89-FECR:
1."Andolsun
fecre". Bu sûrenin başında yemin edilerek bazı şeylere dikkat çekilmiştir.
Bunlar âlemdeki değişimleri gösteren ve insanı karanlıktan aydınlığa, kederden
sevince götüren ve böylece kendilerinden önce onları var eden yüce yaratıcının
Rabliğini duyurup hissettiren zaman olaylarıdır. Bunların belirli ve belirsiz
olmalarına, başlarında bulunan "lâm" lardaki ahid veya cins veya istiğrak
ihtimalleri itibarıyla kapsam derecelerine ve bunların ne olduğunu belirleme
ve yorumlarına dair tefsircilerin birçok söz ve rivayeti vardır.
Fecr,
bilindiği gibi gece karanlığının çatladığı sabahın ilk beyazıdır ki, dilimizde
"şafak atması, tan sökmesi" şeklinde ifade edilir. Bunun dikey olarak önceden
görünen şekline "yalancı fecir", yatay olarak görünene de "gerçek fecir" denir.
Yalancı fecirle dinen namaz ve oruç hükümlerinin bir ilgisi yoktur. Bu hususlarda
gerçek fecre itibar edilir. Buna göre fecir, cihanın karanlıktan aydınlığa
geçmek üzere gülümsediği en neşeli, mutlu bir anıdır. Bu itibarla başındaki
"lâm"ı cins olarak alıp "Aydınlanmaya başladığı zaman sabaha andolsun." (Tekvir,
81/17) âyetinde olduğu gibi fecir cinsine yemin, kuşkusuz ki mânâlıdır. Birçoklarının
görüşü de budur. Bununla beraber bazı sabahların daha çok özellikleri bulunduğunda
da kuşku yoktur. Bu itibar ile de başındaki lâmı ahd mânâsına alarak cuma
ve bayram gibi mübarek günlerden birinin fecri olarak düşünülebilir. Bu durumda
ilk akla gelen Mücahid'den rivayet edildiği üzere, kurban bayramı gününün
fecri olmasıdır ki, bu da Zilhicce'nin onuncu günüdür. Birincisi bunu dahi
kapsasa da bunda daha çok bir özellik ve kapsamlık ile neşe ve sevince işaret
vardır. Şu da buna bir karine (ipucu) gibidir:
2. Ve
on geceye yemin olsun. Çünkü her hangi bir kayıt koymadan "on" denilince Zilhicce'nin
on günü, yani birinden bayram günü olan onuncu gününe kadar on gün akla geldiğinden
"on gece" bu on gece demek olur. Bununla beraber Ramazan'ın son on günü ve
Muharrem'in Aşure (onuncu) gününe kadar on'u da sayılı on'lardandır. Bunlar
hakkında da rivayet vardır. Gerçi burada ahdi gösteren "lâm" getirilmeyip
belirsiz olarak denilmesi, belirli bir "on" kastedilmeyip bunların herbirine
ve belki de her ayın koyu mehtabından önce gelen ilk on gecesine ihtimalini
hissettirebilirse de "Mutlak bir söz şüpheye düşürücü bir mânâ ifade ettiği
zaman, ifade ettiği mânâlardan en mükemmeli ne ise ona yorumlanır." kuralına
göre, bunun "lâm"sız kullanılarak ençok bilinen "Zilhicce'nin on günü" şeklinde
yorumlanması ilk akla gelen mânâ olduğu gibi, sonundaki tenvinin de sadece
belirsizlik için değil bir ululama mânâsı ifade ederek bu gecelerin özel şerefine
daha ziyade dikkat çekme mânâsı taşıdığı da açıklanmıştır. Bir de denilebilir
ki bu kelimenin belirsiz olarak kullanılması, belli bir senenin Zilhicce'sinin
on günü kastedilmeyerek belli olmayan bir on'a işaret olmak içindir. Başka
bir "on" olma ihtimali akla gelse dahi her halde maksat, sonunda fecir gibi
neşe ve sevinç bulunan bir on gece olmalıdır. Onuncu sabahı Kurban bayramı
olan Zilhicce'nin on gecesi olması da buna daha uygun, ayrıca Kadir gecesini
kapsamış olması ihtimali ve sonunda Ramazan bayramı gelmesi itibarıyla Ramazan'ın
son on gecesi olması da uygundur. Bu
şekilde "on gece" dünya ömrü derecesinde olarak sûrenin sonuna bir "beraat-i
istihlâl" mânâsında da olmuş olur.
Bu
"on gece"nin Kurban bayramından önceki on gece olduğuna Hakim "sahih" diyerek
ve daha başka bir topluluk İbnü Abbas'tan rivayet etmişlerdir. İbnü Zübeyr,
Mesruk, Mücahid, ikrime ve daha başkalarından da rivayet olunmuştur. İmam
Ahmed, Nesai ve Hakim sahih diyerek ve Bezzar, İbnü Cerir, İbnü Merduye ve
"Şuab"ta Beyhakî Hz. Cabir'den de Resulullah (s.a.v.)
"On
gece, Kurban bayramının on gecesidir." buyurdu, diye merfu olarak rivayet
etmişlerdir. Bundan dolayı İbnü Cerir şöyle demiştir: "Doğru olan görüş, bunların
Kurban bayramından önceki on gece olmasıdır. Zira yorumculardan gelen delil
bunun üzerine icma etmiştir. Denilmiştir ki, Hz. Musa'nın mikatında "Ve ona
on gece daha ilave ettik. Böylece Rabb'inin tayin ettiği vakit kırk geceye
tamamlandı."(A'râf, 7/142) buyurulan on da Zilhicce'nin on gecesidir."
Bu
on gecenin fazileti hakkında hadisler de vardır. Bunlar arasında Ahmed ve
Buhârî'nin İbnü Abbas'tan merfu olarak rivayet ettikleri şu hadisi sayabiliriz:
Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Günlerden hiçbiri yoktur ki onlarda yapılan
bir iş "on gün"de yapılan işten daha faziletli ve yüce Allah'a daha sevgili
olsun. Ashab: 'Ey Allah'ın Resulü! Allah yolunda cihad da mı değil?' dediler.
'Allah yolunda cihad da değil, buyurdu. Ancak malıyla ve canıyla Allah yolunda
cihad edip de onlardan bir şey ile dönmeyen hariç." Bununla beraber İbnü Münzir
ile İbnü Ebi Hatim İbnü Abbas'tan Ramazan'ın son on gecesi olduğunu da rivayet
etmişlerdir. Dahhak'tan da böyle rivayet olunmuştur. Hatta bazıları bunun
müttefikun aleyh olduğu görüşünü benimsemiş ve Hz. Aişe'den gelen ve sıhhati
üzerinde ittifak edilen bir hadisi delil göstererek bu sonuca varmışlardır.
Hz. Aişe demiştir ki: On, yani Ramazan'ın son on'u gelince Resulullah kuşağını
sıkar, gecesini ihya eder, ailesini de uyarırdı." Fakat bu hadis burada rivayet
edilen "on"u açıklamak için değil, özellikle kadir gecesinin faziletini araştırmadan
söz edilirken söylenmiş olması, ayrıca peygamberin sözünü değil de fiilini
hikaye etmiş olması nedeniyle tefsir açısından Cabir hadisinin tercihi gerekir.
Bununla beraber görülüyor ki âyette de rivayetlerde de ihtimal eksik değildir.
"On gece"nin Kurban bayramından önceki on gece olması daha kuvvetli olmakla
beraber, ikisini de, hatta Muharrem'in on gecesini de ifade etmesi mümkün
ve doğru olabilir. Hangisi olursa olsun, yeminden anlaşılan asıl mânâ, dünya
değişimlerinin hükmünü anlatmak üzere, neticesinde bir başarı ve neşe ile
rahatlama ve dolayısıyla bir bayrama erme durumu ortaya çıkan geçici, sıkıntılı
ibadet ve gayret saatlerinin kıymetine ve bunları gaflet ve isyan ile geçirenlerin
sonsuz olarak uğrayacakları zarara dikkatleri çekmektir. Nitekim sûrenin içinde
anlatılan konular da bu mânâyı açıklayacaktır.
3. Çifte
ve teke yemin olsun. Râzi der ki: "Şef ve vetr, Araplar'ın "tek ve çift" ve
genel olarak herkesin "çift ve tek" dediğidir. Yunus şöyle der: Aliye halkı,
sayı ifade ederken vetr; öç ve intikam alma mânâsında ise vitr derler. Temim
ise her iki mânâda da vitr der." Bunun izahı şudur: Şef' ve vetr kelimeleri
mastar ve isim olarak kullanılır. Mastar olduğu zaman eşşef, bir şeyi diğerine
katmak demek olup çiftlemek ve şefaat etmek mânâlarına gelir. Vetr de, iyfar
gibi teklemek ve öç almak mânâlarına gelir. Öce ve kine "tire" denilir. İsim
olduğu zaman da şef', çift; vitir, tek demek olur. Nitekim iki rekat namaza
şef' denildiği gibi, tek namaza da vitir denilir. Demek ki şef ve vetir; şefaat
ve intikam, çiftleme ve tekleme, çift ve tek mânâlarına gelebilen bir cem
ve fark ifade eder.
Burada
da el-vetr; Hamze, Kisâi, Halefi aşir kırâetlerinde "vav"ın kesresiyle, Aşere'nin
geri kalanlarında feth ile okunmuştur. Yunus'un yukarıda geçen görüşüne göre
vitir, iki mânâya da gelebilirse de vetr ancak sayıda kullanılır, yani tek
veya tekleme mânâsınadır. Buna Kureyş lügati demişlerdir. Alûsî, der ki: Kesre
ile "vitr" de okunmuştur. Bu, Temim lügatidir. Çoğunluğun kırâeti feth üzeredir
ve bu Kureyş lügatidir. Sahib-i matla'ın açıklamasına göre ise, şef kelimesinin
karşılığı olan vetr de, habr ve hibr gibi fetha ve kesre ile okunur. Ama tire,
yani kin ve öfke mânâsına gelen "vitr"de nakledilen yalnız kesredir. Bununla
beraber Asmaî, bunda da iki lügat nakletmiştir.
