış bulunan cahiliye devri haline
ve geleceğe ait olmak üzere de can çekişme haline veya kıyamet koparken olacak
korkunç hallere işaret dahi vardır. Bu kayıt gösteriyor ki gece ile olaylar
ve olması mümkün olan şeylere, aslolan asıl yokluğa değil, bilhassa sonradan
arız olan veya olacak olan fanilik halinde geçici yokluk karanlığına yemin
olunarak her şeyden önce onun gerçekleşeceğine dikkat nazarları çekilmiştir
ki bu an eşyada "Yeryüzündekilerin hepsi fanidir. Celal ve ikram sahibi Rabbinin
zatı bakidir."(Rahmân, 55/26-27) ve "Onun zatından başka her şey yok olucudur."(Kasas,
28/88) âyetlerinin okunduğu andır. Bunu okuyanlar fanilik hükmünden geçip
bakilik yönüne giderler. Onlara o fanilik anından vahdet nuru ile bakilik
âlemi tecelli eder. Bu şekilde karanlıktan nura götürülmek üzere buyuruluyor
ki:
2. Ortaya
çıktığı vakit gündüze yemin olsun. Önceki sûrede gündüzün, güneşi ortaya çıkardığı
vakte yemin edilmişti. Bunda ise gündüzün kendi ortaya çıkışına yemin edimiştir.
Bunda hak güneşinin vahdetle aydınlanıp İslâm'ın ortaya çıkışına işaret vadır.
"bürür" ve "ortaya çıkar" fiillerindeki zamirler görünüşte biri gecenin biri
gündüzün yerini tutmakla beraber gerçekte ikisi de yüce Allah'ın yerini tutan
zamirlerdir. Örtmek de ortaya çıkmak da ona aittir. Bundan dolayı yemin yüce
Allah'a döndürülerek buyuruluyor ki:
3. Ve
erkeği, dişiyi yaratan o büyük kudret sahibi yaratıcıya, yahut "mâ"nın mastar
"mâ"sı olmasına göre, onun erkeği ve dişiyi yaratmasına yemin olsun.
Bunda
ortaya çıkışın tekten çoğa doğru akışına, önceki sûrede düzgün hale getirildiği
belirtilen nefsin erkek ve dişi türlerine ayrıldığına, bu hitapların ikisini
de kapsadığına, yokları var eden ve çoklukları birleştirerek bir nizama ve
düzene koyan yaratıcının birliğine ve hayatta aktivite ve kabiliyetle birleşip
bir araya gelme düzeninin önemine dikat çekme vardır. Bundan dolayı çalışma
ve amelde farklılıktan sakındırarak birlik ve düzene teşvik için yeminin cevabında
buyuruluyor ki:
4.
Sizin çalışmanız birbirinden farklıdır. Yani çalışmalarınız birbirini tutmaz
şekilde dağınık, ayrı ve düzensizdir. Oysa hayat ve kurtuluş, birlik nizamı
içinde yardımlaşma ve birleşmeye bağlıdır. Nitekim "Hepiniz toptan Allah'ın
ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın." (Âl-i İmran, 3/103) buyurulmuştur.
Yahut çalışmalarınız çok farklıdır. Kimi iyi çalışır kimi kötü, kimi yüksek
kimi aşağı, kimi imanlı kimi imansız.
ŞETTÂ,
"şetit" kelimesinin çoğulu olup ayrı ayrı, dağınık, perakende ve perişan mânâsınadır.
Tefsirciler burada bunu hükümleri değişik, birbirinden uzak, kimi iman, itaat
ve iyilikler gibi hayır ve hidayet; kimi küfür, isyan ve kötülükler gibi şer
ve sapıklıktır meâlinde tefsir etmişlerdir. Çünkü gayeleri, hükümleri farklı
olan çalışmaların neticesi ayrılık ve dağınıklıktır. Hayra koşan şerre koşandan
elbette ayrılır. Bu durumda mânâ "Mümin olan fasık olan gibi olur mu? Bunlar
eşit olmazlar."(Secde, 32/18); "Yoksa kötülükleri işleyip duranlar, kendilerini,
inanıp iyi amel işleyenler gibi mi yapacağımızı sandılar? Hayat ve ölümleri
onlarla bir olacak öyle mi? Ne kötü hüküm veriyorlar."(Câsiye, 45/21) âyetlerinin
mânâsına döner.
