76-ÝNSAN:
"Geldi."
HEL ; soru
edatlarýndan olmakla beraber bazan "Bu bir insandan baþka bir þey deðil."(Enbiya,
21/3)de olduðu gibi (deðil) mânâsýnda olumsuzluk edatý; bazan da burada olduðu
gibi mânâsýnda olumluluk ifade eden bir edat yerinde kullanýlýr. Tefsirciler
bu kelimenin burada ve "Kaplayýp örten kýyametin haberi sana geldi."(Ðaþiye,
88/1) âyetinde mânâsýnda olduðunu söylemiþlerdir. Bunun iki türlü izahý vardýr:
BÝRÝSÝ, "hel"
aslýnda mânâsýna bir þeyin gerçekleþtiðini veya olmasýnýn yaklaþtýðýný ifade
etmek için kullanýlýr ki, "hakikaten geldi" yahut "yaklaþtý, geldi" demek
olur.
BÝRÝSÝ de,
ikrar ifade eden bir soru olmak sûretiyle "geldi mi?" þeklinde sorularak"
geldi, geldi ya" diye ayný mânâyý ifade etmesidir. Bununla insan yaratýlýþýnýn,
kâinatýn yaratýlýþ tarihinden sonra olduðu kesin bir ifade ile anlatýlmýþtýr
ki sonra da bunun hikmeti, derece derece terbiye edilip seçilmek sûretiyle
olgunlaþtýrýlarak baþlangýç ve gayeyi anlayacak Allah bilgisi ile yükümlülük
sýrrýný alabilecek bir hale getirilerek kendi bilinç ve çabasýyle ileri doðru,
daha yüksek bir hayata seçilmek için Mülk sûresinin baþýnda geçtiði üzere
imtihan ve bela ile deneme meydanýna sevkedildiði anlatýlacak ve þükrünü bilmeyip
bu görevden kaçýnmak için kâfirlik edenlerin felaketleriyle, þükrünü bilip
görevlerini yapan iyi kullarýn temiz ruhlarý, çalýþma þekilleri ve bunun meyvesi
olarak ahirette elde ettikleri hayatýn zevkleri anlatýlacaktýr.
Ýnsan üzerine.
Burada insandan maksadýn Âdem veya Âdem oðullarý olduðunu söyleyen görüþler
varsa da, açýk olan bunun Âdem'i ve Âdem oðullarýnýn hepsini kapsayan insan
cinsi olmasýdýr ve bu hüküm Âdem oðlunun her ferdi hakkýnda doðrudur. Dehirden
bir süre.
DEHR, Câsiye
sûresinde de geçtiði gibi Ragýb'ýn açýklamasýna göre asýl mânâsý, âlemin var
oluþunun baþlangýcýndan son bulmasýna kadar bütün süre, yani zamanýn tamamý
demektir. Burada da bu mânâyadýr. Bilinmeyen uzun zamanlara da dehr denilir.
"Zaman" kelimesi ise bunun aksine olarak az süreye de çok süreye de denir.
Zaman, zincir ve serilerinin toplamýna da parçalarýna da zaman denildiði halde
asýl dehr tek olan bütün zamana ve bazan da bunun büyük kýsýmlarýna denir.
Mesela; bir saat, bir gün, bir ay müddete zaman denir, dehr denmez. Bundan
dolayý Fýkýh'ta yemin meselelerinde "dehr" kelimesinin belirli veya belirsiz
hallerindeki mânâlarýnýn en azýný belirlemek hususunda ashabýn ve müctehitlerin
ihtilaflarý olmuþtur. Ýmam-ý Azam belirsiz olarak kullanýlan dehr kelimesinin
en az mânâsýnýn ne olduðunu tayin hususunda duraklamýþ "bilmem" demiþtir.
HÎN, zamanýn
az veya çok, sýnýrlý bir süresine denir. Zamanýn tamamý için kullanýlmaz.
Vakit gibi zamanýn bir parçasýna denilir. Buradaki hin kelimesi, dehrin baþlangýcý
olan âlemin yaratýlýþý ile insanýn yaratýlýþý arasýnda kalan, bunlarla sýnýrlanan
süreyi ifade eder. Nekire, yani belirsiz olarak kullanýlmasý ise, aslýnda
sýnýrlý olmakla beraber insan açýsýndan miktarýnýn bilinmediðine iþarettir.
Yani þu bir gerçek ki insan cinsi, âlemin yaratýlýþýndan bir hayli zaman sonra
yaratýlmýþtýr.
Alemin yaratýlýþý
ile baþlayan dehirden, insan cinsinin yaratýlmasýna kadar sizin için bilinmeyen
ve bununla beraber bu iki sýnýrla sýnýrlanmýþ bir süre geçmiþ, insana doðru
gelmiþtir. O halde ki O süre içerisinde insan anýlýr (bu nam ile tanýnýr)
bir þey olmamýþtýr". Bu cümle insanýn halini bildirir veya hin = zaman kelimesinin
sýfatýdýr. Cümlenin ifade ettiði olumsuzluk, bir kayda yöneliktir. Yani hiçbir
þey olmamýþ deðil, anýlan bir þey olmamýþtýr.
MEZKÛR, hem
esre ile zikirden, hem de ötre ile zükürden olabilir. Asýl maksat, sadece
insan lafzýnýn söylenmesi deðil, bununla anlatýlmak istenen mânâ olduðu için
ötre ile olan "zükür" kelimesinden türetilmiþ olmasý akla daha uygundur. Bununla
beraber "zikir" kelimesi bundan daha geneldir. Yani insan adýyla anýlan, anlaþýlan,
insan diye düþünülen bir þey olmamýþ, bu gün insan adýyla zihnen göz önüne
getirilip anlatýlan cins var olmamýþtý, ancak insan ünvaný ile tanýnmayan
bir þey olmuþtu. Baþlangýçta ilk maddeleri olan unsurlar ve madenler, sonra
onlardan aþama aþama yaratýlýp orta maddeleri olan bitkisel, hayvansal gýdalar
"çamur hülasasý"(Müminun, 23/12), sonra onlardan süzülen yakýn maddesi olan
meniye doðru yavaþ yavaþ aþama ve mertebeler içinde gelen bir þey olmuþ, fakat
insan diye anýlan þey olmamýþtý. Gerçekte insanýn her ferdi gibi cinsi de
ezeli deðil, sonradan olmadýr. Hem dehrin baþlangýcýndan, âlemin yaratýlýþýndan
çok sonra var olmuþtur. Niçin öyle olmuþ da daha evvel olmamýþ?
2. Çünkü biz
insaný þöyle yarattýk: Yani, o kendi kendine, kendi keyfine göre olmadý, basit
ve sýnýrlý birmertebede
boþ ve mânâsýz olarak kalmak için de yaratýlmadý. Þu þekilde yaratýldý bir
nutfeden. Raðýb'ýn açýkladýðý üzere nutfe, esasen saf suya denir. Erkeðin
suyuna da nutfe denilmiþtir. Örfte nutfe ile meni eþ anlamlý gibi sayýlmýþtýr.
Fakat Kýyâme sûresinin sonunda da geçtiði gibi Kur'ân'da "Dökülen meniden
bu nutfe."(Kýyâmet, 75/37) buyrularak nutfenin meniden bir parça olduðu ifade
edilmiþtir. "Sahih-i Müslim"de rivayet olunduðu üzere "Suyun hepsinden çocuk
olmaz." hadis-i þerifinde de bir bütünün her parçasý kastedilerek "Bir suyun
her bir parçasýndan" buyrulmamýþ, bir parçasý kastedilerek "suyun tamamýndan"
buyrulmuþ olmasýndan çocuðun meydana geldiði o suyun, suyun toplamý olan bütün
meni deðil, onun bir parçasýndan ibaret olduðu anlatýlmýþ bulunduðundan nutfe,
meniden bir cüz olan saf tohumun adý olduðu anlaþýlýr. Sonra insan cinsinin
bir nutfeden yaratýlmýþ olmasýnýn görünen mânâsý, Âdem'in de bir nutfeden
yaratýlmýþ olduðunu ifade eder.
