93-DUHA Suresinin Tefsiri:
1. Andolsun
o duhâya. Duhâ diye bilinen kuşluk vaktine ki, güneşin parlayıp yükselmeğe
başladığı, gündüzün gençliği zamanıdır. "Lâm" cins için olur. Yahut, kuşluk
vakitleri içinde seçkin bir kuşluk vaktine ki, "lâm" aht için olarak hakikat
güneşinin Muhammed ufkundan doğup "âlemlere rahmet olarak"(Enbiya, 21/107)
her tarafa elçilik göreviyle ışıklar saçmaya başladığı zamana işarettir.
Hitabın Resulullah
(s.a.v.)'a olması itibariyle "lâm"daki bu ahit mânâsı tercih edilir. Bundan
dolayı Hz. Muhammed (s.a.v)'in yüzüne veya ilâhî konuşma zamanına işaret olduğu
da söylenmiştir. Nitekim "Tâhâ" Sûresi'ndeki "İnsanların kuşluk vakti toplanması."(Tâhâ,
20/59) âyetinden anlaşıldığı üzere halkın toplanıp Musa (a.s)'nın sihirbazlara
galip geldiği vakit de bilinen bir kuşluk vaktidir.
2. Ve sessizliğe
büründüğü, kararını bulup sakinleştiği zaman geceye andolsun. Yani tam tavına
gelip durduğu, içindekilerin sakinleştiği vakit ki, gecenin başından bir süre
geçtikten sonraki orta anlarıdır. O vakit karanlık artacağı kadar artmış,
örteceğini örtmüş, kararını bulmuş, bir de ses seda kesilmiş, dinmiş olur.
"Karanlığın çöktüğü, ortalığı örttüğü veya rüzgarın kesildiği" veya "gecenin
tükendiği sıra" diye de düşünülebilir ki her birini duhâ'ya bir karşılık olması
veya bir şekilde bir benzeyişi vardır. Biri neşe biri keder, yahut kederin
yok oluşunu ifade eder.
SECÂ, "ulüvv"
kalıbında "sücüvv" kökündendir. Sücüvv mutlak olarak sakinleşme, yani bir
şey kararını bulup dinmek, sakin olmak mânâsınadır. "Bahr-i saci"; dalgasız
durgun deniz, "tarf-ı saci, sakin baygın göz, "leyl-i saci'" de sakin, durgun,
rüzgarsız gece demektir. Seciyye de sakinleşme mânâsından alınmış olup insanın
nefsinde sakin ve sabit huy, meleke demektir. Tesciye de örtmek mânâsına gelir.
Buna göre gecenin sakinleşmesi demek olan sücüvv zamanı; iyice durgunluğu
ile tam kararması, örtüp kaplaması veya sona erip geçmesi zamanı diye de anlaşılmıştır.
