82-İNFİTAR:
Sûresi denilen
bu sûre de Mekke'de inmiştir.
Âyetleri :
Ondokuz;
Kelimeleri
: Seksen,
Harfleri :
Üçyüz yirmiyedidir.
Fasılası :
harfleridir.
Meâl-i Şerifi
1- Gök çatladığı
vakit,
2- Yıldızlar
döküldüğü vakit,
3- Denizler
yarılıp akıtıldığı vakit,
4- Kabirlerin
içi dışına getirildiği vakit,
5- Herkes
neyi önünden gönderdiğini ve neyi geri bıraktığını bilir.
6- Ey insan!
İhsanı bol Rabb'ine karşı seni aldatan nedir?
7- O Allah
ki seni yarattı, seni düzgün yapılı kılıp ölçülü bir biçim verdi.
8- Seni dilediği
her hangi bir şekilde parçalardan oluşturdu.
9- Hayır hayır,
siz cezayı yalanlıyorsunuz.
10- Oysa üzerinizde
koruyucular var.
11- Değerli
yazıcılar
12- Onlar,
siz her ne yaparsanız bilirler
13- Kuşkusuz
iyiler nimet içindedirler.
14- Kötüler
de cehennemdedirler.
15- Ceza günü
ona girecekler.
16- Onlar
o cehennemin gözünden kaçamazlar.
17- Ceza gününün
ne olduğunu sen bilir misin?
18- Evet,
bilir misin nedir acaba o ceza günü?
19- O gün,
hiç kimsenin başkası için hiçbir şeye sahip olamadığı gündür. O gün buyruk
yalnız Allah'ındır.
"Gök çatladığı
vakit".
İNFİTAR,
yarılmak demek ise de, yarılmanın başlangıcı olması daha çok yaraşır. "O gün
gök, bulutlar ile yarılacak ve melekler ard arda indirilecek"(Furkan, 25/25);
"Gök yarılıp da kızaran, yanan ve yağ gibi eriyen bir gül gibi olduğu zaman"
(Rahmân, 55/37); "O gün gök yarılmış, sarkmıştır." (Hâkka, 69/16); "O günün
şiddetinden gök çatlamıştır." (Müzzemmil, 73/18), "Gök açılmıştır da kapı
kapı olmuştur." (Nebe', 78/19) âyetlerinin ifade ettiği gibi meleklerin inmesi
için yarılmaya başlamasıdır ki göğün terkibi, gökte bulunan cisimlerin düzeni
bozularak âlemin harap olmaya yüz tuttuğu zamandır.
Önceki sûrenin
başındaki kıyamet kopacağı sırada olacak oniki alâmet gibi burada da dört
alâmet zikrediliyor. Bunlardan ikisi yukarıda, ikisi de aşağıda olan şeylere
ait bulunuyor.
2. Birincisi
göğün çatlaması, ikincisi yıldızlar saçıldığı vakit.
İNTİSER, dizili
bir şeyin bağı koparak dökülüp dağılmasıdır. Yıldızların dökülmesi de genel
çekim dengesinin bozulmasıyla meydana gelecek düşüş ve yok oluşlarıdır ki
ipliği kopmuş inci dizilerinin dökülüp saçılmalarına benzetilerek yok oluşlarını
ifade eden bir istiare-i musarraha veya mekniyye olduğunu söylemişlerdir.
3. Üçüncüsü,
denizler tefcir olunduğu vakit.
Denizlerin
tefciri; yarılıp akıtılması, aralarındaki ince uzun kara parçalarının yırtılıp
hepsinin bir deniz haline gelmesi veya sularının çekilip kalmaması durumlarını
ifade edebilir ki önceki sûrede geçen "denizlerin ateşlenmesi" ile ilgilidir.
4. Dördüncüsü,
kabirler deşildiği vakit.
BA'SERE,
bahsere gibi toprağı deşip dağıtarak altını üstüne, içini dışına çevirmektir.
Ki bu işin zorunlu neticesi olan "çıkarmak" mânâsında da kullanılır. Bu durumda
Âdiyât Sûresi'nde geleceği gibi öldükten sonra diriltme ve çıkarmadan mecaz
da olur.