Ancak þu var
ki bu, nutfenin bir insandan gelmemiþ olmasýný gerektirir. "hülasadan"(Müminun,
23/12), "çamurdan"(En'âm, 6/2) âyetlerinden maksat da bu olmalýdýr. Gerçi
"Onu topraktan yarattý."(Âl-i Ýmran, 3/59) âyeti ile Âdem'in bundan istisna
edilmiþ olduðu neticesine varýlabilir. Fakat "Çamur hülasasýndan"(Müminun,
23/12), "Sonra da ona ol dedi, o da oluverdi."(Âl-i Ýmran, 3/59) gibi diðer
âyetler topraktan ve çamurdan yaratýlýþýn baþlangýç itibariyle olduðunu gösterdiði
gibi, "sizi çamurdan yarattý"(En'âm, 6/2), "sizi topraktan yarattý"(Rum, 30/20)
gibi genel olarak herkese hitap eden âyetler de baþlangýç bakýmýndan bunlarýn
bütün insanlar hakkýnda doðru olduðunu anlattýðýndan Âdem'in insandan gelmeyen
bir nutfeden yaratýlmýþ olmasýyla çeliþkili olmayacaðý cihetle "Allah insaný,
ateþle piþmiþ gibi kupkuru bir çamurdan yarattý."(Rahmân, 55/14) âyetinde
olduðu gibi burada da cinsin baþlangýcý þeklinde gelen "bir nutfeden" denilmesinden
hiçbir insanýn istisna edilmemesi daha açýktýr.
Fakat o nasýl
bir nutfe? "karýþýk"
EMÞÂC: Nutfeye
sýfat yapýlan bu kelimenin, bir þeyi bir þeye karýþtýrmak mânâsýnda olan "meþc"
kökünden olduðu belli. Ancak bunun tekil veya çoðul olduðunda ihtilaf edilmiþtir.
Zemahþerî, tekil olan nutfe kelimesine sýfat olduðu için "on parça olmuþ çömlek",
"yýrtýlmýþ aba" tabirleri gibi tekil lafýzlardan olmasýný tercih etmiþtir.
Ve "nutfetin emþâcin" denilmesiyle "nutfetin meþcin" denilmesi arasýnda fark
olmadýðýný, burada "meþc" kelimesinin çoðul olmasýnýn sahih olmayýp ikisinin
de birbirine karýþmýþ iki þey gibi karýþýk demek olduðunu söylemiþtir. Fakat
"emþâc" lafzýnda açýkça görünen sebebesbab, ketif-ektâf, þehid-eþhad kelimelerinde
olduðu gibi çoðul olmasýdýr ki tekili sebeb kalýbýnda meþec, ketif kalýbýndan
mesic, þehid kalýbýnda meþictir. Bu nedenle tefsircilerin çoðu bunu ahlât
yani karýþýk þeyler diye yorumlamýþlardýr. Bu durumda bu kelimenin tekil bir
kelimeye sýfat olmasý "zât-i emþacin" þeklinde takdir edilerek "karýþýk þeyleri
olan" yahut "karýþýk þeylerden ibaret, yani "herbiri karýþýk cüzlerden meydana
gelmiþ karýþýmlar toplamý olan nutfe" demek olmasý itibariyledir.
"Emþâc" kelimesinin
tekil kabul edilmesi halinde, cüzlerinin bir kez birleþip karýþtýðý düþünülen
bir karýþým; çoðul olmasý halinde ise, cüzlerinden her biri baþka bir karýþým
olan farklý karýþýmlarýn birbirine karýþtýrýlmýþ olduðu düþünülen katmerli
karýþým demek olur.
Gerçekte ahlat,
karýþýk demek olan "halat" kelimesinin çoðuludur. Farklý unsurlarýn karýþýmýyla
meydana gelen ve kimyasal bir biçimde birbiriyle karýþtýðýndan dolayý "mizac"
dahi denilen kan, safra, salya, dalak gibi karýþýk kimyasal bileþimlere ahlat
denilir.
Þu halde nutfenin
karýþýmý nedir?
Kuþkusuz
bu, nutfenin tam bir analizi yapýlarak bilinebilecek bir þeydir. Bunun tamamýný
ise ancak yapan bilir. Bunu sade "karýþýk" mânâsýna anlayanlarýn çoðu, nutfenin
rahimde kadýn menisiyle karýþmasý yani döllenme hali olarak kabul etmiþlerdir.
Fakat nutfe o vakit embriyon adýný aldýðý için "emþâc" vasfýnýn onda daha
önce bulunmuþ olacaðý açýktýr. Bazýlarý da kan ve benzeri karýþýmlar demiþlerdir.
Bu kelimenin
mânâsý ile ilgili olarak rivayet edilen yorumlar arasýnda ikisi dikkate deðerdir:
BÝRÝNCÝSÝ,
Keþþâf'ta zikredildiði üzere Ýbnü Mesud Hazretleri'nden gelen rivayettir ki,
buna göre emþâc, nutfenin urûku yani damarlarýdýr.
ÝKÝNCÝSÝ,
Katâde'den gelen rivayettir ki, buna göre emþâc, nutfenin taþýdýðý renkler
ve geçirdiði hallerdir.
Nutfenin urûku
görünüþte meninin liflerinden ibaret zannedilebilirse de nutfe, asýl tohumdan
ibaret olan döllenme hücresi olarak düþünülünce onun urûku; damarlarý, hayatî
teþekkülünde taþýmýþ olduðu deðiþik özellikleri çizen asýl çizgileridir ki
ilk þekillenmiþ maddesi olan protoplazmasýnda, çekirdekciðinde, zarýnda, bünyesine,
organizmasýna dahil ve nitelikleri içinde insanýn özellikleri girmiþ bulunan
ve özü ve içyüzü henüz bilimsel analizlerin ötesinde atomik inceliklere kadar
varan damarlar demek olur ki bunlar önce insan diye anýlmayan þeylerden baþlamýþtýr.
"Nutfenin
renkleri ve geçirdiði haller" deyimi de, nutfe meydana gelene kadar geçirdiði
ve anýlmayan þeylerden süzüle süzüle halden hale girerek, geldiði birçok süzülme
mertebelerindeki hâl ve durumlarý ile bundan sonra embriyon ve et parçasý
yapýlmak ve yaratýlýþý tamamlanmak suretiyle geçireceði embriyon ve cenin
hallerindeki aþamalarý kapsayabilir.
Kýsaca, insan
kendi kendine var olmuþ ve olgunlaþmýþ, baþlangýcý olmayan bir varlýk olmadýðý
gibi, bir anda yaratýlývermiþ basit bir yaratýk da deðil, zamanýn baþlangýcýndan
bu yana devir devir, aþama aþama yaratýlagelmiþ adý saný geçmeyen þeylerden
süzülüp birbirlerine katýla katýla birleþtirilmiþ ve terbiye edile edile bir
takým nitelik ve özellikler ilave olunarak yetiþtirilmiþ karýþýmlardan meydana
getirilmiþ bir nutfeden yaratýlmýþtýr.
Basit olmayan
böyle bir nutfenin yaratýlmasý öncelikle her þeyi bilen, hikmet sahibi ve
dilediðini yapabilen bir yaratýcýnýn yaratmasýna baðlý olduðu gibi, sonra
karýþtýrýlacak, birleþtirilecek ve terbiye olunacak basit parçalarýn yaratýlmasýna,
birleþtirilmesine ve süzülmesine de doðal olarak baðlýdýr. Bundan dolayý insanýn
yaratýlmasý zamanýn yaratýlmasý ile beraber baþlamýþ, bu nutfenin yaratýlmasýndan
sonraya kalmýþtýr. Þu halde bunda ilâhî ilimdeki insan tabiat ve mahiyetinin
hiç gereði ve lüzumu yok deðil; fakat o tabiat, yaratýcý ve etkileyici olmayýp
kendine kalsa hiçbir þey yapamýyacak olan aciz ve muhtaç bir "mümkin"dir.
Bu nedenle hüküm tabiatýn deðil, ona hakim olan yaratýcý, yüce Allah'ýndýr.