İbnü A'rabi: "gecenin karanlığı şiddetlendi" demektir, demiştir. İbnü Münzir
ve daha bazıları İbnü Cübeyr'den naklen şöyle demişlerdir: "Gece gelip her
şeyi örttüğü zaman." denir. İbnü Cerir ve İbnü Merduye, Avfi kanalıyla İbnü
Abbas'ın "geldi" demektir dediğini; İbnü Münzir ve İbnü Ebi Hatim de yine
İbnü Abbas'ın "gitti" demektir, dediğini tesbit etmişlerdir. Çoğunluğun açıklamasına
göre asıl sücüvv, sakinleşmek demek olduğu ve "leyl-i saci" rüzgarsız gece
mânâsını ifade etmede yaygın olarak kullanılır olduğu için maksat, ğaşiy (örtmek,
bürümek) de olduğu gibi karanlığın şiddet ve bastırmasını değil, "O, içinde
sakinleşesiniz diye geceyi sizin için yaratandır."(Yunus, 10/67) âyeti mânâsınca
bilhassa sakinlik ve sessizlik zamanını hatırlatmış olması açıktır ki, bu
sakinlik geceleyin çıtırdı duyulmayacak şekilde hasıl olan herhangi bir hissî
ve manevî sessizlikle huzur ve istirahatı veya gecenin bitmesi gibi kederin
yok olması zamanını da içerir. Bu suretle karanlık ve kederde ve dolayısıyla
hayatta olan değişimlerde, elemler ve kederler veya ölüm ile fanilik sıkıntısının
basması ve vahyin kesintiye uğraması ile marifet nurunun sönmesi ve ruhun
alınması hallerine işaret olmakla burada murat, o karanlık ve kederin kendisi
değil, bilhassa öyle bir durumda meydana gelen huzur ve sükunu hatırlatma,
yani gecenin duyulmaması halinde olduğu gibi vahye ara verilmesinde de bir
dinleniş ve kesinti bulunduğunu veya gecenin geçmesi, sabahın başlaması sıralarında
olduğu gibi vahyin kesilme zamanı bitip yeniden başlamasıyla kederin neşeye
dönüştüğü zamanı duyurmaktır. Şu halde hayatın ve marifet nurunun yaldızlı
bir şekilde parlatmaya başladığı, genç ve dinç bir neş'e zamanını, ruh tecellilerini
ifade ettiği gibi, ona karşılık mutlak bir karanlığı, beden sıkıntısını hissettirmekle
beraber, "sakinleştiği zaman" kaydı o karanlığın sakinleşmesi anındaki huzur
ve dinlenme ile yorgunluk ve kederin yok olması ve ahiretle ilgili gelecek
bir neşenin müjdelenmesi anını ifade etmiş olur ki, bunun iniş sebebiyle ve
aşağıdaki gibi gelecek cevaplar ile bu sûrenin mânâsındaki derece derece yükselen
vaad ve müjdeleme ile münasebeti ne güzeldir.
3. Kısacası,
karanlıktan aydınlığa aydınlıktan karanlığa her saat durmadan değişen zaman
farkları içinde bilhassa ilk hayat ve marifet neşesinin yükselmesi anı olan
parlak kuşluk vaktine ve ona arız olmakla beraber gelecek bir hayat ve mutluluk
neşesinin başlangıcı ve müjdecisi olan gecenin dindiği sessizlik anına yemin
olsun ki ey Muhammed! Rabbın seni terketmedi, veda edip bırakıvermedi.
TEVDÎ, aslında
misafirin veda etmesi yani giderken kalanlara "hoşça kalın", "Allah'a ısmarladık"
gibi vaad, bolluk, hoşluk, akıbet duasıyla bırakıp gitmesi ve böyle veda ile
uğurlanması demek olup sonra mutlak şekilde terkedip bırakmak mânâsına da
kullanılmıştır. Yüce Allah hakkında bu bildiğimiz mânâ ile veda ve uğurlama
tasavvur edilemeyeceğinden burada da terk mânâsıyla tefsir edilmiştir. Sûrenin
iniş sebebi de buna diğer bir karinedir. Yani, "Rabbin seni bırakmadı", ve
darılmadı Bırakmaması dargınlıktan, öfkeden bırakmamak değil, rahmet ve yardımından
dolayı bırakmamaktır. Çünkü bırakmamak iki şekilde olur: Birisi lütuf, birisi
helak etme, kahretme ifade eder. Yoksa "İnsan başıboş bırakılacağını mı zannediyor."
(Kıyamet, 75/36) mânâsınca hiçbir insan mutlak mânâda başıboş bırakılmaz.
Rab'lığın gerektirdiği bir netice olarak yükümlü olma sırrıyla ya rahmet eserinin,
ya da gazap eserinin hükmü altında bulunur. Duha ve leyl'in birbirlerine karşılık
olarak söylenmesinde buna da işaret vardır. Bundan dolayı bırakılmamaktan
bir gazap ve öfke eseri hatıra gelmemek için "darılmadı" diye buğz ve öfkenin
bulunmadığı belirtilerek rahmeti devam ettirme mânâsı vurgulanmıştır.
