1-FATİHA:
Rahmân ve Rahîm Allah'ın
adıyla
1- Mushaf-ı şeriflerde
iki türlü besmele vardır. Birisi sûre başlarında yazılan ve sûreden bağımsız
olan besmele, diğeri Neml Sûresinin (Neml, 27/30) âyetindeki besmeledir. Bu
besmelenin, Neml sûresinin bu âyetinin bir parçası olduğu açıkça bilinmektedir.
Bundan dolayı besmelenin Kur'ân âyeti olduğunda şüphe yoktur ve bu durum,
açık tevatür ile ve âlimlerin ittifakıyla kesin olarak bilinmektedir. Fakat
sûre başlarında yazılan ve her sûreyi birbirinden ayıran ve kırâetin başında
okunan besmeleye gelince: Bunun o sûrelerden birinden veya her birinden bir
âyet veya âyetin bir kısmı veyahut başlıbaşına Kur'ân'dan tam bir parça olup
olmadığı, Neml sûresindeki besmele gibi besbelli olmadığından bu besmelenin
Kur'ân'dan olup olmadığı hususu, tefsirde ve usul ilminde bilimsel açıdan
tartışmalı bir meseleyi meydana getirmiştir ki bilhassa iman, namaz ve kırâet
konularıyla ilgilidir.
Said b. Cübeyr Zührî,
Atâ ve İbnü Mübarek hazretleri besmelenin başında bulunduğu her sûreden birer
âyet olduğunu söylemişlerdir ki, Kur'ân'da yüz onüç âyet eder. İmam Şâfiî
hazretleri ve talebeleri bu görüş üzerindedirler. O halde Fâtiha'nın yedi
âyetinden birincisi besmeledir. Ve "en'amte aleyhim" bir âyet başı
değildir. Bunun için Şâfiîler namazda besmeleyi yüksek sesle okurlar. Çünkü
Şâfiîler diyorlar ki; selef (ilk dönem alimleri) bu besmeleleri Mushaflarda
yazmışlar, bunun yanında Kur'ân'ın âyet olmayan şeylerden tecrid etmesini
tavsiye etmişlerdir. Ve hatta Fâtiha'nın sonunda "âmîn" bile yazmamışlardır.
Eğer sûrelerin başındaki besmeleler Kur'ân olmasaydı onları da yazmazlardı.
Kısacası Mushaf'ın iki kapağı arasında Kur'ân'dan başka birşey bulunmadığında
İslâm alimlerinin ittifakı vardır. Ve bunu destekleyen özel hadisler de rivayet
edilmiştir. O hadislerden birisi İbn Abbas (r.a.)'dan: "Besmeleyi terk
eden Allah'ın kitabından yüz ondört âyet terketmiş olur." Ebu Hüreyre
(r.a.)'den: "Resulullah efendimiz 'Fâtihatü'l-Kitab (Fâtiha sûresi) yedi
âyettir, bunların başı "Bismillahirrahmanirrahim"dir buyurdu. Ümmü
Seleme (r.a.)'den: "Resulullah (s.a.v.) Fâtiha'yı okudu ve "Bismillahirrahmanirrahim
elhamdülillahi rabbil âlemîn"i bir âyet saydı. O halde Fâtiha'dan bir
âyet değilse, âyetin bir kısmıdır. Bundan dolayı namazda okunması farzdır
ve yüksek sesle okunur. İmam Şâfiî gibi Ahmed b. Hanbel hazretlerinden de
bu iki hadis arasında tereddütlü iki rivayet vardır.
Diğer taraftan İmam
Mâlik hazretleri Kur'ân'ın her yerinde dahi Kur'ân'dan olduğu açıkça ve tevatür
yoluyla belli olacağı, halbuki hakkında değişik görüşler bulunan bir sözün
Kur'ân'dan olduğuna hükmedilemiyeceğinden dolayı ve Medine halkının geleneğine
dayanarak sûre başlarındaki besmelelerin ne Fâtiha ne de diğer sûrelerden,
ne de bütün Kur'ân'dan özel bir parça olmadığına ve Neml Sûresi'ndeki âyetten
başkasında besmelenin Kur'ân olmayıp sûreleri birbirinden ayırmak ve teberrük
(mübarek sayıldığı) için yazıldığı görüşünü ileri sürmüş ve bundan dolayı
namazda ne yüksek sesle ne de gizli okunması uygun olmaz demiştir. Bunun için
Mâlikîler namazda besmeleyi okumazlar.
Hanefîlere gelince,
bu mezhebin en sıhhatli görüşü şudur: Sûrelerin başındaki besmele başlı başına
bir âyet olarak Kur'ân'dandır. Ve sûrelerin hiç birinin bir parçası olmayarak
sûreleri birbirinden ayırmak ve sûre başında teberrük olunması için inmiştir.
Gerçekten yukarıda zikredilen karşıt iki değişik görüş ve delil içinde ortaya
çıkan kat'î olarak bilinen nokta budur. Madem ki, yukarıda açıklanan şartlar
gereğince mushafın her iki kabı arasında Kur'ân'dan başka birşey yazılmadığına
dair ittifak vardır; o halde sûre başlarındaki besmeleler de Kur'ân'dandır.
Şâfiî'nin ileri sürdüğü delilin kesin iddiası budur. Madem ki besmelenin,
başında bulunduğu sûrelerden bir parça olduğunu bildiren açık mütevatir bir
delil de yoktur, o halde hiç birinden bir parça da değildir. İşte Mâlikî delilinin
kesin iddiası da budur. Bundan dolayı iki delilin birbirine yakın bu noktalarının
birlikte ifade ettiği mânâ da; söylediğimiz gibi besmelenin bütün sûrelerden
ayrı başlıbaşına bir âyet olmasıdır ki, bu konuyla ilgili değişik "ahad
haber"lerden çıkan ortak hüküm de bu olur. O halde Fâtiha gibi, besmelenin
her namazda okunması vacip değildir. Fakat gerek namazda ve gerek namaz dışında
her Kur'ân okunuşunun ve her önemli işin başında okunması sünnettir. Bunun
için namazın her rekatında, kırâetin başında okuruz, ortasında okumayız. Ancak
Fâtiha'nın bir parçası olduğu anlaşılmasın diye kırâeti yüksek sesle okunan
namazlarda da onu gizli okuruz ve böyle okunmasında bütün hanefîler görüşbirliği
içindedirler. İşte böyle seçkin bir âyettir.
TAHLİL: Dış görünüşe
göre besmele dört kelimedir. Gerçekten ve itibari olarak yedi kelimedir. Çünkü
gerçekte nin " "si ile 'in tarif edatları da birer kelimedirler.
Hükmen de böyledir. Çünkü Arap dilinde tarif edatlarına hiçbir zaman başlı
başına bir kelime hükmü verilmemiş olduğu halde "bâ" hem kendisi
bir kelimedir, hem de hazf olunmuş (silinmiş) taalluk ettiği bir fiil ile
failini de bildiren üç kelime hükmündedir. Bundan dolayı ile den bileşik bir
kelimedir. Bunda kural gibi vasl hemzesi (kelimenin ortasında düşen elif)
ile yazılmaktı, fakat besmeleye özgü olarak bu hemze düşürülmüş olup söylendiği
gibi yazılır. Ve onun yerine "bi"nin başı uzatılır. Ta ilk asırlardan
beri besmelenin başını bir elif uzun yazmak bir hat kuralı olmuştur ki, bu
kural kûfî gibi sülüs ve nesih hatlarında da hat üstadlarının bildiği bir
husustur. Bunun nüktesi çok kullanılmasından dolayı hafifletmedir diyorlar.
Fakat bunda özellikle taalluk-ı visâl kuvvetini ifade etmek gibi manevi nükteler
de vardır. Bazı hadislerde rastlanan gibi imalar bundan açık olarak anlaşılıyor.
Bilindiği gibi, hakiki
her ilmin bir tek konusu vardır, Kur'ân'ın hikmet ilminin konusu ise Allah
ile kâinat ve özellikle insanlar ve insanların işleri arasındaki ilişki ve
bağlantıdır.
İşte bir ilahlık sıfatı
ve kulluk ilişkisi ile özetlenen ve önce Fâtiha'da, sonra bütün Kur'ân'da
tedrici olarak açıklanan bu ilişki tamamen besmeledeki nın mânâsıdır. daima
bir fiile veya fiile benzeyen bir kelimeye taalluk eden ve onu bir isme bağlayan
bir edat, bir cer edatıdır ki, asıl mânâsı yapıştırmaktır. Fakat bu yapıştırmanın;
karıştırma ve beraberlik, yardım dileme, pekiştirme için kullanma ve yemin
gibi birçok çeşitleri vardır ki, besmelede tefsirciler yalnız beraberlik veya
yardım dileme mânâlarından birini gösterirler. Bu bâ'nın bağlacı hazf olunmuştur
ki, o anda besmeleyle başlanacak olan fiil olacaktır. Başla, oku, başlıyorum,
okuyorum gibi.
:"İsim" aslında
sözlük anlamıyla bir şeyin zihinde doğmasını sağlayan işaret ve alâmet demektir.
Örfte tek başına anlaşılır bir mânâya delalet eden kelime diye tarif edilir
ki, o mânâya veya onun dışta veya zihinde gerçekleşen asıl şekline müsemmâ
denilir. Yaygın görüşe göre, ismin aslı "sümüv = yücelik" maddesidir.
"Vesm = damgalama"den olması da mümkündür. Fakat çoğulu "esma"
veya "esâmî" gelir ve bunlar tamamen dilimize mal olmuş kelimelerdir.
Sıfatlar da aslında ismin kısımlarındandır. Bunun için isimler özel isim veya
cins ismi veya umuma delalet eden isim diye kısımlara ayrıldığı gibi zat ismi
veya sıfat ismi diye de birbirinden ayrılır. Yüce Allah'ın Esmâ-i Hüsnâ'sında
bu farkın önemi vardır. İsim, aslında "ad" ve "nam" ile
eşanlamlı olmakla beraber dilimizde biz bunları ince farklarla kullanırız.
"Ben bu işi falan kimse namına yapıyorum." yerinde "falancanın
adına veya ismine yapıyorum" diyemiyoruz. Aynı şekilde "insan bir
isimdir" deriz de "bir addır, bir namdır" demeyiz. Öyle zaman
olur ki "o adamın adı" yerine "o zatın ismi" demeyi tercih
ederiz.
: "Allah"
gerçek ilâhın özel ismidir. Daha doğrusu zat ismi ve özel ismidir. Yani Kur'ân
bize bu en yüce ve en büyük zatı, eksiksiz sıfatları ve güzel isimleriyle
tanıtacak, bizim ve bütün kâinatın ona olan ilgi ve alâkamızı bildirecektir.
Bundan dolayı Allah diye adlandırılan en büyük ve en yüce zat kâinatın meydana
gelmesinde, devamında ve olgunlaşmasında bir ilk sebep olduğu gibi "Allah"
yüce ismi de ilim ve irfan dilimizde öyle özel ve yüce bir başlangıçtır. Yüce
Allah'ın varlığı ve birliği kabul ve tasdik edilmeden kâinat ve kâinattaki
düzeni hissetmek ve anlamak bir hayalden, bir seraptan ve aynı zamanda telafisi
imkansız olan bir acıdan ibaret kalacağı gibi "Allah" özel ismi
üzerinde birleştirilmeyen ve düzene konmayan ilimlerimiz, sanatlarımız, bütün
bilgiler ve eğitimimiz de iki ucu bir araya gelmeyen ve varlığımızı silip
süpüren, dağınık fikirlerden, anlamsız bir toz ve dumandan ibaret kalır. Bunun
içindir ki, bütün ilimler ve sanatlar küçük küçük birer konu etrafında bilgilerimizi
düzenleye düzenleye nihayet son düzenlemede bir yüksek ilim ile bizi bir birlik,
huzuruna yükseltmek için çalışır durur. Cisim konusunda madde ve kuvvet ile
hareket ve durgunluk oranında, birleştirilemeyen bir tabiat ilmi; uzaklık,
yer ve zamana göre, nicelik kavramında toplanmayan bir matematik ilmi; bilim
mefhumunda cisim ve ruh oranında toplanmayan bir psikoloji ilmi; dış dünya
ve zihine göre doğruluk mefhumunda toplanmayan bir mantık ilmi; iyilik ve
kötülüğe oranla güzellik ve çirkinlik mefhumunda toplanmayan bir ahlâk; nihayet
nedensellik oranında ve varlık mefhumunda toplanmayan bir hikmet ve felsefe
bulamayız. Varlık mânâsını düşündürtmeden, nedensellik oranının gerçek olduğunu
kabul ettirmeden bize en küçük bir gerçek bildirebilen hiçbir sanat yoktur.
Şu, şunun için vardır. İşte bütün ilimlerin çalıştığı gaye budur. Varlık,
gerçeklik, nedensellik ilişkileri, bütün ilim ve sanatlara hakim olan düşünme
ve doğru olduğunu kabul etmek prensipleridir. Nedensellik, sebebin müsebbebi
ile bağlantısı, orantısı ve kalıcılığı kanunu, asrımızda bütün ilimlere hakim
olan en büyük kanundur. Bunun için nedensellik alanında birleştirilemeyen
hiçbir ilim bulamayız. Bu oran ise, sebep denilen bir başlangıç ile müsebbeb
denilen bir sonuç arasındaki ilişkileri anlatır ve bütün kâinatın düzeni dediğimiz
şey de işte bu yegâne ilişkidir. Bundan dolayı biz sebep ve sonuç açısından
varlığı düşünüp doğrulamadan bu bağlantının tam olduğunu düşünemeyiz ve doğrulayamayız.
Sonra bu tasdikimiz de doğrudur diye zihnimiz ile gerçeğin uyum ve ilişkisini,
üzerine kurduğumuz hakkın hakikatına dayandırmazsak, bütün emek ve çabalamalarımızın,
bütün anlayışlarımızın, yalan, asılsız ve kuruntudan ibaret bir seraba dönüşeceğine
hükmederiz. Halbuki o zaman böyle hükmedebilmek de bir gerçeği itiraf etmektir.
Bundan dolayı insan doğruyu inkar ederken bile onun doğru olduğunu kabul mecburiyetinden
kurtulamaz. Mümkün olan gerçekler üstünde varlığı zaruri olan Hakk, gerek
ilmimizin, gerek varlığımızın ilk başlangıç noktası ve ilk sebebidir. Ve "Allah"
onun ismidir. İnsan üzerinde etkili olan ve insanı kendine çeken hiçbir şey
düşünülemez ki, arkasında Allah bulunmasın.
Yüce Allah varlığı
zaruri olan öyle bir zattır ki, gerek nesnel ve gerek öznel varlığımızın bütün
gidişatında varlığının zaruretini gösterir ve bizim ruhumuzun derinliklerinde
herşeyden önce Hakk'ın zatına ait kesin bir tasdikin var olduğu inkâr kabul
etmez bir gerçektir. Hatta bizim varlığımızda bu yüce gerçeğe basit ve öz
ve sınırsız bir ilişkimiz, bir manevi duygumuz vardır. Ve bütün ilimlerimizin
temeli olan bu gizli duygu; sınırlı duygularımızın, anlayışlarımızın, akıllarımızın,
fikirlerimizin hepsinden daha doğru, hepsinden daha kuvvetlidir. Çünkü onların
hepsini kuşatıyor. Ve onları kuşattığı halde O'nun zatı sınırlandırılamaz
ve bu âlem O'nun kudret ve kuvvetinin bir parıltısıdır. Durum böyle iken biz
birçok zaman olur ki, dalgınlıkla kendimizi ve varlığımızın geçirdiği zamanları
unuturuz. Ve çoğunlukla yaptığımız hataların, sapıklıkların kaynağı bu gaflet
ve dalgınlıktır. Böyle kendimizden ve anlayışımızın inceliklerinden dalgınlığa
düştüğümüz zamanlardır ki, biz bu gizli duygudan, bu ilk anlayıştan gaflete
düşeriz ve o zaman bunu bize aklımız yolu ile hatırlatacak ve bizi uyaracak
vasıtalara ve delillere ihtiyaç duyarız. Kâinat bize bu hatırlatmayı yapacak
Allah'ın âyetleri (işaretleri) ile doludur. Kur'ân, bize bu âyetleri, kısa
ve özlü sözlerle hatırlattığı ve bizi uyardığı için bir ismi de "ez-Zikr"dir.
Allah'ın hikmeti de bize buradan birçok mantıkî, akla uygun ve ruhî delilleri
özetleyiverir. Diğer taraftan biz o gizli duygunun diğer sınırlı ve belirgin
duygularımız gibi içimizde ve dışımızda ortaya çıkma ve kesintiye uğrama anlarıyla
sınırlı bir şekil kazanmasını ve bu şekilde varlıkların parçalarının gözle
görülen şeyler gibi anlayışımızın sınırına girecek bir şekilde açıklanmasını
arzu ederiz. Bu arzunun hikmeti, O'nun tecellisindeki süreklilikte duyulan
bir görme lezzetidir. Fakat bunda bilgisi ve kuvvetiyle herşeyi kuşatan Allah'ı,
yaratılmış varlıklara çevirmeye çalışmak gibi imkansız bir nokta vardır ki,
nefsin gururunu kıracak olan bu imkansız nokta birçok insanı olumsuz sonuçlara
ulaştırabilir. O zavallı gururlu nefis düşünemez ki, bütün kâinatın o ilk
başlangıç noktasına açık, anlaşılabilir, başı ve sonu belli olan bir sınır
çizmek, görünen eşyada olduğu gibi bir kesinti anına bağlıdır. Mümkün olmayan
böyle bir kesinti anında ve noktasında ise bütün his ve bütün varlık kökünden
kesilir ve yok olur. Öyle bir tükenme ise apaçık bir his ve anlayışa varmak
değil, yokluğa karışmaktır. Aklî delillere böyle bir gaye ile bakanlar ve
Allah'ın görünmeyen ve görünen bütün varlıkları kuşatan sonsuz tecellisi karşısında
nefislerinin gururunu kırmayarak şuhûd zevkinden mahrum kalanlar "Allah'ı
aradım da bulamadım." derken, sanat ve felsefe adına zarara uğradıklarını
ilan etmiş olurlar. Allah'ı sezmek için kalp ile doğru ve yanlışı birbirinden
ayıran gözü ve ikisi arasındaki farkı ve ilişkiyi belli bir oranda idrak edebilmelidir.
İşte "Allah"
yüce ismi, bütün duygularımızın, düşüncelerimizin ilk şartı olan öyle derin
ve bir tek gizli duygunun, görünen ve görünmeyen varlıkların birleştikleri
nokta olan bir parıltı halinde, hiçbir engel olmaksızın doğrudan doğruya gösterdiği
yüce Allah'ın zatına delalet eden, yalnızca O'na ait olan özel bir isimdir.
Yani bu isim önce zihindeki bir mânâ ve ikinci olarak o vasıta ile Allah'ın
zatının ismi ise özel bir isimdir. Zihindeki bir mânâ olmayarak yalnızca ve
bizzat belli zatın ismi ise bir özel isimdir. Birincisinde kelimeden anlaşılan
mânâya, mânâdan gerçeğe geçeriz ve ismi bu mânâ ile tanımlarız. Mesela Allah,
bütün sıfat-ı kemâliyyeye (eksiksizlik ve olgunluk vasıflarına) sahip bulunan,
varlığı zaruri olan zatın ismidir. Yahut hakkiyle tapılacak olan yüce zatın
ismidir, deriz. İkincide bizzat bulunan gerçeğe intikal ederiz. Bu şekilde
o gerçekten kendimizde hiçbir pay yoksa Allah isminden gerçekte yine kendisinden
başka birşey anlayamayız. Bize göre isim ile, isimlendirilen varlık aynıdır.
Fakat o gerçekten kendimizde herhangi bir tarz (üslub) ile bir pay bulabilirsek
isim ile kendisine isim verileni birbirinden ayırırız ve bu iki şekilde de
Allah'ı isbat etmeye ihtiyaç duymayacağız. Fakat bu isimden bir mânâ anladığımız
ve o mânâyı gerçekte bir mahiyete delalet için vasıta olarak kabul ettiğimiz
zaman o gerçekten bizzat bir payımız olmasa bile bu isimden birşey anlarız.
Fakat o şeyin varlığını isbat etmeye ihtiyaç duyarız. Bundan dolayı isim,
isbat etmeden önce konulmuş bulunursa o gerçeğin özel ismi olursa da alem
ismi olamaz. Fakat isbat edildikten sonra konmuş ise bizzat alem ismi olur.
Mesela anadan doğma körler için "ülker" ismi ancak bir özel isim
olabilir, görenler için ise bir alem ismidir. Normal dilde özel isim ile alem
isminin farkı aranmazsa da ilim dilinde bunlar arasında fark vardır. İşte
bu sebeplerden dolayı yüce Allah için zat ismi ve alem ismi mümkün müdür,
değil midir? diye bilginler arasında derin bir tartışma vardır. Fazla uzatmamak
için şu kadar söyleyelim ki, üç tecelli algılanır. Zatın tecellisi, sıfatın
tecellisi, eserlerinin tecellisi. İsimlerinin tecellisi de bunlardan biri
ile ilgilidir. Zat isminin, zatın tecellisini ifade eden bir isim olması gerekir,
çünkü sıfat tecellisini ifade eden isimlere sıfat isimleri, eserlerin tecellisini
ifade eden isimlere fiil isimleri denilir. Zat, sıfat ve eserleri ile de vasıta
ile tecelli ettiği gibi bizzat tecelli etmesi de bizce mümkündür. En azından
kendine tecellisi mümkündür ve alem olan zat ismine bu da yeterlidir. Ve biz
bunu bütün isimlerde esas olarak bildiğimiz için Allah'ın isimleri tevkîfîdir
yani Cenâb-ı Hakk'ın vahiy yoluyla bize bildirmiş olduklarından ibarettir,
diyoruz. Bundan dolayı zat isminin mefhumu olan bir özel isim veya mefhumu
olmayan bir şahıs ismi olması aslında mümkündür ve bizim için yeterlidir.
Şu kadar var ki; biz
kendimize zatın tecellisi meydana gelmeden alem ismini koyamayız. Nitekim,
yeni doğan çocuğa, onu görmeden koyduğumuz isim, henüz bir özel isimdir ve
bu durumda duyduğumuz alem isminden de yalnız bir ismin tecellisini anlarız
ve o zaman isim ile kendisine isim konulan varlık birleşir. Fakat bunu sıfat
isimleri ve fiil isimleri ile yorumlaya yorumlaya nihayet eserlerin tecellisine
ve ondan sıfatın tecellisine ve ondan zatın tecellisine ereriz. Her söz başlangıçta
bir ismin tecellisini anlatır, Kur'ân da bize yüce Allah'ı önce isminin tecellisi
ile anlatıyor: v.d. Bundan dolayı Kur'ân'a başlarken doğrusu hiçbir düşünce
ile meşgul olmayarak önce Allah'ın ismini bir zat ismi (özel isim) olarak
alacağız. Râhman ve Rahim vasıflarını da bu ismi kısaca yorumlayarak bu iki
vasıfla ona bir genişlik kazandırıp mânâsını zikredeceğiz ki, bu mânânın kısacası,
en mükemmel ve katmerli bir rahmetin alanı ve yayılma noktasının başlangıcı
olacaktır. Sonra yavaş yavaş bu isimler ile bu mânâyı açıklayarak ortaya çıkaracağız
ve o zaman yerlere, göklere sığmayan Allah'ın zat isminin kalbimizde yaratılıştan
saklı olan tecellilerini görmeye başlayacağız. İsimlerin tecellisinden eserlerin
tecellisine geçeceğiz, kâinatı dolaşacağız, eserlerin tecellisinden sıfatların
tecellisine ereceğiz, görünmeyenden görünene geçeceğiz. Görünen alemle ilgili
zevkimiz arttıkça artacak, o vakit zatın tecellisi için sevgi ve neşe ile
çırpınacağız, bütün zevkler, lezzetler, bütün ümitler, bir noktada toplanacak;
bazen gözyaşlarını döküp yüreklerimizi ezen günah yükünü yıkacağız, bazen
vuslat rüzgarı esecek, mutluluk ve hoşnutluk ile kendimizden geçeceğiz. Nihayet
"Ey huzura eren nefis! Razı olmuş ve kendisinden razı olunmuş olarak
Rabbine dön! (Benim sevgili kullarım arasına sen de gir ve cennetime gir!)"
(Fecr, 89/27-30) daveti gelecek, yüce Allah'ın ziyafetinde sonsuza dek O'nun
cemalini seyretmeye dalıp kalacağız. "O gün bazı yüzler ışıl ışıl parlar,
Rabbine bakar." (Kıyamet, 75/22-23).
"Allah" zat
ismini, özel isim olarak düşünebilmek için, Allah'ın selbî ve subutî bütün
zat sıfatları ile fiilî sıfatlarını bir arada tasavvur etmek, sonra da hepsini
bir bütün olarak topluca ele almak ve öyle ifade etmek gerekir. Bundan dolayı
bu da şu şekilde ifade edilmiştir: "O zat-ı vâcibü'l-vücûd ki, bütün
kemâl sıfatlarını kendisine toplamıştır." Sadece "zat-ı vacibu'l-vücûd"
demek de yeterlidir. Çünkü bütün kemal sıfatlarını kendisinde toplamış olmak,
varlığı zaruri demek olan "vacibu'l-vücûd"un bir açıklamasından,
niteliğinin belirlenmesinden ibarettir.
Bunun bir özeti de
"Hakkıyla mabud = Hakiki ilâh, gerçek Tanrı" mânâsıdır. Arapça'da
bu mânâ belli ve bilinen tanrı demek olan "el-İlâh" özel ismi ile
özetlenmiştir. "Hâlik-ı âlem = Kâinatın yaratıcısı" veya "Hâlik-ı
Küll = Herşeyin yaratıcısı" mânâsı ile de yetinilebilir. Bunları yüce
Allah'ın isim ile veya sözle tanımlanması olarak alabiliriz. Biz her durumda
şunu itiraf ederiz ki, bizim "Allah" yüce isminden duyduğumuz (anladığımız)
bir mânâ, bu mânâların hepsinden daha açık ve daha mükemmeldir. Bundan dolayı
bu özel ismin, bir alem isim olması kalbimize daha yakındır. Gerek özel ismi,
gerek şahıs ismi olan "Allah" yüce ismi ile Allah'tan başka hiçbir
ilâh anılmamıştır. "Sen O'nun bir adaşı olduğunu biliyor musun?"
(Meryem, 19/65) âyetinde de görüldüğü gibi, onun adaşı yoktur. Bundan dolayı
Allah isminin ikili ve çoğulu da yoktur. O halde ancak isimlerinin birden
çok olması caizdir. Hatta özel ismi bile birden çok olabilir ve değişik dillerde
yüce Allah'ın ayrı ayrı özel isminin bulunması mümkündür. Ve İslam'a göre
caizdir. Bununla beraber, meşhur dillerde buna eşanlamlı bir isim bilmiyoruz.
Mesela Tanrı, Hudâ (Farsça) isimleri "Allah" gibi birer özel isim
değildir. İlâh, Rab, Mabud gibi genel anlam ifade eden isimlerdir. Hudâ, Rab
demek olmayıp da "Hud'ay" kelimesinin kısaltılmışı ve "vâcibu'l-vücûd
= mutlak var olan" demek olsa yine özel isim değildir. Arapça'da "ilâh"ın
çoğulunda (âlihe); "rabb"in çoğulunda (erbâb) denildiği gibi Farsça'da
"hudâ"nın çoğulunda "hudâyân" ve dilimizde tanrılar, ma'bûdlar,
ilâhlar, rablar denilir. Çünkü bunlar hem gerçek, hem de gerçek olmayan ilâhlar
için kullanılır. Halbuki "Allahlar" denilmemiştir ve denemez. Böyle
bir kelime işitirsek, söyleyenin cahil olduğuna veya gafil olduğuna yorarız.
Son yıllarda edebiyatımızda saygı maksadıyla özel isimlerden çoğul yapıldığı
ve örneğin "Ebussuudlar, İbni Kemaller" denildiği bir gerçek ise
de; Allah'ın birliğine delalet eden "Allah" yüce isminde böyle bir
ifade saygı maksadına aykırı olduğundan dolayı hem gerçeğe, hem de edebe aykırı
sayılır. Bu yüceliği ancak yüce Allah, (biz) diye gösterir. Halbuki Tanrı
adı böyle değildir, mabud ve ilâh gibidir. Hak olmayan mabudlara da "Tanrı"
denilir. Fakat bu bir cins ismidir. Allah'a şirk koşanlar birçok tanrılara
taparlardı. Falancaların tanrıları şöyle, falancalarınki şöyledir denilir.
Demek ki "Tanrı" cins ismi "Allah" özel isminin eş anlamlısı
değildir, daha genel anlamlıdır. Bundan dolayı "Allah ismi" "Tanrı
adı" ile terceme olunamaz. Bunun içindir ki, Süleyman Çelebi Mevlidine
"Allah" adıyla başlamış, "Tanrı adı" dememiştir ve o bahrin
sonunda "Birdir Allah, andan artık tanrı yok." diyerek tanrı kelimesini
ilâh karşılığında kullanmıştır. Bu açıklamanın tamamlanması için bir kelime
daha söylemeye ihtiyaç duyuyoruz. Fransızca "diyö" kelimesi de ilâh,
tanrı kelimeleri gibi bir cins ismidir, onun da çoğulu yapılır, onu özel isim
gibi büyük harf ile göstererek kullanmak gerçeği değiştirmez. Bunun için Fransızlar
tevhid kelimesini terceme edememişler, monoton tercemesinde "Diyöden
başka diyö yok." diyorlar ki "İlâhtan başka ilâh yok." demiş
oluyorlar; meâlen tercemesinde de "Yalnız diyö, diyödür." yani "yalnız
ilâh ilâhtır." diyorlar. Görülüyor ki, hem ilâh, hem Allah yerinde "diyö"
demişler ve Allah ismi ile ilâh ismini birbirinden ayıramamışlardır; ve ikisini
de özel isim gibi yazmalarına rağmen "diyö" ancak "ilâh"
kelimesinin tercemesi olmuştur. Bu ise ilk bakışta laf kalabalığı ve anlamsız
bir söz gibi görünmekte, aynı kelimeleri önce olumsuz yapmak sonra olumlu
kılmak, görünürde bir çelişki örneği arzetmektedir. "Diyöden başka diyö
yok, yalnız diyö diyödür." demek görünürde ya bir haşiv (boş söz) veya
çelişkidir. Halbuki diyen öyle demiyor; "Allah'tan başka Tanrı yoktur."
diyor ve asla içinde çelişki ve tutarsızlık olmayan açık bir tevhid (birleme)
söylüyor. Bundan başka Fransızca'da "diyö"nun özel isim olabilmesi
Allah'ın, Hz. İsa'nın şahsında cesed ve şahıs şekline girme düşüncesine dayanır.
Bu noktalardan gafil olanlar "diyö" kelimesini Allah diye terceme
ediyor ve hatta "Allah" dediği zaman bu terceme diliyle "diyö"yu
söylüyor.
Tefsirciler, "
" özel isminin dil tarihi açısından incelemesine çalışmışlar ve dinler
tarihi meraklıları da bununla uğraşmışlardır. Bu araştırmada başlıca gayeler
şunlardır: Bu kelime aslında Arapça mı? Değil mi? Başka bir dilden mi alınmıştır?
Üzerinde düşünülmeden söylenmiş bir söz mü? Türemiş mi, türememiş bir kelime
mi? Tarihi nedir? Bunlara kısaca işaret edelim:
İşin başında şunu itiraf
etmek gerekir ki bilgimiz, gerçekten ibadete layık olan Allah'ın zatını kuşatmadığı
gibi özel ismine karşı da aynı şekilde eksiktir. Ve Arapça'da kullanma açısından
" " (Allah) yüce ismine benzeyen hiçbir kelime yoktur ve bunun aslını
göstermek imkansızdır. Dil açısından buna delalet eden bazı hususları da biliyoruz.
Önce Hz. Muhammed (s.a.v.)'in
peygamberliği asrında bütün Araplar'ın bu özel ismi tanıdığı bilinmektedir.
Kur'ân-ı Kerim de bize bunu anlatıyor: "Andolsun onlara: 'Gökleri ve
yeri kim yarattı?' diye sorsan, elbette 'Allah' derler." (Zümer, 39/38),
Bundan dolayı şimdi bizde olduğu gibi o zamanda bu ismin, Arap dilinin tam
bir malı olduğundan şüphe yoktur. Sonra bunun Hz. İsmail zamanından beri geçerli
olduğu da bilinmektedir. Bu itibarla da Arapça olduğu şüphesizdir. Halbuki
Kur'ân'dan, bu yüce ismin daha önce varolduğu da anlaşılıyor. Bundan dolayı
Hz. İbrahim'den itibaren İbrânice veya Süryânice gibi diğer bir dilden Arapça'ya
geçmiş olduğu üzerinde düşünülüyor ve bu dillerden Arapça'ya geçtiği görüşünü
ileri sürenler oluyor. Fakat Âd ve Semud hikayelerinde ve daha önce yaşamış
olan peygamberlerin dillerinde de yalnız anlamının değil, bizzat bu özel ismin
de dönüp dolaştığını anlıyoruz ve İbrânî veya Süryanî dillerinin de mutlak
surette Arapça'dan önce olduğunu da bilmiyoruz. Bunun için kelimenin Arapça'da
daha önce kökten ve katıksız Arap olan ilk devir Araplarına kadar varan bir
tarihi bulunduğu açıktır. Bundan dolayı "İsrail, Cebrail, Mikail"
kelimeleri gibi İbrânice'den Arapça'ya geçmiş yabancı bir kelime olduğunu
zannetmek için bir delil yoktur.
İkincisi; Arap dilinin
aslında, Arapça olmayan bazı yabancı kelimeler hakkında dikkatli olmayı gerektiren
birtakım özel incelikler vardır ki, bunlarla bir kelimenin aslını incelemek
mümkün olur.
Bu açıdan bakılınca
" " (Allah) yüce isminin, o dilde benzeri olmayan bir kullanılış
şeklinin bulunduğunu görürüz. Bir görüşe göre, başındaki "el" en-Necm,
el-ayyuk v.s. gibi kelimeden ayrılması caiz olmayacak şekilde kelimeden ayrılmayan
bir belirleme edatı gibidir. Hemzesi, sözün başında bulunduğu durumda üstündü,
sözün ortasında başka bir kelime ile birleştiği zaman "Vallah, Billah,
İsmüllah, Kâlellah" v.s. gibi yerlerde söylenişte veya hem telaffuzda
hem yazıda hazf olunur (düşürülür). Diğer bir görüşe göre de "el"
belirleme edatı değildir. Çünkü birine çağırma halinde "" diye hemze
sabit kalabiliyor ve bir de "Yâ eyyühe'l-kerim" gibi çağırma edatı
ile çağırılan isim arasında gibi ayıran bir kelime eklemeye gerek kalmıyor.
Halbuki "el" belirleme edatı olsaydı böyle olmayacaktı.
Eğer "el"
belirleme edatı ise kelime herhalde başka birşeyden nakledilmiştir ve yüce
Allah'a isim olarak verilmesi ikinci bir kök sayesinde mümkündür. Fakat bunun
başlangıçta Arap dilinde diğer bir isimden veya sıfattan alınmış olması mümkündür
ve aslolan budur. Belirleme edatı "el" kalkınca da "lâh"
kalır. Gerçekten Arapça'da "lâh" ismi vardır. Ve Basralı alimlerin
büyük bir kısmı bundan nakledildiğini söylemişler. "Lâh" gizlenme
ve yükselme mânâsına fiilinin masdarı olduğu gibi bundan "ilâh"
anlamına da bir isimdir ve bundan "lâhüm", "lâhümme" denilir.
Bir Arap şairi: "Ebu Rebâh'ın bir yemini gibi, Allah'ım onu büyükler
işitir." demiş. Aynı şekilde Peygamber Efendimiz'in dedesi Abdülmuttalib
Fil vak'asında Kâbe kapısının halkasına yapışarak; "Ey Allah'ım! Kul
kendi evini korur, Sen de evini koru! onların haçı ve hilesi düşman olarak
senin tedbirine galip gelmesin!" diye Allah'a yalvarmıştı. (Bkz. Fîl
Sûresi Tefsiri) .
Şu halde "lâh"
isminin başına "el" getirilerek "Allah" denilmiş ve özel
isim yapılmış demektir. Bazıları ise daha ileri giderek Arapça "lâh"
isminin Süryânice olduğu söylenen "lâha" isminden Arapça'laştırılmış
olduğunu zannetmişlerdir. Çünkü Belhli Ebu Yezid "lâh" Arapça olmayan
bir kelimedir demiştir. Çünkü, Yahudiler ve Hristiyanlar "lâha"
derler. Araplar bu sözcüğü alıp değiştirerek "Allah" demişler, bunun
gibi "lâhüm" ile ilgili olarak İbrânice'de "elûhim" vardır.
Fakat tarih açısından Arapça'daki "lâh" mı öncedir, yoksa Süryanice'deki
"lâha" mı öncedir? Bunu tesbit etmek mümkün olmadığı gibi iki dil
arasında böyle bir kelimede ilişkinin bulunması, birinin diğerinden nakledildiğine
mutlak surette delil olamaz. Eğer arka arkaya gelme yoksa her ikisinin daha
önce bulunan bir ana dilden yayıldığını kabul etmek daha uygun olur. Ve bunu
destekleyen delil de vardır. Çünkü Allah kelimesinin Arapça'daki kullanılışında
hiçbir yabancı dil kokusu yoktur. Sonra "lâh, lâhüm" her ne kadar
Arapça dışındaki bir dilden nakledilmiş olsalar bile "Allah" "el"
takısı "lâh" ile birleştirilerek ondan alınmış olsaydı onun hemzesinin
nida (çağırma) halinde yerinde kalmasına dilin kuralı müsaade etmezdi. Bunun
içindir ki, birçok dil bilgini ve bunların içinde Kufeliler, Allah kelimesinin
"lâh"dan değil, "ilâh" cins ismi ile eş anlamlı olan "el-ilâh"dan
nakledilmiş olduğunu söylemişlerdir. Bu şekilde ilâhın hemzesi hazf edilmiş
ve "el" belirleme edatının hemzesi onun yerine konmuş ve belirleme
lâmı da "en-Necmü, Es-Sa'ku" gibi kelimenin ayrılmaz bir parçası
olmuştur. Bundan dolayı, aslına göre başındaki hemze, cümle içinde hazf ve
başka bir harf yerinde kullanıldığına işaret edilerek de nida (çağırma) halinde
düşmemiştir. "İlâh" kelimesi de aslında ilâhet, ulûhet, ulûhiyet
gibi ibadet mânâsı ile veyahut serbest olma mânâsı ile veyahut kalbin huzura
ermesi ve rahat olması mânâsı ile veyahut korku mânâsı ile ilgili olarak "me'luh"
yani kendisine ibadet edilen, yahut akılların hayret ettiği, yahut kalplere
rahatlık ve iç huzuru veren yahut sıkıntıdan, korkudan kurtaran demek olur
ki, "mabud" (kendisine tapılan)'da bu mânâların hepsi var gibidir.
"Allah" da ise gerçekten bu mânâların hepsi vardır. Zemahşerî, Kâdı
Beydâvî gibi birçok büyük araştırmacı bu incelemeyi kabul etmişlerdir. Buna
göre "lâh" kelimesinin de aslı "ilâh"dır. (nâs) ve (ünâs)
kelimeleri gibi. Gerçekten çoğulunda hep "âlihe" deniliyor ki, Arap
dilinde masdar ve küçültme ismi gibi, çoğullar da kelimenin aslını gösteren
delillerdendir
Özetle dilde bu iki
incelemeye göre Allah'ın ismi büyük türeme ile türeyen bir Arapça isimden
nakledilmiş ve onun asıl mânâsını ihtiva etmiştir. Hem de aslı ve kendisi
Arapça'dır. Bu arada bazılarının zannına göre aslı Arapça değil, fakat Arapça'ya
nakledildikten sonra sırf Arapça'dır.
Nahiv âlimi tefsirci
Endülüslü Ebu Hayyan diyor ki: Bilginlerin çoğuna göre; " " yüce
ismi hemen söylenmiş bir sözdür ve türememiştir. Yani ilk kullanıldığında
yüce Allah'ın özel ismidir . İmam Fahreddin Râzî de "Bizim seçtiğimiz
görüş şudur: Allah kelimesi yüce Allah'ın özel ismidir ve aslında başka bir
kelimeden türememiştir. İmam Halil b. Ahmed ve Sibeveyh, usul alimleri ve
İslam hukukçularının hepsi bu görüştedirler." diyor. Gerçekten çağırma
kipinde Allah kelimesinin başındaki hemzenin düşmeyişi ve araya bir şey girmeden
çağırma edatı ile birleşmesi bu hemzenin, kelimenin aslından olduğunun bir
delilidir. Bundan dolayı "el" belirleme edatı değildir. Ancak kullanmayı
kolaylaştırmak için çoğunlukla bu edat gibi kullanılmıştır ve Allah kelimesinin
sonuna tenvin getirilmemiştir. Gerçi hemzenin hazf edilmesi, kelimede kalmasından
daha çoktur ve daha fazladır. Fakat " = yâ" ile " = el"
belirleme edatları bir araya gelmedikleri ve bundan dolayı "yennecmü"
v.s. denilemeyip (Yâ eyyühennecmü), yâ hâze'l-Harisü, yâ eyyühennâsü gibi
araya veya gibi kelimeler konduğu halde (yâ Allah) diye hemzenin yerinde kalması
ile yetinilmesi ve sonra bu kelimenin Allah'tan başka hiç kimse için asla
kullanılmamış bulunmasından dolayı "en-Necmü, en-nâsü ve'l-ünâsü"
cinsinden olmadığını gösterdiğinden kelime ve mânâ itibariyle bu özelliğin
tercih edilmesi gerekmiştir.
Özetle " "
ismi türemiş veya başka bir dilden Arapça'ya nakledilmiş değildir. Başlangıçtan
itibaren özel bir isim olarak kullanılmıştır. Ve yüce Allah'ın zatı bütün
isimler ve vasıflardan önce bulunduğu gibi " " ismi de öyledir.
Allah ismi ulûhiyyet (ilâhlık) vasfından değil, ilâhlık ve mabudiyet (tapılmaya
layık olma) vasfı ondan alınmıştır. Allah, ibadet edilen zat olduğu için Allah
değil, Allah olduğu için kendisine ibadet edilir. Onun "Allah"lığı
tapılmaya ve kulluk edilmeye layık olması kendiliğindendir. İnsan puta tapar,
ateşe tapar, güneşe tapar, kahramanlara, zorbalara veya bazı sevdiği şeylere
tapar, taptığı zaman onlar ilâh, mabud (kendisine tapılan) olurlar, daha sonra
bunlardan cayar, tanımaz olur, o zaman onlar da iğreti alınmış mabudiyet ve
tanrılık özelliklerini kaybederler. Halbuki insanlar, ister Allah'ı mabud
tanısın, ister mabud tanımasınlar, O bizzat mabuddur. O'na herşey ibadet ve
kulluk borçludur. Hatta O'nu inkar edenler bile bilmeyerek olsa dahi ona kulluk
etmek zorundadırlar. Araştırma mantığına göre iddia edilebilir ki, özel isimler
kısmen olsun cins isimlerinden önce konulur. Daha sonra bir veya birkaç niteliğin
ifade ettiği benzeme yönü ile cins isimleri oluşur. Bundan dolayı her özel
ismin bir cins isminden veya nitelikten alınmış olduğu iddiası geçersiz sayılır.
Üçüncüsü: Denilebilir
ki, yukarıda açıklanan kullanma tarzından, " " yüce isminin Arap
dilindeki özelliği ve bundan dolayı bir özel isim olduğu anlaşılıyor. Fakat
böyle olması diğer bir dilden alınmış olmasına neden engel sayılsın? Allah'ın
isimlerinin birden çok olmasının caiz olduğu da önce geçmişti. Gerçekten deniliyor
ki İbranice'de "iyl" Allah demektir. Çünkü Kâdı Beydâvî ve diğer
tefsircilerde bile "İsrail" Allah'ın seçkin kulu veya Abdullah mânâsına
tefsir edilmiştir ki, hemzenin hazf edilmesi ile "isrâl" ve yâ'ya
çevirilmesi ile "İsrayil" şeklinde de okunur. Diğer taraftan Süryanice'de
"lâha", Arapça'da "lâh" da varmış. Bundan dolayı Arapça'da
bu iki ismin birleştirilmesi ile "illah" terkibinden "Allah"
özel ismi vazedilmiş olduğu hatıra gelir ki; "Allah" ilâh meâlini
hatırlatır ve "ilâhü'l-âlihe" (ilâhların) mabudların Allah'ı mânâsını
ifade eder.