O tabiat esasen yok, onun ilminde vardýr. Düþünmeli ki basit bir hidrojen
diye anýlan þey ile "karýþýk bir nutfe" denilen þey arasýnda ne büyük fark
vardýr. Sonra da düþünmeli ki, "karýþýk bir nutfe" diye anýlan þey ile "insan"
denilen þey arasýnda tabiat bakýmýndan aþýlmayacak ne büyük bir ilerleme adýmý,
ne yüksek bir sanat ve kudret eseri vardýr. Ýþte bu âyetler insanlara özellikle
bunu duyurmak ve göstermek içindir. Evet, insan kendi kendine olmadýðý gibi
basit bir yaratýlýþla da yaratýlývermedi. Yüce Allah insaný ululuk þaný ile
gittikçe mükemmelleþtirmek ve en aþaðý mertebeden kendine doðru en yüksek
mertebelere erdirmek üzere, iþe yaramazlarýný atýp temizlerini süzmek suretiyle
karýþýmlardan meydana gelen bir nutfeden yarattý. Böyle yaratmasýnýn hikmeti
þu þekilde açýklanýyor:
Öyle ki, onu
sýnamak için evire çevire yarattýk. Yani o insaný öyle yaratýp artýk iþi bitti
diye baþýboþ býrakývermek için deðil, onu bir takým emanet ve yükümlülüklerle
yükümlü tutup kendisine duygular, görevler, zor iþler yükleterek imtihana
çekmek ve Mülk sûresininin baþýnda "Hanginizin amelce daha güzel olduðunu
denemek için ölümü ve hayatý yaratan odur."(Mülk, 67/2) diye açýklandýðý ve
Kýyame sûresinin sonunda "Bunlarý yapanýn ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?"(Kýyamet,
75/40) diye hatýrlatma yapýldýðý gibi daha ileri bir âlemde yüksek bir hayata
geçirmek üzere halden hale evire çevire yarattýk. Bu imtihan ve yükümlülükle
ileri doðru sonuçlarýný kabul etmesi ve verilen emirleri, yapýlan irþadlarý
dinleyip önünü ardýný görerek ona göre yoluna gitmesi için yarattýk da onu
iþitici ve görücü kýldýk. Gerek kendisinde ve gerek kendi dýþýnda iþitilecek,
görülecek Kur'ân'daki ve kâinattaki âyet ve delilleri iþiticek, görecek, kalp
gözüyle bilip ona göre bilinçli bir þekilde görevini yapacak yükümlü bir yaratýða
çevirdik. Ýþte daha önce anýlan bir þey deðil iken sonra insan diye anýlmaya
baþlayan, sonradan yaratýlan bu yaratýk; zamanýn baþlangýcýndan beri nice
hallerden geçirilip, söz edilmeye deðmez nice þeylerden süzülüp nice katkýlarla
karýþtýrýlarak meydana getirilmiþ karýþýk bir nutfeden "O sizi aþama aþama
yaratmýþtýr."(Nuh, 71/14) mânâsýnda evrile çevrile düzgün bir þekilde yaratýldýktan
sonra, "Sonra onu bambaþka bir yaratýlýþla inþa ettik."(Müminun, 23/14) ifadesince
bambaþka bir ruhani yaratýlýþa mazhar kýlýnmýþ; iþitici, görücü kýlýnýp ölüm
ve hayat geçitleriyle imtihan edilmiþ, henüz varacaðý gayeye varmamýþ, ölümden
sonra da bir hayata aday ve yolcu bir yaratýktýr. Þu halde tam anlamýyla iþitici
görücü olmayan va Rabb'ýna karþý görevlerini düþünmeyen kimseler insan ünvanýna
layýk deðildirler. Görülüyor ki insanýn bu þekilde tanýtýmý, onu "konuþan
hayvan" diye tanýtmaktan daha derin ve daha güzeldir.
"Onu imtihan
ederiz" kaydý, genellikle Kur'ân'da ifade edilegelen yükümlülüklerin hepsine
iþaret olmakla beraber, özellikle Mülk sûresinden beri anlatýlan ve bu cümleden
olarak Kýyâmet Sûresi'nde tasvir edilen ve bundan sonra da bu sûrede ve gelecek
sûrelerde tekrar hatýrlatýlacak olan insanlýðýn mukadderatý ile ilgili görev
sýkýntýlarýný ve ceza ve mükafat için yapýlacak imtihanlarý özetle anlatýr.
"Görücü"
vasfý da, yine Kýyâmet Sûresi'nde geçen "Doðrusu insan kendi nefsini görücüdür."(Kýyamet,
75/14) âyetini özellikle hatýrlatmaktadýr.
Burada Razî
tefsirinde yazýldýðý üzere þöyle rivayet olunuyor: Hz. Ebubekir bu âyeti iþittiði
vakit; "Ah ne olurdu, o tamam olsaydý da mübtela kýlýnmasaydýk." demiþti.
Bu temenni Hz. Ebubekir'in bu âyeti ne ince bir görüþ ve seziþ ile anlamýþ
olduðunu gösterir. Çünkü bu temennide, insanýn eksikliðini ve olgunlaþmak
için gelecekle ilgili görevlerinin aðýrlýðýný derinden duyan bir korku sesleniþi
vardýr.
Gerçekte
bu iki âyet, insanýn daha sonra yaratýlmasýnýn hikmeti, geçirdiði süzülme
mertebeleriyle yaratýlýþ þekli, hâl ve geleceði ile mahiyeti ve alýnyazýlarý
bakýmlarýndan çok derin uçlarý ve ince saçaklarý kapsayan ve nice nice amellerin
analiz ve tetkiklerine müsait esas sýnýr ve çizgilerini aydýnlatan ilâhî sýrlarý
özetleyip kýsaca bildirmiþ; insanýn aslýný, yaratýlýþýn baþlangýcýndan bu
yana en derin, en seçkin damarlarýndan toplanýp süzülerek özel bir þekilde
özümlenen özsu; mahiyetini de, tabiatýn kendiliðinden yetiþmesi ve atlamasý
ihtimali olmayan yüksek bir evrim adýmýyla doðrudan doðruya yüce Allah'ýn
sýfat ve fiilini gösteren duyma, görme ve sezme gibi bir ruhani gerçek olarak
tarif ederken, yaratýlýþ hikmetiyle bütün kaderini de, bir ucu kendi þuur
ve iradesine baðlanmýþ olan evrim için deneme ve sorumluluk kanununda özetlemiþtir.
Böylece insan diye anýlan þeyin; gayesine ermiþ, tam anlamýyla olgunlaþmýþ
ve dehrin son ucuna gelmiþ veya ölümüyle bütün kaderi tükenip bitecek bir
þeyden ibaret olmayýp, Rabbinden geldiði gibi, "O gün sevk ancak Rabbinedir."
(Kýyâmet, 75/30) ve "O gün varýp durulacak yer Rabbinin huzurudur."(Kýyâmet,
75/12) buyurulduðu þekilde yine Rabbine gitmek üzere altý cehenneme, üstü
cennete varan ve tehlike ve sýkýntýlarala dolu bir yolun yolcusu olduðu anlatýlmýþtýr.
3. Ýnsaný
imtihan edip denemenin bu iki yönü açýklýða kavuþturulmak üzere buyruluyor
ki: Kuþkusuz biz ona doðru yolu gösterdik. Bu yol "O
gün sevk ancak Rabbinedir."(Kýyamet, 75/30), "O gün varýlýp durulacak yer
Rabbinin huzurudur."(Kýyamet, 75/12) ve "Elbette sonunda Rabbine gidilecek."(Necm,
53/42) meâlindeki âyetler ve benzerlerinin anlattýðý ve Fâtiha'da ifade edildiði
gibi doðrudan doðruya Allah'a ve onun katkýsýz nimetlerine götüren ve Kur'ân
ile çaðrýlan hak Ýslâm dinidir. Yani insanýn içinde ve dýþýnda, baþlangýç
ve gayesiyle hak yolu göstermek üzere iþitilecek, görülecek ve düþünülecek
Kur'ân ve kâinat âyetleri, naklî ve aklî deliller, alâmetler ortaya koyarak
ve ona görme, iþitme ve sezme kuvvetleri vererek nereden gelip nereye gideceðini
ve son gayeye ermek için Rabb'ýna hangi yoldan gitmek ve ne gibi görevleri
yapmak gerekeceðini anlatarak irþat ettik.