4. Bu daha
çok açıklanarak da buyruluyor ki: Ve her halde son, bulunduğun her halin sonu,
mesela hayatının başlangıcına nazaran peygamberlik hayatı, peygamberliğin
başlangıcında vahyin gelişine nazaran kesilişi hali, vahyin kesilişine nazaran
tekrar böyle başlayışı hali, böyle bu sûrenin inişinden sonra zamanla ulaşacağın
her halin ard arda sonu, nihayet ölümden sonra ahiret nimeti, kısacası, peygamberliğinin
başlangıcına nazaran sonrası, hayat ve ölümünde bulunduğun ve bulunacağın
her halin önüne nazaran sonu ve bütün dünyaya nazaran ahiret senin için önceden,
evvelden daima hayırlıdır. Yani sen böyle halden hale, hayırdan daha hayırlısına
durmadan yükselip gideceksin.
"Evvel" ve
"ahir" kelimelerinin müennesi olan "ûlâ" ve "ahiret", dünya ve ahiret demek
gibi olmakla berber evvelki ve sonraki, önü ve sonu mânâlarıyla ondan farklı
olarak da kullanılır. Dünya karşılığı olan Ahiret, ahiret yurdu ve ahiret
hayatı demek olarak ölümden sonrasını ifade etmede meşhur olmuştur. Oysa "evvel"
karşılığı olan "ahire", herhangi bir ön karşılığı olarak sonu ve içinde bulunulan
halin geçmişine karşılık olan geleceğini de ifade eder. Mesela, bu sûrenin
inmesi anında ön ve son denince, ölümden öncesi ve sonrası mânâsından daha
çok, o andan önceki geçmiş ile o andan sonraki bütün geleceği kapsıyan, "gelecek"
mânâsına ilerisi anlaşılmak yaraşır. Bu mânâ ile "ahiret senin için ûladan
daha hayırlıdır" demek, senin bulunduğun her halin sonu senin için önünden
daima daha hayırlıdır. Yani sen günden güne, halden hale ileri doğru daima
hayırdan hayıra yükseleceksin, neticede vefatından sonra da ahiret hayatın
dünya hayatından daha hayırlı olacak demek olur. Yoksa bu andan itibaren,
ölümün senin hakkında dünya hayatından daha hayırlıdır demek değildir. Eğer
böyle olsa idi, şu anda ölmek senin için daha hayırlıdır demek olur ve bununla
Peygamber ölmeye davet edilmiş bulunur ve bundan sonra dünyada yaşaması, hakkında
daha hayırlı olmamış olurdu. Oysa bu sûre Mekke'de inmiş olduğu için Peygamber
bundan sonra da dünyada "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim."(Mâide,
5/3) âyetinin ve "Allah'ın yardımı gelince"(Nasr, 110/1) sûresinin iniş senesine
kadar yaşamış, İslâm'ın asıl ortaya çıkış ve üstün gelişi Hz. Muhammed (s.a.v.)'in
hayatının bu safhasında tecelli etmiş ve dolayısıyla günden güne hayırda yükselen
bu yaşayışın da evvelkinden hayırlı olduğu ve vefatından sonrasının da onun
hakkında daha hayırlı olacağı ortaya çıkmıştır.
Kısacası,
burada ahiret sade dünya yurdu karşıtı olan ahiret yurdu demek olmayıp ondan
daha geneldir. "Ûlâ" da yalnız dünya yurdu mânâsına "ilk yurt" demek değil,
daima peygamberin bulunduğu hale nazaran ilk hal ve son hal mânâsına olmak
daha uygundur. Bu mânâda ahiretin dünyadan daha hayırlı olması da dahildir.
İbnü Atıyye ve daha bir kısım tefsirciler bunu "başlangıç" ve "son" mânâsıyla
şöyle tefsir etmişlerdir: "Kuşkusuz senin işinin sonu başlangıcından daha
hayırlıdır. Daima kuvvetin artacak ve rütben yükselip gidecek." Belli ki bundan
maksat, sadece dünyada demek değil, dünyada ve ahirette demektir.
