108-KEVSER Suresi Tefsiri:
Muhakkak biz
( Sûresi'ne bkz.) "Sana Kevser'i verdik." Hitap, Resulullah'adır. "I'tâ"da
malumdur ki, atıyye vermek, iyilik yapmaktır. Yani ey Muhammed, emin ol ki
biz, Hak Rabb'ın yüksek şanımızla sana özel lütuf ve ihsan olarak kevser verdik
kevser.
KEVSER: Asıl
lugatta çokluk demek olan "kesret"ten cevher gibi fev'al vezninde vasıf veya
bir isim olup Râzî'nin ve Ebu Hayyan'ın ifadeleri vechile çokluğu ifrat derecede
olan, yani çok pek çok, gayet çok şey demektir. Oğlu seferden gelen bir Arab'a
"Oğlun ne ile geldi?" denildiğinde, "kevserle geldi" dediğini ve bunun çok
şeyle geldi demek olduğunu naklederler. "Kamus"ta da şöyle der: Kevser, "herşeyin
çoğu," "birbirine sarılıp burulmuş olan çok toz", İslâm ve peygamberlik, Taif'te
bir mektebin adı, saykal vezninde kevser gibi,"hayyir mi'tâ" yani çok hayırlı,
çok vergili adam, seyyid yani efendi adam ve nehir mânâsınadır, cennette özel
bir nehir adıdır ki cennetin bütün ırmakları ondan şubelere ayrılır. Kevser
Sûresi bunu içerir. Şu halde kelimenin yalnız türevine göre lugattaki esas
mânâsı düşünülür, verildiği ve ihsan edildiği haber verilen şeyin de hayırlı,
güzel bir şey olması lazım geleceği, özellikle verenin Allah Teâlâ olması
ve bunun verilmesi büyük şanla beyan buyurulması Allah kelâmında Kevser adıyla
anılmasından da bunun hakikaten Allah Teâlâ katında sabit, yani ebedî ve sonsuz
bir çokluk ifade ettiği de düşünülürse bundan ilk anlaşılacak açık mefhum
"hayr-ı kesir" yani çok, pek çok hayır demek olacağında şüphe edilmez. Ancak
bunun aslı itibarıyla ne olduğuna ve din dilinde daha hususi bir mânâsı olup
olmadığına gelince, bu hususta tefsircilerin türlü açıklamalarına rastlanır
ki, "Tahrir"de yirmi altı görüşe kadar sayılmıştır. Bunlar içinde en çok bilinenlerden
bir kaçını olsun söylememiz gerekir:
BİRİNCİSİ:
Birçok tefsirlerde selef ve halefe meşhur ve yaygın olan mânâ, Kevser, cennette
bir nehirin özel ismi olmasıdır. Zira yukarıda da geçtiği üzere bu mânâ Hz.
Peygamber'den sahih olarak rivayet edilmiştir. "Kevser, Rabbimin cennette
bana verdiği bir nehir." Bazı rivayetlerde bir havuzdur ki, çok hayır (hayr-ı
kesir) ondadır. Ümmetim kıyamet günü varıp ondan içecekler, kapları yıldızlar
sayısıncadır. İçlerinden kul olur titreme ile çekilir atılır: Ey Rabbim, o
benim ümmetimdendir, derim. "Bilmezsin senin ardından o neler yaptı?" buyurulur,
meâlinde olan hadiste "çok hayır" kavramı da açıklığa kavuşturularak cennette
bir nehir veya havuz olduğu bilhassa beyan edilmiştir. İmam Ahmed b. Hanbel,
Buhârî, Müslim, İbnü Mâce, Nesaî, İbnü Cerir ve daha diğerleri bu nehirin
tarifi hakkında: Kenarları boş inci kubbeleri, içinden ezfer miski çıkar,
sütten daha beyaz, baldan daha tatlı, genişliği ve uzunluğu doğu ve batı arası
kadar, derinliği yetmişbin yıllık, ondan içen bir daha susamaz, ondan abdest
alan ebediyen perişan olmaz, benim ahdi (anlaşma)mi bozan, benim Ehl-i beytimi
öldüren ondan içmez." gibi vasıflara Enes'ten, Hz. Aişe'den, İbnü Ömer'den,
İbnü Abbas'tan müteaddit hadisler rivayet etmişlerdir. Bir çok hadislerde
de havuz varid olduğu malumdur. Bundan dolayı ikisinden maksat bir midir?
Havuz nehrin kaynağı veya denize kavuşan kısmı gibi midir? Yoksa ayrı mıdır,
diye bahsedilmiştir. Meşhur havuz, mahşerdedir. Bazıları, mizandan ve sırattan
öncedir demişler, bazıları da onlardan sonra cennetin kapısına yakın ve Muhammed
ümmetinden cennet ehli aralarındaki hakları helallaşmak için hapsolunacakları
yerde olduğunu söylemişlerdir. Alûsî der ki: Buna göre havuz, değiştirilecek
arzda demek olur. Kadı Zekeriyya, Peygamber (s.a.v.) hazretlerinin biri sırattan
önce, biri de sırattan sonra olmak üzere iki havuzu olup, ikisine de Kevser
denildiğini nakletmekle beraber doğrusu havuzun sırattan sonra ve Kevser'in
cennette olduğunu ve onun munsabb (denize karışan kısım)ı olduğu için havuza
da Kevser denilmiş olduğunu söylemiştir. Ve yine Alûsî'nin beyanına göre denilmiştir
ki: Bu havuz mânâsına Kevser, Peygamberimiz'in zikrolunan nehir gibi özelliklerinden
değildir. Belki diğer peygamberlerin de havuzları vardır.
Ümmetlerinin
müminleri ona geleceklerdir. Nitekim Tirmizî hadisinde: "Her peygamberin bir
havuzu vardır ve hep onlar hangisinin geleni daha çok diye öğünürler ve ben
muhakkak onların en çok geleni olacağımı umarım." buyurmuştur ki, hadis, Tirmizî'nin
dediği gibi hasen garibdir. Onun için bu havuzlara iman ve itikat vacip değildir.
Fakat Peygamber (s.a.v.)in havuzuna dair olan hadisler tevatüre yakın derecede
meşhur olduğu için Ehl-i Sünnet katında ona iman vacib olduğu Akaid kitaplarında
zikredilmiştir. Bununla beraber Mutezile'den ona imanın vacib olmadığını söyleyenler
vardır. Şüphesiz ki bu sûre gereğince Resulullah'a Kevser'in verilmiş olduğuna
imanın ittifakla vacib olduğunda söz yoksa da, onun bir nehir veya havuz olmasına
inanmak sahih olmakla beraber vacibtir denemez. Zira daha başka görüşler de
vardır. Şöyle ki:
İKİNCİSİ:
İkrime'den rivayet edildiği üzere peygamberliğin şerefidir. Zira peygamberlik,
iki cihanın hayırlarını hem dünya, hem din saadetini gerektiren genel başkanlığı
içeren ve bundan dolayı başlangıç itibarıyla rahmanî lütuf, hem de sonuç itibarıyla
rahimî lütfu içine alan hayr-ı kesir (çok hayır)dir. "Hikmet verilen kimseye
çok hayır verilmiştir." (Bakara, 2/269) diye "çok hayır" olduğu beyan buyurulan
hikmetin en yüksek derecesidir. Razî'nin açıkladığı vechile peygamberlik rütbesi
uluhiyetten sonra ikinci mertebedir. Onun için "Kim Peygamber'e itaat ederse,
Allah'a itaat etmiştir." (Nisa, 4/80) buyurulmuştur, imanın bir esası olmuştur
ve Allah'ı bilme esasının dalı gibidir. Zira peygamberlikte marifet için önce
Allah Teâlâ'nın zatına, ilmine, kudretine, hikmetine dair bilgiler edinmek
gerekir. Peygamberlikte bilgi (marifet) hasıl olunca da ondan semi (duyma)
, basar (görme) ve bazılarının görüşüne göre sıfat-ı haberiyye ve vicdaniyye
(haberî ve vicdanî sıfat) gibi diğer sıfatlara bilgi edinilmiş olur. Gerçi
peygamberlik diğer peygamberlere de verilmiştir. Fakat peygamberlerin sonuncusu
olan Peygamberimiz'in bu yüksek menkıbeden hazzı ve nasibi hepsinden çoktur.
O hepsinden önce zikredilmiş, hepsinden sonra gönderilmiştir. Bütün insanlara
ve cinlere gönderilmiştir, bütün peygamberlerden önce haşrolunacak, dinine
nesih varid olmayacaktır. Onun büyük ahlakı ve faziletleri sayılamayacak derecededir.
Râzî burada bilinen diğer peygamberlerin mucizeleriyle onun mucizeleri arasında
özet olarak bir karşılaştırma yaptıktan sonra demiştir ki, Allah Teâlâ onu
seçtiği kullarından önce getirip "Biz peygamberlerden ahidlerini almıştık,
senden, Nuh'dan..." (Ahzab, 33/7) buyurmuş ve ona böyle bir peygamberlik vermiş
olduğu için caizdir ki o peygamberliğe Kevser ismini vererek "biz sana Kevser'i
verdik" buyurmuştur.
Şu halde Kevser'i
Peygamber'in çok faziletleri, büyük ahlâkı, her hayırı içine alan Kur'ân,
tevhid, İslâm, ilim ve hikmet diye tefsir eden görüşler de bütün Muhammed
(s.a.v.)'in mucizelerine işareti içeren peygamberlik ve Muhammedî risaletin
gereklerinde dahil olur. Bunların her birinin de "çok hayır" olduğunda şüphe
olmadığı gibi, Kevser bunların ayrı ayrı her birine de bir şer'i isim olmuştur.
Muhammedî risaletin özelliklerinden olan "Mahmud makamı"nı da bu arada zikretmek
gerekir. Nitekim bir takım tefsirciler de bunu söylemişlerdir. Önceki sûrede
dini yalanlayanlara karşılık olarak düşünülünce Kevser'den bütün mucizeleriyle
âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliği olur. Bunların
her biri cennet nehirlerinin kaynağı olan bir nehirin akış feyzi ile temsil
de olunabilir. Bundan başka:
ÜÇÜNCÜSÜ:
Ümmetin âlimleridir. Hakikaten ilmen ve ahlaken peygamberlerin varisleri olan
âlimler, çok hayırdır. O vahy kaynağından feyz alarak Resullah'ın zikrini
yaşatmak, dininin eserlerini, şeriat ve ahlâkının bilgilerini yaymak için
ümmete hayır ve fazilet öğretmek itibarıyla cennette rıdvan kaynağından akan
Kevser nehrine benzerler. Peygamberler, Allah'ı bilme esaslarında birlik olup
da şeriatte (dinin amelî hükümlerinde) farklı olarak halkın kurtuluşu için
ilâhî rahmetin yayıcıları olduğu gibi, ümmetin bilginleri de kalbleri hak
tevhidi ve vicdanları Muhammedî ahlâk üzere rıdvan neşesiyle Muhammedî şeriatın
esaslarında birlik, ahval ve zamana göre füru ve dallarında farklı olarak
halka rahmet neşrederler. Yine Râzî der ki: "Bunda fazilet iki vechiledir:
Birisi; rivayet olunduğu üzere kıyamet günü her peygamber getirilir. Ümmeti
de ardınca gelir. Nice peygamberin beraberinde bir iki kişi gelir. Bu ümmetin
âlimlerinden her bir âlim de getirilir. Birçoğunun ardınca binlerce kişi de
gelerek hepsi Resulullah'ın yanında toplanırlar. Öyle ki bazı âlimlerin tabileri
diğer peygamberlerden birinin tabilerinden çok olur. İkincisi: Âlimler, vahyden
alınmış olan naslara uymalarından dolayı isabet etmişlerdir. Kitabı korunmuş
ve mazbut olan bu ümmetin âlimleri bütün himmet ve gayretlerini sarfedip meşakkatler
çekerek yaptıkları istinbat ve içtihadda da isabet etmişlerdir. Bazıları hata
etmiş olsalar bile onlar dahi başlangıçta, iyi niyetle hakkı arayıp gayretlerini
sarfettiklerinden dolayı sevap kazanmışlardır." İsabet eden on sevaba nail
olursa, gayret edip de hata edenin bir sevaba nail olacağı bir hadis-i şerifte
beyan olunmuştur. Fakat hakkı aramayıp da içtihad adına arzu ve isteklerine
tabi olanların ilim haysiyetiyle hareket etmemiş olduklarından dolayı, bu
hayır ve faziletten hariç heva ehli olduklarını ise hatırlatmaya lüzum yoktur.
