104-HÜMEZE Suresi Tefsiri:
1-2."Hümeze";
sûrenin de ismi olmak münasebetiyle meâlde aynen muhafazasını daha uygun gördüğümüz
bu "hümeze" kelimesi "hemmaz", "gammaz" gibi "hemz" kelimesinden mübalağa
sigası (kipi)dır ki, lüane (lânetleyen) duhake (çok gülen) gibi âdet ifade
eder. Asıl mânâsı hemz (ayıplama, arkadan atma)i çok yapan, âdet edinenler
demektir. "Hemz", "Kâmus"un açıkladığına göre "gamz" vezninde ve onun anlamdaşıdır.
El ile çimdiklemek ve dürtmek, kakmak, vurmak (nitekim mihmez, mihmaz, yani
mahmuz, mudul ve çekiç veya mudullu değnek demek olan mıhmeze bu mânâlardandır)
ve bir dar yere sıkıştırmak (ki, hemze bu mânâdandır. Çünkü mahrecinden sıkıntı
ile çıkar) ve ısırmak ve kırmak, yere çalmak mânâlarına gelir. Şu halde hümeze,
bunlardan birini veya hepsini çok yapan, âdet edinen demek olur. Bu ölçü ile
hamiz gibi çimdikçi, çekiştirici, dürtüştürücü, kakıştırıcı, vurucu kırıcı,
atıcı, sıkıcı, ısırıcı mânâlarını ifade edebilir. Fakat lügat örfünde hamiz
ve hemmazdan daha mübalağalı olarak hümeze, inceden inceye veya geriden geriye
hafifseyerek ve alay ederek şunun bunun namusu ve şerefi ile oynayıp incitmeyi,
yerme ve kötüleme ile arkadan konuşarak ayıplayıp kınamayı, şunu bunu dürtüştürerek
öteye beriye koğuculuk etmeyi âdet ve sanat edinmiş, çekiştirici gammaz mânâsında
meşhur olmuştur ki, böyle olan kimseler fırsat buldukça hemzin her mânâsını
yapar. Eli erdiği insanları cımbızlar, çimdikler, dürter, kakar, ısırır, çarpar,
kırar, incitir, o yolda geçinir. Onun için bu mânâların hepsinden kinaye olarak
hümeze, gammazlığı âdet ve sanat edinmiş kimselere söylenmiştir. Yani asıl
hakikati, el ile sıkmak, cimdirmek, dürtmek, vurmak, kırmak iken ağızla, dille
ısırmak, kötülemek ve arkadan konuşmak, küçük görmekle gönül incitmek ve kırmak
mânâsında kinaye olarak yayılmıştır. Kinayeler hakikatin de iradesine engel
olmayacağı için 'de her mânâ dahil olur. Yani gerek el ile, gerek dil ile
maddeten veya manen şunu bunu itip kakmayı, kırıp incitmeyi âdet edinmiş dedikoducu
güruhunun hepsi cehennem uçurumunda, veyl deresinde, hüsran içinde kahrolmaya
mahkumdurlar, vay hallerine. "Lümeze" de "hümeze" gibidir. Mızrak saplar gibi
kötülemek, ayıplamak ve kaş göz kırparak, işaret ederek, eğlence suretiyle
birini diğerine göstermek mânâlarına olan "Lemz"den "Lümeze" de daima herkesi
ayıplamayı ve şuna buna ayıp ve eksiklik isnat ederek eğlenmeyi âdet edinmiş,
kendini beğenmiş atak demektir ki, "hümeze"yle anlamdaş ve farklı olarak da
kullanılır. Zemahşerî'nin beyanına göre hümezenin aslı kırıcı mânâsından,
lümezenin aslı da ayıplayıcı, saplayıcı mânâsındandır. "Keşşâf"ta der ki:
Hemz, hezm gibi kırmak, lemz de ayıplamaktır. "Lemezehû ve lehezehû" denilir,
"taanehû" (onu ayıpladı) denir. Maksat, insanların ırzlarını, namuslarını
kırmak ve arkalarından konuşmak ve onların ayıplamaktır. Ve "lüane", "duhaka"
gibi fuale vezni onun, o kimsenin alışmış olduğu âdeti bulunduğuna delalet
eder. Şâir:
"Eğer ortada
bulunmazsam, sen dürtücü ve ayıplayıcı kesilirsin." demiştir. Daha önce İbnü
Cerir de Ziyad-i Acem'in: "Bana kavuştuğun zaman yalandan bana sevgi göstererek
yanaşırsın ve eğer orada bulunmazsam o vakit de hamiz (dürtücü) lümeze (ayıplayıcı)
kesilirsin." demek olan iş bu: beyti ile hümeze insanları arkadan çekiştirip
kızdıran; lümeze de arkadan konuşup ayıplayan demek olduğuna şahit getirmiş
ve bazı rivayetler naklederek demiştir ki: İbnü Abbas'dan: "Allah Teâlâ'nın
veyl (yazıklar olsun) ile başladığı kimseler kimlerdir diye sorulduğunda,
"Nemime, yani koğuculuk ile gezenler, dostlar arasını ayıranlar en büyük ayıp
arayanlar." demiştir. Mücahid'den de üç farklı görüş rivayet edilmiştir:
1- Hümeze,
insanların etini yiyen; lümeze, ayıplayıcı ve atak.
