94-İNŞİRAH:
Açmadık mı?
Açıp genişletmedik mi? Senin için. Senin mutluluğun için göğsünü de nefesine
genişlik, kalbine ferahlık, nefsine kuvvet ve ferahlık vermedik mi? İçinde
bulunulan anda ve gelecekte, dünya ve ahirette bütün dilekleri izah edip de
her zorluğu yenecek büyük bir ruh ile şaşkınlıktan doğru yolu bulmaya, gamdan
sevince, darlıktan genişliğe erdirmedik mi? Râğıb şöyle der:
Şerhin aslı,
eti ve benzeri şeyleri açmak, yani açıp genişletmektir. Şerh-i sadr, yani
göğsü açmak da bundandır ki, ilâhî bir nur ve Allah tarafından bir gönül rahatlığı
ve bir ruh ile onu genişletmektir.
Şihâb yazarı
der ki: Aslı, eti yarıp açmak olduğu ve bunda bir açılma ve içini ve içinde
bulunanı açığa çıkarmayı gerektiren bir genişletme bulunduğu için şerh ve
genişlik kalb hakkında da kullanılır olmuştur. Kederini gidererek sevinç ve
neşe verecek şeyi idrak etmesi bir şerh ve genişletme sayılmıştır. Çünkü onun
sıkıntısını açacak ve üzüntüsünü giderecek geniş bir nefes aldırmak gibi herhangi
bir sebep, bir duygu, bir ilham ile ondan gaip veya ona gizli bulunan sevinci
gerektiren bir şey ortaya çıkar ki bu, bir kitabı izah etmek mânâsına şerh
denilmek gibidir. Sonra da bu mânâ kalbin mahalli olan göğüste mübalağa için
kullanılmıştır. Çünkü bir şeyin genişlemesi, onun içinde bulunduran şeyin
de genişlemesini gerektirir. Onun için işitirsin ki, sevince genişlik, zıddına
da darlık ismi verirler. Bu bir kaç mertebe vasıta ile kinaye dallarına ayrılan
mecazlardandır. Lakin yaygınlaşmasından sonra gizlilik giderilmiş, vasıtalar
kaldırılmıştır.
Bu yapılan
açıklama şerhin bir şerhidir. Şihâb yazarı eti açmaktan kalbi açmaya ve ondan
göğsü açmaya geçerek gitmiştir. Fakat eti yarıp açmaktan göğsü açıp genişletmeye,
ondan nefes genişliğine ve kalbin açılmasına ve ondan nefsin manevi olan neşe
ve genişlemesine geçmek daha uygundur.
SADR, her
şeyin ön ve baş tarafı olduğu gibi, insanın gövdesinin de belinden başına
doğru ön ve içinden kalp ve ciğerleri kapsayan üst kısmı yani sine, göğüs
veya bağır dediğimizdir. Arkadan sırta da zahr denilir. Yer ve cüz olma ilgisiyle
kalb veya nefisten kinaye de olur.
Dıştan göğüs
darlığı zayıflık işareti sayıldığı ve içten göğüs darlığı (dıyk-ı sadr); nefes
darlığı, kalb sıkıntısı, elem, ızdırap ve tahammül edememe olduğu gibi, dışından
göğüs genişliği (vüs'at-ı sadr); kuvvet alâmeti, göğüs açılması; bir özlemi
ortaya koyma, içten göğüs açılması; nefes genişliği, rahat, kalbin açılması;
ruhun sevinç, şevk, fikir, bilgi ve tahammül genişliği mânâlarını ifade eder.
Bu şekilde "şerh-ı sadr", esasen göğsünü, bağrını açıp genişletmek demek olduğu
halde bununla kalbe ferahlık vermek ve nefsi herhangi bir fiil veya söze açıp
neşe ve sevinç ile o fiil ve sözü almak üzere genişletmek mânâsından kinaye
edilmek de yaygın olmuştur. Öyle ki şerh ve gönlün açılması denildiği zaman
maddi olarak göğsü veya kalbi açmak veya yarmaktan ziyade manevi olan bu neşe
ve ferahlık mânâsı anlaşılır.
Alûsî der
ki: Şerhin aslı dağıtma ve genişletme olup "izah" mânâsında kullanılması yaygın
olduğu gibi nefsin ferahlığı mânâsında da yaygın olmuştur. Hatta bunda örf
olarak hakiki mânâdadır denilse uzak olmaz ve bu kalp ile ilgili olduğu zamandır.
Kalbini şununla şerh etti demek, onunla sevinçli ve ferah kıldı demektir.
Çünkü kalp nefsin konakladığı yer gibidir. Normal olarak da konaklanılan yerin
genişletilmesi onda konaklayanın rahat ve ferah olması neticesini doğurur.
Kalbin mahalli olan göğüsle ilgili olduğu ve göğsü açmak denildiği zaman da
böyledir. Bu genel olarak kalp genişliğini de ifade eder. Çünkü normal olarak
bir evin etrafını genişletmek evin genişliğiyle uygun olur. Geniş evin etrafı
da genişletilir ki şirinliği artsın. Bundan hareketle nefsin neşe ve ferahlığına
geçilir.
Kalp ve göğüsle
ilgili olduğu zaman bazan da şerhten bilgiyi çoğaltmak mânâsı kastedilir.