Gerek þükredici
olsun o insan, gerek nankör kâfir. Yani isterse o irþat ve hidayet nimetinin
kýymetini bilerek Rabbine þükretmek üzere iman ve iyi niyetle o hak yoluna
girip sýkýntýlara göðüs gererek çalýþsýn, olgunlaþma gayesine doðru yürüsün;
isterse nankörlükle küfredip yükümlülük ve olgunlaþmadan kaçýnarak, bu irþat
ve hidayete karþý iþitmez ve görmezden gelerek bu imtihan âlemi olan dünya
hayatýnda kalmak istesin. Bu cihet kendisine, kendi tercihine býrakýlmýþtýr.
Her iki durumda da yol gösterilmiþ bulunuyor.
Bu hidayet
ve irþattan sonra insaný "þükredici" ve "nankör" diye ikiye ayýrmada, bir
taraftan þükretmeye teþvik, bir taraftan da küfürden sakýndýrmak için "Dilediðinizi
yapýn"(Fussilet, 41/40) tarzýnda insanýn ihtiyarýna hitap eden ve kýsaca ifade
edilmiþ bir vaad ve tehdit vardýr. Bu nedenle "leff ü neþr-i gayr-i müretteb"
üslûbu ile küfr ve nankörlükten sakýndýrmanýn illeti,
4. Çünkü
biz kâfirler için zincirler, tomruklar ve bir cehennem, çýlgýn bir ateþ hazýrlamýþýzdýr,
yani, dileyen bunlarý seçsin fakat bunlar kalp gözüyle görebilecek olanlar
için seçilecek, dayanýlabilecek þeyler olmadýðýndan her halde küfürden ve
nankörlükten sakýnmak gerekir, meâlinde kýsaca anlatýldýktan sonra þükür ve
iman, iyilik ve ihsan ile çalýþanlarýn ruhlarýnýn temizliðiyle hayat tarzlarý
(yaþam biçimleri) ve gayretlerinin ürünleri, dünya hayatýnýn geçici zevklerine
ve kadehi devrilmeye hazýr sersemlik veren içki âlemlerine düþkün olanlarý
imrendirecek ve hasretlerini artýracak bir biçimde açýklanmak üzere buyruluyor
ki: haberiniz olsun ki, iyiler...
5. "EBRAR,
"berr" kelimesinin çoðuludur. Nitekim "rabb" kelimesinin çoðulu da "erbâb"
gelir. "Fâil" kalýbý "ef'âl" þeklinde çoðul yapýlabildiðine göre, bu kelimenin
"bârr" kelimesinin çoðulu olabileceði söylenmiþtir.
Berr, iyilik
sahibi, tam anlamýyla hayýr sahibi, itaat edici, iyi insan demektir. "Allah
hakkýný edâ eden ve adaðýný yerine getiren kimse" diye de tarif edilmiþtir.
Hasen'den, "karýncayý incitmez, kötülüðe razý olmaz kimse" diye de rivayet
edilmiþtir. (Bakara Sûresi'ndeki "Yüzlerinizi doðu ve batý tarafýnda çevirmeniz
hayýr ve itaat deðildir."(Bakara, 2/177) âyetine ve Al-i Ýmrân Sûresi'ndeki
"Sevdiðiniz þeylerden infak etmedikçe hayýr ve itaata eremezsiniz."(Âl-i Ýmran,
3/92) âyetine bkz.)
BÂRR, iyilik
yapýp ihsanda bulunan ve bir de sözünde ve yemininde duran kimse mânâlarýna
gelir. Burada þükredici olanlarýn güzel halleri ve onlarý bekleyen mutlu son
anlatýlýrken onlardan "ebrâr" diye söz edilmesi bir tarif demek olup, bunlarýn
bu yüksek ikramlara bu vasýflardan dolayý nâil olduklarýna, yani þükürden
maksadýn amel ederek þükretme olup bunun iyilik, hayýr, ihsan ve doðru sözlülükle
yerine getirileceðine bir dikkat çekmedir. Ýþte böyle iyilik ve hayýr sahibi
iyi kiþiler içerler yani, ahirette içecekler. Kâfirlerin seîr denilen cehennemde
yanmalarý ahiretteki sonlarý olduðu gibi, bunun karþýlýðýnda zikredilen iyilerin
içmesinden maksat da ahiretteki içmeleri demek olur. Bir kâseden ki:
KE'S, kâse
demektir. Yukarýlarda da geçtiði gibi dolu kadehe denir. Boþ olursa ke's denmez.
Meþhur mânâda bunun hakikatý, içinde içki bulunan kadehin kendisidir. Özellikle
içindeki içkiye de denir. Ýçki içenlerin asýl maksadý neticede içkinin vereceði
neþe olduðu için daha sonralarý bu kelime zikr-i sebeb irade-i müsebbeb (sebebi
söyleyip neticeyi kastetme) yoluyla tam neþeden mecaz olarak kullanýlmýþtýr
ki, edebiyatta bu mânâda kullanýlýþý yaygýn olmuþtur. Þu halde "tam anlamýyla
dolgun, vereceði neþe içinde hiç sarhoþluk ve sersemlik bulunmayan, o anda
ve daha sonra her türlü gam ve kederden uzak saf ve duru bir hayat zevki,
demek olur. Böyle bir hayat ise, "Kuþkusuz ahiret yurdu, iþte gerçek hayat
odur."(Ankebut, 29/64) delilince ancak ahiret hayatýdýr. Çünkü dünyanýn hiçbir
neþesi yoktur ki içinde bir keder ve baþaðrýsý bulunmasýn. Bu mânâda tarihçi
Âli ne güzel söylemiþtir:
Neþe ümid
ettiðin sâgar da senden gamlýdýr.
Bir dokun
bir ah dinle kase-i faðfûrdan.
Bu nedenle
"ke's" demekle gözetilen "tam neþe" mânâsý dünya kadehlerinde, dünya þaraplarýnda
yoktur. Bunlar bir neþeye karþýlýk bir türlü yýkýmla doludur. Bundan dolayý
Kur'ân'da dünya þarabý "Þeytanýn iþinden bir pislik"(Mâide, 5/90) ve "Günahlarý
faydalarýndan büyüktür." (Bakara, 2/219) diye nitelendiði halde, ahiret þarabý
"Tertemiz bir içecek" (Ýnsan, 76/21) þeklinde nitelenmiþtir ki bu, dünyada
ancak mutlak bir iman, tertemiz bir aþk neþesi ile ruhani bir gaye halinde
düþünülebilir. Bunda cismani zevkten ruhani zevke, geçici güzellik aynasýndan
mutlak güzelliðin þevkine geçen öyle derin ve sonsuz bir sevgiliye kavuþma
neþesi vardýr ki yolunda dünyadan geçilir, canlar feda edilir:
Câný cânan
dilemiþ vermemek olmaz ey dil!
Ne niza eyliyelim,
ol ne senindir, ne benim denilir.
Ýþte bu neþeyi
duyanlardýr ki, "Allah yolunda öldürülenleri sakýn ölüler sanma. Aksine onlar
Rab'larý katýnda diridirler."(Âl-i Ýmran, 3/169) ve bir de
"Ýþte onlar,
en ileri giden sýddýklardýr. Þehitlerin mükâfatý Rab'larý katýndadýr. Hepsinin
ecirleri ve nurlarý vardýr."(Hadid, 57/19) müjdeleriyle Allah katýnda ebedi
hayatta neþe ile dopdolu olurlar. Bu ahiret neþesinden gafil olup da bütün
lezzetlerini dünya hayatýnýn zevkinde tüketmek isteyenler, dünya elemlerini
yalnýz dünya þarabýnýn dolmak ihtimali olmayan ve az bir neþeye karþýlýk türlü
acýlýklar, türlü baþaðrýlarýyla bulaþmýþ ve sonunda kýrýlmaya mahkum bulunan
boþ ve eksik kadehinde aradýklarý için yüce Allah onlara raðmen iyi kiþilerin
temiz ruhlarýyla duyacaklarý ahiret zevkini ve sonsuz hayat neþesini, birçok
sûrede olduðu gibi burada da dolgun bir içki kadehi ve temiz bir içki demek
olan "þürbi, ke's" ve "þarab-ý tahur=tertemiz þarap" zevk ve neþesi þeklinde
beyan edip açýklamýþtýr. Bu kadeh ile içilen içkinin karýþýmý dünya içkilerinin
karýþýmýna benzemeyip her türlü kusurdan ve hoþa gitmeyen kokulardan arýnmýþ,
son derece temiz ve sonunda açýklanacaðý üzere bir "þarâb-ý tahur" olduðu
anlatýlmak üzere buyruluyor ki: Onun, (yani o kadehin) karýþýmý bir kâfur
olmuþtur.