İşte
çoğunluğun kırâetinin feth ile olduğu, bunun da ancak sayı mânâsına Kureyş
lügati bulunduğu için tefsirciler burada kesir kırâetlerini de bu mânâya yorumlayarak
intikam mânâsını hiç itibara almamışlar; sayı ile ilgili olan çift-tek mânâları
üzerinde yürümüşlerdir ki, şef ve vetr kelimelerinin karşılıklı olarak kullanılmasından
açık olan mânâ da budur. Gerçi kesir kırâetinin iki mânâya da ihtimali olması
ve "Rabbinin nasıl yaptığını görmedin mi?" ile anlatılan azgın fesatçılar
üzerine, "Bu nedenle Rabbin onların üzerine azab kamçısı yağdırdı." âyeti,
ilâhî öfke ve intikamı açıklayıcı olması nedeniyle vetrin bu mânâya yorumlanmasına
bir karine (ipucu) olabilirse de fetih kırâeti buna uygun görülmediği gibi,
şef ve vetr kelimelerinin karşılıklı kullanılması da şefaat ve intikam mânâsında
meşhur olmadığından bu mânâ gizli bir imadan ibaret kalmış olur.
O halde
çift ve tek tabirinden ne anlamak gerekir?
Başlarındaki
"lâm"lar, cins ifade eden lâm mânâsına alınması halinde, kuşkusuz bu tabir
bütün eşyayı kapsar. Çünkü eşya kesinlikle ya çift, ya da tektir. Bu durumda
eşyanın hepsine, her şeye yemin edilmiş olur. Bundaki fayda ise, zaman değişimlerinin
her şeye yayıldığına dikkatlerini çekerek her şeyin sona ereceğini bir hatırlatmadan
ibaret olur. Bu takdirde, "Onun zatından başka her şey yok olacaktır."(Kasas,
28/88) hükmünce, şef ve vetrden maksadın, Allah'ın zatı dışındaki şeyler olması
gerekir.
Bu
iki kelimenin başındaki "lâm" ların "ahid" mânâsına alınması halinde ise,
çift veya tek olmakla bilinen birçok şeye ihtimali olur. Bundan dolayı tefsirciler
burada otuzdan fazla yorum tarzı zikretmişlerdir.
Bunlardan
rivayet bakımından en kuvvetli olanlardan birkaçını aşağıya alıyoruz:
1_ Buhârî'de
de Mücahid'den rivayet olduğu üzere şef yaratılan herşey; vetr, yüce Allah'tır.
Bu surette "Hem her şeyden iki çift yarattık ki öğüt alasınız. O halde hemen
Allah'a sığının. Kuşkusuz ben onun tarafından size apaçık bir uyarıcıyım."(Zâriyât,
51/49-50) âyetlerinin mânâsı olur. "Bütün çiftleri yaratan Allah bütün noksanlıklardan
uzaktır."(Yâsîn, 36/36) Esma-i Hüsna hadisinde de "Allah tektir; teki sever."
veya zıddı vardır ki bunlar bir şef teşkil ederler: Küfür-iman, saadet-bedbahtlık,
hidayet-sapıklık, gecegündüz, Gök-yer, deniz-kara, cin-insan, ruh-cisim hep
çifttir. Yüce Allah ise ortaksızdır, "Hiçbir benzeri yoktur."(Şûrâ, 41/11),
tektir, birdir, o hiçbir şeye muhtaç değil, herşey ona muhtaçtır.
2_
İmam Ahmed ve Tirmizî İmran b. Husayn (r.a.)'dan şöyle rivayet etmişlerdir:
Resulullah (s.a.v.)'a âyetinin mânâsı sorulunca: "Namazdır, çünkü onun bir
kısmı çift, bir kısmı tektir." buyurdu. Tirmizî bunun Katade'den garib hadis
olduğunu söylemiştir. Bunu İmran'dan Abd b. Humeyd, İbnü Cerir, İbnü Münzir,
İbnü Merduye ve İbnü Ebi Hatim de rivayet etmişlerdir. İbnü Ebi Hatim "Sahih"
demiştir.
3_ İbnü
Abbas'tan: Zürare b. Ebi Evfa ve İkrime ve ondan Katade ve Dahhak demişlerdir
ki: Şef, Kurban bayramının ilk günü; vetr, arefe günüdür. "Leyal-i aşr" (on
gece) hakkında varit olan Cabir hadisine en uygun olan da budur. Yüce Allah
ilâhî ilminde bu on gecenin diğer günlere üstünlüğünü ve bu iki günün de bu
on geceden geri kalanlarına üstünlüğünü ve daha hayırlı olduğunu bildirmek
üzere bu on geceye ve iki güne yemin etmiştir. Kurban bayramının ilk günü
Zilhicce'nin onuncu günü olmakla çift, dokuzuncu arefe günü tektir. Bunlar
asıl haccın rükünlerinin eda olunabildiği birinci ve ikinci günlerdir. Arafat'a
yetişen hacca yetişmiş olur. Kurban bayramının birinci gününde de tamamlıyabilir.
Bir de Kurban bayramı günü tek kalmayarak benzerleri de ona katılır. Sonra
iki gün hem Kurban, hem teşrik, dördüncü bir de yalnız teşrik olur. Bu nedenlerle
arefeye vitr; Kurban bayramı gününe şef adı verilmiştir. Bu durumda bu âyetler,
tek bir düzen içinde hep Kurban bayramı ile ilgili olmuş olacağından hem açıkça
bir uygunluk vardır, hem de çok mânâlıdır.
"Keşşâf
Haşiyesi"nde Taybî şöyle der: İmran b. Husayn hadisiyle rivayet olunan, "şef
ve vetr"den maksadın "namaz" olduğuna dair tefsir Resulullah (s.a.v.)'a kadar
vardığı için olan, yani "tercih edilmesi gereken" tefsirdir. Lakin "Bahr"de
Ebu Hayyân da der ki: Cabir hadisi isnat bakımından İmran b. Husayn hadisinden
daha sahihtir. Bilinen çift ve teklerin birçok olması nedeniyle bu kelimelerin
başındaki "lâm"ı cins mânâsına alan diğer bir takım tefsirciler de bu yorumları,
"sadece bunlardır" şeklinde yapılmış bir tefsir olarak değil, birkaç yönde
yapılmış tefsir kabilinden sayarak Allah'ın birliğini gösterme veya dince
fayda, yahut öncesi ve sonrasıyla münasebet açısından açık gördükleri daha
birçok şey saymışlar ise de hepsinin esası zikrettiğimiz dört yorumda toplanmaktadır.
İbnü Cerir demiştir ki: En doğrusu yüce Allah çifte ve teke yemin etmiş; ne
çiftten ne de tekten bir nev'i, ne haber ne de akıl ile tahsis etmemiştir.
Her çift ve her tek bu yeminde dahildir. Hasan-ı Basri Hazretleri de çift
ve tek her sayıya yemin olduğunu söylemiştir. Bununla beraber Cabir ve İbnü
Abbas rivayetleri üzere, "Aşr"i Zilhicce geceleri ve Arefe ve Kurban bayramı
günleriyle tefsir, hem âyetlerin tertip ve düzenine, hem sûrenin mânâsına
göre daha uygun ve ibretlidir. Bunda çift ve tek'in taşıyabileceği mânâların
hepsine ima ve işaret bulunmakla beraber âlemde hayattan uhrevi bir bayram
ve sevince ermek için "on gece" gibi sınırlı olan beş on günlük ömürde cemaat
ve fert olarak ibadet ve nefis mücadelesi gereğine en açık bir misal ile dikkat
çekilmiş de oluyor. "Geceler" denilmekle buna işaret olunduğu gibi özellikle
şununla da bu mânâ anlatılmış demektir:
4. Ve
giderken, (yani geçtiği sırada) geceye yemin olsun. Nitekim Müddessir Sûresi'nde
"Döndüğü an o geceye yemin olsun." (Müddessir, 74/33) buyrulmuştu.
YESR:
aslı "yesrî" dir. Fâsıla için "yâ" düşürülerek "râ"nın kesresiyle yetinilmiştir,
cezmedilmiş değildir. Onun için Nâfi, Ebu Amr ve Ebu Cafer kırâetlerinde vasledilir
(geçilir)ken, İbnü Kesir ve Yakub kırâetlerinde vakf halinde (durulduğunda)
ve geçilirken "yâ" ile okunur. İsra gibi gece gitmek mânâsına süra ve sirayet
kökünden geniş zamandır. Gecenin gece gitmesi, gece içinde geceyi düşündürür
gibi katmerli bir ifadedir. Bu gibi makamda tecrid (soyutlama) âdet olduğundan
mücerred (soyut) yürümek mânâsına alınması uygun ise de bunda diğer iki nükte
vardır. Birisi, geceden maksat karanlık olduğuna ve karanlığın yok olmaya
yüz tuttuğu ana işaret olması, birisi de gecenin bir de gam ve elemle ilgili
olduğuna ve o gam ve elemin geçmek üzere bulunduğu ana işaret olmasıdır. Ki
bu anlar, sabaha yakın olan mübarek seher vakitleridir. Bu itibarla fecr ve
gecenin cins için olması daha kapsamlı olur ise de Bayram sabahı ve sabahı
bayram olan gecenin seheri olması daha toplayıcı ve daha güzeldir. Bir takım
tefsirciler de bunun Leyle-i cemi' (akşam ve yatsı namazlarının birleştirilerek
yatsı vaktinde kılındığı gece) denilen Müzdelife gecesi olduğunu söylemişlerdir.
5. Bunda,
bu yeminlerde (veya bu zikredilen şeylerde) aklı kendisini kötülükten alıkoyacak
bir akıl sahibi için büyük bir yemin (veya yemin edilir, and verilir bir şey)
var değil mi? Elbette var, çünkü bunlar öyle olaylar, öyle şeylerdir ki bir
akıl sahibinin bunlara önem vermemesi, bunların feyiz ve bereketlerinden,
irşat edici özelliklerinden yararlanmaması, kuvvet almak istememesi ihtimali
yoktur. Ancak tam bir akıl sahibi bizzat bu olayların kendilerinde değil,
bu olaylardan onların yaratıcısı olan ve bu değişiklikleri yapıp idare eden
bir Rabb'in var olduğu neticesini çıkararak en büyük yemini bunların Rabb'ine
yeminde bulur. Zira "Bilinmelidir ki, kalpler ancak Allah'ı zikirle huzur
bulur."(Ra'd, 13/28). Bütün bu olaylar ve değişiklikler içinde değişen kalpler
Allah'ı anmadan huzur bulamaz.