Fakat böyle bir mantık
ilişkisi, gerçeğin böyle olduğuna delalet etmez. Böyle olsaydı mutlaka dil
bunu bize bildirirdi. Çünkü her şeyden önce kelimenin ucme ve özel isim olmasından
dolayı gayri munsarif ve belki mebni olarak kullanılması gerekirdi. Çünkü
Ba'lebek, İsrail, Cebrail, İbrahim, İsmail ve benzeri özel isimlerin hepsi
gayri munsarifdirler. Halbuki " " ismi mureb ve munsariftir. İkincisi,
hemzenin hazf edilmesi durumuna uygun ise de hemzenin sabit kalması durumuna
uygun değildir. Çünkü Arapça'da "il" hemzenin kesri ile okuna geldiği
halde "Allah"da hemze üstün ile okunur. Ve doğrusu "îl"
"ilah" mânâsınadır. Çünkü " = ili" diye müzaf (tamlanan)
oluyor. Sonra îl, Allah demek ise ve ondan alınmış olsaydı "il lâh"
diye bir terkip düşünmeğe ne ihtiyaç kalırdı? Kısacası, Allah isminin diğer
bir dilden alınmış veya türemiş olduğunu bu şartlar altında belirlemek mümkün
değildir. Ve bu yüce isim, lisan açısından da adının sahibi gibi, bir ezeliyet
perdesi içindedir. Ve bütün bunlardan en basit bir mânâ edinmek için söylenecek
söz, hayret ve büyüklüktür. Allahu ekber!
: "er-Rahmân";
Bu da yüce Allah'a mahsus bir isimdir. Bunun özel bir mânâsı vardır. Fakat
zat ismi değil, sıfat ismidir. Hem vasıflanarak hem vasıflanmadan kullanılır.
Bundan dolayı katıksız isim ile katıksız sıfat arasında bir kelimedir. Bunun
için cer edatı ile geçişli olmaz, fiil gibi amel yapmaz. "Buna rahmandır."
denilmez. Fakat izafetle (tamlama ile) "Dünya Rahmânı" gibi amel
eder. Böyle olması bu kelimenin fiil sıfatı değil, zat sıfatı olduğunu gösterir.
Ve böyle sıfatlara sıfat-ı galibe (üstün sıfat) ismi verilir. Aslında içerdiği
niteliğe sahip olan her şahsı nitelemek uygun olduğu halde o sıfatla seçkin
olan özel bir kişi için kullanılması çokça görüldüğünden yalnız onun sıfatı
olarak kullanılmış demektir. Üstünlük bir derece daha kuvvet bulunca isim
olarak da kullanılır ki, Rahmân böyledir. Ve bu üstün gelme ya gerçekten veya
varsayım şeklinde olur. Eğer önce genel olarak kullanılmışsa ve daha sonra
bir şeye tahsis edilmesi gerekmişse "gerçek anlamıyla"; eğer önce
genel olarak kullanılması bizzat meydana gelmemiş de dil ile ilgili bir kural
gereğince ise "varsayım anlamıyla" denilir.
er-Rahmân) ismi de
varsayım tarafı ağır basan ve yalnızca Allah için kullanılan bir özel isimdir.
Çünkü dil açısından (rahm) ve (rahmet)ten türemiş ve sürekli ve pek fazla
acıma mânâsına gelen bir sıfat-ı müşebbehe kipidir ki çok merhametli, çok
rahmet sahibi mânâsına bir sıfattır. Böyle olunca da bu sıfat kimde bulunursa
ona (er-Rahmân) demenin kıyas yoluyla mümkün olması lazım gelir. Halbuki hiç
böyle kullanılmamış, rahmeti sonsuz, ezelî ve gerçek anlamda nimet veren bir
mânâya tahsis edilmiş olduğundan dolayı başlangıçtan itibaren yüce Allah'tan
başkasına Rahmân denilmemiştir. Ancak yalancı peygamber Müseylimetü'l-Kezzâb'a
bir defa haddini aşan yağcı bir şair lâmsız olarak "Sen rahmân olmaya
devam ediyorsun." tabirini kullanmış ve buna rağmen (er-Rahmân) dememiştir.
Böyle olduğu halde İslâm dini açısından değil, dil açısından bile bu şairin
hata ettiği belirtilmiştir. Din açısından ise şairin yanlış bir ifade kullandığı
haydi haydi sabittir. Öyle ise mutlak surette "Rahmân" yüce Allah'a
ait bir sıfat ismidir. Bundan dolayı aslında sıfat olması itibariyle çok rahmet
sahibi, pek merhametli, çok merhametli, gayet merhametli veya sonsuz rahmet
sahibi diye tefsir edilebilse de özelliğinden, isim olmasından dolayı tercemesi
mümkün olmaz. Çünkü özel isim terceme edilmez. Özel isimlerin terceme edilmesi
onların değiştirilmesi demektir ve dilimizde böyle bir isim yoktur. Bazılarının
Rahmân'ı "esirgeyici" diye terceme ettiklerini görüyoruz. Halbuki
"esirgemek" aslında kıskanmak, yazık etmek mânâsınadır. "Benden
onu esirgedin." denilir. Sonra kıskanılanın korunması, saklanması tabiî
olduğundan esirgemek, onun gereği olan korumak mânâsına da kullanılır. "Beni
esirgemiyorsun." deriz ki, "Beni korumuyorsun." demektir. Fakat
"Bana merhamet etmiyorsun." gibi, "bana esirgemiyorsun"
denilmez. Bundan dolayı esirgeyici aslında "kıskanç" demek olacağından
Rahmân'ın gelişigüzel bir tefsiri de olmamış olur. Elemlenmek, acı duymak
demek olan acımaktan "acıyıcı" da tatsız ve kusurludur, kuru bir
acımak merhamet değildir. Merhamet, acı felaketini ortadan kaldırmak ve onun
yerine sevinç ve iyiliği koymaya yönelik olan bir iyilik duygusudur ki dilimizde
tamamen bilinen bir kelimedir. Biz merhametli sıfatından anladığımız tatlı
mânâyı öbürlerinden tam olarak anlayamayız ve hele pek merhametli yerinde
"acıyıcı, esirgeyici" demeyiz. Bunun için eskilerimiz burada "yarlığamak"
fiilinden "yarlığayıcı" sıfatını kullanırlardı. "Rabbim rahmeti
ile yarlığasın", "rahmetinle yarlığa ya Rabbi!", "Rahmetinle
yarlığa kıl ya gani (zengin)" gibi ki, bu kelimeyi hafifleterek "yarlamak"
ve "yarlayıcı" denildiği de olmuştur. Ve aslında "yar (dost)
muamelesi yapmak" demektir ki, merhametin sonucudur. Fakat "yarlığayıcı"
da isim değil sıfattır. Özetle Rahmân "pek merhametli" diye noksan
bir şekilde tefsir olunabilirse de terceme olunamaz. Çünkü "pek merhametli",
ne yalnız Allah için kullanılan bir sıfattır, ne özel isimdir, "Rahim"
demek de olabilir. Sonra yüce Allah'ın rahmeti, merhameti; bir kalb duygusu,
psikolojik bir meyil mânâsına gelen bir iyilik duygusu değildir. Fâtiha sûresi
tefsirinde açıklanacağı üzere iyiliği kasdetmek veya sonsuz nimet verme mânâsınadır.
Dilimizde de rahmet bu mânâ ile bilinir, fakat bu ilgiden dolayı "Rahmân"
ismini "Vehhâb = çok bağışlayan" ismi ile karıştırmak da uygun olmaz.
Vehhâb, Rahmân gibi özel isim değildir. Bundan dolayı Rahmân, Vehhâb veya
Afüvv (çok affeden) mânâlarına gelen "bağışlayıcı" sıfatı ile de
terceme edilemez. Bu ismi ezberleriz ve tercemesi ile değil, tefsiri ile rahmet
mânâsından anlamağa çalışırız.
: "er-Rahîm"
de sıfat-ı müşebbehe veya mübalağa ile ism-i fâil olarak ikinci bir sıfattır.
İki sıfatın farkının daha açık olması için burada ikincisi daha uygundur ki
"çok merhamet edici" demek olur. Bu da yüce Allah'ın sıfatlarından
biridir. Fakat yalnız sıfat olarak kullanılır, mevsufsuz (nitelenen olmadan)
tek başına kullanılmaz. Bundan dolayı Rahmân gibi sıfât-ı gâlibe (genellikle
sıfat olarak kullanılan kelime) ve özel isim olmayıp Allah'dan başkası için
de kullanılabilir ve fiil amelini yapar. Başındaki belirleme edatı da bilinen
zat içindir. Şu halde sıfat terkibindeki kelimelerin ilki yalnız isimdir,
ikincisi hem isim, hem sıfat, üçüncüsü yalnız sıfattır. Üç kelimeden oluşan
sıfat, özel isimden umumî mânâya doğru açılmıştır. Ve bu iki sıfat, "Allah"
zat ismine kalbimizde anlam kazandırmıştır. Bunlar, Allah'ı görmenin ilk cemâl
tecellileridir.
Görüyoruz ki; (Rahmân,
Rahîm) ikisi de rahmet masdarından mübalağa (pek çokluk) ifade eden birer
sıfat olmakla beraber aralarında önemli farklar vardır. Bu farkları göstermek
için müfessirler epeyce açıklamada bulunmuşlardır. Biz şu kadarıyla yetineceğiz:
Yüce Allah'ın Rahmân oluşu, ezele (başlangıcı olmayışa), Rahim oluşu ise lâ
yezale (ölümsüzlüğe) göredir. Bundan dolayı yaratıklar, yüce Allah'ın Rahmân
olmasıyla başlangıçtaki rahmetinden, Rahim olmasıyla da sonuçta meydana gelecek
merhametinden doğan nimetler içinde büyürler ve ondan faydalanırlar. Bu noktaya
işaret etmek için dünyanın Rahmân'ı, ahiretin Rahîm'i denilmiştir. Aslında
yüce Allah, dünyanın da, ahiretin de hem Rahmân'ı, hem de Rahîm'idir. Ve bu
tabir de eski âlimlerden nakledilmiştir. Fakat her ikisinde öncelik itibariyle
Rahman, sonralık itibariyle Rahim olduğuna işaret etmek için dünya Rahmân'ı
ve ahiret Rahîmi denilmiştir ki, "hem müminlerin, hem kâfirlerin Rahmân'ı,
fakat yalnız müminlerin Rahîm'i" denilmesi de bundan ileri gelmektedir.
"Allah müminlere karşı çok bağışlayıcı, çok merhametlidir." (Ahzâb,
33/43).
Bu hususu biraz açıklayalım:
Rahmân, yüce Allah'ın bir özel ismi olduğundan dolayı ezeli ve ölümsüzlüğü
içine alır. Bundan dolayı, bu cins rahmet, merhamet ve nimet vermenin kullardan
ortaya çıkması düşünülemez. Rahim ise yalnız Allah'a ait olmadığından sonsuzluğu
gerektirmez. Ve bundan dolayı böyle bir merhametin ve nimet vermenin kullar
tarafından da yapılması düşünülebilir. Demek Rahmân'ın rahmeti bir şarta bağlı
değil iken, Rahîm'in rahmeti şarta bağlıdır, şarta bağlı olarak gerçekleşir.
Rahmân olmanın Allah'a
mahsus olması ve ondan başkasına ait bir özelliği ilgilendirmemesi ve ancak
izafet ile amel etmesi, bütün âlemlerde bir şeyi şart koşmadan genel bir mânâ
ifade eder. Yüce Allah Rahmân olduğu için ezelî rahmeti umumîdir. Her şeyin
ilk yaratılışı ve icadında almış olduğu bütün fıtrî kabiliyet ve ihsanlar
Allah'ın Rahmân oluşundan kaynaklanan izafî oluşlardır. Bu itibarla içinde
rahmet izi bulunmayan hiçbir varlık düşünülemez. Fakat varlıkların ilk yaratılışları
yalnız Allah vergisi ve cebrîdir. Yani hiç kimsenin çalışması ve seçimi ile
değil, yalnız Rahmân'a dayanmakla meydana gelir. Taşın taş, ağacın ağaç, insanın
insan olması böyle zorlayıcı bir rahmetin eseridir. Bu görüş açısından kâinattaki
her şey Rahmân'ın rahmetine gark olmuştur. Bundan dolayı Allah'ın Rahmân oluşu
bütün varlık için güven kaynağı ve hepsinin ümididir. Göğünden yeryüzüne,
gökcisimlerinden moleküllere, ruhlardan cisimlere, canlısından cansızına,
taşından ağacına, bitkilerinden hayvanlarına, hayvanlarından insanlarına,
çalışanlarından çalışmayanına, itaat edeninden isyan edenine, mümininden kâfirine,
Allah'ın birliğine inananından Allah'a şirk koşanına, meleklerinden şeytanına
varıncaya kadar âlemlerin hepsi Rahmân'ın rahmetine gark olmuştur ve bu itibarla
korkudan kurtulmuştur. Fakat bu kadarla kalsa idi, ilim ile bilgisizliğin,
hayat ile ölümün, çalışma ile boş durmanın, itaat etme ile isyan etmenin,
iman ile küfrün, nankörlük ile şükrün, doğru ile eğrinin, adalet ile zulmün
hiç farkı kalmamış olurdu. Ve böyle olsaydı kâinatta iradeyi gerektiren iş
ve hareketlerden hiçbir iz bulunmazdı. İlim ve irade ile, çalışma ve çabalama
ile ilerleme ve yükselme imkanı ortadan kalkardı ve o zaman hep tabiî olurduk,
tabiatçılardan (Natüralistlerden), cebriyecilerden olurduk. Hem kendimizi,
hem de Allah Teâlâ'yı yaptığı şeylerde mecbur görürdük. Tabiatı, rahmetin
gereğine mahkum tanırdık. Çünkü ne onun, ne bizim irade ve seçme hürriyetimizden
bir iz bulamazdık, duyduğumuza gidemez, bildiğimizi işleyemez, arzularımızın
yanına varamazdık, bütün hareketlerimizde bir taş veya bir topaç gibi yuvarlanır
durur veya bir ot gibi biter, yiter giderdik. Ahlata armut, idris ağacına
kiraz, limona portakal, Amerikan çubuğuna çavuş üzümü aşılayamazdık; tarlamıza
ekin ekemez, ekmeğimizi pişiremez, rızıklarımızı, elbisemizi ve diğer ihtiyaçlarımızı
sanatlar ve ustalıklar (meslekler) vasıtası ile elde edemezdik; göklere çıkmaya
özenemez, cennetlere girmeye çare bulamazdık; hayvan gelir, hayvan giderdik.
Bu şartlar altında ise Allah'ın Rahmân oluşu mutlak bir kemâl olmazdı. Bundan
dolayı yüce Allah'ın kendi irade ve istediği şekilde davranmasını göstermesi
ve onun bir eseri olarak irade sahibi varlıkları yaratması ve onları güzel
irade ve isteklerine göre terakki ettirerek rahmetinden nimet içinde büyümeleri
ve ondan faydalanmaları ve aksi takdirde ise kötü irade ve çalışmalarına göre
nimetlerden mahrum etmekle, onları elem ve ceza ile cezalandırması, o iradelerin
toplamının kendi iradesi ile uyum ve ahengini sağlaması ve onlara da rahmetinden
bir pay vermesi hikmet gereği olurdu. İşte tabiata ait bir hikmetin değil,
ilâhî bir hikmetin eseri olan bu mükemmellik gerçeğinden dolayı yüce Allah,
Rahmân olmasından başka bir de Rahim olmakla vasıflanmış ve Rahmân oluşunun
rahmeti kendisine ait iken Rahim olmasıyla rahmetinden irade sahiplerine de
bir pay vermiştir. Ana kuşlar, Rahmân'ın bir eseri olan yaratılıştan var olan
içgüdüleri ile yavrularının başında kanat çırpar, ahlâklı insanlar da Rahim
olma etkisiyle hayır işleri üzerinde acıma ve şefkatle yarışırlar. Bitkilerin,
hayvanların anatomisi ve uzuvlarının faydalarıyla ilgili ilimlerde Allah'ın
Rahmân oluşunun nice inceliklerini görür, okuruz. Ahlâk ilminde, insanlık
hayatının olgunluk sayfalarında, peygamberlerin, velilerin menkıbelerinde
büyük insanların biyografilerinde de iradeyle ve çalışılarak kazanılan işlerde
Rahîmiyetin etkilerini okuruz. Başlangıçta çalışana, çalışmayana bakmadan
varlık âlemine göndermek ve o şekilde idare etmek Rahmân oluşun bir rahmetidir.
Daha sonra çalışanlara çalıştıkları maksatlarını da ayrıca bağışlamak Rahîm
oluşun bir rahmetidir. Demek ki; Rahmân oluşun rahmeti olmasaydı biz yaratılamazdık,
yaratılıştan sahip olduğumuz sermayeden, Allah'ın bağışladığı zaruri yeteneklerden,
en büyük nimetlerden mahrum kalırdık. Allah'ın Rahim oluşundan gelen rahmeti
olmasaydı yaratılıştan var olan kabiliyet ve ilk yaratılış durumundan bir
adım dahi ileri gidemezdik, nimetlerin inceliklerine eremezdik. Allah'ın Rahmân
oluşu mutlak ümitsizliğe, genel ümitsizliğe imkan bırakmayan bir mutlak ümit,
bir ezeli lütufdur. Allah'ın Rahim oluşu ise; özel ümitsizliğin cevabı ve
özel emel ve maksatlarımızın, çabalama ve faaliyet göstermemizin zamanı ve
sorumluluğumuzun mükafatı olan bir arzunun sebebidir. Demek ki, Allah'ın Rahmân
oluşunun karşısında dünya ve ahiret, mümin ve kâfir eşit iken Rahim oluşunun
karşısında bunlar açık bir farkla birbirinden ayrılıyorlar. Yani "Bir
bölük cennette, bir bölük de ateştedir." (Şûrâ, 42/7) oluyor.
İşte dünya ve ahiretin
Rahmân'ı ve ahiretin Rahîm'i, yahut mümin ve kâfirin Rahmân'ı, müminin Rahîm'i
denilmesinin sebebi budur. Rahmetli Şeyh (Muhammed) Abduh'un lügatta bu mânâlara
işaret yoktur zannetmesiyle eski alimlerin bu terimlerle gösterdikleri farkları
ihmal etmesi doğru değildir. Çünkü "Rahmân" lügatte de Allah'a ait
olan sıfatlardandır ve bir fiille bağlantısı yoktur. Ezelîlik (başlangıcı
olmama) bildirir ve başlangıç noktasına bakar. Rahim'de ise bu özellik yoktur
ve bir fiille bağlantısı vardır. Demek ki, zevalsizlikte geçerlidir. Rahmân'ın
rahmeti, başlangıçta iyiliği dilemeye yönelik Allah'ın zatına ait bir sıfattır.
Rahîm'in rahmetinin de sonunda iyilik yapmaya yönelik bir fiilî sıfat olarak
kabul edilmesi en güzel görüştür. Şu halde Rahmân ile Rahim, rahmetin değişik
birer mânâsını ihtiva etmekle birbirlerinden birer yön ile üstün olmuş oluyorlar.
Demek ki Rahmân, Rahim sıfatları yalnız bir pekiştirme (te'kid) için tekrar
edilmiş değildirler. Ve her birinin kendine mahsus özel bir mânâsı ve bir
mübalağa yönü vardır. Bir taraftan Rahmân'ın rahmeti en üstündür. Çünkü her
yaratılmışa izafe olur, diğer taraftan Rahîm'in rahmeti en üstündür. Çünkü
öbüründen (Rahmân'dan) daha fazla fiilî bir feyiz ve bereketi içine almakta
ve Allah'a vekaleten kullarında da bulunur. Bazı tefsirlerde de buna işaret
edilerek Rahmân'ın rahmeti yüce nimetler, Rahim'in rahmeti ise nimetlerin
incelikleri ile ilgilidir derler. Rahmân'ın kullanılışı özel, ilgi alanı ise
geneldir. Rahîm'in kullanılış alanı genel, ilgi alanı ise özeldir ve işte
yüce Allah böyle katmerlenmiş bir rahmet sıfatı ile vasıflanmıştır ve bunlar,
insanlardan ümitsizlik duygusunu silmek ve onun yerine sonsuz bir iyimserlik
duygusunu kurmak için yeterlidir. Genel bir şekilde istenen iman ve güven
duygusunun ruhu da budur. Rahmân, Rahîm olan Allah'ı inkâr eden kâfir istediği
kadar ümitsiz olsun, fakat müminin ümitsiz olması için hiçbir sebep yoktur.
"Sonuç günahlardan sakınan müttakilerin olacaktır." (Kasas, 28/83).
Ve besmeleden alınacak ilk ilâhî feyz bu sevinçtir.
BESMELE'NİN TERKİBİ:
Besmele görünüşte bir izafet tamlaması ile iki sıfat tamlaması ve başında
bir ilgi edatı ilişkisinden birleşmiş, bağımsız bir tam cümledir. Gerçekte
ise bu bağlantının ifade ettiği hazfedilmiş ve (mukadder) sözün gelişinden
anlaşılan tam bir bağlantı ile gayet kısa, öz ve açık anlamlı tam bir sözdür.
" " bir izafet tamlaması, "" bir sıfat tamlaması, "
" diğer bir sıfat tamlamasıdır. İsmin Allah'a izafeti, "lâm"
veya "min" edatının gizli bulunduğu izafet olabilir ki, birincisinde
"Allah'ın ismi", ikincide ise "Allah ismi" demek olur.
Birincisinde sıfatlar izafetten önce; Rahmân ve Rahim sıfatları ile vasıflanan
"yüce Allah'ın ismi ile" gibi veya izafetten (tamlamadan) sonra;
"Yüce Allah'ın ismi ile ki o hem Rahmân hem Rahim sıfatları ile nitelenmiştir."
gibi bir mânâ düşünülebilir. Fakat ikincide ( açıklama tamlamasında) "Allah"
ismi tamlamadan önce sıfatlarıyla birlikte düşünülüp topluca bir isim gibi
zikredildikten sonra isim kelimesini açıklamak için ona müzâfün ileyh (tamlayan)
kılınmış olur. Ve bu şekilde zikretme durumunda sıfatlar yalnız lafzın sıfatı
olarak zikredilmezler. Ancak irâbı anlatmaktan vazgeçerek ve zat isminin önemini
iyice araştırmak için bir izafetin irâbı üç kelimeye dağıtılmış bulunur ki,
buna zaruri irâb ismi verilir. (lâm)'ın gizli olduğu izafette ""
başlangıç kabul edilir ve mânâ açısından mutlak (kayıtsız) kalır. (min) açıklama
ifade eden izafette ise "" kendisinden sonra Rahmân ve Rahîm sıfatları,
gelen "Allah" ismi ile açıklanmış olur. Tefsircilerin çoğu birincisini
(lâm'ın gizli bulunduğu tamlamayı) tercih ediyorlar. Çünkü onda hem irâb açıktır
hem de isimler ve sıfatların mânâsı bizzat kasdedilir. İsim kelimesinin mânâ
açısından mutlak (kayıtsız) kalması da işaret yoluyla özel isim ile bağlanmış
olur. Bazıları ise Lebid'in "... Gelecek yıla kadar, sonra selam ismi
üzerinize olsun" mısraındaki "ismü's-selam" gibi açıklama ifade
eden izafeti tercih etmişlerdir. Çünkü mevlid sahibi (Süleyman Çelebi) "Allah
adı" derken bunu göz önünde bulundurmuştur. Bundan anlaşılır ki, besmelede
" " izafet tamlamasını söyleyenin maksadına göre "Allah'ın
ismi" veya "Allah ismi" mânâlarından her birine uygun düşecek
şekilde bunlardan biri ile terceme edildiği zaman bu çok mânâlı olması ortadan
kalkmaz. Allah özel ismi ve "Rahmân" özel sıfatının da tercemelerinin
-değiştirmek ve bozmak olacağından mümkün olmadığını göstermiş idik.
İşte iki sıfat ilgisi
ile bir tamlama ilgisinden oluşan terkibi başındaki " = b" edatı
ile dolaylı bir nesne veya bir hal meydana getirip gizli bir fiil cümlesinin
failine bağlanarak tam ve tafsilatlı bir sözün beliğ (düzgün ve sanatlı söz)
ve kısaltılmışı olmuştur. Burada hazf edilmiş (gizlenmiş) olan fiil besmele
çeken kimsenin teşebbüs edeceği okurum, yazarım, yerim, içerim, kalkarım,
otururum, başlarım v.s. gibi bir fiildir. Herhangi bir kimse başlamak üzere
olduğu maksadını kalbinde gizleyerek besmeleyi çeker ve Allah'ın ismini işinin
başına ara vermeden yapıştırabilir. İşte bu genel faydayı temin etmek için
cümlenin iki unsuru olan fiil ve fâil hazf edilmişlerdir. Bu hazf etmeye delâlet
eden ipucu " = bi"dir. Konuşan şahsın, durumuna ve yerine göre hazf
edilen fiil ve faili belirlemek için ipucu olur. Böyle hazifler Arapça'da
çok olduğu gibi dilimizde de vardır. Mesela misafiri uğurlarken "devletle,
selametle"; "devlet ve selametle", "şerefle" gibi
ve iyi bir gelecek dileyen sözlerle yahut "uğurlar olsun" deriz
ki, "gidiniz" fiilini kalbimizde gizleyerek bir kelimeden bile tam
ve düzgün bir cümle yaparız ve kendisine hitab ettiğimiz kimse de bunu açıkça
anlar. Bunların diğer fiillerde de benzerleri çoktur: "Falan adına",
"falan şerefine" ki "yapıyorum", "yiyorum" demek
olduğu gibi, aynı şekilde "sıhhat ve afiyetle yiyiniz" demektir..
v.s. İşte besmele de bunlara benzer. Fakat burada hazf edilmiş fiil, besmelenin
sonunda var sayılmalıdır. Yani " = bi" bağlı bulunduğu fiilden önce
gelmiştir. Gerçi Arapça'da Türkçe'nin tam tersine sözü tamlayan kelimelerin
sonradan gelmesi gerekir. "...Rabbinin adıyla oku." (Alâk, 96/1)
gibi. Fakat cümlenin son kısmında gelmesi gereken tamamlayıcı unsurları cümlenin
baş tarafına getirmek bir önem ve özellik ifade eder. Gerçekten 'deki emir
aslında okumaya yönelik olduğu için, cümledeki en önemli unsur okumak iken
'de en önemli olan husus, Allah'ın ismini okumak v.s. gibi hususları, girişilecek
işten önce zikretmektir. Ve işte bu öne alma, yardımın yalnızca Allah'tan
dileneceğini belirtmek ve mânâyı yalnızca ona ait kılmak içindir. Çünkü bilindiği
gibi her millet en önemli işine, büyüklüğüne inandığı bir isim ile başlar.
Arap müşrikleri de sözlerine veya işlerine "Lât'ın ismi ile", "Uzzâ'nın
ismi ile" gibi putlarından birinin ismi ile başlarlardı. İnsanlar arasındaki
alış veriş ve diğer işlerde, özellikle açılış törenlerinde ve özel programlarda
"falancanın adına, falanın şerefine" gibi bunun değişik örneklerini
görürüz. İşte besmelede fiilin cümlenin sonuna bırakılmasıyla Allah'ın isminin
öne alınması bütün bunları red etmekle, başlamayı yalnız Allah'ın ismine tahsis
etmek içindir ki, "Ne kendim ve ne başkası yani akla gelebilen hiçbir
isim ile değil ancak yüce Allah'ın ismi ile şu işime başlarım, başlıyorum."
demektir. Bundan dolayı besmele bu şekilde bir de tevhid mânâsını içermiştir.
Türkçe açısından ise cümlenin tali unsurlarının fiilden önce ve fiilin tabiî
olarak cümle sonunda gelmesi gerekli olduğundan tahsisi anlatma şekli değişir
ve "başlarım Allah'ın ismi ile" demek gerekir. Bu anlatım tarzında
ise anlatma fiilinin gerçek fiil ile beraber olması temin edilmemiş olur.
O halde "Allah'ın ismi iledir ki, başlarım, okurum, kalkarım, giderim."
gibi bir anlatım tarzı takdir edilebilirse cümleden bu beraberlik anlaşılır.
Fakat hazf edilen fiilin "der ki başlarım" şeklinde olduğuna dilimizce
ipucu bulmak zordur. Zikir halinde kısaltmadan anlaşılan bütün faydalar ortadan
kaldırılmış ve bayağı bir söz söylenmiş olur.
Bu açıklamadan sonra
da besmelenin dilimize göre mümkün farz edilebilecek tercemesi şu şekillerden
biri olması gerekir:
1- Çok merhamet edici
bir Rahmân olan Allah'ın ismi ile, (lâm mânâsına olan tamlama)
2- Rahmân, Rahim olan
Allah'ın ismi ile (lâm mânâsına olan tamlama)
3- Rahmân-ı Rahîm olan
Allah ismi ile (yahut adı ile açıklama tamlaması )
4- Rahmân Rahim olan
Allah adına.
Fakat ilk bakışta bu
dört şeklin her birindeki "olan" sıfat bağlacı, yanlış bir anlamaya
yol açıyor. Çünkü "olmak" fiili dilimizde hem var olma, hem de durumun
değişmesi mânâlarında ortak olarak kullanıldığından dolayı; önceden değil
imiş de sonradan Rahmân-ı Rahim olmuş, sonradan meydana gelmiş gibi bir mânâyı
ifade edebilir. Olan yerine bulunan kelimesini de bağlaç olarak kullanmak
iyi olmuyor. Bundan dolayı bu bağlacın düşürülmesi ile;
5- "Rahmân, Rahim,
Allah'ın ismi ile, veya;
6- Rahmân, Rahim Allah
ismi ile" demek daha doğru olacaktır. Bunda da Allah zat isminin en önemli
olan öne alınmasına riayet edilmemiş ve neticede araya giren fiil ile rahmetin
arası açılmış olur. Bundan dolayı Allah ismini sıfatları ile beraber bir isim
gibi anlatarak;
7- Allah-i rahmân-i
rahim ismi ile, veya;
8- Allah-i rahmân-i
rahîm'in ismi ile, denilirse doğrudan Allah ismi başlangıç yapılmış olacak
ve bununla beraber rahmet bağlantısı yine temin edilemeyecektir. Bunu "Allah,
rahmân, rahim ismi ile" şeklinde söylemek dilimize göre hepsinden akıcı
olacak ise de; bunda da bir teslis şüphesi akla gelebilir. Gerçi ismi ile
denilip, isimleri ile denilmemesi bu şüpheyi ortadan kaldırmak için yeterlidir.
Ve aynı zamanda isimlerin ve sıfatların birden çok olması zatın birliğine
engel değil ise de böyle teker teker saymak şeklinde üç ismin birer zat ismi
gibi düşünülmesi hemen akla geleceğinden bunları sıfat "i"si ile
birbirine bağlayarak bir kelime gibi okumak daha güvenli olacaktır. Fakat
bunda da terkiplerin birbiri ardında gelmeleri kuşkusundan kurtulamayacağız.
O halde ne tek tek
kelimelerini ve ne de terkiplerini tam olarak terceme etme mümkün olmayan
ve hele belağat yönlerini, beyan ahengini nakletmek hiçbir şekilde mümkün
olmayan, dudaktan başlayıp bütün karnı dolaştıktan sonra yine dudakta sona
eren harflerinin tatlı düzeni bile başlı başına mükemmel ve eşsiz olan ve
bununla beraber her müslümanın ve her Türk'ün çok iyi bildiği ve az çok anladığı
bir vecize anlamı bulunan besmeleyi bir "ile" veya "adıyla"
ifade tarzı hatırı için terceme etmeye kalkışmayıp, her zaman aslına göre
söylemek ve bu gibi açıklamalar ve tefsirlerle de mânâsını düşünmeye çalışmak
kaçınılmaz bir iştir. Bundan dolayı her şeyin anahtarı ve bir tevhid (Allah'ın
birliğinin) âyeti olan " " kıymetli ve ahenkli sözünü, Allah'ın
birliğine inanan kimseyi müşrik durumuna düşürecek olan mânâsını andıran "esirgeyici
bağışlayıcı tanrı adıyla" gibi beğenilmeyen tercemelerle bozmaya özenmekten
sakınmaya mecburuz.
BESMELE'NİN YÜCE TEFSİRİ:
Anladık ki besmeledeki kelimelerin sıralanışında en fazla etkili olan nokta
baştaki " = bâ" harfidir. "Ba" harfi sayesinde biz Allah'ın
ismine ulaşırız. Bütün varlıkların ve varlıkların gelişmesinin ilk başlangıç
noktası ve tek isteği olan "Allah-i rahmân-ı rahîm"in ismini; kalbimizde
niyet ettiğimiz ve henüz meydana gelmesini görmediğimiz, yapmayı kasdettiğimiz
işimize bağlayarak kelimeleri kısa, mânâsı dünyayı kaplayan bir özlü söz söyleyebilmemize
vesile olan ancak bu " = bâ"dır. İşimizde istediğimizi yapmakta
ne kadar serbest olursak olalım, yaptığımız şeylerin tam sebebi olmadığımız
bir gerçektir. Çünkü bizim isteklerimiz, varlık zincirinin kesin bir ilk sınırı
değildir, onun akışı içinde bir değişme anıdır. Ve bunun için biz bütün iradelerimizin
istek ve dileklerimizin aksamadan ve sıkıntısız meydana geldiğini görmüyoruz.
Demek ki başarılarımız, herşeyin ilk sebebi ile isteklerimiz arasındaki münasebetin
bereketine bağlıdır ki, bu bereket başlangıçta Rahmân'a ait, sonunda Rahim'e
aittir. Biz ister bilelim, ister bilmeyelim kâinatta bu oran, bu ciddiyet,
bu ilişki, bu bağlantı bütünlük arzeden genel bir kanundur ve eşyanın varolması,
bu kanunun meydana çıkmasıdır. İşte besmele " =bâ"sı ile bizde bu
kanunu anlaşılır hale getiren bir sözlü etkendir. Bu hiss parıltısından kastedilen
en son hedef bu varoluş noktasıdır. Bu açıdan besmelenin tefsirinde odak noktası
" = bâ"dır ve bundan dolayı besmelenin mânâsı " = bâ"dadır.
Bâ'nın sırrı da noktasındadır denilir. Bu hikmete ve bu kanuna işaret etmek
içindir ki, Türk şairlerinin övünç kaynağı olan Hâkânî Hilyesi'nde:
"Eğer besmele
yazılışında uzatılmasaydı hiç eşya cinsi meydana gelir miydi?" demiştir.
En büyük müfessirler
diyorlar ki: " = bâ"nın buradaki bitiştirme mânâsı ya sığınma ve
beraberlik veya yardım dilemektir. Yani hafızamızda meydana gelen ilişki "Allah-i
rahmân-i rahim" ismine bir sığınma ve beraberlik hissi veyahut isminin
ve (Rahman, Rahim) sıfatları ile isimlendirilen ve delalet ettikleri mânâya
göre Allah'ın rahmetinden medet ve yardım isteme hissidir ki, birincisinde
besmele ibaresi gramer açısından "hal" , diğerinde dolaylı tümleç
olur.
Merhum Şeyh Muhammed
Abduh Fâtiha sûresinin tefsirinde zikretmeye değer bir mânâ daha yazmış ve
şöyle demiştir: "Bütün milletlerde ve bu cümleden Arap milletinde de
bilindiği gibi birisi bir reis veya büyük bir zat hesabına -ve kendi şahsından
bahsetmeden- yalnız onun için bir iş yapmak istediği zaman "falanın adına"
der. Ve o zatın ismini söyler ki "O ve onun emri olmasaydı ben bu işi
yapmazdım ve yapamazdım." demek olur. Bunun en açık örneğini devlet mahkemelerinde
görürüz. Hakimler gerek sözlü hükümlerinin ve gerek ilâmlarının başında "falan
hükümdar adına veya falan reis adına" başlığını söylerler. İşte bunlar
gibi bir müslüman da "şu işe başlıyorum" derken "Ben bu işi
kendim için değil, Allah adına, onun emri ile ve ancak onun için yapıyorum."
demiş olur.
Bu yoruma göre besmelenin
meâli "Rahman Rahim Allah adına" demek oluyor ki, bunun da "
= bâ"daki sığınma mânâsıyla ilgisi bulunur. Fakat bunun kısacası başkası
adına yapmayı itiraf etmektir. Bir işe başlarken "falan adına" demek
"Ben bunu ona isnad ederek, onun yerine, onu temsil ederek, onun bir
aleti olarak yapıyorum, bu iş gerçekten benim veya başkasının değil, ancak
onundur." demek olur. Bu da vahdet-i vücud düşüncesi ile ilgili bir (fenâ
Fillah) durumudur ki, ancak peygamberlik, velilik, hakîm olma ve tasarruf
sahibi olma gibi özel manevi makamlarla ilgilidir. Ve bundan dolayı yalnız
sûre başlarında bulunmasından dolayı besmelenin bir mânâsı olarak gösterilebilirse
de İslâm hukukunun genel olan ve kişinin şahsiyet payını yok etmeye değil,
canlandırmaya yönelik bulunan faydalanma ve istifade etme makamlarına tatbik
olunamaz. Mesela yemeğe başlarken besmele çekmek sünnettir. Halbuki "Allah
adına yemek yiyorum." demek pek hoş değildir. Bunda yalnız "Allah'ın
ihsan ettiği yemeği yiyorum." mânâsı anlaşılabilseydi doğru ve uygun
olurdu. Fakat yedirmekte değil, yemekte Allah'a vekillik yapmak anlamsız ve
edebe aykırı bir söz olur. Hatta "Allah adına ibadet ediyorum."
demek de doğru değildir. Çünkü ibadet Allah'a yapılırsa da Allah adına, O'nun
yerine değil, kulun kendi vekilliğini kuvvetlendirmek için kendi adına bizzat
kendisi tarafından yapılır. Halbuki "Falancanın adına istiyorum."
diyen bir vekilin, bir elçinin veya "Falancanın adına hükmediyorum."
diyen bir hakimin makamı böyle değildir. Orada kendi şahsiyetinden tecerrüd
ederek istekte bulunmasında veya karar vermesinde bir tek vücud gibi olduğunu
meydana çıkarır. Mesela o hâkim, bağlı olduğu hükümet başkanının şahsiyeti
içinde kendi şahsiyetini eritmekle yetki aldığı kaynağın asıl olduğunu ve
onunla bir vücud gibi olduğunu ilan etmiş olur. Bu da peygamberlik, velilik,
hikmet sahibi olmak ve manevi güce sahip olmak gibi özel manevi makamlardan
birinde bulunan müslümanın çekeceği besmeleye uygun olabilirse de besmele
çekilmesi uygun ve müstehab olan her yerde uygulanması mümkün değildir ve
bundan dolayı, besmelenin genel bir mânâsı olamaz.
Halbuki yukarıda açıklandığı
üzere "Bismillahirrahmanirrahim, her kitabın anahtarıdır." "Bismillah
ile başlanmayan önemli işlerde başarıya ulaşılmaz." gibi hadis-i şerifler
bize besmelenin İslam'a uygun olan her işimizin başında anahtar olabilecek
bir genel anlamını hatırlatmaktadır. Bu da tefsir âlimlerinin açıkladıkları
iki mânâdan biri olabilir. Bununla beraber Kur'ân'ın, Kur'ân sûrelerinin inişi,
okunması ve yazılması açısından bunların başında besmelenin bulunduğunu göz
önünde bulundurarak onun mânâsında Şeyh Muhammed Abduh'un yaptığı yorum ve
açıklama doğru olduğu gibi, özel yerlerde de kayda değer bir önem taşımaktadır.
FAYDALI BİR NOT: Besmele
çekerken üzerinde durmak noksan ve çirkin, deyip durmak yeterli ve doğru yine
yeterli ve doğru. tam bir vakıftır.
BESMELE'DEN ÇIKAN HÜKÜMLER:
Kur'ân yazarken "Tevbe" sûresinden başka sûre başlarında yazmak
farzdır. Hayvan keserken veya ava silahla ateş ederken sadece demek de farzdır.
Kasıtlı olarak besmele terk edilirse o hayvanın eti yenmez. Fakat besmele
unutulursa bir sakıncası yoktur. "(Kesilirken) üzerine Allah'ın adı anılmayan
hayvanlardan yemeyin." (En'âm, 6/121). Bunda ve bu gibi bazı yerlerde
denilmemesi sünnettir. Namaz dışında Kur'ân okumaya başlarken sûre başlarında
ise demek, (Eûzü-besmele) âlimlerin çoğuna göre sünnettir. Bu cümleden olarak
Atâ gibi bazı imamlara göre vacibdir. Yalnız "Tevbe" sûresinde besmele
okunmaz. İki sûre arasında ise iki kırâet vardır. Bizim Âsım kırâetinde besmele
okumak mendubdur. Kur'ân okumaya başlamak, sûre başından değil de ortasından
veya sonundan ise "Eûzü-besmele" okumak mendubdur. Yukarıda açıklandığı
üzere namazda biz Hanefilere göre Fâtiha'dan önce gizlice "Eûzü-besmele"
okumak sünnet, Şâfiîlere göre gizli veya sesli besmele çekmek farz; Mâlikîlere
göre okunmaması mendubdur. İki sûre arasında ise biz Hanefilerce de böyledir
(mendubdur).
Kırâetten başka diğer
önemli ve İslâm'a uygun işlerde veya ile başlamak işin önem derecesine göre
ya mendub veya sünnet veya vacibdir. Bu konuyla ilgili uzun uzadıya açıklama
kırâet ve fıkıh kitaplarına aittir. İleride konuyla ilgili âyetlerin tefsirlerinde
de gerekli açıklamalar yapılacaktır. İstiâze (Eûzü billahi mine'ş-şeytânirracîm
demek) konusu, "Kur'ân okumak istediğin zaman kovulmuş şeytandan Allah'a
sığın." (Nahl, 16/98) âyetinde; besmeleden daha genel olan tesmiye konusu
"Yaratan Rabbinin adıyla oku." (Alâk, 96/1) âyetinde; hayvan keserken
besmele okuma konusu da En'âm sûresinde (6/121) inşaallah açıklanacaktır.
Neml sûresinde de (27/30) yine besmele ile ilgili açıklama yapılacaktır.
ÖZETLE: Lütuf ve ihsanı
herkesi ve herşeyi kuşatan Allah (c.c.), büyük dostu şanlı peygamberi Hz.
Muhammed (s.a.v.) Efendimiz'i "Ve Sen büyük bir ahlâk üzerindesin."
(Kalem, 68/4) ve "(Ey Muhammed), Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak
gönderdik." (Enbiya, 21/107) şereflendirmesiyle bahtiyar kılmak için
"Ruh-i emini = Hz. Cebrail'i" ile "hakk-ı mübinini = her şeyi
apaçık açıklayan Kur'ân-ı Kerim'i" indirirken herşeyden önce onun seçimine,
ıslahına ve terbiyesine önem vermiş. İlâhî yardıma mazhar kılmış ayrıca kendisine
bağlılığını göstermek ve ilâhî ismini öne almak sureti ile başlamanın kutsal
edebini öğrettiği gibi bunu tatbik etmek için de bütün gönülleri ümidin başlangıcı
ve emellerin en son noktası Rahmân olan Allah'ın yardımı ve Rahim olan Allah'ın
rahmetini varlık âleminin bütün görüntülerinin en büyük kanunu bulunan ilâhlık
ve kulluk ilişkileri altında, apaçık bir dil ile Allah'ın birliğini ifade
etme, gayet kısa ve kısa olması ile birlikte son derece derli toplu ve olağanüstü
akıcı ve açık bir beyan üslubu içinde özetleyen düsturunu, her şeyin bir anahtarı
gibi ihsan etmiş ve sonra bu kanunu ve bu edeb ve terbiyeyi bütün İslâm ümmetinin
kitapları, yazıtları, Kur'ân okumaları, nutukları ve diğer önemli işleri ve
ihtiyaçlarının başında iktibas edecekleri ve uyacakları kıymetli bir gelenek
kılmıştır. Gerçekten Resûl-i Ekrem Efendimiz'in hadis-i şeriflerinde de şöyle
buyurulmuştur: "Besmele her kitabın anahtarıdır". Bundan başka "Besmele
ile başlanmayan her mühim iş sonuçsuz kalır." Mutlaka Allah Teâlâ'nın
ismi ile başlanmayan herhangi bir iş, onun yüce huzuruna sunulamaz, sunulamayınca
da sonuçsuz, tamamlanmamış kalır.
Demek ki, bize ile
Allah kitabının öyle bir anahtarı verilmiştir ki, biz bunda Kur'ân ilminin
kısaca konusunu, gayesini bulacağız ve önce Fâtiha'da, ikinci olarak birbirinin
ardı sıra Kur'ân'ın bütün sûrelerinde bunun Sidre-i müntehâ'yı geçen manevî
sırlarının ortaya çıkmasını etraflıca göreceğiz. Bu manevi sırların görünmesinde
Kur'ân'ın sûreleri ve âyetleri arasındaki tertip ve ilişkiler, sade ince ve
nazik edebiyatla ilgili bir zevki değil, derin ve geniş bir hikmet ilminin
bile hesaba sığmaz tertip ve düzen şekillerini içine almaktadır. O bazı yabancıların
zannettikleri gibi, yalnızca gözle görüldüğü şekilde uzun, orta ve kısa yazılma
gibi maddi anlamda ve matematiksel niceliklerin ifadesi değildir. Onun içinde
sonsuz boyutlarıyla gelişen bir hayatın parçaları ve unsurları arasındaki
tabii ve güzel nicelik ve nitelik ilişkilerinden başka, duyarlı bir kulağın
güzel ahenklerine, kalblerde uyanan duyguların, sezişlerin çeşitli niceliklerine,
akıl ve mantıkla ilgili anlayışların sağlam hikmetlerine uygun düşen, sayılamayacak
kadar manevi ilişkiler parlıyor ki, gökteki Ülker yıldızı ile dünyamız arasında
genel çekim kanununun özel ilişkisi tamamen ölçülüp ilmî olarak hesaplandığı
zaman bile Kur'ân âyetleri arasındaki ilgi ve uyum yine sonsuzluğunu koruyacaktır.