2- Bunun aksine
olarak: Hümeze, ayıplayıcı; lümeze, insanların etini yiyen.
3- Hümeze,
Lümeze: Birisi insanların etlerini yiyen, diğeri ayıplama. Bu gösterir ki,
bu haberi rivayet edenlere bu iki kelimenin yorumunda zorluk vaki olmuş, onun
için ondan rivayet edenler ihtilaf etmişlerdir. Râzî de "Kendi kendinizi kötülemeyin."
(Hucurat, 49/11) âyetiyle "Keşşâf"ın ifadesi üzere beyandan sonra der ki:
"Tefsircilerin bunda bir çok görüşü vardır:
Birincisi:
İbnü Abbas'dan, hümeze gıybetçi, lümeze ayıpçı.
İkincisi:
İbnü Zeyd'den hümeze el ile, lümeze dil ile.
Üçüncüsü:
Ebu'l-Aliye'den, hümeze yüze karşı, lümeze arkadan.
Dördüncüsü:
Hümeze açıkça, lümeze gizli, kaş ve gözle.
Beşincisi:
Hümeze lümeze, insanlara hoşlanmayacakları lakaplar takanlar. Velid b. Muğire
bunu yapardı. Fakat bu başkanlık yapanlara yakışmaz, döküntülerin âdetindendir.
Bunda insanların sözlerini, fiillerini, seslerini güldürmek için taklit edenler
de dahil olur.
Altıncısı:
Hasen'den Hümeze, gözünü kırparak açıkça kızdıran; lümeze kardeşlerini kötülükle
anarak ayıplayan.
Yedincisi:
Anlatıldığı üzere İbnü Abbas'tan, söze yalan katarak gezenler, dostların arasını
açanlar, insanların ayıbını arayanlar. Bunları naklettikten sonra Râzî şu
hatırlatmayı da yapar: "Bilinmeli ki bu görüşlerin hepsi de birbirine yakındır,
bir asla döner. O da kusur bulmak ve ayıbı açıklamak, ortaya çıkarmak mânâsıdır.
Sonra da bu iki kısımdır: Ya hased ve kin sırasında olduğu gibi ciddi olur,
yahut da eğlence ve güldürme kabilinden eğlence ile olur. Bunlardan her biri
de ya din ve taatle ilgili bir emirde olur veya dünya ile ilgili olur. Bu
da görünüşe ve yürümek, oturmak, kalkmak gibi şeylerle ilgili olur ki, çeşitleri
çoktur ve kayda geçmemiştir. Sonra bu dört kısımda ayıbı açıklama, bazan ortada
bulunan için olur, bazan da bulunmayan için olur. Her iki takdirde de ya lafız
ile olur veya baş ve göz ve diğerleri ile olur. Bunların hepsi yasaklama altında
dahildir. Ancak bahis konusu olan lafzın dilde ne için konmuş olduğudur.
Lâfzın konduğu
lafzen yasaklanmış olur, konmadığı da delalet bakımından yasaklanmış olur.
Peygmaber'le ilgili olunca da daha büyük suç olur."(1) Keşşâf sahibi bir de
demiştir ki: "Hümeze, lümeze mim'in sükunu ile ( şeklinde) de okunmuştur.