Bu yeminlerden
bunu anlamak için de iki delalet yönü vardır. Birisi, Mücahid'den rivayet
olunduğu üzere "el-Vitr"den doğrudan doğruya Allah'ı anlamaktır. Bu takdirde
bunlar içinde en büyük yemin bir bunda bulunmuş olup, soru doğrudan doğruya
takrirî olur. İkincisi de, bunların her birini ilâhî âyetlerden biri gibi
anlayarak onlara yeminden asıl maksat, delalet etmiş oldukları bir ve tek
Rabb'e yemin olduğunu, yani mânânın özeti, "Fecrin Rabb'ine... yemin olsun"
mânâsına döndüğünü anlamaktır. Bu takdirde soru, bizzat bunların kendilerinde
değil, varlığına delil oldukları bir Rabb'e yeminde akıllı kimse için bir
yemin vardır, cevabını telkin etmek üzere, bir yönden inkâri, bir yönden de
takrirî olmuş olur. Fahreddin er-Razî bu yönü şöyle ifade etmiştir: "bunda
bir yemin var mı?" bir sorudur. Bundan maksat da te'kid (vurgu)dir. Bu, bir
kimsenin çok kuvvetli bir delil zikredip de, "nasıl, bu zikrettiğimde bir
delil var mı?" demesi gibidir. Mânâ, akıl sahibi olan bir kimse bilir ki yüce
Allah'ın yemin ettiği bu şeylerde Allah'ın birliğini ve Rabliğini gösteren
deliller ve enteresan durumlar vardır; bunlar yaratıcılarını göstermeleri
itibarıyla yemin olunmaya layıktırlar demek olur. Kâdî demiştir ki: Bu âyet,
söylediğimiz gibi, yeminin bu işlerin Rabb'ine yapıldığını gösterir. Zira
bu âyet göstermektedir ki, bunda mübalağalı bir yemin vardır. Bilindiği gibi
yeminde mübalağa ancak Allah'a yemin iledir. Çünkü akıllı bir kimsenin bu
işlere yemin etmekten nehyedildiği muhakkaktır. Yapılan bu açıklamalar, benzeri
yeminler hakkında da unutulmamalıdır.
HICR,
men etmek ve alıkoymak mânâsından alınarak akıl mânâsınadır. Zira, sahibini
kötülükten men etmesi itibariyle akla "nuha" denildiği gibi münasebetsizlikten
alıkoyması itibarıyla de "hıcr" ismi verilir. Dolayısıyla "zi hıcr", tam akıl
sahibi demek olur.
Bu yeminin
cevabına gelince, bunda da iki yorum vardır: Birisi, cevap, "Kuşkusuz Rabbin
her an gözetlemektedir." âyetidir. Aradaki âyetler ara cümlesidir. İkincisi,
Zemahşeri'nin dediği gibi asıl cevap zikredilmemiş olup cevabın ne olduğunu
gösteren ile başlayan ve ile biten âyetleri onun yerine geçirilmiştir. Dolayısıyla
asıl mânâ şu olur: Bunlara yemin olsun ki Rabbin kâfirlere azap edecektir.
Görmedin mi?
Bu görmekten
maksat kalp ile görmek, yani ilimdir. Eserlerden ve haberlerden görmüş gibi
bilmektir. Âd, Semûd ve Firavun haberleri dillerde destan olarak yalan üzerinde
ittifak etmeleri mümkün olmayacak sayıda kişi tarafından nakledilegelmiştir.
Âd ve Semûd helak ve yok olmuş bulunan en eski Araplar'dan olup Arabistan'da
yaşıyorlardı. Eserleri ve kalıntıları görülüyordu. Mısır ülkesi de Arabistan'a
yakın olmakla beraber Firavun kıssalarını Araplar ehl-i kitaptan da işitiyorlardı.
Aslına şahit olunup görülen tevatür dahi görülmüş gibi şüpheden uzak zorunlu
ilim ifade ettiğinden ve bu kıssalar Kur'ân'da da Allah tarafından defalarca
haber verildiğinden dolayı onlar hakkındaki bu bilgi, "görmedin mi?" diye
görme ile ifade edilmiştir. Hitap, görünüşte Peygamber (s.a.v)'e ise de bunu
duyup bilenlerin hepsine de aittir. Bunları anlatmanın faydası da kâfirleri
korkutma, müminleri irşat etme ve önceki sûrede zikredildiği üzere yerkürenin
hallerine bakmaktan edinilecek ibret misallerinden bazılarını ayrıntısıyla
göstermektir. Çünkü yeryüzünün nasıl olduğu incelenirken böyle yok olmuş kavimlerin
eser ve kalıntıları da görülerek âlemin uğradığı değişikliklerden başlangıç
ve son için ibret alınmış, faydalı amellerle boşuna yapılan amellerin farkına
varılmış olur.
6.
Yani görmez misin, Rabbin nasıl yaptı Ad'e? Nasıl azap ile yok etti.
İbnü
Haldun'un da anlattığı gibi, tarihçiler Araplar'ı,
Arab-ı baide, Arab-ı aribe,
Arab-ı müsta'ribe ve Arab-ı müsta'cime diye dört sınıfa ayrılmış olarak düşünmüşlerdir.
Arab-ı
baide, helak ve yok olmuş en eski Araplar'dır ki Âd, Semûd, Tasm ve Cedis
bunlardandır.
Arab-ı
aribe, saf Araplar demektir ki, Kahtaniler'dir. Arab-ı müsta'ribe, Araplaşmış
Araplar demektir. İsmail (a.s)'in soyundan olan ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
nesebini teşkil eden Adnaniler bundandır. Peygamberimiz (s.a.v.)'in atası
olan İbrahim (a.s.) Arap olmadığı için oğlu İsmail (a.s)'dan çocuklarına Arab-ı
müsta'ribe denilmiştir. Arap dili bunlarla yükselmiştir.
Arab-ı
müsta'cime, acemleşmiş Arap demektir ki, İslam fetihleriyle dünyaya yayılıp
çeşitli milletlerle karışarak dilleri, Kur'ân'ın indiği fasihliği kaybederek
yabancılık karışmıştır. Soykütüğü ile meşgul olan bilginler demişlerdir ki:
Âd, Nuh (a.s)'un oğullarından Sam'ın oğlu İrem'in oğlu Avs'ın oğlu Ad'ın çocuklarından
bir kavimdir ki Beni Haşim'e Haşim, Beni Temim'e Temim denildiği gibi Âd ismi
sonra bu kabiliye ad olmuş ve bunların ilk yaşıyan kısımlarına Âd-ı Ûla (ilk
Âd), sonra gelenlerine de Âd-ı Ûhra (veya ahire) denilmiştir.
Az önce
zikredilen nesep gerek sahih olsun gerek olmasın bu kavim Âd namıyla tanınmış
ve bu Âd ile Araplar arasında meşhur olmuştur. Bunlardan daha büyük dedeleri
olan İrem namıyla da lakap almışlardır. Ancak Âd-ı İrem, Âd-ı Ûla'nın ismi
midir? Âd-ı Ahire'nin ismi midir? bunda ihtilaf edilmiştir. Necm Sûresi'nde
"O, önceki Âd kavmini yok etti."(Necm, 53/50) buyrulduğuna göre de burada
da Âd-ı İrem'in Âd-ı Ûla olduğu görüşüne varan tefsirciler daha çok görünüyor.
Oğuzlular'a
Oğuz, Selçuklular'a Selçuk denilmesi kabilinden böyle bazı şahıs isimlerinin
sonradan mensup bulundukları kavim ve kabilelerine isim olarak da verilmesi
yaygın olduğuna göre eski kitaplarda pek uzun ömürlerle anılan bazı isimlerin
böyle olması hatıra gelir.
7.
Sütunlar sahibi İrem'e.
İrem,
marifelik ve müenneslik sebebiyle gayr-i munsarif olduğu için fetha ile mecrur
olmuştur. Bu İrem hakkında üç görüş söylenmiştir:
BİRİSİ,
kabile ismi olmasıdır ki bu durumda daha önce geçen "Âd"ı açıklamak için atf-ı
beyan olur. Mücahid ve Katade demişlerdir ki: Bizzat kendisi bir kabile ismidir.
Yine Mücahid'den rivayet olunduğuna göre, İrem, eski demektir. İbnü İshak
da; "İrem, Âd'ın hepsinin atasıdır." demiştir. Şu halde dedelerinin ismine
nisbetle ilk Âd, yahut ilki ve sonrasıyla bütün Âd demek olur. Zira İrem Âd'ın
dedesi olduğuna göre, İrem kabilesi Âd kabilesinden daha genel olmalıdır.
Bu duruma göre İrem'in sıfatı olan da "sütunlu", direkli demek olarak üç şekilde
tefsir edilmiştir:
1. İmad,
direk ve sütun mânâsına "amed" gibi tekil veya çoğul olarak, "refiu'l-imad"
yani direkleri yüksek tabirinde olduğu gibi "uzun boylu" veya "boyları uzun"
olmaktan kinayedir. Çünkü "Sizi Nuh kavminden sonra halifeler kıldığını ve
yaratılışta sizi onlardan üstün kıldığını hatırlayın."(A'râf, 7/69) buyrulduğu
üzere Ad kavmi uzun, iri cüsseli olduklarından boyları direğe benzetilmiş
demektir. Nitekim "racülün amedün" ve "umüddanün" denilir ki "uzun" demektir.
Bu İbnü Abbas'tan rivayet edilmiştir.
2. İkrime
ve Mukatil demişlerdir ki: Göçüp kondukları evlerinin direkleri demek olup
çadır halkı olduklarına işaret olur. Nitekim "Âd'ın kardeşini (Hud'u) hatırla.
Hani bir zamanlar Ahkaf'taki (Yemen'de denize doğru kumluk bir arazideki)
kavmini uyarmıştı."(Ahkaf, 46/21) buyrulduğu gibi Ahkaf taraflarında idiler.
3. İbnü
Zeyd'den rivayet olunduğuna göre, binalarının direkleri demektir. Çünkü "Siz
her tepeye bir alamet bina edip eğlenir misiniz?"(Şuara, 26/128) buyrulduğu
üzere yüksek yerde veya geçit başında bir alâmet bina ediyorlardı.