Zemahşerî
ve diğer bazıları şöyle demiştir: "Bu kelime aslında iki ayrı kelimeden meydana
gelmiş olup "ba's" ve "isare"den kısaltılmıştır. "Bu'siret ve usire"nin hafifletilmiş
yani kısaltılmış şeklidir. Bu, yontma yahut traşlama tabir olunur. Bunun Arapça'da
Besmele, demek; salvele demek; hamdele, demek; havkale, demek ve dem'aze "Allah
onun izzet ve şerefini devam ettirsin." demek olduğu gibi birçok benzeri vardır."
Nitekim son zamanlarda Türkçe'de de örnekleri çoğalmaya başlamıştır.
Buna göre
"bu'siret", öldükten sonra dirilme vuku bulup kabirlerin içindekiler dışarı
çıkarıldığı vakit demek olur ki "Yer dehşetli sarsıntı ile sarsıldığı ve yer
ağırlıklarını çıkardığı vakit.." (Zilzâl, 99/1-2) Sûresi'nin mânâsı demektir.
5. Bu dört
alâmet meydana geldiği vakit her nefis dünyada neyi öne almış ve neyi geri
bırakmış olduğunu bilecektir. Çünkü önceki sûrede anıldığı üzere o vakit toplanıp
dağılma olacaktır. Takdim ve tehir etmek sözlerinin birkaç mânâsı vardır:
1. Takdim
ettiği, dünyada hayır olsun, şer olsun, önce kendi işlemiş olduğu amel, tehir
ettiği de geriye bıraktığı, yani örnek olup da kendisinden sonra gelenlerin
işlemelerine sebep olduğu iyi veya kötü amel. Çünkü hadisi şerifi gereğince
"her kim güzel bir geleneğe yol açarsa ona onu işleyenlerin mükâfatı vardır.
Her kim de kötü bir geleneğe yol açarsa ona da onu işleyenlerin günah ve vebali
vardır." Dolayısıyla önce kendi yaptığı, takdim ettiği ameli; ondan öğrenip
de sonra yapanlarınki de tehir ettiği geriye miras olarak bıraktığı ameli
demektir. Bu mânâ İbnü Abbas ve İbnü Mesud Hazretlerinden rivayet edilmiştir.
2. Takdim
ettiği, işlemiş olduğu günah; tehir ettiği de yapmamış olduğu itaattir. Bu
mânâda yine İbnü Abbas'tan bir rivayet olup aynı zamanda Katâde'nin de görüşüdür.
3. Takdim
ettiği, yükümlü olduğu şeylerden işlemiş olduğu; tehir ettiği de işlememiş
olduğu ameller.
4. Takdim
ettiği, mallarından kendisi için harcadığı; tehir ettiği de varislerine bıraktığıdır.
5. Takdim
ettiği, amelinin evveli; tehir ettiği de sonudur denilmiştir.
Bütün bunlar
tekrar dirilişten sonra deşilip sahifeleri ile ortaya konacaktır. Her nefis
de, önceki sûrede geçtiği gibi, hakkında iyi mi, kötü mü yapmış olduğunu bütün
çıplaklığıyla ayrıntılı olarak o vakit bilecektir.
Dünyanın geçiciliğini
duyuracak olan herhangi bir acı değişiklik ve felaket anında, ölüm geldiği
ve ölüm belirtilerinin ortaya çıktığı saatlerde insan, ömründe ileri geri
ne yaptığına kısa ve toplu bir ilim edinirse de bunun ayrıntıları asıl tekrar
dirildikten sonra sahifelerin açılması ile olacaktır.
6. Böylece
toplanıp dağılmanın vuku bulacağı haber verildikten sonra aklen de onu düşündürmesi
gereken bir hatırlatma ve ihtar olmak üzere buyruluyor ki: Ey insan!. Ey o
vakitler başına gelecek olan insan!
Ata'dan bu
âyetin Velid b. Muğire sebebiyle; İkrime'den Übeyy b. Halef sebebiyle indiği;
Kelbî ve Mukatil'den de Esed b. Kelede sebebiyle indiği rivayet edilmiştir.