Denilmiş ki: Sanki bilgiler geniş bir alana muhtaç imiş ve kalp de onun mahalli
imiş gibi hayal edilir de bilgiler çoğaldıkça kalbin de geniş olması gerekeceği
düşünülür.
Bazı kere
de bundan nefistekinin çoğaltılması kastedilir. Denilmiştir ki: Bu da, bilgileri
genişletmek nefsin genişletilmesini gerektirir düşüncesiyledir. Bazı kere
de "şerh-ı sadr" ile, nefsin kutsal güçler ve ilâhî nurlarla desteklenmesi
mânâsı kast edilir. Öyle ki nefis, bilgi olaylarının meydanı, meleke yıldızlarının
göğü, tecelli türlerinin Arş'ı, içe doğan bilgi sürülerinin yaygısı olur da
artık onu herhangi bir durum, bir başka durumdan meşgul etmez, ona göre olacak,
olan ve olmuş bir ve eşit olur ve bu mânâlardan her biri bulunduğu makama
göre murat olunur. Yüce Allah'ın Resulüne nimetlerini sayma makamı olan bu
makama en uygun olan mânâ ise -Ragıb'ın da anlattığı gibi bu sonuncu mânâdır.
Bununla beraber diğer mânâlar da caiz görülmüştür.
Açık olan,
bu gönül rahatlığının Duha Sûresi'nin inmesiyle hasıl olmasıdır. Bununla beraber
A'la Sûresi'nde de bunun bir mukaddimesi bulunduğu gibi, bundan sonra Kadr
Sûresi'ne kadar bunun mukaddime ve sonuçlarını bir izah vardır. Tefsirciler
"şerh-i sadr" ile ilgili iki görüş zikretmişlerdir:
BİRİNCİSİ,
haberlerde geldiği üzere çocukluğunda veya peygamberliği sırasında veya İsra
gecesinde cismani bir ameliyat suretinde göğsü yarılarak kalbi çıkarılıp yıkanmış,
yine yerine konduktan sonra iman ve hikmetle doldurulmuş olmasıdır ki bu tartışmalıdır.
Maddî kalp yıkanmasının iman, ilim, hikmet, şefkat gibi manevi şeylerle ilgi
ve münasebeti bulunduğuna inanamayanlar bu husustaki rivayetleri mantıkî görmeyerek
reddetmişler; bu ameliyatın esas itibariyle mümkün olduğunu ve maddi temizliğin
manevi temizlik ile de ilgi ve münasebetini düşünenler ise bunu kabul etmiş,
bununla beraber burada muradın o olduğunda ısrar etmemişlerdir. Peygamberlikten
önce meydana gelen ve onun habercisi olan olağanüstü olaylar ve kerametler
de inkar olunamazsa da sûrelerin tertibine göre buradaki göğüs yarmanın ne
peygamberlikten evvel, ne de peygamberlik sırasında değil, Ve'd-Duha'nın inmesiyle
yahut daha sonra olması açıktır. Bu yönden cismani mânâyı da gösteren en kuvvetli
rivayet ise Mirac gecesiyle ilgili olarak Buhârî, Müslim, Tirmizî ve Nesaî'de
Katade'den rivayet edilen şu hadistir. Demiştir ki: Bize Enes b. Malik anlattı.
Ona da Malik b. Sa'saa anlatmış. Efendimiz (s.a.v.) buyurmuş ki: "Ben Beyt'in
yanında uyur uyanık arası bir halde iken içinde Zemzem suyu bir altın tasla
bana gelindi de göğsüm şuraya ve şuraya kadar yarıldı". Katade demiş ki: Enes'e
ne kastediyor dedim: "karnımın aşağısına kadar dedi". Buyurdu ki: Derken kalbim
çıkarıldı da Zemzem suyu ile yıkandı. Sonra tekrar yerine kondu. Sonra iman
ve hikmet dolduruldu. Sonra Burak getirildi. Onun üzerinde Cebrail (a.s) ile
beraber gittim. Ta dünya semasına vardık..." Bundan en açık olarak anlaşılan
uyku ve uyanıklık arası misali bir keşif ve müşahede olması ve asıl neticenin
iman ve hikmet dolarak Mirac'ın vuku bulmasıdır. Burada bu mânâ murat edilebilir
ve bu şekilde bu sûre Mirac'a işaret olabilir. Ve'd-Duha'nın inişi sırasında
da bir keşf ve müşahede vukua gelmiş olduğuna göre de bir Mirac olmuş demektir.
İsra gecesiyle Ve'd-Duha'nın inişi arasında ne kadar zaman bulunduğu bilinmiyor
ise de Mirac hadislerinde bu sûrelerin içerdiği mânâlara tesadüf edildiği
ve Ve'd-Duha'daki "gece" den murat İsra gecesi olduğuna dair de bir rivayet
bulunduğu için bunların Mirac ile ilgili olduğunu kabul etmek gerekir. Bunda
ise cismani yarma ihtilaflı olduğu, ruhanî yarmada ise ittifak edildiği için,
hangisi olursa olsun "göğsü yarmak"tan asıl murat, gaye olan son mânâ olmalıdır.