İKİNCİSİ,
Râzi'nin naklettiğine göre, Ebu Rukayş: "Ürüm, Ad'ın kabirleridir" demiş ve
"Orada deve sürüsünün önünde gelip ilk görünen develere benzer kabirler vardır."
mısrasını okumuştur. Gerçekte "Kâmus"ta da zikredildiği üzere İrem'in çoğulu
olan aram gibi ürüm de nişan ve alamet olarak dikilen mesafe gösterici işaretlere
ve yol feneri gibi şeylere denilir. Âd kavminin kabirlerine de denilir. denir
ki "içinde hiç alâmet ve nişan bulunmayan çöl" demektir. Bazılarının görüşüne
göre aram, özellikle Âd'a nisbet edilen eski alâmetlere denir ki tekili iremdir.
Bu itibarla "İreme zati'l-imad" direkli sütunlu irem, yani kabirler veya eserler
ve alâmetler demek olur ki önceki mânâda bu, "imad"ın bir mânâsı olarak düşünülmüştü.
Bunda ise İrem'in kendisi olmuş oluyor. Bu şekilde Ad'ı beyan etmek için İrem'in,
"ehl-i İrem" yani İrem halkı takdirinde olması lazım gelir.
ÜÇÜNCÜSÜ,
Ebu Hayyân'ın açıkça bildirdiğine göre çoğunluğun kanaatince burada irem,
Ad'a ait bir medine, yani büyük bir şehir ismidir ki vaktiyle Yemen'de olduğunu
ve Zatu'l-İmad denildiğini söylemişlerdir. Bunun, cennetin niteliklerini işitmiş
olan Şeddad b. Ad tarafından onun bir eşi olmak üzere yeryüzünde normalde
bulunması imkansız veya uzak bir surette yıllarca çalışılarak yaptırılmış
ve fakat içine girmesi nasip olmadan kendisinin ve halkının yok edilmiş olduğunu
hikaye etmişlerdir. Bu suretle İrem Cenneti, İrem Bağı adı dilden dile dolaşır
olmuştur. Bu hikâyenin ifade ettiği niteliklere göre İrem Cenneti, bu dünyada
gerçekleşme ihtimali olmayan hayal ürünü bir gaye olmak üzere anlatılmış ve
kuvvet ve şiddet misali olan Şeddad'ın, böyle bir gaye kurarak yıllarca onu
gerçekleştirmek için çalışmış olduğu halde içine girmeyi başaramadan yok olup
gitmiş olduğu anlatılmış demek olur. Müslümanlardan birisi ona girecek diye
bir haber bulunduğuna ve Abdullah b. Kılabe'nin, devesini ararken ona girdiğine
dair bir rivayet nakledilirse de sahih değildir. Hafız İbnü Hacer bunun uydurma
olduğunu söylemiştir. Şeddad'ın Cenneti olan İrem Bağı hayal ürünü bir efsanedir.
Ahireti inkâr edip de dünyada iken cennete girmek isteyenlerin, istediklerini
elde edemediklerini tasvir etmesi itibariyle dillerde destan olmuş bir temsildir.
Kısacası,
bu üçüncüsü görüşe göre İreme zati'l-İmad; Ad kavminin büyük direkleri, sutunlar
üzerinde bina etmiş oldukları Zatu'l-İmad ve İrem adlarıyla anılan büyük bir
şehrin ismidir. Muhammed b. Ka'b buna "İskenderiyye" demiş; İbnü Müseyyeb
ve Makbüri "Dimeşk" demişler ki, maksatları bunların yerleri olduğu açıktır.
Fakat bunları tenkit etmişler, Âd'ın oturduğu yerlerin Umman'dan Hadramevt'e
doğru Ahkaf tarafları olduğunu söylemişlerdir. Fakat anlaşılan o ki bunlar
Âd-ı İrem'in, ilk Âd değil, sonraki Âd olduğuna inanmışlar, belki bir vakitler
İskenderiyye ve Şam taraflarını da idareleri atına almış olan Amalika'nın
-ki "Dediler ki, ey Musa! Orada zorba bir kavim var."(Mâide, 5/22) âyetinde
geçtiği üzere "zorba" adıyla da anılmış Âd gibi iri cüsseli bir kavim idi-
sonraki Âd olduğunu söylemek istemişlerdir. İrem'in şehir olduğunu söyleyenler
de sonraki Âd'ı kastetmiş olmalıdırlar. Nitekim Necm Sûresi'nde "O önceki
ad kavmini yok etti." (Necm, 53/50) âyetinin tefsirinde Zemahşerî; "İlk Âd,
Hud kavmi; sonraki Âd, İrem'dir." diye yazmıştır. Çokları İrem şehrinin Yemen'de
olduğu görüşündedirler ki, bunun Me'rib olması da pek muhtemeldir. Şeddad'ın
Aden taraflarında köşkleri altın ve gümüşten; sütunları zeberced ve yakuttan,
akılları hayrete düşüren türlü ağaç ve nehirlerden yüzlerce sene yapmak için
çalışıp da tam içine gireceği zaman kendisinin ve halkının gökten gelen şiddetli
bir sesle yok oldukları söylenen İrem cenneti hikayesi ise, ölmeden dünyada
cennete girmek isteyenlerin bu arzularına kavuşamama durumlarını anlatan hayali
bir tasvir olduğu açıktır. İrem'in büyük bir şehir olduğunu söyleyen bu üçüncü
görüşte de İrem, Âd'dan atf-ı beyan olmak için "ehl-i İrem" takdirinde olmak
veya bedel-i iştimal yapılmak gerekir. Zati'l-İmad da İrem'in sıfatı veya
ondan bedel olur. Birinci yoruma göre çadırda yaşıyan ilk Âd'ın vasfı, üçüncü
yorumda ise ikisine de ihtimalli olmak üzere üç yorum ile ilk ve son bütün
Ad'ın vasfı anlatılmış demek olur.
8. Öyle
Zati'l-İmad veya "Öyle İmad", yahut "Öyle İrem ki ülkeler içinde benzeri yaratılmamıştı.
Bu niteleme, İrem'in benzersiz ve eşsiz bir belde olduğunu açıkça gösterir.
O kavmin kuvvet ve boyda eşi yaratılmamıştı mânâsında olma ihtimali varsa
da, ilk akla gelen şehir olmasıdır. Benzeri yaratılmamış olması da o zamana
kadar demek olmalıdır.
9.
Ve Semud'a nasıl yaptı? Onlar ki vadide kayayı kesip biçiyorlardı. Bu şekilde
kendilerine evler yapıyorlardı ki bu, Allah'ın onlara vermiş olduğu bir kuvvet
ve sanat idi.
CEVB,
bir şeyi yaka biçer gibi kesip biçmektir. Mesafe kat'etmeğe de cevb denir.
Nitekim denilir ki "O memleketlerde dolaştım, hepsini baştan başa kat' ettim"
demektir. İbnü Abbas demiştir ki: "Beldeleri dolaşırlar ve "Ve dağlarda evler
yontuyorsunuz."(Şuara, 26/149) buyrulduğu üzere dağlardan kayalardan evler,
havuzlar ve istedikleri gibi binalar yaparlardı." Mukatil de: "Vâdi, Vadi'l-kura'dır."
demiştir. Denilmiştir ki: Dağları, kayaları, mermerleri ilk yontan Semud idi.
Binyediyüz kadar şehir yapmışlardı. Hepsi taştan idi. Bir de denilmiş ki:
Vadilerini kesmişler, sularını yonttukları bir kayanın içine depo halinde
çekmişlerdi.
Semud
da Âd gibi yok olmuş olan en eski Araplar'dan meşhur kabiledir. Denilmiştir
ki, dedeleri Semud'un ismini almışlardır. Semud, Cedis'in kardeşi ve bu ikisi
Aber b. İrem b. Sam b. Nuh oğullarıdır. Aber yerine "Kasir" de denilmiş ve
bunun Tevrat'ta Casir b. İrem b. Sam denilen oğlu İrem'in, Tevrat'ta Aram
diye bilindiği söylenmiştir. Nesep âlimlerinin söyledikleri bu nesep, sahih
olsun olmasın, Arabistan'da Semud ve Şam ile Hicaz arasında Hıcir'de yerleri
bilinmektedir. Nasıl yok edildikleri ise birçok sûrede geçmiştir.
10.
Ve o kazıkların sahibi Firavun'a nasıl yaptı? Bilmez misin?
Musa
ve Firavun kıssaları da birçok sûrede geçmiştir.
EVTÂD,
bilindiği gibi "veted"in çoğulu olup kazıklar demektir. Kur'ân'da "Dağları
birer kazık yaptık."(Nebe', 78/7) buyrularak dağlara da "evtad" denilmiş olduğunu
biliyoruz. Kazık, kuvvetli ve sabit olma vasıtalarından olduğu için zü'l-evtad
yani kazıklar sahibi vasfı da kuvvetli ve sabit olmayı ifade eder.
Bu
tabir, bizim "dünyaya kazık kakmak istiyor" tabirimizin de kaynağı gibidir.
Tefsirciler bunun hakkında da birkaç şekilde izahta bulunmuşlardır: Askerlerinin
ve kondukları yerlerde çaktıkları çadır kazıklarının çokluğu, işkencelerinin
şiddeti ve şairin "kazıkları iyice yerleşmiş bir kralın gölgesinde" dediği
gibi kuvvetli mülk ve adamlara sahip olması mânâlarından kinaye olduğu söylenmiştir.
Katade'nin Said b. Cübeyr'den rivayetinde de o evtad, birtakım oyun yerleri
idi, onun altında onun için oynarlardı, denilmiştir. Bununla beraber bundan
bizim en açık olarak anlayabileceğimiz mânâ, bu evtad'ın, Mısır'da meşhur
dağ gibi piramitlere işaret olmasıdır. "Mısır mülkü benim değil mi?"(Zuhruf,
43/51) diyen Firavun bu piramitlere sahip bulunuyor ve bunlarla dünyaya kazık
kakmak istediklerini gösteren bir emel ve kuvvet gösteriyordu. Piramitlerin
hepsi bir Firavun'a ait olmasa da her Firavun onlara sahip olduğu gibi Musa'nın
Firavun'u da bütün Firavunluğun temsilcisi olarak söz konusu ediliyor demektir.