Bununla beraber bu mânâ da ilim ve hikmet mânâsı altında düşünülebilir.
DÖRDÜNCÜSÜ:
Tabilerinin ve toplumunun, ümmetinin çokluğudur. Allah Teâlâ ona o kadar çok
hayırlı Ashab ve ümmet ihsan buyurmuştur ki Vakıa Sûresi'nde geçtiği üzere
cennet ehlinin yarısından fazlası onun ümmetinden olacağı sahih hadislerle
vaad olunmuş ve müjdelenmiştir. Râzî'nin zikrettiği vechile şu meâlde rivayet
olunan bir hadis-i şerif ile de istidlal edilmiştir. Peygamber efendimiz buyurmuştur
ki: "Ben İbrahim halilullah'ın duası ve İsa'nın müjdelediğiyim. Kıyamet günü
şefaatı kabul edilenim. O vakit ben bütün peygamberlerle beraber bulunurken
bize insanlardan bir ümmet ortaya çıkacak. Hepimiz onlara gözlerimizi dikeceğiz.
Her peygamber onların kendi ümmeti olmasını arzu edecek. Göreceğiz ki abdest
eserinden alınları ve elleri, ayakları parlıyor, ( "abdestin eserinden parlak
olarak nişanlanmışlar.") görünce ben diyeceğim ki Kâbe'nin Rabbi hakkı için
bunlar benim ümmetim, derken onlar hesapsız olarak cennete girecekler. Sonra
bize öncekilerin iki katı kadar diğer bir ümmet daha ortaya çıkacak. Yine
gözlerimizi dikeceğiz. Her peygamber onların kendi ümmeti olmasını arzu edecek.
Göreceğiz ki abdest eserinden alınları, elleri, ayakları parlıyor. Ben yine
Kabe'nin Rabbi hakkı için bunlar benim ümmetim diyeceğim. Onlar da hesapsız
olarak cennete girecekler. Sonra bize o yükseltilenlerin üç katı yükseltilecek.
Yine gözlerimizi dikeceğiz, deyip birincilerde ve ikincilerde anlattığı gibi
söyledikten sonra Resulullah buyurmuştur ki: "İnsanlardan hiç kimse girmeden
önce benim ümmetimden üç fırka muhakkak ve muhakkak cennete girecektir". Peygamberimiz
"Nikahlanınız, üreyiniz, çoğalınız, çünkü kıyamet günü ben sizinle (diğer)
ümmetlere iftihar edeceğim, hatta bir düşük ile bile." buyurmuş olduğu hadis
de malumdur. "Sukut" (düşük) gibi henüz sorumluluk sınırına ermemiş olanlarla
bile öğünecek olan Peygamber'in öyle çok kalabalık olan ümmetin çokluğuyla
ne kadar sevineceğini düşünmeli, bunun da pek büyük bir nimet olması hasebiyle
bunu hatırlatmak hususunda da "Şüphesiz biz sana Kevser'i verdik." buyurulması
da elbette güzeldir. Ve bu mânâda âlimler de dahil olur.
BEŞİNCİSİ:
Hz. Peygamber'in evlatlarının çokluğudur. Bu sûrenin inişi Peygamber (s.a.v.)in
oğlunun ölümü üzerine ona "ebter" diye edepsizlik etmeye kalkışan düşmanlarını
red için olması sebebiyle bilhassa bu mânâ ile müjdeleme dahi pek uygundur.
Yani düşmanlarının zannettiği gibi senin oğullarının -hikmet sebebiyle ölmesiyle
neslin kesilecek değil. Bilakis sana zaman geçmesiyle kesilip tükenmeyecek
çok, pek çok nesil vereceğiz, demek olur ki, gerçekten de öyle olmuştur. Bununla
beraber bu mânâyı üçüncü âyetten anlamak daha açık olur. Bunlardan başka daha
bazı nimetler ve faziletler zikrolunmuştur. Fakat bütün bu mânâlar söylenmekle
beraber tefsircilerin çoğu "çok hayır" mânâsında ısrar etmişlerdir. Çünkü
asıl lügat itibarıyla anlaşılan en geniş mânâ odur. Diğerlerine Kevser denilmesi,
hep bu "çok hayır" mânâsı itibarıyladır. Bunda dünyaya ve ahirete mahsus tasavvur
olunabilen ve henüz tasavvur olunamayan her "çok hayır" da dahil olabilir.
İbnü Cerir ve İbnü Asakir bunu Mücahid'den rivayet etmiş oldukları gibi, Said
b. Cübeyr'den, İbnü Abbas'tan meşhur olan da budur. Buhârî, İbnü Cerir ve
Hakim, Ebu Bişr tarikıyle Said b. Cübeyr'den, İbnü Abbas (r.a.)'dan şöyle
rivayet etmişlerdir: Kevser, Allah Teâlâ'nın ona, yani Resulüne vermiş olduğu
hayırdır, dedi. Ebu Bişr, ben Said'e: "Birçok kimseler, o cennette bir nehirdir
diyorlar", dedim. "Cennetteki nehir, Allah Teâlâ'nın ona ihsan buyurduğu hayırdandır."
cevabını verdi." diye izah etmiştir. Bu cevap aynen İbnü Abbas'ın kendisinden
de nakledilmiştir.
Şimdi burada
şöyle bir soru hatıra gelebilir: Kevser'in cennette bir nehir olduğu hakkındaki
hadisler sahih ve hatta selef ve halefte tevatüre yakın bir dederecede meşhur
ve yaygın iken, doğrudan doğruya Resulullah'tan sabit olan bu tefsire karşı
diğer mânâ ve ihtimallerden bahsetmek nasıl caiz olur? Bunca tefsirciler böyle
farklı görüşlere nasıl sahip olurlar?
Buna cevap,
"çok hayır" kavramının kesinlik ve kapsamıyla beraber hadislerin bir misal
ile tefsir olması ihtimalidir. Şöyle ki hadisin birinde "onda çok hayır vardır"
denilmesinden de anlaşıldığı üzere "çok hayır" mânâsı lafzın esaslı mefhumu
olduğu ve âyette kelimesinin başındaki "lâm"ı ahde hamlolunduğu takdirde de
bu mefhumun sübutunda tereddüde yer olmadığı gibi hadislerin de mutlak olan
vermeyi yalnız ahirete tahsis etme mânâsına olmayıp, Kevser'in yalnız akıl
ile bilinmesi kabil olmayan ve ancak görmek ve peygamber haberiyle bilinebilecek
olan en mühim bir misali ile tefsiri kabilinden olması muhtemel bulunduğu
ve bundan dolayı mefhumu tefsir ederken Kur'ân'ın açık olan mutlaklık ve kapsamını
da koruyarak tefsir etmek her şüpheden uzak olacağı cihetle tefsirciler zikrolunan
ve yalnız Peygamber tarafından ayrıca beyan ile bilinebilecek olan nehir ve
havuz hadisleriyle beraber lafzın makul olan bütün ihtimallerini de düşündürmek
ve tefekkür ettirmek üzere "çok hayır" mefhumu üzerine diğer birçok misallerini
de tefsir siyakında zikretmeyi vazife bilmişler ve söylenen görüşlerin hepsi
de âyetin mazmununda dahil ve diğer deliller ve karineler (ip uçları) ile
de teyid edilmiş bulunduğu için bu konuda birbirini hata ve sapıklığa dahi
nisbet etmemişler, ancak rivayet itibarıyla zahir (açık) olan hadisler dolayısıyla
"çok hayır"ın kaynağı olan cennette bir belli nehir diye mi, yoksa dirayet
bakımından zahir olup bir çok misallerle izah edilebilecek olan mutlaka "çok
hayır" mânâsı ile mi tefsir etmek daha sahih ve daha evla (faziletli) olacağında
ihtilaf etmişlerdir. Nitekim İbnü Abbas'ın da nehir hadisini söylemekle beraber
Said b. Cübeyr'den rivayet olunduğu vechile o da "çok hayır"dandır, demiş
olması, nehir tefsirini misal ile tefsir kabul etmiş olduklarını gösterir.
Onun için bütün tefsirlerin sonucu iki vecih üzerinde özetlenebilir: Birisi
cennette bir nehir ki, "çok hayır" ondadır. Birisi de mutlaka "çok hayır".
Bundan dolayıdır ki Rağıb "Müfredat"ında bu iki mânâyı tesbit ederek şöyle
der: o cennette bir nehirdir ki, cennetin nehirleri onun kollarıdır, denildi.
Bir de o , o "çok hayır"dır ki Allah Teâlâ onu peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.)
hazretlerine vermiştir, denildi. Cömert adama da Kevser denilir ve bir şey
son derece çoğaldığı zaman da "Bu şey, son derece çoğaldı." denilir.