"İhtilaf
edip duracaklar. Ancak Rabb'inin merhamet ettikleri hariç. Onun içindir ki
Allah onları yarattı."(Hud, 11/118-119) âyetlerinin mânâsına göre ayrılma
ve birleşme şeklinde düşünmek de mümkündür. Bununla beraber asıl maksadın,
cahiliyye devrinde olduğu gibi dağınıklık ve ayrılığın kendisinden sakındırmak
ve gönüllerde tevhid fikri ile amellerde bir düzene ve intizama sevkedilmek
olması daha açıktır. Zira çalışmada dağınıklık ve perişanlık, bir diğerinin
çalışmasını bozması itibarıyla aslında çalışmamaktan daha fena olan boşuna
bir yorgunluk ve sakınılması gereken bir kötülüktür.
Bunun
kaynağı da nefislerde farklı gayelere koşan heves ve arzuların değişikliğiyle
gönüllerin küfür, şirk ve günah buhranları içindeki perişanlığıdır. Allah'ın
birliğine hakkıyla iman edememekten ileri gelen bu durum ise bireyin de, toplumun
da perişanlığıdır. Nitekim bu mânâ Hacc Sûresi'nde "Kim Allah'a ortak koşarsa
onun durumu, yüksekten düşüp de kendisini kuşun didiklediği veya rüzgarın
uzak bir yere sürüklediği kimsenin durumu gibidir."(Hacc, 22/31) ve İbrahim
Sûresi'ndeki "Rabblerini inkâr edenlerin misali şöyledir. İşledikleri amelleri
bir küle benzer. Fırtınalı bir günde rüzgar onu şiddetle savurmaktadır. Kazandıklarından
hiçbir şey ellerine geçmez. O uzak sapıklık işte budur." (İbrahim, 14/18)
âyetleriyle açıklığa kavuşturulmuştur.
Bir
sonraki âyette gelecek olan beyan, dağınıklığın açıklanmasıdır denilmiş ise
de söylediğimiz gibi "Hepiniz toptan Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp
ayrılmayın."(Âl-i İmran, 3/103) mânâsı üzerine zıddını yapmayı teşvik ederek
dağınıklıktan sakındırmak için hükümlerini açıklamak olması bizce daha uygundur.
5. Fakat
her kim vermiş. Malının hakkı olan vergisini vermiş, "Kendilerine verdiğimiz
rızıktan harcarlar."(Bakara, 2/3) ve benzeri infak âyetlerinde beyan olunduğu
ve az önce Beled Sûresi'nde geçtiği gibi hayır yoluna çıkan sarp yokuşu aşmak
üzere köle azat etmek, darlık gününde yoksullara yedirmek ve müslümanları
düşmanlara karşı savunmak ve desteklemek gibi hayır yollarına sarf edip harcamış
ve korunmuş, takva yolunu tutmuş, Allah'tan korkup itaat yolunu tutarak kendini
dağınıklıktan, fenalıktan, yasaklanmış şeylerden sakındırmış. "Ufak tefek
kusurlar dışında, büyük günahlardan ve fuhşiyattan sakınanlar." (Necm, 53/32)
vasfını elde ederek müttaki olmuş, Allah'ın korumasına girmiş
6. ve
en güzeli tasdik etmiş ise. Hakikatte bir güzellik ve güzellerin en güzeli
bulunduğuna inanmış, iyiyi kötüyü, fazileti rezilliği fark etmiş, iyilik güzellik
yaptıkça güzelliklerin en güzele doğru gittikçe artacağına, iyilik yapanlara
ilerisinin daha iyi olacağına inanmış, inanarak ihsanda bulunanlar hakkında
iyimser olarak çalışmış. "İyi iş yapanlara daha güzeli, bir de daha fazlası
var. Yüzlerine ne bir leke bulaşır, ne bir zillet. Cennet ehli işte bunlardır.
Orada sonsuza kadar kalacaklardır."(Yunus, 10/26), "Kim çalışır bir güzellik
kazanırsa ona daha fazla bir güzellik veririz."(Şura, 42/23), "Güzellik edenleri
de daha güzeliyle mükafatlandıracaktır."(Necm, 53/31), "Allah güzel amel işleyenlerin
ecrini zayi etmez." (Tevbe, 9/120), "İyilik edenlerin ecrini daha da artıracağız."