Burada böyle
"ahiret" kelimesini ahiretten daha genel mânâ ile sonu önünden daha hayırlı
diye anlamak, bu âyetin, kendisinden önce geçenlere bağlanması itibarıyla
daha açık ve kapalılıktan uzak olduğu gibi, dünya karşılığı olan ahireti,
yani ölümden sonrasını da kapsadığı için Taberani'nin "Evsat"ta ve Beyhakî'nin
"Delail"de İbnü Abbas'tan rivayet edildiğini tesbit ettikleri şu hadisle de
çelişkili olmaz. İbnü Abbas demiştir ki: Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Benden sonra ümmetime açılacak olan şeyler bana arz edildi de bu beni sevindirdi."
Bunun hemen ardından da yüce Allah "Son senin için ilkten daha hayırlıdır."
âyetini indirdi. Bundan bu âyetin ayrıca bir iniş sebebi bulunduğu, ahiretin
de ölümden sonraya ait olarak dünya karşılığı olduğu açık görünüyorsa da bunu
evvelki iniş sebebine dahil olarak veya âyetin, kendinden önceki kısma bağlanması
itibarıyla genelleştirerek anlamak mânâ bakımından daha kuvvetli olacaktır.
Demek olur ki bu sûre inerken vahiy, yalnız nazım ve mânânın indirilmesiyle
vaad ve haber verme halinde kalmamış, bu mânânın gelecekte gerçekleşme şekli
de keşif halinde açıkça gösterilmiştir ki, bu da mucizelerden bir mucize demektir.
Nitekim Kisra ve Kayser mülklerinin ve İstanbul'un fethi hakkındaki haberler
de bu cümledendir. Şu halde diğer bir kısım tefsircilerin dedikleri gibi burada
da ahiret, bildiğimiz dünya karşılığı olarak, "ahiret senin için dünyadan
daha hayırlıdır" diye tefsir edilecek olursa, bunu önceki âyetlere bağlamak
için şu mânâda anlamak gerekir: "Sakın üzülme. Rabbin sana veda etmedi ve
darılmadı. Onun için bu dünyanın gündüzü de gecesi de senin için hayırlıdır.
Vahyin gelmesinde de kesilmesinde de senin hakkında hayır vardır. Sen, ölümüne
kadar çok hayırlara ereceksin. Bununla beraber dünyadan gidince o hayırlar
kesilecek de sanma. Senin için ahiret her halde bu dünyadan daha hayırlı olacak."
Bu mânâ "hayır" kelimesinin üstünlük sıfatı olmasından anlaşılır. Zira ahiretin
daha hayırlı olmasından dünyanın da hayırlı olması gerekir. Ancak bundan,
dünyadaki hayrın derece derece yükselerek arttığı anlaşılmaz. Diğer yorum
şeklinde ise her halde sonu önünden daha hayırlı olarak bu mânâ da anlaşılır.
"senin için" diye tahsis edilmesinde, lamın sağladığı bu tahsis mânâsı, "senin
dışında herkese göre değil, sana eziyet eden kâfirlere göre senin için daha
hayırlıdır" demektir. Bu, ona iman eden ümmetin hakkında da ahiretin dünyadan
daha hayırlı olmasına engel olmaz. Zira Peygamber'in peşinden giden ondandır:
"Bana tabi olan bendendir."(İbrahim, 14/36) Ayrıca Peygamber için hayırlı
olan bütün ümmeti için hayırlıdır. Onun dünyadaki hayrından kâfirler bile
istifade eder. Ancak ahiret hayrı yalnız müminlerindir.
5. Bu hayırlı
olma durumu daha çok açıklığa kavuşturulmak ve desteklenmek üzere de şöyle
buyruluyor: "Rabbin sana verecek."
Bu lâm, 'deki
lâm gibi başlangıç lâmı olarak takdirinde olması da, her ikisinin yemin olması
da caiz görülmüştür. İki durumda da cümlenin mânâsını vurgulayarak desteklemek
içindir. Yemin ile tekit (vurgu), daha kuvvetlidir.