Önceki sûrede
geçtiği gibi dini yalanlayanlara tam karşılık olmak üzere Allah Teâlâ'nın
hisler, akıllar ötesinde gayb hazinelerinden cereyan eden nice gizli cemal
ve celal eserleri muhakkak olduğuna iman eden, sırf din neşesiyle, gizli bir
zevk ile düşünülünce hadis-i şeriflerin temsil ve tasviri gibi cennette bir
nehir olması daha derin ve daha zevkli, daha mânâlıdır. Bununla ebedi kudsi
bütün hayır gayelerinin rıdvan kaynağından sonsuz feyiz cereyaniyle gizli
tecellileri Muhammedî hakikatte ortaya çıkacağı misalî şekilde anlaşılacağından
başka, o nehirin kendisine Mirac'da gösterildiği ve onun üzerine Sidre-i Münteha
yükseltilerek büyük eser gösterildiği, yani "Onunla arasındaki mesafe, iki
yay kadar, yahut daha az kaldı." (Necm, 53/9) sırrı tecelli ettiği de bu hadislerde
haber verilmiş olduğundan bu mânâda "Sidre'yi kaplayan kaplamıştı, (Muhammed'in)
gözü şaşmadı ve sınırı aşmadı. Andolsun, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü
gördü." (Necm, 53/16-17-18) ifadeleriyle bilhassa Mirac'a da işaret edilmiş
olur. O halde buna mukaddime ve vesile olarak verilmiş olan diğer ilâhî lütuflara
delalet etmesi ise öncelikle sabit olacağı ve onlar lügavi mânâ ile açıkça
da anlaşılabileceği cihetle Resulullah özellikle anılan nehiri haber vermekle
yetinmiş demektir. Lakin yalnız gizli bir zevk ile değil de herkes için daha
açık olmak üzere aklî bir zevk ve nazarla düşünüldüğü şekilde yine hadis-i
şerifin işaret ettiği vechile mutlaka "çok hayır" mefhumuyla tefsir etmek
daha açık ve kapsamlı ve herkesin tefekkür edebilmesi itibarıyla daha faydalı
olduğu da açıktır. Bu şekilde İslâm dini "Kime hikmet verildiyse, çok hayır
verilmiştir." (Bakara, 2/269) buyurulan hikmet, "(Ey Muhammed), biz seni ancak
âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya, 21/107) buyurulan Muhammedî nübüvvet
ve risalet, özellikle Kur'ân, Kur'ân'ın içerdiği bütün hayır ve faziletler,
bu cümleden olarak Kur'ân sûrelerinde "Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makama
ulaştırır." (İsra, 17/79), "Muhakkak ki O'nun sana olan lütfu büyüktür." (İsra,
17/87), "Ve sen, büyük ahlâk üzerindesin." (Kalem, 68/4), "Rabbin sana verecek
ve sen razı olacaksın." (Duhâ, 93/5) gibi âyetlerde Resulullah'a bahşettiği
ve vaad ettiği beyan olunan dünya ve ahirete ait bütün ihsanlar ve ilâhî feyizler,
şeriatinin baki olması, ümmetinin âlimleri, hayır tabileri ve ümmetinin, nesil
ve evladının çokluğu, Mirac'da mazhar olduğu mevhibeler, nihayet şefaatı,
cennetteki özel nehri... hep "çok hayır" mânâsında dahil misal ve tasdik olunan
husus olarak düşünülür ve açıklanır.
Böyle biri
mefhum, biri daha çok tasdik olunanı ifade eden bu iki tefsir ile Kevser kelimesi
şeriat dilinde vasıflıktan isimliğe naklolunarak İslâm dini ve Muhammedî nübüvvetin
dünyaya ve ahirete ait ilâhî feyizlerin ismi olmuştur.
Tevbe Sûresi'nde
"Dünya hayatının geçimi, ahiretin yanında pek azdır." (Tevbe, 9/38) buyurulduğu
üzere malumdur ki dünyevî hayat metaı, ahirete göre az, pek az bir şeydir,
çünkü fanidir, geçicidir, sonludur. Allah Teâlâ'nın Kevser buyurduğu lütuf
ise çok, pek çok demek olduğu için geçici dünya lütuf ve servetinden ibaret
olmayıp, ahirette ve Allah katında çok, ebedi olarak kesilmez, tükenmez "Kesintisiz
vergi." (Hud, 11/108) olduğu gerek Kevser lafzının mânâsı ve gerek Duhâ Sûresi'nde
geçen "Muhakkak ahiret sana dünyadan daha hayırlıdır." (Duhâ, 93/4) hükmünün
gereği olarak anlaşılmak lazım geleceği gibi sûrenin sonunda da bunun asla
kesilmeyeceği ayrıca savunulmuştur. Ve işte "Kevser"in bilhassa cennette bir
nehir olduğunu Resulullah'ın beyanı da dünyaya ait cihetlere önem vermeyip
asıl ahiretle ilgili bu yönü açıkça tefsir olmuştur. Şu halde Duhâ Sûresi'nde
"Rabbin sana verecek, sen de razı olacaksın." (Duhâ, 93/5) diye gelecek zaman
kipiyle vaad buyurulmuş olan ihsan, burada daha kuvvetli ve daha çok olmak
üzere "biz sana Kevser'i verdik" diye mazi (geçmiş zaman) kipi ve Kevser lafzıyla
ifade buyurulmuştur. bu ise onun dünyada iken tahakkuk etmiş emr-i vaki olduğuna
işaret eder. O halde en çok ve en mühim kısmı ahirette tahakkuk edecek olan
bu lütfun böyle ifade edilmiş olmasının nüktesini düşünmek gerekir. Zira bu
"verdik" fiili ya ihbar, ya inşâdır. İhbar olduğuna göre geçmişte verilmiş
bir lütfu haber vermiş olur. Hibe ve temlik ahidlerinde olduğu gibi bir inşâ
ifade ettiğine göre de şimdiki halde bir lütfu gerektirmiş ve inşâ etmiş olur.
Usûl-i Fıkıh'ta malum olduğu üzere bu gibi ahitlerde kullanılan mâzi (geçmiş
zaman) kipleri lugat itibarıyle ibaresiyle ihbara konulmuş olmakla beraber,
şer'an de iktizasıyla inşâya delalet eylediklerinden dolayı doğrusu burada
ihbar ile beraber inşâ dahi vardır. Fakat i'tanın, temlikin geçmişte veya
halde tahakkuk etmiş olmasından, verilenin bitmesi ve durması lazım geleceği
zannedilmemeli, i'tanın taalluk ettiği şey kendi mahiyetine göre düşünülmelidir.
Gerçi teberrular, almakla tamam olur, kaidesine göre vermenin tamam olması
verilenin tamamen ortaya çıkarılarak teslimine dayanır ise de, ahiret nimetleri
sonsuz olduğu için Kevser'in gelecekteki bütün cereyaniyle hal-i hazırda tamamının
ortaya çıkarılarak teslimi ihtimalden hariçtir. Bundan dolayı tefsirciler
burada mazi ile tabirin nüktesinde bir kaç vecih söylemişlerdir:
1- Bazıları,
gelecekte vukuun tahakkukuna binaen mazi ile tabir olunduğunu söylemişlerdir.
Bu, "Rabbin sana verecek, sen de razı olacaksın." (Duhâ, 93/5) gibi gelecekte
bir vaadin tahakkukunu ifade ederse de geçmişte veya halde bir inşa ifade
etmeyeceği için zahirin tersidir.
2- Denilmiştir
ki bunda i'tâ (verme)nın büyüklüğüne ve icrası geri bırakılmayıp yürürlükte
olan emir olduğuna işaret edilmiştir. Bunu şu iki vecih izah eder.
3- Zaman mânâsı
kastedilmeyerek bu i'tânın ezelde takdir edilmiş bir ilâhî hüküm olduğunu
ve Allah Teâlâ'nın zenginleştirme ve başarıya ulaştırma yahut fakirleştirme
ve güçlüğe düşürme ile hüküm ve takdiri sonradan olmayıp ezeli bulunduğuna
işarettir.
... 4- Bir
şeyin aslını, kaynağını, sebeplerini ve illetini vermek ve onun bütün gelecekteki
füru ve neticeleri, fazlalıkları ve meyveleri ile tamamını vermektir. Nitekim
bir bahçeyi hibe ve teslim onun senelerce meydana gelecek hasılatının da temlikini
tamam etmiş olacağı gibi, bir evin anahtarını teslim de o evi teslim demektir.
Bu vechile dünyevî hayırların sebeplerini bahşetmek, dünya hayırlarını bahşetmek
olacağı gibi, dünyada ahirete ait hayırların sebeplerini bahşetmek de ahiret
hayırlarını bahşetmek olur. İşte Kevser'i bahşetmek böyle önce ve sonra sır
ve gayb âleminde bulunan çok hayrı bütün kaynakları ile bahşetmektir. O, Muhammedî
hakikatı ezelde takdir olunarak ihsan emri ile verilmiş, bu sûrenin nüzulü
esnasında bilfiil verilmiş bulunan Rabbanî mevhibeleri ile de ilerde ona terettübü
takdir edilmiş olan ilâhî feyizlerin sebeplerinin verilmiş olması bakımından
gelecekte cereyan edecek olanların hepsi de halde temsil ettirilerek verilmiş,
ezelî takdir hükmünce ilerisinin kesilmeyeceği de taahhüt olunmuştur. Kevser'i
cennet nehirlerinin kaynağı olan bir nehir diye tarif de bunu anlatır. Çünkü
Kur'ân'da cennetin nimetlerinin cereyanı "Onlar için altlarından ırmaklar
akan, içinde ebedî kalacakları cennetler var." (Maide, 5/119) diye nehirlerle
anlatıldığı gibi, Muhammed Sûresi'nde de müttakilere vaad olunan cennet naiminin
cereyanları ve zevk-u lezzetleri "Muttakilere vaad olunan cennetin durumu
şudur: İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar,
içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır..."
(Muhammed, 47/15) âyetinde bozulmaz su nehirleri, tadı değişmez süt nehirleri,
içenlere lezzet veren şarap nehirleri, süzme bal nehirleri ile temsil olunduğu
malumdur. Onun için Kevser'in cennette Peygamber'e verilmiş bir nehir olarak
kendisine Mirac'da gösterildiğinin beyan olunması ve sütten daha beyaz, baldan
daha tatlı ve tiynetinden ezher miski (kokusu) çıkar ÉÊ}gibi vasıflarla tarif
ve vasfedilmesi ve ümmetinin kıyamet günü ona çıkıp içeçeklerinin haber verilmesi
de gösterir ki, o süt ve bal cennet ırmaklarının temsilidir. Ve Kevser onların
hepsinden hoş ve üstün olarak Peygamber'e özgü kaynak olup, müttakilere vaad
olunan cennet ırmaklarının ondan kaynaklanacağı Muhammed Sûresi âyeti üslûbu
üzere ve ona işaret olarak bir beyan olduğundan gaflet edilmemek gerekir.
Şu halde önceki sûrelerden sonra Mâûn sûresini takip eden bu sûrede mazi (geçmiş
zaman) siga (kipi)sıyla "biz sana Kevser'i verdik" buyurulmasında ezelden
bir ihbar, halde bir inşa (talep), sonsuz gelecek için de bir taahhüt mahiyetinde
Resulullah'a ve ümmetine Muhammedî hakikat özelliğinden olmak üzere müjdeleme
üstüne müjdeleme olarak şu mânâlar var demektir: Ey Muhammed! Biz âlemlerin
Rabbi seni vucuda getirmezden önce sana bütün saadetin sebeplerini, hayır
menbalarını yegane lütuf ve ihsan olarak takdir ve tebrik edip önceden verdik.