"De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için deniz mürekkep olsa, Rabbimin
sözleri tükenmeden önce deniz tükenir. Yardım için bir o kadarını daha getirsek
(yine yetmez)." (Kehf, 18/109).
Kur'ân'ın sûreleri,
âyetleri rastgele bir tesadüfün veya sadece şairane bir duygunun gücü ile
ortaya çıkıvermiş karışık bir divan değil, o baştan başa gibi geniş anlamlı
tek bir cümle ve belki fasih bir kelime düzeninde sağlam bir uyum ve çok hikmetli
bir beyan ve üslup ile inmiş ilahî bir sözdür. Başında sonunda bulunur. İşte
Kur'ân'ın bütün beyan dizisi bu başlangıç ve sonuç arasındaki bağlantıların
anlatılması gibi, yüce Allah'tan, görünen ve görünmeyen bütün yaratıklarına
ve özellikle insanlara gelen ve insanlardan yüce Allah'a giden varlık ve hayat
ilişkilerinin sonsuzluk zevkiyle tadlandırılmış sağlam bir anlatım tarzıdır.
Bakınız ve ve hep birer fasih sözdür ki, Hz. Ali'den rivayet edilen bir hadise
göre, her hatimde böyle okuruz ve buna (halli mürtehil=dünyadan göçen kimsenin
göçü) denilir ki bu bize, ölen kimsenin varlık âleminden ilişkisinin büsbütün
kesilmediğini anlatır. Buna bilimsel bir örnek olarak astronomi ilmini gösterebiliriz.
Bugün biliyoruz ki; astronomi ilminin bütün konusu, çekim kanununu anlatmaktır.
İlim dilinde biz buna ve daha doğrusu bu itibarla "gök cisimleri"ne
astronomi ilminin konusudur deriz. Yalnız gök cisimleri ve parçacık yığınları
arasındaki karşılıklı ilişkileri anlatan ve genel çekim kanunu adıyla birleştikleri
bu yönle biz, kâinatın otomatik hareketlerini, cisimleriyle gezegenlerin birbirini
çekmelerini ve itmelerini ve bu arada gökcisimlerinin hareket etmesinden ve
durmasından; inme ve yükselmesinden; birbirine yaklaşma ve uzaklaşmasından;
çarpışma ve patlamasından meydana geldiğini kabul ettiğimiz kâinatın şekli
üzerinde düşünürüz ve gezegenlerimizin durumlarını bir dereceye kadar hesap
ederiz. Fakat bununla varlık âlemiyle ilgili bütün kanun ve düzenlerin tamamını
kavrayan bir bilgi seviyesine erdiğimizi iddia etmeyiz. Astronomi ilminin
konusu dışında kalan daha nice ilim ve fen konuları vardır ki; doğru bir sınıflandırmada
astronomi ilmi onların tali bir dalı halinde kalır. O, önce sayısal matematiğin
ve araştırma teknikleriyle mantık kurallarına bağlı ilkelerin etkisi altındadır.
Bundan dolayı, onun çekimi tam anlamıyla herşeyi kapsayan genel bir çekim
değildir. Gerçekten astronomide ne gök cisimlerinin zerreleri veya tek tek
parçaları arasındaki atomların çekimi veya tek tek parçaların birbirine tutunmaları
ve bütünleşmeleri gibi kimyasal ilişkileri, ne canlılığın gelişmesini anlatan
beslenme ve üremesindeki organik çekimi; ne nefsin iyilik ve kötülük arasındaki
sevgi ve nefret, şehvet ve öfke gibi meyillerini ve heyecanını anlatan vicdanla
ilgili ilişkileri; ne duygusal izlenimleri ve hayal gücüyle elde edilebilen
tasavvur ve tasarımları dile getiren ve onları belli sentezlere kavuşturup
anlaşılabilir misaller halinde sunan bir özellik görürüz. Madde aleminin kendisinde
insan zihninin tasavvur gücü ve düşünce kalıpları ile realiteyi özünden kavrama
ve ondaki gerçeklik payını anlama ve anlatma özelliği demek olan bilgi edinme
kabiliyetine benzer bir kabiliyet de yoktur. Kısacası mekan içinde mekan,
zaman içinde zaman varmış gibi, subjektif ve objektif anlamda mekana ve zamana
bağlı olarak meydana gelen bütün olay ve oluşları bir tek anlayış çizgisinde
birleştirip bir çırpıda bize sunan, görüleni ve görülmeyeni, duyu alanı içine
gireni ve duyular ötesinde kalanı kendi bütünlüğü içinde toplayıp bize ezel
ve ebedi bile haber verip bildiren ve sonra varlık ile yokluk, zaruret ile
hür seçim arasındaki farkı göstermek için yaratıcı kudretin varlığına açıkça
delalet eden mücerred bir irade gücü ile görülmeyen âlemlerdeki varlıkları,
görülen âlemdeki varlıklara çeviren ruhun gerek kendi kendisini idrak, gerek
dış dünyada olup bitenleri anlayıp sezebilmesinde kendini belli eden manevî
çekim kuvvetini, nihayet insanlık âleminde ve toplum hayatında bunların hepsini
bir araya getiren toplumsal çekim kuvvetini bir bütün olarak ele alan bir
başka kitap bulamayız. Halbuki Kur'ân ilmi, bütün bu değişik çekim kuvvetlerini
birer yönüyle içine alıp birleştiren öylesine uyumlu, öylesine bütünleştirici
evrensel bir çekim kanunu haline getiren bir anlatım demetidir ki, biz bunda
ister küllî, ister cüz'î, ister maddi, ister ruhani bütün varlığın, varoluşuyla
ilgili özellikleri kayıtsız şartsız ortaya koyan ve mutlak çekim kuvveti demek
olan yaratıcı gücün kanununu, Allah ile varlık ilişkisini, özellikle insanlar
arasındaki çok yönlü ilişkilerde O'nun ledünnî tecellilerini bütün incelikleriyle
düşüneceğiz. Çok eksik bir düşünce ile ve haksız yere "Evrensel Çekim
Kanunu" dediğimiz gök cisimlerinin birbirini çekmesi O'nun âyetlerinden
sadece küçük bir örnektir. Gerçekte işin böyle olduğunu göreceğiz. Bu öylesine
bütünlük arzeden bir konudur ki, ilimleri sistemleştirmeye çalışan filozoflar
ile en büyük edebiyatçıların tarih boyunca ortaya koyabildikleri ortak değerlerin
toplamından bile üstündür. En büyük filozofların ve felsefî ekollerin düşünce
sistematiği bundaki hikmet düzeninin zamana yansıması, en yüksek edebiyatın
renkli parıltıları, bundaki estetik güzelliklerin bir anlık parıltısıdır.
Kur'ân'ın nazm-ı celîli, bilimsel düzen ile estetik düzenin kucaklaşıp bütünleştiği
bir alandır. Bundan dolayı Kur'ân'ın ortaya koyduğu mantık düzeni, ilim ve
sanatın ortaya koyduğu düşünce bütünlüğünden daha sağlam ve daha tutarlıdır.
Edebiyatın ortaya çıkardığı değişik renkteki güzelliklerden daha renkli, daha
çeşitlidir. Muhkemat ile müteşabihatın böylesine uyum sağlaması ve estetik
bir düzen meydana getirmesi ancak yaratılışta görülebilir. "Kur'ân üzerinde
derinden derine düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah tarafından değil de bir başkası
tarafından indirilmiş olsaydı, onda pek çok çelişki bulurlardı." (Nisâ,
4/82).
Mesela, astronomide
genel çekim kanununun, yalnızca ay, güneş ve dünya üçlüsü arasındaki düzen
ve orantısını dahi tam anlamıyla ölçüp aydınlığa kavuşturamamış olan teknolojimiz,
elde ettiği verilere dayanarak, ne güneş sisteminde, ne de galaksiler sisteminde
ve bunların düzen ve işleyişinde ilme, mantığa ve estetiğe ters düşen hiçbir
nokta bulunmadığını bütün gücüyle savunmaktadır. Yaratılışın bu düzeni, bizim
gözümüzde nasıl böyle hem zâhir, hem de bâtın ise Kur'ân'ın sûreleri ve âyetleri
arasındaki bilimsel, mantıkî ve estetik düzen dahi onun gibi, hatta ondan
daha ziyade zahir ve ondan daha ziyade bâtındır. Zahir olması kemalinden,
batın olması da sonsuzluğundandır. İşte bundan dolayıdır ki, bir şairimiz:
"Bikr-i fikri
kâinatın çâk çâk oldu, fakat Perde-i ismette kaldı mânii Kur'ân henüz."
"Kâinatın bâkir
fikirleri parça parça oldu. Fakat Kur'an'ın mânâları hâlâ koruma perdesi içinde
kaldı." demiştir.
Biz mantıkî düşünürken
estetiğin ölçülerini, edebî düşünürken de mantığın kural ve ilkelerini feda
etmek alışkanlığında olduğumuz için, Kur'ân'daki uyum ve ahengi bütün yönleriyle
bir cetvel çizer gibi düşünce yoluyla ölçemiyor isek de o fıtratı yaşarken
onun yüce zevkini vecd ile duyabiliriz. Kur'ân da, bu zevki, okuyanlardan
ziyade yaşayanlarına ihsan etmek için "Bu, takva ehline hidayettir."
(Bakara, 2/1) diye hitap edecektir. Bundan dolayı herşeyden önce gafletimizden,
vesvesemizden, şeytanlıklardan arınmak için bütün bilinç gücümüzle Allah'a
sığınarak "Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım." diyelim ve o her
şeyi çeken kuvveti yaşamak için; "Rahmân ve Rahim Allah'ın adıyla."
demek olan besmele anahtarına yapışalım ve bir teşekkür duygusu ile Fâtiha'sından
başlayalım.
Meâl-i Şerifi
1- Rahmân ve Rahîm
olan Allah'ın ismiyle.
2- Hamd o âlemlerin
Rabbi,
3- O Rahmân ve Rahim,
4- O, din gününün maliki
Allah'ın.
5- Ancak sana ederiz
kulluğu, ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inayeti. (Ya Rab!).
6- Hidayet eyle bizi
doğru yola,
7- O kendilerine nimet
verdiğin mutlu kimselerin yoluna; o gazaba uğramışların ve o sapmışların yoluna
değil.
ÂYETLER ARASINDAKİ
İLİŞKİLER:
2- Kur'ân'da
sûreler, sûrelerin çoğunda kıssalar, kıssalarda âyetler, âyetlerde kelimeler,
kelimelerde harfler ve bütün bunlar arasında açık veya kapalı, sözle veya
mânâ ile birçok yönden tam bir uyum ve belli bir düzen vardır ki, bunların
tek tek araştırılması ve ayrıntılarının açığa çıkarılması sayısız denilebilecek
kadar çoktur ve hemen hemen bütün ilimleri ve sanatları da yakından ilgilendirir.
Bu ilimlerin en başta geleni de Nahiv (Dilbilgisi) ve Belağat (sözü yerinde
söyleme sanatı) ilimleridir. Kur'ân'ın nazmında cümlenin yapısı, sözün öncesiyle
ilişkisi, sözün gelişi ve akışı, anlam ve kavram, söz ile mânâ arasındaki
uyum (mutabakat), sözün içeriği ile gereği, ibare, işaret, delalet, iktiza,
açıklık ve gizlilik, hakikat, temsil, sarahat, kinaye, îmâ, telmih, mantık,
hikmet, maksada uygunluk gibi beyan ilmini ilgilendiren yönleriyle sözün öncelikle
kulağa hoş gelmesi ve kolay anlaşılması gözetilmiştir. Ondan sonra da sözün
kalbe dolmasını ve etki yapmasını sağlayan fesahat (açık ve anlaşılırlık),
tatlılık, düzgünlük, akıcılık, incelik, ölçülülük, çarpıcılık, kolaylık, sanatlılık,
yenilik, çok yönlülük, tutarlılık, uyum ve ahenk, dile hakimiyet, üslup, söz
ile anlam arasındaki denge, sözü uzatma, az ve öz sözle çok anlam ifade etme
ve nihayet kimseyi taklit ve tekrar etmemek demek olan ibdâ ve harikuladelik
gibi özellikler açısından, hem söz güzelliğini, hem de anlam derinliğini ve
zenginliğini birlikte içine alan pekçok güzellik ve estetik incelik bulunmaktadır.
Kısacası, Kur'ân'da kelimelerin asıl dil ve sözlük mânâları açısından delalet
ettikleri anlam, akıl ve mantık açısından delalet ettikleri anlam, tabiî zevk
ve sezgi açısından delalet ettikleri anlam olmak üzere üç çeşit delaletin
bileşkesi olan ve sonludan sonsuza doğru yol alan uyum ve ahengin hissedilebilen
ilişkilerini özetle dile getiren inceliklerdir bunlar. İşte bunlar tefsirin
ruhunu teşkil eder. Genelde avam için dil açısından sözün mânâya delaleti,
alimler için akıl ve mantık açısından delaleti, edebiyatçılar ve estetikçiler
ve hikmet ehli olanlar için zevk, sezgi ve fıtrata uygunluk açısından delaleti
önem taşır. Terceme ile dil değiştiği için birinci ve üçüncü hususlarda kendiliğinden
büyük kayıplar olur. Ayrıca bundan akıl ve mantık açısından söz konusu olan
delalet de etkilenir. Bunun için biz bazı yerlerde bu ilişkileri kısaca göstermeye
çalışacağız. Çünkü etraflıca anlatmaya insanın gücü yetmiyor. Bundan dolayı
da Fâtiha sûresi üzerinde diğer sûrelerden daha fazla duracağız. Fâtiha'da
ilk önce iki açıdan kelimeler arasındaki uygunluğu ele alalım. Siyâk, sibâk
yani sözün gelişi ve akışı ki, birincisi (sibak) sözün kendinden önceki kelimelerle,
ikincisi (siyak) de sözün kendi parçaları ile kendisine ve kendinden sonrasına
göre olan uyum ilişkileridir. Besmele, Fâtiha'nın bir kısmı sayıldığına göre,
birincisi (sibak) burada söz konusu olamaz, bu olsa olsa âyetin nüzulü (inişi)
açısından "Rabbinin adıyla oku." (Alâk, 96/1) âyetiyle ilişkili
olur ki, bu da Kur'ân tertibine göre kendisinden sonraki âyetlere ait bir
siyak ilişkisidir. Fakat besmele başlı başına bir âyet olduğu için önce onu
inceleyelim.
SİBAK (Sözün gelişi):
Besmelenin bir fiile bağlı olması ilişkisinden başka burada hiç bir şey düşünülemiyeceğinden
dolayı genel olarak Fâtiha'nın da besmele ile ilişkisi olduğu bellidir. Besmele
ile Fâtiha okuyorum, Fâtiha yazıyorum, hamd ediyorum, Kur'ân'a başlıyorum,
v.s. gibi. Fakat bundan başka özel şekilde de kuvvetli ilişkileri vardır.
O kadar ilişki vardır ki, besmeleyi Fâtiha'dan bir âyet sayabilirsiniz. İlk
önce, nazım ve fâsıla (âyet sonu) ilişkisi, ikinci olarak kelimeler arasındaki
ilişkiler, üçüncü olarak özetle onun açıklaması şeklinde çeşitli mânâ ilişkileri
vardır. Bir kere besmeledeki rahmetin çekiciliğine karşılık Fâtiha'nın bir
teşekkür etme demek olduğu ilk bakışta görülüyor. Bu ise besmele ve Fâtiha
arasında gizli ve tam bir bağlantının bulunmasıdır. Sonra Fâtiha besmelenin
bir açıklaması, ve mânâlarının açığa çıkmasıdır.
Şöyle ki: Besmele,
gerçekten ve itibari olarak yedi kelimeden oluşmuştur. Bunlardan dört tanesi
başlıbaşına birer kelime olup üçü Allah'ın ismidir. Bu terkibin tamamı ise
bir kısmı zikredilen, bir kısmı da sözün gelişinden anlaşılan ve gizli bulunan
iki taraf ile bir bağlaçdan " = bâ" edatı, yani müteallik (ilişiği
olan), müteallak (kendisine bağlanan) ve ilişki vasıtası olan üç kısımdan
birleşen tam bir söz idi. Buna karşılık Fâtiha, yedi âyet, başlı başına dört
söz, üç tam vakf (durak)dan birleşen tam bir söz düzeninde güzel bir sûredir
ki; bu üç tam vakfdan birincisi üç âyetle bir cümle olarak birinci tarafı,
ikincisi iki cümle ile bir tevhid âyeti olarak ortadaki bağlama ilişkisi,
üçüncüsü yine üç âyetli bir cümle olarak, son kısmını meydana getirmiştir.
Ve bu şekilde Fâtiha, besmele gibi ve onunla bir cinsten olan bir söz şeklindedir.
Mânâya gelince: Besmele
bize bir tamlama bağı, iki sıfat bağı ve başında bir bağlantı harfi ile sonunda
gizli olan tevhidi içeren tam bir bağlantı veriyordu. Orada özel (isim)den
genel mânâya doğru yayılan (genişleyen) isim ve sıfatı zikredilmiş iken biz
ezelde (başlangıcı olmayan bir zamanda) olduğumuz gibi fiillerimiz ile beraber
saklı ve gizli idik. Daha doğrusu Allah var, biz yoktuk. "Allah vardı,
onunla birlikte hiçbir şey yoktu." Çünkü ondan önce bu ilişki ile Allah'a
ait olmaya sarılmamıştık. dediğimiz zamandır ki, bu bağlantı meydana gelmiş
ve Fâtiha'da Allah'a teşekkür etmekle birlikte varlık aleminde ortaya çıkmamıza
sebep olmuştur.
Gerçekten Fâtiha bir
teşekkür (cümlesi) ile başlıyor ve bizi gizli, ilahî bir ilişki ile başlangıçta
kâinatın içinde varlık sahasına atıyor ve o sırada Rahmân ve Rahim bir daha
tecelli ediyor ve gerçekleri tebliğ etmekle bir iki ıslah döneminden sonra
ilahî bir mükellefiyetin gereğini sezecek kadar idrakimizi terbiye ederek
ve konuşmayı öğretmek sureti ile iyilikte bulunarak Allah'ı ve kendimizi tanımak
için bizi yoktan var ediyor ve işte o zaman Allah'ın birliğine "Yalnız
sana ibadet ediyoruz ve sadece senden yardım diliyoruz" diye bir bey'at
anlaşması yaptırmak üzere bize konuşma hakkı veriyor. Ve biz de bütün sosyal
vicdanımızla konuşarak söze başlayıp bu anlaşmayı yapıyor ve o bağlantı ilişkisini
böyle ezelî bir rahmet ile zevalsiz bir sosyal ve hukukî sözleşmeyi yapıyoruz
ve o vakit bizim de "neste'în" (yardım diliyoruz) derken biz de
bir irademizin, bir şeyi istemeye hak ve yetkimizin olduğunu anlıyoruz ve
derhal duası ile Allah'ın huzurunda yer alarak sonuna kadar söylüyoruz. Bu
şekilde ezeldeki (başlangıcı olmayan zaman) ve besmeledeki gizli (mânâ), Fâtiha'da
ve şimdiki zamanda konuşan biri olarak ortaya çıkıyor da ezelî zâhir olan
görünmüyor ve sonunda bizim idrakimizde ve konuşmamızda hazır olması ile merkezimizde
ve çevremizde bir muhatab olarak hazır bulunuyor. işte ezeli ve sonsuz bütün
hayat dengeleri bunun içindedir. Basit birkaç cümle gibi görünen Fâtiha, yaratılışın,
yaratanın, yaratıkların bütün sırlarını toplayan bir kanun-i küldür, (genel
ve temel ilkedir). Baş tarafındaki üç âyet ile sonundaki üç âyetin bağlantısı
gibi olan bu bir âyetle Fâtiha böyle sonsuz üstü bir varlıklar denklemini
kayda geçirmiştir.
Fâtiha'daki bu ruhu,
bu manevî inceliği ve bu denklemi, şu kudsî hadis ne güzel açıklamıştır: "Ben
namaz sûresi olan Fâtiha'yı kendim ile kulum arasında yarı yarıya taksim ettim;
yarısı benim ve yarısı kulumundur. Kuluma istediğini veririm." Hz. Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz de bu hadisi şöyle açıklıyor: Kul der; Allah da; "kulum
bana hamdetti" der; kul der. Allah da "kulum beni övdü" der;
kul der, Allah da der ki; "kulum beni ululadı". Ve buraya kadar
benimdir. kulumla benim aramda, sûrenin sonu ise yalnız kuluma aittir ve kulumun
istediği kendi hakkıdır, diyor.
Fâtiha, işte yüce Allah'ın
böyle bir lütfunu tecelli ettiren bir varlık dengesidir. Bu dengede de kâinat
nizamının temeli olan adalet ve denge kanununun en açık ve en güzel bir gerçeğini
görürüz, görürken (doğru yol) yüce nazmında açıkça okuruz. Bu dengeye tasavvufî
bir zevk ile bakacak olursak bu kulluk ve yardım dileme andlaşmasını taşıyan
(İslâm) ümmetinin bütününe "Sizi yeryüzünde halifeler (yöneticiler, yeryüzünün
tasarruf ve hakimiyetini elinde bulunduran insanlar) yapan O'dur." (Fâtır,
35/39) "Yeryüzüne mutlaka iyi kullarım mirasçı olacak, bu yeryüzü onların
eline geçecek." (Enbiyâ, 21/105) gibi âyetlerde açıkça belirtildiği üzere
Allah'ın vekili (halifesi) olan insanın onun bir gölgesi şeklinde aksetmiş
olduğunu ve insanlara da yeryüzünü inşa ve imar etme payı bahşedilmiş bulunduğunu
duyarız ve o zaman böyle kulluk ve yardım istemeyi yalnız Allah'a ait kılan
toplumsal duygu taşıyan bir ümmetin herhangi bir konuda birleşmesinde de şer'î
bir delalet bulunabileceğini, yani ümmetin bir konudaki fikir birliğinin olumlu
bir şer'î delil olduğunu anlarız. Bundan dolayı Besmele ile Fâtiha arasındaki
sözün gelişinden (siyak) anlaşılan uyum, ezelî ruh ile sonsuz olan arasındaki
bu denge ilişkisinin meydana çıkmasıdır. Bu âyetler, işte bütün yaratılışta
var olan bu ilişkiyi bizim bilincimize nakşeden ilahî âyetlerdir. Bunların
geniş açıklamasını da Kur'ân'da göreceğiz.
SİYAK: Fâtiha'nın bizzat
kendisindeki sözün akışı ve bu tabii akıştan doğan bir öğretim şeklidir. Nitekim
Fâtiha'nın bir ismi de "ta'lim-i mes'ele" yani "konuyu öğretme"dir.
Bunun en büyük ipucunu okumanın gelişinden ve özellikle "Rabbinin adıyla
oku!" (Alak, 96/1) yüce emrinde buluruz. Bundan başka nüzul sebeblerinde
rivayet ettiğimiz hadiste de emri vardı. Bunun için bazı müfessirler başta
"böyle söyle" meâlinde emrinin gizli olduğunu söylemişler ise de
büyük tefsir âlimleri böyle bir kelimenin gizli olduğuna ihtiyaç kalmaksızın,
yalnızca üslubun gelişinden böyle bir şeyi öğretmeyi işaret etmeye yeterli
olduğunda ısrar ediyorlar. Yani Allah Teâlâ bize bu sözü ile ilim ve iman
telkin etmiş (anlatmış) ve bu anlatışı bir emir ile yapmayıp şimdiki zaman
kipi ile mevcut olmayanı anlatmıştır. Çünkü ilim ve imandan önce onun huzuruna
çıkma hakkımız yoktu ki, bize açıkça hitap etsin. Çünkü Besmele'de biz görünürde
yoktuk. Bununla beraber Allah'ın zatının değil, isminin huzurunda idik.
Bundan dolayı Fâtiha'nın
başında Allah'ı tanımakla ilgili olan üç âyet tamamen görmeyerek anlatmak
tarzındadır. Kendisiyle konuşulan görünmüyor. Bunda "âlemîn = âlemler"
kipi ile akıllı varlıklara apaçık bir uyarı vardır ki; bu üç âyetin mânâsını
düşünüp anlayan bir kimse akıllı ise, âlemlerin ne olduğunu ve kendi ruhunda
onun nasıl tecelli ettiğini iyice düşünerek ve başlangıcı ve sonucuyla onu
gözden geçirerek aklını ve seziş kabiliyetini topladığı zaman ve ancak o vakit;
"Hamd o âlemlerin Rabbi, o Rahmân ve Rahim, o, din gününün maliki Allah'ın"
görünmeyen Allah'la ilgili anlatımın doğru bir söz olduğunu anlar ve derhal
Allah'ı görünen ve görünmeyen alemde hazır ve gözeten olarak bulur. Böyle
bulunca da "Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti, senden dileriz yardımı,
inayeti (Yâ Rab)" diye ona hitap ederek, ihtiyaçlarını ona arzeder ve
onların karşılanması yolunda istekte bulunabilir. Bunun için Fâtiha, Arap
edebiyatında gaibden (üçüncü şahıstan) muhataba geçen ve iltifat denilen bu
belağat üslubunu gerçekleştirmek için Allah tarafından açık bir "ben
ve biz" emri gibi birinci şahıs kipi ile doğrudan yapılan bir hitabı
kapsamayarak "Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle
ya da perde arkasından konuşur." (Şûrâ, 42/51) âyetinin mânâsını öğretmiş
ve tebliğ etmiştir. Bundan dolayı Fâtiha'nın kendisindeki söyleniş metodu,
bir öğretim metodu ve üslubu, bir telkin üslubu olmuştur.
Bütün Arap edebiyatçılarının
ve hatta Türk şairlerinin kasidelerinde ve nutuklarında bilip kullandığı bir
iltifat sanatının böyle tam yerinde ve birçok cümlelere muhtaç olan mânâları
bu kadar kısa, öz ve bu kadar açık ve anlaşılır bir şekilde toplayan son derece
derin bir nükteyi ortaya koymuş olması, bütün Arap şairlerinin meydan okuma
niyetlerini ve cesaretlerini kıran ve onlara Kur'ân'ın i'câzı önünde baş eğdiren
hususlardan birisi olmuştur. Fâtiha'nın kelimeleri ve cümleleri arasındaki
ilişkilerin ise bir kısmı yukarda geçti ve ihtiyaç görüldükçe ileride de tahlil
ve tefsir sırasında gelecektir. Burada şu kadarını söyliyelim ki, elhamdü'nün
en mükemmel bir şekilde tefsiridir. da istiânenin (yardım dilemenin) aynı
şekildeki bir açıklamasıdır. Ve bu zincirleme sırların ortaya çıkması ile
Fâtiha sûresi bütünüyle baştaki, en baştaki veciz cümlesinin açıklanmasından
ibaret eşsiz bir kelâmdır.
Diğer Kur'ân sûreleri
ile ilişkisine gelince, Fâtiha'nın Ümmü'l-Kur'ân (Kur'ân'-ın anası), Ümmü'l-Kitab
(Kitabın anası), esas isimlerinin delalet ettiği şekli ile Kur'ân'daki sûrelerin
hepsinin ana kökü ve genel temsilcisi olmasıdır ki, bu hususun bir kısmını
yukarda anladık ve gelecek bütün açıklamalarda da inşaallah anlayacağız.
Özetle: Sanki besmele
bir taç, Kur'ân en mükemmel bir vücut, Fâtiha onun başı, bu baştaki çehre,
(Fâtiha'da geçen) rahmet ve hidayet (doğru yolu bulma) bu çehrenin göz bebekleri,
dünya ve ahiret dış yüzüyle içyüzü, kulluk ve yardım dileme dili, Allah'ın
birliğine inanma ise ruhudur. O şekildedir ki vücudun bütün gizli tarafları
onun açık seçik konuşan dudağından çıkarken o taçdan, o çehreden, o süzgün
bakışlardan da onun ruhu okunur. O çehre, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in çehresi,
o vücud Allah'ın tecellisidir. Söz Allah'ın sözü, tebliğ eden Allah'ın elçisidir.
"Allah'tan başka ilâh olmadığına Hz. Muhammed'in Allah'ın kulu ve elçisi
olduğuna şahitlik ederim."
TAHLİL VE TE'VİL (Analiz
ve Yorum): Hamd, isteğe bağlı yapılan bir iyiliğe veya onun başlangıç noktası
olan bir iyiliğe karşı gönül açıklığı ile o iyiliğin sahibine saygı ifade
eden bir övgü sözüdür. Kısmen medih, kısmen teşekkür ile birleşen bir övgü,
bir çeşit övmek veya övülmek, iyi bir övüş veya övülüş, güzel bir övücü veya
övülen olmak, ciddi bir övücülük veya övülücülük hülasa bu anlamları kapsayan
güzel ve ciddi bir sözdür. Arapça'dan hamd kelimesi bu mânâların hepsi için
kullanılır. Fakat Türkçe'de çoğunlukla masdar ismi olarak kullanılır. Diğer
kiplerde hamd etmek veya edilmek, hamdediş veya ediliş, hamd eden veya kendisine
hamdedilen, hâmidiyet (hamd etmek niteliği), mahmûdiyet (övülmeye değer olmak)
denilir ve bugünkü dilimizde bunun öz Türkçe olan bir eşanlamlısı yoktur.
Şükür de böyledir. Türkçe'de bir övme var ki, o da methetme ve sena (övme)
ile eşanlamlıdır. Hamd ise medh ile şükür arasında bir nevi övme ve özel bir
medihtir. Çünkü medih, canlılığı ve istediği gibi hareket etme yeteneği olana
da olmayana da yapılır. Mesela güzel bir inci ve güzel bir at övülmüş olabilir.
Fakat onlara hamdedilmez. Hamd, inci ve atı bağışlayan, istediğini yapmakta
serbest olan Allah'a yapılır ve hatta onun lütfuna, ilmine yapılır. Fakat
vücut güzelliğine yapılmaz. Ayrıca medih, bağıştan önce de ondan sonra da
yapılabilir. Hamd ise kesinlikle bir iyilikten sonra yapılır. Şu kadar var
ki, onun hamd edene ulaşmış bir iyilik olması şart değildir. Şükürde ise bu
da şarttır. Çünkü şükür, gelmiş olan bir nimete sözlü veya fiilî veya kalp
ile nimeti verene saygıda bulunarak ona karşılık vermektir. Yalnız fiil veya
kalp ile yapılan şükür, ne medihtir, ne hamddır. Fakat dil ile sözlü olarak
yapıldığı vakit hem hamd, hem de medh olur ve bu hamd, minnettarlığın başıdır.
Bundan dolayı hamd, medihten genel olarak daha hususi (özel)dir. Şükürden
de bir bakımdan daha genel ve bir bakımdan daha özeldir.
Her hamd, medihdir.
Fakat her medih hamd değildir. Sonra bazı hamd, şükür (minnettarlık) ve bazı
şükür hamd olmakla beraber şükür olmayan hamd, hamd olmayan şükürler de vardır.
Demek ki medih, gerçeğe göre boş bir ümidin itmesi ile kuru bir yalandan,
mücerred bir dalkavukluktan ibaret kalabilirken hamd ve şükür daima gerçeğe
uygun bir doğruyu ifade ederler. Hamd, delile dayanan haklı bir ümidin sevinci
ile veyahut minnettarlık gibi gerçekleşmiş bir nimet içinde bulunarak rahat
etmenin mutluluk zevki ile yapılır. Hamd verdi, verecektir gibi geçmiş ile
gelecek arasında dönüp dolaşan bir sevinç durumundan, şükür ise işte verdi
gibi gerçekleşen bir geçmiş nimete ulaşma zevkinden ileri gelen bir mutluluğu
ilan etmektir. Bunun için hamd ve şükür tamamen meşru ve ahlâka uygun oldukları
halde medih genellikle ahlâka uygun değildir. İslam'a göre yasaklanmış ve
yerilmiş de olabilir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Övmeyi meslek
edinenlerin yüzlerine toprak saçınız." buyurmuş. Halbuki "İnsanlara
hamd etmeyen kimse Allah'a da hamd etmez." hadis-i şerifi ile mutlak
surette emredilmiş olduğunu göstermiştir. Mirac hadislerinde de Hz. Muhammed
(s.a.v.)'in ümmeti "Çok hamdedenler" ünvanı ile lakablandırılmışlardır.
Hamd ile şükürde esas maksat nimeti verendir. Medihte ise nimeti hayal etmektir.
Hamd ve şükür; ikisi
de hak ve hakikat sevgisi ile gönlün sevinçle dolması ve bundan dolayı ahlâka
uygun olmakla beraber hamdde sevinç ve arzu mânâsı, şükürde ise içten bağlılık
ve dostluk mânâsı daha açık bir şekilde bulunur. Ve bu şekilde şükür (minnettarlık),
gerçekleşen bir geçmişin ululama hatırası olduğundan dolayı daha zor, yapanları
daha azdır. Çünkü varlığın akışı hep geçmişten geleceğe yönelik olduğu için
insanlar yaratılıştan geleceğe meyillidirler. Şüphesiz bu meyletmenin içine
korku bulaşmış bir ahiret çekimi yerleşmiştir. Gerçekten insanlar daha fazla
ileriyi görsün diye gözleri ön tarafa bakacak şekilde yaratılmıştır. Fakat
böyle olması yolda giderken geldikleri başlangıç noktasını geçip arkada bıraktıkları
kısmı unutmak için değildir. Onun hatırında kalan şeylere ve hafızasının doğruluğuna
güvenildiği içindir. Bundan dolayıdır ki boyunlar gerektiğinde o hatıraları
yenilemek için öndeki gözleri arkaya çevirip baktırabilecek şekilde hareket
eden bir eksen halinde yaratılmışlardır. Bir gelecek yolcusu için bu yaratılışın
büyük bir uyarıcı önemi vardır. Demek ki, hafızası bozuk boyunları hareket
etmeyen yolcuların yalnız ileriye dikilmiş olan gözleri, şeytanın baskısından
korunmak için birer kurtuluş vasıtası değildirler. Halbuki gafil olan insanoğullarında
bu durum ağır basmaktadır. Dalkavukluk düşüncesi ile bir kuruntu halindeki
ümit üzerinde (bazı kimseleri) çok metheden nice yaratıklar görülegelmiştir
ki onlar, gayelerini elde ettikleri ilk andan itibaren bir nankör kesilmişlerdir.
Bunu farkeden bazı düşünürler -bunlardan biri de müellifin zamanında yaşayan
Fransız Güstav Löbon'dur- insanlar üzerinde hayalin, gerçekten daha fazla
bir egemenliği olduğu sonucuna varmışlardır. Fakat bu görüş doğru değildir.
Çünkü hayalde görülen o egemenlik, gerçeği temsil edebilmesinden dolayıdır.
Yoksa hayale hayal diye sarılan kimse görülmemiştir. Bundan dolayı asıl egemenlik
hayalin değil yine gerçeğindir. Gerçek öyle etkilidir ki yalnız yakından değil,
uzaktan hayal yoluyla bile etkisini gösteriyor. Fakat sevgiliye ulaşmanın
öyle şaşırtıcı bir etkisi, kendisinden geçip dünyayı unutma durumu vardır
ki bunda gerçek, kendisinden başka herşeyi siliverir ve bizzat gerçekçi olmayanlar
ona dayanamazlar ve bunun için insanoğlu onu, kendisinden ziyade karşısında
gördüğü zaman ona değer verir. Güneş doğunca göz kamaşır ve izlenim süzülüp
kalpdeki his cepheye dikilmeyince insan onu göremez. Bundan dolayı bilinçli
bir hakikat adamı olmak zordur ve tam bir müslüman olmak çok zordur. Çünkü
varlığını Hakk'ta kaybeden Hz. Ömer el-Faruk (r.a.) Efendimiz "Hakk,
Ömer'e dost bırakmadı." dediği zaman bu zorluğu anlatmak istemiştir.
Şükür ise böyle hakikat sahiplerinin alâmeti olduğundan "Kullarımdan
şükreden azdır." (Sebe, 34/13) buyurulmuştur.
Bununla beraber, diğer
taraftan "hamd"de saygı ve değer verme mânâsı daha yüksektir. Çünkü
bunda, meydana gelen bağış, hamd edene ulaşmadığından dolayı bir taraftan
daha fazla hakka bakan maksatsız bir saygı karakteri vardır. Diğer taraftan
o bağışa kavuşanların sevincine katılmayı ifade eden bir kardeşlik duygusu
ve kendi hakkında henüz ulaşmayanı ulaşmış saydıran bir takdir payı vardır.
Bir bu, bir de şükrün kısımlarında kalb işinin, gizli bir iş ve organların
fiillerinin ihtimalli olması, şükür çeşitlerinin en mükemmelinin, yine dil
ile yapılan hamd olmasını gerektirir. Gerçekten Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz,
"Hamd, şükrün başıdır. Allah'a hamd etmeyen O'na şükretmemiş olur."
buyurmuştur.
Bu şartlarla dil ile
yapılan medih zikirler ile yâd etmeler, saygı ifade eden lafızlar, özel saygılar
hep hamddırlar. Hamd kelimesi de saygı ifade eden bu kelimelerin hepsinin
mânâsına uygun olduğundan "hamd olsun" denildiği zaman bütün bu
saygılara yaraşır bir iyilik veya bağışlama karşısında bir mutluluk sevinci
ve bir bahtiyarlık duygusu ilan edilmiş olur ki bu, bir taraftan o iyilik
ve bağışlamanın seçkin sahibini övmek, diğer taraftan da hakkıyla o mutlulukla
övünmek mânâlarını ifade eder. Ve her iki bakımdan da şeriata pek uygun ve
ahlâka çok uygun bir iyiliktir. Çünkü nimeti anlatma, böbürlenmeden ileri
gelen bir gurur değil, nankörlüğü ortadan kaldıran büyük bir erdemliliktir.
Daha doğrusu hamd, herkesin ermek istediği fakat pek az kimsenin erebildiği
en yüksek bir olgunluk gayesidir. Çünkü insanlık açısından bütün mutluluklar
iki kelime ile özetlenebilir. Tena'üm (nimet ve bolluk içinde bulunma) ve
in'am (nimet verme). Nimet ve bolluk içinde bulunanlar ancak refah içinde
bulunduklarını his ve takdir ettikleri zaman hamd ederler. Çünkü mutluluk,
refah içinde bulunmanın kendisinde ve niceliğinde değil, niteliğinde yani
refahın zevki takdir edilip hissedilmesindedir. Zaten bolluk içinde bulunmanın
mânâsı budur. Ve ne vakit mutluluk zevki hissolunur ve coşarsa dilden hamd
çıkar ki bu makam, hamd etmek makamıdır. Nimet verme makamında bulunanların
mutluluğu da yalnız nimet vermede değil, verilen nimetin değerini bilecek
ve zevki ile mutluluk duyacak, layık olan yere ulaştırmasında ve ulaştığını
açık delil ile görmesindedir. Bu delil ise hamd edenin hamdidir. Bundan o
ulaştırma ve ulaşmayı seyretmekteki zevk de kendisine hamd edilenin mutluluğunu
meydana getirir. Ve biz biliriz ki, nimet verme makamı, nimete erme makamından
üstündür. Bundan dolayı mahmudiyet (kendisine hamd edilmeye layık olma) makamı
rütbelerin en mükemmeli ve hedeflerin en sonudur. O halde bu makamın mutluluğu
da en büyük mutluluktur. Bu mutluluğun zevkindeki coşma da haydi haydi bir
hamd ile sonuçlanmayı gerektirir. Hamd etmeye layık olana hamd etmek demek
olan bu hamd ise nimeti artırmaya ve dolayısıyla fazla hamdetmeye ve hamdedilmeye
sebep olur. Bu şekilde hamd etme makamında, refah içinde bulunan kimsenin
hamd etmeye devam etmesi, kendisine hamd edilme makamına yükselmesine ve mahmudiyet
makamında nimet vericinin hamd etmeye devam etmesi de kendisine hamd edilmenin
sınırsız katlanmasına sebep olur ki "Andolsun şükrederseniz elbette size
(nimetimi) artırırım." (İbrahim, 14/7) buyurulması bundandır.
Şu halde yukarıya doğru
ilerlemede hamdin sırası ile en yüksek rütbeleri şunlardır:
1- Hâmidiyet (hamd
etmek), 2- Mahmudiyet (övülmeye değer olmak) 3- Hâmidiyet ve mahmudiyet 4-
Mahmudiyet ve hâmidiyet.
Bu son derecede Allah'a
ait tecellilerden (lütfuna erme) birini görürüz. Burada etkilenmeyi ifade
eden insana ait mânâları ortadan kaldırmakla övülmeye değer ve hamdetmeyi
biraraya toplayan hamîd (çok hamdeden), mahmûd (övülmeye değer olan), hâmid
(hamdeden) gibi Allah'ın güzel isimlerinin tecellisini görmemek nasıl mümkün
olur? Bu olmasa idi onlar nereden gelirdi? Sonra "Şifa-i Şerif"
kitabında açıklandığı üzere Hâmid ve Mahmud, Ahmed ve Muhammed gibi yüce Peygamberimiz'in
mübarek isimlerindendir. Gerçekten Makam-ı Mahmud (en yüksek şefaat makamı)
bilhassa peygamberlerin sonuncusu olan Efendimiz'e va'd olunan ve onu hamd
etme makamından hamd edilen (övülen) makamına yücelten yüksek bir makamdır
ki, büyük şefaat makamıdır. Bu makamda "livâü'l-hamd" (sancağı)
onun sağ eline teslim olunmuştur. Ahirette Makam-ı Mahmud'un bol şefaati iledir
ki, Livâü'l-hamd altında toplanacak olan ümmet, Allah'a hamd etmelerinden
paylarını alacak ve cennet ehlinin dualarının sonu da " Alemlerin Rabbi
Allah'a hamd olsun." olacaktır. "Dualarının sonuncusu da alemlerin
Rabbi Allah'a hamd olsun." sözüdür. (Yûnus, 10/10).
Böyle hamd etme ve
övülme vasıflarını toplayan Allah'ın dostunun, Ahmed olması ve Muhammed olması,
işte hamdin bu toplayıcı ve birleştirici derecesini dile getirir ve gerçekten
lafız ve mânâ itibariyle hamdin esası Muhammed (s.a.v.)'e ait bir gerçektir.
Ve bu gerçeğin başlangıç ve sonuç itibariyle Allah Teâlâ'ya ait olması da
gerçeklerin gerçeğidir.
İşte Fâtiha "
" ile başlamakla bize bu mutlulukları, bu olgunluk hedefini ve bu gerçeği
öğreterek söze başlamıştır. Ve elhamdülillah (Allah'a hamd olsun) denildiği
zaman duyulan derin gönül ferahlığı bu aşk ve şevkin dile getirilmesidir.
Evet, hamd gerçeğine tutkun olmayan yoktur. Arapça'da " " bilinen
bir şey vaya umûmîlik veya cins ve hakîkat mânâsı ifade eden bir belirleme
edatıdır. İlk hitap edilirken hamdin kim tarafından yapıldığı belli değildir.
Sonra bu mübtedânın haberi olan 'da lâm'ın, ihtisas (ait kılmak), istihkak
(hakkı olma) ve mülkiyet mânâlarına geldiği açıktır. Ve ilk mânâsı (ait olmak)
diğerlerini de kapsar. Bundan dolayı cümlenin meâli şu olur: "Hani herkesin
bildiği ve en son ümidi olarak istediği hamd gerçeği yok mu? İşte hamidiyet
(hamd etmek), mahmudiyet (övülmek), bütün cinsi ile ve hatta bütün dereceleri
ve bütün çeşitleri ve fertleri ile o hamd, Allah'a mahsustur, Allah'ın hakkıdır,
Allah'ın mülküdür. Çünkü Allah'tır, çünkü... çünkü..." Fakat dilimizde
bu genişliği uzun uzadıya açıklamayı özetleyen bir belirleme edatı olmadığı
için biz sadece hamd diye genel olarak cins olarak anlatırız. Bilen bilir,
bilmeyen başkasının bildiğinden haberdar olmaz. Bu cümle herşeyden önce bize
ilim ve imanı anlatan bir haber cümlesidir. Aynı zamanda ululamayı da bildirerek
hamd etmeyi gerektirdiğinden dolayı, gereği ile de bir dilek cümlesi olur
ve zamana delalet etmeyen bir isim cümlesi olduğu için sürekli ve devamlı
hamd etme mânâsına gelir. Fâtiha'da bu cümleden başka isim cümlesi yoktur.
Üç tanesi söz, biri ulaç olan diğer dört cümle, hep fiil cümleleridir. İlk
bakışta böyle olması Fâtiha'daki denge uyumuna aykırı gibi görünüyorsa da
gerçek durum bunun tam aksinedir. Çünkü bir isim, birçok fiille denk olabileceği
gibi o dört fiil cümlesi bu isim cümlesinin açıklaması yerinde olduklarından
dolayı gerçek denklik ancak bu şekilde olur. Ve araştırıldığında görülür ki
Fâtiha, bu tek isim cümlesinden ibaret bir sözdür.