Söz konusu kişi Hz. Peygamber (s.a.v)'e vurmuştu. Yüce Allah hemen onu cezalandırmayıp
bu âyeti indirdi, diye rivayet edilmiştir. Sonra da "Hayır hayır, doğrusu
siz cezayı yalanlıyorsunuz." buyrulmuş olduğundan dolayı birçokları burada
insandan muradın kâfir insan" demek olduğu kanaatına varmışlardır. Fakat "iniş
sebebinin özel olması hükmün genelliğine engel olamıyacağı" için diğer birçokları
da gurur ile isyan eden insanların hepsini kapsamış olması lafzın genelliğine
daha uygun olduğunu beyan etmişlerdir. Ey insan! Seni ne mağrur etti?. Seni
hangi şey aldattı, gaflete düşürdü de isyana sürükledi, seni yakışmayacak
işler yapacak şekilde gururlandırdı?
O ikrâmı
bol Rabbine karşı?.
Bu hitap ve
soru korkutma hitabı olması nedeniyle gururlanmaya engel olacak kahr ve celal
yani üstün gelerek yıkıp ezme ve ululuk sıfatlarından biri zikredilmesi daha
açık görünürken "kerim" vasfı ile özel olarak ilâhî ikramın hatırlatılmasında
ince bir nükte ile büyük bir ahlakî mânâya işaret vardır. Bu, her şeyden önce
şunu anlatıyor ki, ikram ve ihsanın gereği ona karşı gururlanarak saygısızlık
etmek, ahlâksızlık yapmak, günaha girmek değil, aksine o ikramın yüksekliği
oranında iman ve şükür ile itaatı, saygıyı, hürmet ve tazimi artırmak, nankörlük
ve isyandan sakınarak yüce ahlâka yükselmektir. Şeytanların dediği gibi, "Adam
sen de Allah kerimdir. İstediğini yap. Dünyada sana ettiği iyilik ve ikramını
ahirette de eder." diyerek umursamamak yalnız bir kıyas yaparak aldanmaktır.
O lütuf ve ikrama layık olmadığını, onu hak etmediğini göstermektir. Çünkü
gerçek ikram bir hikmet gözetilerek yapılan ikramdır. Gerçi ikram eden, yaptığı
lütuf ve ikrama, gösterdiği büyüklük ve iyiliğe karşı kendisi için bir bedel
ve karşılık gözetmeye tenezzül etmez. Fakat hikmetli davranmayan, ikramını
layık olduğu yerde kullanmayan da kerim değil, bir müsrif demek olur. Onun
için ikram sahibine karşı iman ve şükür ile itaat ve saygıyı artıracak yerde
onun keremine mağrur olup da saygısızlık etmek büyük bir aldanış olduğu hatırlatılmıştır
ki, bu mânâ tamamen "Sakın o aldatıcı şeytan sizi Allah'ın affına güvendirerek
aldatmasın."(Lokman, 31/33; Fâtır, 35/5) âyetinin mânâsıdır.
Bu soruyu
bazıları, "beni senin keremin mağrur etti ey Rabbim!" dedirtmek için kulun
göstereceği delili onu telkin etmek türünden bir kerem olarak anlamak istemişler
ve bu bir hayli yayılmış ise de, bu anlayış sûrenin ifade ettiği korkutma
akış ve üslubuna uygun düşmez. Ahlâk yüksekliği açısından düşünüldüğü zaman
Allah'ın kerem sahibi olduğuna imanı olduğu halde isyan etmiş bir müminin
bu hitaptan duyacağı utanç ve üzüntü kâfirlerin duyamayacağı bir üzüntü hissi
olmak gerekir. Nitekim, "Suheyb ne güzel kuldur. Allah'tan korkmasa bile,
isyan etmezdi."( hadisinde bu yüce ahlâka işaret buyrulmuştur.
Bazı âriflerin
"Allah'tan korkmasaydım yine isyan etmezdim." demesi de bu saygıdır. Fatır
Sûresi'ndeki "Allah'tan, kulları içinde ancak âlimler hakkıyla korkar."(Fatır,
35/28) âyetinin de bunu ifade ettiği daha önce geçmişti.