Seni bu yüksek fıtratla vücuda getirip yetiştirdikten, sen okumazken "oku"
emriyle temiz sayfaları okuttuktan ve sen hak ruhuyla onların hakkını ifa
ve şükrünü eda etmek üzere din ve kulluk ile hayır işlemeğe başladıktan sonra
onlara terettüp ettireceğimiz ve o menbalardan akıtmasını ezelden takdir ve
taahhüt ettiğimiz dünyaya ve ahirete ait sonuçlar ve semereler, ecir ve sevaplar,
hayır ve bereketler de şimdiden senin olmuştur. Yalanlayanların yalanlamalarına
rağmen sana o yüksek yaratılışı, nimetlerimizin doğru yolu olan dini "Onu
(İslâm'ı) bütün dinlerin üstüne çıkarsın." (Sâf, 61/9) her dine üstün olacak
olan hak tevhid dinini, "Muhakkak Allah katında din İslâm'dır." (Al-i İmran,
3/19) olan İslâm'ı , "Hikmet verilen kimseye çok hayır verilmiştir." (Bakara,
2/269) buyurulan hikmeti, "Âlemlere rahmet." (Enbiya, 21/107) olan risalet
(peygamberlik)i, insanların ve cinlerin bir dengini getiremeyeceği hüda, nur,
Kitab-ı Mübin (açık kitab) olan "Muhakkak ki onu biz muhafaza edeceğiz." (Hıcr,
15/9) âyeti gereğince muhafası taahhüd buyurulan Kur'ân'ı onun içermiş olduğu
müjde ve tehdidi ile rahmet ve rıdvanı, büyük ahlâkı, velhasıl evvel ve âhiri
(önceyi ve sonrayı) hamdolan Muhammedî hakikate takdir ve tahsis edilen pek
çok faziletleri ve çok delilleri bahşetmekle sana dünya ve ahiretin "çok hayrı"
ve cennet nehirlerinin kaynağı olan Kevser verilmiş bulunuyor. Bir ihsan ki
hem en hoş, hem gayet çok, veren vericisi de bütün âlemlerin Rahmân, Rahîm
Rabb'i, seni Mirac'a çıkaran, sana "Senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır,
Rabb'ın sana verecek, sen de razı olacaksın." (Duha, 93/4-5) buyuran "Biz
senin göğsünü açmadık mı?" (İnşirah, 94/1) buyuran, "Oku, Rabb'in en büyük
kerem sahibidir." (Alâk, 96/3) buyuran, sana Kadir gecesini veren ve daha
sen dünyaya gelirken Beyt'i (Kabe'yi) yıkmak üzere gelmiş Fil sahiplerini
o şaşılacak durumda defeden ve perişan edip seni yetiştiren şanı yüce Rabbin.
Emin ol ki senin hayır ve feyzin, bereketin kesilmek ihtimali yoktur. Ardınca
Peygamberlerin varisleri olan âlimler, hayırlı ümmet, hayırlı nesil ve evlat
gibi pek çok Ashab ve tabiler gelecek. Onlar da senden feyz alarak ahirette,
o "Makam-ı mahmud" (öğülmüş makam)da senin emrinde liva-i hamd (hamd sancağı)
altında o Kevser'in bütün lezzetlerden daha tatlı, daha hoş olan kesilmez,
tükenmez akıntısından nimetlenip ve lezzetlenecekler.
2. Onun için
şimdi bu Kevser ihsanının şükrünü eda etmek üzere haydi namaz kıl. "Fâ", sebep
bildirmekle önündeki emirlerin kendinden öncekilere ilgisini ifade etmek içindir.
Çünkü lütuf, önemi oranında şükür ve taatı, şükür "Şükrederseniz, muhakkak
size arttırırım." (İbrahim,14/7) hükmünce artmayı haketmeyi gerektirdiği için
Kevser ihsanı bu emirlerin en mükemmel şekilde ifasını icab ettirir.
Kevser kavramı
Kur'ân'da zikredilen hayırların hepsini içermek itibariyle de bu terettüp
yukarda geçen sûrelerin hepsine ve en sonunda Mâûn Sûresi'ne bir özet halinde
terettübü dahi içine alır. Şu halde şöyle demek olur: Hal böyle olduğundan,
yani sana o Kevser'i bahşettiğimizden dolayı o nisbette çok şükretmek üzere
ibadet ve hayır ile meşgul ol da o "İbadet etsinler." (Kureyş, 106/3) emrini
dinlemeyenlerin, dini yalanlayanların ve namazlarından yanılanların zıddına
olarak evvela namaz kıl, namaza devam et. Çünkü namaz, kalben ve lisanen ve
bütün bedenin uzuvları ile yapılan şükrün kısımlarını içine alan ve tazimin
en yükseği demek olan ibadetin başı, dinin direği, gönüllerin Allah'a bir
çeşit konuşması olarak hayatın bütün cereyaniyle Allah'ın büyüklüğünü, celal
ve cemaliyle kudret ve lütuflarının yüceliğini duymak ve ona göre Allah'ın
hakkına ve kulların haklarına ilişkin müşkülleri yenmek üzere "Ey inananlar,
sabır ve namazla (Allah'dan) yardım isteyin." (Bakara, 2/153) âyeti gereğince
Allah'tan yardım ile ruha kuvvet almaktır. Onun içindir ki bunu bilenler namazdan
aldıkları zevk ve huzuru dünyada hiç bir şeyde bulamazlar. "İyi bilin ki Allah'ı
anmakla kalbler yatışır." (Ra'd, 13/28), "Allah'ı anmak, elbette en büyük
(ibadet)tür." (Ankebut, 29/45) buyurulmuştur ve onun içindir ki Resulullah
"Namaz benim gözümün nuru kılınmıştır." demiştir. Namazı böyle bir zevk ile
kılmak ise kalbi her kötü niyetten uzak tutarak, ibadet ancak Allah'ın hakkı
bulunduğunu ve Allah'tan başkasına açıktan veya gizliden tanrılık hissesi
verip de gönlü ona takarak ibadet ve kulluk etmenin o hakka tecavüz ve Allah'ın
hür yarattığı, Allah'tan başka kimsenin sırrına vakıf olamayacağı insanlık
vicdanını fanilere kendi eliyle teslim edip de acıklı azaba sokmak "büyük
zulüm" olan şirk olduğunu bilmek ve bundan dolayı her işinde Allah'ın rızasına
yaklaşmak için gönlünü yalnız onu yaratan, o gaybların bilicisi olan, ne kahr
ve gazabına, ne de lütuflarına ve ihsanlarına nihayet olmayan celâl sahibi
Allah'a teslim ederek Hakk'a kavuşmanın vahdet zevkini vicdan selameti ile
duymaya dayanmaktadır ki, Kevser'in bir mânâsı olan ve "Muhakkak ki Allah
katında din İslâm'dır." (Al-i İmran, 3/19) buyurulan İslâm'ın asıl mânâsı
da bu ihlas ile tevhiddir. Namazı böyle ihlas ile Allah'a yüz tutarak yalnız
şükür ve tazim ile Allah'a yaklaşmak için kılmayanlar, şirk, riya (gösteriş)
karıştıranlar, Allah'ın hakkını vermek istemeyenler, önceki sûrede geçtiği
üzere namazlarından yanılmış olurlar. Ondan dolayı namazın ve bütün ibadetlerin
ruhu demek olan bu nokta bilhassa açıklanarak buyuruluyor ki: Rabbin için
kıl. "Lâm" 'de olduğu gibi istihkak (hak etmek) veya ihtisas (tahsis etmek)
içindir. Yalnız Rabbinin hakkı olarak, bilhassa Rabbine yüz tutarak tevhid
ve ihlas ile kıl, demek olur. Başta azamet nun'u ve mütekellim (birinci şahıs)
zamiriyle buyurulmuşken burada denilmeyip yine Peygamber'e hitap olan zamire
muzaf Rab özel ismiyle özellikle rububiyet açıklanarak diye zamirden zahire
dönmekte de bir çok nükteler vardır. Bu evvela mütekellim (birinci şahıs)
zamirini izah ile vericinin birliğini beyandır. İkinci olarak, emrin haysiyetini
beyandır. Yani emir, Rab olmanın hakkı ve malikiyet (sahip olmak)le bütün
terbiyenin gereği olduğunu ifade eder. Bu emir sadece verilmiş olan ihsandan
dolayı değil, Rabbine kulluk ve bağlılıkla terbiyenin hükmü gereği olarak
ilerde daha çok kemal gayesine yürüyen özel bir nispetle yalnız ibadet ve
kulluk için sıdk u sadakatle ifa olunmayı ve böylece her hususta Rabb'in rızasını
arayarak ona layık olan her hayrı, özel emir olmadan bile yapmaya âmade bulunmayı
gerektirir. Çünkü Allah'a yaklaşmanın kemali yalnız farzlarla değil, daha
çok nafileler iledir.
Üçüncü olarak,
bu izafet muhatab hakkında ahdile bilinen bir özel nisbeti ve bir özel rububiyeti
ve muhatabın kulluk vasfını ifade eder ki, bunda da ayrıca bir saygıyı açıklama
ve özel bir şeref ile işin en mükemmel şekilde ifasına bir sevk ve teşvik
vardır.
İşte namazın
bütün bu düşüncelerle sırf Rab'lık hakkı olarak Allah için halis niyet ile
kılınmasının gereğini anlatmak üzere "namaz kıl" emri hak etme veya ihtisas
lam'ıyla "Rabbin için" kaydıyla kaydedilmiştir. Bundan dolayı bunun sonucunu
diye ifade etmişlerdir ki şöyle demek olur: O halde sen, o müşriklerin, yalanlayıcıların,
gösterişcilerin tersine olarak o seni yetiştiren, sana o Kevser'i veren ve
her emrine sahip olup özellikle kendisine özel şeref ile daha çok yüceltecek
olan kerim Rabbinin rızası için ona ihlaslı olarak kullukla meşgul ol, onun
için ihlas ile namaz kıl. Ve kurban kes. Namaz kılmakla beraber kurban da
kes, mâûnu men edenlerin tersine fedakârlık ederek kıymetli, canlı mallardan,
özellikle deve gibi iri bedenlerden sırf Rabb'inin adına hayır için kesiver
de "Sıkıntı içinde bulunan fakire de yedirin." (Hacc, 22/28) "Kanaat eden
(fakir)e de, isteyen (fakir)e de yedirin." (Hacc, 22/26) buyurulduğu üzere
muhtaçlara yedir, fiilî olarak tahdis-i nimet (nimeti söylemek) ile Rabb'inin
kerem ve lütfunu duyur, bayram yap. Bu "kurban kes" emri, "namaz kıl" emri
üzerine atfedildiği için "Rabbin için" kaydı burada da geçerlidir. "Rabbin
için namaz kıl", "Rabbin için kurban kes" meâlindedir. İkisinin de Allah için
halis niyet ile yapılmasını emreder. Allah için olmayan namaz, namaz olmayacağı
gibi, Allah için kesilmeyen de kurban olmaz. Kurban olmak şöyle dursun, Allah'ın
ismi anılmayan ve bilerek terk olunan veya Allah'tan başkasının ismi çağırılarak
kesilenler "Allah'tan başkası adına boğazlanan." (Maide, 5/3) olduğu için
kesilmiş bile olmaz, ölmüş hayvan gibi yenmesi haram olur. (Maide Sûresi'ne
bkz.) "Vav" da çoğul için olduğundan takib veya gecikmeden eam (daha umumî)
olarak bu iki emrin ihlas ile mutlaka cem'ini ifade eder. Baştaki "fâ"nın
terettüp ifade etmesi, nehirin de şükür olarak ihsana terettübünü gerektirirse
de salattan sonra gelmesine engel olmadığı cihetle hemen onu takip etmesi
de gerekmez. Öyle olsaydı buyurulurdu. Bununla beraber mümkün oluğu kadar
çabuklaştırılmasında müstehab olmasından da hali olmaz. Bir kurban günü bilindiğine
göre de ona sarfedilmiş olması akla gelir. Sözün akışı da, "vâv"ın mutlak
cem' mânâsı üzerinde bu iki emrin toplanmasıyledir. Hem namaz kılmak, hem
kurban kesmek. İhlas ile namaz, şükrün kalbî, lisânî, bedenî her çeşidini
içine almakla beraber malî ibadeti içermiş olmadığından sadece namazla yetinilmeyip,
onunla beraber mâlî fedakarlıkla kurban keserek hayır yapmak dahi emrolunmuş
ve bu şekilde Saffat Sûresi'nde geçtiği üzere Hz. İbrahim'in sünneti olarak
cereyan edegelen Kurban Bayramı'na da işaret buyurulmuştur. Şunu da unutmamak
lazım gelir ki, kurban kesmek, zekat ve fıtır sadakası (fitre) vermekten daha
fazla bir fedakârlık ifade eden bir ibadettir. Onun için bunda da kudret şart
olmakla beraber,
Zekat kadar
kudret-i müyessire (yüksek mertebe kudret) de şart değildir.