"Rabbü'l-Âlemîn",
Allah'ın sıfatıdır. Bu terkibin dilimizde herkes tarafından bilinmesinden
dolayı terceme edilmesine gerek yoktur. Bunu "âlemlerin Rabbi" şekline
sokmak mümkün ise de bunda fazla bir açıklık olmamakla beraber lâm'daki umûmilik,
bilinen bir fert ile Allah'ın birliğini anlatan belirli bir isme izafet (tamlama)
mânâları noksan kalacaktır. "Bütün âlemlerin ve parçalarından her birinin
bilinen yegâne Rabbi" diye açıklamak ise kısa ve öz anlatım yerine sözü
uzatmak olacaktır. "Âlemlerin Rabbi" demek ise bu sakıncalarla beraber
aslına da uygun olmaz. Çünkü Kur'ân "Rabbi'l-avâlim" demiyor da
"Rabbü'l-âlemîn" diyor ve bununla özellikle akıl sahibi varlıkları
üstün tutarak onların dikkatlerini çekiyor. Çünkü gibi sağlam çoğullar, akıllı
varlıklara ait olduğundan dolayı bunun meâli "bütün âlemlerin ve bütün
parçalarının ve özellikle hepsinden üstün olan akıllı varlık âlemlerinin yegane
Rabbi" demektir. Bakara Sûresi'nin başında "Müttakîler için yol
göstericidir." (Bakara , 2/2) yüce âyetinde anlaşılacak olan bu öz işaret,
Kur'ân'ın inmesinin hikmetini göstermek itibariyle Fâtiha'nın başında bulunması
çok önemlidir. Bu işaret ve Allah'ın bu uyarısıdır ki sıfatları ile takviye
edilince, akıllı varlıkların hislerini görünmeyen âlemden görünen âleme getirip
diye hitap etmekle Allah'ın birliğine ve onunla andlaşma yapmaya sevkedecektir.
Akıllı ile akılsız, eril ile dişil gibi diğerine bir açıdan üstün olabilen
birçok isimlerin ikil, çoğul gibi bir anlatımla kuvvetli olanını üstün kılmak
demek olan bu üstün kılma üslubu dilimizde de vardır. Mesela karı ve kocaya
zevceyn (eşler), baba ve anaya ebeveyn dediğimiz gibi Türk vatandaşı olan
herkese Türkler demek de bir tağlibdir ve Arapça'da bunun bir çok çeşidi vardır.
"Rabb" aslında
terbiye mânâsına gelen bir masdar olduğu halde mübalağa maksadı ile terbiye
edene isim olarak verilmiştir ve masdarına da rübûbiyet denilmiştir ki, çok
adaletli yerine (adaletin kendisi) denilmesi gibidir. İşte bu mübalağa mânâsından
dolayı Rabb yalnız "terbiye eden" ile eşanlamlı değil, aynen "terbiye"
gibi olan ve bundan dolayı zorla ele geçirme, üstün gelme, ihsan, idaresi
altına alma ve tasarruf etme, öğretme ve yol gösterme, teklif, emir ve yasak,
teşvik, korkutma, gönlünü alma, azarlama gibi terbiye için gerekli olan bütün
şeylere sahip, kuvvetli, mükemmel ve kusursuz olan bir terbiye edici demek
olur. Bundan dolayı sahip ve malik mânâsına da gelir. Mesela ev sahibine "Rabbü'd-dâr
= ev sahibi", bir sermayenin sahibine "rabbü'l-mâl = sermaye sahibi"
denilir. Bu terimde de yalnızca sahip ve malik mânâlarından daha fazla mânalar
vardır. Rabbü'l-mâl terimi ile kâr ortaklığı ve peşin para ile veresiye mal
alma gibi ticaret muameleleri açısından sermaye sahibine "rabbü'l-mâl"
denilir. Bundan dolayı kayıtsız Rabb denildiği zaman yalnızca sahip veya yalnızca
terbiye mânâları değil, ikisine de bütün gerekli şeyler ile birlikte sahip
olan, tükenmez kudret sahibi, daima var olan Allah anlaşılır. Bunun için Allah
Teâlâ'dan başkasına ait olduğunu belirten bir izafet tamlaması yapılmadan
başkaları için tek kelime olarak Rabb denilemez ve tam tanınmışlığı ifade
eden "er-Rabb" ve genel mânâ ifade eden (Âlemlerin Rabbi) gibi izafetle
Allah'tan başkası için asla kullanılamaz. Şu halde "rabb", rübûbiyyet
denince anlayacağımız mânâ, sonsuz kuvvet ile idaresi altına alan, tedbir
ve terbiye mânâlarıdır. Yani bunları yapabilecek sonsuz bir güce sahip olmaktır.
Terbiye bir şeyi basamak
basamak, yavaş yavaş olgunluğuna ulaştırmaktır ki, bunun alâmeti, seçme ve
olgunlaşma olur. Âlemlerin her kısmında ise terbiye ve olgunlaşma kanunlarının
hareketi her an ve her saniye görünüyor. Ve bundan dolayı böyle sonsuz bir
gücün Allah'a ait olduğu, dünya işlerinde şeksiz ve şüphesiz olarak okunmaktadır.
İşte âlemlerin Rabbi
bize bunu hatırlatıyor. Âlemlerin Rabbi denince her insan kendi görebildiği
kadar olsun bütün âlemlere zihninden bir geçit resmi yaptırır ve bunu yaptırınca
mutlaka terbiye kanununu görür. Demek biz Rabbimizi âlemlere bakmakla bileceğiz.
Fakat âlemleri de ancak O'nunla bağlantı kurarak tanıyabileceğiz.
Birtakım filozoflar
kâinatın şeklinin böyle yavaş yavaş gerçekleşen bir terbiye ve olgunlaşma
kanunu takip ettiğini görememiş. Bunlardan bir kısmı hepsinin bir defada sebepli
veya sebepsiz olarak birdenbire meydana gelmiş olduğunu, bir kısmı da tabiat
(kanunu) iddiası ile kâinatın sonradan meydana geldiğini inkâr edercesine
kâinatın bugünkü şeklinin ve varlık düzeninin başlangıçsız olduğunu iddia
etmeye kadar varmıştır. Bunlara göre mesela insan, ancak insandan olur ve
insan ezelden beri vardır. Kâinatta ilerleme ve gerilemenin mânâsı yoktur.
Bir şeyi istemenin, çaba harcamanın ve kazanmanın faydası yoktur. Bütün kâinatta
eskiden beri varlıkların her çeşidi serpilmiş, uzayda hiçbir ortak düzeni
takip etmeyen cansız cisimler ve cansız cisimlerde sayılamayacak kadar varlık
çeşitleri kendilerine ait bütün tabiatlarıyla eskiden beri var olan bir zorunluluk
ve gereklilik içinde yüzer giderler. Şüphesiz bu sözler, hem deneylere ve
hem de akla taban tabana aykırı birer katmerli cahillik idi. Hiç olmazsa tamamen
gözlerimiz altına girebilen eşya çeşitlerinin dün yok iken ufacıktan meydana
gelip yavaş yavaş büyüdüğünü ve bunun tersine yine yavaş yavaş kaybolup gittiğini
her gün tecrübe ile görüyoruz. Gözlemlerimizin kapsamına giremeyen şeylerin
de böyle olduğunu delillerle, aklımızla biliyoruz. Şurada bir adacık ortaya
çıkıyor, süzülmüş topraklar taşlaşıyor, taşlar eriyor, madenler filiz veriyor,
kayaların, toprakların arasında tohumcuklar ve o tohumcuklardan çeşitli otlar,
ağaçlar, türlü türlü hayvanlar türüyor, ürüyor, sümük gibi bir spermanın içinde
yüzlerce insan tohumu fışkırıyor, tasfiye ve aşılama ile bundan yavaş yavaş
canlanma aşamalarını geçirerek embriyon, embriyondan canlı kemikli cenin,
ceninden ağlıyarak doğan bebek, küçük çocuk, yine aşamalı olarak yuvarlanan,
yürüyen, kekeliyen yavrucuk, sonra koşup oynayan afacan çocuk, sonra dişlerini
değiştirip şahlanmaya başlayan büluğ çağına ermiş iyiyi kötüden ayıran, sonra
çiçeğini açıp meyvasını vermeye özenen akıllı ergin, sonra şahin gibi dünyaları
tutan çalışkan bir delikanlı, sonra arslan gibi olgunluk çağına ermiş olgun,
sonra fiziki yapısı maneviyatında erimeye ve görüşü, seçme kabiliyeti süzülmeye
(zayıflamaya) başlayan bir yaşlı, nihayet sadece iyi veya kötü bir ruh olup
uçmaya veya göçmeye hazırlanan pek yaşlı zayıf bir insan, özetle yer ve zaman
içinde nefesten nefese sayılamayacak kadar şuur yükleri ile yürüyen ve her
an şekilden şekle değişerek varacağı yere varan ve bütün bu değişmelerde hiç
değişmemiş gibi ben ben deyip giden insanlar akıp akıp gidiyorlar. Öyle ki
hiçbir zaman bu günkü âlem, dünkü âlemin her açıdan aynısı olmuyor ve bütün
bunların ötesinde bütün bu akıntıları ortaya koyup ve bağlayarak bize daima
Allah'ın birliği şuurunu veren tükenmez kudret sahibi daimi kalan bir gerçek,
her vakit her an varlığını ilan ediyor ki biz o ana, o vakte şimdiki zaman
diyoruz. Ve bu şimdiki zaman içinde geçmiş ve gelecek zamanı yaşıyarak o gerçeğe
kavuşuyoruz. Gerçek daima gerçektir. Kâinat ise her an değişen ve birbirine
bağlı olarak aralıksız ve düzenli değişen, bu bağlılık ve düzen ile akıl ve
fikrimiz o gerçeğin yansımalarını, kalb ve idrakimiz de o durum içinde bizzat
onun tecellilerini görüyor.
Bundan dolayı gözle
görmenin, tecrübenin, aklın ittifaklarıyla meydana gelen bu anlatım ve ısrarları
karşısında; kâinattaki sonradan peyda olma, terbiye ve olgunlaşma gibi hususları
inkâr etmek, körlükten, katmerli cahillikten ve ruhi bunalımdan meydana gelmiş
bir sapıklıktır. Kâinatta, yaratma, terbiye, seçme ve olgunlaşmanın yürürlükteki
ilahî bir nizam olduğu ve Allah Teâlâ'nın da mutlak kemâl sahibi olarak bunun
tam sebebi olduğu her türlü şüpheden uzaktır. Bunun için son yıllarda ilim
ve felsefe kâinatta, diğer bir ifade ile tabiatta olgunlaşma kanununun geçerliliğine
kesinlikle hükmünü vermiştir. Bugün terbiye, seçme ve olgunlaşma, akıllı ve
bilgili insanlığın üzerinde yürümek istediği bir kanun olarak kabul edilmektedir.
Olgunluk ise basit bir birlikten bileşik bir birliğe yani o tek şey üzerinde
yavaş yavaş birçok şeyin toplanması sureti ile noksandan artan ve olguna giden
ve bunun aksine bileşikten basite, birçok şeyden tek şeye dönüşen olayların
ve oluşların akışıdır.
Fakat burada gerçeği
bilen ilim ve hikmet ehli ile onların sözlerini çalarak veya anlamıyarak kötüye
kullanan birçok beceriksizin fikirlerinde görürüz ki, bunlar bu olgunlaşmayı
Allah Teâlâ'nın terbiyesinin bir eseri olarak kabul etmeyip tesir eden biri
olmadan ve sebepsiz olarak tabiatta bizzat geçerli ve zorunluluk ve gereklilik
olarak hakim olan kayıtsız bir kanunun bulunduğunu zannediyorlar. Ve özetle
Allah'ın terbiyesini ve Rabbliğini değil, seçme ve tabiatın olgunlaşmasını,
tabiatta üstün olan gerçeğin (Allah'ın) bizzat kendisi gibi zannediyorlar
ve bu şekilde insanı sadece kâinattaki varlıkların en mükemmel bir parçası
değil, onu mutlaka varlıkların en mükemmeli sayıyorlar.
Halbuki ilim, fen,
felsefe ve hikmet bütün ciddiliği ile bu zannın aleyhinde bağırıp duruyor.
Çünkü ilim ve sanatın apaçık bilgiye dayalı ve tecrübe ile desteklenmiş, zorunlu
bazı esas kanunları vardır ki, bunlar kabul edilmediği anda artık ilim ve
sanat yoktur. Nedensellik, nedensellik ilişkisi, birlik, hak v.s... Nedensellik,
en genel anlamda şöyle ifade edilir: "Yok iken var olabilenin mutlaka
bir sebebi vardır". Yani "Sonradan var olan herşeyden önce bir varlık
vardır ve onun etkisi altındadır." kuralından anlaşılıyor ki, yokluk
varlığın sebebi olamaz, yoktan hiçbir şey meydana gelemez. (Rien ne vient
du rien) yani yok iken var olan şeyler, kendilerindeki o yokluktan yine kendi
kendilerine değil, mutlaka var olan bir yaratıcının yaratma etkisi ile meydana
gelir. Kısacası, olayların kendinden önce bir sebebi vardır. Sonra sebeb ile
sonucun bir ilişkisi, bir orantısı vardır. Öyle ki sebeb bitince sonuç da
biter. Sonuçlar bilinince sebebi mutlaka veya kesin olarak biliriz ve neticeler
ne kadar çok olursa olsun sebepler toplamının kuvvetini geçemezler, onunla
denk olurlar. Mesela bir okkalık kuvvet, iki okkayı çekemez. Başka bir ifade
ile noksan fazlanın tam sebebi olamaz. Çünkü böyle bir durumda yokluğun varlığa
sebep olması gerekir. Falan şey yok iken kendi kendine yoktan var olmuş demek
gerekir. Bu ise sebebiyeti inkâr etmek ve dolayısıyla ilmin kendisini iptal
etmektir. Anlayışsız cahiller bunu söylerse de bugün ilimleri ve tabiat fenlerini
okuyup anlamış olanlar bunu bilerek söyleyemezler. Tabiatla ilgili bütün ilimlerde
nedensellik ve nedenselliğin uyumu kanununun mutlak bir hakimiyeti vardır
ki, bu büyük kanun, bazen değişim, kendini koruma oranıyla, bazen sebebin
uygunluk ve ilgi oranıyla ve kalıtımı terimi ile anlatılır. Olaylarda idrak,
ilim, akıl gibi neticeler görülüp dururken, bunların tam ve mutlak sebeplerini,
bunlarla hiçbir ilgisi olmayan kör bir kuvvet, kör bir tabiat gibi düşünmek
mânâsına gelen tabiatçılığın, tabiî ilimlerde de yeri yoktur. Bunun için tabiat
bilginleri, tabiatta yani dünyada, tekamül kanununun varlığını kabul ederken
kör, noksan bir tabiatın herşeyin başlangıç noktası ve sebebi olmasını değil,
vâcibü'l-vücud (varlığı zorunlu olan) Allah Teâlâ'yı sonsuz kemali ile düşünmek
ve kabul etmek şartı ile tabiatta olgunlaşmayı kabul etmişler ve açıklamışlardır.
Çünkü böyle olmasaydı olgunlaşma kanunu ilmin, sanatın özü olan nedensellik
ve nedensellik orantıları kanununa aykırı olacağından bilimsel olamazdı.
Sözü uzatmış olacak
isek de, derin gibi görünmekle beraber basit olan bu noktayı anlatmalıyız.
Mesela; bir buğday tanesi toprağa düşer ve gerekli şartlarını bulunca biter,
açılır, büyür, sünbüllenir, nihayet bir başakta yüz buğday tanesi verebilir.
Bunu bir defa daha, bir defa daha katlayınız, bütün dünyalar buğday ile dolar.
İşte bu, nicelikte olgunlaşma kanununun en basit örneklerinden biridir. Görülüyor
ki, bu yavaş yavaş meydana gelen olgunlaşmada tam sebep ilk buğday tanesi
ise, bütün bu olgunlaşmayı ilk tek tanenin tabiatından çıkaracak isek bu olgunlaşmanın
başlangıcındaki bir olgunluk, üremenin sonucunda yüz ve nihayet sonsuz olduğundan
böyle bir olgunlaşma iddiası "bir çarpı bir eşittir yüz eder" demek
gibi bir çelişki meydana getirir. Halbuki olgunlaşma hiç olmazsa bir ile birkaç
sayı arasında "1+2+3+4+5=15" gibi olumlu veya olumsuz bir oran takip
eder. Herşeyi yalnız kör tabiata terketmek "1=15" demek olur ki,
bunu ilim ve sanat şöyle dursun en basit akıl dahi kabul edemez. Çünkü bunda
yokluğun varlığa sebep olduğunu varsaymak, aklın ve ilmin üzerinde kurulduğu
nedensellik kanunu ile çelişkiye düşmek vardır. Doğrusu bir tabiatta her gelişmenin
son sınırında kendi dışından gelen bir olgunluk vardır. Bu ise normal bir
gelişme değil, terbiye ile elde edilen gelişmedir. Bunun içindir ki, bütün
ilim ve sanatlar, felsefe ve hikmet "noksandan tam çıkmaz, fakat tamdan
noksan çıkabilir" temel kuralına bağlıdır. Bundan dolayıdır ki, söylediğini
anlıyarak söyliyen ilim ve hikmet ehli kimseler tabiatın, tekamül kanununa
mahkum olduğunu söylerken bu tekamülün ve bu tabiatın bizzat kayıtsız şartsız
en mükemmel olan ilk sebebin yani, Allah Teâlâ'nın kayıtsız şartsız kemalinden
faydalandığını unutmayarak söylerler. Tabii tekamül kanununun en son savunucusu
sayılan filozof Spencer bile bunun için Allah'ın varlığının gerekli olduğunu
ve tabiatın gerçekten sınırlı olan tekamülünün üstünde varlığı zorunlu olan
Allah'ın sınırsız ve sonsuz kemalinin hükümran bulunduğunu ve şu kadar var
ki, bizim tam ve gerçek sebep olan mutlak kemali kavramaya, sınırlı ve izafî
olan bilgimiz ve idrakimiz yetmeyeceğinden, tecrübî bilimlerimiz, bunun yalnızca
tabiatte, yani gözle görülebilen âlemde mevcut tekamül kanunu çerçevesinde
geçerli olabileceğini anlatmış ve ortaya koymuş iken, sözde ilme bağlılık
iddiasında olanlar, "tabiatte tekamül vardır" derken, Allah'ı ve
O'nun yüce kemalini unutuyorlar ve sözkonusu tekamülü terbiyeden yoksun bir
tekamül sanıyorlar. Ve aynı zamanda bunlar pratikte kendi teorik görüşlerini
böylece her gün, her an geçersiz kılıyor ve bozmuş oluyorlar. Çünkü "Edokasyon,
pedagoji" adı altında terbiye ve çocuk terbiyesi davasından vazgeçmiyorlar
ve tam can atarcasına terbiyeci olmaya çalışıyorlar. Düşünmüyorlar ki, tabiat
üzerinde Cenab-ı Hakk'ın terbiyesi yoksa, bütün terbiye iddiaları yok olur
gider.
Kısacası ilim, her
şeyden önce hiç ortağı olmayan bir Hakk tanır ve devamlı birlik ölçüsü ile
hareket eder ve ulaşmak istediği her sonucun doğruluğunu temin etmek için
onun o en yüce Hakk'a (Allah'a) ilgisini, bağlantısını bulmaya çalışır ve
şayet tabiat ve tabii olgunlaşma kavramlarında Allah ile ve Allah'ın terbiye
etmesi ile bağlantı bulamazsa onlara gerçeklik ve haklılık kazandıramaz. Mutlak
ilim, Allah'ın zatının, kendi kendisine tecellisi ve O'nun kadîm olan ilmidir.
Cenab-ı Hakk'ın bize
lütuf ve ihsanını göstermesi de bizim izafî ve sınırlı olan ve sonradan meydana
gelen ilmimizdir. Cenab-ı Hakk'ın ilmi olmasaydı bizim bütün ilimlerimiz ve
hatta kendi varlığımıza ait kanaatlerimiz, bağlılıklarımız hep boş olurdu.
Hakkın tam rububiyyeti (terbiye ve tedbiri) ve onun eseri olan terbiyesi bulunmasaydı
kâinatta, tabiatta ne varlıktan, ne olgunluktan, ne tekamülden ne terbiyeden
hiçbir iz, hiçbir pay bulunamazdı. Bu iddiaların hepsi darmadağın olmuş olurdu,
hepsi boşta kalırdı. Kâinat ve biz böyle değil isek varlığımızın bir payı,
olgunluğumuzun bir payı, terbiyemizin bir payı, kendisine haklılık kazandıracak
bir ilişki ile bize kendini gösteriyorsa, bu tecellide kâinatın Rabbi olan
Allah Teâlâ'yı görmemek mümkün değildir.
Böylece Allah'tan başkası
olan ve nedensellik ilişkisi ile Allah'a delalet eden varlıkların hepsi ve
bir sosyal düzen oluşturan kâinatın her kısmı, her parçası da kâinatın parçasıdır.
yani ilim vasıtası kavramını ifade eden âlem kelimesi özel isim, alâmet maddesinden
türemiş olan hâtem ve kalem gibi alet ismi ölçüsünde bir çoğul isimdir ve
çoğul olmayan yalnız bir ferde âlem denilmez. Böyle ise çoğul olduğu halde,
akıllı varlıklar için kullanılan çoğulu "âlemîn" diye tekrar çoğul
yapılmasını ve bir de "el-âlemîn" diye umumî mânâya gelen belirlilik
lâmı ile belirli kılınması, bütün kâinatı ve kâinatın parçalarının hepsini
içine aldığını gösterir. Bu genellik içinde akıllı varlıklar için kullanılan
çoğulun getirilmesi de akıllı varlıklar kısmının üstün tutulduğuna delalet
eder ve akıllı varlıkları düşünmeden âlemlerin Rabbi'nin iyi anlaşılamayacağına
işaret eder. Bütün âlemlerin akıllı olduğunu bilseydik, akıllı varlıkları
böylece üstün tutmaya ihtiyaç kalmazdı. Âlem kelimesinin kökü açısından asıl
bir mânâsı vardır ki; yani bilgi edinmeye alet ve vasıta olan şey demektir.
Esas ilim ise düşünce değil, hakkın gerçek olduğunu tasdik etmektir. Yani
iki düşünce arasındaki mevcut ilişkiyi bütün vicdan ile anlamaktır. Bize mükemmel
bir düzen ile görünen ve her an yokluk ile varlık arasında akıp giden ve bu
akışında bir düzen sırrı ve ilişkisi takip eden ve en önemli düzeninden biri
de ruhlar ve zihinler ile dış âlem ve belli şeyler arasında haklılık, gerçeklik
ve gerçeğe uygun dediğimiz hak ölçüsünde yani bir şeyin doğruluğunu tasdik
anındaki gözlem ve şahitlik, ilim, akıl ve kalb bağlantısı ile görülen her
varlık topluluğu ve bütün varlık toplulukları Allah Teâlâ'ya ve O'nun kudretine,
Rabb olduğuna ve kemaline delalet eden birer delil, birer işaret meydana getirerek
ilmimize, doğrulamamıza sebep olduklarından dolayı âlem diye isimlendirilmişlerdir.
Ön sezişle incelendiği ve üzerinde düşünüldüğü zaman görülür ki bütün kâinat,
bizim zihinle ilgili ve dışımızda kalan şeyler olarak iki kısma ayrılan, idrakimizle
ilgili şeylerin toplamını meydana getiren olaylardır. Âlemlerin Rabbi de bunların
ötesinde olup aralarındaki haklılık ilgisi ile devamlı birliği Rabb olduğunu
gösteren, varlığı zaruri olan Allah Teâlâdır. Şuhut ehli için kâinatta görülen
herşeyin ötesinde, ondan önce veya ondan sonra onunla beraber mutlaka Allah
Teâlâ görülür. "Kalbine her ne doğarsa Allah onun üstünde ve ötesindedir".
Diğer bir ifade ile onun arkasında Allah vardır. Bundan dolayı kâinat, Allah'tan
başka bütün varlıklar demektir ve Allah ise kâinatın ötesidir . Ve biz bu
kâinat vasıtası ile onun ötesindeki Allah Teâlâ'yı, haklılık dediğimiz bir
idrak ilişkisi ile kabul ve tasdik ederiz. Bu varlıkların böylece Allah'a
delalet etmesi bütünüyle Kur'ân'da açıklanacağı gibi, burada da (âlemler)
kavramı içinde yerleşmiştir. Kelâm (metafizik), hikmet, felsefe, tasavvuf
kitapları da bu delalet (varlıkların Allah'ın varlığına delaletini) açıklamakla
meşgul olurlar. Gerçekten bizim bilgilerimizi meydana getiren ve getirecek
olan şeylerin hepsi var olan bir Allah'ın alâmeti ve belirtileridir. Madde
ile şeklin veya maddenin tek tek parçalarının birbiri ile, çeşitli kuvvetlerin
birbirleri ile uygun olan veya birbirine uymıyan ilişki ve bağlantıları; ufacık
bir çimen, bir hayvan veya insan anatomisi, koca bir güneş sistemi, bütün
yerleri ile cansız cisimlerin şekilleri, geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek
zaman gibi bütün zamanları ile bütün yaratıkları bu varlık sistemi ve bu arada
bir anlık idrak hep Allah'ın varlığına delalet eden birer âlemdirler. Bu delalet
de özet olarak ve tafsilatlı olarak ve her biri görülen ve hayal edilen olmak
üzere derece derecedir. Daha ilk görmede, birdenbire kısa bir alâmet parlıyor
ki bu özet, zincirleme idrakler ile uzun uzadıya açıklanır ve pekiştirilmiş
olur. Bunların zihindeki geçmişlerini ve gelecekteki nümune ve misallerini
meydana getiren içten hatıralarından, doğru hayallerinden, yansımalarından
da yine kısa veya detaylı olarak akıl yoluyla bir delalet okunur ve bu da
bir idrak ilişkisi ile kendini gösterir. Gerçekten biz nesneleri idrakimizin
onlarla olan bağlantısı ile görürüz, ve bu bağlantıdan meydana gelen şekillerle,
hatıralarla zihinde canlandırarak akıl yoluyla tanırız. Bu idrak olmadığı
zaman kendimizden bile haberimiz olmaz. İdraklerimiz ve onların bağlantısı
olan bu şekiller, bu izlenimler ise bizde, bizim kendimizde, ruhumuzdadır.
Güneş, bendeki yansıyan şekli ve içimde var olan hali ile güneştir. Halbuki
biz bu izlenimlerden, bizim dışımızda sabit görünen başka şeyler de idrak
ederiz. Şimdi bu eşyanın böyle bizdeki bu şekillerinden başka bir belirmeleri
elimizde yokken onları bizim aklımızdakinden ayırıcı bizim dışımızda ve kendilerindeki
özellikler ile tanımaya niçin ve nasıl mecbur oluyoruz? Sonra bunların yanlışını
doğrusunu nasıl seçiyoruz? Böyle eşyanın gerçekleri dediğimiz bütün a'yân-ı
sâbite'nin (Allah'ın ilminde eşyanın ezelden beri sabit olan şekil ve gerçekleri)
değeri ve arada bulunması ancak bizim idrakimizdeki nesnel (objektif) ve zihinle
ilgili (sübjektif) değerler ve şekiller iken neden ben onları benim dışımda
bir gerçek olarak tanıyorum? Tanımasam niçin içimdeki duygumda yalancılıkla
mahkum oluyorum ve sonra her şeyden önce ben kendi bulunuşum olan varlığım
ile, buluşum olan vicdanım ve idrakim arasında kendi kendime doğru ve uyumlu
olduğumu kesinlikle ve şüphesiz olarak niçin ve nasıl gerçek olarak kabul
ediyorum? Bunları yapıyorsam demek ben bütün bunlardan önce ve bütün bunların
ötesinde, önünde, sonunda, beraberinde nesnel (objektif) ve öznel (sübjektif)
yerleri ve zamanları, kısacası beni ve dışımda kalan şeyleri dıştan ve içten
kuşatmış bütün olayların ve olagelen şeylerin şahidi, kefili, vekili, yaratanı,
yapanı, Rabbi olan ve varlığı zaruri olan bir Allah Teâlâ'ya bir bağlılık
taşıyorum. Bende varoluş açısından zaruri olan bağlılık mahkumiyeti altında
O'nun hakimiyetinden faydalanarak önce O'nu, dolayısiyle de olsa doğrulamış
bulunuyorum. Bu sayede benimle idrakimin, idrakim ile dış alemin birbirine
bağlılık yönünü buluyor ve diğer ufak tefek şeylere ait hakikatların, değişmez
şekil ve gerçeklerin bulunduğunu onaylıyorum. Eğer bunu yapan yalnız benim
ruhum ise, benim ruhum, hem benim ve hem dıştaki eşyaların en son gerçek şekli
ve ilk sebebi demektir. Halbuki o bana öyle demiyor, o bana, "Ben öyle
olsaydım her istediğimi yapar ve sana ezelden beri hiçbir yokluk göstermezdim."
diyor. Ve ben de ruhumla beraber bunun doğru olduğunu kabul etmekte tereddüt
etmiyorum. Kısacası kendi kendime "Ben benim, ben şimdi varım."
dediğim zaman "Ben, kendimi (varlığımı) hissediyorum ve bu duygum doğru
bir hak duygusudur, bundan dolayı ben varım ve ben benim." demiş bulunuyorum.
Gerçekten ben kendi varlığımı hissederken, önümden, sonumdan, dış görünüşümden,
içimden etrafımı kuşatan Allah'ı ve Allah'la olan bağlantıyı beraberimde taşıyarak
doğru kabul etmemiş olsaydım iki taraf ile bağlılığı bulamaz "Ben varım,
ben benim" diyemezdim, iç duygumdan vücuduma geçemez, iç duygumla vücudumun
birbirine uymasına eremezdim ve netice olarak gerçekten var olan hiçbir gerçeği
kabul edemezdim. Acı ile lezzeti, ışık ile karanlığı, uyku ile uyanıklığı,
zenginlik ile züğürtlüğü, kısacası eşyadan hiç birinin varlığı ile yokluğunu
sezdiğim kadar da sezemezdim, yakacak ateşten kaçıp güldürecek gül bahçesine
gidemezdim. Bunları az çok, izafî de olsa seziyor, yapıyorsam, Allah Teâlâ'ya
bağlılığımla ve bu sayede parça parça ve tam izafî (ilgili) gerçekleri idrakim
ile yapıyorum. Bunu da vicdanımda onun eseri olan kendi alemimden ayırıyorum.
Bu vicdan benim ise, ben ve bütün varlık O'nun (Allah'ın), bilsem de onun,
bilmesem de onundur. Şu kadar var ki, bilmeyen bir yaşarsa, bilen iki, daha
doğrusu sonsuz yaşıyor. "Âlemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun".
Kısacası "Ben
varım, ben benim, başkası değilim." önermeleri bizim bütün şüphelerden
uzak, en kesin, en açık ve en fazla öncelik taşıyan bilgimizdir. Fakat ben,
idrakim varken ve ancak onunla "Ben varım" diyebilirim. Bu doğrulamada
benim vicdanım açıktan ve ister istemez kendisi ile uyum sağlar. Bu şekilde
"Ben varım." açık önermesinin mânâsı, kendi içinde belli olduğundan
açıkça anlaşılır. Bu da "Bu idrakim, bu duygum, kesinlikle doğrudur,
gerçektir, haktır." önermesinin kefil olması ile apaçıktır. Bu da varlığı
zaruri olan, mutlak hakim, mutlak bir Zat-ı Hakk'ın kesin olarak kabul edilmesi
ile, şahitlik etmesi ile besbellidir. Ve bu tasdik böyle kesin bir inancın,
hem başlangıcı, hem en son hedefi, hem de güç kaynağıdır. Gün gibi açık olan
ilk gerçeğin bütün mânâ ve şartları da apaçık mıdır? Bu bir problemdir. Bunun
için bazıları yaratıcının varlığına apaçık aşikar, bazıları apaçık gizli,
bazıları da bakış açısına göre değişir, demişlerdir ki bu herkesin kendi varlık
idrakindeki kuvvetine ve zayıflığına bağlıdır. İşte böyle bir anlamda teorik
sayılabilecek bir algılama şekliyle, açık ve seçik olan bu varlık, kimine
göre aşikâr kimine göre gizlidir. Kâinat onun delili iken o da kâinatın şahidi
ve nurudur. "Allah, göklerin ve yerin nurudur." (Nûr, 24/35) "Muhakkak
ki O, her şeye şahittir." (Fussilet, 41/53) "O, ilktir, sondur,
zahirdir (aşikârdır), bâtındır." (Hadid, 57/3) man, bu nuru kavramak
demektir. İslâm dini de bu anlayışı, bu ilişkiyi yaşamaktır.
3- "O Rahmân
ve Rahim". Besmelenin tefsirinde bu iki sıfatın uzun uzadıya açıklamasını
gördük. Burada meşhur bir konuya dikkat çekelim. Merhamet ve rahmet, muhtaç
ve belaya uğramış birini beladan kurtarmayı ve onun yerine ona iyilik etmeyi
ve nimet vermeyi hedef edinen bir acıma duygusudur demiştik. Bu duygu başlangıçta
şefkat gibi acı duyma ve etkilenme cinsinden nefse ait bir arzu olarak başlar
ve sonunda da güzel bir etki demek olan istiyerek nimet verme işini gerektirir
ve yerine göre bu sonuç için sadece bir söz veya bir işaret bile yeterli olur.
Biz "Falanca merhametli adamdır." dediğimiz zaman çoğunlukla gönül
yufkalığı dediğimiz psikolojik durumu, etkilenme yeteneğini kastederiz, fakat
pek merhametli, çok merhametli dediğimiz zaman da yaptığı iyiliğin sonuçlanıp
ortaya çıktığını anlarız. Yüce Allah ise, sonradan meydana gelmenin alâmetleri
olan değişme ve etkilenmeden uzak ve yüce olduğu için Allah'ın rahmetini insanlara
ait merhamet gibi yukarıda zikredilen mânâ ile açıklayamayız. Bunun böyle
olması gerektiğini bize hem aklımız, hem de şeriatımız söyler. Zira her ikisi
de bize bunun ipuçlarını verir. Bundan dolayı müfessirler burada ifade açısından
az çok bir mecaz bulunduğunu söylerler ki, bu da iki şekilde düşünülür:
1. Yalnızca merhametin
gerekli sonucu olan kurtarma ve nimet verme mânâsı.
2. İnsanın, esas itibariyle
iyiliğe yatkın olan yaratılışının gereği ve icabı olan iyiliği irade (dileme)
mânâsıdır.Çünkü irade (dileme) bir edilgi (passion) değildir, mümkün olan
bir işi yapma ve bir işi terketmeden birini tercih etme demek olan Allah'ın
zatına ait bir sıfattır. Bundan dolayı birinciye göre rahmet, Allah'a ait
fiilî sıfatlardan, ikinciye göre zâtî sıfatlardan olur.
Allah'ın rahmeti en
mükemmel olduğu ve Rahmân-ı Rahim diye iki sıfatla da anıldığından dolayı
burada iki mânâyı da kasdetmek daha uygundur. Rahman Allah'a ait bir sıfat
olduğuna göre tabiat (instinet) ve devamlılık mânâsına gelen sıfat-ı müşebbehe
olarak iyiliği dilemek zatına ait sıfatı, Rahim de pek fazla acıma mânâsı
ile ism-i fâil olarak onun sonucu ve meydana çıkması demek olan nimeti vermek
ve iyilik etmek fiilî sıfatı ile açıklanır. Bunun zıddını söyleyenler de olmuştur.
Fakat bazı uzman araştırmacıların
yaptıkları araştırmaya dayanarak, bizim tercih ettiğimiz görüş şudur ki; Allah'ın
sıfat ve isimlerinin mânâları mecaz değil hakikattirler. Mesela ilim ve irade
(dileme) sıfatlarının mecaz olduğunu söyleyen yoktur. Halbuki bunlar Allah
için kullanıldıklarında mânâları, insan için kullandıklarından ayrı olduğunda
bütün bilginler fikirbirliği içindedirler. Mesela ilim, bir bilgisizliği giderme
demek olduğu gibi, irade de insanda bir arzu ve istekten sonra meydana gelir
ve böylece sonradan meydana gelmiş olan bir şeydir. Oysa Allah'ın ilmi ve
iradesi bizim bu niteliklerimizin en yüksek başlangıç noktası olan ve öteden
beri var olan yaratıcı sıfatlardır. Bunlar olmasaydı sebeblerin ilişkisi kanununa
göre bizim ilim ve irademizi sınırlandırmak mümkün olmazdı. Bundan dolayı
insanın hazırladığı şartlar ve imkanlar, ilim ve iradenin doğuştan şartları
değil, yerlerine göre sonradan olan şeylerdir. İlmin gerçek anlamı manevî
bir ayırımı gerektiren nitelik, iradenin gerçek mânâsı da yapılabilecek iki
şeyden birini tercih etmeyi gerektiren niteliktir. Bundan dolayı Allah'ın
diğer isim ve sıfatlarında da aynı şekilde düşünmek gerekir. Hele Allah'ın
isimleri ve sıfatları insana ait olgunlukların üstünde bir olgunluk anlatan
örfe ve şeriata ait hakikatler olduğundan şüphe edilemez. Bunun içindir ki,
dilimizde öteden beri rahmet ile merhamet birbirinden farklı olarak kullanılmıştır.
İşte bundan dolayı Allah'ın rahmeti ile insanın merhametini bir mânâda kullanmamız
ve "Rahmân-ı Rahim"i çok merhametli ve çok merhamet edici diye tefsir
etmemiz de doğru olmaz. Netice olarak başlangıçta, sonunda, ezelde, ebediyette
sonsuz rahmet sahibi, sonsuz nimet ve bolluk, iyilik ve bağış saçıcı diye
bir açıklama yapabiliriz ki, ikisinde de rahmetin hem (Allah'ın) zatına ait
sıfatını göz önünde bulunduran iyiliği dilemesi, hem fiilî ve yaratıcı sıfatını
göz önünde bulunduran belalardan kurtarma, nimetlere ve iyiliklere ulaştırma
mânâlarını içine alması, hem geleneğin hem de şeriatin özüne uygun düşmektedir.
Bilindiği gibi belaların
mahiyeti, yokluk ve yokluğa götüren şeylerdir.
İyiliklerin mahiyeti
de varlık ve varlığa götüren şeylerdir. Belalarla ilgili olan bütün acılarımız
bizi, bir iyiliğin yok olması ile korkuttukları için derttirler. Bu dertlerin
başı Allah'tan ve Allah'ın rahmetinden ümitsiz olmaktır. Nimetler ve iyiliklerle
ilgili olan bütün lezzetlerimiz de bize bir varlık payı müjdesini verdiklerinden
dolayı lezzettirler. Bu lezzetlerin başı da Allah'a ve Allah'ın rahmetine
inanmaktır. Dünya hayatı böyle yokluk ile varlığın, ızdıraplar ile lezzetlerin,
ümitsizlik ile imanın, Rahmân'ın rahmeti, kendi çabası ve yardımlaşma sayesinde
verilen bir mücadele şeklidir ki, bunların bu karşılıklı kavgadan çıkıp ebedî
üstünlük ile galib olmaları da ahiret hayatını meydana getirir. Bundan dolayı
bizim iyilik ve lezzetlerimizin başlangıcı, yokluktan varlığa getirilişimizdedir,
nihayeti de sonludan sonsuza erişimizdedir.
Rahmân olan Allah'a
ait rahmet bütün, olabilen şeylerin yokluktan varlık âlemine çıkarılmasını
anlatan var etme iradesi ve varlık nimetini verme olduğundan her olabilecek
şeyin varlık sahasına çıkarılmasını gerektirir. Çünkü var olmak, her iyiliğin
ve her nimetin aslıdır. Rahman böyle bir iyilik iradesi ile bizi beden ve
ruhumuzla meydana getirerek yaratan ve bununla beraber yaşama ve hayatımızın
sebepleri olan nimetleri de hazırlayan ve bize ulaştıran büyük rahmet sahibidir
ki, bu rahmetin kapsamı dışında hiçbir yaratık bulunamıyacağından buna büyük
nimetler ile rahmet denilir. Bütün olabilecek şeylere var olma payı verilirken
bu arada akıllı ve istediğini yapacak olan varlıkları yaratmak da Allah'a
ait rahmetin kapsamlı olgunluğunun gereklerindendir. Çünkü bunda, mümkün olan
varlıkların varlığının Cenab-ı Hakk'ın varlığına yaklaşması söz konusudur.
O şekilde bu varlıklar kıdem (başlangıcı olmayan) ve hudus (sonradan meydana
gelme), varlığı zaruri olanla mümkün olan, noksansızlık ve noksan, hemen hemen
Allah'ın sıfatlarını temsil edebilirler. Fakat bunda çeşitli iradelerin bulunmasından
dolayı var olmada bir çeşit sonradan meydana gelen ortaklık ortaya çıkar.
Halbuki ortaklaşarak var olma ve var olmayı sürdürme mümkün değildir. Çünkü
ortağının bulunması batıl yani bizzat var olmayan, olması imkansız ve muhal
olduğundan her varlık tek başına ortaya çıkar ve çeşitli varlıklar, bir birlik
meydana getirmedikçe varlıklarını sürdüremezler. Allah'a ortak koşmak, kendiliğinden
var olan varlığı inkâr ve onu yok saymayı gerektirir. Bundan dolayı, kâinatta
ister tabiat ve ister ahlâk açısından ne kadar kötülük düşünülürse hepsinin
kökü çokluk ve ortaklık iddiasıdır. Bu da Allah'ın birliğinin mükemmelliğinin
gereğidir. O halde hem böyle ortaklığa sebep olan birden fazla iradeler yaratarak
onlara varlık payı vermek, hem de bunların denk olmalarını koruyarak bütün
görülen varlıkları bir irade ile idare etmek ve devam ettirmek, öyle ince
bir nimet ve öyle sonsuz bir iyiliktir ki, bunu da Allah'ın Rabbliğinin Rahîm'lik
rahmeti temin etmiştir.
En mükemmel terbiye,
işte bu gereklilik ile seçme arasındaki karışımın dengede tutulmasında, Rabb'in
terbiye ediciliğinden kaynaklanan olgunluk ve kıvam da, filozofların yaratılış
bilmecesi dedikleri rahimiyetin icabı olan denklemdedir. Bunun için önceki
tefsir âlimleri Rahim'e ait rahmeti ince nimetler diye ifade etmişler ve maksat
itibarıyla da ahirete ait nimetlerle tefsir etmişlerdir. Bu bir taraftan insanın
elinde olan irade sahiplerinden her birinin iradelerine bir tercih payı vermek,
bir taraftan da kazanmış oldukları haklarının maksadına göre hesaplarını görüp
hak terazisindeki durumlarını tesbit ettikten sonra "Artık kim zerre
ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa
onu görür." (Zilzal, 99/7-8) gereğince mükafat ve ceza ile sorumluluklarını
uygulamaya koymaktır ki, bu ceza, o mükafatın garantisidir. Bundan dolayı
Rahim olan Allah'ın yüce rahmetinin asıl hedefi bu mükafattır. Rahmân olan
Allah'ın rahmeti içindeki başlangıçtaki varoluşla hiçbir varlık yolundan sapmaz.
Rahîm olan Allah'ın rahmeti içindeki ikinci varlık ise irade sahiplerine ait
olduğundan bunlarda vazifesinden sapanlar ve doğru teraziyi kendi iddialarıyla
bozmaya uğraşanlar vardır ki, Rahim olan Allah'ın rahmetinin içine aldığı
adalet hikmeti bu varlıkta böyle isteğe göre hareket etmeye bağlı olan bir
ödül ve ceza denklemini kurmuştur. Yine bu denklemin genel terazisinde hiçbir
ortağı olmayan Allah Teâlâ'nın Rahmân olan iradesi üstün gelmiştir. "O
Rahmân arşa hükmetmiştir." (Tâhâ, 20/4).
O Rahmân diyor ki:
Ey insanlar! Siz isteseniz de istemeseniz de diğer âlemler gibi size de varlık
ve varlığın devamına ait nimetlerimi, iyiliklerimi tükenmez hazinemden verdim
ve veririm. O Rahim de diyor ki: Ey akıl sahipleri! Ey irade sahipleri! Siz
diğerleri gibi değilsiniz, onlar sadece Allah'ın Rahmân iradesinin büyüklüğüne
mahkumdurlar. Siz ise benim rahmetimin kemal ve inceliklerini gösteren irade
ve arzumu temsil ederek bana yaklaşmak ve en büyük hoşnutluğumu elde etmek
için yaratıldınız. Size, onlardan fazla olarak istediğiniz ve isteyerek çalıştığınız
şeyleri de istediğim kadar veririm, fakat Allah'ın birliğinin zorunluluğu
(vücubu) karşısında Allah'a ortak koşmak ile varlık ve varlığın devamı imkansız
olduğundan, sizin nefislerinizdeki birden fazla olma ve çoğalmanın ve maksatlarınızda
benim arzumdan başka sadece kendinize ait cimrice görüşler takip eden, çeşitli
ve değişik iradelerinizin sizi Allah'a ortak koşmaya ve hepinizi yok olmaya
sürükleyen tarafınızı düzenlemek ve adalet ile rahmetin varlık dengesini temin
etmek için en sonunda sizi sorumlu tutacağımı da hatırlatırım. Haydi Allah'ı
inkar etmeyiniz, ona ortak koşmayınız, Allah'a yakınlık ve hatta vekillik
için Allah ve Allah'ın iradesi yolunda sevgi ile, iyilik sevgisiyle, doğrulukla,
adalet ve merhametle, iman içinde çalışınız da iradeleriniz, kazanılmış amelleriniz
o sonsuz mükafata, o en büyük hoşnutluğa sebep olsun. Özetle benim Allah'lık
özelliğim büyüklükten kaynaklanan bir yok etme, bir baskı ve öldürme şeklindeki
tasarruf değil, böyle Rahmân olma ve Rahim olma ile nimeti artıran yüce ve
güzel bir Rabb'lık özelliğidir. "Güzel davrananlara daha güzel karşılık
ve fazlası var. Onların yüzlerine ne bir kara bulaşır, ne de horluk. İşte
onlar cennet halkıdır, orada ebedî kalacaklardır." (Yûnus, 10/26).