(Bakara, 2/58) ve "elbette kendilerine yaptıklarının daha güzelini veririz."
(Ankebut, 29/7) gibi âyetlerle vaad ve beyan olunduğu üzere ihsan eden, Allah'ı
görüyor gibi sadakat ve samimiyetle güzellik yapanlara yaptıkları iyi işlerin
ilerde artırılarak daha güzeliyle karşılığı, daha fazlasıyla ecir ve mükafatı
verileceğini, sonunda en güzel akıbete, güzel bir son ile sonraki hayatta
cennet ve cemale erdirileceğini, kısaca ihsan ve takva sahipleri hakkında
dünyanın sonu ahiretin daha güzel olacağını tasdik etmiş, bu vaadin, bu en
güzel hasletin, bu en güzel kelimenin, bu daha güzel mükâfatın bu en güzel
sonun doğruluğuna inanmış, bunu kendisine inanç ve huy edinmiş ise...
HÜSNÂ,
bilindiği gibi daha önce geçtiği üzere "ahsen" üstünlük sıfatının müennesi,
"daha güzel" veya "en güzel" mânâsına sıfat olduğu halde, niteliği isim zikredilmemiş
ve böylece isim olarak kullanılmıştır. Burada "haslet-i hüsna" en güzel haslet;
iman ve ihsan hasleti, veya "Kelime-i hüsna", en güzel kelime: Kelime-i tevhid,
yahut bir hakkı gösteren kelime, ahsen-i kavil yani en güzel söz olan tevhid
kelimesi, Kur'ân; hüsnâ (en güzel) âyetleri öncelikle dahil olur. Veya -Millet-i
hüsna: en güzel din ve millet, islam milleti, veya Mesube-i hüsna: daha güzel
karşılık, yahut en güzel sevap ve mükafat, cennet diye birkaç şekilde tefsir
edilmiştir. Hepsinin mânâsı bir demek ise de âyetlerin akışına göre en açık
ve en faydalı olan mânâ, ihsan eden, Allah için güzellik yapan ihsan sahiplerine
ilerde daha güzeliyle karşılık, sonunda en güzel sevap ve mükafat kavramıyla
mesube-i hüsna (cennet) veya akıbet-i hüsna (en güzel son) mânâsı veya bunu
vaad eden hüsna âyetleridir. En güzeli tasdik etmek, hüsna âyetlerinin mânâsı
üzere ihsana daha güzeli ve fazlasıyla veya en güzel sevap ve akıbet ile mükafat
olunacağına iman ve imanını fiilen sadakat ile isbat mânâsına düşünmek amelî
bakımdan daha faydalıdır.
Malından
vermek ve takvalı olmak gibi ihsana karşılık en güzeli tasdik eden, onun doğruluğuna
inanarak sadakat gösteren kimse kuşkusuz gücü yettiği kadar hilesiz hurdasız
ihsan yapmağa ve o en güzeli gerçekleştirmeye çalışır. Böyle kimse, dünyanın
sonu önünden, ahiretin dünyadan daha güzel olacağı imanıyla iyimser olur.
Fakat herkes hakkında ve mutlak olarak değil, ihsan şartıyla ihsan sahipleri
hakkında iyimser olur. Fazileti rezilliği, iyiyi kötüyü birbirinden ayırır.
Faziletin önü zor, acı olsa da sonu pek güzel, mutluluk olduğuna; rezilliğin
önü rahat ve lezzet olsa da sonu pek kötü, mutsuzluk olduğuna inanarak fazilet
yolunda mal ve bedeniyle çalışıp zorlukları aşmaktan; rezilliklerin lezzetini
elem bilip sebeplerinden korunmaktan hoşlanır. İyilik hakkında iyimser olduğu
kadar da kötülük hakkında kötümser olur. Böyle bir kimse ihsandan haz ve zevk
duyacağı için malından vermeyi ve Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından
kaçmayı huzur ve gönül rahatlığı ile seve seve yapar. Hayra sarfettiği mal
ve gayrete acımaz ve fenalıktan korunmak için sıkıntılara katlanmaktan, fedakarlık
etmekten yılmaz. "Kim nefsinin hırsından korunursa, işte felah bulanlar onlardır."
(Haşr, 59/9) der.