Lafızdan zahir
olduğu gibi yukarıki sûre de delalet eder ki bu "salli= namaz kıl" emri, namaz
demek olan salattandır, tasliye (salevatı şerife okumak)den ve sadece dua
mânâsından değildir. Bu namazdan murad hangi namaz olduğu hakkında bir kaç
görüş vardır:
1- Ebu Müslim,
salat-ı mektube, yani farz namazlar olmasını tercih etmiştir. İbnü Cerir ve
İbnü Münzir bunu İbnü Abbas'tan da rivayet etmişlerdir. Emrin vücub (farz)
ifade etmesi bunda zahir gibi görünürse, bu bir emirden bütün farz namazlarının
vücubunu yani farz oluşunu anlamak zahir (açık) değildir. Onların farz oluşu
bu emirle değil "Muhakkak namaz, müminlere vakitli olarak farz kılınmıştır."
(Nisa, 4/103). "Güneş'in (ufukta aşağı) kaymasından gecenin kararmasına (yatsı
vaktine) kadar namaz kıl." (İsra, 17/78) gibi diğer bir çok emirler ve âyetlerle
sabittir. Bundan önce de Resulullah (s.a.v.) namaz kılıyordu. Onun için bu
mânâyı anlatmak istiyen tefsirciler bunu "namaz kıl" gibi "namaza devam et"
diye tefsir etmişlerdir ki, vücub namazın kendisine değil, devamına yönelmiş
olur. Devam da esasen emredilmiş olduğundan bu emir bir te'kitten ibaret kalmış
bulunur ki, bu da zahirin tersi demektir. Meğer ki bu sûre de Mirac'da nazil
olmuş bulunsun da o zaman beş vakit namaz farz kılınırken bu emir de verilmiş
bulunsun.
2- Farzları
da, nafileleri de içine alan namaz cinsi denilmiştir. Çokları bunu tercih
etmişlerdir. Bu mânâ da yalnız emrin müstehaba yüklenmesiyle anlaşılmaz. Bunun
durumu şöyle düşünülebilir: Emir vücub ifade ediyorsa da, burada hükmün asıl
durağı "Rabbin için" kaydı olduğundan vücubun asıl ilgilisi namaz ve kurbanın
kendileri değil de Allah için olmaları kaydıdır. Bu ise şöyle demek olur:
Gerek farz ve gerek nafile kılacağın namazları halis niyet ile Allah için
kıl. Mutlaka namaz cinsinden hangisi olursa olsun yalnız Allah için olarak,
bilhassa niyet ile kılınması şarttır, farzdır. Yoksa namaz olmaz, Kurban da
böyledir. Kurban kesmek farz olmasa bile, kesilince Allah için kesilmesi farz
olur. Bu şekilde de namazın ve kurbanın kendisinin vücubu meselesi bu âyetten
başka delillere ait olmuş olur. Bu mânâyı tercih etmek isteyen tefsircilerin
de buna "Namazını ve kurbanını yalnız Allah için yap, müşriklerin ve mürâîlerin
tersine olarak sen ancak Rabbine tahsis et". Çünkü müşrikler putlara tapar
ve putlar için Kurban keserlerdi. Riyakârlar da halka gösteriş için kılarlar.
Bu mânânın esas itibariyle doğru olduğunda, yani den bu mânâ anlaşıldığında
şüphe olarak Allah için namazla beraber kurbanın ve kurbanla beraber bulunan
bir namazın da Peygamber'e vacip oluşu akla geliyor. Yani emrin vacib oluşu
yalnız "lirabbike" kaydına değil, o kayıt ile şartlanmış olarak kayıt altına
alınana da yönelmiş olacağı açıktır. Mâûnu men edenlere karşı olması ve onun
arkasından zikredilmesi de bir ipucudur. Bu ise bütün namazların Allah için
kılınması gereğini anlatmakla beraber., bilhassa bir şükür namazı ile bir
kurbanın vücubunu da ifade eder. Onun için:
3- Bir kısım
tefsirciler de demişlerdir ki, bu namazdan maksad Bayram namazı, nahirden
maksad da dahaya yani kurban bayramında kesilen kurbanların boğazlanmasıdır.
4- Mücahid,
Ata ve İkrime'den rivayet edildiği üzere bir kısım tefsirciler de bu namazdan
maksat Bayram sabahı Müzdelife'de kılınan sabah namazı, nahirden maksad da
Mina'da kesilen kurbanlar olduğunu söylemişlerdir. Fakat bu sûrenin nüzulü
Mekkî olduğuna göre bu iki mânânın tahsisi de müşküldür. Zira Mekke'de iken
Bayram namazı kılındığı malum değildir. Bunun Bayram namazı olduğunu söyleyenler
Medenî olmasına meyletmişlerdir. Hatta Said b. Cübeyr'den bu âyetin Hudeybiye'de
indiğine ve Resulullah'ın Adhâ hutbesini okuyup iki rekat namaz kıldıktan
sonra kurbanları kestiğine dair bir rivayet de vardır. Ve bununla namazın
kurbanı kesmeden önce kılınmasının vacip olduğuna delil getirenler de olmuştur.
İki defa nüzule kail olanlar da buna dayanmak istemişlerdir. Bu şekilde Kevser
"Biz sana apaçık bir fetih verdik." (Fetih, 48/1) mânâsı üzere Hudeybiye anlaşmasından
bir işareti de içine almış olur. Fakat Mekkîliğin şöhreti karşısında bu rivayetin
de sıhhati tesbit edilememiştir. Mekke'de iken Haccın farz oluşu dahi sabit
olmadığından dördüncü görüşteki tahsis de şüphelidir.
Şu halde bütün
bu görüşlerin tümüne göre en doğrusu şu sonuca gelmek olur: Burada evvela
Kevser kendisine verilen Hz. Peygamber'in özelliği bahis konusudur. Bu âyetle
sabit olan vücub, Peygamber'e özgüdür, onun özelliğindendir. Bunun bilhassa
bir şükür ve sevinç namazı ve inkâr edenlere rağmen Rabbanî bir lütfu açıklamakla
nimeti anmak için halka ve özellikle muhtaç olanlara Allah rızası için bir
ziyafet ve ikram olmak üzere Kurban kesmek ile beraber olan bir namaz olmasına
göre Bayram namazlarına ve özellikle hacda bulunmayanlar hakkında Kurban Bayramı
namazına esas olan bir namaz olmak üzere daha Mekke'de iken Peygamber'e vacib
kılınmış olması gerekir ki, buna da en yakışan Kuşluk namazı olmasıdır. Gerçekte
Resulullah'a beş vakit namazdan fazla olarak Teheccüd ve Duha namazlarının
da yazılı namazlardan olarak vacib olduğu malumdur. "Kurban kes" emriyle de
bunun hacc günleri olan nahir günleriyle daha çok bir ilgisi bulunduğu anlaşılır.
Bu şekilde bunda farz namazlara devam ve hatta nafileye de teşvik mânâsı bulunmakla
beraber, şükür ve ibadet için sade onlarla yetinilmemesi ve hatta yalnız namaz
cinsi gibi bedenî ibadetlerle de kalınmayıp Kurban kesmek suretiyle malî fedakârlıklarda
da bulunulması ve böyle bütün ibadetlerin "De ki: "Benim namazım, ibadetim,
hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabb'i Allah içindir. Onun ortağı yoktur.
Bana böyle emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim." (En'am, 6/162-163) mânâsı
üzere sadece Allah için yapılması hak İslâm dininin, Kevser atıyyesinin gereği
olduğuna delalet de açıktır. Onun için Resulullah Mekke'de iken de bu minval
üzere hareket etmiş, beş vakit namazlardan başka daha diğer namazlar kılmaya
devam etmiş, bu cümleden olarak Vitir ve Duha namazlarına da kendi hakkında
farz olarak devam etmiş, hac farz değil iken de nahir günlerinde ve onun dışında
kurbanlar da kesmiştir. Ve demek ki Kurban'ı keserken kuşluk veya bilhassa
bir şükür namazı da kılmıştır.
Sonra da
Medine'de ümmet için Zilhicce'nin onuncu nahir günü Kurban Bayramı namazı
ve Kurban meşru kılınmıştır. Fakat ümmet için bu namaz ve Kurban'ın sübut
ve takriri doğrudan doğruya bu âyet ile değil, Medine'de Peygamber'in emir
ve sünnetiyle vaki olmuştur. Gerçi Peygamber'e uymanın vacib oluşundan dolayı
ona olan "kurban kes" emriyle ümmetin nisaba malik (şer'an zengin) olanlarına
da kurban kesmenin vacib oluşuna istidlâl olunabilir. Ve Medine'de nüzulüne
kani olanlar bu fikre sahip olmuşlarsa da "Usul-i Fıkıh"da beyan olunduğu
üzere Peygamber'in özelliklerinden olan fiillerde ona uymanın vücubu sabit
olmaz. Onun için burada şu hadis-i şerif ile de o istidlale cevap verilmiştir:
"Üç şey benim üzerime yazıldı (yani farz kılındı), sizin üzerinize yazılmadı:
Duha namazı, Udhıyye kurbanı, Vitir namazı." Demek ki Peygamber'e farz olduğu
halde ümmete farz olmayan şeyler vardır. Buradaki "namaz kıl", "kurban kes"
emirleri de böyle demektir. Bunlar ümmet hakkında başkaca bir emir veya yasaklama
bulunmadıkça, olsa olsa Peygamber'in sünneti olarak meşru olur. umuma delalet
eder surette zanni bazı delillerin gelmesiyle de şüpheli delil ile sabit mânâsına
vacib de olabilir. Nitekim Vitir bu mânâ ile vacip veya ameli farzdır denilir.