Bu ise gülünç şeyler, garip ve tuhaf gevezelikler yapan zevzek maskaradır
ki, kendisine hem gülünür, hem söğülür." Demek ki mim'in sükunuyla olan fethiyle
olanın tersi gibi bir mânâ ifade ediyor. Üstün olan fail, sakin olan mef'ul
mânâsında olmuş oluyor. Nitekim nın fethiyle "duhake", şuna buna çok gülen
edebsize denir. nın sükunuyla "duhke" de çok gülünen, herkese gülünç olan
maskaraya denir. Aynı şekilde "ayn"ın fethiyle "lüane", çok lanet eden, "ayn"ın
sükunuyla "lu'ne", çok mel'un demektir. Demek ki sakin okunan, üstün, okunandan
daha alçaktır. O halde üstünün kınamasından, daha alçağın kınaması öncelikle
anlaşılır. Onun için âyette hümeze lümeze mim'in fethiyledir. Aşere kırâetlerinin
hepsinde, hatta şazlar da dahil olmak üzere ondört kırâatta mimler üstün okunmuştur.
Çünkü "mal biriktiren" ifadesinden de anlaşılacağına göre asıl maksat, kendini
beğenmiş, herkesten üstünlük taslayarak ve eğlenircesine, şunu bunu gizliden
açıktan, yüzünden veya arkasından eliyle veya diliyle taşlayıp inciten, namus
ve haysiyeti ile oynayan, insanların arasını açmakla, koğuculukla yüze çıkıp
yaşamak, eğlenmek isteyen saldırgan gururluların zararını beyandır ki, bunlar
daha önceki sûrede geçen mal çokluğu kendilerini aldatmış olanlardandır. Bundan
sonraki sûrede "Fil Ashabı"ndan bahsedilmesi de buna delalet eder.
Bunun inme
sebebi (sebeb-i nüzulü)ne gelince: İbnü Cerir'in Muhammed b. Sa'd yoluyla
İbnü Abbas'tan nakline göre: İnsanlarla alay ve hakaret eden, bir puta tapıcı
idi. Hasen, Verka, İbnü Ebi Nüceym'den de Cemil b. Amir Cüheni hakkında nazil
oldu denilmiş. Hasen Verka'dan naklen demiştir ki: Hümeze lümeze Cemil b.
Amir hakkında nazil oldu, fakat bir kimseye tahsis edilmiş değildir. Bazı
Arap dili ehli de bu, demiş, Araplar'ın, geneli zikrederek tek kişiyi kastetmesi
kabilindendir. Nitekim sözde birisi diğerine: "Ben seni asla ziyaret etmeyeceğim;
demesine karşı: "Her kim beni ziyaret etmezse, ben de onu ziyaret etmem."
denilir ki, maksat "ziyaret etmeyeceğim" diyene cevaptır. Fakat diğerlerinin
dediği gibi doğrusu maksat, hass (özel) irade değil, lafzın bu sıfatta olanların
hepsini kastetmektir.
Mücahid de
bir kimseye mahsus değildir, demiştir. "Keşşâf"ta da der ki: "Ahnes b. Şürayk
hakkında indi, âdeti arkadan konuşma ve koğuculuk idi." denilmiş. Ümeyye b.
Halef hakkında denilmiş, Velid b. Muğire ve Resulullah'ın arkasından konuşması
hakkında da denilmiştir. Sebebin özel ve tehdidin genel olarak o çirkinliğe
girişenlerin hepsini içermesi de caizdir." Bunun zahirî yönden herkesi kastetmiş
olduğuna aşağıdaki "o ateşin kapıları onların üzerine kapatılacaktır" diye
bunlara çoğul zamiri gönderilmesi karine (ipucu)dir. Ancak bu 'nin, her şeyden
önce, şöyle müfred (tekil) olarak bir bedel ile tarif ve tasvif olunması bu
genellik içinde bir özellik kastedilmiş olduğunu da anlatır, zira müfred (tekil)dir.
Fakat marife (belirli) olduğundan nekire (belirsiz) olan 'nin sıfatı olamaz.
'den bedel yahut zem üzere mansub (üstünlü)dur. Demek ki (veyl) ile hükmün
asıl hedefi ve kelâmın sevkinden asıl maksad budur. Arabozuculuğa ve ayıplayıcılığa
sevk eden sebep ve illet de bu demektir ki, bir mal toplamıştır. İbnü Amir,
Hamze, Kisâi, Ebu Cafer, Ravh, Halef ve Ameş "mim"in şeddesiyle tef'il ölçüsünde
şeklinde okumuşlardır ki, bunda teksir (çoğaltma) mânâsı olduğundan şöyle
demek olur: "Şuradan buradan bir mal biriktirmiştir". Ve hep onu saymaktadır.