İşte Rahim sıfatında
tam müjde içinde böyle bir uyarma mânâsı da gizlidir. Fakat bu, ilk söylendiğinde
bazı kimselerin irade ile gururlanmasına yol açtığı için onlara şöyle bir
şeyi hatırlatmak düşünülür. Acaba âlemlerin Rabbi, irade sahiplerini yarattıktan
sonra geleceğin kaderini büsbütün onlara mı terketmiştir? Kendisi ululuk perdesinin
arkasına çekilmiş değil midir? O halde Hak Teâlâ, varoluş bakımından bütün
âlemlerin başlangıç noktası ve Rabbi olsa da şimdiki zamanda insanların işine
bizzat karışmamış ve geleceğin de dolaylı bir Rabbi olmuş olmaz mı? O halde
geçmişin sahibi Allah iken şimdiki zaman ile geleceğin; bu günün ve yarının
fiilî maliki ve sahibi, mükafat ve ceza gününün hükümdarı, o irade sahipleri
olmak gerekmez mi? Bu halde irade sahiplerinin, alacağını zorla almak ve sorumluluk
korkusundan uzak kalmak için takdirini kendisi belirleyip geleceğin "yaptığından
dolayı sorguya çekilmeyen" hükümdarı olmaya çalışmaları gerekmez mi?
Böyle bir şeyin akla gelmesi, insanların şimdiki zamanda sahip göründükleri
irade-i cüz'iyye (Allah'ın insana verdiği az ve zayıf irade)ye kayıtsız bir
irade-i külliye ve her türlü kayıttan uzak bir seçme serbestliği ve bir yaratıcı
kudret değeri vererek kendilerini herşeye gücü yeten ve kayıtsız şartsız serbest
olan ve sonsuza hükmeden birer fail-i muhtar (istediğini yapmakta serbest
olan) Tanrı gibi bir kuruntuya düşmelerinden kaynaklanan bir şirk iddiasından
ileri gelir ki, insanoğluna ait bütün belaların, bütün haksızlıkların sebebini
işte bu yanlış düşünce oluşturur. Allah'ın adalet ve rahmeti bunun üzerindeki
değişiklikleri yapmasa ve düzenlemese insanlık topluluğu üç gün içinde birbirini
yer bitirir. "İnsanların elleriyle kazandıkları (günahlar) yüzünden,
karada ve denizde fesat çıktı." (Rûm, 30/41). Halbuki dünyada ve hele
hayatta her an insan iradesi dışında yeni yaratılışlar meydana gelmekte olduğundan
dolayı kuvveti kendisinin zanneden o kuvvetli pazuları, bir an içinde -Allah
korusun- bir felç, ilâhî bir darbe en güçsüz acizler sırasına koyuverir. Mısır'daki
piramitler içinde saklanan ve bir gün gelip te açılacak olan mumyalı gövdeler
ve onların kurutulmuş simalarındaki sönük, oyuk gözler, eski Mısır Firavunlarının
dağlar deviren görkemli bünyelerinde ve şimşekli bakışlarındaki kuvvetlerin,
artık ne efendisi, ne sahibidir. Bunun gibi nice örneklerle anlaşılır ki varlığın,
hayatın gerek geçmişte ve gerek gelecekte ilk ve son idaresi bütünüyle Allah
Teâlâ'nın kudret elindedir ve onun mülküdür. O, zannedildiği gibi yalnız herşeyin
başlangıcı değil, hem başlangıcı, hem de her şeyin sonudur. Oluş ve yok oluşlarla
dolu olan bu fani âlemde başlangıcı ve sonu başka başka görenler, ezelde ve
ebedde de durumu aynen böyle zannetmesinler. Başlangıçta işi yapanla en son
gaye olan gerçekte birdir. Düşünülürse cansız cisimlerin yuvarlak oluşu, zamanın
dönmesi merkez ve çevresinden bize bunu haber verir; doğan insan güçsüz, ölen
insan yine güçsüzdür.
Bu önemli noktayı hissedenlerin
bir kısmı geçmiş ve gelecek şöyle dursun, şimdiki zamanda bile sade cebir
(zorlama) yani insan iradesini inkâr etme görüşünü ileri sürmüşlerdir. Zaten
insan, kuvvet buldukça hep ben, güçsüz düştükçe hep sen veya hep o demek ister.
Ortada apaçık görülen gerçek ise ne öyle, ne böyledir. İşin gerçeği ikisi
arasındadır. " "dir. İnsanlık gövde ile ruhun, akıl ile kalbin,
kabiliyet ile faaliyet göstermenin, çaresizlik ile istediğini seçmenin bileşkesidir.
O, ne kayıtsız şartsız mecburi, ne de kendi başına buyruk kimsedir. Bu konuda
ilk bakışla, son bakış birbirinin aynıdır. Felsefî bir inceleme iddiası ile
işi zorlaştıranlar ne çaresizlik yönünü inkâr edebilirler, ne de serbestlik
yönünü. Mecburiyete derece ayırmak, serbestliğe bir makam vermektir, serbestliğe
makam ayırmak da mecburiyete makam vermektir. Ne sade zorlama (fatalite) ile
sade çaresiz bulunma (determinizm)'nın mecburiyet iddiaları, ne de kayıtsız
ve tam hürriyet (liberalizm) davasında bulunanların herkes istediği şeyi yaratmada
serbesttir iddiaları, hiçbir zaman hakikat terazisinin açık seçik ve şaşmaz
ölçüsüne vurulamazlar. İnsanın çaresizlik yönü Allah'ın kuvvetinin şahidi,
seçim yönü de Allah'ın iradesinin şahididir. O, kendi kendine kalırsa yok
olmaya mahkum, yaratıcı kudretin yaratması ile de var olmaya mecbur olur ve
aynı zamanda Allah'ın rahmeti ile dilediği işi yapmada serbesttir. Ve bu sayede
kaderinin bir kısmını kendi isteği ile yazar. Kısacası bu iki şahitlikle insan
bu varlıkta ve bugün, şu an, şu şimdiki zamanda Allah tarafından bağımlı ve
iğreti bir geçici hayatta, bu kayıtlı mülke ve Allah'ın müsaadesine nail olmuş,
onun yerine yetki sahibi olmuş yani bir memuriyeti elde etmiş olduğunu ne
inkâr etmelidir, ne de bu yetki ve memurlukta kendini azl edilmez ve sorumlu
tutulmayan bir esas görevli zannetmelidir. İnsan, gelecekteki mükafat ve cezayı
verecek değil, alacaktır. Hem de şimdiki zamandaki bütün kuvvet vasıtaları,
iğreti mülkü kesildiği zamanda alacaktır. Almak durumunda bulunmak ise mülk
sahibi olma durumu değil, ihtiyaç halinde bulunmaktır. Ve tam mülkiyet, hem
elde bulunma, hem de kontrol açısından bir şeye sahip olmaktır. Bu ise, yerleriyle,
gökleriyle, mekanlarıyla, zamanlarıyla, fertleriyle, çeşitleriyle, basitleriyle,
bileşikleriyle, maddeleriyle, kuvvetleriyle, kabiliyetleriyle, faaliyetleriyle
bütün alemlerin yaratanı, sahibi, icad edeni ve terbiyecisi olan Allah Teâlâ'nın
mutlak mülküdür.
4-İşte "Rabbü'l-âlemîn"
denildiği zaman, genel kapsamı ile bütün o kuruntular bir yana atılarak ve
Allah Teâlâ'nın ezelde ve ebedde mutlak sahib olduğunun anlaşılması lazım
gelirse de bir taraftan Allah'ın rahmetinin katmerli genişliği, diğer taraftan
insanlığın gafil olması dolayısı ile şimdiki zaman içinde insanların mükafat
ve ceza gününe de bir çeşit sahip olması ve hakim olmasının az çok akla gelmesi
ihtimalini büsbütün ortadan kaldırmak için "O, din gününün maliki Allah'ın"
buyurulmuştur. Ve burada uyarma biraz açıkça belirtilmiştir. Çünkü "dîn"
kelimesi Arap dilinde ceza, hesap, kaza (hüküm verme), siyaset, itaat etme,
âdet, durum, kahır ve nihayet bütün bunlarla ilgili ve hepsinin üzerinde kurulduğu
ve hepsinin ölçüsü olan millet ve şeriat mânâlarına gelir. Doğrudan doğruya
kıyamet mânâsı yoktur. Ve burada baştaki ceza ve sonuncu bilinen din mânâları
ile iki geçerli tefsiri vardır: İlk önce ceza, gelecekte sorumluluk, sorumluluk
duygusu, sorumluluğu tatbik etmek gibi mânâlara da gelir. Bunun için (yevmiddîn)'in
Türkçemizde bir ismi de rûz-i cezadır (ceza günüdür). Fakat şunu unutmamalıdır
ki, aslında ceza kelimesi şimdiki herkesin bildiği gibi yalnız ceza ve işkence
demek olmayıp iyi veya kötü yapılan bir işin tatlı veya acı karşılığını, ücretini
vermek mânâsına masdardır. Ve isim olarak bu karşılığa da söylenir. Mesela
demek, "Allah sana çok hayırlı, karşılıklar ve mükafatlar versin."
demektir. Ancak mükafat ve mücâzât (ceza) kelimeleri, denk ve ortaklık mânâlarına
geldiklerinden hukuk dilinde yüce Allah'a nisbet olunmaz. Bunun yerine sevap
ve azap, ücret ve ceza gibi deyimler kullanılır. Bundan dolayı "yevmi'd-dîn",
ceza günü her işin karşılığı verilip bitirileceği son gün, başka bir ifade
ile gelecekte mükafat ve cezanın paylaşılacağı vakit demektir ki, İslâm hukuk
dilinde buna "yevm-i âhir = son gün" de denilir. Ve bu kelime de
kaza (davaları kanuna göre hükme bağlamak ve çözüme kavuşturmak) ve hükm etmek
mânâsını da içine almaktadır. Gerek Arapça'da ve gerek Türkçe'de olsun bu
gibi yerlerde yevm ve gün kelimelerinin mutlak surette vakit mânâsına kullanıldığı
da bilinmektedir. Bugün ne bir gündüz, ne bir gece ve ne bir gündüzle gecenin
toplamı olan yirmi dört saat mânâlarına olmayıp gerek gün, ay, yıl, asır,
devir v.s. gibi bildiğimiz ve gerek bilmediğimiz zaman ölçülerinden herhangi
biri olabilir. (Dünyanın kendi ekseni etrafında bir defa dönme süresi bir
gündür, yok olmak ise bir nefeste olur). "Bugün dünya, yarın ahiret"
deriz ve bunun için dünya günlerine göre ahiret günleri "bin sene"
veyahut "elli bin sene" gibi ölçülerle anlatılagelmiştir.
Bu açıklamadan anlaşılır
ki, "yevmi'd-dîn" bütün ümitlerin veya ümitsizliklerin ileride Allah'ın
terazisinden geçerek en son gerçek şeklini bulduğu ve herşeyin birbirlerinden
tamamen ayrıldığı kesin olarak bilinen son andır. Bundan sonrası artık ya
ümidin son noktası olan sonsuz mutluluk ve en büyük memnuniyet (cennet) veya
ümitsizliğin son noktası olan sonsuz, en büyük zarardır (cehenneme girmek)
ve bugün kıyamet gününün son anıdır. Ve bu şekilde "yevmi'd-dîn"
kıyamete işarettir. Fakat bunun kıyamet günü olması, dolaylı yoldan elde edilen
bir mânâ sonucudur. Yoksa din, kıyamet demek değildir. Kıyamet gününün, kıyamet
yani ölmüşlerin dirilmesi demek olan ba's (yeniden dirilme), haşr ü cem' (derleyip
toplama), vakfe yani tavakkuf ve intizar (durma ve bekleme), sual (sorguya
çekme), hesap ve mizan (amellerin tartılması), sırat ve nihayet bütün amellerin
iyiye iyi mükafatının, kötüye kötü cezasının dağıtılması ile ceza gibi durumları
ve menzilleri içermektedir ki, diğerleri bu son ceza döneminin ilk unsurları
ve başlangıçları olduğundan burada "yevmi'd-dîn" nazmı ile bu maksat
açıkça belirtilerek teşvik ve uyarma ile desteklenmiştir. Bundan dolayı "yev'mid-dîn"
yerinde "kıyamet günü", "sorgulama günü", "hesap
günü" denilmesi hem terceme değildir, hem de bu kuvveti ve sözün gelişini
bozar ve daha fazla korkutma ve dehşet mânâsını ifade eder.
Yevmi'd-dîn, cezanın
gerçekleşeceği son gün demek olduğundan bu açıklama şeklinde dinin esaslarından
inançla ilgili prensiplerinden birini meydana getiren kıyamet inancı bütünüyle
gözardı edilmiş, onu yalnızca bir yönü ile anlatıyor ise de din kelimesini
bilinen mânâsında kullanmamış ve ona dolayısı ile işaret etmiştir. Çünkü ceza
yerine din gelmesinde sözlü bir işaret, mükafat ve azab mânâsında da dinin
maksatlarına bir işaret bulunduğu apaçıktır.
Bilinen mânâya gelince:
Din, akıl sahiplerini kendi güzel arzuları ile bizzat iyilikleri yapmaya sevk
eden bir ilahî nizamdır. Burada biraz duralım. Bu tanımlama, herşeyden önce
hak dinin bir tanımlamasıdır. Çünkü bizzat iyiliğe gerçekten sevk etmek ancak
hak dindedir. Batıl dinlerde ise bu sevk, hayalî olur. Onlar, bizzat iyilik
olmayan şeylere, olsa olsa iyilik adına bazı izafî iyiliklere sevk edebilir.
Mesela kendi görüşüne göre bir iyilik gibi yalana, yalancılığa ve hırsızlığa
teşvik edebilir. Çünkü hak ve hakikatı inanç esaslarının başına koymuş değildir.
Bundan dolayı bu tanımlama, dolayısı ile batıl dinlerin de esasını göstermiştir.
Yani gerçekte böyle ilâhi bir yönlendirici değil iken öyle zannedilen dinler
de batıl dinlerdir. İkinci olarak dinin yeri, şartları, semeresi, rükünleri,
yani cinsi ve onu başka dinlerden ayıran özellikleri gösterilmiştir ve dinin
şeriata uygun olan bu mânâsı, din kelimesinin lügatla ilgili bütün mânâlarını
içine almaktadır.
Hak dinin yeri, akıl
sahipleridir. Bundan dolayı cansızlar, bitkiler, hayvanlar, deliler, akılsızlar,
çocuklar, bunamışlar gibi özürlüler, din açısından sorumluluk sahibi değildir.
Çünkü akıldan yoksun olanlar, arzu ve seçim sahibi olmadıklarından dolayı
kendilerinden bir iyilik meydana gelirse istem dışı olur ki buna da zorlama
denilir. Bundan dolayı, hayvanlarda din vardır demek, olsa olsa mecazî bir
ifadedir.
Demek ki dinin şartı
akıl ve istektir. Bunlar dinin şartı, dindarlığın rüknüdürler. Akıl bulunmayınca
dinle ilgili işler ve dinî yükümlülükler bulunamayacağı gibi, seçme hürriyeti
bulunmadıkça da dinin idare ve etkisi, başka bir ifade ile dindarlık bulunamaz.
Bundan dolayıdır ki, dinde ilim meselesinden başka bir de irade meselesi vardır.
Gerçekten bilgili ve akıllı olmak, dindar olmak için yeterli değildir. Dindar
olmak için dini hem bilmek ve hem sevmek lazımdır. Bundan dolayı, ilim ve
irade, akıl ve seçim hürriyeti bizzat dinin yalnız kendisinde bulunan bir
rükün değilse de dindarlık ve dine bağlı olmanın rüknüdürler. Bunun için isim
olan din kelimesi ile, dindarlık mânâsına gelen ve masdar olan din kelimesinin
mânâlarını karıştırmamalıdır. Dindarlık insanın vasfı ve nefse ait bir mânâdır.
Din ise dindarlığın konusu ve onunla ilgili olan gerçeği ve işin özü olan
bir mânâdır. Aralarındaki fark, nefisle ilgili bir olay ile bu olayın ilkeleri
ve kanunları arasındaki fark gibidir. Diğer bir ifade ile din ilâhî bir kanun,
dindarlık ise insanların emek ve çabalarının sonucudur. Bunu birbirinden ayıramayanlar
ilim adına hatalara düşerler.
Dinin meyveleri bizzat
iyi olan işlerdir. Yani işleri yapan kimsenin kendi zannına ve kendi görüşüne
göre değil, aslında ve hak terazisinde iyi ve faydalı olan işlerdir. Bundan
dolayı esas dindarlık, iyiliği Allah katında iyi olduğu için seçip yapmaktır.
İyilik ise gerçekte genel olsun, özel olsun diğer kimselere şimdi veya gelecekte
faydalı olandır. İyiliği, gerçekten iyilik olduğu için yapmak demek, onu Allah
Teâlâ adına yapmak demek olduğu apaçıktır. Çünkü şu iş gerçekten bir iyiliktir
demek, yalnız sana bana göre değil, aslında ve Allah Teâlâ'ya göre iyidir
demenin diğer bir ifade şeklidir. Allah Teâlâ katında iyi olan her işin de
bir ücreti, bir karşılığı, bir mükâfâtının olduğu gerçektir. Bu sevabın en
büyüğü O'nun rızasıdır. Çünkü yüce Allah her iyiliğin, her mükâfâtın, her
nimetin kaynağı ve kefilidir. Allah'ın rızasının en büyük vesilesi de hakka
rıza göstermektir. Hakk'a razı olmayan iyiliği yalnız iyilik olduğu için sevip
yapamaz, kendine ait peşin bir fayda arar. Gerçi iyiliğin mutlaka karşılıksız
olması şart değildir. Allah katında kaybolan ve boşa giden hiçbir iyilik yoktur.
Fakat bir iyiliğin hemen böyle bir menfaat endişesi ile yapılması, hakka faydalı
olmak için değil, haktan yararlanmak için yapılan ve bundan dolayı ücretini
Allah'tan isteyen peşin bir değiş-tokuş olur. Bu ise iyiliği, iyilik olduğu
için yapmak ve Hakk ile bir ilişki kurmak değildir. Mükâfâtını Allah'tan isteyerek
yapmak ise, herhalde Hakk ile ilişkiye girmek ve hakkı ve iyiliği tanıyarak
yapmaktır. Bu da iyiliği gerçekten iyilik olduğu için yapmak demektir. Çünkü
iyilik zaten ve gerçekten böyledir. Fakat bu karşılığın yalnız ahirette verileceğini
düşünerek yapmak daha yüksek bir olgunluk derecesidir. Demek ki, hakkı tanımayan
ve Hakk'a tapmayanların, iyiliği gerçekten tanımaları ve iyiliği gerçekten
iyilik olduğu için yapmaları mümkün değildir. Ve iyiliği sevmenin başı, hakkı
sevmektir ve samimiyet ve ihlâsın ilk şartı Hakk'a tapmaktır.
İşte bunun içindir
ki hak dinin, en belirgin özelliği Allah'ın koyduğu bir kanun olmasıdır. Çünkü
diğer konular Allah'ın zatına bağımlı değildir ve sebepleri şahsi gayelerdir.
Bu ise bizzat iyiliğe değil, bizzat kötülüğe ve Allah'a ortak koşma ile karşılıklı
kavgaya sürükler ve hele güzel bir seçimle iyiliğe sürükleme maksadını hiç
içermez. Çünkü şahsi maksatlar ve art düşünceler hissedilen herhangi bir teşebbüste,
insanın seçim hürriyeti derhal bulanır ve bozguna uğrar. Zaten şahsi maksat
iyiliğin bile iyilik olmasına engel olur. Fakat Allah'ın kanunu nasıl anlaşılır?
Bu nokta dinin en önemli bir meselesini meydana getirir. Şüphesiz Allah'ın
kanunu bizzat Allah Teâlâ'nın ilmi ve iradesi ve rızasını gösteren deliller
ile anlaşılır ki, bunların en kuvvetlisi Kur'ân gibi Allah'ın (insanlığa)
hitabıdır. Kalb ve akıl bu hitabı zaruri olarak veya bir delil ile anlar ve
kabul eder. Aslında ruhun bütün varlığı ile onu Allah'ın kanunu olarak anlaması
lazımdır.
Bu noktada bazı filozoflar,
vicdan zevkini yeterli görmüşler. Fakat mutlaka vicdan zevki çok şahsi bir
sebeptir. Ve kâinatta her şahsın kendine mahsus özel bir vicdan zevki vardır.
O halde kişiler kadar da din vardır demek gerekir. Halbuki hak bir olduğu
gibi hak din de birdir ve hakkı bulmak için vicdanın ötesine de bir göz atmak
gerekir. Şu halde bütünün vicdanını veya bunu temsil eden bir bütünün ruhunu
bulmak ve o bütün ruhun kalbini ölçü olarak almak zarureti vardır.
Diğer bazıları yalnız
akla başvurmuşlar ve aklın hak ve iyilikte biricik hükümdar olduğunu zannetmişlerdir.
Halbuki akıl, şahıs değildir. Nitekim hak bir olduğu gibi akıl için de yol
birdir, deriz. Fakat akıl en iyi bir anlama vasıtası olmakla beraber kalble
ilgili hallerde otorite olmadığından dolayı ruhun bütün varlığına uyum sağlayamaz
ve bundan dolayı Allah'a ait nizamı anlama ve kabul etmede prensiplere muhtaç
ikinci derecede bir alet olmaktan ileri geçemez.
O halde Allah'ın kanunu
her şeyden önce insanın ruhuna bütün varlığıyla uyan, görünür ve besbelli
bir zaruri ilim ile ortaya çıkmalıdır ki, bu görünme bizzat Allah'ın nizamı
ve hitabı olduğu kendi kendine anlaşılsın ve apaçık olsun da sonra akıllar
tecrübe ve delile dayanarak netice çıkarma yolu ile kalbler zevk ve ferahlık
ile bundan feyz (ilim-irfan) alsınlar. İşte bu zaruri ilime şeriat dilinde
"vahiy" ve bu nimeti elde etmeye "nübüvvet = peygamberlik"
denilir.
Şu bilinmelidir ki
Allah'ın kanunu ile insanların koyduğu kanunun en önemli farkı o kanunun meydana
gelmesine insan iradesinin sebep olup olmadığıdır. Yoksa Allah'ın kanununun,
mutlaka insanlık dışında meydana gelmesi şart değildir. Ve gerçekten insan
ruhundaki değişikliklerin önemli bir kısmı insanın ortaya koyduğu şeyler değildir.
Bundan dolayı hak dini meydana getiren hitap ve Allah'ın kanunu, önce yaratılışın
Levh-i Mahfuz'unda kesbe bağlı olmayan ve Allah'ın iradesini gösteren bir
mecburiyet ile oluşur da bizzat Allah'la ilgisi olması ile her şeyin ruhunu
temsil eden bir kutsal ruhda bütün apaçık delillerin prensiplerini içeren,
görünen ve gerekli olan kesin bir bilgi ve apaçık bir vahy ile kendini gösterir.
Sonra bu zaruri ilim ile verileri bir taraftan tecrübe ve tarihe ait doğrulayıcı
belge ile diğer taraftan akla ait deliller ve kalbe ait zevkler ile çalışıp
kazanma yolundan meydana çıkar ve umumîleşir gider. Vahyin, devamlı vicdanda
bir örneği, akılda da delili vardır. Fakat vahyin gelişi bütün hisleri istila
ettiğinden dolayı o anda ruh bütün varlığıyla gördüğü şeye dalmış olarak sadece
kabul edici kesilir ve irade ile ilgili faaliyeti ve kuvvetlerinin özellikleri
geçici olarak durur da aklın yetişemediği varlığın bilgi ve sırlarını görür
ve daha sonra arzu ve iradesini ona uydurur.
İşte hak din, başlangıçta
peygamberlik denilen böyle ilâhî bir nizam ile gerçekleşir ve bu tecelli insanda
görünür fakat kaynağı bakımından insana ait bir nizam olmaz. Doğrusu insan
ruhu Allah'a ait ilimde "yapan" değil "kabul edendir".
Bilgi uydurulmaz, alınır ve bunun için ilimde ruh ile dış dünya arasında bir
hak ilişkisi vardır ki bu ilahî bir nizamdır. Ruhun kendinde arzusunu karıştırarak
imal ettiği fikirlerde ise bazen ilim bulunur, bazen bulunmaz, bu da insana
ait bir hareket olur. Demek ki, her türlü kesin bilgi Allah'a ait bir nizamdır.
Hakk'ın böyle bir tasdiki de insanın arzu ve iradesinden tecerrüd edilmesiyle
düşünülmeye bağlıdır. Özellikle din gibi doğrudan doğruya insanın işleri ve
durumları ile ilgili ve insanın seçimiyle ilgili ve ona başlangıç olan hareket
kanunlarında bu gereklilik daha kesindir. Kin, hırs, iştiha kalbi ve aklı
sislendirir, basiret gözünü şaşı yapar. Ya hiç göstermez veya çatal gösterir.
Bunun için din ilminde iştihâdan sakınmak ve uzak kalmak en büyük şarttır.
"Kim Kur'an'ı şahsi görüşüne göre tefsir ederse kâfir olur." hadis-i
şerifi de bunu ifade ediyor. Vahy ise söylediğimiz gibi bütün his ve duyguları
kaplıyarak ve o anda irade gücünü etkisiz hale getirerek gelen ve bundan dolayı
hiçbir emek ve yapmacık gayret şaibesi ve hiçbir iştihâ alâmeti olmaksızın
ruhun sırf kabiliyeti üzerinde dışından ve içinden tam bir mecburi öğretme
ile Allah'a ait ilkeler nizamını sunan en açık, en zorunlu bir kesin bilgi
olduğundan normalde kat'i olarak bilinen bilgilerin üstünde Allah'a ait nizamın
en mükemmel şahidi ve içeriğindeki aklî deliller ve sonraki çağdaş deneylerle
de doğruluğu kuvvetlendirilen bir hitabın dile gelmesidir. Ve bu şekilde her
görülen şey gibi kalp ve aklın arzularıyla gösterdikleri faaliyetin üstünde
olmakla beraber, yaratılıştan var olan kabiliyeti dışında da değildir. Bunun
için hak din kabul edildikten sonra özellikle usül açısından aklın tüme varım
yolu ile elde ettiği kavrayışları içine girer ve yalnız delillere dayanarak
netice çıkarma bu kavrayış için yeterli olmaz. Ve ilimde olduğu gibi bunda
da keşif (bir sırrı öğrenme, ilham) teoriden öncedir. Yalnız aralarında şu
fark vardır: Bunda (vahiyde) kişinin tecrübesi hepsini anlamaya yeterli değildir.
O ancak herşeyin aslı olan Allah'ı tek bilmede mümkün olabilir. Dinî gerçeklerde
ve kanun yapma ile ilgili meselelerde, tekrar tekrar görünmesi, tecrübe edilmesi
asırlara bağlı nice bilinmesi gereken önemli konular vardır. Ve bunun için
dinî ilimlerde de akıl ve naklin önemi apaçıktır. Gerçekten İslâm'da da ilâhî
kanunları bildiren delil dört tanedir:
Kitap (Kur'ân), sünnet,
ümmetin icmâ'ı (büyük fakihlerin, dinle ilgili bir konuda görüş birliğinde
olmaları) ve kıyâs. Bunlardan ilk üçü kesin isbat, dördüncüsü de açıklayıcıdır.
Hak dinin ayırıcı özelliği
akıl sahiplerini güzel arzuları ile bizzat iyiliğe sevketmektir. Diğer bir
ifade ile hak din zorla değil, seve seve iyilik yapan, istediğini yapmakta
serbest olan insanlar yetiştiren bir terbiye nizamıdır ve bütün mutluluklarda
iyiliğin yapıcısıdır. Demek dinin iyiliğe sevk etmesi mecburiyete ve zorlamaya
dayanmıyor. O, önce serbest hareket etmeyi teşvik eder ve ona güzelce serbest
hareket etmenin ölçüsünü verir. Güzel sonuç ile kötü sonucu göstererek uyandırır
ve iyiliğe yönlendirmeyi bu gönül hoşluğu ile yaptırmak ister. Bunun için
"Dinde zorlama yoktur." denilir. (Bakara, 2/256). Çünkü iyilik yapmaya
zorlanıldığı zaman, iyiliği yapan, o iyiliği yapmaya mecbur değil, onu iyiliği
yapmaya zorlayan, zorlayıcı kimsedir. Halbuki din, insanı, güzel ahlâk ve
tabiat ve yüksek fazilet sahibi olan, hayırsever, iyilik yapan, istediğini
serbestçe yapan bir insan yapmak istiyor. Bu ise yalnız dinin zatında değil,
insanın istediğini seçmesinde ve onunla dindar olmasında ve bunun sağladığı
başarı doğrulukdadır. Din ne kadar doğru olursa olsun, bilgisiz kimselerde
bu şekilde etkili olamıyacağı gibi, bilginlerde bile istediğini yapma serbestisi
bulunmaksızın, diğer bir ifade ile, gerçek anlamda dindarlık gerçekleşmeden
etkili olmaz. "Eğer siz Allah'a (dinine) yardım ederseniz, Allah da size
yardım eder." (Muhammed, 47/7). Bu güzel seçime, bu dindarlığa sahip
olmayanlar, ya diğerlerinin zorlaması ile iyiliğe sürüklenen ve hürriyetine
sahip olmayarak başkalarının kullandığı alet gibi olan ve başkasının istediğini
istemeyerek yapan bir kişi olarak kalır veya kötülük ve bozukluk yapan biri
olur gider. Bu vesile ile şunu birbirinden ayırmak gerekir ki; dinin insanı
yönlendirmesi başka, birini dine yönlendirmek başkadır.
Bilgi gibi dinin de
sürüklemesi zorla değildir. Çünkü aklın gereği fiilen gerekli olanın sebebi
değildir. Onun sebebi irade ve kuvvettir. Fakat hak dine sevketmek aslında
tam bir iyiliktir. Bunun için özel veya genel velayet ile tam dindarlığın
iyiliklere zorla sürüklediği, diğer bir ifade ile zorla iyilik yaptırdığı
yerler vardır. Bu cümleden olarak anne ve babanın çocukları yönlendirme ve
terbiye etmeleri, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak gibi meseleler
bu cinstendir. Bu farkın çıkış noktası şudur: İstediğini seçme ve irade dinin
bir parçası değildir de, etkili olmasının bir şartıdır, dindar olmanın parçasıdır.
Demin söylediğimiz gibi sırf kanun ile dilediğini yapmakta serbest olan kimsenin
etkileri arasında büyük fark vardır.
Kısacası din, iman
ve amel konusu olarak akla ve irade hürriyetine teklif edilecek hak ve iyilik
kanunlarının toplamıdır ki buna millet ve şeriat da denilir. Dindarlık da
bu kanunların severek ve isteyerek tatbik edilmesidir. Gerçi amelin imandan
bir parça olup olmadığı tartışılmış ve doğrusu amel imanın bir parçası değil,
imanın gereği ve meyveleri olduğu tesbit edilmiş ise de gerek imanın ve gerek
amelin dindarlıkta; imanla ilgili hükümler ve amelle ilgili hükümlerin de
bizzat dinin içinde birer rükün olduklarında asla ihtilaf edilmemiştir.
Hak dinin bu ayırıcı
özelliği üzerinde iyice düşündüğümüz zaman anlarız ki, tecrübe ve aklî delil
açısından bir dinin hak olması (tam din olması şartı ile) herkese vaad ettiği
iyiliklerin, mutlulukların gerçekleşmesi ile anlaşılacaktır. Batıl dinin verdiği
sözler, din olmasıyla ters orantılı iken hak dinin verdiği sözler din olmasıyla
doğru orantılı olur. Gerçekten İslâm tarihine baktığımız zaman da İslâm dinini
böyle buluyoruz. Ta Hz. Peygamber'in zamanından beri müslümanlar ne zaman
dinlerine tam doğru bir dindarlık ile sarılmışlarsa gerçek iyiliği anlamışlar
ve yapmışlar, bereketleri, iyilikleri ve mutlulukları o oranda artmış, mutlu
yaşamışlar, mutlu yaşatmışlar "Kim bir iyilik yaparsa ona o iyiliğin
on katı verilecektir." (En'âm, 6/160).
Fakat zamanımızda Avrupalılardan
bazıları diyorlar ki "Asrımızın insanları, mutluluğu fayda ve iyilikte
değil faydalanmada görüyor. Onun dışında bizatihi bir hak, bizatihi bir iyilik
tanımıyorlar ve bundan dolayı Allah tarafından kurulmuş olan hak din, artık
onların şevklerini ve iradelerini coşturmuyor. Şimdiki insanları ancak faydalanma
şehveti zabt ve idare ederse etkileyecektir. Bundan dolayı onlara insan tarafından
kurulmuş olan dinler tatbik etmeli ve iradeleri bununla gıcıklayarak şimdiki
insanları, olgunlaşıncaya kadar bir taraftan mücadeleye sürüklemeli, diğer
taraftan sırf otomatik ve mekanik, yani cansız ve duygusuz kanunlarla zor
ve kuvvet içinde tutup götürmelidir. Tabiatta merhamet yok, zor vardır. Hürriyet
değil, zorunluluk ve determinizm hakimdir". Bunlara göre şimdiki insanlar
şahsi çıkar hırsı ile ister istemez böyle sonsuz bir mücadeleye atılmakta
ve sevgi yerine düşmanlık çoğalmaktadır. Böylece hak din doğru imiş demek,
haksızlar onun mükafatına değil, cezasına layıktırlar demeye eşittir ve hak
dinin Allah'a ortak koşmada gösterdiği acı sonuçları hak etmeyi itiraf etmektir.
"İnsanların kendi elleriyle kazandıkları günahlar yüzünden, karada ve
denizde fesat çıktı. Belki dönerler diye, Allah böylece onlara, yaptıklarının
bir kısmını tattırıyor." (Rûm, 30/41) âyetinin mânâsını doğrulamaktadır.
Bu da Allah'ın birliği ile Rahmân ve Rahim'e sarılmayan insanların bizzat
hakları ve bundan dolayı âlemlerin Rabbi'nin bir yücelik alâmeti, bir büyüklük
terbiye ve tedbiridir. Yüce Allah insanlara bu şekilde de görünür. İnsanlar
bu çıkarcılık ve aç gözlülüğü yenerlerse, ancak şimdiki zamandaki savaş belasını
da yenmiş olacaklar ve gelecekteki din gününün mükafat ve karşılığını daha
iyi anlayacaklar. Çünkü Alman filozofu Kant bile yüce Allah'ın mutlak varlığını
pratik aklı ile ahiretin mutlaka var olması gerektiği sonucundan çıkarmıştır.
Bu şekilde ahiret günü dinin ve ona iman etmek dindarlığın en önemli temelini
oluşturur. Ve o günün dine mahsus olan böyle bir özelliği vardır. "O,
din gününün maliki Allah'ın" âyetinde bu müjde ve uyarmanın açıkça ifade
edilmesi bu itibarla da çok açık seçik bir söz olmuştur. Dinin böyle bir günü
vardır.
Bundan dolayı İbnü
Cerir et-Taberî tefsirinde nakledildiği üzere bazı müfessirler buradaki "din"i
yalnız mükafat ve karşılık mânâsına değil, millet ve şeriat de denilen bilinen
mânâsıyla ilişkili olarak tefsir etmişlerdir. Bu şekilde " = yevmi'd-dîn",
bilinen şer'î mânâsı ile dinin bilinen önemli günü demek olur ki, bundan da
bizzat ahiret ve kıyamet günü anlaşılır. Hitabın başlangıcına göre birinci
mânâ açık, hitabın sonucuna göre de ikinci mânâ birdenbire akla geliyor. Bunun
için biz de bu iki mânâyı zayi etmemek için mealinde "din gününün sahibi"
demeliyiz.
KIRÂET: Burada iki
kırâet (okuma tarzı) vardır. On kırâet imamından yani Nafi, İbn-i Kesir, Ebu
Amr, İbnü Âmir, Hamza ve Ebu Ca'-fer kırâetlerinde elifsiz olarak okunur.
yani Âsım, Kısâî, Yakub, Halef-i Aşir kırâetlerinde de okunur ki, bizim kırâetimiz
de budur. Ve Fâtiha'da mânâ ile ilgili Kur'ân-ı Kerim'in türlü türlü okunma
şekilleri ancak buradadır. Birincisi mimin ötresi ile "mülk" masdarından
sıfat-ı müşebbehe, ikinci de mimin esresi ile "milk" masdarından
ism-i fâil kipidir. Bu kelimeler, kuvvet mânâsı ile ilgilidir. Biri her şeyden
önce ve bizzat insanların canları üzerinde tasarruf, diğeri de her şeyden
önce ve bizzat malların kendisi ve faydaları üzerinde tasarruf kuvvetidir.
Hükümdarlık, umumun faydası için görüş ve tedbir, emir ve yasak, söz verme
ve uyarma, gönül okşama ve mahrum etme gibi hukuk ve yetki ile aklı olan insanlar
üzerinde tasarruf ve hüküm icra ederek bir toplumu düzene sokma ve onu bir
tek kişi örneğinde temsil eden bağımsız bir genel nitelikli yönetim kudretini
ifade eder.
Mâlikiyet ise, her
türlü mal varlıkları ve onların hisseleri üzerinde kişinin özel faydası için
başlıbaşına zabt ve tasarruf hakkı ve yetkisi demek olan özel nitelikli yönetim
kuvvetini ifade eder. Bunlardan her birinin diğerine bir yönden ilişkisi vardır.
Gerek mutlak suretteki sahip olma ve gerek mutlak suretteki hükümdarlığın
ikisi de bizzat âlemlerin Rabbine aittir. Çünkü hayatı kendi elinde olmayan
insanlığın bu sıfatlarla nitelenmesi, tabiatıyla izafî, vekâleten ve iğreti
olduğu apaçıktır. Bununla beraber dünyada ve şimdiki zamanda insanlığın yalnız
bencilliğini, gururunu teşkil eden de bu izafî ve vekaleten olan otorite ve
mülktür. Çünkü bunlar, dünyada yaşama ve mutluluğun en önemli temel şartlarındandır.
Gerçekten hayat ve hayatın mutluluğu önce bir memlekete bağlıdır. Memleket
ise otorite ve mülk yeri demektir ki, buna halk dili ile vatan, İslâm hukuku
dili ile daha değerli olarak dâr (yurt) denilir. Bir memlekette hayat, şahsi
menfaate dayalı mülkiyet hakkına bağlı olarak, yani kişisel mülkiyet ile ayakta
durur. Bunun gereği olan hayat ve kamu yararı da hükümdar ve mülk ile yani
sosyal düzeni temin eden devlet ve devlet reisi ile sağlanır. Bunların kıvamı
da her ikisinin kendine ait (özel) ve kendi adına hareket eden kimse olmayıp
birbirinin desteğine muhtaç olduklarını bilmek ve aralarında hak oranına uygun
düşen karşılıklı destek ve düzeni bulmakla mümkündür. Kişiyi ve kişisel mülkiyeti
boğan katıksız ve katı sosyalizm, organlarının bütün özellikleri felce uğrayan
ve yalnız gönlü basit ve fakat heyecanlı bir hatıra ile kıvranan bir vücuda
benzer. Toplumu, sosyal mülkiyeti boğan katı ferdiyetçilik (Liberalizm) canlılığı
çözülmüş olup canı boğazına gelmiş ve gözleri hava boşluğuna dikilmiş ölüme
hazır birisinin son nefesindeki can çekişme anındaki krizini yaşayan bedenini
andırır. Bunun için otorite ve mülkten her birinin yok olması bir felakettir.
Mülk ve otoritenin bir kısmının veya tamamının yokluğu, bizzat kamu yararının
o oranda kesilmesidir. Otorite ve mülk sahibi olmanın bir kısmının veya tamamının
yok olması da kişisel faydanın veya herkesin faydasının tükenmesi demektir.
Ve çoğunlukla birinin sona ermesi diğerinin sona ermesini gerektirir. Bunların
ikisinin birden kaybedilmesi ise -Allah korusun- en büyük musibet ve en büyük
felakettir. Her birinin yok olmasını düşünmekte bile insanlık bu acıklı sonucun
yürekler acısını duyar ve duyduğu içindir ki, bütün bu açıklık karşısında
kendisinin şu anda göreceli (izafi) değil, gerçek ve kayıtsız şartsız bir
melik (hükümdar) veya malik (sahip) olduğu kuruntusundan kurtulamaz. Varlık
ve nimet açısından hükümdarlık şüphesiz daha çekicidir. Fakat yokluk ve şiddetli
ceza açısından da sahip olmanın ortadan kalkması daha dehşetli ve daha korkunçtur.
İşte bu büyük âyet insanlığın şimdiki zamandaki bu izafî payını zorla almayarak,
gelecekte özellikle ahirette bunun dahi kendisinden alınacağını ve o zaman
yalnız âlemlerin Rabbi yüce Allah'ın ezelî ve ebedî olan gerçek mülk sahibi
oluşu, ve mutlak hükümdarlığının kalacağını açıklıyor: "O gün, kimsenin
kimseye yardım edemeyeceği bir gündür! O gün emir, yalnız Allah'a aittir.
" (İnfitar, 82/19) "Bugün mülk kimindir? O tek ve Kahhar olan Allah'ındır."
(Ğâfir, 40/16). İlk bakışta bu uyarma ne kadar dehşetlidir. Benim benim derken,
memleket, hükümet kaybetmenin ne felaket olduğunu anlayanlar, isterse bir
tane olsun kimseye vermem derken, malsız mülksüz kaldığını görenler bu dehşetin
büyüklüğünü ne çabuk hissederler. Fakat onu sonradan değil, önceden hissetmenin
faydası vardır. Bununla beraber bu yüce âyet ümitsizlik veren bir âyet değildir.
İzafî ve vekaleten sahip olma veya hükümdarlığın sona erip gerçek ve hakiki
sahibine ve hükümdarına döndüğü o günde yine tam fakirlik olan tamamen yok
olma yüz göstermiyor, ne katıksız otorite, ne de katıksız mülkün hiç biri
olmuyor. Bütün varlıklar, gerçek sahip olan âlemlerin Rabbinin, Rahmân'lığı
ve Rahim'liği ile kudreti altında top lanmış bulunuyor. Bundan dolayı Rabbanî
memleketin vatandaşlığını taşıyanlar o gün mutluluk paylarını derecelerine
göre bol bol alacaklar ve tâbi olmayanlar da sonsuz nasipsizliğe katlanıp
gideceklerdir. Çünkü o gün vatandaşlığı değiştirmeye artık imkan kalmayacak,
başka memleket, başka hükümet bulunmayacaktır. Bugün kötülük yaparken, sonunda
yokluğa güvenen, yok olmayı nimet sayanlar, o gün ondan da mahrum olacaklardır.
Hak terazisinin gereği budur.
İşte " "
şeklinde okumak bu uyarma ve müjdelemeyi ferdî mülkiyet açısından; olarak
okumak da sosyal mülkiyet açısından anlatmak ve bildirmektir. Her iki uyarıyı
bir okuma şeklinde toplamaya, Fâtiha'da Allah'ın rahmân olması müsaade etmemiş
ve en büyük belağat bunların iki ayrı okuma şeklinde dağıtılmasında kendini
göstermiştir.
İLMÎ BİR ÖZETLEME:
Fâtiha'da ilk tam vakf (durak)ın içine aldığı bu üç âyet bir istenilen şey
ile beş delilinden terkib edilmiş bir önermedir. Şöyle ki: Hamd Allah'a mahsustur.
Çünkü Allah zatı ve sıfatı ile bunu hak etmiştir. Zatı ile hak etmiştir, çünkü
Allah'tır, zatında hakkıyla kendisine ibadet olunandır. Sıfatı ile hak etmiştir,
çünkü âlemlerin Rabbidir ve çünkü Rahmân'dır ve çünkü Rahîm'dir ve çünkü din
gününün sahibidir. Birinci delile göre "Allah'a hamd olsun" önermesi
"dört sayısı, çifttir" önermesi gibi benzetmeleri beraberinde olan
önermeler veyahut doğal denilen önermelerdendir. Diğerleri de enfü-sî ve âfâkî
(subjektif ve objektif) bakış açısıyla kâinat düzeninden dolaylı olarak varılan
bir sonuç gereğince başlangıç ve sonuç delillerinin özetidir ki, Kur'ân'da
uzun uzadıya anlatılacaktır.
5-Saygı göstermenin
bütün şekillerini ve sebeplerini içine alan bu bildiri ve ispat şeklinden
sonra da aynı önerme ve deliller bir dileğe ve bir teklifin gereğini yerine
getirmeye dahi işarettirler. Sanki yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey insanlar!
Ey akıl sahipleri siz sadece iyiliğe, kayıtsız, şartsız olgunluğa saygı gösterenlerden
iseniz ben Allah'ım, her olgunluk benimdir ve eğer kudret (güç) ve iyilik
etmeye saygı gösterenlerden iseniz ben âlemlerin Rabbiyim ve eğer geleceğe
tama' ederek saygı gösterenlerden iseniz ben Rahmân-ı Rahîm'im ve eğer korku
ve ürkme ile saygı gösterenlerden iseniz ben din gününün sahibiyim. Bundan
dolayı saygının bütün sebeplerini zatında toplayan ve kendisine ibadet edilen
tek ilâhım."