MÝZÂC, alet
bildiren bir isim mânâsýnda olarak bir þeye katýlan katký demektir ki, özelliði
bunda görünür. Mesela, bir þerbete katýlan gül suyu onun mizacý, katkýsý olmuþtur.
Sonundaki zamiri, kâsenin yerini tutmaktadýr. Ke's, dolu kabýn kendisinin
ismi olduðuna göre, kâfur, kadehin katkýsý olmuþ olur. Bu ise, o kâsenin sýrçasý,
"gümüþten billurlar" âyetinden de anlaþýlacaðý üzere kâfur tabiatýnda beyaz
ve hoþ demek olabileceði gibi, o kasenin içine katýlan içkinin kâfur özelliðinde,
görülmedik bir içki demek olduðunu da ifade edebilir. Bundan baþka "katkýsý
olmak", kabýn kendisinden ziyade içindeki içkiye daha uygun olacaðýna göre
burada "kâse"den maksat, içindeki içilecek þey demek olup bunun katkýsý da
o içilecek içkiye katýlan temiz ve hoþ bir katký demek olur. Önceki mânâya
göre kâfur, bildiðimiz mânâda düþünülebilir. Bilindiði gibi kâfur, beyaz ve
hoþ bir renkte, güzel kokulu, serin, antiseptik yani kötü kokuya karþý ve
doðal olarak kalbi kuvvetlendirme özelliðini taþýyan meþhur bir þeydir. Bir
kâsenin kendisinin bu tabiatta olmasý onun temizliðini, hoþluðunu, güzelliðini
ifade eden eþsiz bir "istiare-i temsiliyye" olur. Ýkinci ve üçüncü mânâlara
göre ise kâfur, bilinen mânâsýnda deðil, dünyada bilinmeyen bambaþka bir içki
veya içki katkýsý demek olur. Gerçekte bu mânâ ile kâfur, cennet çeþmelerinden
bir çeþmenin ismi diye rivayet edilmiþtir. Buna göre o iyi kiþiler, o dolgun
kadehten bu kâfur denilen çeþmenin suyunu veya içine o çeþmeden katýlan bir
cennet þarabýný içecekler demek olur.
6. Bu takdirde
"bir kaynak" sözü, kâfurdan bedel veya onun açýklayýcýsýdýr. Yani, o kâsenin
katkýsý olan kâfur, bir ayn, bir çeþme, baþka bir tâbirle bir kaynak, bir
kaynak gözü, bir pýnardýr.
Ýkinci ve
evvelki takdirde ise "içerler" fiilinin mefûlü (tümleci)dür. Yani katkýsý
kâfur olan o kâseden, hiç durmadan akan ve sonsuz hayat kaynaðý olan bir çeþme
suyu veya o su ile karýþtýrýlmýþ bir içki içerler. Buna Vâkýa Sûresi'nde imanda
en ileride olanlarýn nitelikleri anlatýlýrken "Akan içki kaynaðýndan doldurulmuþ
kadehler. Ondan baþlarý aðrýtýlmaz, akýllarý giderilmez."(Vâkýa, 56/18, 19)
denilmiþ, Saffât Sûresi'nde de, "Maîn'den doldurulmuþ bir kadehle onlarýn
etrafýnda dolaþýlýr. Bembeyaz, içenlere lezzet verir. Onda ne bir zararlý
sonuç vardýr, ne de içenlere sarhoþluk verir."(Sâffat, 37/45-47) denilmiþtir.
Bu sûrede geçen "kâfur", Saffât Sûresi'nde geçen "bembeyaz, içenlere lezzet
verir" ve Muhammed Sûresi'nde geçen "Tadý deðiþmeyen sütten ýrmaklar."(Muhammed,
47/15) gibi nitelikler birbirlerine yakýn mânâdadýrlar.
O kâfur veya
o içtikleri öyle bir çeþme ki Onunla, (yahut) ondan Allah'ýn kullarý içer,
güzel yollarla onu akýtýrlar da akýtýrlar. Ýstedikleri yerlere kolay kolay
akýtýrlar, diledikleri gibi kana kana içerler. Abdullah b. Ahmed'in "Zevâidü'z-Zühd"de
Ýbnü Þevzî'den rivayetine göre bu kaynaðýn altýn borularý vardýr, su onlarý
takip eder.
Burada "Allah'ýn
kullarý", yine o anlatýlan iyi insanlarýn kendileri, içme de daha önce anlatýlan
içmenin açýklamasý olmak ihtimali var ise de, bunun genel mânâda olmasý daha
açýktýr. Bu duruma göre çeþme, o iyi kullarýn dünyada yaptýklarý hayýrlar;
Allah'ýn kullarýnýn ondan içmesi, herkesin ondan faydalanmasý; iyi kullarýn
kâfur katkýlý dolgun kadehten içmeleri de, ahirette onun sevabýndan elde ettikleri
sonsuz mutluluk neþesi demek olur.
7. Bunun
þu þekilde izahý da bu mânâyý anlatýr: "Adaklarýný yerine getirirler..." Çünkü
bu âyetler o "iyi kul" deyiminin özet olarak anlattýðý mânânýn bir tür açýklamasý
olmak üzere onlarýn ahirette bu murada ermelerine vesile olan dünyadaki hallerini,
ahlâklarýný, ruh hallerini, fikir ve gayeleri ile hayýr iþlerinin esasýný
ve meyvelerini açýklamaya baþlamaktadýr. Yani, "onlar nasýl o iyiliðe erer,
o pýnarýn suyunu akýtýrlar?" denilirse, buyruluyor ki, "adaklarýný yerine
getirirler."
NEZR, bir
þeyi yapmayý üzerine almak ve adamak demektir ki, bir kimsenin, üzerine gerekli
ve vacip olmayan hayýrlý bir iþi kendine vacip kýlarak "yapayým" diye üzerine
almasýdýr. Kuþkusuz, kendine vacip olmayan nafileyi üzerine alýp da onu yerine
getiren kimseler, kendilerine vacip olan vazifeleri haydi haydi yaparlar.
Bu nedenle âyeti, gerek kendilerinin vacip kýlmasý ve gerek yüce Allah'ýn
vacip kýlmasýyla üzerlerine vacip olan her türlü vazife ve görevlerini yerine
getirirler demek olur. Böylece bu âyet, "Onlar emanetlerine ve ahitlerine
riayet ederler."(Müminun, 23/8) âyetinin mânâsý ile, "Kul bana nafilelerle
devamlý yaklaþýr. Neticede ben onun kulaðý, gözü... olurum." kudsi hadisinin
mânâsýný kapsar. "Yerine getirirler" fiili de muzari sigasý (geniþ zaman kipi)
ile bunu yerine getirmeye devam ettiklerini ifade eder. Yani, bir iki defa
yerine getirmekle kalývermez, devamlý yerine getirip dururlar. Hem de yaptýklarýyla
gururlanýp da "artýk yetiþir" diye gafil davranmazlar. Ve kötülüðü yaygýn
olan bir günden korkarlar, o endiþe ile korunur dururlar.
8. MÜSTATÎR;
uçan, uçuþan, yangýnýn veya sabah aydýnlýðýnýn yayýlmasý gibi ufuklara daðýlýp
yayýlma kabiliyetinde olan demektir. "Seve seve yemek yedirirler". Burada
sözü, sonundaki zamirin yerini tuttuðu isme göre iki mânâ ifade eder:
BÝRÝSÝ, yemeðe
sevgileri, yani kendi ihtiyaçlarýndan dolayý istek ve arzularý bulunmasýna
raðmen, demektir ki, "Sevmesine raðmen mal verdi."(Bakara, 2/177) ve "Sevdiðiniz
þeylerden infak etmedikçe iyiliðe ulaþamazsýnýz."(Âl-i Ýmran, 3/92) âyetlerinin
ifade ettiði mânâ budur.
BÝRÝSÝ de,
o yedirmeyi istemeye istemeye deðil, can ü gönülden isteye isteye, seve seve
yaparlar demektir ki, her birinin bir izah ve yorumu vardýr. "Miskine, yetime
ve esire" yedirirler.
MÝSKÝN, kendi
kendine bir þey kazanmaktan aciz kimse demektir.