Yani o malın hukukunu: Nereden gelip, nereye gitmesi gerekeceğini, onunla
ne gibi hayırlar yapabileceğini düşünmeyerek, işi gücü sadece onun sayısını
zaptedip çoğaltmak ve ona güvenmektir. Yahut etrafındakilere sadece onu saydırıp,
onunla iftihar etmek, o suretle gözleri malda, işleri güçleri insanları birbirine
tutuşturmak olan hümeze lümeze güruhunu başına toplayarak kendini onlara tanıtmak,
başlarına geçmektir. Çünkü o hümeze lümeze güruhunun çoğunun malı olmamakla
beraber emeli koğuculukla mal toplamak olduğundan, öylelerinin başına toplanır
ve onu sayarlar. Bu mânâya işaret için olmalıdır ki tekil olarak den yazılmış
"onlar, bir mal topladılar ve onu saydılar" denilmemiştir. Sonra da bunların
çoğulluğuna tenbih için diye çoğul zamiri gönderilmiştir. Bununla beraber
her biri itibarıyla da tekil getirilmiş olmak düşünülebilir. Zira nekreye
muzaf olan kül, küll-i ifrâdîdir.
3. Bunlar
niçin böyle yapar? Zira sanır ki malı kendisini ebedî kılmıştır. Kılacak değil
de, kılmıştır zanneder. Öyle hayıra yaramayan, sayılmak için biriktirilmiş
malın, kendini kurtarmak şöyle dursun, başına bela, felaketlerine sebep olacağını
düşünmez de o onu her tehlikeden kurtaracak, dünyaya kazık kaktıracak, ondan
öyle söz almış, artık ebedilik muhakkak imiş gibi zanneder. Bütün emellerini
onun üzerine kurar.
4. Hayır,
hayır. İş öyle sandığı gibi değildir. İnsanı kurtaracak, ebediyete götürecek
şey mal değil, önceki sûrede açıklandığı üzere Hakk'a iman, ilim ile salih
ameldir. Andolsun ki atılacaktır. Baştaki lâm yemin için dir. "Nebz", bir
şeyi küçümsemek suretiyle fırlatıp atıvermek, kelimenin sonundaki "nun" da
te'kit nunu'dur. Yani Allahü Zülcelâl'e yemin olsun ki, o mala güvenip, hep
onu sayıp da halkı eğlenircesine kırıp inciten, herkesin hukuk ve haysiyetiyle
oynayan o gururlu hümeze ve lümeze, o atak, koğucu her halde tam hakaret ve
sefaletle atılacaktır. Hutamey (cehennemin için)e. Önüne geleni kırıp geçirmek,
yalayıp yutmak âdeti olduğundan dolayı bir adına da Hutame denilmiş olan cehennemin
içine, Hümeze lümeze vezninde Hutame, Kâria Sûresi'nde "haviye", "narun hamiye",
Tekâsür Sûresi'nde "cahim" diye ismi geçen cehennemin isimlerindendir. Bazıları
dördüncü, bazıları altıncı, bazıları da ikinci tabakası demişlerdir. "Mevlid"de:
"Korkarım ki yerleri ola Tamu." denildiği gibi, eski Türkçe'de cehenneme Tamu
denildiği için burada hutame'yi tamu diye terceme etmek de yakışabileceğinden
dolayı meâlde ona da işaret ettik.