Bayram namazı ve kurban da böyledir. "Hidaye" ve diğer fıkıh kitaplarında
kurbana dair şu hadislerle de istidlal edilmiştir. İmam Ahmed ve İbnü Mâce'nin
rivayetleri üzere "Maldan bir genişlik bulup da Kurban kesmeyen bizim camimize
yaklaşmasın." Bir de peygamberimizin şu emri vardır: "Udhıyye Kurbanı'nı kesiniz,
çünkü o babanız İbrahim aleyhisselamın sünnetidir." Tirmizî'de: "Kurban vacib
midir?" diye bir adam İbnü Ömer (r.a.)'den sordu, İbnü Ömer "Resulullah (s.a.v.)
udhıye kurbanı kesti, müslümanlar da kesti." dedi. Adam yine sorusunu tekrar
etti, o da: "Anlamıyor musun" "Resulullah (s.a.v.) udhiye kurbanını kesti,
müslümanlar da kesti, dedi." Tirmizî der ki: "Bu hadis hasendir, sahihtir,
bugün ilim ehli katında amel bunun üzerinedir. Kurban vacib değil (yani farz
değil), lakin Resulullah'ın sünnetlerinden bir sünnettir." Yine Tirmizî'de
İbnü Ömer'den: "Resulullah Medine'de on sene ikamet etti, hep udhiye kurbanı
kesiyordu". Beva b. Âzib'den: Resulullah (s.a.v.) bir kurban günü bize hutbede
buyurdu ki: Hiç biriniz namaz kılıncaya kadar kurban kesmesin. Bunun üzerine
dayım kalktı: Ey Allah'ın Resulü! Bugün et günü, bunda mekruh var mı, ben
ehlimi ve hanemin ehlini ve komşularını doyurmak için kurbanımı acele kesmiştim?
dedi. "Öyle ise bir daha kes." buyurdu. Ey Allah'ın Resulü, yanımda bir süt
oğlağı var, iki et koyunundan daha hayırlıdır, onu keseyim mi? dedi. "Evet,
o senin iki kurbanının hayırlısıdır, senden sonra bir ceze (çebiş) dahi yetmez."
buyurdu. Bu konuda Cabir'den, Cündeb'den, Enes'ten, Üveymir b. Eş'ar'dan,
İbnü Ömer'den ve Ebu Zeyd Ensarî'den dahi rivayetler vardır. Bu hadis, hasendir.
Sahihtir, pekçok ehl-i ilim katında amel bunun üzerinedir: Mısır'da, yani
cuma ve bayram namazları kılınan kasabada imam, Bayram namazını kılıncaya
kadar Kurban kesilmemelidir. Bazı ilim ehli de Bayram namazı kılınmayan köy
ahalisi için sabahın doğuşunda (güneşin doğuşunda) kesmeye ruhsat olduğunu
söylemiştir ki, İbnü Mübarek'in görüşüdür. Bütün ilim ehli, keçinin bir yaşını
doldurmayan çebişi yeterli olmaz. Fakat koyunun ceze i (bir yaşını doldurmayanı)
yeterlidir, demişlerdir ve koyunun cezei (toklu) altı yedi ayda olabilir.
Bunlar gösteriyor ki Kurban Bayramı namazından sonra kurban kesmek Resulullah'ın
fiil ve emriyle sabit olmuştur. Ona farz olmakla beraber ümmeti için farz
kılınmamış, onun terketmediği ve Bayram namazından önce kesilmesini yeterli
görterdiği bir sünneti olarak kararlaşmıştır. Böyle bir sünnet ise dinde alâmetlerden
olarak yürünen yol olmuş mânâsına bir sünnettir ki, farza yakındır. Bu gibilere
kesin farz mânâsına vacib denilmezse de terkinde "mescidimize yaklaşmasın"
gibi tehdit şüphesi bulunduğu takdirde Hanefi fıkhında malum olduğu üzere
şüpheli delil ile sabit mânâsına vacib de denilir ki, "farz benzeri" demektir.
Onun için İmam-ı Azam'dan zahiri rivayette vacibdir. Diğerlerinin "vacip değil"
demeleri ise, "farz değil" mânâsınadır. Bununla beraber vacib veya sünnet
olan kurbanlar udhıyyeye tahsis edilmiş de değildir. Adaklar, hac, kurbanlar,
Kâbe'de kesilen kurbanlardan olan kurbanların bir kısmı vacib olacağı gibi,
hac ve adak dışında şükür ve sadaka için akika ve diğerleri gibi sünnet ve
mendub olarak tatavvu' ve nafile kabilinden de kurbanlar kesilir ki geniş
bilgi fıkıh kitaplarında aranmalıdır.
Burada "kurban
kes" emrinin esas mânâsına gelelim: Bu belli ki "nahır"dan türemedir. "Nahır"
kelimesi de isim ve masdar olarak kullanılır. İsim olan nahır, göğsün boyun
tarafına gelen boğaz çukuruna doğru gerdanlık yerine denir. Masdar olan nahır
ise, Rağıb ve diğer dilcilerin beyanına göre aslında nahre isabet ettirmek
yani vurmak veya dokunmak veya boğaz çukuruna bıçak sokmak suretiyle nahre
rastlamak demektir. Deve başlangıçta oradan kesildiği için onda galip olmuştur.
Bundan mutlaka zebhetmek, boğazlamak mânâsına da kullanılmıştır. İntihar da
bundan alınmıştır. Maide Sûresi'nde geçtiği üzere malumdur ki, zebh, lebbe
denilen çene altından kesmekle de olur. "Kurban kes" emri de bu masdar olan
nahırdendir. Zahir olan da boğazlamak mânâsına nahirdendir. Nahr ve zebh,
mutlaka kurban için olmak lazım gelmeyip, soyut olarak etini yemek veya satmak
için de olabilirse de Zilhicce'nin onuncu günü olan Kurban bayramının üç gününe
de Kurban kesmek mânâsına nahır günleri denilmek yaygın olduğu gibi, burada
kelâmın sevki (söz gelişi) şükür ve ibadet mânâsı üzerinde olduğu için de
kurban mânâsı açıktır. Bundan dolayı, "namaz kıl, kurban kes de Kurban bayramı
yap" mânâsına da olabilir. Fakat "venhar" (kurban kes) emrinin mef'ulü zikredilmemiş,
neyin kurban edileceği tayin olunmamıştır. Bu cihet, mücmeldir. Bu, şöyle
demek olabilir: "Nahr denilen ibadeti de yap, yahut Rabbine kurban için boğazlanmak
şanından olanları boğazla. Yahut Kurban bayramı yap. Bunun hepsi de Allah
için kurban kesmek mânâsına nahr fiilinde özetlenir. Demek ki bunda mef'ulün
cinsini tayin kastedilmeyerek, yahut genellemeye işaret olunarak Allah için
hayır olmak üzere boğazlanmak şanından olan önemi haiz herhangi bir kurban
kanı akıtmakla fiilin kendisinin meydana gelmesi istenmiştir. Araplar'ın örfünde
nahır deve kesmekte çok kullanıldığı ve Hacc Sûresi'nde "Biz kurbanlık develeri
de size Allah'ın (dininin) işaretlerinden yaptık. Onlarda sizin için hayır
vardır. Onlar, ön ayaklarını sıra halinde yere basmış durumda iken üzerlerine
Allah'ın ismini anın (da kesin). Yanları yere düş(üp canları çık)ınca da onlardan
yiyin, kanaat eden (fakir)e de, isteyen (fakir)e de yedirin. Allah o(kocaman
hayva)nları size boyun eğdirdi ki, şükredesiniz." (Hacc, 22/36) âyetinde de
"büdün" (develer) zikredildiği için pekçok tefsirci burada nahrın boğazlamak
mânâsına olduğunu göstermek için "develeri kes" diye takdir ve tefsir etmişlerdir.
Maksad kurbanı deveye tahsis etmek değil, en çok bilineniyle en büyüğünü işaret
olarak, "develeri, deve gibi iri gövdeli, önemli kurbanlıkları kes" demek
olduğunu anlatmaktır. Ebu Hayyan "Bahr" de der ki: "Nahrdan murad hady (Kâbe'ye
sevkedilen deve), nüsük (kurban), dahâyâ (kuşluk kurbanlıkları) nahridir.
Çoğunluk böyle demiştir. O vakit cihad yoktu, onun için namaz ve kurban, bu
ikisiyle emrolunmuştur."> Alûsî de çoğunluğun kurbanlıkların kesilmesi murad
olması üzerinde olduğunu söylemiştir. Hepsinin de maksadı nahrın kurban kesmek
mânâsına olduğunu anlatmaktır. Yoksa murad, yalnız deve kesmekten ibaret olduğunu
söylemek değildir. Usul-i Fıkıh deyimiyle söyleyecek olursak, nahr boğazlamak
mânâsında zahirdir. Fakat mef'ulü hakkında mücmeldir. Ne gibi hayvanların
bu kurban için kesilebileceği diğer delillerle beyana muhtaçdır. En'am Sûresi'nde
"Sekiz çift (hayvan)." (En'âm, 6/143) buyurulan koyun, keçi, deve, sığır,
erkek ve dişi hayvanların sekizinin de büyüklerinden Bayram kurbanı kesilebileceği
Fıkıh'ta açıklandığı üzere Peygamber'in sünneti ile beyan olunmuştur. Nahr,
devede daha çok bilinmekle beraber diğerlerinin de nahr şanındandır. Bu itibarla
nahr, zebh (boğazlama) mânâsına olmakla beraber, kurbanın büyüklüğüne ve şu
hale göre gövdeli, kıymetli en yüksek cinsinden en mükemmel şekilde kesilmesine
itina, bir de hacc ve kurban bayramı gününün adı olmak münasebetiyle nahr
gününe işaret için devede galip olan nahr lafzıyle ifade olunmuş demek olur.
Koyun hakkında "onun eti şifadır" hadis delaletiyle koyun eti daha şifalı
olduğu için daha iyidir. Sayıca değilse de nitelikçe en yükseğidir ve kurbanın
en esaslı, en genel esasıdır. "Kurbanlığın en hayırlısı koçtur." diye bir
hadis de vardır. Hadis ve Fıkıh kitaplarında kaydedildiği üzere Resulullah'ın,
kurbanda boynuzlu güzel iki koçu diyerek ve ayağını boyunlarına koyarak kendi
eliyle kestiği meşhurdur: Cabir (r.a.)'den rivayet edildiği üzere de demiştir
ki: "Peygamber (s.a.v.) ile beraber namaazgâhta Kurban namazında hazır bulundum.
Hutbesini bitirince minberden indi, bir koçu vardı, Resulullah onu "Bismillahi
vallahu ekber, bu benden ve ümmetimin kurban kesemeyenlerinden" diyerek kendi
eliyle kesti." Deve ve sığır cinsi hayvanların yedi kişiye kurban olabileceği
de beyan buyurulmuştur. Bir kişi keserse elbette daha büyük hayır ve sevap
olur. Ancak bunların da yavruları yetmez. Hac ve Kurban bayramı kurbanlarından
başka gerek nezir yani adak ve gerek adamadan sırf nafile olarak tasadduk
ve şükür için kesilecek diğer kurbanlar ise eti yenir her hayvandan ve her
zaman kesilebilir. Şu halde mutlak kurban, deve kesmeye münhasır olmadığı
gibi, Kurban bayramı ve hacca ait kurbanlar ve keffaret kurbanları da deveye
mahsus olmadığından "kurban kes" emri de deveye mahsus değil, kurban günü
deyiminde olduğu gibi, kurban kesmek mânâsına olmak uygundur. Bunu "nahr-i
büdün" (deve kesmek) ile tefsir edenlerin maksadı da develere tahsis için
değil, boğazlamak mânâsını anlatmak ve kurbanların bedenlilerine itinayı işaret
etmek için olduğundan dolayı Ebu Hayyan ve Alûsî de çoğunluğun ve ekseriyetin
görüşünü o şekilde özetlemişlerdir. Ancak Alûsî'nin beyanında Kurban bayramında
kesmeye hasretme zahirdir. "Üç şey benim üzerime farz kılınd" hadisine uygun
düşen de budur.