O da iman ve hikmet ile hakikatın açılmasıdır ki, cisimler onun için çalışır
ve ona feda edilir. Hakikatte bir elem olan cismani ameliyatlar onun bir vesilesi
olmak itibarıyla kolaylıkla aşılabilir. Bu nedenle şu ikinci görüş ihtilafsızdır:
İKİNCİSİ,
"şerh-ı sadr" dan maksat, neticesi marifet ve itaat olandır ki, bunu da birkaç
şekilde izah etmişlerdir:
1. Hz. Peygamber
(s.a.v.)insanlara ve cinlere peygamber gönderilince Allah'tan başka ilâhlardan
ve onlara tapanlardan uzak olmak suretiyle insanlar ve cinlerle uğraşmak önce
zor gelmiş, göğsünü daraltmıştı. Fakat yüce Allah ona öyle âyetler göstermişti
ki bunlarla bütün o zorlukları aşma gücü ve imkanı bulmuş ve yüklenmiş olduğu
her meşakkat, her şey gözünde küçülmüş idi. O şekilde ki kalbinden bütün tasa
ve düşünceleri çıkarmış, ancak bir tek düşünce bırakmıştı. Çoluk çocuğun nafakası
sıkıntılarını tınmaz, insanlardan ve cinlerden gelen eziyetlere önem vermez
olmuştu. Hatta bunlar gözünde sinekten küçük olmuşlardı. Ne tehditlerinden
korkar, ne de mallarına, makamlarına meylederdi. Şu halde "şerh-ı sadr", dünyanın
değersizliğini ve ahiretin değerini bilmekten ibaret olur ki bunun benzeri
En'âm Sûresi'ndeki "Allah her kimi hidayete erdirmek isterse onun göğsünü
İslâm'a açar. Her kimi de sapıklığa düşürmek isterse onun da kalbini daraltıp
sıkıştırır."(En'âm, 6/125) âyetidir.
Buhârî'de
de İbnü Abbas'ın âyetini, "Allah onun göğsünü İslâm'a açtı." şeklinde tefsir
ettiği zikredilmekle yalnız bu mânâ gösterilmiştir.
En'âm Sûresi'nde
de geçtiği üzere rivayet olunduğuna göre Ashab-ı kiram sordular:
- Ey Allah'ın
Resulü! Göğüs açılır mı?
- Evet.
- Alâmeti
nedir?
- Aldanma
yurdundan uzaklaşmak, ebediyet yurduna yönelmek ve gelmeden önce ölüm için
hazırlıktır.
Bunun özeti
şudur: Allah'a ve onun vaad ve tehdidine samimiyetle iman, insanın dünyadan
uzaklaşmasını, ahirete rağbet etmesini ve ölüme hazırlanmasını gerektirir.
2. Resulullah
(s.a.v.)'ın sinesi bütün önemli şeylere açılmıştı, telaş etmez, ıztırap çekmez,
şaşırmaz, sıkıntı ve ferah hallerinin ikisinde de gönlü rahat bulunur, yükümlü
olduğu görevini eda ile meşgul olurdu.
"Senin kalbini"
denilmeyip de "senin göğsünü" denilmesi, bu yarmanın genişliğine, yani yalnız
içte kalmayıp eserleri dışta da göründüğüne dikkat çekme olmalıdır. Yani Resulullah
(s.a.v.)'ın sinesi "Müminler için kanadını indir."(Hıcr, 15/88) emri gereğince
bütün müminlere şefkat ve merhametle açıktır.
Bir de, "göğsünü
açmadık mı?" denilmekle yetinilmeyip de "senin için" denilmesinde de nükteler
vardır.
Birincisi,
"lâm"ın "lâm"a karşılık olmasıdır. Yani "Ancak bana ibadet etsinler diye..."
(Zâriyat, 51/56) ve "Beni anmak için namaz kıl."(Tâhâ, 20/14) buyurulduğu
üzere, "sen bütün itaatı benim için yaparsın, ben de yaptığımı senin için
yaparım" demek olur.
İkincisi,
elçiliğin faydaları, sevabı Allah'a değil, elçiye ait olduğuna dikkat çekme
olur. Yani, benim için değil, senin için açtık.
Üçüncüsü,
bu açma ve yarmada zarar ihtimalininin bulunmadığını bildirmek içindir. Yani
aleyhine değil, bütün sonuçları hayır olmak üzere lehine açtık ve yardık.
Çünkü gafillerde olduğu gibi birçok sevinç ve ferahlıkların sonu felaket olur.
Nitekim, "Nihayet kendilerine verilen şeyler sebebiyle ferahladıkları zaman,
ansızın kendilerini yakalayıverdik. Bir de ne görürsün hepsi bütün ümitlerinden
mahrum düşmüşlerdir." (En'âm, 6/44) "Bilmeyecekleri yönlerden onları derece
derece düşüşe yuvarlıyacağız."(A'râf, 7/182) buyurulmuştur.
"Nun" ile
"açmadık mı?" buyurulup da "açmadım mı?" buyurulmamasının da iki izah tarzı
vardır: "Nun" tazim ve ululuk gösteren nun olması itibariyle, nimeti verenin
büyüklüğü nimetin büyüklüğünü gösterir. Çoğul nunu olarak yorumlandığı takdirde
de mânâ şu olur: Bu açma ve yarma işini yaparken doğrudan doğruya yalnız yapıvermedim.