Bu şekilde
"en güzel"e iman, var olma sırasına göre malını vermek ve takvalı davranmaktan
daha öncedir. O fazilet ve ihsan, o tasdikin neticesi olarak tasdikten sonra
olur. Böyle iken malını vermek ve takvalı davranmanın daha önce zikredilmesinde
iki nükte vardır:
BİRİNCİSİ,
tasdikten maksat yalnız içinden teorik ve sözlü olarak değil, pratik olarak
da tasdik olduğuna, yani soyut bir şekilde "doğrudur" demek değil, fiilen
samimiyetle yapılması da istenen ve bizzat malını verme ve takvalı olmanın,
ihsana bağlı olarak yapılacak bir şey değil ilk evvel yapılması gereken birer
istenen asıl olduğuna, bununla beraber iman olmayınca da gerçekte hükümleri
olmayacağına dikkat çekmedir. Çünkü en güzelin fiilen tasdiki, malını Allah
için vermenin ve Allah'tan korkmanın varlığıyla olur. Yani uygulamada hiç
eseri görünmeyen tasdike, burada biraz sonra zikredilecek olan kolaylık vaadi
gerekmez.
İKİNCİSİ,
netice sebepten; bedel bedel olduğu şeyden; ücret ve mükafata hak kazanmak,
vazife ve amelden sonra olduğu ve hüsna (en güzel), ihsanın gerektirdiği bir
gaye olduğu için, gerçekleşme hususunda malını vermek ve takvalı olmaktan
sonradır. Tasdikin sona bırakılması da hüsna ile ilgisi nedeniyle olmuştur.
7. Böyle
her kim Allah için malını harcamış, takva sahibi olmuş ve en güzel olanı tasdik
etmiş ise, biz onu en kolaya muvaffak kılacağız. En kolay yola, yani en çok
kolaylık ve rahata erdiren "Kolay bir hesap ile hesaba çekilir ve sevinerek
ehline döner."(İnşikak, 84/8-9) mânâsınca kolay hesap ile cennete girmek gibi
refah ve mutluluk yolu olan hayır yoluna hazırlayacağız, kolaylıklara muvaffak
kılacağız.
Beled
Sûresi'nde geçtiği üzere başkaları için aşılması zor sarp bir yokuş olan hayır
yolu onun için en kolay yol olacak, o bu zorlukları kolaylıkla aşacak, hayırlı
işler yapmaya kolaylıkla mavaffak olup rahat ve mutluluğa erecektir.
Tefsirciler
der ki: Bu 'daki "teysir", hazırlamak, hazır etmek mânâsınadır. Zira, "gemini
ve eyerini vurup ata binmek için hazırladı" mânâsına denilir. Buradaki hazırlama
da bu mânâda istiaredir. En güzel olanı hakkıyla tasdik eden, ihsanın neticesi
hakkında iyimser olan kimse Allah yolunda harcamak ve ondan korkmak suretiyle
hayır ve güzel şeyleri ne kadar zor olsa bile seve seve, aşkla ve atılarak
yapacağından zorlukla değil, kolaylıkla, zevkle ve hoşlanarak yapar. Dolayısıyla
o en güzele kolaylıkla ererek mutluluğa kavuşur ve aynı zamanda bu harcama
ve takva ona, gittikçe o mutluluk yolunu kolaylaştırır. Sebep ve yollarını
çoğaltarak maksada ulaşmayı kolaylaştırır.
8. Fakat
cimrilik etmiş malını kıskanıp da vergi vermekten kaçınmış ve kendisini artık
ihtiyacı yok sanmış, yani kendini doyuma ermiş, en güzel sonucu bulmuş, ilerisi
için hiçbir ihtiyacı kalmamış, artık korunmayla ilişiği yok ve zengin sayarak
haline, tekliğine saplanmış, geleceğini hesaba almayıp malıyla, dünya lezzetleriyle
ahiret nimetlerine ihtiyacı kalmadığını zannetmiş
9. ve
en güzeli yalanlamış, daha güzele veya en güzele inanmamış, cennet nimetleriyle
ihsan sahibi kişileri bekleyen akıbetin daha güzel olacağı hakikatine "yalan"
demiş, kısacası gün günden daha kötüdür ihsanın, korunmanın faydası yoktur
diyerek sonuç hakkında kötümser olmuş ise
10.
onu da en zor olana hazırlayacağız, ateşe girmek gibi en zor ve en güç akıbete
götüren yola hazır kılacağız, onu en zor akıbete hazırlayacağız. O zorluğu
yenemeyecek, zorluklar onun tepesine binecektir.