Tefsirciler
bu gurura sebep olmak üzere üç şey nakletmişlerdir:
Birisi, Katade'den
rivayet olunduğu üzere şeytanın kötü bir şeyi güzel göstererek aldatmasıdır.
"O aldatıcı şeytan sizi Allah'a karşı aldattı."(Hadid, 57/14).
Diğeri, Hasen'den
rivayet edildiği üzere cehalettir.
Diğeri de,
Mukatil'den rivayet edildiği üzere, işin başlangıcında hemen ceza verilmediğinden
dolayı affa aldanmaktır.
Bir de Fuzayl
b. Iyaz Hazretlerine kıyamet günü, "İhsanı bol Rabb'ine karşı seni aldatan
nedir?" buyurduğu zaman ne dersin denildiğinde, "indirilmiş perdelerin", yani
"günahlara örttüğün örtüler" derim demiş olduğu da söylenmiştir.
Gayet açıktır
ki, bu son ikisi, yani hemen cezalandırılmadığından dolayı afva ve günahların
örtülmesine güvenmek bir cahilliktir. Şeytanın kötü şeyleri güzel göstermesine
aldanmak da öyle demektir. Gerçekten Ebu Hayyan ve Alûsî'nin kaydettikleri
gibi Hz. Peygamber (s.a.v)'den rivayet olunduğuna göre, O bu âyeti okumuş
ve "onun cahilliği" demiştir. Keza Hz. Ömer (r.a) de bunu söyleyip "İnsan
cidden çok zalim, çok cahildir." (Ahzab, 33/72) âyetini okumuştur. Bunun "Allah'tan,
kulları arasında ancak âlim olanlar hakkıyla korkar."(Fatır, 35/28) âyetinin
ifade ettiği "ancak" mânâsına uygun olduğu ortadadır. Demek ki korkmak, Allah'a
dair bilginin derecesi ile doğru orantılıdır.
7. Yüce Allah'ın
Rabliği ve kerem sahibi olduğu da en açık misali olmak üzere insanın yaratılışında
herkesin kendisine görünüp duran kudret eserleri ve kerem ile şöyle hatırlatılıyor:
O Rabbin ki
seni yarattı. Burada yaratma; bünye ve uzuvları düzgünleştirme, ölçülü yapma,
şekil verme ve parçaları birleştirip oluşturmadan daha önce olmak karinesiyle
önce var kılmak demek olduğu açıktır. Yine bilinmektedir ki her nimetin esası
olan var olma, ilâhî lütuf ve keremin birincisidir.
Sonra da
senin bünye ve uzuvlarını düzgünleştirdi . "Seni bir topraktan, sonra bir
nutfeden yarattı. Sonra da seni bir insan şekline getirdi."(Kehf, 18/37) buyrulduğu
ve daha bir çok âyette geçtiği gibi yaratılışını aşamadan aşamaya geçirerek
ruh üflenecek şekilde insanlık seviyesine getirdi; bünyeni, uzuvlarını, kuvvetlerini
düzenine koydu, düzgünleştirdi de sana bir uyum ve itidal verdi. Burada biri
"adl" kökünden birisi de "ta'dil" kökünden şeklinde olmak üzere iki kırâet
vardır. İkisi de bir mânâya olarak denkleştirmek, normal hale getirmek demek
olduğuna göre az önce geçen "tesviye"nin mükemmel hale gelmiş olduğunu ifade
etmek üzere birkaç şekilde tefsir edilmiştir.
BİRİNCİSİ,
Mukatil'den rivayet edildiğine göre göz, kulak, el, ayak gibi çift uzuvların
denkliği ve ayrıntıları anatomide bilindiği üzere vücudun her taraftan orantılı
ve düzgünlüğü demek olup "Evet, onun parmak uçlarını bile düzeltmeye kadir
olduğumuz halde"(Kıyamet, 75/4) âyetinin ifade ettiği gibi olur. Fakat bunda
insanlık özelliğini ifade eden itibar ve değer açık değildir.