Piramitlerin mahiyeti halka faydalı bir şey değil, Firavunların zulümleriyle
keyifleri için oynamış eğlence ve oyun yerleri demektir. Demek ki bunların
altında onlar için birçok oyun oynanmıştır. Mısırlı Şeyh Abduh der ki: Mısırlılar'ın
bıraktıkları kalıcı eserler için "evtad" tabirinin kullanılması ne güzeldir.
Çünkü
bunlar piramitlerdir ve görenin gözünde manzaraları yeryüzüne çakılmış birer
kazık manzarasıdır. Hatta Mısırlılar'ın büyük heykellerinin kısımlarındaki
şekli de tersine çevrilmiş kazık gibidir. Her kısım enli olarak başlar, başladığından
daha ince bir uçla sona erer. Firavun'a nisbeti sahih olan evtad bunlardır.
Hem de muhatap tarafından bilinmektedir.
İşte
Ad o sütunları, Semud o kestikleri kayaları ve Firavun bu kazıkları ile dünyaya
kazık kakmak isteyen şiddetli, kuvvetli, uzun emelli kimselerdir.
11.
Onlar ki o beldelerde taşkınlık etmişlerdi. Herbiri kuvvetlerine aldanmış,
arzularına uymuş olarak bulundukları ülkelerde hak ve adalet sınırını aşıp
halkın ve yaratıcının haklarını çiğnemede ileri gitmişlerdi
12.
de oralarda içten ve dıştan fesadı çoğaltmışlardı. Zulüm, israf, zevk ve eğlenceye
aşırı düşkünlükle çok fesat çıkarmış; düzeni, ahlâkı ve fikirleri bozmuşlardı.
13.
Rabbin da üzerlerine bir azap kamçısı döküverdi.Yani her birinin üzerine azaptan
bir kamçıyı döker, yağdırır gibi şiddetle ve ard arda indirip sürekli vuruşlarla
çarpıverdi ki, ayrıntısı birçok sûrede geçmişti.
SEVT
aslında karıştırmak mânâsında mastar olup deriden örülmüş, katları birbirine
karıştırılmış olan kamçıyı ifade eden bir tabir olarak kullanılması yaygın
olmuştur. Birbirine karışmış türlü azabın darbeleri kamçıya benzetilerek peşpeşe
indirilmesi de şiddetle döğmek ve yağdırmak gibi "sabb" tabiri ile ifade olunmuştur.
Azab kelimesi belirsiz kullanılmakla da her birine olan azabın başkalığına
işaret edilmiştir.
14.
Kuşkusuz Rabbin (her hal ve durumda) gözetlemededir.Bu
cümle yeminin cevabını vurgulamakta veya azabın illetini göstermektedir.
MİRSAD,
gözetleyicilerin gözetledikleri, etrafı kolaçan ettikleri yerdir. (Nebe' Sûresi'nde
"Kuşkusuz cehennem gözetleme yeri olmuştur." âyetinin tefsirine bkz). Bu sözde
istiare-i temsiliyye vardır. Yani, seni yetiştiren, her işini yöneten Rabb'in
kulları üzerinde gözetleme yerinden gözeten bir gözetleyici gibi her an ve
her durumda gözetip duran bir şahit ve görendir. Hiçbir şeyi kaçırmaz, her
birine bakar, yaptığı işe göre karşılığını verir. Onun için yeryüzünde kargaşayı
çoğaltıp duran taşkınlar Allah'tan, Allah'ın azabından kaçıp kurtulacaklarını
sanmasınlar.
15.
Rabbinin şanı bu: Kullarının ahiret için yaptıkları çalışmaları gözetir. İnsana
gelince, onun da buna göre Rabbinin rızası için çalışması gerekir. Fakat o
insan, gafil insan öyle yapmaz da dünya zevklerini gözetir. Onun için her
ne zaman Rabb'i onu imtihan eder, yükümlü tutar, göstereceği duruma göre ahirette
sorumlu tutmak, ona göre ceza ve mükafat vermek üzere imtihan muamelesi yapar,
görev yükler de bu sebeple ona ikram eder, hoşuna gidecek talih ve mevki ile
yüze çıkarır ve onu nimete boğar, bol bol nimet ve mal ile rızkını çoğaltır,
refaha erdirirse...
Ebu's-Suud
ve ona uyarak Alûsî "ona ikram eder" cümlesinin başındaki "fâ"yı fâ-i tefsiriyye
(açıklama "fâ"sı) saymış ve "çünkü ikram etmek ile nimete boğmak, imtihan
etmekle muradın aynıdır" demişlerse de kanaatimizce bu doğru değildir. Bu
"fâ" sebebiyye (sebep bildiren fâ) olmalıdır. Zira maksat, mutlak ikram ve
nimetlendirme değil, imtihan etmek ve yükümlü tutmak hikmetiyle kayıtlı ikram
ve nimetlendirmedir. Bundan dolayıdır ki iki ikram arasında fark vardır. İnsana
dünyada olan ikram ve nimetin böyle imtihan hikmetiyle olduğu, bunun ise hesap
ve sorumluluğu ağır olduğu halde gafil insan onu düşünmez de Rabbim bana ikram
etti, der. Kayıtsız şartsız, mutlak surette kendisine ikramda bulunulmuş gibi
haz duyar, sevinir. Kendisini Allah'ın sonsuza kadar ikramına mazhar kıldığı
sevgili kullarından imiş gibi sayar. O yüzden büyük felaketlere düşebileceğini
ve asıl ikramın ahirette olduğunu düşünmez. Ondan dolayı sorumluluğunu hesaba
almadan zevk ve eğlenceye, taşkınlık ve fesada dalar, nankörlük yapıp hüsrana
uğrar.
16.
Ve amma her ne zaman Rabb'i onu imtihan eder, sabrına göre ahirette mükafat
vermek üzere imtihan muamelesi yapar da bu sebeple ona rızkını daraltırsa,
bunun da hesapta hafifliğini ve ahirette ecir ve sevabının büyüklüğünü ve
dolayısıyla bunun başkaca bir ikram ve koruma olduğunu düşünmez de Rabb'im
beni horladı, der. Rabbim bana hor baktı, küçümsedi diye gücenir. Rızk, az
da olsa yine şükrünün bilinmesi gerektiğini ve azın kıymetini bilmeyenin çoğun
kıymetini de bilmeyeceğini fark etmeyerek rızık darlığını kendisine sırf bir
horluk ve hakaret kabul eder de Rabb'inin diğer nimetlerini hiç hesaba katmaz.
Çünkü bakışları fazilete değil dünya zevkine çevrilidir.
17.
Hayır hayır, imtihan için olan rızık genişliğini, dünya refah ve nimetini
mutlak ikram saymak da doğru değil, rızık darlığını mutlak hor görme ve hakaret
saymak da doğru değildir. İkisi de birer imtihandır. Hüküm, imtihandaki başarıya
göre neticede belli olacaktır. Belki ikram sanılan, kötülüğe götüren bir başarı
ile neticede zelillik; horlama sanılan da bir koruma ile neticede ikram çıkacaktır.
"Mal ve oğullar, dünya hayatının süsleridir. Baki kalacak olan iyi ameller
ise Rabb'inin katında sevapça daha hayırlıdır, emelce de daha hayırlıdır."(Kehf,
18/46).
Hayır
hayır. Sözlü ayıplamadan fiilî ayıplamaya, fertten topluma geçerek kınama
ve ayıplamada yükselme ve güzel ahlaka sevktir. Yani, ey Rabb'inden hep ikram
bekleyen ve rızkının daralıvermesini horluk ve hakaret gibi kabul eden insanlar!
Doğrusu siz vazifelerinizi yapmazken Rabbinizden ne yüzle ikram beklersiniz
ki yetime ikram etmiyorsunuz. Rabbinizin size imtihan için ikram etmiş olduğu
nimetlerden üzerinize düşen vazifeyi yapmıyor; yetime iyilik yapıp ihsanda
bulunmak suretiyle ikram etmeniz gerekirken bunu yapmıyorsunuz, nasıl olur
da siz Rabbinizin katında ikrama layık olursunuz?
18.
Ve teşvik etmiyorsunuz. Bu fiil tefaul babından olup aslı dir. Nafi', İbn
Kesir ve İbn Amir kırâetlerinde "hâ"nın zammıyla elifsiz okunur. Ebu Amr ve
Yakub kırâetlerinde de bu fiiller hep "yâ" ile üçüncü şahıs kipi olarak ,
, ve şeklinde okunur. Ve düşkünü yedirmeye yani yoksul fakirlerin karnını
doyurmaya, bakımlarını sağlayacak yollara birbirinizi teşvik etmiyor, özendirmiyorsunuz.
Bu hususta birbirinizle yarışmanız gerekirken siz aksine ondan kaçınıyor,
birbirinizi bunu yapmaktan nefret ettiriyorsunuz. Hatta onlar üzerinden geçinmek
isteyip taşkınlık ediyorsunuz.
19.
"Miras yiyorsunuz".
TÜRAS,
aslı olup miras demektir. Vav zammeli olduğu için "tâ"ya çevrilmiştir. Yani,
ne yetime ikramdan, ne de fakire yedirmekten hoşlanmadığınız halde başkasından
miras kalan malı yiyorsunuz. Öyle bir yiyiş yiyorsunuz ki oburcasına.
LEMM,
iyisine kötüsüne bakmayıp toplamak, derleyip toplamak, bir de bir yere inip
konmak mânâlarına gelir. Burada "yeme"nin sıfatı olması nedeniyle haramına
helalına bakmayıp yiyişte toplamak, toptan yemek, yahut hazıra konarak nereden
geldiğini düşünmeksizin acımadan yemek mânâlarını ifade eder ki, ikisi de
hak ve hukuku gözetmeyerek şiddetli hırs ve iştah ile oburcasına yemek demek
olur. Tefsircilerin açıklamasına göre maksat, yetimlerin ve diğer varislerin
haklarını gözetmeyerek hırs ile mirasın hepsine konmak istemek, yahut alnı
terlemeden eline geçen mirası, bir hayra yaramasını sağlamayıp birçok mirasyedilerin
yaptığı gibi israf ve eğlenceyle zevk ve sefa yolunda yiyip bitirmek huylarının
yerilmesidir. Hem mirası öyle bir yiyiş yiyorsunuz
20.
ve hem malı seviyorsunuz öyle bir seviş ki çok, yığmacasına, bütün hırs ile.