11.
Çukura yuvarlandığı yahut helak olduğu vakit onu malı kurtaramayacaktır. Kıyıp
veremiyerek biriktirdiği ve onunla zengin olmak, hiçbir şeye ihtiyaç hissetmemek
istediği mal, onu kabre yuvarlanmaktan, helak olarak aşağıların aşağısına
gitmekten kurtaracak değil, aksine azap ve zararını artıracaktır.
TEREDDÂ,
yok olmak mânâsına "reda" kökünden, yahut yuvarlanmak mânâsına "tereddüt"dendir.
İkinci şekilde aslı "tereddede" olup "doğan, konmak için süzüldü"(Geniş bilgi
için Şems, 91/10. âyetin tefsirine bkz.) kelimeside olduğu gibi yâ'ya çevrilmiştir.
Nitekim "mütereddiye" (düşen) kelimesi bundandır.
12.
"Doğru yolu göstermek bize aittir." Bu, yukarıda yapılan beyanları açıklayarak
vaaz ve irşat için yeni bir söze başlamaktır. Yani, haberiniz olsun ki her
halde hidayet etmek ve yol göstermek bize atittir. Kurtuluşa götüren doğru
yolu göstermek, hakkı ve doğruyu açıklamak, peygamber göndermek, kitap indirmek,
sizin dışınızda deliller ortaya dikmek, içinizde kalplere iyiyi kötüyü ilham
etmek Rab'lığa yakışır bir iştir. Allah'ın hidayeti olmayınca siz kendiliğinizden
onu yapamazsınız, ona göre hidayeti kabul ettirip de hak ve hayır yoluna girmek
de sizin dilemenize bırakılmış bir durumdur.
13.
Kuşku yok ki, son da bizimdir, ilk de. Başta ve sonda mülk bizim, tasarruf
hakkı bizimdir. Karşı çıkacak veya karışacak başka bir malik yoktur. O halde
ne ahirette, ne de dünyada Allah'tan başka hükmü ve isteği geçerli olacak
bir başvuru yeri bulmanıza ve onun hidayetine ihtiyacımız yok deyip de kendinizi
kurtarmanıza imkan yoktur. O ne derse öyle olacaktır. Hidayet onun hidayeti,
asıl irade onun iradesi, hüküm onun hükmüdür. Onun iradesi, hidayeti, hükmü
aksine hareket etmek isteyen arzularınız, dilekleriniz, hükümleriniz hep sapıklıktır.
Onun, sizin dilemenize bırakarak gösterdiği hidayeti kabul etmeyip aksine
gitmek istediğiniz takdirde zarar edecek olan o değil, ancak sizsinizdir.
14.
İşte size bir uyarı yaptım, bir ateş haber verdim ki alevlendikçe alavlenir,
köpürdükçe köpürür.
TELEZZÂ,
muzari (geniş zamanlı) müennes bir fiil olup aslı "tetelezzâ"dır. Mâzi (geçmiş
zaman) olsa idi, ateş mânâsına gelen nâr kelimesi müennes olduğu için denilmesi
gerekirdi.
15.
Bir ateş ki, ona ancak en azılı, en bedbaht olan yaslanır.
EŞKÂ'dan
maksat kâfir olduğu anlatılmak için şununla tefsir edilip açıklanmıştır:
16.
O ki yalanlamış Hak hidayetine yalan demiş ve yüz çevirmiştir. Doğruya yalan
demiş, iltifat etmemiştir ki işte bu kâfirdir. İlâhî takdire göre en mutsuz,
en bedbahttır. O ateşe yaslanıp kalacaktır. Yalanlamaksızın yüz çeviren fasık
ise en bedbaht değil, sadece bedbahttır. O ateşe girerse de yaslanıp kalmaz.
17.
O en takvalı olan, yani hem küfürden hem günahtan korunan en müttaki ise,
o ateşten uzaklaştıkça uzaklaştırılacak, çok uzaklaştırılacaktır. Çünkü o,
ona yaslanıp kalmak şöyle dursun, asla girmeyecek, üzerinden kolaylıkla geçip
cennete gidecektir.
18.
O en takvalı kişi ki malını verir, temizlenir, feyiz alır, kurtuluşa erer.
Yahut hal cümlesi olduğuna göre, temizlenmek üzere, yani Allah katında temizlenip
artmak üzere malını verir.