SEVFE, gelecekte
bir şeyin vuku bulup gerçekleşeceğini ifade eden tenfis edatıdır. "senin Rabb'in"
isminin, "o" şeklinde zamir olarak söylenmeyip de böyle açık isim olarak söylenmesiyle
"senin Rabb'in" ve "sana" denilerek hitabın tekrarlanması, Rab'lık tecellilerinin
ard arda gelmesiyle lütuf üzerine lütuftur. Yani, muhakkak sana böyle hayırdan
hayıra kendisine ait Rab'lık lütufları ard arda gelen ve seni böyle terbiye
edip seçerek yetiştiren Rabbin, ilerde sana öyle lütuflarda bulunacak, ihsan
ve ikramından sana öyle verecek, öyle verecek ki sen tamamen razı olacak,
rızaya ereceksin, bütün dileklerin gerçekleşecek, hiçbir üzüntü ve keder,
hiçbir sıkıntı ve "acaba ne olacak" diye meraklı bekleyiş durumu kalmayacak
derecede huzur ve sonsuzluk âleminde hoşnut olacaksın. Bu razı ve hoşnut olma
makamı, kendisinden razı olunma (merdiyye) makamından önce gelen makamından
daha yüksek olarak makamıdır. "Radiye-merdiyye" makamı, nefsin meyil ve arzularından
soyutlanarak mutlak şekilde Hakkın leh ve aleyhindeki kaza ve kaderi, cemal
ve azameti hükümlerine razı olup her işinde kendinin değil, yalnız Hakk'ın
rızasını arayıp yüce Allah katında razı olunan bir kul olmaya çalışma makamıdır.
Bu "merdiyye-radiye" makamı ise, kendisinin yüce Allah katında razı olunan
bir kul olduğunu gerçek bir şekilde gösterip tanıtan cemal tecellisinde nefsin
bütün meyillerinin dahi lehinde olarak, gelişerek arzu ettiği gayeye ermek
suretiyle hoşnutluk makamı; "Rabb'inin seni bir makam-ı Mahmud'a göndermesi
yakındır." (İsrâ, 17/79) buyurulan, övülen Muhammed aleyhisselâtü vesselama
ait olan makamdır.
Bu lütuf
ve ihsanın muzari (gelecek zaman) kipiyle ifade edilmesine göre kemal ve ahiretle
ilgili değerli bir vaad olduğunda şüphe yoksa da, başlangıcı itibariyle dünyadaki
nefsi feyizler, öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini bilme, emrin zuhuru,
fetihler ile dini yüceltmek ve hak ve hayrı yaymak için yapılan mücadelelerde
başarılı olma gibi gerek Peygamber (s.a.v) devrinde (asr-ı saadette) ve gerek
daha sonraları meydana gelen ve gelecek olan lütufları dahi kapsar. Nitekim
hicretle başlayan ilâhî yardım ve zaferler, Mekke'nin fethi ve diğer başarılar
ile İslâm'ın yayılması bundan sonra olmuştur. Bununla beraber "Ahiret yurdu
işte gerçek hayat odur."(Ankebut, 29/64), "Ahiret yurdu, Allah'tan korkanlar
için daha hayırlıdır."(A'râf, 7/169), "Kıyamet günü, yaptıklarınızın karşılığı
ödenecek." (Âl-i İmran, 3/185) olduğu için asıl hoşnutluk ahiret hayatında
olacağından, vaad ve lütfun asıl önemi de oradadır. İbnü Ebu Hatim Hasen'in
"o şefaattir" dediğini rivayet etmiştir. İbnü Merduye ve Ebu Nuaym "Hilye"de
Harb b. Şüreyh'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Ebu Cafer Muhammed b.