Düşünmüyorsunuz ki sahibinin elinde hayır için sarfedilmeyip yığılan mal,
mirasyedilerin ellerinde eğlence yollarında yenilip yok olup gidiyor. Kazanıp
yığana günah ve vebalinden başka bir şey kalmıyor. Bütün bunlar ahireti düşünmemek,
yüce Allah'ın gözetlemede bulunduğunu hesaba katmamaktan kaynaklanır.
21.
Hayır hayır, öyle yapmayın; mirasa, mala öyle hırs ile sarılmayın da hayatta
fırsat elinize geçmiş iken Allah için güzel işler yapmaya çalışın, önden hayırlar
gönderin. Yetime ikram ve fakire yedirmek için birbirinizi teşvik ederek hayırda
yarışın, ahireti gözetin. Çünkü Arz, çarpılıp yıkıldığında. (Hâkka Sûresi'ndeki
"Yer ve dağlar kaldırılıp arkasından da bir defa bir çarpılış çarpıldılar
mı."(Hakka, 69/14) âyetinin tefsirine bkz.)
DEKK,
duvar ve dağ gibi şeyleri çarpıp bir hurda yığını, bir kırıntı haline getirmek
ve düzlemek mânâlarına geldiği ve "dekk" ile "dakk"ın benzerlikleri ve farkları
geçmişti. "Peşpeşe gelen çarpmalarla" bu tekrar, soyut bir vurgu için değil,
kapsam ve ardarda gelmeyi ifade içindir. Bölük bölük, alay alay geldiler demek
gibidir. Yani Arz, ard arda gelen sarsıntı ve çarpışmalarla vurula vurula,
çarpıla çarpıla yıkılıp düzlendiği, toz duman haline çevrildiği
22.
ve Rabbin saf saf melekle geldiği vakit: Yüce Allah'ın böyle gelmesinin bir
yerden başka bir yere geçmek mânâsına olmayacağı bellidir. Onun için bu gelişin
mânâsında tefsirciler birkaç yönlü izahta bulunmuşlardır. Münzir b. Said demiştir
ki: Bu gelmenin mânâsı, bir yerden bir yere geçme gelişi değildir, yüce Allah'ın
yaratılmışlara görünmesidir. Nitekim kıyamet anlamındaki Tamme
(büyük baskın) ve Sahha (kulakları sağır eden gürültü)'nın gelmesi de böyledir.
Bir kısım tefsirciler de, mânâ, muzafın söylenmemesi suretiyle "Rabb'inin
emri (hükmü, kazası veya otoritesi) geldiği vakit" demektir, demişler. Birçokları
da yüce Allah'ın kudret ve saltanatını gösteren delillerin ortaya çıkıp görünmesini
temsil olduğu görüşüne varmışlardır. Allah'ın şanı ve durumu, bir hükümdarın
bizzat hazır olarak idaresini yürüttüğü haliyle temsil olunmuştur. Zira onun
bizzat hazır olmasıyla ortaya çıkan heybet, sadece vezirlerinin, vekillerinin,
bütün askerlerinin ve özel adamlarının hazır olmasıyla görünen heybet ve saltanattan
yüksek olur.
23.
Ki o gün cehennem de getirilmiştir. "Azgınlar için cehennem, gözlerinin önüne
apaçık getirilmiştir." (Şuarâ, 26/9) buyrulduğu gibi azgınların gözleri önüne
çıkarılmış, artık inkârlarına, kaçınmalarına imkan kalmıyacak şekilde meydana
çıkarılmıştır. O gün, "iza"dan bedeldir. Cevabı şudur: O insan anlar, o gafil
insan daha önce dünyada anlamadığı hakikatı o gün onlar, tutmak istemediği
öğüdü tutmak ister. Ama ona o anlamadan ne fayda? Çünkü iş işten geçmiş, geri
dönüp de bir iş yapmak ihtimali kalmamış.
24.
Bu anlamanın hükmü, azap ve zararın şiddetini duymak; hasret ve pişmanlıkla
şöyle inlemekten ibaret olur: Der: Keşke hayatım için takdim etseydim. Takdimden
maksat, ilerisi için önceden hayırlı işler yapmaktır. 'deki lâm, sebep ve
vakit göstermek içindir. Sebep için olduğu takdirde, yani "hayatım için takdim
etseydim" mânâsına geldiği takdirde hayattan maksat ahiret hayatı; vakit için
olduğu takdirde ise, dünya hayatı olur. Yani der ki: Ah ne olurdu ben hayatım
için, yahut hayatımda önceden hayırlar yapmış, iyi ameller göndermiş olsaydım!...
25-26.
Kısacası o gün "Onun ettiği azabı kimse edemez, onun vurduğu bağı kimse vuramaz".
Buradaki "azabehu" ve "vesakahu" kelimelerinin sonlarındaki zamirde iki vecih
vardır. Birisi, bunların Allah lafzı yerine kullanılmış olmasıdır ki, Allah'ın
o gün o insana ettiği azabı kimse edemez ve vurduğu bağı kimse vuramaz, demek
olur. Bundan murat da o günkü azabın şiddetini, bağ ve pranganın kuvvetini
açıklamak olur. Birisi de bu zamirlerin insan yerine kullanılmış olmasıdır
ki bu daha çok tercih edilmektedir. Buna göre mânâ şu olmalıdır: O gün öyle
diyecek olan insanın kendine ettiği azabı başka birisi etmez ve kendine vurduğu
bağı kimse öyle sıkı vuramaz. Çünkü bugün bu azap ve bağ ona sırf kendi inkârının
ve kötü amellerinin cezası olduğundan kendi kendine etmiş demektir ki "Sana
gelen her fenalık da kendindendir."(Nisâ, 4/79) âyetinin mânâsıdır.
Kisai
ve Yakub kırâetlerinde ve fiilleri "zâl" ve "sâ"nın fethiyle mechul okunur
ki bunda zamirin o insan yerine kullanıldığı kesin olur. Onun azabı gibi kimse
azap görmez ve onun bağlanışı gibi kimse bağlanmaz, demek olur.
Dünyaya
gönül bağlayan ve huzuru ancak dünya lezzetlerinde bulan kâfir insanın sonu
bu olduğu anlatıldıktan sonra buna karşılık Allah'a gönül bağlayan ve huzuru
ancak onun zikir ve itaati ile rızasında bulan nefs-i mutmainne (iyilikle
kötülüğü ayırt eden, temizlenerek kişiyi Allah'a yaklaştıran nefs) nin sonu
anlatılmak için de buyuruluyor ki;
27.
Ey nefs-i mutmainne (huzura ermiş nefis)! Sözün gelişi bu hitabın da o gün
olacağını anlatıyor. "dön" emrinin de derhal olmayıp ilerde olacağı açıktır.
Onun için tefsirciler bunun, "diyecek" fiili takdir edilerek hikaye şeklinde
zikredilmiş olduğunu söylemişlerdir. Bu ifade üslubu Kur'ân'ın i'cazı yönlerinden
birisidir. Bunda dinleyici derhal geleceğe hazırlayacak bir telkin vardır.
Yani o gün kâfir insan hakikatı anlayıp "keşke hayatım için takdim etseydim"
diyecek; öyle olmayıp hakkı önce anlamış, iman etmiş, kalp huzurunu iman ve
ihlas ile Rabb'ine hayır takdim etmede bulmuş olan her mutmain nefse de yüce
Rabb'i diyecek ki, ey o nefs-i mutmainne!
28.
Dön Rabbine, hem razı olmuş, hem de kendisinden razı olunmuş olarak. Öyle
bir halde dön ki, Rabbinden hoşnut, Rabbin de senden hoşnut. "Allah onlardan
razı olmuş, onlar da Allah'tan." (Mâide, 5/119)
29.
dön de gir kullarımın içine, bana ihlas ile kulluk eden, sadece bana kul olma
özelliğiyle diğerlerinden ayrılan samimi salih kullarımın zümresine katıl.
"Kim Allah'a ve peygamberine itaat ederse, bu gibi kimseler, Allah'ın kendilerine
nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, iyilerle birliktedir.
Onlar ne güzel arkadaştırlar."(Nisâ, 4/69);
30.
Ve gir cennetime onlarla beraber. Tefsircilerin açıkladığı diğer bir mânâ
ile: Kendime yaklaştırdığım kullar sırasına dizil ve onların nurlarıyla parla.
Zira kutsal, temiz ruhlar yani nüfus-ı zekiyye, karşı karşıya konmuş aynalar
gibi karşılıklı olarak birbirlerine yansıdıkça nurları artar. Diğer bir mânâ
ile, bedenlere gir, onlarla birlikte sevap yurduna dahil ol.
Daha
önce de geçtiği gibi nefs, bir şeyin kendisi denilen zat ve hakikatıdır. Nitekim
"o, binefsihi kâim" denilir. Bizatihi, yani kendi kendine duruyor demektir.
İnsanın nefsi de "ben" dediği zat ve hakikati, "kendisi"dir ki, kendisine
muhtelif halleri içinde vahdetle "bir" şuuru, duygusu vardır. Bu itibar ile
biri şair, yani duyan ve hisseden, biri de meş'ur, yani duyulan ve hissedilen
olmak üzere iki özelliği vardır. Nefsin hakikati bu iki özelliğin bir olma
ve uyuşma noktasındadır. Bununla beraber uyku, gaflet, baygınlık, ölüm hallerinde
olduğu gibi birbirlerinden ayrılan bu özelliklerden her biri itibariyle dahi
düşünülür de bazan yalnız hissetme, bazan soyut ayırma gücü ve idrak ile irade
başlangıç ve ilkesi olarak kendisiyle başkasını hissederek ayırt eden veya
birleştiren ruha dahi nefs denilir ki, hisseden nefis veya şehvani nefis,
idrak eden nefis veya düşünüp söyleme özelliği olan nefis denilmesi bundandır.