Bunu duyan akıl sahibi
muhataplar da "Acaba Allah Teâlâ'ya nasıl ve ne şekilde hamd edelim?"
diye elbette kendi kendilerine soracaklardır. İşte buna cevap vermek üzere,
sözün yönünü değiştirmek demek olan bir iltifat üslubu ile; "Ancak sana
ederiz kulluğu, ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inayeti (Ya Rab!)"
buyurulmuş ki "böyle deyiniz" meâlini anlattığı halde, anlatımdaki
belağat bunu açıkça söylemeye ihtiyaç bırakmamıştır. sana mânâsına bitişik
olmayan zamirdir ve ondan sonraki fiilinin düz nesnesidir. Nesnenin böyle
fiilden önce gelmesi, sırf sana mahsus anlamı taşıdığından "başkasına
değil, ancak sana" demek olur. abed, ubudet, ubudiyet (kulluk) mânâlarını
da toplayan ibadet masdarından yapılmış geniş zaman fiili birinci şahıs çoğul
kipidir. O halde ibadet nedir?
Şeriat dilinde ibadet,
niyete bağlı olarak yapılmasında sevap olan ve yüce Allah'a yaklaşmayı ifade
eden özel itaattır. İtaat, niyete bağlı olsun olmasın ve kimin için yapıldığı
bilinsin bilinmesin, yapılması hayırlı olan ameli yapmaktır. Allah'a yaklaşmak
niyete bağlı olmasa bile yapılması hayırlı olan ameli, kime yapıldığını bilerek
yani yaklaşmak istediği zatı tanıyarak yapmaktır. Bundan dolayı her ibadet,
Allah'a bir yaklaşma ve her yaklaşma bir itaattır. Fakat her itaat yaklaşma
sayılmaz ve her yaklaşma ibadet olmaz. Mesela Allah'ı tanımak için düşünmek
bir itaattır. Fakat kendisine yaklaşmak istenilen yüce Allah düşünce durumunda
henüz tanınmış olmadığından bu düşünce bir yaklaşma değildir. Ve niyete bağlı
olmadığından ibadet de değildir. Kur'ân okumak, ihtiyaç sahiplerine yardım
etmek, sadaka vermek, vakıf yapmak, köle azat etmek ve benzeri şeyler niyete
bağlı olmayan ameller hem yakınlık, hem itaattır, ibadet değildir. Fakat namaz,
oruç, zekat, hac ve cihad gibi yapılmasında niyet şart olan ameller hem ibadet,
hem yakınlık ve hem itaattırlar.
Demek ki, şer'î ibadet,
insanın ruh ve bedence, dış görünüşü ve içyüzünde bütün varlığıyla yalnız
Allah'a yapılan şuurlu bir itaat ve yakınlıktır. İlk önce; bunda niyet şarttır.
Niyet ise yapılacak işin icra edilmesinde ancak Allah'a itaat ve yaklaşmayı
kasdetmek demek olan yeni bir istektir. Azmetmek bir işi yapmadan önce, kasdetmek
yapmakla beraber olduğu gibi niyet de niyet edilen şeyi bilmekle beraber onu
yapmaya bitişik olur. Hem bilgi ve hem isteği kapsayan bu tam şuur, ruh ve
kalbin bir işidir. İkincisi bununla beraber Allah katında itaat olan bir amel
ortaya koymak gerekir ki ibadet olsun. Yoksa yalnız bir şeyi yapmayı istemek
ve ruhta kalan düşünme, hatıra getirme gibi iç duygularla ilgili ameller,
itaat ve yakınlık olsa da ibadet olamaz. Bunun içindir ki, ibadetlerin başı
olan imanda, sadece kalb ile doğrulamak yetmez de bunun hiç olmazsa dil ile
ikrar edilerek kalbden dışarı çıkarılması da gerekir. Aynı şekilde niyet edilmeden
yalnız açıkça yapılan ameller de ne olursa olsun ibadet sayılmaz. Niyetsiz
yatıp kalkmak namaz değil, niyetsiz aç durmak oruç değil, niyetsiz Ka'be'ye,
Arafat'a seyahat edip dolaşmak hac değil, niyetsiz düşmanla savaşmak, şehit
veya gazi yapan cihad değildir v.s... O halde kötü niyetle, yani Allah'a itaat
ve yakınlık maksadından başka bir maksatla yapılan ameller hiçbir şekilde
ibadet olamaz. Görülüyor ki, dilimizdeki kullanılışlarına göre tapı, tapmak,
tapınmak kelimeleri ibadetin değil, genel olarak itaatın mânâsı olabilecektir.
Hatta tapmak ve tapınmak kelimelerinde az çok ne yaptığını bilmemek gibi bir
şuursuzluk mânâsı anlarız da bunları puta tapmak, haça tapmak gibi yerlerde
kullanırız. Bundan dolayı "sana ibadet ederiz" yerinde sadece Türkçe
olsun diye "sana taparız" veya "tapınırız" demek dilimizin
inceliğini kaybetmek olur. Kulluk etmek şuur (bilinç) açısından tapmak kelimesinden
daha iyidir. Bu da ibadetten zayıf olan kulluğun mânâsıdır. Bununla beraber
İslam'da bütün dinî nasların genel incelenmesi sonucu yerleşmiş olan şer'î
(dinî) mânâdan önce kelimenin kökünden gelen lügat mânâsı göz önünde bulundurulduğu
zaman bunların arasında bir ortak mânâ vardır ki, ibadet denildiği zaman önce
onu düşünmek ve Fâtiha'da da bundan başlamak gerekir. Şu halde o nedir?
Bu mânâ esas maddesinin
en genel olan mânâsı ne ise odur ki, bu da " = ubudet" veya "
= abed" masdarlarındandır. Âbid (ibadet eden) ve mabud (kendisine ibadet
edilen) vasıflarının içinde de yer almıştır. Yukarıda işaret ettiğimiz şekli
ile ubudet, ubudiyet (kulluk) ve ibadet bir derece itaat mânâsını ifade ederler
ki, en özel mânâsı ibadet, en genel mânâsı da ubudettir. Ubudet Arap dilinde
kendini alçak tutma mânâsını içine alır. Kulluk alçalmayı açığa vurma, ibadet
bunun daha kuvvetlisi olarak eğilip tevazu etmenin, alçak gönüllülüğün ve
hürmetin en son derecesidir. Bunun için tefsir âlimlerinin çoğu bunu (eğilip
tevazu etmenin en son şekli) diye tefsir ederler. Bu da sebebini sormadan
tam itaat mânâsına gelir. Ebu Hayyan tefsirinde İbnü Sikkit'ten ibadetin her
şeyden tecrid edilip Allah'a yönelme mânâsından alınmış olduğunu da nakletmiştir.
Kamusu şerheden mütercim Âsım Efendi'nin açıklamasına göre de ibadet hırs
ve öfke mânâlarına gelen (abed) maddesinden alınmıştır. İbadet Allah'ın razı
olduğu şeyi yapmak, ubudiyet (kulluk) de Allah'ın yaptığına razı olmak diye
de tefsir edilmiştir. Çünkü şeriat dilinde ubudiyetin ibadetten bazen pek
aşağı ve bazen daha yüksek olarak kullanıldığı vardır. Hz. Muhammed (s.a.v.)'in
ubudiyeti ibadetten daha özel bir mânâya gelir.
Bu mânânın psikoloji
ilmi açısından açıklanması: İnsanın hayatı, tat ile acının güzergahı (geçidi)
dır. İnsan ruhu; acıdan gocunur, taddan hoşlanır. Acı sebepleri karşısında
öfkelenir veya kızar, insan faaliyetlerini düzenleyen işte şimdiki zamandan
geleceğe bu korku ile ümidin ard arda karşılaşması ve çarpışmasıdır. Ümit
silindiği zaman ümitsizlik kaplar, faaliyet söner. Korku silindiği zaman da
azgınlık kaplar, sonuç düşünülemez, faydalı faaliyet yapılmaz, üretimin yerini
tüketim alır. Ümidin içinde bir korku, korkunun içinde bir ümit yoksa vazife
şuuru hareketsiz kalır, açları çalıştıran doymak ümidi, tokları çalıştıran
açlık korkusudur.
İnsan hayatı iç ve
dışın karşılıklı ilişki içinde olmasıdır. Nefes almadan tutunuz da en incelerine
varıncaya kadar hayatın sebepleri ve lezzetlerinin bir çoğu insana dışından
gelir, içinden gelenlerin çoğu da kendi isteğiyle yaptığı bir şey değildir.
İster istemez herkes, hayatının ümit ve korkusunun sebebi yalnız kendisi olmadığını
az çok sezer. Bu da kendi kendisine bırakılan insanın bir hiç olduğunu anlatır.
İnsanın bu acizliğini, bu duygusunu unuttuğu kendinden geçtiği zamanlar gerçi
çoktur. Fakat ne olursa olsun hiçbir kişi kendi kendine bu aczin sahasından
çıkamaz. Aklı olanlar da ümit ile korkunun bu çekicilik ve iticiliğinden ayrılamazlar.
Gerçekten geleceğe
göre insan ruhunda ne ümidin sonu vardır, ne de korkunun. Yaratılışta ümit
sebepleri sınırlı olmadığı gibi, korkunun sebepleri de öyledir. İnsan ruhu,
zaman zaman belli ümitler ve belli korkular karşısında birbiri ardınca üzülürken
bir taraftan da bütünüyle belli olmayan, uçsuz, bucaksız ümitlerin, korkuların
mutlak etkisi altında bulunur. Burada bütün ümitlerle bütün korkuların karşı
karşıya yer alarak bir noktada buluştuklarını görür ki bu da gerçeğin ta kendisidir.
Ve o zaman kendisinde öyle bir ilgi uyanır ki, bu ilgi bir taraftan bütün
sevgileri, diğer taraftan bütün korkuları içine alan bir korku ve ümit heyecanı
ile ortaya çıkar. İşte insan ruhunun böyle bütünüyle etkilendiği kayıtsız
bir korku ve ümit sebebine karşı duyduğu bu ilgi yaratılışta insan fıtratında
var olan kendisine ibadet edilen ve ibadet düşüncesinin başlangıç noktasıdır
ki, bütün vazife duygusu bunda toplanır. Ve her şahsın ahlâkî cibilliyeti,
geleceği, mutluluğu, mutsuzluğu bundaki ciddilik ile her bakımdan birbirine
denktir. Ve insan bu duygusunu neye bağlarsa tapınılanı odur.
Bazen cahillik ve bazen
terbiye ve alışkanlıktaki özellik dolayısı ile bazı vicdanlar yükselemez de
belirli ve sınırlı bir ümidin baskısı altında veya bir korku tarafından yenilgiye
uğramış olarak kalırlar. Ve ona belirli bir zaman içinde bütün varlığıyla
öyle bağlanır ve öyle güçsüz olur ki, o lezzeti feda etmeye veya o acıya göğüs
germeye kendisince imkan yok gibi düşünür. Artık o, bu ümidin sebebini öyle
sevmiş veya o korkunun sebebinden öyle yılmıştır ki, bunlar ona bütün sevgilerin
gayesi veya bütün korkuların sonu gibi görünür. Sanki birisi varlığın ta kendisini,
diğeri yokluğun ta kendisini temsil eyler. Ve o zavallı vicdanın böyle sınırlı
ve sonlu yaratılmış bir sebebe böyle bütünüyle bağlanıvermesi onun huzurunda
öyle alçalmalara, öyle tapınmalara sürükler ki, bütün şuur o küçülmeye boğulur
ve o andan ilerisini görebilecek akıldan iz kalmaz. İnsanlara gerçek mabudu
ve gerçek kulluk ilgisini unutturarak, bütün belaları meydana çıkaran şirkin
esas kaynağı budur. Allah'a şirk koşanların canlı, cansız, türlü türlü putları,
yalan ve haksız mabutları hep bu duygu ile ortaya çıkmıştır ve insan hayatında
hala böyle vicdanlar, zannedildiğinden daha çoktur. Hatta kendilerini, mabud
ve ibadet düşüncesi ile hiç ilgili değillermiş gibi sananlar bile her an böyle
mabud değiştirir dururlar. Ve bütün hayatlarını mutlak şüphe içinde geçirirler
ve kendileri öldükten sonra geride kalacakları, bir an bile düşünmezler. Fakat
şurası bir gerçek olup kesin olarak bilinmesi gerekir ki, bütün varlığını
geçici şeylere bağlayan her gönül, zarara ve tehlikeye adaydır. Çünkü o geçici
cazibe bir gün olup kopacaktır. Hangi geçici varlık vardır ki, sana senden
önce yıkılıp gitmeyeceğini ve senin bütün emellerini sana bağışlayacağının
sözünü ve güvencesini verebilir? Ayağının altındaki yer, başının üstündeki
güneş bile sana bu güvenceyi veremez. O güvenceyi Hayy ve Kayyûm (diri ve
ayakta) olan yaratıcı Allah Teâlâ'dan başka verebilecek hiçbir şey yoktur.
Ve gerçekten ibadet onun hakkıdır ve ancak ona ibadet edenlerdir ki, diğer
ümitlere, korkulara kendini tamamen kaptırmaz ve vazifesi yolunda şaşırmaz
ve onlardan herkes faydalanır.
Peygamber Efendimiz
(s.a.v.) buyurmuştur ki: "Mümin taze ekin gibidir, rüzgar estikçe yatar,
fakat yine doğrulur kalkar. Kâfir ise çam ağacına benzer, rüzgar estikçe gürler,
amma bir kerre yıkılırsa bir daha kalkamaz." Çünkü kâfir ölümlüye, mü'min
ise daima diri olan Allah'a bağlıdır.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
vefatı üzerine bütün ashâb-ı kiram pek çok üzülmüş ve adeta şaşırmış idiler.
Hz. Ömerü'l-Fâruk bile; "Peygamber vefat etmedi ve etmez, her kim öyle
derse vururum." demeye kadar varmıştı. Fakat Sıddîk-ı Azam Hz. Ebu Bekir
Efendimiz derhal "Muhammed, sadece bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler
gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz gerisin geri küfre mi döneceksiniz?
Kim geri dönerse, Allah'a hiçbir ziyan veremez. Allah, şükredenleri mükafatlandıracaktır."
(Âl-i İmran, 3/144) âyetini okuyup; "Ey müminler! Eğer Muhammed'e ibadet
ediyorsanız işte o vefat etti ve eğer onu gönderen yüce Allah'a ibadet ediyorsanız
O ölmez diridir." meâlindeki nutkunu söyleyince ashab-ı kiram kendilerine
gelmişlerdi. Bu gerçek her zaman, gerçeğin ta kendisi ve bu kanun, her vakit
geçerli olan bir kanundur.
Gönüller ölümlü şeylere
bağlandığı zaman, çok vakit ümidin başlangıç noktası ile, korkunun başlangıç
noktasını başka başka görür ve o zaman bakarsınız bir tarafta güzel sevgi
mabudları, bir tarafta da kahraman korku mabudları dizilmiştir. İkisinin arasında
kalan zavallı kalb ikisine de kendini sevdirip korkusunu gidermek, ümidine
ermek için ne heyecanlarla kıvranır, akıl almaz saçmalıklar ve küçülmeler
ve saygı göstermeler meydana koyarak çırpınır, tapınır ve onun düşüncesine
göre bu bir ibadet olur. Fakat ne fayda ki, ona göre ümidi veren başka, korkuyu
veren başkadır ve bunları birleştiren, her şeye hükmeden bir başlangıç noktası
yok. Böyle olunca da bütün çalışmaları boşa gider ve saçma olur. Ve o gönül,
birbirine zıt olan bu iki kuvvetin sürekli kavgasından doğan bunalımın bir
savaş meydanıdır. Artık bir sükunet ve gönül rahatlığını duymak ihtimali yoktur.
Ümit ve korku bir başlangıç
noktasından gelen ve yine onda birleşen olumlu ve olumsuz birer etki şekli
olarak duyulmalıdır ki, birinin yerine diğerini yerleştirmek imkanı doğsun
da kalb bir sükunet duyabilsin ve hayatında onunla yürüsün. Susuzluğumdaki
içimin yanması ve suyu içtiğim zamanki sevinç eğer su kaynağının biri olumlu,
biri olumsuz olan etkilerinden meydana gelmiş ise her susadığım zaman suya
koşmanın bir anlamı vardır. Fakat bunların biri suyun, diğeri ateşin etkileri
ise ve su ile ateş arasında hükmeden bir ortak kaynak da yoksa ateşten suya,
sudan ateşe koşmak sonsuz yorgunluktan başka hiçbir sonuç vermez. Bundan dolayı
ümit ile korkunun bir kaynakta birleştirilmesi bu itibarla da gereklidir ve
bir tek Rabb, ayrı ayrı rabblerden hayırlıdır. Halbuki yukarıda açıkladığımız
şekilde yok olan şeylerde bu birlik er geç ayrılmaya mahkumdur. Ve gerçekten
bir olan Allah; benimle hissimi, hissimle dışımda kalan şeyleri birbirine
bağlayan ve düzene koyan Allah Teâlâ'dır ve ben O'na ibadet, O'nun kanununa
itaat etmeliyim.
Kısacası beşerin fıtratında
ibadet, ruhu büyüleyen en yüksek sevgi ile en yüksek korkunun biraraya gelmesinden
ve tokuşmasından çıkan korku ve ümit şimşeği içinde sevgi neşesi ile ümid
zevkinin galip gelmesini görmek için tam acizlikten mutlak kuvvete yükselme
maksadı ile boyun eğilerek yapılan bir iştir ki, hem dışta, hem içte en son
bir küçülme ile, en son bir saygı göstermeyi içine alır ve gerçeklik oranında
kalbe gönül rahatlığı ve sükunet bırakır. İbadet ederken dünyadan ve bütün
benliğinden tecrid edilerek Allah'ına öyle tam bir edeb ve gönül alçaklığı
ve öyle tam bir hürmet ile itaatı arzeder ve boyun eğer ki, tam saygıya aykırı
bildiği en küçük bir hareketten bile sakınır. Bunun için kibir ve riya ile
birleşmez, açık ve gizliye bölünmeyi kabul etmez. Hakkıyla ibadet, mutlak
güçsüzlük ile tam kuvvetli olmanın, tam aşağılık ile tam yüceliğin, korkular
içinde titreyen ümit ile istekleri gerçekleştiren Allah'ın karşılaşma cilvesi
(görüntüsü)dir. Beceriksizliğini hissetmeyen kibirliler, hiçbir korku yokmuş
gibi görünen gaflet içindeki iyimserler, hiçbir ümit beslemeyen ümitsiz kötümserler
bu şereften mahrumdurlar.
Bu gerçekleri özetlemek
için müfessirlerin en büyükleri nün meâlini şöyle anlatırlar: Ey Rab! Biz
başkasına değil, yalnız senin rububiyetini ikrar ve itiraf ederek ancak sana
boyun eğeriz ve yalnız sana zilletimizi arz ederiz ve ancak sana itaat etmekle
iç huzuru ve rahatlığı, gönül rahatlığı buluruz. Çünkü bütün korku ve ümidimizin
ilk ve son dönülecek yeri yalnız sensin, sen korku vermezsen korku yok, sen
ümit vermezsen ümit yok; tat duyurmadın mı herşey acı, acı duyurmadın mı her
şey tatlı, ruh senin mülkün, madde senin mülkün, bütün beden senin mülkün;
bize verdiğin duygular, meyiller hayale dalmalar, akıl erdirmeler ve iradeler
ile vicdan duygusu da senin lütfun, senin merhametindir. Bu "vicdan duygusu"
ise bütün gönül rahatlığını, sana hamd ve şükretmek ile dostluğu ortaya koymak
için ancak senin emrine vermekte buluyor. Bütün akıllar, bütün kâinat da buna
şahittir.
Burada nefsin gururu
şöyle bir soru sorar: Ruh ve vicdan alçalma değil yükselme ister, ibadet ise
alçalma anlamını kapsadığına göre yükselecek olan ve hele yükseldiğini hissetmiş
bulunan kimseler için alçalma olmaz mı? Artık o yüksek kafalar alınlarını
yere nasıl koyabilirler? Böyle bir soru, içindeki cevabı görmemekten kaynaklanan
bir kibri açığa vurmaktır. Yükselmek istemek, yükselmek ihtiyacını kabul etmektir.
Bu da bir taraftan kendi acizliğini, diğer taraftan yüceliğini beğenme ile
mümkün olur ki, ibadet bu mânânın en yükseğini anlamaktır. İkinci olarak yükseldim
demek, yükselmediğini ilan etmektir. Böyle bir iddia hem yüceliği ve ilerlemeyi
sınırlı görmek, hem de düşme ihtimalinin imkansız olduğunu zannetmek gibi
büyük bir kabahat sayılır. Halbuki yücelme mertebeleri sonsuzdur, düşme tehlikesi
ise her zaman vardır. İbadet de kibir ve gurur hastalığının yegâne (biricik)
ilacıdır.
Üçüncü olarak; Allah
Teâlâ'ya ibadet etmedeki alçalma ve hürmet, insan vicdanı için mümkün olan
her türlü yükselmenin üstünde bir yücelik temin eden (Allah'a) bağlanmanın
bir delilidir ki, bayağı gönüller o kadar yüksekliği kendilerine layık bile
göremezler de imkansız sanırlar.
"Kâinatta ben
Allah'tan başkasına hürriyetimi veremem ve ancak ona ve onun emrine boyun
eğerim, itaat etmeyi sever, isyandan nefret ederim, iyiliğe koşar, kötülükten
sakınırım, iyiliğin başını da hakta bilirim. Allah'ın emrine uymayan, Allah
Teâlâ hesabına yapılmayan hiçbir şeye ölürüm de baş eğmem. Çünkü ben yoktum
O beni var etti ve terbiye edip bana hürriyet verdi. Bu can, bu vicdan ve
bu hürriyet bende O'nun bir emanetidir. Bunu yapan isterse sonsuz defalar
daha yapabilir. Bundan dolayı onun yolunda her şeyi feda ederim. Dilediği
zaman alacağı canımı da feda ederim. İstediği zaman yıkıp, istediği zaman
yapabileceği dünyaları da feda ederim. Bu uğurda acılara katlanır, iyilik
ve haksızlıklara göğüs gererim. Katlanamaz, geremezsem ölürüm. Onun emri;
zaten öleceğim. Ölürsem de böyle bir imanla, böyle bir dostlukla ölürüm. Başlangıcım
toprak, sonum toprak olur. Allah'tan gelir Allah'a giderim. İşte ben Allah'
ın böyle bir kuluyum. Kendime kalırsam bir hiçim, O'na bağlanmakla herşeyim..."
diyebilmek ve buna içten bağlı olmak ne kadar büyüktür. Ve insan için bundan
daha büyük bir kuvvet, bir yücelik nasıl düşünülebilir? Bununla beraber bu
konuda Fâtiha, "ben değil, biz deyiniz" diyor.
Gerçekten diyerek Livâü'l-hamd
(peygamber sancağı) altında toplanan ve yirmi otuz sene içinde Allah'ın yüceliğini
bütün kâinata yayan ve ispatlayan ilk müslümanlar bütün bu duygu içinde idiler.
Bu duyguyu kaybedenler de dünyaya boyun eğdiler. Şüphesiz ki, bu antlaşma
ağır bir yüktür. Fakat Hakk'ın yüceliği karşısında hak edilecek yücelik de
hafiflikle elde edilecek ve erilecek bir hedef değildir. Ve kulun kendi güçsüzlüğü,
böyle bir sözleşmeye kendi kuvveti ile girişmesine engeldir. Bunun için "Ancak
sana ederiz kulluğu, ibadeti." derken, aynı şekilde "Ancak senden
dileriz yardımı, inayeti." diye yardım isteğinde bulunmak gereklidir.
"istiâne ederiz"
demektir. İstiâne, avn talep etmek başka bir ifade ile maûnet istemek daha
Türkçesi yardım dilemektir. İstekli veya isteksiz onu vermeye de iâne (yardım)
denir. Muâvenet ve teâvün de karşılıklı yardım demektir. Bundan dolayı istiâne
(yardım dileme) ile bunları birbirinden ayırmalıyız. Çünkü burada "hasr"
denilen tahsis, yardım dileme hakkındadır. Bu yardım dilemenin ne gibi konularda
olduğu zikrolunmamıştır. Böyle olan yerlerde de üç mânâ ihtimali vardır:
1- Bağlı olduğu şeyi
göz önünde bulundurmaksızın bizzat yardım dileme işini kasdetmektir ki genel
olsun, özel olsun yardım dilemek denilen işi "biz ancak sana yaparız"
demek olur.
2- Bağlı olduğu genel
bir hususu takdir ederek her konuda, her işte yardım dilemeyi kasdetmek. Bu
iki mânâ meâlde birleşir. Fakat önceki mânâ daha beliğ, bu mânâ ise açık olur.
3- Özel bir karineye
dayanarak yardım dilemenin bağlı olduğu özel şeyi varsayarak falan konuda
yardım dilemeyi kasdetmektir. Burada ise ibadet karinesiyle bu üçüncü ihtimal
akla gelebilirse de sözün kısaltma ve tahsis suretiyle tevhide yönelik olması
ve hepsi Allah'a has olan hamdin açıklanması yönünde söylenmiş bulunması buna
engeldir. Ve her halde İbnü Abbas (r.a.) hazretlerinden de rivayet edildiği
üzere genel yardım dilemeyi gerektirir ki, bu da birinci veya ikinci şekillerden
birisi ile olur. O halde müfessirlerin açıkladığı gibi mânânın özeti: Ey Rab!
Biz gerek sana ibadet ve itaatımızda ve gerek diğer işlerimizin hepsinde ancak
senden yardım dileriz, senden başka kimseden yardım dilemeyiz, seni tanımayan
kâfirler başkasından yardım dilerler. Biz ise ibadetimizde katıksız ve içtenlikle
bütün işlerimizde ancak senden yardım dileriz demektir.
Beydavî'nin belirttiğine
göre yardım iki çeşittir: Birisine gerekli yardım, diğerine gerekli olmayan
yardım denilir. Gerekli olan yardım, onsuz fiilin meydana gelmesi mümkün olmayandır.
İşi yapan kimsenin gücü, düşüncesi ve işin yapılacağı aletin ve maddenin bulunması
gibi ki, bunlar toplandığı zaman insan güç ve kuvvet sahibi olur da kendisine
gerçekten teklif yapmak sağlıklı olur. Gerekli olmayan yardım da işin meydana
gelmesini kolaylaştıran şeylerdir. Bu taksim şekli usul ilminde kudret-i mümekkine
ve kudret-i müyessire adı altında yapılır.
Önce bu âyet bize gösteriyor
ki, bütün yardımlar Allah'ındır fakat istek bizimdir. Ve buna çalışıp kazanma
veya cüz-i irade de denilir ki, asıl kuvvet ve güç yetirmek bu istek ile yardımın
birleştiği zamandır. Bu da işin meydana gelmesi ile beraber olur. Bundan dolayı
felsefenin rahatsız edici teorilerine boğulmaksızın 'den şunu anlıyoruz ki,
bize bir istek yetkisi verilmiştir. Bu şekilde bizden birisi isteğimizle,
diğeri isteğimiz dışında iki iş meydana gelir ve her ikisi de bizden meydana
geldiği ve bizimle ayakta bulunduğu için (özetle onun yeri biz olduğumuz için)
bizim işimiz sayılır ve bize isnad edilir. Mesela nefes alan biz, uyuyan,
ölen biz olduğumuz gibi yiyen, içen, oturup kalkan, şunu bunu kımıldatan veya
yatıştıran da biz oluruz. Ve bunlardan isteğimizle olanların yakın sebebi
biziz. Fakat bütün sebebi ve tam sebebi biz değiliz. Çünkü biz bunda gerekli
yardıma muhtacız. Mesela benim elim ile iradem arasındaki gerçek ilişki kurulmamış
olsaydı, istediğim zaman elimi oynatamıyacaktım. Nitekim bazı organlarımı
öyle oynatamıyorum. O halde yaratıcı biz değiliz; yaratma olayı yalnızca en
yakın sebebe bağlı değil, bütün sebeplerin biraraya gelmesine ve toplamına
bağlıdır. Demek ki, isteğimizle yaptığımız işler, bir isteyen ve yapan kimse
ile bir yaratıcı fail arasındaki bağlılığın toplamını ifade eder. Bütün cisimlerin
yalnız kendine ait özelliği hareketsizlik olduğu gibi ruhun özelliği de bir
faaliyet ve hareket isteğidir. Yaratıcıya ait faaliyet ise yaratıcı yüce Allah'ındır.
Araba ilerliyor, makina işliyor deriz. Bunlar zorla ve mecburi olarak yapılan
işler olduğu halde işin yeri onlar oldukları için ilerlemeyi ve işlemeyi onlara
isnad ederiz. Bizim nefes almamız, kan dolaşımımız gibi hareketlerimiz de
böyledir. Kurulmuş bir makina, işlemek için başlangıçta bir çalıştırmaya muhtaçtır.
Bunu ise cansız makina kendisi yapamaz veya isteyemez. Canlı bir makinist
veya şoför yapar ve ancak canındaki bir istekle yapar, canı ister ki, eli
makinanın anahtarını tutsun da hareket etsin. Makinistin canı bu isteği bu
iradeyi yaptığı anda bir de bakarsın hareket yok iken yaratılmış olur ve makina
da işlemeye başlamıştır. Bu şekilde işleyen, o hareketin yeri olan o makinadır.
İşleten o hareketi isteyen makinisttir. Yaratan o hareketi baştan sona kadar
yoktan var eden Allah Teâlâ'dır. Her işimizde bu üç derece apaçık görünen
bir gerçektir. Artık ne cebriye veya maddeciler gibi insanı ruhsuz bir makina
farzettirmeğe çalışmalı, ne de onu ruh ve maddenin yaratıcısı olan Allah Teâlâ
gibi farzettirmeye (saymaya) uğraşmalıdır.
Gerçi yüce Allah'ın
tecellilerini görmek için her türlü incelemelere, düşünmelere girişmek iyi
bir şey olduğunda şüphe yok ise de bu arada girdiği yolu kaybedecek ve zahirin
gerçeğini inkar edecek bir şekilde dalıp gitmek sonu gelmeyen bir sapıklık
olur. "Varlığı istemek" mânâsı ile "varlığın kendisi"
mânâsını birbirinden ayıramamak tuhaf bir düşünce olur. Acaba istemek de bir
iş değil midir? Ve bu da bir isteğe muhtaç olmaz mı? Bundan ya teselsül veya
cebr veya halk gerekmez mi? gibi soruları kesip atan mantığa uygun cevaplar
yok değildir. Teselsül gerekmez, çünkü bir şeyi istemeyi istemek de istemenin
bizzat içindedir. Cebr gerekmez, çünkü fiil araba sürükler gibi yapılmış değildir.
Yaratmak da gerekmez, çünkü istek aslında var olan bir şey değildir. Varlıklar
arasında bir bağdan bir ilişkiden ibarettir. Varlık ilişkisi ise varlığın
kendisi değildir ki, ilişkiyi kurmak varlığı yaratmak olsun. Başka bir ifade
ile tereddüt iki düşünce arasında bir zihin hareketidir. Bu harekette zihin
mekik gibi iki tarafa gidip gelirken bunda karar bulunca öbürüne bir daha
gitmemek gibi ilişki kurmamaktan başka birşey yapmış değildir ki, buna varlığın
yaratılışı denilsin. Bundan dolayı küllî irade denilen irade gücü mahluk sayılmıştır.
Fakat insanın elinde olan irade, istek ve seçme ile kesb dediğimiz karar,
yaratılmış değildir ve bizim bir ilişkimizdir. Bunlarla istek ve iradenin
varlık sınırını ve özündeki sırrı tamamen kavrayamazsak, o da Allah Teâlâ'nın
gerçek mahiyetini anlayamadığımızdan ve anlayamayacağımızdandır. Bundan dolayı,
önceki apaçık gerçek görünüp dururken metafizik denilen bu vadide saplanıp
kalmak tehlikeli bir yoldur ve işte bu dalgınlıklara meydan bırakmamak için
Fâtiha'da cümlesinin içinde istek yetkisi bizim, yardım ve kuvvetin Allah
Teâlâ'nın olduğu pek güzel anlatılmıştır. Artık müslümanlığı ne cebriyelik
(determinizm) ile, ne de onun zıddı olan ve insan kendi yaptıklarının yaratıcısıdır
diyen kaderiyelik ile yani kaderin olmadığını öne süren bir görüşle itham
etmeye kimsenin hakkı yoktur. Yalnız irade-i cüziyemiz ve tercih hakkımız
var denildiği zaman, bazıları bunu yanlış anlıyorlar da bizim cüzî irademizin
her zaman iş görmekte yeterli olduğunu zannediyorlar ve isteklerinde başarılı
olmadıkları zaman her konuda cebriyeliğe (determinizme) meyl ediyorlar. Böyle
düşünmek bir taraftan "istek"i yaratmak zannetmek, diğer taraftan
bizim isteğimize ve isteğimizde isabet etmemize Allah Teâlâ'nın sonsuza kadar
müdahale etmeyeceği iddiasında bulunmaktır. Halbuki böyle bir düşünceye yer
yoktur. O'nun muvaffak kılması ile bizim isteğimize paralel sonuçlar yaratılıyorsa
bu arada o paralelliği kaldırarak lehimize veya aleyhimize bizzat tasarrufu
icra etmeye ve şer'î ifadesi ile yardım etmeye ve yardımcısız bırakmaya da
gücü yettiğinde şüphe edilemez. Allah, yolunda gidenlere, zamanı gelir tevekkül
ve dayanmalarını artıracak şekilde fazlaca iyilik eder ve nimet verir. Yolunda
gitmeyenleri de bunun tersine zarar ve sefalete uğratmış olur. Dünyada da
mükafat ve ceza veya iradesini, hatırlatma ve uyarma mânâsını ifade eden bu
noktalarla ilgili birçok âyetler göreceğiz. Bunlardan bazıları şunlardır:
"Ben işimi Allah'a bırakıyorum." (Ğâfir, 40/44) İşi Allah'a bırakmak
bu nükteye aittir. "Allah Teâlâ kaza ve kaderini infaz etmek isterse
akıl sahiplerinin akıllarını alıverir." hadis-i şerifi de bunu açıklıyor.
Bunlarda cebir meselesi değil, güzeli isteme ve kötüyü istemekle ilgili ince
irfanlar bulunur. "Bazan hoşunuza gitmeyen birşey, hakkınızda iyi olabilir
ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz."
(Bakara, 2/216) âyet-i celilesi de bu nüktede diğer bir mânâ ifade eyler ve
artık burada bu kadar hatırlatma yeterlidir.
Görülüyor ki iki haber
kipi cümlesinden oluşan bir âyettir. Bununla beraber örfe göre dilek kipinde
kullanılan yemin, anlaşma ve sözleşme kipleri cinsinden olup zaruret yolu
ile dilek mânâsını da ifade ederler ve bu şekilde bir kabul ve bir taahhüt
meydana getirirler ki, bu kabulün gereği olan teklifi önceki işaretiyle içine
almış oluyordu. Burada Allah ile kullar arasında bir anlaşma şeklinde gayet
derin ve gayet kapsamlı bir bey'at akdi, hukukî bir sözleşme, ifade edilmiş
ve yazılmış oluyor ki en derin, en büyük bir yaratılış kanununun yani pratik
ve sosyal bir sırrın, güzel söylemenin özlü bir açıklamasıdır. Biz bu âyetteki
belağat ve hikmetin zevkine doyulmak ihtimalini göremiyoruz. Nerede bir hayat
görürseniz orada mutlaka bu kanunun bir hükmünü görürsünüz. Şu kadar var ki,
kâfirler bunun ardından şuursuz olarak gövdeleriyle sürüklenir. Müminler de
bunu gövdelerinden başka akıl ve duygularıyla da yaşarlar.
Ne güzeldir ki, Fâtiha'nın
tam ortasında konuşma hakkı bizim sosyal vicdanımızla kulluk dilimize verilmiş
ve sözleşme bizim kulluk dilimizden ve sosyal vicdanımızdan dile getirilmiştir.
Bunda kulluk duygusunun Allah'ın sözünün belirleme yeri olduğuna büyük bir
uyarma vardır ki, "Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle
yahut perde arkasından konuşur." (Şûrâ, 42/51) "Onu er-Rûhu'l-Emîn
(Cebrail) indirdi. Senin kalbine..." (Şuarâ, 26/193) âyetlerinin mânâlarıyla
ilgilidir. Bu bize şöyle bir uyarma da yapmış oluyor: "Size görünmeyen
gibi gelen Allah'ın sözü olmasa idi sizin konuşma hakkınız olamazdı. Siz konuşuyorsanız
şüphe etmeyiniz ki söylemek, maksadı tebliğ etmek kuvvet ve niteliğini yaratıcınızdan
ve onun yardımından alıyorsunuz. Anlayınız ki, sizin kendi varlığınız gibi,
konuşmanızın da başlangıcı yüce Allah'tadır. Siz mânâ ve maksadınızı başkalarına
tebliğ ederken ve anlatırken Allah Teâlâ'yı bu kuvvetten yoksun zannetmeyiniz.
Bundan dolayı yüce Allah'ın indirdiği Kur'ân'ı bütün sosyal vicdanınızla dinleyip
anlamaya ve tatbik etmeye çalışınız."
Burada bize Allah'ın
zatı ve sıfatından sonra Allah'ın ahlâkından büyük bir örnek de telkin ediliyor.
Allah ile kullar arasında karşılıklı şartlara dayanan bir antlaşma şeklinde
yazılı sözleşme akdi ile ne büyük bir Rahmanî ahlâk olduğunu iyi düşünmek
gerekir. Bizi yoktan var edip biraz terbiye ettikten sonra yine sırf rahmeti
ile bize dünyada geçici olarak ihsan ettiği bağışlarını bizim gerçek mülkümüz
imiş gibi ebedîleştirmek ve ebediyen nemâlandırmak için yüzyüze gelmesinde
adeta denk bir rütbe ve bir onur veriyor. Rab olmasından dolayı kendi haklarını
bize vazife olarak yalnız emir ve teklif ediverecek yerde aslında hiçbir hukuku
olmayan bizlere de mülkiyet ve haklar tanıyarak ikisini mübadele ediyor ve
bizim haklarımızı da kendi rahmetinin sorumluluğuna alıyor. İbadet ve kulluk
onun hakları ve bizim vazifelerimiz. Buna karşılık, dünyada talep ve yardım,
ahirette mükafat ve cezalandırma bizim haklarımız, onun yalnız kendi gerekli
görmesi ile rahmet ve hikmetinin vecibeleri oluyor. Ve hatta kul haklarına
Allah hakkından daha fazla dikkat ediliyor ve önem veriliyor. Rahmet, kulluktan
öncedir, fakat kulluk da yardım dilemekten öncedir. Demek ki, vazife istemek
hakdan öncedir. Ve halbuki Hakk'ın rahmeti ve hakkın oluşması daha öncedir.
Ve bu şekilde vazife ve hak arasında tam bir ilişki (connoter) vardır. Şüphe
yok ki, böyle bir muamele Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in: "Allahın ahlâkı
ile ahlâklanınız." hadis-i şerifinde işaret ettiği Allah'ın ahlâkının
en şayan-ı hayret tecellilerinden biridir.
İkincisi bu âyette,
topluma ve sosyolojiye de büyük bir önem verilmiştir.
Çünkü akit (sözleşme)
"ibadet ederim, yardım dilerim" gibi birinci şahıs kipi ile yapılmıyor
da diye çoğul yani birinci şahıs çoğul kipi ile yapılıyor.
Müfessirler burada,
cemaatla ibadetin faziletine işaret vardır diyorlar, şüphesiz öyledir. Fakat
cemaat faziletini iyice düşünmeliyiz. Cemaatle ibadet etmek için cemaatin
oluşmuş bulunması lazımdır.
Halbuki cemaat kuru
bir kalabalık demek değil, aynı duygularla birlik halinde hareket edebilen
düzenli bir kurul demektir. Bundan dolayı cemaatin oluşması bir ruha ve sosyal
bir antlaşmaya bağlıdır. Sosyal antlaşma ise henüz içinde bulunduğumuz akit
ve sözleşme ile oluşacaktır. İslâm cemaatinin oluşması da Fâtiha'nın inmesinden
sonradır. Bundan dolayı arada tuhaf bir zaman kusuru var zannedilir. Fakat
gerçek öyle değildir. Sosyal ruh, önce tek kişilerde yerleşir, kişinin vicdanına
ne vakit kardeşlik duygusu girer ve onu kibirden, darlıktan, bencillikten
çıkararak genişletirse o vicdanın genişliği oranında bir cemaate aday olur.
Bu genişlik, bir arkadaşlıktan bir aileden tutunuz da dünyaya egemen olan
devletlere kadar gider. Vicdan darlığı, cehalet ve kibir ile beraberdir. Gönül
ferahlığı da denilen vicdan genişliği ise korku ve ümitte, kıvanç ve kederde
yükselmiş bir anlayış ve irfana ve bundan dolayı alçak gönüllülük gösterme
ve merhamet, sabır ve tahammül gibi güzel huylarla beraberdir. Kibirli, dar
bir vicdan yalnız kendini sever ve yalnız kendisi için korkar. Ümidi kendisine,
korkusu yine kendisine aittir. Ona göre fayda onun faydası, zarar onun zararıdır.
Bir vicdanda bu sevgi
ve korku yükselip de bir diğerini dahi kendisi gibi, en azından kendisine
eşit bir değerle görmeye ve onun faydasından kendisininmiş gibi memnuniyet,
zararından kendisininmiş gibi üzüntü duymaya başlarsa o vicdanda sosyal ruh
oluşmaya başlamış olur. İnsan kelimesinin bir aslı olan üns (alışkanlık) ve
müvâneset denilen karşılıklı samimiyetin başlangıcı budur. Böyle bir duygu
ise iki denk kuvvet arasında bir ortak toplayıcı hissini duymaktır ve işte
bu toplayıcı duygu kardeşlik hissinin başlangıç noktasıdır. Bu his fiilen
yaşandıkça o topluluk kuvvet bulur; bu his, bu topluluk ne kadar genişlerse
ve ne kadar kuvvet bulursa, kibir o oranda azalır ve sosyalleşme ve medeniyet
de o oranda genişler ve kuvvetlenir. Bu sosyal ruhun kurulabilmesi öncelikle
fıtrî bir Allah vergisi ve ikinci derecede çevrenin bir yansımasıdır. Ve her
iki görüş açısı ile yaratılıştan var olan terbiye ile sonradan elde edilen
terbiyeden etkilenir. İşte vicdanında böyle bir sosyal ruh yerleşmiş olan
kişi, vicdanının genişliği ve kuvveti oranında bir sosyal toplumun oluşmasında
başlangıç noktası olur. Bu vicdanın duyduğu o topluluk, taşıdığı sevgi ve
korkunun temeli ne ise kardeşlik duygusunun derecesi o kadardır ve aday olduğu
toplumun sınırı da odur. Bu şekilde çeşitli milletleri ayıran, çeşitli ve
birçok toplumlar ve onlara uygun olan ruhlar oluşur ve bir toplumda insanlar
ne kadar bencilleşirse sosyal ruh da o kadar daralır ve genel olan toplumu
parçalar, cemaatini ve kardeşlerini de o oranda azaltır. Fakat bunda ne sevgi,
ne de korku; ne fayda ne zarar bütün sınırları ile temin edilmiş olmaz. Ve
bunun tam aksine, bir toplum ne kadar geniş ve kapsamlı ise sosyal ruhu o
kadar genişler ve dar çerçeveli küçük toplumları o oranda kendine katarak
yükseltir. Böylece sosyal açıdan sevgi ve korku; fayda ve zarar da son sınırına
dayanmış olur. Bunun için toplumu büyülten veya küçülten en önemli sebebin,
sosyal ruhundaki genişlik derecesinde ve vicdan kuvvetinde aranması gerekir.
Toplumda genişleme var da, vicdanda kuvvet yoksa, o toplum idare edilemez.
Dağılmaya, parçalanmaya ve küçülmeye mahkum olur. Vicdanda kuvvet var, fakat
toplumda genişleme yoksa o toplum büyüyemez. Sonunda büyük bir toplum tarafından
yutulur.
Acaba insan ruhunda
sevgi ve korkunun bütün sınırlarını kuşatan en kapsamlı ve en kuvvetli sosyal
etki ne olabilir? Zıddı, benzeri, ortağı bulunur farzedilebilen hiçbir şey
böylesine kapsamlı bir kuvvete sahip olamaz. Ortağı ve benzeri bulunmayan
da ancak yüce Allah'tır. Çünkü mukabili lizatihi batıl, geçersiz ve imkansız
olan ancak O'dur. Ve bunun için bütün şükür ve hamdler O'na aittir. Bunu duyan
ve kuvvetle yaşayan vicdanlar, evrensel bir toplumun üyesi olmaya aday bir
sosyal ruha sahiptirler. Ve ancak bu toplum ile kardeşlik duygusu en son haddini
bulur ve daha yukarısı düşünülemeyecek bir sosyal kurul oluşabilir ve onunla
yüce Allah'ın rızasına erişilir.