İKİNCİSİ,
Ata'nın İbnü Abbas'tan rivayet ettiği izah şeklinde ise: "Belini doğrultu,
dik ve dengeli kıldı, eğri belli hayvanlar gibi yapmadı." diye tefsir edilmiştir
ki, bunun hem insanın olgunlaştığını gösteren özelliği, hem de bünye ve uzuvları
düzene koyduktan ve insanı, insan denilecek şekle getirdikten sonra olması
daha açıktır. Zira çocuklarda görüldüğü gibi insanın belini doğrultup da ayakta
dik ve doğru olarak yürüyebilmesi de uzuvları düzene koymanın tekamülünde
bir aşamadır.
ÜÇÜNCÜSÜ,
Ebu Ali Fârisî'nin yazdığına göre, "sana itidal verdi" demek, bu mânâların
hepsini ifade edici olarak "Seni en güzel şekle koyup en güzel biçimde çıkardı
ve bu denge ile seni akıl, fikir ve kudreti kabul etmeye yetenekli kılıp bu
şekilde diğer canlı ve bitkilere hakim kıldı. Seni, bu âlemdeki diğer varlıkların
ulaşamadığı bir olgunluk derecesine çıkardı." diye tefsir edilmiştir ki "Onun
yaratılışını tamamladığım ve içine ruhumdan üflediğim vakit." (Hıcr, 15/29)
ve "Onları, yarattıklarımızın bir çoğundan gerçekten üstün kıldık." (İsra,
17/70) mânâlarına uygundur. Bunların hepsi Allah'ın bir lütuf ve keremidir.
Bundan başka
şeddesiz olarak döndürmek, eğip çevirmek mânâsına da tefsir edilmiştir ki,
bunun da iki ayrı mânâya gelme ihtimali vardır.
BİRİNCİSİ,
eksiklikten olgunluğa, uygun olmayan şekilden uygun olan şekle çevire çevire
en güzel suret ve biçime getirdi demek olarak, yine arınma mertebelerini ifade
etmiş olur ki bu da kerem sayılan şeylerdendir.
İKİNCİSİ,
düzgünleştirilerek en güzel biçime getirildikten sonra
"Sonra da
onu aşağıların aşağısına çevirdik." (Tin, 95/5) buyrulduğu üzere olgunlaştıktan
sonra eksiltmek ve aşağılara doğru çevirmek mânâsını ifade etmiş olur ki,
bu mânâ keremi değil de o kereme aldananlara karşı kerem sahibinin tasarruf
kudretini göstererek korkutma ve ahiretin var olduğunu gösterme mahiyetinde
olmuş olur.
8. "Seni dilediği
her hangi bir şekilde parçalardan oluşturdu". Bu âyetin de bir kaç izah şekli
vardır:
BİRİNCİSİ,
edatı fiili ile ilgili yani onun mef'ûlü; kelimesi meâlinde sorudan çevrilmiş
sıfat, onu desteklemek için ziyade edilmiş; cümlesi kelimesinin sıfatı ve
bunlarla cümlesi 'nin bir beyanı olmaktadır ki meâli şöyle olur: "Allah seni
çeşitli suretlerden dilediği her hangi bir surette oluşturup şekil verdi".
Bu mânâya göre "terkib", "ahsen-i takvim"i, yani en güzel biçimde yaratmayı
beyan ile Allah'ın keremlerinden biri olur.
İKİNCİSİ,
'nin şart edatı olmasıdır. Dolayısıyla gelecek zaman mânâsında olarak, "Seni
hangi surette dilerse öyle oluşturup şekil verir. Dilerse o güzel insan kılığından
çıkarır da en çirkin suretlere kor, aşağıların aşağısına yuvarlar." demek
olur. Bu mânâya göre, gururun cezasına işaretle bir korkutma olur.
ÜÇÜNCÜSÜ;
, fiilinin mef'ûlü; e sıfat; cümlesi de 'nın mevsûl veya sıfat veya şart olmasına
göre ayrı bir cümle olmaktır. Bu takdirde mânâ, "Seni her hangi bir surette
denkleştirdi, yahut evirdi çevirdi, dilediği gibi seni oluşturdu, yahut dilerse
başka bir surette oluşturur." demek olup önceki iki mânânın ikisini de kapsar.