Meleklerimi de çalıştırdım. Sen o melekleri önünde ve etrafında görüyordun
ki kalbin kuvvet bulsun da peygamberlik görevini o kalp kuvveti ile eda edesin.
Bu durumda Cin Sûresi'ndeki "Gaybını kimseye açmaz. Ancak seçtiği bir elçi
olursa başka. Çünkü onun önünden ve ardından gözetleyiciler salar. Bilsin
diye ki, onlar Rab'lerinin elçilik görevlerini hakkıyla duyurmuşlardır. Allah,
onların yanındakileri kuşatmıştır." (Cin, 72/26-28) mânâsına da işaret olur.
2. "Senden
yükünü indirmedik mi?"
VAD', mutlak
koymak mânâsına olduğu gibi aşağılatmak, indirmek, düşürmek mânâlarına da
gelir. Burada yükü indirmek mânâsınadır ki bütün bütün düşürmek veya hafifletmekten
daha genel olabilir. Zira vizir, ağır yük demektir. Günah ve vebal mânâsı
da bundandır.
3. "O senin
sırtını ezen yükü". Bu, yük ve günah mânâsına gelen "vizr" in sıfatıdır.
İNKÂD, nikd
yahut nekid yapmaktır. Nıkd; yıkıtınya, bozuntuya ve yürüyüş ve sefer nedeniyle
zayıf ve güçsüz olmuş deveye denildiği gibi, bir şeyin bozulurken, üzülürken,
ezilirken, koparken ve bir yük yıkılmaya yüz tutmuş bir durumdayken çıkardığı
sese; sepilenerek boyanmış ve cilalanmış deri, ağaç ve arabanın gıcırtısı;
eklem yerlerinin, kemiklerin çıtırtısı, kuşların çığırtısı ve bir şişenin
ağzı sorulurken çıkan mıcırtısı gibi seslere de nıkd ve nekid, böyle ses çıkarmaya
da inkad denilir. Buna göre "inkad-ı zahr": yükün sırta ağır basarak kemiklerini
çatırdatması veya üzüp zayıf düşürmesi, bitkin ve güçsüz etmesi demek olur.
Ki bizim "belini kütletti", "kemiklerini birbirine geçirdi" tabirlerimiz gibi
ağırlık ve zorluğu anlatmada mesel olmuştur. Burada maksat, peygambere önce
dayanılması ağır gelmiş olan zorlukların böyle ağır bir yüke benzetilerek
anlatılmasıdır.
Bazıları,
"nıkd" deve gibi zayıflamak mânâsından, çokları da ses çıkarmak mânâsından
kemikleri gıcırdatmak, çatırdatmak mânâsına düşünmüşlerdir. İbnü Cerir demiştir
ki: "Sırtına ağır bastı da ona gevşeklik verdi, gevşetti." demektir. Bu, Araplar'ın
şu sözündendir ki, deve seferden döndükte sefer onu zayıflatmış, etini gidermiş
olduğu zaman o deveye, "bu, seferin yorup bitkin düşürdüğü devedir" mânâsına
"bu, nıkdu seferdir" derler. Râzî ve diğerleri de demişlerdir ki: "Dilciler
şöyle der: Bunun aslı şudur: Sırta yük ağır bastığı zaman onun bir nakidi,
yani hafif bir sesi işitilir. Nakid; deve üzerine konan sepetlerin, deve palanlarının,
kaburgaların, yük ağır bastığı zaman devenin çıkardığı sestir.
Birincisinde
zahr (sırt)'ın mef'ul (tümleç) olması açık denilebilirse de ikincide açık
değildir. Çünkü bu mânâca "inkad", seslendirmek değil, seslenmek mânâsına
lazım (geçişsiz) olduğundan ses sırtın değil, yükün sesi olmak gerekir. Bundan
dolayı bunu sebebine dayandırmak kabilinden mecaza yorumlamışlar, seslenmeğe
sebep olacak derecede ağır basmak mânâsına "yani onu ses çıkarmaya sevketti
ve ona ağır geldi" diye tefsir etmişlerdir ki, bunun da aslı yani, "o yükle
sırtın gıcırdamış, bel kemiklerin çatırdamış" demek olur. Bunun için biz de
iki yöne de ihtimali olmak üzere, "sırtını zayıf düşürmüş olan o ağır yükü
senden indirdi, attı" meâlinde ifade ettik. Fakat burada 'ya böyle müteaddi
(geçişli) mânâsı verilmek için çalışılmasına benim gönlüm pek razı olmuyor.
Bu ses Resulullah (s.a.v.)'ın sırtına değil, sırtındaki o ağır yüke, ağırlığa
ait olmalı. Murat da Resulullah (s.a.v.)'ın, arkasındaki o ağır yükün gıcırtısından,
verdiği eziyetten çok etkilenmiş olduğunun beyanı olmalıdır, demek istiyorum.