İşte Fâtiha'da yüce
Allah kendisini önce akıllı kişilere duyurarak vicdanlarında bu sosyal ruhu
terbiye ve kuvvetlendirmek için her birinden diye söz ve misak alırken her
şahsın ikrarını; bütün insanlığı ve bütün âlemleri kapsayan büyük bir sosyal
kurulu temsil eden bir kardeşlik duygusu ve bir sosyal vicdan ile alıyor da
"na'budü ve nesta'in = ibadet ediyoruz ve yardım diliyoruz" dedirtiyor.
Çünkü birinci çoğul şahıs, ikinci ve üçüncü şahıs çoğullarına benzemez. Bunda
gerçekten söz söyleyen yine bir tek kişidir. Fakat o tek kişi kardeşlerini
temsil ederek yalnız kendinden söyler de "biz" der ve ne vakit bir
insan topluluğu, insan topluluğu olarak söz söylemek isterse içlerinden biz
diye söyliyebilecek birinin başkanlığı altında toplanırlar da hepsi ona söyletirler,
yoksa onların hepsinin birden ben, ben, ben diye bağırması bir topluluğun
konuşması sayılmaz da ayrı ayrı şahısların konuşması sayılır.
Bundan dolayı birinci
çoğul şahıs, gerçekte birinci şahısın başkalarıyla beraber olması demektir.
Ve bu şekilde diyen, bir kişi olacak ve bununla beraber bunu söylerken vicdanında
hissettiği kardeşlerini de temsil etmiş bulunacaktır. Bu kardeşlik insanı
koruyan ve amellerini yazan hafaza meleklerinden başlıyıp hazır olan veya
olacağı düşünülebilen insan topluluklarına kadar gider.
Her kişi, Fâtiha ile
bu anlaşmayı yapar ve sağlamlaştırırken, bir insan topluluğunun imamı derecesindedir.
Ve bu mânâ dolayısı ile Hanefi mezhebinde imamın arkasında namaz kılan cemaat
ne Fâtiha, ne başka hiçbir şeyi okumaz da hepsinin hesabına yalnızca imam
okur. Çünkü Kur'ân okumak Allah Teâlâ ile konuşmak anlamındadır. Yalnız başına
namaz kılan kişi ise henüz gerçekte oluşmamış, fakat düşünce halindeki bir
cemaatin imamı yerinde olduğundan mutlaka Fâtiha ve sûreleri okur. Ve bu gibi
kişiler çoğalıp tanıştıkça gerçekten cemaat de kendiliğinden ve kolayca oluşur,
hemen içlerinden birini imam tanıyarak ona uyarlar ve sosyal güçleri de imamları
ile orantılı olur. "Siz nasıl iseniz başınıza öylesi gelir." İslam
dininin namaz hükümleri etraflı olarak bilinir, düşünülürse bunun inceliklerini
anlamak mümkün olur. Ve her namazda Fâtiha okumanın esas hikmeti de meydana
çıkar.
Demek ki, henüz böyle
bir cemaat gerçekten yokken bu ruhun bir kişide yerleşmesinden daha sonra
büyük bir sosyal kurul oluşabilir. Ve bu şekilde sosyal ruh, sosyal vücuddan
önce olduğundan bir kişi, bir cemaatin bütün vicdanını onun oluşmasından önce
de taşıyarak onu temsil eder ve o duygu ve vicdan ile Allah Teâlâ'ya anlaşma
akdini yapabilir. Ve bu meselede hiçbir devir kusuru yoktur.
İşte İslâm bu büyük
ve benzersiz sosyal ruhun kendisidir ve onun gerçek anlamıyla barındırdığı
toplum ve medeniyet kavramının üstünde hiçbir toplum düşünülemez. Bunu ise
pek küçük ve dar vicdanlar yaşıyamazlar, küçük küçük ilâhlar ararlar ve kardeşlik
çerçeveleri ne kadar küçülürse o kadar rahatlık duyacağız zannederler, fakat
duyamazlar. Bir müslümanın kalbindeki güven, metanet ve sükunete bir türlü
eremezler.
Bu şekilde İslâm cemaatinin
kuvveti, kişilerin çokluğu ve İslâmî vicdanlarının kuvveti ile doğru orantılıdır.
Ve toplum yapısı var olup kuvvetli iken şahsın bu sosyal ruhu duyması ve taşıması
kolay olur. Fakat cemaatin yapısı zayıf olduğu zaman böyle bir vicdan taşımak
zor ve hele henüz gerçekten cemaat yokken böyle sonsuza eren kuvvetli bir
vicdana sahip olmak, bütün dünyayı tutacak olan bir bütünün ruhuna sahip olmak
demek olduğundan, bizzat bir ilâhî destekten başka şekilde göğüs gerilemeyen
çok zor bir şeydir. Ve bu V makam, peygamberlerin ve özellikle son peygamber
Hz. Muhammed (s.a.v.)'in makamıdır.
Gerçekten yüce Allah
da Fâtiha'da önce bu akdi büyük dostu Muhammed Mustafa (s.a.v) Efendimiz'in
risaletpenah kalbine vahiy ile yaptırmış ve bu anlaşmayı onun sosyal vicdanı
ile kulluk dili ile ona söyletmiştir. Bundan dolayı tam anlamıyla diyebilen
sadık ve tasdik edilmiş en mükemmel kul, şahsında insanlığın hepsini temsil
eden, peygamberlerin sonuncusu Efendimizdir. Ve esas kulluk makamı onundur.
Bunun için "Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik ederim. Ve Hz. Muhammed'in
Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim." iman ilkesini teşkil
eder. Onun göğsü öyle bir ferahlığa ermiş idi ki, Hira mağarasındaki yalnızlığı
esnasında ibadeti ile küllî ruhu (bütün yüksek ruhları) temsil etmiş ve onun
sosyal vicdanı bütün âlemlere imam olmuş ve işte İslâm cemaatı bundan doğmuştur.
Ve her asırda onun sünnetine uymakla gerçekten onun ümmeti olabilen İslâm
cemaati de bireyleriyle değil ise de bütün sosyal heyetleriyle bu kulluk akdini
hakkıyla söyleyebilmişler. Ne Allah'tan başkasına boyun eğmişler, ne de O'ndan
başkasından yardım isteğinde bulunmuşlardır. Çünkü dünyanın örnek devletini
onlar kurmuşlar. Yirmi otuz sene içinde Kâbe'deki putları kıran, Kisraların
dünyayı titreten saltanatlarını deviren, Kayserlere boyun eğdiren bu ruh idi.
Türkistan sahrasına gidip Türkler'i kendine çeken, oradan çekip İstanbullara,
Viyanalara kadar götüren yine bu ruh idi.
Namazda Fâtiha okurken
bir kimse yerinde "Yalnız sana ibadet ediyorum ve yalnız senden yardım
diliyorum." dese namazı bozulacaktır. Çünkü yüce Allah kişiden yalnız
kişisel vicdanı ile bir antlaşma yapmak istemiyor da sosyal vicdanı ile bir
antlaşma yapmak istiyor. Ve her namazında bu vicdanı terbiye etmek kuvvetlendirmek
istiyor. Bundan dolayı bir müslüman derken şöyle bir düşünmelidir: "Ancak
sana ibadet ederiz" dediği zaman kimleri temsil ediyor? ve "ancak
senden yardım dileriz" dediği zaman kimlere vekillik ediyor? Yani hangi
cemaatin beraberliği ile bu sözünde durmuş olabilecekse en azından onları
düşünerek bunu söylemelidir. Böyle bir kulluk topluluğu şimdiki zamanda gerçekten
varsa o yetebilir, değilse var olan cemaate potansiyel cemaati, Allah'ın meleklerini
de ilave etmeyi her halde unutmamalıdır. Bu mertebelere işaret etmek için
müfessirler buradaki biz zamirleri, "Okuyan kimse ile beraberindeki,
insanın yaptığı işlerini yazmakla görevli meleklere veya hazır bulunan cemaate
veya bütün muvahhidlere racidir" derler.
"Ancak sana kulluk
eder ve ancak senden yardım isteriz" hem Allah'ı bir kabul etmeye ve
hem kulluğu birleştirmeye delalet etmektedir. Allah'ı bir kabul etmek, Allah'ın
zatının ve hakikatinin birliğini itiraf ve kabul, kulluğun birliği de bu sayede
bir sosyal birlik meydana getirmek için bir antlaşma yapma oluyor. Bundan
dolayı Rabbin birliği, Fâtiha'nın başından beri gıyabî tevhidini tesbit ve
telkin etmekle Allah'ın birliği demek olan hakiki vahdeti, kulların birlikte
ibadet etmeleri de varlıkta mevcut olan değişik unsurların beraberliğini ve
birliğini dile getirmiş oluyor. Bu âyette "Allah'ım senden başka ibadete
layık mabud olmadığına şehadet etmeye ve bununla amel etmeye söz veriyoruz."
diye tevhid şehadetini ifade ediyor. Kur'ân dilinde bu gibi sosyal hitap ve
taahhütlerin iki mânâsı vardır. Birisi; toplumu kişiye, kişiyi topluma katarak
her kişiye eşit olarak hak ve görev dağıtmaktır ki, bunda kişisel değerler
hiçe sayılmaksızın onların toplamından tam anlamıyla bir toplum gerçekleşir.
Buna bütünü kapsama veya üyelerin bütünü denilir. Ve farz-ı ayn ifade eder.
Diğeri ferdî mânâyı ortadan kaldırmak ve yalnız toplum itibarını göz önünde
bulundurarak bir vazifeyi topluma yöneltmektir ki, buna da genel kapsamlı
veya genel düzenle ilgili, yahut toplumsal denilir ve farz-ı kifaye ifade
eder. Yukarıda anladığımız ve Kur'ân'ın diğer sûrelerinde de göreceğimiz tarzda
kişisel mânâ hükümsüz kılınmaksızın her birimiz böyle yaparız diye farz-ı
ayn mânâsı anlaşılmaktadır. Bundan dolayı cemaatle birlikte tevhid-i şuhûdîsi,
fertlerle "Senden başka ilah olmadığına şahitlik ederim." tevhid-i
şuhudîlerinin toplamı söz konusu olacaktır. Ve bu mertebe tevhid mertebelerinin
en mükemmelidir. Halbuki rububiyet kanununda terbiye sırrının da bulunduğunu
görmüştük. Bunun için Fâtiha'da olduğu gibi, İslâm dininin bütün nasslarında
tümevarım ile kaynak olmuş ve iman anahtarında vicdan ile varlık, görünmeyen
ile görünen arasındaki tevhidi ve belki sadece gıyabi tevhidi farz-ı ayn kılınarak
tevhid şehadeti, farz-ı kifaye yapılmıştır. Bu şekilde İslam'da, hem kişinin
ve hem toplumun vicdanlarının bir noktada birleşmesi söz konusudur. Ve bunlar,
karşılıklı olarak birbirinin kefilidir. Sosyal kurul, vicdansız olmak şöyle
dursun tevhid mertebelerinin en mükemmeli olan tevhid-i şühûdisini meydana
getirmekle en mükemmel vicdan asıl onun olacaktır. İşte böyle etraflıca açıklamayı
içine alan katıksız bir tevhiddir. Ve bunda Allah'a ortak koşma çeşitlerinin
hepsini bertaraf eden bir red cevabı vardır. İmam Fahreddin Râzî burada şu
özeti yapmıştır:
"Allah'a şirk
koşanlar bölük bölüktürler. Çünkü Allah Teâlâ'ya karşı iddia edip taptıkları
ortak, ya cisim veya cismin dışında bir şey olacaktır. Cisim olan ortağı ya
bayağı cisimlerdendir veya yüksek (yüce) cisimlerdendir. Bayağı cisimlerden
ortak edinenler, ya basit cismi veya birleşik cismi almışlardır. Birleşik
cisim üç varlıktan biridir. Yani madenlerden veya bitkilerden veya hayvanlardandır
veya bu arada özellikle insanlardandır. Madenî cisimlerden Allah'a ortak edinenler
putlara, mesela taşlardan, altından, gümüşten putlara taparlar. Bitkisel cisimlerden
Allah'a ortak edinenler; mesela herhangi belirli bir ağacı ilâh yaparlar.
Hayvandan Allah'a ortak edinenler; mesela öküz, buzağı gibi bir hayvanı ilâh
sayarlar, taparlar. İnsanlardan (Allah'a) ortak edinenler de; mesela bir Firavun'u,
bir Nemrud'u en büyük Rabb ve ilâh tanıyan veyahut Uzeyr Allah'ın oğlu, Mesih
(Hz. İsa) Allah'ın oğlu diyenlerdir. Basit cisimlerden Allah'a ortak edinenler;
mesela ateşe tapan Mecûsîler gibidir. Ulvî cisimlerden Allah'a ortak edinenler
de; güneş, ay ve diğer yıldızlar gibi gezegenlere tapan ve mutluluğu ve uğursuzluğu
onlara nisbet eden Sâbiîler gibidir. Müneccimlerin çoğu da öyledir. Cisimlerden
başkasını Allah'a ortak koşanlara gelince; bunlar da kısım kısımdır. Bir kısmı
kâinatın idarecisini aydınlık ile karanlık diye ikiye ayıranlardır. Bunlar,
Maniviye yani Mâni mezhebinde bulunanlardır. Sineviye -ki bunlar henüz maneviyata
yükselmemişlerdir- bir kısmı melekler gökteki ruhlardır ve her memleketin
gök ruhlarından müdebbir belirli bir ruhu vardır ve çeşitli âlemlerden her
birinin de idarecisi olan gökteki bir ruh vardır, derler. Ve bu ruhlara birtakım
resimler ve heykeller yaparak onlara taparlar. Bunlara, meleklere tapanlar
denir. (Bunlar maneviyatı sezmiş ve fakat cisimlere tapan, putlara tapanların
derecesinde kalmışlardır). Diğer bir kısmı bunları geçerek biraz daha yükselip
kainata iki ilâh tanımış. Biri pek hayırlı, biri pek kötü, yani biri iyiliğin
kaynağı, biri de kötülüğün kaynağı olmak üzere iki ilk kaynağın bulunduğunu
iddia etmişler ki bunlara göre kâinat, biri Yezdan, biri Ehremen yahut div
yani biri Allah, biri İblis veyahut Şeytan adıyla kardeş sayılan iki ilâh
tarafından tedbir ve idare edildiği farz ediliyor. Kâinattaki bütün iyilikler
Allah'tan, bütün kötülükler de iblisten biliniyor. Bunlar da Sineviye oluyorlar.
Mâni'lerin aydınlığı
ve karanlığı maneviyetle tefsir edilirse hemen bunlara uygun olacaktır. Bunun
için bu iki görüş açısı türlü türlü değişmeler ve bozulmalar içinde birçoklarına
bulaşmıştır... Görülüyor ki, bu son noktadaki "Sinevî'lik arada bir kardeşlik
düşünmeksizin iki ilk başlangıç noktası ile kâinatı idare etmenin mümkün olamıyacağını
da sezmiştir. Gerçekten aralarında asla bir bağlantı ve ortak nokta bulunmayacak
olan iki ilk başlangıç noktasının bir düzen kuramıyacakları ve bundan dolayı
kâinatta iyilik ile kötülüğün hiçbir birleşik (ortak) yönleri bulunamayacağı
apaçıktır. Çünkü bunun aksi çelişkidir. Halbuki bir adım daha atınca bu kardeşliği
görmek daha önce ikisi üzerinde hükümran olan bir ortak başlangıç noktasını
görmek demek olduğu anlaşılır. Ve o zaman bu iki kardeş birer ilk başlangıç
noktası değil, birer ikinci derecede başlangıç noktası olması gerekir. Şu
halde bunlar bir baba Allah'ın emrine verilince bir üçlü Allah fikri meydana
gelivermiş ve bu da şu felsefede bu felsefede dolaşırken sonunda Hristiyanlığın
son şeklini almıştır. İşte insanlık, basitliğinden dolayı asıl olan tek ilâh
düşüncesinden fikrî ve hissî sapıklığı yüzünden sapa sapa birden fazla ilâh
inancına dalarak dağılırken, diğer taraftan birden fazla ilâh inancını azalta
azalta ikiye indirdiği sırada tekrar üçlü ilâh inancına sapmış ve sonunda
İslâm dini ile Allah'ın gerçek birliğini tam olgunluğuyla bulmuş ve kendini
toplamıştır. âyeti, işte bütün bu şirk fikirlerini yıkan Rahmanî bir delil
olmuştur. Bunun içindir ki, insanlar İslâm'a koştukça toplanır, nihayet İslâm
dininden kaçtıkça dağılır ve sonunda zelil ve perişan olurlar. Bu yalnız teorik
değil aynı zamanda tecrübe ile sabit olan bir gerçektir ve İslâm böyle evrensel
bir dindir.
6-Böyle bir antlaşma
ve sözleşme yapıldıktan sonra bir nefes alınıyor, alınır alınmaz hükümlerini
tatbik etmeye girişilmek için de "Hidâyet eyle bizi doğru yola, o kendilerine
nimet verdiğin mutlu kimselerin yoluna; ne o gazaba uğramışların, ne de sapmışların
yoluna değil..." duasına başlanıyor.
Bu istek ve dua yardım
dilemenin, en mühim ve en kapsamlı bir uygulama şekliyle bir açıklamasıdır.
Çünkü "nesteîn = yardım diliyoruz" vakfında (durağında) nefes alırken
bu isteğe nereden ve ne şekilde başlayacağımızı düşünmemiz gerekiyor. İşte
bu ihtiyacımıza cevap olarak bu dua, açıklama yapmak üzere bize telkin edilmiştir.
Bu şekilde "ihdina, nesta'în = bizi hidayete getir, yardım diliyoruz"
sözünde, bu da "iyyâke na'budü = yalnız sana ibadet ediyoruz" ile
beraber elhamdü'de yeralmış olduğundan bütün Fâtiha bir "elhamdülillah"
tam cümlesinin açıklaması olup yalnız başı ile değil, bütünü ile bir tek söz
halinde bir "elhamdü" sûresini oluşturuyor. Ve bunun için önceki
iki vakıf (duraklama) tam ve mutlak olmakla beraber lazım olmuyor.
Hidayet masdarından
emir kipidir. Bu kip ile yukarıdan aşağıya, büyükten küçüğe kesinlikle meydana
gelen fiili yapmayı istemeye emir, aşağıdan yukarıya yapılan isteğe dua, eşit
seviyedeki kimseler arasında yapılırsa yapılmasını isteme (rica) denilir.
Hidayet, istenilen hedefe ulaştıracak şeye lütuf ve nezaketle kılavuzluk etmektir
ki, yolu sadece gösterivermek veya yola götürüvermek ve hatta sonuna kadar
götürüvermek şekillerinden biriyle gerçekleşebilir. Birincisine ulaştırmayan
kılavuzluk veya irşad, ikinciye ulaştırıcı kılavuzluk veya tevfik denilir.
Bu kılavuzlukda lütuftan maksat, sertlik ve şiddetin karşılığı olan tatlılık
ve yumuşak huyluluktur. Letafetten maksat da inceliktir. Hidayet yalnız, iyiliği
istemeye aittir. Mesela hırsıza yol göstermeye, rehberlik etmeye hidayet denilmez.
"Onları cehennemin yoluna götürün." (Saffât, 37/23) âyetinde olduğu
gibi kötü şeyde kullanılması, alay etmek ve taşlama gibi bir nükteden dolayı
mecaz olur. Demek ki hidayet her istenilen şeye mutlaka rehberlik etmek değil,
irşad gibi maksadında iyilik, yapılış şeklinde de iyilik ve incelik bulunan
bir rehberliktir. Bundan dolayı "ihdinâ"nın mealinde en uygun ifade,
Türkçe'de herkesçe bilindiği gibi, "bize hidayet et" demektir. Göster
deyince götürmek kalır, götür deyince incelik kalır ve hiçbiri tam mânâyı
ifade etmez ve Türkçe'de böyle bilinen bir kelimenin yerine mutlaka bir kelime
koymaya çalışmak maksadı açıklamaya aykırı, kuru bir taassup olur.
Allah Teâlâ'nın hidayeti,
özellikleri itibariyle sayılması ve hesaplanması mümkün olmadığı gibi çeşitleri
itibariyle de öyledir. Bununla beraber ilgili cinsleriyle tek başına düşünülebilir:
1- Manevi ve maddî
kuvveti bereketlendirmek ki insanın işlerini düzeltmeye sebep olan dış ve
iç duygularını, akıl ve irade gücünü ve hatta tabiî ve hayvanî kuvvetlerini
ihsan etmek ve devam ettirmek, iradeler ile maksatlarını uygun düşürmek, başarılı
olmasını sağlamak gibi.
2- Hak ile batılı,
iyilik ile fenalığı birbirinden ayıran delilleri ortaya koymaktır ki "Semûd'a
gelince; Biz onlara doğru yolu gösterdik. Fakat onlar körlüğü hidayete tercih
ettiler." (Fussilet, 41/17), "Biz ona hayır ve şerri, her iki yolu
da göstermedik mi?" (Beled, 90/10) âyetlerindeki hidayet bu cinstendir.
3- Peygamberler göndermek
ve kitaplar indirmek ki "Onları, emrimizle doğru yolu gösteren önderler
yaptık." (Enbiyâ Sûresi, 21/73) ilahî sözünde hidayetten maksat bu olduğu
gibi, "Şüphesiz ki bu Kur'ân, insanları en doğru yola götürür."
(İsrâ, 17/9) âyetinde de böyledir.
4- Vahiy veya ilham
veya doğru çıkan rüyalar gibi olağanüstü yollarla kalblere sırları keşfedivermek
ve eşyayı gerçekte oldukları gibi gösterivermektir ki buna özel hidayet denilir.
Çünkü bilhassa peygamberler ve velilerde meydana gelir. Bunun için genel olarak
bunun yolları, olağanüstü yollardır. Bununla beraber herkesin az da olsa bundan
payları yok değildir. Şu kadar ki kesin bilgi derecesine yükselemez. Bunlar
subjektif, objektif, tekvinî ve tenzilî olarak da özetlenebilir. Kur'ân'da
hidayet kelimesi kullanıldığı zaman, bunlardan hangisinin kasdolunabileceğini
yerine göre anlamak gerekir.
Hidayet, ikinci nesnesine
bazen (ilâ) ile bazen de burada olduğu gibi bizzat kendisi geçişli olur. Bunu
geçişlilik edatının düşürülmesi ile hazf ve isâl (cer edatını düşürme ve fiili
nesneye ulaştırma) diye ifade edilen geçişlilik şekli cinsinden sayanlar da
vardır ki bu durumda aslı veya demek olur. Bunun geçişsizi ve dönüşlü fiili
ihtida (hidayete ermek)dır. "Hüdâ" da hem hidayet ve hem ihtida
(hidayete ermek) mânâlarına gelir. Hidayete ermenin zıddı sapıklık, bütün
kısımlarında hidayetin zıddı da hak dinden iman ve İslâmiyetten saptırmaktır.
Sapıklıkta bulunanların hidayet istemesi, hidayetin aslının meydana gelmesini
istemek, hidayette bulunanların hidayet istemesi de sebat (kararlı olmak,
sözde durmak) veya mertebenin yükselmesini istemek olur. Halbuki diyenlerde
hidayetin aslı vardır. , lâm-ı ahid ile "senin yolun" izafet tamlamasının
mânâsını ifade eder ve doğrudan doğruya "Allah'ın yolu" anlamına
gelir. Cins mânâsına gelen " lâm" ile de henüz özellikleri belli
olmamakla beraber genel olarak belirli cinsi bulunan cadde mânâsına gelir
ve istiare ile hak yola uygun olur ki, sırat lügatta cadde, ana yol yani işlek
büyük yol demek olup aslı dır. Ve cumhurun (çoğunluğun) lügatı budur. İbn
Kesir'den Kunbul ve Yakub'dan Rüveys rivayetlerinde de böyle (sin) ile "es-sirat:"
,"sirat: " okunur. Fakat "râ'nın kalın okunması ve nın itbak
(harf okunurken dilin üst damağa kapanma)ından dolayı "sin" harfinin
"sad"a çevirilmesi ile sırat daha akıcı ve daha fasihdir ki, Kureyş'in
lehçesi de budur. Ve imamda yani "Hazreti Osman Mushafı"nda böyle
yazılmıştır ve Aşere (On Kırâet )den diğer kırâetler de böyledir. Ancak Hamza
kırâetinde "sad"a "za" kokusu verilerek bir işmam yapılır
ki bu da Kays lehçesidir. Cadde mânâsına sırat kelimesi Türkçe'de kullanılmaz.
Ancak cehennem uçurumlarının üzerinden herkesin geçmeğe mecbur olacağı kıldan
ince ve kılıçtan keskin, inişli, yokuşlu ve düzlü bir köprü gibi düşünülen
ve zamanımızdaki ifadesi ile (elektrik v.s.yi) taşıyan bir havai hatla anlaşılabilen
bir ahiret caddesinin dini ismi olarak bilinir. Ve burada buna da bir işaret
vardır.
Hatta Amr b. Ubeyd'den
bu mânâ ile tefsir edildiği de nakledilmiştir. Fakat burada asıl maksat bir
istiare-i temsiliyye (benzetme yoluyla yapılan istiare) ile "hak yol"
ve "İslâm milleti" olduğunu kıymetli tefsirciler öteden beri açıklayagelmişlerdir.
Arap dilinde genellikle yola tarik; işlek yola sebil; doğru, büyük ve açık
yola vasıflarından birinin ortaya çıkmasına göre cadde, sırat, şâria ve şerîa
denilir. Ve bu sebeple bu sırat kelimesinin şeriat kelimesini anlatacağı unutulmamalıdır.
Müstakim, hiçbir yerinde meyil ve eğrilik bulunmayan, dümdüz ve dosdoğru demektir.
Sırat da yönünde doğru ise de inişi, yokuşu bulunabileceğinden düzlük mânâsını
da anlatmak için müstakîm (dosdoğru) vasfı ile kaydolunmuştur. Bu sebepledir
ki bunu dümdüz ile tefsir ederler. Şu halde doğru kelimesi, tamamen müstakîm
kelimesinin yerini tutamıyacaktır. Gerçekten Türkçe'de doğru kelimesi müstakim,
hak, sadık mânâlarına da kullanılır.
Kur'ân'ı anlamak isterken
kelime ve terkiplerinin bütün inceliklerini gözetmek gerekir. Kur'ânî belağatın
özelliklerinden biri de gerçekleri en açık yönünden gösterirken ince hatlarını
da çeşitli beyan noktaları içinde bütün incelikleri ile toplamasıdır. Beyan
yönleri, kesinlik noktasından en azından on altı yönü kapsadığı usulce (metodoloji)
bellidir. İşaretle ve kesin olmayan belağat yönleri ise belağat ilminin sayılması
mümkün olmayan zevkleri ile anlaşılır. Bu vesile ile burada kelam ilminin
bir kanununu arz edelim. Şöyle ki: Tesadüf, sırları görmekten gafil olan cahilin
görüşüne göredir. Hikmette (ilimde) tesadüf yoktur. Hakîm-i Mutlak'ın her
seçiminde tercihe sebep olan bir hikmeti vardır. Gerçi irade aslında bir tercih
sebebidir. Fakat Hakîm-i Mutlak'ın iradesi, dıştan onu gerekli kılan bir etki
altında olmayarak bir hikmeti de içerir. Bundan dolayı, hikmet sahibi olan
dilediğini yapan Allah'ın sözünün ve kelimelerinin özellikleri hep hikmete
dayalı bir seçme eseri olacağından mesela tarîk (yol) demeyip de sırat demesi,
müstevî (düz) demeyip de müstakim demesi, doğrudan doğruya düşünülecek ve
mânâları ona göre düşünülecek birer hikmeti de ihtiva ederler. Kur'ân ise
bir hakîm (hikmet dolu) kitaptır. "Bu kitabın indirilmesi herşeye galip
hüküm ve hikmet sahibi olan Allah tarafındandır." (Zümer, 39/1). Bunun
için önce kelimelerin mânâlarını iyice tesbit etmek, ikinci olarak yerlerinde
lafız veya mânâ yönünün ilgili olabileceği kelimeler ve mânâları ile karşılaştırma
yapmak, üçüncü olarak terkip şekillerini, siyâk ve sibâk üzerinde düşünmek,
dördüncüsü bunlardan asıl kasdedilen mânâ ile süsleyici unsurları birbirinden
ayırmak lazımdır. Kasdedilen mânânın belirlenmesinde de iki itibar (ölçü)
vardır. Birisi kelimenin aslında veya yerine göre zihindeki mânâsı, diğeri
de onların gerçekte ele aldıkları, delalet ettiği mânâlarıdır ki genelleştirme,
tahsis (özelleştirme), mutlak, ıtlak (kayıtlamama) gibi özellikler bu ikisi
arasında meydana gelir ve hükümlerin çıkarılmasında bunların önemi büyüktür.
Tefsirlere baktığımız
zaman den maksadın ne olduğu hakkında şu rivayetleri görürüz: Allah'ın yolu,
doğru yol, uygun yol, Allah'ın kitabı, iman ve imana bağlı olan şeyler, İslâm
ve İslâm şeriatı, Peygamberimizin ve ashabın büyüklerinin yolu, sünen (yollar),
sünnet ve cemaat yolu, cennet yolu, cehennem köprüsü nihayet bunları özetleyen
muhakkîkler (araştırıcı, kritikçiler)in doğru yol ve İslam milleti tefsiri.
Şimdi senedleri ile
seleflere ve sahabeye kadar giden bu çeşitli ifadeler, "lâm"ın ahid
mânâsını (bir şeyi kasdetmek) veya cins mânâsını göz önünde bulundurmalarına
göre bir kısmı mânâ ve çoğu mâsadak üzerinde dönüp dolaşan açıklamalardır.
Cehennem köprüsü bir yana bırakılırsa öbürleri gerçekte kelimenin delalet
ettiği mânânın birisi ile ifade edilmesinden başka birşey olmadıkları halde
mânâ ile mâsadak (mânâya uygun şey)ın farkını bilmeyenler, bunlardan ne kadar
anlaşmazlıklara düşebilirler. Gerçekten hakikatı araştırıp ortaya çıkaran
alimlerin doğru yol ve İslâm milleti özeti de bu iki duruma uygundur. Hak
yol mânâ, İslâm milleti de mâsadakdır. Bu iki farka bizzat Kur'ân'ın metninde
dikkati çekmek için sırât iki defa zikredilmiştir. (sıratallezine) "es-sırat"tan
bedeldir. Bedel-i küll (bizzat kendisinin karşılığı) veya bedel-i ba'z (bir
kısmının karşılığı) olabilir. Ve konuşma da kasd ve irade esasında bedele
yöneliktir. Mübdelü minh de (yerine bedel kullanılan kelime) tamamen terkedilmiş
ve cümleden çıkartılmış olmayarak bu kasdolunan şeyin görünen bir değerinin
hazırlığını yapar ve bu şekilde her bedelde bir miktar açıklama ve bir miktar
pekiştirmeyi andıran bir mânâ kuvveti meydana gelir. Bu bedelde ise "sırat-ı
müstakim"in hem bizzat kendisini ve hem vasfını (niteliğini) açıklayan
kayıtlar vardır ki birincisi sıratın muzafun ileyh (belirten)i olan ism-i
mevsûl (ilgi zamiri) ve sılası (ilgi zamirini açıklayan cümle), ikincisi bu
ism-i mevsûl (ilgi zamiri)ün sıfatı olan , üçüncüsü de buna atfedilen kayıtlarıdır.
İşte 'den kasdolunan
mânâ ve mâsadak bunların tamamı gözönünde bulundurulduktan sonra belli olacaktır.
Bunun için de önce kendindeki mânâsını tesbit etmeye ihtiyaç vardır. Lügat
açısından bu mânânın, doğru cadde demek olduğunu görmüştük. Fakat bu mânâ
bize önce gerçekten yol dediğimiz hissedilen bir şeyi gösterir. Halbuki sözün
gelişi yardım dilemenin ve yardımın açıklanması idi. Bu ise hissedilemeyen
bir mânâdır. Bundan dolayı bu kesin karine ile biz anlarız ki bu yol manevi
yoldur. Ve hiç olmazsa manevi yolu da içine alan açık bir mecaz (benzetme
yolu ile başka bir mânâda kullanılan söz)dır. Ve daha açıkçası isti'âre-i
temsiliyye (birçok şeyin birbirine benzetilmesi)dir. Daha önce söylediğimiz
gibi hissedilen şeylerden işlek, büyük, apaçık, düz, doğru bir yolu gözönüne
getiriyoruz ve bunu bütünüyle zihnimizde yerleştiriyoruz.
İkinci olarak meyillerimizin,
fikir ve hareketlerimizin akışına bir esas teşkil ederek bizi doğruca ve selametle
hayırlı maksatlarımıza götürecek ilmî, pratik, apaçık ve kapsamlı ve Allah
Teâlâ'nın koyduğu bir hak kanununu göz önüne getiriyoruz, bunu da bütünüyle
vicdanımıza alıyoruz.
Üçüncü olarak bu manevi
bütünü açıklık ve özetle anlatmak için önceki hissedilen şekle konu olan sırat-ı
müstakim (doğru yol) lafzını istiâre edip zikrettiğimiz karineye dayanarak
bunda (manevi yolda) kullanıyor ve "ihdinâ" ile de buna bir açıklama
yapıyoruz. Bu şekilde bu mânâdan anlaşılan husus Allah Teâlâ'nın koyduğu şey
olup talep edilen iyiliğe hakkı ile götüren batıl olmayan manevi yol olduğundan
tahkikçi alimlerin "hak yol" diye tefsir etmeleri, sırat-ı müstakimin
mefhûm ile kasdedilen mânâsını açıklamak olduğu anlaşılır. Şimdi de mâsadakını
bulalım: Yani kendisine hak yol denmeye layık olan her yol, istenilen doğru
yolun içine girer mi, girmez mi? Burası üzerinde düşünülmesi gereken bir yer
olup az çok kapalıdır. İlk önce "nesteîn" de ilk hedefimiz Allah'ın
yardımı oluyor ve âyetin gelişi bize başlangıçta Allah'ın yardımının en önemli
ve en önde olanını istememizi telkin ediyor. Bundan da genellikle Allah'ın
yardımını celbeden bir apaçık yola hidayet isteği, yardım dilemelerin en mühimi
ve en önde olanı; ona hidayet vermenin de yardımların en mühimi ve en önde
geleni olduğu anlaşılıyor. Halbuki hak yolun bütün özellikleri Allah'ın bir
yardımı ise de bu yardımların en önde geleni ve en mühim olanı hangisidir?
Burası üzerinde etraflıca düşünülmesi gereken bir yerdir.
Dördüncü olarak hidayet
iyiliğe yorumlanır. Acaba genel mânâsıyla hak yol içinde kötü olanlar yok
mudur? Doğrusu vardır. Çünkü olmasaydı kötülüğe yol bulunamaz, hiç bir kötülük
yapılamazdı. Gerçi her hak yol aslında sırf hayırdır. Ve onun esas konumu
Allah'ın rahmetinin tecellisi (meydana çıkması)ni göstermektir. Fakat kâinatta
yaratıkların özelliğine göre fayda ve zarar, iyilik ve kötülük hiçbir maksat
zihinde şekillendirilmez ki onun bir doğru yolu bulunmasın. Bunların her biri
içinde Allah'ın bir sünneti (nizamı), bir kanunu vardır.
O yola giren doğru
gayesine gider. Hatta denilebilir ki bunların hepsi de Allah Teâlâ'ya götürür.
Fakat birisi rızasına götürür, biri de öfkesine götürür. Bundan dolayı hak
yol, "Allah Teâlâ'nın rızasına götüren yol" diye tefsir edilmedikçe
burada matlub olmaması gerekir. Gerçekten yüce âyeti bize mutlaka hak yol
kavramından daha hususî ve daha açık bir mânâ telkin ediyor. İşte sözün bütün
bu kapalı yönlerini gidermek için bedelin ilave edilmesi ile kavramın delalet
ettiği mânâ tefsir veya tahsis olunmuş ve İslâm dininin tam bir sınırlama
ile anlatılmasına uygun bir kalıba dökmek için v.d. buyurulmuştur.
Bu bize ilk önce her
istenilen şeyde Allah Teâlâ'nın bir doğru yolu bulunduğunu gösteriyor ve "ihdinâ"
onu istememizi bize telkin ediyor ve bu şekilde en mühim ve en önemli yardımın
da başlangıçta onun doğru yoluna hidayet olduğunu anlatıyor. Gerçekten Allah
Teâlâ âlemlerin Rabbi olduğundan kâinatın hepsinde onun kanunları geçerlidir.
Kanunlar bazen kanun koyanlarına ve bazen konularına, ilişkisi bulunan şeylere
nisbet olunur. Mesela Solon kanunu koyucusuna nisbet olduğu gibi, Akar (para
getiren taşınmaz mallar) kanunu da konusuna, mahkumlarına nisbet edilmiştir.
Tabiat da Hak (Allah) kanunlarının mahkumu (hükmü altında) olması itibariyle
bunların irade kanunundan başkasına "tabiat kanunları" ismi de verilir.
Fakat hepsinin koyucusu Allah Teâlâ olduğundan bunlara Allah kanunları ve
ilahî nizam demek elbette daha doğrudur. Bu kanunları bilmeğe ilim ve fen
denildiği gibi, onların iyiliğe götürenlerine de din, millet ve şeriat denilir.
Allah'ın koyduğu ve Allah'ın kanunu dışında din aramak batıldır ve bununla
beraber Allah'ın her kanunu da din değildir. Mesela beynine kuvvetli bir tabanca
sıkanın ölmesi bir hak kanunudur. Allah Teâlâ'nın özel bir iradesi engel olmazsa
o kurşunu kendine sıkan ölür. Fakat intihar etmek bir iyilik, bir din değildir,
isyandır, kötülüktür. Kendi mülkü olmayan Allah'ın binasını (bedeni) yıkıp
bozmaktır.
Bunun gibi insanların
yaptığı işlerinden hangisi ele alınsa onun bir iyi veya kötü yönü ile uygun
olacağı bir Allah kanunu vardır. İyilik yönü ile uygun olan Allah kanunu din,
kötü yönüyle uygun olan Allah kanunu dinin zıddıdır. İki yönden de Allah'ın
kanununa uygun düşmeyen iş, kötü ve batıldır.
7-Özetle Allah'ın
her kanunu, Allah tarafından konmuş olduğundan dolayı doğrudurlar. İnsan tarafından
konulmuş kanunlar, ne ilim, ne din hiç biri olamazlar. Bunlar, ilim açısından
batıl, din açısından kötülük meydana getirirler ve doğru değildirler. Bunun
için insanlığın hakkı, gerek ilimde ve gerek dinde kanun koymak değil, Allah'ın
kanunlarını arayıp bulmak ve bu kanunları keşfedip ortaya çıkarmaktır. Arşimed
hidrostatik kanununu, Nevton yerçekimi kanununu, Aristo çelişme kanununu koydular
demek doğru olmadığı gibi Ebu Hanife Hazretleri de kıyası, fıkıh (İslâm hukuku)
kanunlarını koydu demek doğru değildir. Bunlar, onlar tarafından konmuş olsaydı
eğri ve yalan olurlardı. Doğru olmaları, Allah'ın kanununun keşf edilmesine
nail olmalarından ileri gelir. Bunun için âlimler, icat eden değil keşf eden
ve ortaya çıkaran kimselerdir. Çünkü Allah'ın kanunları içinde gizli olanları
da vardır. ise açık mânâsını da içerdiğinden dolayı bunları ortaya koymaya
vesile olacak apaçık ve işlek bir esas yolu anlatıyor ve Allah'ın kanunu olmayan,
Allah'ın yardımı ile hiç ilgisi bulunmayan eğri büğrü yolların hepsinden sakındırdığı
gibi, hidayet de iyiliğe yorumlanacağından, doğrudan doğruya kötülüğe götürmekte
hak olan kanunlardan da sakındırılmış oluyor. Fakat bu son sakındırmada bir
dayanak aramak gerekir. Çünkü kötülükten sakındırmak için onu tanımak ve tanıtmak
da bir iyiliktir. Yılanı bilmeyen ondan nasıl sakınır? Bundan dolayı hidayet
kelimesindeki iyilik mânâsı, doğru yol, hak yol kavramından kötülük kanunlarının
mutlaka uzaklaştırma ve çıkarmasını değil, belki iyilik kanunlarını emirler
olarak olumlu ve kötülük kanunlarını yasaklar olarak olumsuz bir ölçüyle kayıt
ve şarta bağlamayı gerektirecektir. İşte hemen ardından bedel yolu ile "O
kendilerine nimet verdiğin mutlu kimselerin yoluna; ne o gazaba uğramışların,
ne de sapmışların yoluna değil." âyetleri, bu olumsuz ve olumlu yönleri
de ortaya çıkarıyor. Demek ki "es-sırata'l-müstakîm" lâm-ı ahd (belli
bir şeye işaret eden el takısı) ile hak dinin tam tarifidir. Ondan sonrası
da bunun açıklamasıdır. İn'âm nimet vermek, nimeti ulaştırmaktır. Aslında
müteaddî (geçişli)dir. Fakat en üstünlük mânâsına gelmekle nimet verenin yüceliğini
ve nimetin yükselmesine işaret etmek için "" ile sılalanmıştır (bağlanmıştır).
Nimet aslında insanın tad aldığı durum, yani güzel durumdur ki mutluluk tadı
demektir. Bundan alınarak bu tad almaya sebep olan şeylere ad olmuştur. Aslı
yumuşaklık demek olan nüûmet ile ilgilidir. Arapçada ilk mânâda daha çok üstün
ile (na'met) olarak kullanılır. Çünkü " " denilmiştir. Yani nice
nimet sahibi vardır ki nimet ve bolluk içinde yaşaması yoktur. Mesela ekmeği
vardır yiyemez, yerse tadını bulamaz. Allah'ın nimet vermesi esas tadını bulmadadır.
Allah Teâlâ'nın nimetleri ise sayılamaz. "Eğer Allah'ın nimetini saymak
isterseniz sayamazsınız." (İbrahîm, 14/34). Fakat başlıca dünya ve ahiretle
ilgili olmak üzere iki kaynak da düşünülebilir. Dünyaya ait nimetler iki kısımdır.
Vehbî (Allah vergisi) ve çalışarak elde edilenler. Vehbî ya ruh ile ilgili
veya cisim ile ilgilidir, başka bir ifade ile ya manevi veya maddidir. Ruhla
ilgili olanlar ruhun bedene üfürülmesi, akıl ve zekanın parlaması ve bunlara
tabi olan anlayış, düşünce, konuşma, vicdanın (iç duygunun) sağlam olması;
cisim ile ilgili olanlar vücut ve vücut organları ve bunlardaki sinirler,
kaslar, hazm ve diğer maddî kuvvetler, yaratılış ve onu tamamlayan durumlar
ve şekillerden oluşan şeyler gibi. Çalışılarak kazanılanlar da nefsi utanılacak
şeylerden temizleme, ilim ve marifet, üstün ahlâk ve cömertlik, yiğitlik,
doğruluk ve namus ile süslemek, vücudu güzel şekiller ve beğenilen ahlâklar
ile süslemek, câh yani mevki ve sosyal onur sahibi olmak, mal ve servet kazanmak
gibi şeylerdir. Ahiret nimetleri, dünyada meydana gelen ifrat (aşırı gitme)
ve tefrit (tersine aşırılık)lerini bağışlayarak rızasına erdirmek ve Allah'a
yakın meleklerle beraber cennetin en yüksek tabakasında sonsuza dek huzur
ve sükuneti elde etmektir ki, bu da Allah tarafından verilen ve çalışma ile
kazanılan ruhanî ve cismanî kısımlara ayrılır. Bunların hepsi başlı başına
ve hemen düşünüldükleri zaman şüphesiz birer nimettirler. Fakat her biri geleceğine
ve kendisinden sonrakine göre göz önünde bulundurulunca başlangıçta nimet
zannedilen birçok şeylerin gerçekte şiddetli ceza ve bela çıktığı da bir gerçektir.
Bunun aksine de başlangıçta acı ve şiddetli ceza görünen bazı musibetlerin
daha sonra büyük bir nimete ve mutluluğa vesile olduğu da bir gerçektir. Ve
safâdan (gönül şenliğinden) sonra sıkıntı ne kadar acı ise, sıkıntıdan sonraki
gönül şenliği de o kadar tatlıdır. Bu sebeple ciddi ve gerçek olan nimet ve
mutluluğun sonu her halde sağlam olanlardır. Bundan dolayı esas istenecek
şey yalnız nimetin başlangıcı değil, sonuca selametle yetiştiren nimetler
olmalıdır. İslâm kelimesinin de ilham ettiği bu husus vasfı ile anlatılıyor.