Âyetin, bu mânâların hepsine gelme ihtimali vardır ve bu mânâları vermek sahihtir.
Bazısında suret, farklı güzellik mertebelerinden herhangi birisi; bazısında
da güzellik ve çirkinlikte farklı ve değişik şekillerden herhangi birisi demektir.
Dolayısıyla ana, baba ve diğer akrabaya benzeyip benzememek, renk, uzunluk,
kısalık, erkeklik dişilik, sağlamlık, çürüklük, iyi veya kötü kişi olmak,
zekilik ve ahmaklık gibi maddî ve manevî bütün suret ve vasıfları kapsar.
İbnü Cerir,
Ebu Rebah Lahmi'den şöyle rivayet etmiştir: Hz. Peygamber (s.a.v) Ebu Rebah'a,
"neyin oldu?" diye sormuş. Sonra aralarında şu konuşma geçmiş:
- Ey Allah'ın
Resulü! Ne çocuğum olabilir. Ya oğlan, ya kız.
- Kime benziyor?
- Ey Allah'ın
Resulü! Kime benzeyebilir? Ya babasına, ya anasına.
- Öyle deme.
Meni rahimde yerleşince yüce Allah onunla Âdem arasındaki her nesebi hazır
eder. Allah'ın kitabında şu âyeti okumadın mı? "Seni dilediği herhangi bir
şekilde terkib etti." Buradaki demektir. Yani, seni dilediği şekle sokar,
o surete koyar.
Görüldüğü
gibi hadis üç şeye işaret ediyor:
BİRİNCİSİ,
yahut 'da şart mânâsının bulunması,
İKİNCİSİ,
atalara çekme (atavizm) denilen soya çekme özelliğidir ki, bir meni Âdem'den
beri atalarından intikal ede gelen soyların, özelliklerin her birini kapsayabilir.
ÜÇÜNCÜSÜ de
tabiî (doğal) ve irsî (kalıtsal) demek olan bu soya çekim hususunda da etkili
olanın, doğa değil, yüce Allah'ın dilemesi olduğunun isbatıdır. Çünkü ana-baba
gibi yakın akrabaların özelliklerine ta Âdem'e kadar varan uzak atalardan
birinin özelliğinin galip getirilmesi, o farklı ve değişik tabiat ve suretler
üzerinde yüce Allah'ın irade ve dilemesinin hakim olduğunu gösterir. Demek
ki iyi veya kötü olarak tabiî (doğal) ve irsî(kalıtsal) değerler yok değildir.
Onlar da düşünülmelidir. Fakat hükmün onlarda değil, sadece yüce Allah'ın
dilemesinde olduğu bilinmeli ve ona yükselmeye çalışmalıdır. Bu ise yüce Allah'ın
keremine aldanmakla değil, onun keremiyle beraber kudret ve hikmetini de düşünerek
ilerde ona layık olmak hakkını kazanmak ve azabından korunmak için iman ve
şükür ile itaate ve iyi amellere sarılmakla olur.
9. Hayır hayır.
Bu, Allah'ın keremine güvenip aldanmaktan sakındırmaktır. Yani "öyle mağrur
olmayın". Fakat siz, O keremin kıymetini bilmiyorsunuz dini yalanlıyorsunuz,
o kerim olan Rabb'ınızın keremine karşı onun emir ve yasaklarına teslim olarak,
yani tam bir ihlâs (içtenlik) ve boyun eğişle itaat ederek o kereme layık
yüksek ahlâk ile güzel ameller yapmak görev ve sorumluluğuna ve ona göre hesap
ve ceza olacağına inanmıyorsunuz. Bir gün olup da Allah'ın iyilere iyiliklerine
karşılık sevap ve mükafat vereceğini, kötülere de kötülükleri sebebiyle ceza
verceğini yalanlar bir şekilde gururlanıyor, aldanıyorsunuz. Çünkü Allah'ın
lütuf ve kereminden ümidi kesmek, sevap ve mükâfatına inanmamak küfür olduğu
gibi, azap ve cezasından emin olmak, güç ve kudretini tanımamak da küfürdür.