Bu mânâyı anlatmak için de mef'ulü bih (düz tümleç) değil "sırtında" mânâsında
mef'ulü fih (zarf tümleci) olmalıdır. Gerçi Nahiv'de mekan zarfından "fî"nin
kaldırılması pek caiz değil ise de altı yön zarfında, canip ve cihette, haric
ve dahil gibi kelimelerde istisna edilerek caiz olduğu bilinmektedir. Sırt
mânâsına gelen "Zahr" kelimesi de altı yön zarfından "arka" mânâsıyla düşünüldüğünde
"fî"nin düşürülmesi caiz olmak gerekir. Bu mânâ "mecazi isnad" tan daha yakın
ve daha güzeldir. Şöyle demek olur: Sırtında gıcırdamakta, bu şekilde sana
eza vermekte olan o ağırlığı, o ağır yükü senden attık, indirdik.
Bazı tefsirciler
burada "vizr"i, "Onlar günahlarını sırtlarında taşıyorlar."(En'âm, 6/31) âyetinde
olduğu gibi "ağır günah" mânâsına yorumlayarak, bunun kaldırılmasını, bu surette
"Allah, senin günahından geçmişini ve geleceğini bağışlayacak." (Fetih, 48/2)
gibi günahı bağışlamak mânâsına anlamışlardır. Fakat bu âyette geçen "zenb"
tabiri, peygamberlerden meydana gelmesi caiz olabilen zelle (küçük hata, ayak
sürçmesi) ve en uygun olanı yapmamak gibi küçük günahları da içine alabilirse
de, ağırlık mânâsına gelen vizr'in küçük günahlar için kullanılması uygun
olmayacağı gibi, ağırlığı bilhassa "o senin sırtını ezen yükü" diye önemle
büyütülmüş olan vizr'in küçük günah mahiyetinde küçük kusurdan ibaretmiş gibi
anlaşılması da hiç uygun görünmez. Gerçi bunun bu ağırlığı aslında büyük günah
olmasından değil, ahlakı yüce olan peygamber (s.a.v.)'in en küçük bir günahtan
bile şiddetle etkilenip üzülmesi nedeniyle olduğu güzel bir yorum olabilirse
de zahirin aksi olmaktan kurtulmaz. Onun için bunun günah mânâsına değil,
ağır yük mânâsıyla, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i peygamberlikten önce veya başlangıcında
son derece üzen ve dayanılması ağır gelen bir takım zorluklar demek olması
daha doğrudur ve çoklarının tercihi de budur. Bu zorluklar, bu ağırlıklar
hakkında tefsirlerde başlıca şunlar sayılmıştır:
1. Yukarıda
da geçtiği üzere peygamberlikten önce cahiliyye âlemi içindeki şaşkınlık halinin
ağırlığı. Zira başlangıçta sırf olgun aklı ile bakan; bir taraftan kavminin
şirk ve cehalet içindeki hallerinin fenalığı, bir taraftan da kendisini yokluktan
varlık âlemine getiren ve yetim iken barındırıp yetiştiren, hayat, akıl ve
güzel huylarla nimetler veren yüce Allah'ın, üzerindeki nimetlerini görmüş
ve bunların büyüklüğüne karşı Rabb'ine nasıl ve ne yolda itaat ve hizmet edeceğini
de bilememiş olduğudan dolayı vicdanında büyük acılar duymuştu. Peygamberlik
gelince bu şaşkınlık yok olmuş, bunun gereği olan yük üzerinden atılmıştır.
Şu belli bir şeydir ki, bir yükün ağırlığı vermiş olduğu eziyet ve sıkıntı
ile uygun olduğu gibi, bir günahın ağırlığı da neticesindeki azabın şiddetine
göredir. Bu açıdan gerek yük, gerek günah ağırlığı gerçekte ruha ait olan
bir elem ve azap ağırlığı olmakta birleştiği için; yük bir günah, günah da
bir yük gibi düşünülerek ikisi de bir ağırlık kavramıyla "vizir" mânâsında
birleştirilir. Gönülde duyulan gam ve eleme vizir denilmesi bundandır. Ancak
yük, elemi yok olarak sonunda bir ecir ve haz olması itibarıyla elemi daha
sonra görülecek olan günahtan ayrılır. Onun için "vizr" olmaktan çıkar, nimet
olur. Büyük bir kâr için nice ağır yükler, acı kederler bir nimet aşkıyla
karşılanarak yolu bulununca haz ve sevinç içinde kolaylıkla çekilir. Oysa
günah, kendisi bir zevk olsa bile neticesi elem olduğundan bunun aksine olur.
Bir de nimet esas itibariyle herkes için övülen bir şeydir. Fakat alçak ve
aşağılık kimseler bir hizmet karşılığında olmayarak emek vermeden nimet yiyip
durmaktan ar duymaz, utanmaz da buldukça şımarır. Değerli, onurlu kimse ise,
gördüğü lütfa karşı hizmet edememiş veya o nimeti yerine sarfedememiş olmaktan
sıkılır, eziyet duyar ve bir hizmet yolu bulmaksızın o nimete kavuşmuş olup
durmak kendisine ağır gelir. "Onda hiç kimsenin alacak bir nimeti yoktur."(Leyl,
92/19) vasfına uygun olmak ister. O sırada o nimeti veren bir tür hizmet yapmasını
isteyince o hizmet ağır bile olsa onu yerine getirmeyi canına minnet bilerek
o ağırlık kendisine hafif görünür. İşte peygamberlik gelince Hz. Muhammed
(s.a.v)'den o hayret ve şaşkınlık gitmiş bulunduğu gibi o ilmin ve bu değerli
ahlâkın hükmüyle o gam ve tasa kendisinden kalkmış ve o zorluklar kolaylığa
dönüşmüştür.