Çoğunluk görüşünün
karşıtına gelince: İbnü Ebi Hatim'in rivayetine göre Ebu'l-Ahvas "kurban kes"
emrinin göğsünü kıbleye döndür mânâsına kıbleye dönme ile emir olduğunu söylemiştir.
Ferra da bu görüşe sahip olmuş ve tevilinde şöyle demiştir: "İniş yerleri
karşı karşıya olur" tabirinde olduğu vechile karşı karşıya dönmek mânâsına
gelir. Şu beyit de bu mânâdandır:
"Ey Ebu Hakem!
Sen Mücanid'in amcası ve mütenahir, yani nahır nahire, göğüs göğüse karşılıklı
dere ahalisinin, Mekke ahalisinin efendisi misin?"
el-Ebtahu'l-mütanahır,
göğüs göğüse karşılıklı dere demektir. Bu mânâdan "nahr" kıbleye dönme mânâsını
ifade edebilir. Gerçekte tenahur lügatta intihar etmek ve boğazlamak mânâsına
geldiği gibi, göğse isabet ettirmek, göğüs göğüse karşılamak mânâsından mecaz
olarak evlerin ve dere kenarlarının karşılaşması gibi mutlaka tekabül (karşı
karşıya olma) mânâsına da gelebilirse de bilinen mânâyı bırakıp da mecaz üstüne
mecaz olarak kıbleye dönme mânâsını anlamaya kalkışmak doğru olmaz, nahrin
de tanahur mânâsına geldiği kabul edilecek olunca bundan göğüs göğüse cihadı,
mücahedeyi anlamak daha çok yakışırdı. Âyetin inişinin Medenî olduğunu söyleyenlere
göre bunda bir proplem olmayacağı gibi Mekke'de de ileriye ait bir emir olabilirdi.
Mutlak emir, fevri (hemen yapılmayı) gerektirmeyeceği gibi, kurban hakkında
da geçtiği vechile vav da geri kalmaya engel olmazdı.
Bunlardan
başka İbnü Ebi Hatim, Hakim, İbnü Merduye ve "Sünen"de Beyhakî Hz. Ali (k.v.)'den
şöyle bir rivayette bulunmuşlardır. Demiş ki: Bu Sûresi nâzil olduğunda Resulullah:
"Rabbimin bana emrettiği bu kurbanlık nedir?" diye Cibril Aleyhisselam'a sordu.
O dedi: Kurbanlık değil, lakin namaz için tekbir aldığında tekbir alırken
ve rüku ederken ellerini kaldırmanı sana emrediyor. Çünkü o bizim namazımız,
yedi semadaki meleklerin namazıdır. Ve her şeyin bir zineti vardır, namazın
zineti de her tekbirde iki elini kaldırmaktır." Fakat Suyûtî bunun senedine
zayıf demiş, İbnü Kesir, "bu hadis ciddi olarak münkerdir" demiş; İbnü Cevzi
de "Mevzuat"dan saymıştır.
İbnü Cerir
bir de Ebu Ca'fer hazretlerinden, iftitah tekbirinde el kaldırmak" demiş olduğunu
nakletmiş. Buhari "Tarih"inde ve Darekutnî "İfrat"da yine Hz. Ali'den, "Namazda
sağ elini sol bileğinin üzerine koy da, sonra ikisini göğsüne koy." demiş
olduğunu rivayet etmişler. Ebu'ş-Şeyh ve "Sünen"de Beyhakî Enes'ten merfu
olarak ve bazıları İbnü Abbas'tan da böyle rivayet etmişler ise de bunların
da sıhhati sabit olamamıştır. Suyûtî Hz. Ali'den ikinci hadisi, İbnü Ebi Hatim'in
ve Hakim'in lâbe'sebih (zararsız) olan bir senedle rivayet ettiklerini söylemiş,
Dahhak ile Süleyman Teymî'de namazdan sonra duada ellerini göğsüne kaldır
demiş oldukları da nakledilmiştir. Bunlar kurban kesmeye iktidarı olmayanlar
hakkında veya namazın adabıyla ilgili bazı rivayetler olabilirse de nahrin
malum ve meşhur olan "Kurban kesmek" mânâsını bırakıp, âyeti bunlarla tevile
kalkışmak ve bu şekilde "kurban kes" emrini de "namaz kıl" emrine sokmaya
çalışmak asla doğru olmaz. Bunların hepsi nihayet namaza ait şeylerdir. Sadece
bununla sûre, namaz kılmayanlara ve riyakarlık edenlere karşı ihlas ile namaz
faziletini emretmiş olursa da maunu menetmelerine karşılık Allah için halka
yardım olan bir hayır ve kerem, lütuf ve faziletini ihtiva etmiş olmaz. Bu
Kevser ihsanına ulaşma şerefinin esas şükrüyle münasip olmaz. Nahrin kurban
kesmekte bilindiği ve Kur'ân'ın üslubunda namaz emirlerinden sonra çoğunlukla
zekat ve infak etme âyetleri zikrolunageldiği ve müşriklerin dualarını ve
kurbanlarını putlar ve tağutlar adına yaptıkları da düşünülünce, bu emrin
onların tersine namazdan başka Allah için kurban keserek zekâttan da fazla
bir fedakarlıkla kıymetli mallara kıyıp Allah'ın kullarına hayır ve yardımda
bulunmak Kevser atıyyesine şükretmek üzere beden ve mal olarak ibadet ve hayır
ile meşgul olmayı emretmiş olması en açık ve en esaslı mânâ olduğunda tereddüt
edilmez. Bu esas tasbit edildikten sonra, bundan mümkün ve muhtemel olabilen
diğer bir takım işaretler daha anlamakta ise sevk ve irfan için yasak koyma
yoktur. Bu vecihle iş bu "Rabbin için namaz kıl ve kurban kes" âyeti, En'âm
Sûresi'nin sonundaki "De ki: "Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep
âlemlerin Rabbi Allah içindir. O'nun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve
ben müslümanların ilkiyim." (En'âm, 6/162-163) âyetindeki emri ve Duhâ Sûresi'nin
sonundaki "Ve Rabbinin nimetini anlat." (Duhâ, 93/11) emrinin Kevser hediyesine
şükran olmak üzere fiilî bir izahını ifade eder. Bundan dolayı biz de meâlde
Kurban kesmek tabiriyle ifadeyi "boğazla" demekten daha uygun bulduk. Ki tefsirinin
özeti şu olur: Sana o Kevser'i verdiğimizden dolayı haydi sen Rabbinin lütfuna
hem kalben, hem dilinle, hem bütün azalarınla bedenen ve malen her vechile
şükretmek üzere Rabbin için ihlas ile namaz kıl, namaz kılmakla beraber kurban
da kes. Ona böyle tevhid ve ihlas ile fedakarane ibadet ve kulluk et ve çok
hayır işleyerek nimeti an, Rabbinin sana olan ihsanı kesilmek ihtimali yoktur.
3. Doğrusu
senin şani'in, sana şeneânı olan, buğz, kin tutan, hınç besleyen her kim olursa
olsun odur ancak ebter. Güdük, ardı arkası kesilecek, nesli ve nesebi, iyi
adı, sanı kalmayacak odur, sen değilsin ey Muhammed! Senin ardınca gelecek
hayırlı neslin de, evladın gibi tabilerin ve Ensarın, sevgili ümmetin de çoğalacak.
Dinin, kitabın, güzel adın, sanın, feyiz ve lütfun baki kalacak. Ahirette
de beyana sığmaz, kesilmez, tükenmez ecre ereceksin. Böyle Kevser'e, çok hayıra
buğzedenin, onu sevmeyenin hayırsız kalacağında ise şüphe yoktur.
ŞÂNİ', işaret
ettiğimiz "Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın."
(Maide, 5/8) âyetinde geçtiği üzere buğz ve düşmanlık etmek için kin tutmak
mânâsına "şeneân"den ism-i fail olarak mübğız, buğzeden demektir. Anlaşılıyor
ki murad, buğzedip geçmiş olan değil, buğzunda devam ve ısrar edendir. Yani
zaman ve hudus mânâsı değil, devam ve sübut mânâsı kastedilmiştir. Onun için
izafet (tamlama)i, lafzıyye değil maneviyyedir. Şu halde sonradan tevbe edip
imana gelenler bu hükümden hariç kalır.
"Ebter", ayıp
şeylerden olduğu için, ef'âl-i tafdil değil, sıfat-ı müşebbehedir. Müennesi
"betra" gelir. Kesiklik mânâsına "betir"den türemiştir. Şu halde esas mânâsı
kesik demek ise de, örfte kuyruk kesilmesinde yaygın olmuştur. Onun için kuyruğu
kesik hayvana ebter denildiği gibi, kuyruğu kesik küçük ayın gibi yazılan
hemzeye ayn-ı betra tabir olunur ki, Türkçe'de müzekkerine de, müennesine
de "güdük" denilir. Kuyruk arkada olmak hasebiyle sonunda arkası olmayan,
yani zürriyeti olmayan, kendinden sonra eseri kalmayan kimselere veya sonu
gelmeyen, sonunda hayır olmayan işe de istiare suretiyle ebter denilmiştir.
"Önemli olan her hangi bir iş Allah'ın ismiyle başlanmazsa o iş ebterdir."
hadisinde ebter, sonu gelmez, sonunda hayır olmaz, eksik, güdük kalır demektir.
Çünkü "O'nun yüzü (zatı)ndan başka herşey helak olacaktır." (Kasas, 28/88)
âyeti gereğince Allah'tan başka herşey yok olacaktır. Daha sonra ebter, hakir
ve zelil mânâsına da gelir. Burada gerek zamir-i fasl ve gerek mübteda olsun
"el-Ebter" müsnedi marife (belirli) olduğu için cümle, tahsis ifade ettiğinden
dolayı ebterlik mânâsını Peygamber'den tamamen red ile ona buğzedene tahsis
ettiği cihetle ebter kelimesinden anlaşılması muhtemel olabilen mânâların,
noksanların hepsini Kevser'in sahibi olan Resulullah'dan nefyile ona her buğzedene
isbat etmek suretiyle nüzul sebebinde zikrolunduğu üzere ebter diyen şahsın
muhakkak ebterliğini haber vermiş olmakla başta zürriyetsizlik mânâsı olmak
üzere muhtemel olan her mânâ bu tahsiste dahil olmak gerekir ki, bu şöyle
demek olur: Ey Muhammed! Sana kesilmek ihtimali olmayan Kevser verilmiş olduğu
için sende hiç bir vechile, hiç bir mânâ ile ebterlik, güdüklük ihtimali yoktur.