YETÝM, kendisi
için kazanç temin eden ölmüþ, kendisi de kazanç elde etmekten aciz mânâsýnadýr.
ESÝR, köle
olup olmamaktan, müslüman olup olmamaktan daha genel olarak, hangi esir olursa
olsun demektir.
Burada esirlere,
düþkünlere güzel muamele yapýlmasýna önemli bir þekilde dikkat çekilmektedir.
Esir, kendisine öldürme veya baþka herhangi bir muamele yapýlmaya mahkum bir
durumdadýr. Onu öldürmek gerekirse önce öldürmeli, fakat esirlik zincirine
vurulduktan sonra da iþkence etmeyip mümkün olabildiði kadar insanca bakmalýdýr.
Rivayete göre, Hz. Peygamber'e bir esir getirilir, o bu esiri müslümanlardan
birine teslim eder, "buna ihsan et, güzel bak" diye emrederdi. Esir iki üç
gün onun yanýnda kalýr, esire, onu kendi nefsine tercih edecek þekilde bakardý.
Katâde þöyle der: "O gün onlarýn esirleri müþriklerdi. Senin müslüman kardeþin
ise elbette doyurmana daha layýktýr." Müslüman bir esire yardým, daha çok
onu esirlikten kurtarmaya çalýþmakla olur. Sonra onlar bu yemek yedirmeden
bir menfaat ve karþýlýk beklemezler.
9. "Biz sizi
Allah için doyuruyoruz." derler. Fakat bunu açýkça yüzlerine söylemez, içlerinden
ve halleriyle söylerler. Onun için burada "böyle derler" diye açýkça söylenmemiþ,
dolaylý olarak ifade edilmiþtir.
LÝ VECHÝLLAH,
Allah yüzü, devamlý olan ahiret yönü, Allah rýzasý için demektir.
10. Abûs
çirkin suratlý, yani "içinde bulunanlarýn yüzlerini ekþitip fenalaþtýracak
olan kara gün", çatýk suratlý deniliyor ki, bu kelime, devenin dölleme sýrasýnda
kibir ile veya doðururken sýkýþtýrma halinde kuyruðunu kaldýrýp burnunu çevirerek
ve yanlarýný derleyerek aldýðý çalýmlý veya sýkýntýlý durumunu anlatan sözünden
alýnarak, iki gözünün arasýný çatýp þiddetle alýn buruþukluðu gösteren, yani
son derece çirkin veya kötülüðü birbirine girmiþ gibi zorlu ve dehþetli veya
uzun, uzayýp giden mânâlarý ile tefsir edilmiþtir ki o gün, kýyamet günüdür.
11. "Allah
onlarý o günün kötülüðünden korur ve onlara parlaklýk ve sevinç verir". Bu
âyetler de dünyadaki o ruh hali ile çalýþma ve gayretin sonundaki semeresini,
ahiretteki neticesini açýklamaya baþlarlar ki bu, "bir kadehten içerler" âyetiyle
kýsaca anlatýlan neþe ve mutluluðun izah ve açýklamasýdýr.
12. "Sabýrlarýna
karþýlýk onlara verilir", bununla, sabrýn, iyi kiþilerin muvaffak olma sebeblerinden
biri olan en seçkin özellikleri olduðuna ve böylece ayný anda hem þükrettiklerine,
hem de sabrettiklerine iþaret olunmuþtur. Cennet, yani diledikleri gibi yiyip
içecekleri, gönülde yer alan, hoþ bir bahçe. Ve bir ipek. "Orada giysileri
de ipektir."(Hacc, 22/23; Fâtýr, 35/33) âyetinde de belirtildiði gibi, bir
ipek ki onu giyip süslenirler.
13-14. Bu
yüzlerindeki parlaklýk ve içlerindeki sevinç, bu cennet ve ipek þu hâl ile
ifade ediliyor: Koltuklar üzerine dayanýp kurularak.
ERÝKE, gelin
odasýna kurulan yatak, donatýlmýþ koltuk demektir.
Orada zemherî,
yani þiddetli bir soðuk da görmezler. Çünkü aþýrý sýcak azap olduðu gibi aþýrý
soðuk da azaptýr.
15. Gümüþten
sýrça kaplar, billurlar. Bilindiði gibi gümüþ ile sýrça billurun tabiatlarý
farklýdýr. Gümüþten sýrça veya billur olmamak gerekir. Fakat burada eþsiz
bir istiare yapýlmýþ, gümüþ beyazlýðý ile billur berraklýðýnýn saflýðýný içeren
çeþitli biçimde kaplar tasvir edilmiþtir ki bunda kâfur katkýsýna da iþaret
vardýr.
16. Gümüþten
sýrça kaplar, billurlar. Bilindiði gibi gümüþ ile sýrça billurun tabiatlarý
farklýdýr. Gümüþten sýrça veya billur olmamak gerekir. Fakat burada eþsiz
bir istiare yapýlmýþ, gümüþ beyazlýðý ile billur berraklýðýnýn saflýðýný içeren
çeþitli biçimde kaplar tasvir edilmiþtir ki bunda kâfur katkýsýna da iþaret
vardýr.
17. "Orada
onlara dolu bir kadeh sunulur ki, katkýsý zencebildir".
ZENCEBÝL,
zencefil dediðimiz bilinen hoþ kokulu baharatýn ismidir ki bazý içeceklere
katýlýnca hoþ bir lezzet ve koku meydana getirir. Önce kâfur katkýlý kadeh,
burada da zencefil katkýlý kadeh denilmesinden ve birinde "içerler", öbüründe
de "onlara içirilir" tabiri kullanýlmasýndan iki tür kadeh anlaþýlýyor ki
birinin çalýþarak kazanýldýðýna, diðerinin Allah vergisi olduðuna iþaret olsa
gerektir.
18. "Selsebil"
SELSEBÝL,
bunun ilk önce Kur'ân'da iþitilmiþ bir kelime olduðu söylenmiþtir. Selsel
ve Selsâl gibi, akýcý olmak ve peþpeþe akýp gitmek mânâlarýyla ilgili olarak
"akýmý ardarda olan ve içimi ve yudumu boðaza dokunmayacak þekilde gayet kolay
ve tatlý" mânâsýný ifade ettiði de söylenmiþtir. Mücahid, "akýmý kuvvetli,
içimi kolay" demiþ; Mukatil de, "suyu, istedikleri yere diledikleri gibi akar
bir pýnar" demiþtir. Katade'den rivayet olunduðuna göre, "Arþ'ýn altýnda Adn
cennetinden fýþkýrýp bütün cennetlere akan bir pýnardýr". Ebu Hayyan der ki:
Bu kelimenin zahirinden anlaþýlan bunun bir isim olmayýp "yutulurken akýcý,
tadýlmasý kolay" þeklinde bir nitelik bildirmiþ olmak gerektir. Çünkü gerçekten
isim olsaydý gramer bakýmýndan, müennes ve özel isim olduðundan dolayý, gayr-i
munsarif olmak gerekirdi. Bununla beraber gibi, fâsýlaya riayet için tenvinlenmiþ
olmasý da düþünülebilir.
Bazýlarý da
bunun, "bir yol iste" mânâsýna gelen sözünden nakledilmiþ bir isim olmasý
ihtimalini söylemiþlerdir ki, "ona bir yol arayanlar, ondan içebilirler" mânâsýný
dolaylý olarak gösterir demektir.
19. "Etraflarýnda
ölümsüz hizmetçiler dolaþýr..."
20. Orada
gördüðün vakit, yani o cennette gözün her nereye iliþse bir nimet ve pek büyük
bir mülk görürsün, kederden, kin ve hileden uzak, katýksýz bir nimet ve anlatýlamayacak
büyük bir saltanat ki bu, duyu organlarýyla hissedilebilen ve akýlla düþünülebilen
nimetleri kapsar. Bazýlarý da þöyle der: O büyük mülk, bir þey meydana getirmek
ve bunu dilemek mülküdür ki, onlar bir þeyin olmasýný istedikleri zaman o
þey hemen oluverir. Ýþte bu "neye baksan" þeklindeki hitapta Resulullah (s.a.v)'a
ve ümmetine bunu bir vaad vardýr.