2. Peygamerliğin
gelmesiyle yol görünmüş, şaşkınlık halindeki önceki zorluklar sıyrılmış ise
de bu kez de daha büyük bir endişe ve korku Resulullah (s.a.v.)'ın omuzlarına
yüklenmiş bulunuyordu. O da peygamberlik görevinin hakkıyla alınıp yerine
getirilmesindeki büyük zorluk ve sorumluluk endişesi ve girişeceği cihadda
başarı derecesini ve kusur ettiği durumda Hak ve halk karşısındaki tehlikesini
düşünmek meselesi idi ki, buna "A'ba-i risalet" yani, peygamberlik yükleri
ismi verilir. Zira, "Allah'tan kulları içinde ancak âlimler hakkıyla korkar."
(Fâtır, 35/28) mânâsı gereğince ilim artıp Allah daha çok tanınınca Allah
korkusu da artıyor, önce iyi bilinmeyen nice ahiret endişeleri yüz gösteriyordu.
Önce Cibril'le yaptığı ilk konuşmada bütün güç ve takatini saran "Son derece
kuvvetli, çetin kuvvetlere sahip"(Necm, 53/5-6) bir heybet ve gücün kendisini
sarması ve kuşatması içinde titremiş kalmıştı. Buna derece derece alıştıktan
sonra da etraftan kâfirlerin o zamana kadar görülmeyen eziyet, sıkıntı ve
türlü dedikodularla düşmanlık ve kötülüklerini görmeye başlamış, henüz "Allah
seni insanlardan koruyacaktır." (Mâide, 5/67) vaad ve duyurusunu almamış,
"Ve her halde ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır. İlerde Rabb'in sana
verecek de sen razı olacaksın."(Duhâ, 93/4-5) vaad ve müjdesine muhatap olmamış
ve henüz ayrıntılı direktifler almamıştı. Bir müddet için dinlendirilmek üzere
vahye ara verilip kesilmesinden dolayı duyduğu yalnızlık ve başına gelenlerden
dolayı düşmanlardan duyduğu sevinç ifade eden sözler nedeniyle de çok tasalanmıştı.
Bu suretle kendisini yalnız dünya elemleri değil, Rabb'ine karşı bir günah
işlemiş olmak endişesiyle ahiretle ilgili tasalar da sarmış, işte bunlar onun
sırtına basan ve belini kıracak gibi kemiklerini çatırdatıp yüreğini sızlatan
bir vizir yani bir ağır yük gibi boynuna yüklenmişti. Yüce Allah vahyin kesilmeksizin
ard arda devam etmesi ve Ve'd-Duha'nın indirilmesiyle bunların bir kısmını
büsbütün üzerinden atmış, bir kısmını da alıştırmak, kendine ve ahirete olan
keşf ve bilgilerini artırmak suretiyle hafifletmiş, ondan sonra dünyayı gözüne
sinek kadar göstermeyecek, "Dünyanın Allah katında bir sivrisineğin kanadı
kadar değer yoktur." dedirtecek derecede kalbine ferahlık ve nefsine ilâhî
bir kuvvet vermiş,
Kur'ân'ın
feyziyle dünya ve ahiret nam ve şanını, zikir ve şerefini yükseltmeye başlamış
idi. Onun için buyruluyor ki:
4. Yine senin
için zikrini, nam ve şanını yükseltmedik mi?.
Bazılarına
verilen ve netice itibariyle haklarında bir felaket olan şöhretler gibi aleyhe
değil, sırf lehine olarak yükselttik mânâsı ifade edilmek için yine "zikir"den
önce getirilerek tekrar açık açık söylenmiştir.
ZİKİR, burada
"Andolsun size bir kitap indirdik ki onda sizin şerefiniz vardır."(Enbiyâ,
21/10) âyetinde olduğu gibi şeref ve şan mânâsınadır. Bununla beraber Kur'ân
ve fikir mânâsına da işaret olabilir. Resulullah (s.a.v.)'ın nam ve şanının
yüksekliği Bakara Suresi'nin âyetinde geçen "Kimini de birçok derecelerle
daha yükseklere çıkarmıştır." (Bakara, 2/253) mânâsı üzere bütün nebi ve Resuller
içinde derecelerle yüksekliğidir ki bunun özeti nam ve şanının Allah'ın namını
takip etmesi, Allah anıldıkça onun da anılmasıdır. Ebu Ya'la'nın, İbnü Cerir'in,
İbnü Münzir'in, İbnü Ebi Hatim'in, İbnü Hibban'ın ve İbnü Merduye'nin ve "Delail"de
Ebu Nuaym"ın Ebu Said el-Hudri (r.a.)'den rivayet edildiğini tesbit ettikleri
bir hadiste Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Cebrail (a.s) bana geldi
ve dedi ki: Rabb'ım ve Rabb'ın şöyle buyuruyor: "Bilir misin, senin zikrini
nasıl yükselttim?" "Yüce Allah en iyisini bilir" dedim. Dedi ki: "Ben anıldıkça
sen de benimle beraber anılacaksın." Bu ise nam ve şan yüksekliğinin en büyük
mertebesini açıklamaktadır. "Allah" denilince Resulü beraber anılır. denilince
beraberinde denilir. "Allah'a itaat edin, peygamberine itaat edin."(Nisâ,
4/59), "Kim peygambere itaat ederse kuşkusuz Allah'a da itaat etmiş olur."(Nisâ,
4/80), "şahit olarak Allah yeter. Muhammed Allah'ı Resulüdür."(Fetih, 48/28-29)
buyurulmuştur. Bu nam ve şan, bu Allah'la beraber zikredilip anılmak ise her
yüksekliğin üstündedir. Nitekim Hz. Hassan'ın şu beyti de bu yüksekliğe işarettir:
"O parlak
alınlı ki üzerinde peygamberlik mührü vardır. Allah'tan şehadet edilmiştir,
parıldar ve şahit olur. Allah o peygamberin ismini kendi ismine katmıştır:
Beş vakitte müezzin 'şehadet ederim' dediği zaman." "Muhakkak ki Allah ve
melekleri peygambere salat eder (şeref ve şanını yüceltir)ler. Ey iman edenler!