Bu mânâda nefse dilimizde "can" tabir edilir. Duyan insan ile duyulan insan
arasına perde girebildiği, yani insanın duygusu ile duymuş olduğu şeyin her
zaman uyuşmayıp ayrılabildiği de kesin ve muhakkaktır. Demek ki insanın nefsiyle
uyum sağlaması, bir olma ciheti kendisinde değil, kendisinin üstünde bulunan
bir hakikattedir ki o, insanın ve herşeyin Rabb'i olan yüce Allah'tır. "Bilin
ki Allah kişi ile kalbi arasına girer. Siz ancak onun huzurunda toplanacaksınız."(Enfâl,
8/24) buyurulduğu üzere yüce Allah kişi ile kalbinin arasına perde olur. Onun
için insanlar hep ona haşr olunur, ona toplanır. "De ki: Ruh, Rabb'imin emrindendir."(İsrâ,
17/85) kriterince ruh, Rabb'in emri olduğu gibi, "Allah o canları, öldükleri
sırada, ölmeyenleri de uykularında alır."(Zümer, 39/42) buyurulduğu üzere
insanın ruhu, şuuru kendinden ayrıldığı ölüm ve uyku sırasında nefisleri alan
Allah'tır. Onun için insan kendinden geçtiği zaman, kendini kendinde duymaz
olmakla yok olup gitmiş değil, ruhu ve bütün hakikatı ile geri gidip Allah'a
dönmüştür. O vakit artık insan kendisini kendinde değil, ancak Rabb'inin huzurundaki
bütün hakikatiyle duyacak, ona göre ya azap görmüş veya razı olmuş ve razı
olunmuş olacaktır. Artık ebedi ve sonsuz olan bu azap veya hoşnutluğa göre,
hiç kuşkusuz, birkaç günlük dünya azap ve lezzetleri hiçtir. Kısacası insanın
nefsi, hisseden ve hissedilen her iki özelliğiyle "ben" dediği zat, hakikatidir.
Yalnız idrak etmesi özelliğiyle ruha da denilir. Onun için burada çokları
zat mânâsına, bazıları da ruh mânâsına anlamışlardır. Şu halde nefs-i mutmainne,
huzura ermiş zat veya ruh demek olur. Razi der ki: İtmi'nan, yerleşip sabitleşmedir.
Bu yerleşip sabitleşmenin nasıl olduğuna dair birkaç vecih vardır:
BİRİNCİSİ:
Hiçbir kuşku bulunmayacak şekilde hakka yakinen inanma zevkine ermektir. Nitekim,
"Fakat kalbimin iyice yatışması için"(Bakara, 2/260) âyetinden maksat budur.
İKİNCİSİ:
"Bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun da olmazlar."(Bakara, 2/112) mânâsınca
korku ve hüzünden sarsılmayacak şekilde güven elde etmektir. Bu güven duygusu
ise ölüm sırasında, öldükten sonra dirilme sırasında ve cennete girerken "Korkmayın,
mahzun da olmayın, vaad olunduğunuz cennetle sevinin."(Fussilet, 41/30) hitabı
işitilmekle olur.
ÜÇÜNCÜSÜ:
Kur'ân ve delil, bu kalp huzurunun ancak Allah'ı zikirle elde edileceği hususunda
mutabıktır. Kur'ân, "Bilin ki, kalpler ancak Allah'ı zikir ile huzur bulur."(Ra'd,
13/28) diyor. Bunun delili de iki vecih iledir. Birisi, akıl kuvveti sebep
ve neticeler silsilesinde ilerledikçe kendiliğinden mümkün olan herhangi bir
sebebe ulaşsa akıl buna başka bir sebep arar. Onunla durup kalmaz. Devamlı
şekilde her şeyden daha üstün olanına geçer. Bu ilerlemede ta bütün ihtiyaçların
kesildiği ve bütün zaruretlerin sona erdiği varlığı kendinden, kendiliğinden
olması vacip olan varlığına ulaşıncaya kadar gider. Onun önünde ihtiyaç durduğu
için akıl da durur ve onunla kalbi yatışır. Akıl kuvveti mümkün olan şeylerden
herhangi bir şeye dönmüş ve bakmış ise onda durup sabitleşmesi imkansızdır.
Varlığı vacip olan Allah'ın azametine bakıp hepsinin ondan olduğunu bildiği
zaman da ondan, başkasına geçmesi imkansızdır. Bir de, kulun ihtiyaçları sonsuzdur.
Allah'ın yardımı olmadıkça da, Allah'ın dışındaki her şeyin devamı ve kuvveti
sonludur. Sonsuz olan şeyler sonlu şey ile telafi edilip giderilemez. Onun
için kulun sonsuz olan ihtiyacı karşılığında Allah'ın sonsuz olan kemali gerekir
ki, huzur ve sükunet olabilsin. O halde sabit olur ki, her kim Allah'ı tanımayı
Allah'tan başka bir şey için seçerse onun içi huzur bulmuş değildir. Onun
nefsi, nefs-i mutmainne değildir. Ama her kim Allah'ı onun dışında bir şey
için olmayarak seçerse işte o nefs-i mutmainnedir. Böyle olan her kimsenin
ise yalnızlığını gidermesi Allah ile bir olmak suretiyle olur. Şevk ve arzusu
Allah'a, beka ve devamı Allah'ta, konuşması Allah iledir. Onun için bu kimse
dünyadan ayrılacağı sırada kuşkusuz "Rabb'ine razı olmuş ve razı olunmuş olarak
dön." hitabına muhatap olur. Bu öyle bir sözdür ki bundan insan ancak ilâhî
fikir kuvvetinde, her şeyden el ayak çekip Allah'a yönelme ve sırf onunla
meşgul olma hususunda kemale ulaştığı zaman istifade eder. Demek ki nefs-i
mutmainne esasen istikrarı olmayan ve kendileri ihtiyaçtan kurtulmuş bulunmayan
sebep ve netice silsilelerinden geçip bizzat etkili olan en yüce ilk unsuru
tanımaya yükselerek onu tanımak gayesinde karar kılan ve varlığında ve diğer
hallerinde onun dışındakilere ihtiyaç hissetmeyerek ona ancak onun için tevhid
ve ihlas ile itaat edip boyun eğen nefis demektir ki bu tanıtmanın özeti "Hayır,
her kim Allah'ı görüyormuş gibi ona ibadet edici olduğu halde kendini Allah'a
teslim ederse, işte onun mükafatı Rabb'i katındadır. Bunlara bir korku yoktur,
bunlar mahzun da olmayacaklardır."(Bakara, 2/112) mânâsı üzere Allah için
İslâm ve ihsan ile korku ve hüzünden kurtulmaya kesin inancı, "Öyle insanlar
var ki, Allah'ın rızasını elde etmek için canını bile verir."(Bakara, 2/207)
mânâsı üzere nefsini yalnız Allah'ın rızasını arayıp bulmaya bağlayarak hayvani
tabiattan, kötülüğü emreden nefsin sıkıştırmasından, ayıplanan nefsin ayıplamasından,
Allah'ın dışındakilere esir olma bağlarından kurtarıp ilâhî ahlâk ile ahlâklanarak
Allah yolunda mal ve canıyla yetişebildiği hayrı yapacak gerçek hürriyeti
kazanma kararıdır.
Nitekim
bundan sonraki sûrede "O, bir köleyi azat etmektir."(Beled, 90/13) âyeti ile
bu mânâ açıklığa kavuşturulmuştur. Hakk'a gönül huzuru ile inanmış, hiçbir
şüphe ve kuruntu çalkalamayacak şekilde kesin inanç serinliğine ermiş nefis,
yahut hiçbir korku ve üzüntünün sarsmıyacağı güvene kavuşmuş nefis diye tarif
de onun birer ifadesidir.
İbnü
Cerir'in nakline göre, İbnü Abbas: "Nefs-i mutmainne, tasdik edici nefistir";
Katade: Allah'ın vaadi ile gönlü huzurlu, sözünü tasdik edici nefistir"; Mücahid:
"Allah'ın, kendisinin Rabbi olduğunu tasdik edip buna iyice inanmış ve her
yaptığı işte onun emrine teslim olmuş ve boyun eğmiş nefistir." demişlerdir.
Diğer bir ifade ile; "Allah'ın, Rabb'i olduğuna inanmış, gönlünü ancak ona
vermiş, kalbi onun emriyle çarpar, Allah'a dönmüş ve boyun eğmiş nefis." Başka
bir ifade ile, "Allah'a kavuşacağına yakinen inanmış, gönlü onunla çarpar".
diye rivayet olunan tefsirler de, "Gerçekten mümin olanlar o kimselerdir ki,
Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. Onlara âyetleri okunduğu zaman bu
onların imanlarını artırır. Bunlar yalnız Rab'lerine tevekkül ederler."(Enfal,
8/2), "İşte sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. O halde yalnız ona teslim olunuz.
İtaatkâr ve alçak gönüllü olanları müjdele.
Allah
anıldığı zaman onların kalpleri titrer. Başlarına gelenlere karşı da sabırlıdırlar.
Onlar namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar."(Hacc,
8/2) ve "Tevbe ile Rabb'inize dönün."(Zümer, 39/54) gibi âyetlerin mânâlarına
da işaret ederek birbirlerini tamamlayan tariflerdir.
Tasavvufçuların
da nefsin mertebeleri, makamları ve halleri üzerinde uzun sözleri vardır.
Hatta bütün tasavvuf, "Nefsini tanıyan Rabb'ini de tanımış olur." düsturuyla
onun üzerinde dolaşır. Bu cümleden olarak nefsi şu mertebeler üzere sınıflandırırlar:
Nefs-i emmare (insanı kötülüğe sürükleyen nefis), nefs-i levvame (kötülükten
sonra iç huzursuzluk, rahatsızlık veren nefis), nefs-i mutmainne (iyilikle
kötülüğü ayırdeden, temizlenerek kişiyi Allah'a yaklaştıran nefis), nefs-i
radiye (razı olmuş nefis), nefs-i merdiye (kendisinden razı olunmuş nefis),
nefs-i mülheme (ilham olunmuş nefis), nefs-i zekiyye (temizlenmiş nefis),
"Ve amma her ne zaman Rabb'i onu imtihan ettiği zaman." âyetleri çok cahil
ve zalim olan nefs-i emmarenin cahillik ve dünya sevgisi ile zulüm, kibir,
eğlenceye, mal ve makama meyil ve hırs gibi şehvani ve cismani tabiatını açıkladığı
gibi sonunda "İnsan o gün öğüt almaya çalışır, fakat öğütten ona ne fayda?