21. "Onlarýn
üzerinde vardýr". Bu, o nimete sahip olan kiþilerin görüldükleri sýradaki
veya etraflarýnda dolaþýlýrkenki hallerini açýklamaktadýr. Yani "sen gördün"
mânâsýndan veya "onlarýn etrafýnda dolaþýr" âyetindeki zamirden veya ta yukardaki
"yaslanmýþlardýr" sözünden hal olarak ipeði açýklamaktadýr. Yani, o nimet
içindeki kiþileri gördüðün vakit veya ölümsüz hizmetçilerle etraflarýnda dolaþýldýðý
veya koltuklarý üzerine oturduklarý sýradaki halleri, üstlerinde giyim yahut
üst taraflarýnda tezyinat olarak yeþil sündüs giysiler vardýr, yani sündüs
adý verilen gayet ince ve zarif ipek kumaþlardan yeþil giyecekler "ve istebrak
vardýr". Yani kalýn veya sýrmalý ipek kumaþlar ki "Sündüs ve atlastan elbiseler
giyerler."(Duhan, 44/53) mânâsýnca sýrasýna göre giyinirler veya oturduklarý
yerler aþaðýdan yukarý ve yukardan aþaðý bunlarla donatýlmýþtýr. Aslý Arapça
olmayan bu "sündüs" ve "istebrak" kelimeleri hakkýnda çok söz söylenmiþ ise
de bizim anlayacaðýmýz ince ve kalýn ipek kumaþlarýn en güzelleridir.
Ve gümüþten
bileziklerle süslenmiþlerdir. "Onlar süslenmiþlerdir." cümlesindeki zamir,
hizmet eden ölümsüz hizmetçilerin yerini tuttuðuna göre, bunlarýn böyle süslenmeleri
akla uygundur. Cennetteki kadýnlar hakkýnda da yaraþýr. Erkekler hakkýnda
bu tarz süslenmek nasýl övülebilir? diye bir soru akla gelebilir. Bunu cennettekilerin
zevkine havale etmek þeklinde bir cevap yeterli olabilirse de bunun akla uygun
bir yorumu da yok deðildir. Çünkü kollarýndaki bu bilezikler, cennet ehlinin
dünyada elleriyle yapýp uzmanlaþtýklarý salih amellerin simgesi olan mükafattýr.
Bazý âyetlerde altýn ve gümüþ bilezikler diye bunlarýn derecelerindeki farklýlýða
da iþaret buyurulmuþtur. Bazýlarý, "gümüþ hizmet edenlerin, altýn ise hizmet
edilenlerindir. Burada hizmet edenlerin süsü olmasý itibarýyla gümüþ denilmiþtir"
demiþlerse de altýnýn parlaklýðýna karþýlýk gümüþün rengindeki beyazlýðýn
daha çok samimiyet ve saflýðý simgelemesi ve bir de altýna oranla çokluðundan
dolayý herkese yararý daha kapsamlý olmasý nedeniyle burada sade gümüþ denilmiþ
olmasý daha uygundur. Sonra þu da unutulmamalýdýr ki, bu gümüþ, bildiðimiz
gümüþ deðil, o âleme özgü bir gümüþtür. Bütün bunlarýn yanýnda bu âyet, cismâni
ve ruhanî bazý iþaret yollu mânâlar da ilham edebilirse de onlar zevklerin
inceliklerine ait sýrlardýr. Bütün bunlar en son olarak þu zevk ve neþede
özetlenmiþtir: ve onlara Rablari tertemiz bir þarap sunmaktadýr. Ki hem temiz,
hem de hiçbir keder ve leke býrakmayacak þekilde son derece temizleyici bir
þaraptýr.Bu
þarap daha önce söz edilen biri kâfur katkýlý, diðeri zencefil katkýlý iki
türün ikisinden de üstün ve doðrudan doðruya âlemlerin Rabbý tarafýndan içirilen,
hiçbir katký katýlmamýþ, mutlak bir þekilde saf ve temizlik vasfýyla seçkin
tertemiz bir içki. Bu, Hakk'ýn cemaline kavuþma neþesidir.
Bu þarabýn
temizliði ile ilgili gelen rivayetler:
Ebu Kulâbe'den
þöyle rivayet edilmiþtir: Yiyecek ve içecekler verilir. En sonunda da tertemiz
bir þarap sunulur ki, bununla kalpleri ve bütün içleri tertemiz olur ve dýþlarýndan
misk kokusu gibi bir ter halinde taþar. Mukâtil'den de þöyle rivayet edilmiþtir:
Bu, cennet kapýsýnda bir kaynaktýr ki her kim ondan içerse yüce Allah onun
kalbinde kin, hile ve hasetten veya içinde kirden lekeden eser býrakmaz, hepsini
çekip çýkarýr: "Kalplerindeki kini söküp attýk. Kardeþler olarak divanlar
üzerinde karþý karþýya otururlar."(Hicr, 15/47) Öte yandan bu þarapta, dünya
þaraplarýnda bulunan lekelerden eser yoktur. Bazýlarý da þöyle demiþtir: Bundan
maksat sýrf ruhanî olan bir þaraptýr ki, bu insaný Allah'ýn dýþýnda her þeyden
uzaklaþtýran ilâhî tecellidir.
"Bir duruluk
var, su yok; bir hoþluk var, hava yok; bir nur var, ateþ yok; bir ruh var,
cisim yok".
Ýbnü Fârýd'ýn
"Hamriyye kasidesi"de bu mânâ üzere yazýlmýþtýr. Mesela "taýyye" ("tâ" harfi
ile biten kaside)sindeki þu beyit ile de bunu kastetmiþtir:
"Bana içirdiler
de, "þarký mýrýldanma" dediler. Oysa bana içirdiklerini Huneyn daðlarýna içirselerdi
daðlar þarký söylerdi".
Hikâye olunduðuna
göre, Bâyezid-i Bestami'ye bu âyeti sormuþlar. Demiþ ki: "Allah onlara tertemiz
bir þarap sundu. Onlardan baþka þeylerin sevgisini temizledi." Sonra da þöyle
demiþ: Yüce Allah'ýn bir þarabý vardýr ki, onu kullarýnýn en erdemlileri için
saklamýþtýr. Bu þarabý onlara doðrudan doðruya kendisi içirir. Ýçtilermi coþarlar,
coþtularmý uçarlar, uçtularmý ererler, erdilermi ayrýlmazlar. Onlar "Sadakat
meclisinde, kudreti sonsuz bir hükümdarýn huzurundadýrlar."(Kamer, 54/55)
sýrrýna ermiþlerdir.
Razî, yazdýðý
yorumlarýn sonunda iþaret yollu bir mânâ ile buradaki içkilerin hepsini böyle
bir ruhânî tarzda anlatarak der ki: Ruh, melekler âlemindendir. Büyük ve ulu
meleklerin cevherlerinden bu ruhlar üzerine taþan nurlar, susuzluklarý gideren
ve vücudu kuvvetlendiren tatlý suya benzer. Kaynak sularý ve pýnarlar durulukta,
çoklukta ve kuvvette farklý olduklarý gibi, ulvî nurlarýn fýþkýrdýðý kaynaklar
da böyledir. Bazýlarý soðuk ve kuru tabiatte kâfura benzerler. Bunun sahibi
dünyada korku, aðlama ve sýkýntý makamýndadýr. Bazýlarý da sýcak ve kuru tabiatte
zencefil gibidirler. Bu halin sahibi de yüce Allah'tan baþka þeylere az iltifat
eder, maddeye ve cisimle ilgili þeylere az önem verir. Sonra insan ruhu kaynaktan
kaynaða, nurdan nura naklolur, gider. Hiç kuþku yok ki sebepler ve bunlarýn
neticeleri mutlak nur olan yüce Allah'a yükselerek son bulurlar. Bu makama
ulaþýp o þaraptan içince önce içilen içkilerin hepsi hazmedilir hatta yok
olur. Çünkü yüce Allah'ýn yücelik ve azametinin nuru karþýsýnda Allah'tan
baþka olan her þeyin nuru yok olur. Ýþte pek doðru kiþilerin yollarýnýn sonu;
yükselme ve olgunlaþmada derecelerinin en son noktasý budur. Bu nedenle yüce
Allah iyi kullarýn sevaplarýný zikrederken bu âyeti ile konuyu bitirmiþtir.