Siz de ona salat ve selam getirin." (Ahzab, 33/56)
5. Demek ki,
"zorlukla beraber bir kolaylık vardır". "Fâ", fasiha olarak kendisinden önceki
kısımdan sonraki kısma şahit getirme ve inceleme ile onu dallara ayırma tarzında;
yahut sebeb bildiren fa olarak öncekini illet olarak göstermek suretiyle ta'diye
şeklinde ilerisi için vaaddir. Bu vaadin gerçek olduğunu bildirir. Vaadin
ne olduğu sözün akışından anlaşılmaktadır. 'deki elif-lam, fa'nın fasiha olması
durumunda görünüşte "ahd" içinde olmak lazım gelirse de cüzden külle (parçadan
bütüne) geçiş ile gerçekte vaadi ifade için istiğraka işarettir. Yllet için
olması durumunda ise kübra (büyük önerme) demek olduğu için dorudan doğruya
istiğraktır. Demek ki mânâ şu olur: O göğsü açma ve yarma, yükü kaldırma,
adını yüceltme madem ki oldu, demek ki o senin çektiğin zorlukla beraber büyük
bir kolaylık varmış, o halde daha da vardır. Yahut, çünkü her zorlukla beraber
bir kolaylık vardır. Ondan dolayı seni kolaylığa erdirdik, yine de erdiririz.
Meşhur olduğu
üzere burada "beraber", "sonra" mânâsınadır. Yakınlık, beraber olmaya benzetilerek
ifade olunmuştur. Çünkü o göğsü açma ve yükü kaldırma, yükün sırtı ezmesinden
sonra olmuştur. Kısacası, bu böyle olduğu gibi ilerisi için de böyledir. "Allah,
bir güçlüğün arkasından bir kolaylık yaratacaktır."(Talak, 65/7) Bir iş darlık
halinde genişler.
6. "Evet,
zorlukla beraber bir kolaylık var". Bu da evvelkini vurgulamakla beraber yeni
bir başlangıç ile vaadden vaade genelleme halinde bir vurgudur. Bunda 'in
istiğrak için olması gerekir. Fakat önceki istiğrak için olduğuna göre bu
ona işaretle ahd için olur ve şöyle demek olur: Evet, o her zorlukla beraber
bir kolaylık vardır. Yani o zorluğa göğüs gerilip aşılırsa o kolaylığa erilir.
Çünkü kolaylığın var olmasından herkesin de mutlaka ona ermesi lazım gelmez.
O kolaylığa inanıp, o zorluğa ehemmiyet vermeyip de Allah'yn izniyle sabır
göstererek dayanan ona erer. Nitekim "Ve'l-Leyli" Sûresi'nde "Kim malını Allah
yolunda verir ve takva yolunu tutar ve en güzeli de tasdik ederse, biz onu
en kolay yola muvaffak kılacağız."(Leyl, 92/5-7) buyurulmuştur. Şu halde bundan
sonra da bir zorluğa tesadüf edersen onu da başka bir kolaylığın izleyeceğini
veya beraberinde bir kolaylık bulunduğunu bil, bu vaadi tasdik et de o zorluktan
yılma. Onu da gönül hoşluğuyla karşıla. Burada "beraber" "sonra" mânâsınadır.
Zira zorluk ve kolaylyk zıt şeylerden olduğu için bir arada bulunmaları caiz
olmaz. Bir yere peşpeşe ve ard arda gelirler. Şu kadar ki bir yere varmaları
itibarıyla beraber imi? gibi de düşünülebilirler. Yani bir yönden zor görünen
bir şeyde diğer yönden bir kolaylık vardır. O şeyi, bu kolay yönünü bularak
yapabilen kolaylığına erer. Her zorluğu bir kolaylığın izleyeceğine inanmak
da o zorluğun yalnız sonunda değil, beraberinde de bulunan bir kolaylık yönüdür.
Bu itibarla "en güzel"i tasdik eden ve ona göre çalışan müminler için her
zorlukta iki kolaylık var demektir ki, bunun birine dünya kolaylığı, diğerine
ahiret kolaylığı demek uygun olur.