Bununla beraber
Tamu, hapishane, zindan mânâsına olan dam (ceza evi)dan gibi görünür. Bu da
"Cehennemi, kâfirler için kuşatıcı (bir zindan) yapmışızdır." (İsrâ, 17/8)
mânâsına uygundur. "Hutame" kelimesinin aslı ise kırıp geçirmek demek olan
"hatm"den türemiştir. Bu "fuale" vezni de sayılar ifade ettiği için hutame,
son derece kırmak âdeti ve tabiatı olan, yani kıran geçiren demek olur. Türkçe'de:
"Filan yere kıran girdi." demek de, orası kırıldı, tükendi, mahvoldu mânâsını
ifade eder. Kızgın ateşin de tabiatı, böyle önüne geleni kırıp geçirmek, mahvetmek,
diğer deyimle yalayıp yutmak olduğundan, böyle kırıp geçirici, yahut yalayıp
yutucu ateş anlamıyla cehenneme de hutame denilmiş demektir. Nitekim ekûl,
yani çok yiyici, obur kimseye de, ateşe benzetilerek, hutame denir ki, "sanki
içinde fırın var gibi" her verileni yalayıp yutuyor demektir. Bir de deyimi
vardır ki "Çobanların en kötüsü hutame olandır". Yani güttüğü sürüyü kırıp
geçirendir, demek olur. Burada cehennemin "hutame" ismiyle söylenmesi, görünüşte
(sureten) mânâ bakımından hümezeye uygunluk içindir. Çünkü ikisi de bir vezindedir.
İkinci olarak "hümeze"de başkalarının kıymet ve haysiyetini, gönlünü kırmak
mânâsı bulunduğu gibi, "hutame"de de kırıp geçirmek mânâsı vardır. Üçüncü
olarak hümeze lümezede insanları arkadan çekiştirerek "Sizden biriniz, ölmüş
kardeşinin etini yemeyi sever mi?" (Hucurat, 49/12) mânâsı üzere etlerini
yemek mânâsı bulunduğu gibi, ateşte de deriyi, eti yemek mânâsı vardır. Bundan
dolayı hümeze lümezeye bir hutame ile ilâhî adalet icra edilecek demektir.
5. Lakin bu
ateşin diğer ateşlere benzemeyen bambaşka bir ateş olduğu anlatılmak üzere
korkutmak için buyuruluyor ki: Ve bildin mi hutame nedir? Yahut: "Ne dehşetli
hutam!"
6-7. O, Allah'ın
ateşi, Allah ateşidir. "Nâr" (ateş)ın Allah'a izafeti, dilimizde de : "Allah'ın
belası" dediğimiz gibi büyütme ve korkutma içindir ki, Allah Teâlâ'nın öfke
ve heybetini özellikle göstermesi bakımından korku ve şiddetinin büyüklüğünü
ifade eder. Yani malum olan ateşlerle mukayese edilemeyecek derecede öyle
heybetli ve fevkalade büyük bir ateş ki (Allah'ın emriyle) yakılmış, tutuşturulmuştur.
Ebediyyen sönmek bilmez. Hz. Ali (k.v.) şöyle demiştir: "Ne acaiptir o insanlar
ki, altından ateş kaynayıp dururken yeryüzünde Allah'a isyan ederler". Bugünkü
jeologların teorilerine göre de yerin içindeki ateşe göre üzerinde bulunduğumuz
kabuğu, yumurtanın içine nisbetle üzerindeki iç zarı kadar ince sayılmaktadır.
Fakat bu ateşin onlara benzemediği ve sadece cisimleri yakan bir ateş değil,
maddî şeyleri geçip de maneviyatı saran, cesetlerden başka canlara, gönüllere
kadar çıkan bir ateş olduğu anlatılmak üzere şöyle vasıflandırılıyor: Öyle
tutuşturulmuş bir ateş ki, yüreklerin, kalplerin içi, merkezi demek olan füadlerin,
yani anlama yeri olan gönüllerin üstüne çıkar. Tenden geçer ruhlara, maneviyat
üzerine çıkar, çatar, savar, canlar yakar, gerçi onları öldürmez "Onun içinde
ne ölür, ne yaşar." (A'lâ, 87/13) Fakat uzanır, sarar, azab eder. Çünkü küfrün,
çirkin inançların, kötü niyetlerin kaynağı onlardır. Razî'nin anlattığı üzere
Hz. Peygamber'den rivayet edilmiştir ki: Nar (ateş), ehlini yer, nihayet gönüllere
gelince son bulur, sonra Allah Teâlâ etlerini, kemiklerini diğer bir oluşla
iade eder. "Derileri piştikçe azabı tatsınlar diye onlara başka deriler vereceğiz."
(Nisa, 4/56) âyeti de buna delalet eder.
ITTILA', bir
şeyin üzerine çıkmaktır. İlmî olan ıttıla ve mütalea da bundan alınmıştır.