22. Þöyle
diyerek ki: Ýþte bu, sizin için hazýrlanmýþ bir karþýlýk idi ve çalýþma ve
gayretiniz karþýlýðýný buldu. Dünyadaki çalýþmalarýnýz boþa gitmedi; kýymeti
takdir olunup daha büyük bir mükafat ile karþýlandý. Bu hitap, cennetlikler
cennete girip kendileri için hazýrlanmýþ olan nimetleri gördükleri zamanki
kutlama ve tebrik hitabýný hikâyedir. Yani o zaman böyle denecektir. Allah'ýn
ilmindeki ezeli takdiri haber vermek suretiyle dünyadakilere bir vaad hitabý
olma ihtimali de vardýr.
Kâfirlere
hazýrlanan zincir, bukaðý ve cehenneme karþýlýk þükredenlere, iyi kullara
hazýrlanan gönül ve yüz aydýnlýðý, cennet, ipek, o saf nimetler ve büyük mülk
ile tertemiz þarap, karþýlýðý verilen çalýþma ve gayretin aþýrý derecedeki
neþesini beyandan sonra "Biz ona hidayet yolunu gösterdik." âyetinin mânâsýnýn
gerçekliðini göstermek ve konuyu açýklýða kavuþturmak için buyruluyor ki:
Meâl-i Þerifi
23- Kur'ân'ý
sana kýsým kýsým biz indirdik biz.
24- O halde
Rabbinin hüküm vermesi için sabret. Onlardan hiçbir günahkâra yahut nanköre
itaat etme.
25- Sabahakþam
Rabbinin ismini an.
26- Gecenin
bir bölümünde de O'na secde et (akþam ve yatsý namazlarýný kýl). Hem de O'nu
uzun bir gece tesbih et (teheccüd namazý kýl).
27- Çünkü
onlar bu dünyayý seviyorlar ve önlerindeki aðýr bir günü arkaya atýyorlar.
28- Onlarý
biz yarattýk ve mafsallarýný sýmsýký baðladýk. Dilediðimiz vakit de kýlýklarýný
deðiþtiririz.
29- Ýþte bu
bir öðüttür. Dileyen Rabbine giden yolu tutar.
30- Allah
dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Kuþkusuz Allah, bilendir, hüküm ve hikmet
sahibidir.
31- Allah
dilediðini rahmetine sokar. Zalimlere ise, acýklý bir azap hazýrlamýþtýr.
23. Sana baþkasý
deðil, biz indirdik, biz Kur'ân'ý. Ýnsana doðru yolu gösteren ve o tertemiz
þarap neþesini sunan Kur'ân'ý kýsým kýsým indirdik yani bir defada deðil,
zaman zaman aralýklý olarak, yirmi üç senede, azar azar. Ýlk insanýn yaratýlýþýnda
olduðu gibi, bunda da basamak basamak olgunlaþma ve yükselme kuralýna bir
uygunluk vardýr. Bununla önceden zikredilmeyen birçok þey olacak ve bu vaad
edilen þeyler kesinlikle gerçekleþecektir.
24-25.
Onun için acele etme de Rabbinin hüküm vermesi için sabret. Bugün son zafer
ve baþarýya erdirmeyip de yükümlü tutup, imtihan ettiði bir takým gayret ve
didinmelerin zorluðuna dayan, ilerde vereceði hükmü gözet, çünkü bu çekilen
zahmetlerin güzel bir sonu var sabýrsýzlýk edip de o insanlar içinden bir
günahkâra yani günaha çaðýran bir günahkâra veya küfre çaðýran nankör bir
kâfire itaat etme. Rabb'ýnýn ismini an. "Bir de sabýr ve namaz ile Allah'tan
yardým isteyin."(Bakara, 2/45) âyetinin mânâsýnca sabýr ile beraber ezana
ve namaza devam et. "Sabah akþam".
BÜKRA, erken
demektir. "Er"sözü, sabah ve sabahtan öðleye kadar olan süre için kullanýlýr.
ASÎL, ikindi
ve akþam üzeri mânâlarýna gelmekle beraber öðleden akþama kadar olan zamana
denir. Buna göre "sabahtan akþama kadar" demek olup bunun içinde sabah, öðle
ve ikindi namazlarý vardýr.
26. ve geceden
de, yani gecenin bir kýsmýnda da Ona, (yani Rabbýna) secde et. Burada "fâ"
ile "secde et" emri, "zikret" emrini de beyan ederek ondan da maksadýn namaz
olduðunu anlatýr.
Secde, "zikr-i
cüz, irade-i kül" (bir bütünün bir parçasýný zikredip tamamýný kastetme) yoluyla
namazdan mecazdýr. Yani secde zikredilmiþ, namaz kastedilmiþtir. Gecenin bir
kýsmý ve parçasý da akþam ve yatsý demek olur.
Hem de onu,
uzun gece, (yahut geceleyin uzun uzadýya) tesbih et. Bunda da Müzzemmil sûresinde
geçtiði üzere Peygamber'e teheccüdün vacip olduðuna bir dikkat çekme olmakla
beraber, Rabbinin hükmü gelinceye kadar sabredilmesi emredilen müddetin uzun
bir gece gibi geleceðine ve onun, Allah'ý tesbih edip noksan sýfatlardan uzak
tutarak uyanýk bir þekil de ibadet ve hazýrlýk ile geçirilmesi gerektiðine
de iþaret vardýr. Bu iþaretin, dolayýsýyla ümmete ait olacaðý da unutulmamalýdýr.
27. Çünkü
onlar, yani kâfirler "peþini", yani dünyayý seviyorlar", "aðýr bir günü arkalarýna
atýyorlar". Bu aðýr gün, önlerinde bulunan kýyamettir.
28-29. "Eklem
yerlerini baðladýk". Esaret maddesi olan esr, aslýnda sýký baðlamak mânâsýna
mastar olup baðlama vasýtasý olan bukaðý ve bað için de kullanýlýr ki, burada
yaratýlýþ baðlarý, bedenlerin eklemlerini baðlayan damar, sinir ve adeleler
gibi bað vasýtalarý ile tefsir olunmuþtur. Biz bu "þedd-i esr" sözünü meâlde
"kundaklarý baðlamak" þeklinde ifade etmeyi uygun bulduk.
"Dilediðimizde
yerlerine benzerlerini getiririz". Burada "tebdil-i emsâl = yerlerine benzerlerini
getirme" mimin kesriyle misil'den, kendilerini yok eder, yerlerine diðer benzerlerini
yaratýrýz mânâsýna, tebdil-i zevat yani zatlarýný deðiþtirme mânâsýna da olabilirse
de, sýfat ve kýlýk mânâsýna mimin fethasýyla mesel'den türetilerek "sýfatlarýný,
niteliklerini deðiþtirme" mânâsýna olmak daha uygundur. Nitekim Vâkýa Sûresi'nde,
"Kýlýklarýnýzý deðiþtirmek ve sizi bilmeyeceðiniz bir yaratýlýþla yaratmak
üzere.."(Vâkýa, 56/61) âyetinde bu mânâ açýk idi.
30. "Allah
dilemedikçe siz dileyemezsiniz". Bu âyet "cebr ve kader" meselesinde fikirlerin
çarpýþma sahasý olmuþ ise de bunda kullarýn dileme hak ve yetkisi olduðunda,
bununla beraber bu dilemelerin mutlak olmayýp Allah'ýn dilemesine uygunlukla
kayýt altýna alýndýðýnda þüpheye yer yoktur. Dolayýsýyla sorumluluk kula,
hüküm Allah'a aittir. Onun için kul, kendi kaderini kendi keyfine göre çizemez.
Kul, Allah'ýn dilemesi çerçevesinde sorumludur. Yüce Allah ise, hiçbir kayda
baðlý olmadan dilediðini yapar. Yol, onun tayin ettiði; sevap ve ceza da onun
hükümleridir.
31. O dilediðini
yapar. Bundan dolayý "Dilediðini rahmetine sokar. Zalimlere ise acýklý bir
azap hazýrlamýþtýr." buyurarak biri rahmetine, biri azabýna giden iki yol
göstermiþtir. Ýþte insan, gösterilen bu iki yolun arasýnda imtihan edilmek
üzere yaratýlmýþtýr. Yukarýda kýsmen açýklanan bu vaad ve tehdit, gelecek
sûrelerde de derinlemesine tahkik ve izah edilecektir.