Ali Hüseyin Hazretlerine, "Ne dersin, dedim, Iraklı'ların bahsettikleri şefaat
hakları mıdır?" "Evet" dedi ve şöyle devam etti: Muhammed b. Hanefiyye'nin
Hz. Ali kanalıyla bana naklettiğine göre Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
Ben, Rabb'im bana "Razı oldun mu Ey Muhammed?" deyinceye kadar ümmetime şefaat
edeceğim. O vakit, "Evet, ey Rabbim! Razı oldum." diyeceğim. Sonra bana yönelip
şöyle dedi: Ey Iraklılar! Siz Allah'ın kitabında en ümit verici âyet, "De
ki: Ey günah işlemekte haddi aşarak nefislerine karşı cinayet işlemiş kullarım!
Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Kuşkusuz Allah bütün günahları bağışlayıcıdır."
(Zümer, 39/53) âyeti dersiniz. "Evet, biz öyle deriz" dedim. "Fakat, dedi,
biz Ehl-i beyt de hep deriz ki, Allah'ın kitabında en ümit verici âyet, "Rabb'in
sana, sen razı oluncaya kadar verecek." âyetidir ve o şefaattir" dedi.
İbnü Cerir
İbnü Abbas'ın bu âyet hakkında şöyle dediğini tesbit etmiştir: Muhammed (s.a.v.)'in
rızasından birisi de Ehl-i Beyt'inden birinin ateşe girmemesidir. Hatib el-Bağdadî'nin
"Telhisu'l-Müteşabih" adlı eserinde, İbnü Abbas'tan gelen diğer bir rivayette,
"Onun rızası, ümmetinin hepsinin cennete girmesidir." denilmektedir. Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in ümmetine karşı duyduğu büyük şefkat de bunu gerektirmektedir.
Çünkü o ümmetinin üzerine titremekte olup müminlere karşı son derece merhametli
ve şefkatlidir.
Alûsî'de
"Dürr-i mensur"dan naklen zikredildiği üzere Müslim İbnü Ömer Hazretlerinin
şöyle rivayet ettiğini tesbit etmiştir: Resulullah (s.a.v.) İbrahim (a.s)
hakkındaki "Kim benim peşimden gelirse o bendendir." (İbrahim, 14/36) âyetini,
İsa (a.s) hakkındaki "Onlara azap edersen, kuşku yok ki onlar senin kullarındır..."(Mâide,
5/118) âyetini okudu. İki elini kaldırdı da "Allah'ım! Ümmetim, Ümmetim!"
dedi ve ağladı. Yüce Allah da şöyle buyurdu: "Ey Cebrail! Git Muhammed'e söyle:
Biz seni ümmetin hakkında razı edeceğiz ve seni utandırmayacağız." Bu güzel
vaad ve müjdeyi dinlerken şunu da unutmamak gerekir ki peygamberin rızası
Allah'ın rızasındadır. Allah'ın rızası olmayan bir şeye peygamberin razı olması
düşünülemez. Yoksa peygamber, Allah'ın kendisinden razı olduğu kul olmamış
olur. Allah'ın izni olmayınca da kimsenin şefaat etmesine ihtimal yoktur.
"Allah'ın izni olmadan onun huzurunda kim şefaat edebilir?.."(Bakara, 2/255)
Allah ise
küfre razı olmaz. "Kulları hesabına küfre razı olmaz."(Zümer, 39/7), "Lakin
Allah size imanı sevdirdi ve onu kalbinizde süsledi. İnkârı, fasıklığı ve
isyanı size kötü gösterdi. İşte onlar hak yolda dosdoğru gidenlerdir."(Hucurat,
49/7) Peygamberin ümmeti hakkındaki rızası ve şefaatı da iman ve onun peşinden
gitmekle uygundur. "Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir."
hadisi de, büyük günahlara teşvik için değil, "Ümmetî" yani "benim ümmetim"
denilmekle iman eden ve onun peşinden gidenlerden olmanın kıymetini tesbit
içindir. Bu büyük günahlara Allah'ı inkâr dahil değildir. Gerçi Hz. Muhammed
(s.a.v)'e verilen lütfun faydalarından dünyada kâfirlerin dahi istifade ettiğinde
kuşku yoksa da, bu istifade iman bulunmadıkça dünyada kalır. Ahiret için büyük
zarar ve korkunç azap olur.