Rivayet olunmuştur
ki, Resulullah (s.a.v) bu âyet inince ferahlık ve neşe içinde gülerek çıkmış,
"bir zorluk iki kolaylığı yenemez", "Zorlukla beraber bir kolaylık vardır,
zorlukla beraber bir kolaylık vardır." diyordu. Bu mânâ çoğunlukla zorluk
mânâsına gelen "usr" kelimesinin belirli, kolaylık mânâsına gelen "yüsr" kelimesinin
belirsiz olmasıyla izah edilmiştir ki bu izah, ikinci usr kelimesindeki "lâm"ın
ahit mânâsında olması düşüncesine dayanır. Bununla beraber bu daha çok bu
âyetlerin üstündeki ve altındaki "fâ"larla öncesi ve sonrasıyla olan irtibat
ve bağlılıktan anlaşılmaktadır. Ahd ise, önceki "usr" kelimesinde açık veya
dolaylı olarak anlaşılan genelliğin ahdi olmalıdır. Her zorlukla beraber kolaylığın
bulunabilmesini de açıkladığımız gibi tartışmasız olarak anlamak mümkündür.
Yani kolaylığın var olması, onun herkes için meydana gelmesini gerektirmez.
Mesela, "kâfire ölüm ve cehennemde ne kolaylık var?" gibi bir soru sorulamaz.
Sorulsa, "cennet vardı ama o iman etmedi" diye cevap verilir.
Usr kelimesinin
başındaki "lâm"ın umumilik ifade ettiğine ve imanın şart olduğuna şu olay
da delil olur: İmam Malik Muvatta'da Zeyd b. Eslem'den rivayet etmiştir ki,
Ebu Ubeyde Hz. Ömer b. Hattab (r.a.)'a yazmış, Rumlar'ın çokluğunu ve onlardan
korktuğunu, endişe duyduğunu anlatmıştı. Hz. Ömer (r.a.) de ona: "Şu muhakkak
ki mümin bir kalbe herhangi bir sıkıntı inerse yüce Allah ona bunun arkasından
bir rahatlık verir ve bir zorluk iki kolaylığı yenemez." diye yazmıştır. "Mümin
bir kalbe" denilmekle imanın gereği olan gönül huzuru ve sabra da işaret vardır.
Onun için, sızlanan müminin ahiret sevabını kaybetmesi de bu genel mânâ ile
çelişki teşkil etmez. Bununla beraber hepsinde de hükmün genelliği yine Allah'ın
dilemesi kaydına bağlıdır. Muvaffakiyet ondandır. Onun için bu hüküm ve vaadi
hem ileriye genellemek ve dallara ayırmak, hem de Allah'ın lütfuna dayandırmak
akışı içerisinde buyuruluyor ki:
7. O halde
boşaldığın vakit, yani her zorluğa bir kolaylık vurgulanarak vaad edilmiş
olduğu için bir görevi, bir ibadeti bitirip bir zorluktan bir kolaylığa geçtiğin,
biraz dinlendiğin, mesela aldığın vahyi yerine ulaştırdığın, farzlarını yerine
getirdiğin vakit yine yorul, iş bitti diye rahata düşüp kalma da yine zahmeti
tercih edip diğer bir ibadet için kalk, çalış, yorul; farz bittiyse nafileye
geç, namaz bittiyse duaya geç ki, kolaylık da artsın, şükürde devam etmiş
olasın. Bilindiği gibi "nasab", yorgunluktur. Kolaylık tembelliğe sevketmemeli,
çalışmaya teşvik edici olmalıdır ki onun peşinden de bir kolaylık gelerek,
artma ve ilerleme durumu hasıl olsun.
8. Rabbini
mef'ul (tümlec)ün fiilden önce getirilmesi "ancak" ve "sadece" mânâlarını
ifade etmek içindir. Yani ancak Rabb'ini iste ve arzula, her ne umarsan ondan
um. Onun dığındaki sebep ve illetlerde veya gayelerde duraklayıp kalma, başka
maksada bağlanma da bütün çalışmalarında ancak ona yönel, durmadan ona doğru
yürü, ona doğru, bütün lütuf ve nimet onundur. Onun için sade nimete ve esere
rağbet ile kalmamalı; nimetten, nimeti vereni görüp hep ona doğru yürümeli,
onun için çalışmalıdır. Son murat edilen odur. Bu sûreden şu kaideler çıkarılır:
"Yı sıkıştığı zaman genişler." ve "nimet külfete göredir." Başka bir deyişle:
"Külfet nimete uygundur." ve "Bir işten maksat ne ise hüküm ona göre verilir."
Allah için çalışan Allah'a erer. Bu şekilde bu iki sûre bilhassa Resulullah
(s.a.v.)'ın hal ve şanını anlatarak feyzini daha çok yaymayı ve genelleştirmeyi
ve neticede nimetten o nimeti verene geçerek ancak Allah'a rağbet etmesini
hatırlattıktan sonra en mükemmel ferdin halinden türün haline ve müminleri
bekleyen sonun da güzelliine geçilerek bu iki sûrenin bir bağlanışı olmak
ve ahiret hükmü ile dinin sabit olduğu anlatılmak üzere "Ve't-Tini" Sûresi
gelecektir.