Sana oğlunun vefatından dolayı ebter diyerek buğz ve söğenin kendisi her mânâsıyle
ebterdir. Çünkü sana öyle buğzedenlerin hepsi hakikatte mutlaka ebterdir.
Onlarda mutlak ebterlik mânâsı vardır. İşte yukarda beyan olunan tefsirin
içeriği tahsisin bu mânâsından anlaşılmaktadır. Bu şekilde bunda bir taraftan
Kevser'in kesilmek ihtimali olmayan bir "çok hayır" olduğu açıklanmış oluyor,
bir taraftan da onun sahibine buğzedenlerin genellikle ebterliği kübra (çok
büyük) makamında bir illet ve delil suretinde haber verilmekle ebter diyen
kâfirin ebterliğini de özellikle haber vermiş bulunuyor ki, buna Bedi' ilminde
"mezheb-i kelami" (kelami mezheb) denilir. Bundan dolayı bazıları bunun As
b. Vail veya Ebu Cehil veya Kureyş'ten bir topluluk veya Kab b. Eşref, her
hangisi ise nüzul sebebi olan sözü geçen şahsa veya şahıslara mahsus olduğuna
kani olmuşlarsa da müştak (türemiş) üzere hüküm, müştakkın minh (kendisinden
türeyen)in illiyetini ifade edeceğinden şâni' (buğz eden) vasfiyle ifadesi
zahiren âmm (genel) olduğuna işaret eder. Gerçekte Resulullah'a buğzetmiş
olanlar hep ebter olmuşlardır. Ya maddi bakımdan nesil ve nesebiîveya manevî
bakımdan hayır ve zikri kesilmiş, nihayet düşük ve zelil olarak kötü isim
olup gitmişlerdir. Zürriyeti, eseri bulunanların da evlatlarından, eserlerinden
hayır ve faydaları kalmamıştır. Çünkü onların neslinden iyilik ile İslâm'a
girmiş olanlardan kâfir atalarının dua ve istiğfar ve diğer şekilde faydalanmaları
kesilmiş, aralarında masumluk kalmamıştır. Bu evlatlar hep Peygamber'in ümmeti
ve tabileri, manevî evladı olmuşlar. "Akraba bile olsalar, cehennemin halkı
oldukları belli olduktan sonra (Allah'a) ortak koşanlar için mağfiret dilemek
ne Peygamber'in, ne de insanların yapacağı bir iş değildir." (Tevbe, 9/113)
hükmüne tabi kalmışlardır. İyiliği, imanı olmayanların ise zaten hayrı yoktur,
onlar hayru'l-halef (hayırlı evlat) olmazlar. Dua bile etseler "Kâfirlerin
duası, böyle boşa gitmektedir." (Ra'd, 13/14) hükmünce hep dalalet içinde
boşa gider, ölümden sonra eserlerinin de Allah katında ahiret için kendilerine
hiç bir hayır ve faydası olmaz, o büyük azaptan kurtarmaz. "Onlar öyle kimselerdir
ki, ahirette onlar için yalnız ateş vardır ve yaptıklarının hepsi orada boşa
çıkmıştır, amelleri hep batıl olmuştur." (Hud, 11/16);
"Kendilerinden
azap hafifletilmez, onların yüzlerine de bakılmaz." (Bakara, 2/162) Bununla
beraber şundan da gaflet edilmemek gerekir ki, Peygamber'e şenean ile buğz
ve düşmanlık, ona iman etmekten ibaret olan küfürden daha özel, daha şiddetli
bir küfürdür. Bunun fiilen ortaya çıkarılması, ona fiilen harp ilanı olacağı
gibi, sözlü olarak açıklanması da, o mânâda olarak, sövme ve küfretme olur.
Bunun ise Hak şeriatta hakkı harp ve öldürmedir. Peygamber'e sırf dininden
dolayı düşmanlık ederek ebter (güdük) veya "münbetir sanevber" (kesik çam)
diye buğz ve küfürünü açıklayan şani' (buğz edici) de ona şöyle sövmekle küfretmiş
olduğundan "kurban kes" emrinden sonra tahkik ile beraber illiyet de ifade
eden ile talil siyakında "Muhakkak ki sanabuğzeden ebterin kendisidir." buyurulmasında
ona öyle sövenlerin önünde olmazsa sonunda kesilmeye hak kazanmış olduklarına
işaret ve hatta sonlarında bir hayırları kalmayıp büsbütün çirkin adlı olacaklarını
hatırlatmak, Resulullah'ın ise onların zıddına olarak hayır ve feyzinin, eserlerinin
ve faziletinin kesilmeyeceğini haber verme vardır. Bundan dolayı Resulullah'ın
keder etmeyip de Rabb'inin lütfuna şükretmek üzere ibadet ve kulluk ile meşgul
olarak namaz kılıp kurban kesmesi ve böyle hayır için fedakarlıkla Allah'ın
nimetini söylemesi emrolunmuştur. Ona ebter (güdük) diyen buğuzcu, onun erkek
evladının vefatını bahane etmiş olduğundan dolayı burada Peygamber'in neslinin
de kesilmeyeceği ilk önce anlaşılması gereken bir mânâ olduğu için, bundan
kız evladı ve onların evladı ve evladının evladı da zincirleme olarak evladdan,
torunlardan, zürriyetten olduğuna istidlal edilmiştir, bu da doğrudur. Bununla
beraber Resulullah'ın müteaddid erkek evladı da olmuşken, bunların uzun yaşamayıp
da onun neslinin yalnız kız evladından çoğalmış olmasının da elbet bir mânâsı
ve hikmeti olması gerekir. Bu da peygamberlerin sonuncusu olması ile izah
edilmiştir. Onun ruhanî kuvveti gibi cismanî kuvvetinin de feyiz ve kemali
açıklanmak üzere kendisine hem oğul, hem kız nesiller de verilmiş, fakat peygamberlik
şerefi kendisiyle bitirildiği ve bundan dolayı onun dini, kitabı kıyamete
kadar bâkî olup kendisinden sonra peygamber gönderilmeyeceği cihetle oğullarının
baki kalmaları halinde peygamberliğe mazhar edilmeleri bu hikmete uygun olmayacağı
gibi, nübüvvetsiz olarak bekaları da tam mânâsıyla hayırlı evlat olmalarına
engel ve şanlarına eksiklik olacağından, onların masum olarak vefatları hem
kendi haklarında, hem de Resulullah hakkında daha hayırlı, daha kudsi olmuştur.
Bundan başka
peygamberliğinin genelliği, dininin yayılması ve ümmetinin çoğalması açısından
bunun ümmet hakkında da hayır olduğunda ve bu şekilde de Resulullah'ın ümmetine
örnek olması kendisinin ecir ve feyzini daha yükseltmiş bulunduğunda da tereddüde
yer yoktur. Zira oğullarının kendisinden sonra baki kalmaları takdirinde peygamberliğe
mazhar edilmeyince hiç olmazsa imamet velayetine varis kılınmaları yakışırdı.
Bu ise imamet velayetini ehliyetten çok neseb verasetine hasretmek olacağından,
bu inhisar da Muhammedî nübüvvetin genelliğine "Dinini, bütün dinlerin üstüne
çıkarması için." (Saf, 61/9) hikmetiyle gönderilen hidayet ve hak dininin
gayesine, "Allah yanında en üstün olanınız, en çok korunanınızdır." (Hucurat,
49/13); "Allah, size emanetleri ehline vermenizi emrediyor." (Nisa, 4/58);
"Sizi yeryüzünde halifeler yapan odur." (Fatır, 35/39); "O, hanginizin daha
güzel iş yapacağınızı denemek için." (Mülk, 67/2), "Hayır işlerine koşun,
hepinizin dönüşü Allah'adır." (Maide, 5/48) gibi üstünlük ve fazilet esaslarıyla
bütün âlemde zuhur ve yayılması hikmetlerine aykırı bulunurdu. Bu tahsis kastedilmeyince
de bu yüzden ümmet için fitneye zahiri bir sebep olurdu. Kadınlarda ise Peygamberlik
ve imamlık kazıyye (önerme)si esas itibarıyla varid olmadığı için kızları
hakkında bu mahzurlar varid olmaz. Bundan dolayı Resulullah'ın neslini kız
evladından ilerletip de erkek evladının fazla yaşamamasının açık olan makul
hikmet ve mânâsı bu iki sebepte özetlenebilir: Kendisinden sonra peygamberlik
olmaması, imamet ve velayetin de nesebî verasete tahsis edilmemesi. Yoksa
cahiliye Araplarının zannettiği gibi oğulların vefatıyla zürriyetin büsbütün
kesileceği ve kız evladının evladı, evlad ve zürriyetinden sayılmayacağı için
değildir. Ve belli ki bu son âyet gaybla ilgili ihbarı da içermektedir.
İşte Muhammed
Aleyhisselam'ın şanını Kevser'le anlatan ve her yönden şükür ve hamdetmekle
namaz kılıp kurban keserek Bayram yapılmaya layık müjdeleri ihtiva eden bu
yüksek sûre, vecizliğiyle beraber böyle birçok latifeleri ve hikmetleri içine
almaktadır. Razî tefsirinde bunun Duhâ Sûresi'nden beri gelen sûrelere olan
münasebetiyle daha birçok işaret ve latifelerini pek güzel beyan etmiş ve
açıklamış ve bu cümleden olarak demiştir ki:
"Bu sûrenin
latifelerinden biri de şudur: Allah yoluna giden salihler için üç derece vardır.
En yükseği: Bütün kalbleri ve ruhları ile Allah Teâlâ'nın nur-i celaline garkolmalarıdır.
İkincisi: Bedenen de taat ve ibadetlerle meşgul olmalarıdır. Üçüncüsü: Nefsi,
özel lezzetler ve acil şehvetlere dökülmekten menetmek makamında olmalarıdır.
İşte "biz sana Kevser'i verdik", önceki makama işarettir ki, o da kudsî ruhun
diğer beşerî ruhlardan gerek sayıca ve gerek nitelikçe kendini göstermiş olmasıdır.
Sayıca kendini gösterişi: Çünkü başlangıçları pek çoktur. Nitelikçe kendini
gösterişi de, o başlangıçlardan neticelere geçmekte diğer ruhlardan çok daha
süratli olmasıdır. "Rabbin için namaz kıl" ikinci mertebeye işaret; "Kurban
kes" de üçüncü mertebeye işarettir. Çünkü nefsi peşin lezzetlerden men etmek
kurban kesmek ve boğazlamak mecrasına akıcıdır. Sonra da "muhakkak sana buğzeden,
güdüğün kendisidir" buyurulmuştur. Bunun mânâsı da şudur: Seni şu özellikler
ile acil şehvetlere davet eden nefis yok mu, o fanidir, baki kalan güzellikler
ise Rabb'ın katında daha hayırlıdır. "Baki kalacak olan güzel işler Rabbinin
katında sevapça da daha hayırlıdır, umutça da daha hayırlıdır." (Kehf, 18/46)
o ise ebediyen baki olan rûhanî saadetler, Rabbanî marifetlerdir."
Bu sûrenin
içine aldığı emirlerin en mühim yönü "Rabbin için" kaydının ifade ettiği tevhid
ve ihlas olduğu için, bunu, ayrıca açıkça ilan ve açıklama hususunda.