Buna karşı,
"Madem ki Allah, razı oluncaya kadar Peygamber'e lütufta bulunacağını vaad
etmiştir. Bu vaadi alan peygamber, mümin ve kâfir bir bütün olarak herkes
hakkında bir "genel af" ilanını istemeli ve cehennemi tamamiyle kapattırmadan
razı olmamalıydı. Muhammed (s.a.v)'in yaratılmışlara gösterdiği hoşgörü ve
şefkat bunu gerektirirdi." demeye kadar gitmemeli, bu şekilde küfrü, zulmü,
şirk ve kötülükleri, fasıklık ve isyanı desteklemek; ilâhî adaleti çalıştırmamak
ve hürriyet, merhamet ve şefkati kötüye kullanmakla iyi şeyleri kötü şeylere
feda etmeyi insanlık ve halk namına hayır sanmamalı, Allah'ın rızasını kötülere
yöneltmekle ahiret mutluluk ve safasını dünya gibi bulandırmamalıdır. Bunlara
ne Allah razı olur, ne de kul. Allah, kulları hesabına fasıklık, küfür ve
isyana razı olmadığı halde peygamberde bunun aksine bir izin ve rıza bulunduğunu
varsaymak onu "rıza makamı"ndan düşürmeye kalkışmak olur. "O gün ruh ve melekler
saf saf kıyama duracaklar. Rahmân olan Allah'ın izin verdiklerinden başkası
bir kelime söyleyemez. O da doğruyu söyler."(Nebe', 78/38) âyeti gereğince
hak ve doğru söylemeyenlerin Rahmân'ın huzurunda konuşmaya hak ve selahiyetleri
yoktur. Bununla beraber "De ki: Ey günah işlemekte haddi aşarak nefislerine
karşı suç işlemiş kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Kuşkusuz Allah
bütün günahları bağışlayıcıdır. O çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir."
(Zümer, 39/53) âyet-i kerimesi, mümkün olan genel affın en genişini ilan etmiştir.
Kuşku yok ki "bütün günahlar" sözü, küfür ve şirki de içine alır. Fakat gafil
olmamak gerekir ki bu genel af âyeti, arkasındaki onun için ümit kesmeyin
de "Rabb'inizin merhametine sığının ve ona teslim olun."(Zümer, 39/51) hitabıyla
Allah'a sığınma ve teslim olmaya yani Allah'a dönmek ve onun merhamet ve himayesine
sığınmak suretiyle imana ve boyun eğmeye davet içindir. Geçmişteki günahlar
büyüklüğünden dolayı asla affedilip bağışlanamaz zanniyle ümitsizliğe düşenlerin
Allah'a sığınıp teslim olarak bağışlanmaya erebileceklerini, yani "İslâm daha
önce olanları keser atar." yeni doğmuş gibi tertemiz eder olduğunu ilan ederek
iman ve İslâm'a ve günahlardan tevbeye teşviktir. Yoksa günahlara ve kötülüklere
teşvik için değildir. Allah ve peygamber tanımayan, ilâhî rahmet ve mağfiretle
ilgisi olmayan, azabı görünceye kadar bunları arayıp bulma yolunda bir tevbe
ve sığınma adımı atmayan, küfürde israr eden inatçı azgınların o genel aftan
ne hisseleri olabilir ki Peygamber onu istesin, Allah'ın onlar için hazırladığı
ve onların kendi elleriyle, kazançlarıyla körükledikleri cehennem ateşinin
söndürülmesine Allah ve Peygamber razı olsun! Bunlar hakkında bir önceki sûrede
"Her kim cimrilik eder ve kendini ihtiyacı yok sayarsa ve en güzeli yalanlarsa
onu da en zor olana hazırlayacağız." (Leyl, 92/8-10) ve "Ben size bir ateş
haber verdim ki, alevlendikçe alevlenir. Ona ancak en azgın olan girer. O
ki, yalanlamış ve yüz çevirmiştir." (Leyl, 92/14-16) buyurulmuştur. Bu sûrede
de "Senin için daha hayırlıdır" denilerek hayrın Peygamber'e tahsis edilmesiyle
onların bu hayrın dışında bırakıldığına işaret edilmiştir. "Benim ardımdan
gelen bendendir." (İbrahim, 14/36) mânâsınca Peygamber'in ardından giden de
ondandır.