Bu şekilde "en'amte aleyhim"de nimet ve nimet verme her şeyi kapsayan
ve genel bir mânâ ifade eden bir kelime olmamakla beraber mânâsının kayıtsız
ve şartsız olması ile her türlü nimet için muhtemel olup her türlü nimeti
kapsayabileceğinden kapsamına giren nimetler tahsis olunmak için, öfke ve
sapıklıktan sâlim olma kaydı ile şarta bağlanmış ve tam anlamıyla nimet ifade
edilmiştir ki, bu da ahiretle ilgili nimetleri ve ona vesile olan vehbî (Allah
vergisi), kesbî (çalışma ile elde edilen), ruhanî (ruhla ilgili), cismanî
(cisimle ilgili) dünya nimetleri demektir. Bunların başı da yaşama hakkı,
hürriyet hakkı, iman, vicdan sağlığı, güzel ahlâk, sosyal düzelme, faydalı
ilim ve iyi ameldir. İslâm literatüründe hürriyet, kişi haklarına sahip olma
diye tanımlanır. (Keşf-i Pezdevî). Bunun tam tersi, (kişinin) haklarına başkasının
sahip olması demek olan esirlik ve köleliktir. Hakların aslı ise, Allah'ın
koymuş olduğudur. Bundan dolayı herhangi bir kişi, Allah'ın koyduğu hukuku,
kendi rızası olmaksızın, başka bir insanın yaptığı diğer bir hukuk ile değiştirmeye,
bozmaya veya tasarrufta bulunmaya mahkum olabiliyorsa o artık yalnız Allah'ın
kulu değildir ve onda bir esirlik payı vardır. Artık onun vecibeleri ve vazifeleri
yalnız hakkın gereği için değil, şunun bunun heves ve isteğine tabidir. Bundan
dolayı Allah Teâlâ'yı tanımayan kimsede, haklarına sahip olma anlamında hürriyet
hakkını farz etmek bir çelişki olduğu gibi, Allah Teâlâ'dan başkasına kul
olanlarda da, hürriyet farzetmek imkansızdır. Ve bunun için hürriyete kefil
olma, yalnız Allah'a kulluktadır. Ve doğru yolun başlangıç noktası bu kulluk
ve dünya ile ilgili ilk maksadı da en büyük nimet olan bu hürriyet hakkıdır.
Bunun başı da Allah vergisi nimetlerden olan hayat ve kazanılan nimetlerden
olan imandır. İşte bu ikisi nimetlerin asıllarıdır. Bunların başlangıcı da
Allah'ın yardımı ve hidayetidir. İstenen yol da bu yardımın doğru yoludur.
Ve işte İslâm nimeti bu doğru yoldur. de iki yorum şekli mümkündür: Birisi
yukarıda olduğu gibi hiçbir mef'ûl (nesne) gözetmeyerek mutlak şekilde onlara
nimet verdin yani onları bahtiyar kıldın mânâsı, diğeri de gibi mef'ûl-i bih
(nesne olan) bir zamir takdir (itibar) etmektir. Keşşâf sahibi öncekini, İbnü
Cerir Taberî ikinci yorumu tercih etmişlerdir. Cümleden bir şeyi düşürmekten
kurtulmak açısından birinci yorum daha iyi ve açık fakat bir kinaye (kapalı
anlatım) mahiyetindedir. Bu sebeple fiilin gereği olan ikinci yorum açıktır.
Ancak İbnü Cerir Taberî karinesi ile itaat ve ibadete geri çevirerek "sen
onlara itaat ve ibadetini nimet olarak verdin" şeklinde göstermiştir.
Acizane anlayışıma göre bu durumda zamiri "sırata" çevirmek ile
"sen onlara o yolu nimet olarak verdin" mânâsını vermek daha açıktır.
Ve en doğrusu burada zamiri takdir etmeksizin, kayıtsız nimet verme fiilini,
doğru yolu nimet vermekten yani = en'amte'yi = en'amte bih'ten kinaye yapmaktır
ve meânî ilminde belli olan özel nesneye ilgisi olmaktan kinaye üslûbu burada
pek açıktır.
Bunda doğru yol nimetini
vermenin kayıtsız nimet verme ve hatta her türlü nimeti verme yerinde olduğu
anlaşılır. Burada dikkati çeken üç nokta vardır. İlk önce bizzat yol, sıratın
en önemli nimetlerden olduğu, en büyük nimet olduğu anlaşılır. İkinci olarak
sırat (doğru yolu gösterme) nimeti, en mühim yardım olduğu anlaşılır. Üçüncü
olarak, onlara nisbet edilen bu sırat (yol) kendilerinin hazırladıkları bir
yol olmayıp, Allah'ın hazırladığı ve nimet olarak vermiş olduğu ve onların
yolu olması, nail olma ve o yola girmeleri itibariyle bulunduğu anlaşılır.
Ve bu vasıflar ile Allah'a nisbet edilen ve doğru nimetlere ve Allah'ın yardımına
götüren doğru yola uygun gelir. Gerçekten yol nimeti, en büyük nimettir. Çünkü
herhangi bir nimetin (elde ediliş) yolunu, kanununu elde etmek o nimeti bir
defa değil daima elde etme sonucunu doğurur. İlimlerin ve fenlerin önemi de
bundandır. Birisinden on liralık bir yardım istemekle, devamlı on lira getirecek
bir yol, bir sebep (vasıta) istemek arasında ne kadar fark vardır. Yüce Allah'tan;
"Ey Rabbim, bana yardım et de falan nimeti ver." diye dua etmek
ve yardım dileğinde bulunmak pek küçük bir istek olur. Hatta "her nimeti
ver" demek bile böyledir. Çünkü bu dua kabul olunmakla o nimetlerin her
zaman devam etmesi ve sürüp gitmesi temin edilmiş olmaz. Fakat "falan
nimetin (elde ediliş) yolunu ihsanda bulun ve o yolda sebat nasib eyle."
diye istek ve araştırmada bulunulacak olursa, bu dua kabul olunduğu zaman
o nimet bir kerre değil bin kerreler ve sonsuza kadar elde edilmiş olur. Yolun
en büyüğü de Allah'ın yardımının yoluna girmedir. Bunun en kısası da doğru
olan yoldur. Bu bulununca nimet yollarının hepsi bulunur. Nimet yolu bulununca
nimetlerin hepsine sürekli olarak erilir ve burada başlangıçta bize nimet
ver denmeyip de duası ile doğru yol istemenin öğretilmesi, bu mânâyı ne güzel
destekler. Fâtiha'ya (ta'lim-i mesele: istemeyi öğretme) isminin verilmesinde
de bu nüktenin büyük bir payı olduğunu hatırlamalıyız. Halbuki bu özel bağlantı
gözönünde bulundurulmadığı takdirde cümleden bu mânâları çıkarmak zor olacak
ve sıratın (yolun) onlara Allah'ın bir ihsanı olduğu gizli kalacaktır. Bu
yönden birinci durumdaki kayıtsız nimetin belağati (güzelliği) bile bundan
aşağı derecededir demektir. Gerçi onda sıratın (yolun) gayesi kayıtsız şartsız
nimet olduğuna dair açık bir işaret vardır ve bu mânâ halk için çekici ve
sevimlidir. Fakat başlangıçta sözün gelişinde istenilen maksadın Allah'ın
yardımı olduğu apaçıktır. Ve bundan dolayı yolun maksadı da o ve daha doğrusu
bizzat Allah Teâlâ olduğu, ilk anda akla gelir.
Bütün nimetler de bundan
kaynaklanıyor. Ve işte asıl doğru yol, hak yol bu mânâda özel isim gibidir.
Çünkü bir nimetin bir yolu bilinir ve o yola girilirse de yine bizzat Allah'ın
yardımı, Allah'ın tevfikı bulunmazsa bir engel ortaya çıkar, istenilen şey
ortaya çıkmaz da kısmet böyle imiş denilir. Bundan dolayı her şeyden önce
bu yardım ve başarıya ermek için bütün arzuları kucağına almış, büyük, açık,
doğru, düz bir yol istemek gereklidir. Bu yol anlaşmasında sebat ile yürütecek
olan bir din ve millettir. Her gerçeği ve isteği kucaklamış bir din ve millet,
bir doğru yol istemek yalnız bir tasarlama ve hayalden ibaret bir istek de
değildir. Bu yola ermiş ve üzerinde yürümüş, o sayede her arzusunu elde etmiş,
hem de tam selamet ve mutlulukla elde etmiş nimet ehli, insanlık tarihinde
inkar olunamayacak şekilde sabit olmuş ve böyle bir arzunun izleri müşahede
ve tecrübe ile gerçekten görülmüş, meydana gelmiş bir şeydir. Ve işte 'den
sonra buyurulması bunu da özellikle göstermektedir.
Şimdi bunların kimler
olduğunu anlamaya çalışalım. Bunların hepsi, topluca bize ahd-i haricî ile
gösteriliverecek sınırlı bir topluluk değildir. İnsanlığın başlangıcından
bu ana kadar birbiri ardınca gelmiş ve Allah'ın terbiyesi ile zaman zaman
olgunluk göstermiş, ardarda yaygın ve sınırsız zatlar ve topluluklardır. Biz
bunları yalnız "mün'amün aleyhim", yani Allah'ın nimetine ermiş
olanlar adıyle tanır ve hakka ulaşanlar, erenler diye düşünürüz ve bu cinsin
dünyada var olduğunda hiç şüphe etmeyiz. Bu nokta kesin ve kat'îdir. Ve mutlaka
bunların yolunu istemek de bu kesin bilgi ile hareket etmektir. Fakat etraflıca
açıklamasına ve bu cinsin fertlerinden ve çeşitlerinden bir örnek almak için
dışarda tayinlerine gelince: Bunu, nimetin mânâsını takdir etmemiz oranında
bir ahd-ı zihnî (zihinde belli olan nesne) ile düşünebiliriz. Bunun için de
ya cinsî belirtme veya ahd-i zihnî (zihinde belli olan şeyler) mülahaza edilir.
Cins olduğuna göre bedel; ahd-i zihnî olduğuna göre de sıfat olması bellidir.
Bundan dolayı bunları başlangıçta ahd-i zihnî ile tasarlayıp bu vasıflara
sahip bir mutlu topluluk arayacağız ve Allah Teâlâ'dan onların yoluna hidayet
etmesini isteyeceğiz ve başarılı olduğumuz anda biz de o yolda, o cinsten
âleme örnek olacak bir cemaat zümresi teşkil etmiş bulunacağız. Kur'ân bize
bu cinsten birçok topluluklar gösterecektir ki "Kim Allah'a ve elçisine
itaat ederse işte onlar, Allah'ın nimet verdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler
ve salihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır." (Nisâ, 4/69) âyeti
bu babta en kapsamlı âyetlerden biridir. Yani tam anlamıyla kendilerine nimet
verilmiş olan gerçek bahtiyarlar peygamberler, sıddîklar, şehidler, salihler
ve bunlara arkadaş olan iman ehlidir. Fakat bu açıklama İslâm'ın başlangıcına
göredir. Bize gelince: Bu örneğin bütün anlaşılmayan şeylerden uzak bir ahd-i
hâricisi (daha önce ismi geçmiş olanı) vardır ki o da peygamberlerin sonuncusu
Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz'le Ashab-ı Kiram'ıdır. Az zaman içinde
bunlarda tecelli eden başarı nimetinin, dünya ve ahiret mutluluğunun bir örneğini
daha insanlık tarihi bugüne kadar kaydetmemiştir. Umumî tarihi okuyunuz ve
bugün dünyadaki milletlere bir göz atınız. Bakınız bunların içinde mesela
bir Hz. Ömer siretinin benzeri olabilecek hiçbir örnek bulabilecek misiniz?
Bir taraftan fetihler elektrik hızı ile doğu ve batıya yayılırken diğer taraftan
bütün ilâhî adalet, yerleri ve gökleri dolduruyor ve bu nimetlerin içinde
hakkın zevkine dalmış olan Ömer'in sırtındaki yamalı bir gömlek âlemin gözüne
Kisraların, Kayserlerin haşmetli taclarından çok yüksek bir sevinç duygusu
saçıyordu. Fakat dünyanın bu teveccühü (yönelmesi) içinde hiç bir gün şaşırmayan,
metanetini kaybetmeyen Hazreti Ömerü'l-Faruk, Peygamber'in vefat günü Faruk
olması (hak ile batılı birbirinden ayırması)nı kaybeder gibi göründüğü zaman,
Hazreti Ebu Bekr es-Sıddîk bütün sadakati ile varlığını ortaya koyarak onu
ve herkesi irşad etmiş ve İslâm cemaatini önceden olduğu gibi Hazreti Muhammed'in
yolunda yürütmüştü. Daha önce hicret günü Hazreti Peygamberle arkadaşlığı
ile gizlendikleri mağarada müşriklerin baskınına uğradıkları zaman Hazreti
Ebu Bekir Sıddîk'a da üzüntü ve gevşeklik gelmiş iken "Üzülme, Allah
bizimle beraberdir!.." (Tevbe, 9/40) diye onu teselli ve tatmin eden
ancak Hazreti Muhammed olmuş idi. İşte o zamanlar bir ahd-i zihnî (zihinde
belli olan) mahiyetinde olan o mutlu toplum bütün insanlığa en mükemmel bir
misal olmak üzere belirmiş olduğundan bize göre ahd-i harici (önce geçmiş
olanlar) ile bellidir. Bunun için selefler ve halefler (eskiler ve yeniler)den
birçok müfessir âyetini Hazreti Muhammed'in ve ashab-ı kiram'ının yolu ve
sünneti ile tefsir etmişlerdir. Fakat başlangıç ve sonuç beraber gözönünde
bulundurulduğu zaman bu mânâda kendilerine nimet verilmiş olanlar cinsinden
bir toplum diye ahd-i zihnî mahiyetinde olmuş olur.
"ellezine"nin
sıfatıdır ve İslam'daki takva hasletinin esasını gösterir. Arapçada sıfat
(niteleyen) ile mevsûf (nitelenen) arasında tarif (belirlilik) veya tenkir
(belirsizlik) açısından da uygunluk şarttır. Halbuki = gayr kelimesi, "el-âlimü
gayrü'l-câhil", "el-hareketü gayrü's-sükûn" (âlim, cahil olmayandır;
hareket, durmakdan başka bir şeydir) şeklinde tam zıddı olan bir şeye müzaf
(tamlama halinde) olmadıkça belirli olamayacağı gibi, (ellezine) ism-i mevsûlü
(ilgi zamiri) de belirli olduğundan, ahd-i zihnî mânâsına yorumlanmadıkça
belirsiz bir kelime ile nitelenemez. Bundan dolayı bunun sıfat olması, mevsûlün
(ilgi zamirinin) ahd-i zihnî mânâsına açık bir ipucudur. Çünkü (mağdûbi aleyhim)
ve (dâllîn) vasıflarının mutlaka kendilerine nimet verilmiş olanların vasfına
tam zıd olması düşünülecek noktadır. Kendilerine nimet verilmiş olarak görünenler
içinde gerçekten öfkeye mahkum olan veya sapıtmış olan nice kimseler de bulunur.
Ve dünyada nimetler içinde yüzer gibi görünen birçok şahıs ve toplum buna
misal gösterilebilir. Bu itibarla (gayr) sıfatı, öfke ve sapıklığı olumsuz
kılarak kendilerine nimet verilen kimseleri bunlardan başkasına tahsis ediyor
ve o halde sağlam nimetler ile nimetten faydalananlar, bunların tam zıddı
olurlarsa da mutlak surette nimetten faydalananlar böyle değildirler. Bundan
dolayı nimet verme, kayıtsız olarak göz önünde bulundurulur ve (ellezine)
de bu sıla (ilgi zamirini açıklayan cümle) ile cins olarak veya ahd-i harici
ile (önce zikredildiği için bilinen) belirli tanılır ise (gayr) ona sıfat
olamaz, belki bedel olabilir.
Keşşâf ve ona uyarak
Kadı Beydâvi ve diğerleri bu bedel olmayı caiz görmüşlerdir. Fakat Ebu's-Suud,
tefsirinde bunu haklı olarak reddetmiştir. Çünkü bedel, cümledeki nisbette
esas kasdolunan olur. Mübdelü minh (kendisinden bedel getirilen) büsbütün
ihmal ve terkedilmiş halde olmamakla beraber, cümlede kasdedilen hedef olarak
da kalmaz. O halde (gayr), bedel ise (sırat) kelimesinden esas gaye nimet
değil, öfke ve sapıtmanın olmaması olacaktır. Ve bu şekilde kendilerine nimet
verilmiş olanlar demek, Allah'ın gazabından ve sapıtmakdan kurtulmuş olanlar
demek olacağını Keşşâf sahibi açıkça belirtmiştir. Gerçi def-i mazarrat (zararı
ortadan kaldırma), celb-i menfaat (menfaati celbetmek)ten daha iyi ise de
esas gaye yalnız zararı ortadan kaldırmak değil, o zarardan emniyette olan
nimet ve menfaattir. Bu ise bedelin değil, ancak sıfatın mânâsı olabilecektir.
Bundan dolayı sözün hedefi (en'amte aleyhim)dedir. Ve gazab (öfke) ile sapıtmanın
ortadan kaldırılması ona tabi olarak (uyarak) kasdolunmuş olur. Ve kendilerine
nimet verilmiş olanlar demek, mutlak nimet ile öfke ve sapıtmadan kurtulmayı
birarada elde edenler demek olur ki İslâm da budur. Ve gerçekten İslâm'daki
takva budur ve Ebu's-Suûd tamamen haklıdır. Bundan dolayı (gayr) kelimesinde
sıfat ve kelimesinde ahd-i zihnî mânâsı açıktır. Bununla beraber mutlak nimetten,
sağlam nimet veya söylediğimiz gibi sırat (yol) nimeti, İslâm nimeti kasdedilirse,
(gayr) bunun tam zıddına muzaf ve bundan dolayı belirli olmuş olacağından
cins veya ahd-i harici şeklinde sıfat olabilecektir.
Gazab, nefsin bir iğrenç
şey karşısında intikam isteği ile heyecanıdır ki rızanın tam tersidir. Türkçe'de
öfke, bir fark ile hiddet, hışım da denilir. Allah'a nisbet edildiği zaman
gazab nefsî etkilenmelerden tecerrüd edilmekle en son haddi ve gayesinde kullanılır
da intikam iradesi veya ceza verme mânâsı kasdolunur. Bu da Rububiyet-i Rahimiyenin
gereğidir. Yani öfke mutlak surette rahmetin zıddı değildir. Mesela zalime
öfkelenmek, mazluma rahmetin gereğidir. teriminde bu ünvan kendilerine âdeta
isim olmuş gibi bir kuvvet vardır ki, öfkeye mahkûm, öfke altında kalmış gitmiş
demek olur. Bundan dolayı bazan bir cezaya uğramak, kendisine öfkelenilmiş
olmak değildir ve hele gerçekten birtakım gelecek nimetlerin başlangıcı ve
vesilesi olan acılar hiçbir zaman ceza ve öfke değildir. "Andolsun, sizi
korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme gibi şeylerle deneriz;
sabredenleri müjdele." (Bakara, 2/155). Çünkü her işte değer, sonuca
göredir.
Dalal ve dalalet, doğru
yoldan kasıtlı olarak veya hata ederek sapmaktır ki, hüdâ (doğru yolu gösterme)nın
karşıtıdır. Türkçe'de bunlara sapmak, sapıklık ve sapkınlık da denilir. Dalal,
bazen gafletten ve şaşkınlıktan meydana gelir. Ve çoğunlukla da ondan sonra
şaşkınlık gelir. Sonra yitmekle ve daha sonra yok olmakla biter. Bu vesilelerle
dalal; gaflet, hayret, yok olma, helak olma mânâlarına da kullanılır. Aslında
hissedilen maddi yoldan sapmaktır. Sonra maneviyatta ve akıl ile bilinen şeylerde
de meşhur olmuştur. Ve biz çoğunlukla dalalet ve sapkınlığı yalnız dinde;
dalal ve sapıklığı da akılda ve sözde kullanıyoruz. Bundan dolayı (dâllîn)
tam anlamıyla sapkınlar demektir.
Burada gerek ve gerek
deki tarif (belirlilik) edatının istiğrak (her şeyi içine alan) veya cins
için olduğu açıktır. Çünkü nimetin tam salim olması bundadır. Birçok tefsirciler
de böyle cinsi olumsuz kılma şeklinin tefsirlerini seçmişlerdir ki, bu şekilde
nimet ve doğruluğun zıddı olan öfke ve sapıklık, kitaplı ve kitapsız müşrik
(Allah'a şirk koşan) ve müşrik olmayan bütün küfür ehlinin yollarından açık
olarak sakınılmış olur. Bununla beraber, tarif edatlarının en önde olan ahd-i
haricî mânâsına yorumlanmalarında da aynı mânâyı dolayısıyla elde etme mümkündür.
Ve bunda ayrıca bir belağat da vardır. Çünkü ve vasıfları kat'î olarak bilinen
en alçak ve en azlarına sarfedilmiş olursa, bunlardan sakınmak öbürlerinin
hepsinden sakınmayı öncelikle gerekli kılar. Bu da İslâm milleti dışındaki
milletler arasında bir farklılığın bulunduğunu göstermek belağatini içerir.
Acaba her ikisinin
en az mertebesi ile böyle bir ahd-i haricî var mıdır? Evet gerek Kur'ân'da
ve gerek Peygamber'in hadislerinde ve genellikle İslâm şeriatında bununla
ilgili deliller vardır. Ve bunlar Kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanlardır.
Gerek Allah'a şirk koşan ve gerek şirk koşmayan bütün kâfirler hakkında yüce
Kur'ân'da "....Fakat küfre göğüs açan (küfürle sevinç duyan) kimselere
Allah'tan bir gazab iner ve onlar için büyük bir azab vardır." (Nahl,
16/106) âyetinde olduğu gibi öfkeyi ve "(Sana gelenleri) inkar edip Allah
yolundan menedenler, gerçekten derin bir sapıklık içine düşmüşlerdir."
(Nisâ, 4/167) âyetinde olduğu gibi sapıklığı genelleştirerek açıkça ifade
etmekle beraber yahudiler hakkında çoğunlukla "Üzerlerine alçaklık ve
yoksulluk damgası vuruldu. Allah'ın gazabına uğradılar." (Bakara, 2/61)
gibi gazabı, hıristiyanlar hakkında da "Ey Kitab ehli, dininizde haksız
yere aşırılığa dalmayın ve önceden sapmış, birçoklarını da saptırmış, düz
yoldan şaşmış bir milletin keyiflerine uymayın." (Mâide, 5/77) gibi sapıklığı,
açıkça ifade buyurmuştur.
Bununla beraber yahudiler
ile hıristiyanların kestiklerini yemek ve kızlarıyla evlenebilmek gibi yakın
muamelelerde diğer müşriklerden farklarını da göstermiştir. Bunlardan anlaşılır
ki kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanlar, gazab ve sapıklıkta diğer müşriklerden,
dinsizlerden ve diğer batıl din sahiplerinden daha ehvendir. Ve bunlar, İslâm'ın
yakın zıddıdırlar. Bundan dolayı Fâtiha'da "kendilerine gazab olunan
kimselerden" maksat ahd-i harici ile yahudiler, "sapıtmışlardan"
maksat da hıristiyanlardır, diye tefsir olunursa, (gayr) ve (lâ) ile ilk önce
ve metin ile bunların yolu olumsuz kılınmış ve dolayısıyla öncelikle (yani
dâl bi'd-delâle: delaletiyle delalet edici) olarak da bütün diğer kâfirlerden
sakınılmış olur. Ve bu tefsirin naklinde senedler kuvvetlidir. İbnü Cerir
Taberî epeyce hadis nakletmiştir. "Dürrü Mensûr"un açıklamasına
göre; İbnü Ebi Hâtim: " (mağdûbi aleyhim)in yahudiler ve "dâllîn"in
hıristiyanlar olduğu şeklindeki tefsirde, tefsirciler arasında ihtilaf olduğunu
bilmiyorum." demiştir. Nasıl ki İbnü Hibbân ve Hâkim (Neysâburî), bu
konuyla ilgili hadislerin sıhhatına; Tirmizî de hasen olduklarına hükmetmiş
ve bunları birçok muhaddisler tahriç etmişlerdir.
Nassın görünürde bu
genelliğini iki çeşitte toplayacak tarzda kayıt ve şarta bağlamak usûl açısından
caiz olmayacağı düşüncesiyle bazı tefsirciler buna ilişmiş ve âyet metninin
umumî mânâ üzere bırakılması ile yahudiler ve hıristiyanları birer örnek olarak
kabul etmeyi uygun görmüştür. Yahudiler ve hıristiyanlar en zararsız ve kat'i
olarak bilinen en yakın kimseler olarak düşünülmeyecek olursa bu itiraz haklı
olarak akla gelebilir. Çünkü sakınmayı onlara tahsis etmenin mânâsı İslâm'da
hem akla ve hem kesin nakillere aykırı olduğundan böyle bir ahd-i hâriciye
imkan yoktur. Söylediğimiz gibi bunlar kat'i olarak bilinen en yakın kimseler
olarak düşünülürse diğerlerinden genel olarak sakınmak öncelikle sabit olacağından
dolayı bir gruba tahsis etmek, bir tarafa atılmış ve sakıncası atlatılmıştır
ve zaten de şirkleri açıkça belli olan diğer müşriklerden ve bunlara göre
hafif olan Yahudiler ve Hıristiyanlardan da dolayısıyla sakınılmış olduğundan
burada da; bunlardan açıkça ve diğerlerinden dolayısıyla sakınılmış olmasında
da belağat vardır. O halde bu konuyla ilgili hadislerden de biraz bahsedelim:
Hazreti Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz'in "Yahudiler, kendilerine gazab edilmişler, Hıristiyanlar
da sapıklardır." buyurduğunu Tirmizî "Sahihi" bu bölümü tefsirinde
ünlü Hâtim et-Tâî'nin oğlu Hz. Adî'den, senedi ile bir hasen hadis olmak üzere
rivayet etmiştir ki meâli şöyledir: "Adî b. Hâtim (r.a.) demiştir ki:
Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'e gittim, mescidinde oturuyordu. Cemaat: "İşte
bu Adî b. Hâtim'dir." dediler. Ben ise aman dilemeden ve yazışma yapmadan
gelmiştim. Hemen huzuruna atıldım. Derhal elimi tuttu: "Başlangıçta Allah'tan
ümit ederim ki onun elini benim elime koyacak." buyurmuştu. Daha sonra
kalktı. O sırada bir kadın beraberinde bir çocuk ile huzuruna geldiler ve:
"Bizim sana ihtiyacımız var." dediler. Onlarla beraber kalkıp onların
ihtiyaçlarını giderdi. Sonra elinden tutup beni mübarek evine götürdü. Bir
kız çocuğu ona bir yastık yere koydu ve o üzerine oturdu. Ben de huzurunda
oturdum. Bunun üzerine Allah'a hamd ve sena etti ve şöyle buyurdu: "Allah'tan
başka ilâh yoktur." demekten niye kaçıyorsun, ondan başka bir ilâh mı
biliyorsun?" Ben: "hayır" dedim. Ondan sonra biraz konuştuktan
sonra "Sen her halde (Allahü Ekber = Allah en büyüktür) denilmesinden
kaçıyorsun, demek ki Allah'tan daha büyük birşey biliyorsun." buyurdu.
Ben yine "hayır" dedim. Buyurdu ki; yani "Yahudiler gazaba
uğramış, mağdubi aleyhim olmuşlar, Hıristiyanlar da sapıtmış sapıklığa düşmüşler".
Bunun üzerine ben de: "Ben müslüman oldum geldim." dedim. Ve baktım
ki mübarek yüzü sevincinden açılıyordu. Daha sonra emretti. Ensar'dan bir
zatın yanına verildim. Akşam-sabah hep peygamberin huzuruna gelir dururdum.
Yine bir akşam yanında idim. Bir insan topluluğu geldi. Üzerlerinde yün elbise
vardı. Allah'ın elçisi kalktı, namaz kıldı, sonra onları teşvik etmeye başladı.
Diyordu ki; "Bir sa' (dört avuç, yaklaşık 3 kg.) olsa bile, yarım sa'
olsa bile, bir tutam olsa bile, bir tutam parçası olsa bile bununla her biriniz
yüzünü cehennemin -yahut ateşin- hararet (sıcaklığı)'inden korusun, hatta
bir hurma tanesi olsa bile, yarım hurma tanesi olsa bile. Her biriniz Allah'a
varacak, O da size şu söyliyeceğimi söyliyecektir: "Ben size göz, kulak
vermedim mi? Evet verdin der. Mal ve çocuklar vermedim mi? Evet verdin der.
O zaman Allah Teâlâ: "O halde hani sen kendin için önceden ne hazırlık
gördün der" ve insan işte o vakit önüne, arkasına, sağına, soluna bakar
da cehennemin sıcaklığından yüzünü koruyacak hiçbir şey bulamaz. Her biriniz
yüzünü ateşten korusun da yarım hurma ile olsa bile. Bunu bulamazsa, tatlı
sözle bile olsun. Çünkü ben artık sizin hakkınızda fakirlik ve yoksulluktan
korkmam. Çünkü Allah yardımcınız ve vericinizdir. Sizin için fakirlik korkusu,
nihayet Medine ile Hiyre arasında kervan giderken bineğinin çalınması korkusu
ne ise ondan fazla değildir." buyurdu.
Adî b. Hâtim (r.a.)
bunu rivayet ettikten sonra şunu da ilave etmiş: "Bunu dinlerken ben
gönlümden; bu nerede? Tay dağlarının eşkiyası nerede? diyordum." demiştir.
Fakat Yahudiler gazaba
uğramışlar demekle, Yahudilerdir, demek arasında büyük bir fark vardır. Bundan
dolayı bu ve benzeri hadislere göre Yahudilerin ve Hıristiyanların Fâtiha'daki
(mağdubi aleyhim) ve (dâllînden) birer örnek oldukları anlaşılırsa da, âyetin
kelimelerinin delalet ettiği mânânın bunlardan ibaret olduğu anlaşılmaz. Bununla
beraber ikinci şekilde de sağlam rivayet vardır. Tarif (belirtme) edatının
en önde gelen mânâsı ahd-i hariciye göre yorumlanması, yukarıdaki açıklama
ile kolaylık dairesinde mümkün olunca mütevatir olmayan hadislerle âyeti kayıt
ve şarta bağlamanın sakıncası vârid olmayacağından dolayı bu hadislerin de
kullanılması vacib olur. Bundan dolayı iki tefsir arasındaki fark, birisinde
yani cinste hepsinden sakınmanın söz ve metin ile; diğerinde de mânâ ve delaletle
olmasındadır. Birincisine göre İslâm açısından müşrikler ile kitab ehli arasındaki
fark Fâtiha'da ifade edilmemiş, ikincide ise bu fark bile gösterilmiş olur
ki biz bunu Kur'ân'ın üslubuna daha uygun buluyoruz.
Bunda bizi düşündürecek
çok önemli noktalar vardır. Acaba Resulullah Efendimiz, "Yahudiler gazaba
uğramış, Hıristiyanlar sapıtmışlardır." buyurduğu zaman, bunlar ne durumda
idiler? Yahudiler, daha çok zaman önce dünya sevgisi ve bencillik ile Tevrat'ın
hükümlerini ihmal ederek ve bozarak Hak yolundan bile bile ayrılmışlar ve
bunun neticesinde nice yüce peygamberlere ve özellikle Zekeriyya, Yahya ve
İsa (a.s.)'a olan haksızlıklarıyla da hem Allah'ın gazabını ve hem halkın
nefretini kazanmışlardı. Ve çoktan siyasi hürriyetlerini tamamiyle kaybetmişler
ve darma dağınık olmuşlardı. Ve bu şekilde kaybettikleri zahiri toplulukları
yerine ta Hz. Süleyman (a.s.) zamanından beri takip edegeldikleri gizli cemiyetlerle
uğraşmışlar ve uğraştıkça da bütün milletleri kuşkulandırmışlar ve dünyadaki
insanlar gözünde içleri dışlarına uymayanların başı sayılmışlardı. Bununla
beraber aslında dünyayı aydınlatmış bir kitaba, harikalarla dolu bir tarihe
mensup olduklarından dolayı bir dereceye kadar aydın ve en azından geçmişleri
ile şimdiki durumları arasındaki oranlama itibariyle de pek fazla dikkate
değer idiler. Geçmişte Allah'a dayanması dolayısıyle çok feyizli ve bereketli
olan dinlerini zamanımızda milliyetçilik çemberi ile bağlayarak devamlı hakkın
üzerine çıkmak (hakkı ezmek) istiyorlar ve bunu istedikçe düşüyorlardı.
Hıristiyanlara gelince:
O zamanlar bunlar Roma'nın mirasçısı, İstanbul'un sahibi olarak yeryüzündeki
iki büyük devletin biri ve hatta birincisi bulunuyorlardı. Karşılarında bir
İran (devleti) vardı. Yani o günkü Hıristiyanlığın dünyadaki yeri bugünkü
Hıristiyanlık'tan çok yüksek idi. Dış görünüşlerine bakıldığı zaman bunlar
kendilerine nimet verilmişler zannedilebilirlerdi. Halbuki gerçekte böyle
değil idiler. Kötü bir sonuca doğru yürüyorlardı. Sonuçları ve ahiretleri
gerçekten tehlikeli idi. Gerçi bunlar, Yahudiler gibi ırkçılık çemberine sıkışmış
değildiler. Fakat hak ölçüsünü kaybetmişlerdi. İşin başlangıcında Hakk'ın
tevhidi yerine üçlü ilâh inancına saplanmışlardı. Ve en adi müşrikler gibi
putlar içinde kalmışlardı. Gerçi Manîviye ve Seneviyye (biri iyilik öteki
kötülük için olan iki ilâhın varlığını kabul edenler)ye göre bu üçlü ilâh
inancının başında bir baba ilâh tanıdığından dolayı az çok bir tevhid mânâsı
yok değildi. Fakat bu üçlü ilâh inancı, İskenderiye felsefesinin değişik üç
şahıstan ibaret ekânim-i selasesi (üç unsuru) yerine, üç şahsın birleşmesine
dayalı bir ekânim-i selase (üç unsur) idi. O şekilde ki hem bir, hem üç idi.
Böyle aklın çelişki kanununu da çiğneyen bir üçlü ilâh inancı artık aklî ilerlemelere
meydan bırakmamış ve miras yoluyla elde ettikleri bütün ilimleri ve fenleri
çığırından çıkarmış ve delillerle isbatlama yolundan ayrılıp sadece kalbî
zevke ve doğru bir yolu takip etmeyen meyillere dayanarak dini rastgele, insanları
gemlemeye bir vesile gibi takip etmişler ve bunun için ellerinde bulunan mantıkın
uygulamasını bir yana atıp sadece psikolojinin meyiller ve hisler bölümü ile
halkın kalblerini cezbetmek için uğraşmışlar ve nice aşırılıklara sapmışlardı.
Diğer taraftan hukukla ilgili düşünceyi tamamen çiğnemişlerdi. Onlara göre
hak, şeriat kavramının gerçekle ilgisi yoktu. Bunlar ilmî, gerçek ve ilahî
bir kavram değil idi. Nitekim durum böyle iken hıristiyan dillerinde hukuk
mânâsına kullanılan kelimelerin hak ve hakikat (gerçek) maddesi ile hiçbir
ilgisi yoktur. (Druva) başka, (verite) başkadır. Ve aynı zamanda eski Roma'da
olduğu gibi, normal hazırlanmış bir hukuk da değildi. Bundan dolayı halkın
irâdesine de bağlı değildi. Hukuk yalnız ruhanilerin ve ruhani meclislerin
koymuş olduğu prensipler idi. Bunlar, hak üzerinde ilme ve ictihada dayalı
bir düşünce ile değil, bir irade düşüncesi ile tamamen kanun koyucu vasfı
ile hareket ediyorlardı ve bununla beraber üçlü ilâh inancının sonucu olarak
bu da Lâhut (ilâhî olan) ile nâsut (insanlara ait şeyler)un anlaşılmaz bir
karışımı idi. İnsan haklarının, böyle Allah'ın koyduğu kanunlara dayanmayan
kanun koyucularının elinde istenilen şekle konulabilmesi ve uygulamasında
da iyi niyet ile değil, keyfî ve zevkî noktalardan hareket edilmesi ve aslında
hıristiyanlardan başkasına hiç bir şekilde yaşama hakkı tanınmaması, toplumu
büyük çöküşlere hazırlıyordu. Çünkü insanlar dünyada şâirane bir zevkle geçici
zaman için eğlenebilirlerse de bu zevk gerçek zevki çiğnemeye başladığı zaman
derhal sönmeye mahkûmdur. İnsan haklarına aslında kalıcı hiçbir değer verilmediği
zaman ilahî hükümranlığın hiçbir anlamı kalmaz ve kalbî meyilleri (arzuları)
coşturacak diğer vasıtaların hepsi hakkın karşısında neticesiz kalır. Burada
inançtan meydana gelmeyen ve inanca aykırı ortaya çıkan sapıklık ve ahlâksızlıklardan
bahsetmeye gerek görmüyoruz. Çünkü onlar, dini esaslara bağlı değildir. Bu
şekliyle teslis (üçlü ilâh inancı), fikirleri kısırlaştırma, kalbleri avlama,
şeriatsızlık, vicdan darlığı ve özet olarak tek kelime ile hak ve hakikatten
uzaklaşma. İşte Hıristiyanlığın o zamanki bariz nitelikleri bunlar idi. Bu
ise peygamberlerin yolu olan hak yoldan sapma idi. Ve sapıklığın neticesi
de elbette şiddetli ceza olacaktır. Bunun için o sıradaki devletleriyle beraber
hıristiyanlar görünürde kendilerine nimet verilmiş sayılsalar bile vicdanları
ve gelecekleri sağlam değildi. Dünyada kuvvetten düşmeye ve ahirette de bu
haksızlıkların cezasına aday ve sapıklardı. Gerçekten de öyle oldu. Ve yüce
Allah kullarına böyle kusurlardan (lekelerden), tehlikelerden uzak ve sağlam,
gelecekte tam selamet ile Allah'ın nimetine ulaştıran İslâm dinini, doğru
yolu ihsan etti ve pek kısa bir zaman içinde İslâm dinini kabul edenlere Allah'ın
vaad ve nimeti şüpheden uzak olarak gerçekleşti. Ve bunlar, dünyaya en son
ve en olgun dinî örnek oldular. Bu doğru yolda sabit olanlar için aynı sonuç
-Allah'ın yardımıyla- sonsuza kadar gerçekleşecektir. İşte anlaşması ile bu
gerçeği dile getiriyor.
ÖZETLE: Fâtiha sûresi
baş tarafında kâinatın başlangıç ve sonucuna ait bütün istenen özellikleri
ile Allah'ı bilme bahislerini, Kur'ân ilminin ve İslâm dininin konusunu, prensiplerini;
orta kısmında ise Kur'ân ilminin özel konusunu ve gayesini ve İslâm dininin
başlangıcı olup en büyük yaratılış kanunu olan Allah'la bağlılıkları ile bütün
sosyal sırları ve hukukla ilgili prensipleri tebliğ ve kaydettikten sonra
üç âyette de hak yolun, İslâm dininin efradını câmi (fertlerini içine alan),
ağyârını mâni (yabancıları çıkaran) kesin sınırını, tasvirine doyulmaz bir
belağat ile tesbit etmiş ve bunların hepsini başındaki bir belağatlı cümlesinde
toplayarak geçerliliğini Allah'ın adı ile ilan etmiştir.
İslâm dininin bu tarifi
şu oluyor: Gazaba uğratmadan, sapıklığa düşürmeden, doğruca ve selametle Allah'a
ve Allah'ın nimetlerine götürüp "el-hamdü lillâh = Allah'a hamd olsun"
dedirten ve bu temiz nimetlere tam selametle ermiş, gerçekten mutlu ve övülmüş,
öfkeye uğramamış ve sapıtılmamış zatlar tarafından takip edildiği tarih tarafından
görülmüş ve tecrübe ile bilinen büyük, aşikar, düz, doğru, hak yolu ve istikamet
yolu.
Bu dini kabul etmenin,
dindarlığın başlangıcı ilk önce Allah Teâlâ'yı tanımak ve ona diye Allah'tan
başka ilâh olmadığına tam bir şekilde söz vermek ve anlaşma yapmak ve ondan
sonra da tam bir sebat ve samimiyet ile gereğini yerine getirmek için hak
ve vazifelerin bütün sınırlarını bildiren ve üzerinde kolaylık ve selametle
yürünmek mümkün olan dosdoğru bir şeriat caddesine hidayet, yani bilimsel
olarak doğru yolu göstermek ve pratikte başarılı olmayı istemektir ki, bu
şuurlu isteğin cevabı Bakara sûresinin başında başlayacaktır.
Demek ki istemek ve
dindarlık bizden; din, şeriat ve doğru yolu göstermek Allah'tandır. Ve bu
hidayet (doğru yolu göstermek) iki çeşittir. Biri ilmî olan irşad, diğeri
fiilî (pratik) olan Cenab-ı Hakk'ın kuluna yardım etmesidir. Yüce Kur'ân,
ilmî irşadı istemenin cevabıdır. Fiilî olarak başarılı kılmayı istemenin cevabı
da bu irşadı kabul etmekle etraflıca dindarlıkta her an ve her lahza meydana
gelecektir.
İşte İslâm dini böyle
bir Allah kanunudur. Fâtiha bunu tanımlarken mânâsını isbatlamak için başlangıçtaki
aklî ve kalbî irşadlardan sonra gözlem ve tarihin şehadet ettiği tecrübeyi
gösterivermiş ve başka delil ve vesikaya bile ihtiyaç bırakmamıştır.
Bunda şüphe edenler
gözlem ve tecrübe ile sabit olan örneği peygamberlerin sonuncusu Muhammed
Mustafa (s.a.v.) Efendimizle yüce ashabının bu sayede nail oldukları Allah
nimetlerinin büyüklük ve mukaddesliğini tarihte gözleri kamaşa kamaşa okuyabilirler.
Elhamdülillah Allah'ın kitabı, bir harfi bile bozulmaksızın olduğu gibi elimizde
mevcut ve Peygamberimize ait sünnetler korunmuş olduğundan, İslâm dininin
hakikatında hiçbir sapma, hiçbir sapıklık arız olmamıştır. Bunun için Kur'ân,
Hazreti Muhammed'in mu'cizelerinin en derini, tarih de onun hak olduğuna,
davasının doğruluğuna şahittir. Ve bu şekilde bizim için din ilmi, akıl ve
nakil ile karışıktır. Bunları, doğruluk ve içten sevgi ile uygulayacak olan
toplumların tecrübe ile sabit olan aynı sonuçları elde edeceklerinden şüphe
etmek için hiçbir hak yoktur. İlim ve fen adına böyle bir şüphe ortaya atmak,
dün beni aydınlatan güneşin yarın aydınlatamayacağını iddia etmek gibi, tümevarım
kanununu inkâr etmektir. Fakat ilim ve fende, tecrübe ve tümevarım kanununa
pek büyük önem veren Avrupalılar bu istikra (önerme)yı yerinde yapmayarak
fikirleri karıştırıyorlar. Çünkü İslâm dininin mahiyetini, aslından ve hakkıyla
dindarlığına sahip olan kaynaklardan araştırmıyorlar da; çöküş içinde yuvarlanan
şimdiki müslümanlarda arıyorlar. Halbuki gerçek, şimdiki zaman ile geçmiş
zamanın karşılaştırmasından çıkacaktır. O zaman görülür ki o doğru yol üzerinde
gerçekten yürüyenlerle yürüyemiyenler arasında büyük fark vardır. Ve bu fark
bir ilerleme ile bir gerileme farkıdır. Demek ki sadıklar yükselmiş, sadık
olmayanlar gerilemişlerdir. Demek ki din, hak kanunudur, fakat din adına yapılanlar
noksandır ve doğru değildir. İlim ve fendeki her hak kanunu da böyle değil
midir? Mesela iyi matematik bilen bir adam muamelelerinde o hesabı yapmaya
üşenir de uygulamazsa kabahat matematiğindir denebilir mi? Ve mesela pis mikropların
zararlarını bilen kimse sokaklarda gezdiği papuçlarla oturduğu veya yattığı
odanın içine kadar girmeyi alışkanlık haline getirirse, sonunda etkisinde
kalacağı felaketten mikrop ve koruyucu hekimlik ilmini sorumlu tutmaya hak
kazanabilir mi? İnsanlar kendilerini hakkın kanununa uydurmakla yükümlü iken,
o hak kanununu kendilerine uydurmaya çalışırlarsa kusur o kanunun değil, o
insanın olur ve zararına katlanan da insandır. Allah'ın gazabı ilk önce bunu
bilerek yapanlar içindir. Bilmeyerek yapanlar da sapıklardır. Bunlar da sonunda
o akibete mahkumdurlar. Ne yazık ki asrımız insanlarında özellikle din hususunda
hakkın kanununu kendilerine uydurmak sevdası üstün gelmiş görünmektedir. İlim,
fen ve sanayideki bu kadar ilerlemelere rağmen bütün dünyada insanlığın sıkıntılarının
genel bir şekilde gittikçe artmasının sebebi de budur. Bu sıkıntıları, ancak
doğru yolda yürümek kesebilir.
"Allahım! Bizi
doğru yola hidayet et. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazabına
uğrayanların ve sapanlarınkine değil." Âmin, "kabul et" mânâsına
gelen bir ism-i fiil (fiil mânâsına gelen isim)dir. Âmin demeye de te'min
(emniyet hissi vermek) denilir. Bu Kur'ân nazmının bir parçası değildir. Bunun
için Mushaf'a yazılmaz. Fakat Buharî ve Müslim'de de rivayet edildiği üzere
Hazreti Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurmuştur ki; "İmam veleddâllîn
dediği zaman hepiniz âmin deyiniz. Çünkü melekler âmin derler. Âmin demesi,
meleklerin âminine rastgelenin geçmiş günahları affedilir." Diğer mevkuf
bir hadiste de: "Dünya halkının saflarının hizasında göktekilerin safları
bulunur." Bundan dolayı yerdeki "âmin" gökteki "âmin"e
rastgelirse ibadet edenin günahları affedilir." buyurulmuştur. Bundan
dolayı "âmin" sünnet ile sabittir. Hem imam ve hem cemaat tarafından
gizlice yapılmalıdır. İmam gibi yalnız başına namaz kılan da gizlice söyler.