"Gönüllerin üzeri" tabiri belli ki beyini de içine alır. Ateşin böyle hayatın
merkezi olan kalplerin içini bütün üzerinden sarması, onlara muttali olması
asabının şiddetini ve kuşatmasını belağatlı bir beyandır. Alûsî demiştir ki:
"İşaret erbabı bunda ruhanî azabın şiddetine işaret olduğunu söylerler."
8-9. Muhakkak
o ateş onların (o hümeze lümeze güruhunun) üzerine kapatılacak, yani üzerlerine
bastırılıp kapıları kapanacaktır. Temdid olunmuş, (uzatılmış) direkler yahut
dayaklar, dikmeler içinde olarak. Bu, ya kelimesinin altında "nâr"a râcî zamirinden
haldir. O ateşin kapıları kapanırken tazyikle açılmamak için uzun uzun dikmeler,
dayaklarla dayanacak, o halde o şekilde kapatılacaktır, demek olur. Bunda
bir fırının içini iyice yakıp da tamamen kızdırmak için kapısını sağlam dayayarak
kapamak tarzında bir tasvir var demektir. Yahut zamirinden haldir. Bu şekilde
önceki mânâ olabileceği gibi, bir de uzun uzun sürüklenmesi kabil olmayan
direkler halinde, tomruklar içinde kımıldanamayacakları bir şekilde azap ve
işkencelerini tasvir ve beyan olur.
AMED : "Bahru'l-Muhit"in
beyanına göre çoğul ismi, diğerlerinin beyanına göre çoğuldur. Ragıb ve Ferrâ
"amud"un çoğulu demiş, Ebu Ubeyde "imad"ın çoğulu demiştir. İmad, dayak, dayanacak
şey olduğu cihetle mutlaka direk olması lazım değildir. "Amud"un da "ımâd"
olması lazım değildir. Aralarında bir cihetten genellik ve özellik ilişkisi
var demektir. Ebu Bekir, Hamze, Kisâî, Halef ayn'ın ve mim'in zammiyle (umud)
okumuşlardır ki, bunun sarih çoğul olduğunda şüphe yoktur. Amud, bilindiği
gibi direk, sütun demektir. Ve "kast" mânâsına "and"den alınmıştır. Bir kavmin
işlerini yürüten ulu'suna "kavmin amudu" denilir. Askerin komutanına "ordu
amudu" denilir. Kılıcın sırtında olan yola "amud-i seyf" (kılıcın amudu) denilir.
İnsanın göğsünde sehabe (korkuluk kemiği) dedikleri dil gibi kemikten göbeğin
aşağısına doğru uzanan damara, ayn şekilde insanın sırtına "karın amudu denilir.
Bir de amud, hüzün ve kederin şiddetinden direk gibi donup kalan, çok hüzünlü
ve meraklı kimseye denir. Bunlar mülahaza edilince , o ateş gönüllerini saranların
bedenlerine veya onları sarmış olan zebanilerin iriliklerine işaret de olabilir.
İbnü Abbas'dan bunların, onları saran ateş sütunları demek olduğu da rivayet
edilmiştir. Hakim-i Tirmizî'nin "Nevadiru'l-usul"de Ebu Hüreyre'den merfu
olarak rivayet ettiği bir hadiste de böyle varid olmuştur. Allah Teâlâ isyankâr
müminleri ateşten çıkardıktan sonra, ki en uzun duran yedi bin sene duracaktır.
Allah Teâlâ cehenneme ateşten kapaklar, ateşten egserler, ateşten amudlarla
bir kısım melekler gönderecek, o kapakları onların üzerine kapayacaklar, o
çivilerle sıkıştıracaklar, o amudları uzatıp bastıracaklar, ne bir ruh girecek,
ne bir gam çıkacak bir boşluk kalmayacak. Aziz, Celil, Cebbar olan Allah Arş'ı
üzerinde, onları unutmuş gibi bırakacak, Cennet ehli nimetleriyle meşgul olacaklar,
artık ondan sonra o cehennem ehli hiçbir yardım dileyemeyecekler, söz kesilecek,
artık onların sözleri bir nefes alıp vermekten ibaret kalacak. Ve işte "Cehennemlikler
dikilmiş direklere bağlı bulundukları halde, o ateşin kapıları üzerlerine
kapatılacaktır." "Allah'ım bizi cehennem ateşinden koru, iyiler ile beraber
cennete dahil eyle!"