Bunu açıkça yapmak açık küfür, dolaylı yapmak da dolaylı küfür olmuş olur.
Bundan hitabın
kâfirlere olduğu anlaşılırsa da kelimesi ile iki cümleyi birbirine bağlamak,
kelâmda bir kesinti ve geçiş ifade ettiği için daha önce ifade edilen şeylerin
kâfir ve asiyi kapsamasına engel olmaz. O gururun küfre kadar varabileceğini
beyan ile sakındırmayı takviye edip desteklemiş olur.
Fatiha Sûresinde
"din gününün sahibi"(Fatiha, 1/4) âyetinin tefsirinde geçtiği üzere burada
da "din", küllî ve cüz'î olarak iki mânâ ile de düşünülmüştür: İslâm ve ceza.
Çünkü din, lügatte ceza, yani yapılan bir işe iyi veya kötü bir karşılık vermektir.
Bunun hakkı da iyiye iyi ile, kötüye kötü ile cezadır. Bunun için Yusuf Sûresi'nde
"melik'in kanununa göre." (Yusuf, 12/76) âyetinde geçtiği üzere görev ve sorumluluk
hükümlerini belirleyen kural ve âdetlere dahi din ve şeriat denir. "Sizin
için dinden Nuh'a tavsiye ettiğini şeriat yaptı."(Şûrâ, 42/13) âyetinin tefsirine
bkz.)
Bu nedenle
örf ve şeriatte din, insanları hamde, yani medih ve övgü ile mükafata layık,
güzel tercihleriyle iyi olan şeylere kendiliklerinden sevk eden ilâhî kanundur.
Bunun hakikati de "Doğrusu Allah katında din ancak İslâm'dır."(Âl-i İmran,
3/19) buyrulduğu üzere İslâm'dır. Bunun esaslarından biri de ahirette tekrar
dirilmek ve cezadır. İşte burada Allah'ın keremine mağrur olup aldanmakla
dini yalanlamak, doğrudan doruya Allah'ın dini olan İslâm'ı yalanlamak demek
olursa da, bu yalanlama, özellikle onun hükümlerinden biri olan öldükten sonra
dirilme ve cezayı ve bunun gereği olarak görev ve yükümlülüğü yalanlamak mânâsına
geldiği için, "siz mağrurlanıp saygısızlık etmekle cezayı ve dolayısıyla dini
kökünden yalanlamış oluyorsunuz" meâlinde olur. Bundan dolayı böyle yerlerde
"din"i sadece "ceza" ile tefsir etmek daha kestirme olacağından çoğunlukla
bu mânâ tercih olunmuştur. Yani, siz demek ki cezayı yalanlıyorsunuz ve onun
için Allah'tan korkmuyor mağrurlanıyorsunuz.
10. Oysa üzerinizde
muhakkak koruyucular var, yani iyi ve kötü her yaptığınızı gözetip korumak
ve zabıt (tutanak) tutmakla görevli hafıza güçleri, "hafaza" ve "hâfizîn"
denilen gözcü melekler var.
11. Öyle ki
değerli ve yazıcı ünvanını almışlardır. Her biri Allah katında saygın, görevlerinde
kusur etmez kâtipler, dürüst hak yazıcılarıdır.
12. Her ne
yapıyorsanız bilirler, iyi ve kötü hiç birini kaybetmeden hepsini hak yazısıyla
amel defterinize bile bile yazarlar ve öyle şahitlik ederler.
Önceki sûrede
anılan sahifeler öyle dağıtılırlar.
Bu kâtiplerin
bu niteliklerle nitelenmesinde hesap ve ceza işinin önemini hatırlatma vardır.