Ah, ne olurdu der, keşke hayatım için takdim etseydim." ile de kendini kınayan
nefs-i levvamenin tabiatı ve fakat bu kınamanın zamanı geçmiş olduğundan dolayı
faydası olmayıp hükmü ebedi azap ve bağda kalmak olduğu anlatılmakla nefs-i
emmare ve nefs-i levvame hükümleri gösterilmiş, sonra da vaktiyle hakkı anlayıp
o mertebelerden geçip yükselmiş olan nefs-i mutmainnenin hükmü anlatılmıştır.
Nefs-i
mutmainneye bu hitap ne zaman yapılacaktır? Bu hususta üç görüş vardır: Ölüm
zamanında olması, öldükten sonra dirilme zamanında olması, hesap tamamlandığında
olmasıdır. Sözün akışına göre, en açığı da bu denilmiştir. Çünkü sözün gelişi
bunun da "Ne olaydı hayatım için takdim etmiş olaydım." sözünün söylendiği
günde ve ona karşılık olarak söylendiğini göstermektedir. Bu şekilde "dön"
sözünün mânâsı, hesap görülen yerden yüce Allah'ın yardım ve ikramı ile emir
buyurduğu yere dön demektir. Yahut "Hesap neticesine önem veren ve amellerin
kabul olunup olunmayacağı endişesi ile meşgul olan kalbi boşaltarak yine evvelki
gibi Allah'tan başkasına dönüp bakmayarak tamamiyle Rabbine dön, onu düşünmekle
meşgul ol." demek de olabilir. Zira nefs-i mutmainnenin özelliklerinden birisi
de Rabbinin huzurunda hesap verileceğine gönül huzuru ile iman etmiş olduğundan
dolayı hesaba önem vermek, amellerinin kabul ve rıza görüp görmediğini düşünmektir.
Gerek hesapsız ve sualsiz geçecek olsun, gerekse kolay bir hesapla geçecek
olsun amellerinin hesabının tamamlandığı duyurulurken ona böyle "haydi hesap
ve sual endişesinden tamamiyle sıyrıl da Rabb'ine dön" denilmesi büyük bir
gönül rahatlığı verme ve müjde olduğu kuşkusuzdur. O halde "radıyye", seni
bu ebedî nimete erdiren Rabb'inden razı ve hoşnut; "merdiyye" de, Rabb'in
katında rıza ve kabul görmüş, yani temiz kalbin, güzel çalışma ve gayretin
nedeniyle Rabb'in da senden razı olarak, seni en büyük kurtuluş olan rıza
ve hoşnutluğuna eriştirmek üzere dön demektir. deki "fâ", tefsiriyye (açıklama
"fâ"sı) olarak "dönüş"ü açıklamaktadır.
İkrime
ve Dahhâk'ten rivayet olunduğuna göre bu hitap ile "dön" emri, öldükten sonra
dirilme sırasındadır. Yani "ey ölüm ile sükuna ermiş olan nefs-i mutmainne!
Rabbin ve tek döneceğin yer olan yüce Allah'ın huzuruna razı olmuş ve razı
olunmuş olarak dön de sonsuz hayata er" demek olur. Bu şekilde nefse ruh diyenler
"kullarımın içine gir" âyetindeki girmeyi, ruhların ayrılmış oldukları bedenlere
girmesi ile tefsir etmişler ve bunun İbnü Abbas ve İbnü Cübeyr'den rivayet
edilmiş olduğunu sölemişlerdi. "Cennetime gir" de, birlikte sevap yurdu olan
cennete girmedir.
İbnü
Zeyd ve daha birçokları da bu hitabın ölüm sırasında söyleneceği görüşünü
benimsemişlerdir. Abd b. Humeyd, İbnü Cerir, İbnü Ebi Hatim, İbnü Merduye
ve "Hılye"de Ebu Nuaym İbnü Cübeyr'den şöyle rivayet etmişlerdir: Peygamber
(s.a.v.)'in yanında "ey nefs-i mutmainne!" âyeti okunmuştu. Hz. Ebubekir (r.a.),
"bu hakikaten güzel" dedi. Resulullah (s.a.v.) da: "Haberin olsun ki, melek
sana onu ölümün sırasında söyliyecektir" buyurdu. Hakim-i Tirmizî de bunun
gibi "Nevadiru'l-usûl"de Sabit b. Aclan yoluyla Selim b. Amir'den, Hz. Ebubekir
es-Sıddîk'ten rivayet etmiştir. Buna göre nefis ruh mânâsına olup onun dönmesi,
ruhun bedenden ayrılarak Rabb'ine doğru razı olmuş ve razı olunmuş olarak
gitmesidir. "Gir kullarımın içine..." Bu âyetin başındaki "fâ", fâ-i takibiyye
olarak hiç gecikmeden hemen ruhlar âleminde Allah'a yakın ruhlar zincirine
katılmak veya sonra yeniden dirilmek suretiyle salihler zümresine girmek,
"cennetime gir" onlarla beraber cennete girmek demek olur.
İbnü
Cerir, İbnü Münzir ve İbnü Ebi Hatim Ebu Salih'ten şöyle rivayet etmişlerdir:
Bu âyette, "Rabb'ine dön" emri ölüm anındadır. Nefsin Rabb'ına dönmesi dünyadan
çıkmasıdır. Kıyamet günü olunca da ona, "kullarımın içine gir, cennetime gir"
denilecektir.
Bu
mânâ açık gibi görünse de yukarıda hatırlatıldığı üzere " o gün insan öğüt
alır" âyetinin akışına göre bu hitabın da o güne ait olması gerekeceğinden
öldükten sonra dirilip hesabın tamamlandığı sırada söylenmesi daha açık görülmektedir.
Şu halde bu eser ve nakillerin âyetlerin akışı ile uyum sağlayarak birleştirilmesi
"Kim ölmüşse kıyameti kopmuştur." hadisinin mânâsınca ölüm gününün kıyamet
gününe ilhak edilmiş olması nedeniyle o günün hükmü ölümden itibar edilmek,
yahut bu emirlerin sonuncusu olan "gir cennetime" emri o güne ait olduğu için,
her biri değil de toplamı itibariyle o akış içersinde söylenmiş bulunduğunu
kabul etmek suretiyle mümkün olur. Bir de denilmiştir ki: Bu hitap üç yerde
söylenecektir. Zira İbnü Münzir ve İbnü Ebi Hatim Zeyd b. Eslem'in şöyle dediğini
rivayet etmişlerdir: Bu âyette nefs-i mutmainne; ölüm sırasında, öldükten
sonra dirilirken ve toplanma günü cennet ile müjdelenmiştir. Bu rivayet zikredilen
izah ve yorumların hepsine uygun düşer. Bütün bu ayrıntılı bilgiler, söylendiği
gibi âyet, daha önce zikredilenlerden elde edilen karineyle "Allah buyurur
ki: Ey nesf-i mutmainne!" meâlinde, "Allah buyurur ki" sözü takdir edilerek
haber verme mânâsında olduğuna göredir ki çoğunluğun tercihi de budur. Buna
göre bu hitabın ve emirlerin kanun koyma türünden değil, yapma ve yaratma
türünden olması gerekir. Oysa daha önce geçen haber verişlerden sonra sûrenin
sonu olmak üzere bu hitabın Allah tarafından kanun koyma suretinde doğrudan
doğruya istek ifade eden bir hitap olması da pek muhtemeldir. Bu hitabın,
üst tarafına bağlanmadan ayrı olarak söylenmesi de yalnız önceki kısımdan
ayrı ve farklı olmasından dolayı değil, bunun mutmain nefisler tarafından
bizzat ve özellikle dinlenmesi istendiğine dikkat çekmek için olur. Bundan
dolayı bir kısım tefsirciler de bunun nefs-i mutmainneye dünyada da her zaman
için hitap olduğu görüşüne varmışlardır. Bu bize daha açık ve daha faydalı
görülmektedir. Bu surette "dön" emri, iradeye bağlı bir dönüş olarak her işte
ve bütün işlerinde hoşnut olmak kaydıyla yüce Allah'a ve onun emir ve takdirine
dönmeyi emirdir. Gerçi verilen ayrıntılı bilgilere göre "nefs-i mutmainne"
kavramında bu dönüş mânâsı da var ise de bolluk ve sıkıntı anlarında kaza
ve kadere rıza göstermek ve bu surette bu imtihan ve tecrübe âleminin müşküllerine
göğüs germek nefs-i emmare ve nefs-i levvamenin tabiatına uygun olmadığı gibi
bu, nefs-i mutmainnenin tabiatı için de kolay olmayıp bu mertebe nefs-i mutmainnenin
olgunluk mertebesi olan "razı olmuş nefis" özelliğini taşıdığı için ve Allah
katında kendisinden razı olunmuş olmak da buna bağlı olduğu için "razı olmuş"
ve "razı olunmuş" kayıtlarıyla açık açık emredilmiştir. Bu durumda "fâ" sebep
bildiren "fâ" olarak dünyada Allah'ın rızasına uygun iyi amelleri çoğaltarak
üzerlerinde şeytanın otoritesi olmayan Allah'ın saf ve ihlaslı kulları zümresine
girmeye çalışarak dünyada ve ahirette o zümreye dahil olmak; de, ahirette
onlarla birlikte cennete girmek ile emir olmuş ve bu şekilde nefs-i mutmainnenin
yine yukarıda açıklanan yönler ile ahiretteki güzel sonu da bir netice olmak
üzere hissettirilmiş ve bildirilmiş olur.
İşte
böyle bir nefs-i mutmeinne ile geçirilecek olan dünya ömrü, Kurban bayramından
önceki on gece; ihlaslı salih kullar zümresi içinde cennete girme anı da o
gecelerin bürüyüp geçtiği en büyük bir mutluluk bayramının gerçek fecridir.
Ey Rabbim!
Bu satırları acizlik ve kusur içinde ömür sayfasına yazmaya çalışan bu zavallı
kulu ve bunları güzel bir bakışla okuyup onun hayrını isteyenleri öyle bir
nefs-i mutmainne ile razı olan ve razı olunan kullar olarak sana dönüp cennetinle
cemaline eren samimi kulların zümresine kat. "Allah'ım! Senden, sana kavuşacağına
inanan, senin kazana razı olan ve senin lutfettiğine kanaat eden bir nefs-i
mutmainne istiyorum".