19.
Ve onda başka bir kimsenin bir nimeti yoktur ki karşılığı, mükafatı verilecek
olsun, yani hiç kimseye borçlu ve minnet altında kalmış değildir ki verirken
ona karşılık olarak versin. Yahut herhangi bir kimseye verdiği vergiyi ondan
bir karşılık, bir mükafat bekliyerek vermez.
20.
Ancak yüce Rabbinin rızasını aramak için verir, işin bu yönünü gözetir. Onu
bulacak mı? denirse:
21.
Yemin olsun ki, o muhakkak hoşnut olacaktır. kelimesinin başındaki yemin veya
başlangıç için; olayın gelecekte gerçekleşeceğini bildirmek içindir. "hoşnut
olacak" fiilinin fail zamiri, "takvalı kişi"yi de "Rabb"i de gösterebilir.
Çokları bu zamirin "takvalı kişi"nin yerini tuttuğunu daha açık görmüşler,
"o takvalı kişi Rabb'inden hoşnut olacak" demişlerdir ki, Rabb'inin aradığı
rızasını bulup razı oluncaya kadar nimet ve ihsanına erecektir demek olur.
İmam Razî, bu zamirin "Rab" kelimesinin yerini tutmasının daha yakın ve daha
beliğ olduğunu, çünkü kul için yüce Allah'ın rızasının kulun kendi rızasından
daha mükemmel olduğunu söylemiştir ki, Rabb'i de ondan razı olacak, rızasına
erdirip onu razı ettiği kullarından kılacaktır. Yüce Rabb'inin rızasını arayan
o en takvalı kul da daha önce Rabb'inden razı olduğu gibi aradığı rızaya erip
aynı zamanda kendisinden de razı olunan bir kul olarak vasfı gerçekleşecektir
demek olur. "Allah'ın rızası hepsinden büyüktür. İşte asıl büyük kurtuluş
da budur." (Tevbe, 9/72)
Hakim,
sahih diye Amir b. Abdillah b. Zübeyr'den, babasından rivayet etmiş, demiştir
ki: Ebu Kuhafe, oğlu Hz. Ebubekir'e: Görüyorum ki, birtakım zayıf köleleri
azat edip duruyorsun. Madem ki bunu yaptın, bari kuvvet olacak ve önünde duracak
birtakım yiğit adamlar azat etseydin." demişti. O da: Babacığım, "Ben ancak
murat ettiğimi istiyorum." dedi. Bunun üzerine "Malını Allah yolunda verip
takva yolunu tutana gelince..." âyetinden "Onda hiç kimsenin, karşılığı verilecek
bir nimeti yoktur." âyetine kadar olan âyetler indi.
İbnü
Cerir der ki: Hakkında
eser bulunanların en sahihi şudur: Demişlerdir
ki: Bu Ebubekir (r.a.) azat ettiklerini azat etmesi sebebiyle onun hakkında
indi. Bana Muhammed b. İbrahim Enmati anlattı. Ona da Harun b. Maruf, Bişr
b. Seri, Mus'ab b. Sabit ve Amir b. Abdillah kanalıyla gelmiş. Amir demiş
ki: Bana babamın anlattığına göre, âyeti Hz. Ebubekir es-Sıddık hakkında indi.
Bana
Abdu'l-A'lâ anlattı. Ona da Ma'mer'den rivayet ederek Sevr anlatmış. Ma'mer
demiş ki: Bana Saîd, Katade'den naklederek şöyle haber verdi: âyeti Ebubekir
es-Sıddık (r.a.) hakkında indi. Bazı insanları kendilerinden ne bir karşılık
ne de teşekkür beklemeden azat etmişti. Bunlar altı yahut yedi kişi kadar
idi ki Bilal ve Amir b. Füheyre bunlardandı.
İbnü
Ebi Hatim, Ebu'ş-Şeyh ve İbn Asakir İbnü Mes'ud'un şöyle rivayet ettiğini
tesbit etmişlerdir: Hz. Ebubekir Bilal'i, Ümeyy b. Halef'ten bir hırka ile
dörtyüz dirheme satın alıp azat etti. Yüce Allah da âyetlerini indirdi. Allah
onlardan, onlar da Allah'tan razı oldu.
Şimdi
bu sûreyi de Duha, İnşirah ve Tin sûreleri takip edecektir.