Öyle ki yüce Allah bu iş için öyle değerli kâtipler memur etmiştir. Onun için
o yazının, o ilim ve korumanın neticesini beyan mânâsında buyruluyor ki:
13. Kuşkusuz
iyiler, sözünde ve fiilinde doğru, hayır ehli iyi kişiler (Geniş bilgi için
Dehr Sûresinin tefsirine bkz.) Muhakkak bir Naîm cennetinde
14. ve kuşkusuz
ki suçlular, Rabb'ine karşı terbiyesizlik edip aşırı isyan ve muhalefet yoluna
sapanlar muhakkak bir Cahîm, (yani şiddetli bir cehennem ateşi) içindedirler.
15. O din
günü, yani yalanladıkları o ceza günü ona yaslanacaklardır.
16. Ve onlar
o cehennemden gaip olmayacaklardır. Daima ve sonsuza kadar onun içinde kalacaklardır.
İşte o yaratılışın,
o ilmin, o yazının, o korumanın neticesi iyiler ile kötüleri böyle ayırt ederek
iyileri cennete, kötüleri cehenneme gönderecek olan sonsuz cezadır.
İbnü Kuteybe'nin
"Kitabu'lİmâme"sinde ayrıntıları anlatıldığı üzere şöyle nakledilir: Süleyman
b. Abdülmelik Mekke'ye giderken Medine'ye uğradığında ileri gelen zatlardan
biri olan Ebu Hazim'i getirtmiş ve onunla karşılıklı bir sohbette bulunmuş
idi. Ebu Hazim ona çok acı öğütler vermiş, neticede aralarında şu sorulu cevaplı
konuşma olmuştu.
Süleyman:
Ey Ebu Hazim! Yarın Allah'a varmak nasıl olacak?
Ebu Hazim:
İhsan sahibine gelince o, yolculuğundan evine ve çoluk çocuğuna dönen bir
yolcu gibi; isyankâr ise efendisine geri dönen kaçak köle gibi Allah'a varacak.
Bunun üzerine
Süleyman ağladı da:
Keşke Allah
yanında bize ne var bilseydim dedi.
Ebu Hazim:
Amelini Allah'ın kitabına arzet.
Süleyman:
Allah'ın kitabının neresinde?
Ebu Hazim:
"iyiler cennette, kötüler cehennemde."
Bu hatırlatmadan
sonra o ceza gününün zeka ile ve akıl yürütmeyle tahmin edilemeyen azamet
ve dehşeti haber verilmek üzere buyruluyor ki:
17. Sana o
din gününün ne olduğunu ne bildirdi? Yani, onun ne büyük ceza günü olduğunu
bildin mi? Ey muhatap! Hayır sen onu akıl yoluyla bilemezsin. Çünkü o, dünyada
bir benzeri olmuş, akıl yürütmeyle bilinebilecek ceza günleriyle ölçülemez.
Bazıları buradaki
hitabın, engel olma ve korkutma yoluyla kâfire olduğu kanaatine varmış ise
de çoğunluğun açıklamasına göre Resulullah (s.a.v)'a hitaptır. Çünkü vahiy
gelmezden evvel bunu bilmiyordu. Bununla beraber önceki sûrede geçmiş olan
"Her nefis ne hazırlayıp getirdiğini bilecek." (Tekvir, 81/14) âyeti ile bu
sûrenin başında geçmiş bulunan âyeti gereği her nefis için o günün dehşet
ve azametini hakkıyla bilmek ancak bizzat bu olayın meydana gelme ve görülme
zamanında olabileceğinden dolayı hitabın her nefse yapılmış genel bir hitap
olması bizce daha uygundur.
18. "Evet,
bildin mi nedir o ceza günü?" Bu tekrarda iki nükte vardır:
Birisi, korkutmayı
desteklemek için te'kit (vurgu)tir. Biri de, cennetliklere ait olan ile cehennemliklere
ait olana ayrı ayrı işaret olmasıdır.
Bu sorudan
sonra şöyle haber veriliyor:
19. O din
günü, o ceza o gündür ki, hiçbir nefis bir nefis için bir şeye mâlik olamaz.
Hiç kimse ne mümin ne kâfir, ne iyi ne kötü hiç kimsenin hesabına zerre kadar
bir şey yapamaz. O gün emir yalnız Allah'ındır. O ne emrederse ancak o olacaktır.
Onun için, "Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline..."(Mutaffifin, 83/1)