Özetle, bu
hayırlı olmada, bu Muhammed (s.a.v.)'e verilen lütufta ümmete şefaat meselesi
pek önemli bir asıldır. Bundan ümmetin hissesi de peygambere uymasıyla uygunluk
arzetmektedir. Bununla beraber lafzın genelliğine nazaran, lütfun sadece şefaatten
ibaret olması da gerekmez. Onun için Ebu Hayyan'ın açıkladığı gibi demişlerdir
ki: En uygun olanı, bunun dünyadaki lütufları da, her türü ile ahiretteki
lütufları da içine alacak şekilde genel olmasıdır. Elbette ahiretteki lütuflar
dünyadakilerden çok büyüktür.
Resulullah
(s.a.v.) için daima sonrası öncesinden daha hayırlı olduğu meselesine gönül
rahatlığı ile inanmayı anlatmak için daha önceden görülen büyük nimetler örnek
gösterilerek konu ispatlanmak üzere bu sûrenin inmesinden önce de sonunun
önünden hayırlı olageldiği bir istikra (tümevarım) tarzında hatırlatılarak
buyuruluyor ki:
6. "Seni
bir yetim bulup da barındırmadı mı?" Yüce Allah'ın güzel isimleriden biri
de "Vâcid" ism-i şerifidir ki vücud, vicdan vecid (vâv'ın üç harekesiyle)
mastarlarının ism-i fâilidir. Bunun asıl meşhur mânâsı varlık, buluş ve zenginliktir.
Yüce Allah vücudun da, vicdanın da, ilmin de, vücdün yani zenginliğin, kudretin
sahibi ve faili mânâsına "Vâcid"dir.
Yüce Allah'a
"Mevcud" denilmesinin caiz olduğunda müteahhirin (son devir âlimleri) ittifak
etmişler ise de "mevcud" kelimesi bir ism-i mef'ul (edilgen ortaç) olup yok
iken vücut verilmiş şeylerde yani sonradan olma şeylerde kullanıldığı için
mütekadimin (önceki âlimler) içinde Allah'a "mevcud" denilmesinden çekinenler
olmuştur. Bize nakledilen Allah'ın güzel isimleri arasında da "mevcud" ismi
bulunmayıp "Vacid" ve "Hak" isimleri vardır.
Vâcid ile
Mevcud karşılaştırıldığında en açık olan mânâ; vacid, mevcudun faili, varlığın
sahibi, veya var olmanın faili yani mucid (var eden, vücuda getiren) mânâsına
olmaktır. Fakat fiili ona vücut verdi, onu var etti mânâsına meşhur olmadığından
üç harfli fiilden türetilen "mevcud" ism-i mef'ulü (edilgen ortacı)nü kural
dışı olarak "icad"ın ism-i mef'ulü (edilgen ortacı) yerinde düşünmüşler, buna
göre "vacid"in de kural dışı da olsa "mucid" mânâsına düşünülmesi gerekirken
bunu söylememişler ve burada Allah'ın yaptığı söylenen fiillerini de "bildi"
mânâsına tefsir ederek "bildi, bilir" mânâsı vermişlerdir. Kulların yaptığı
söylenen bulma işi, tesadüf etme ve "ef'âl-i kulub"tan ilim yani bilmek mânâlarına
gelir. Fakat insanların buluşundan önce de, bilişinden önce de yokluk veya
bilmeme durumları vardır. Yüce Allah hakkında ise bu düşünülemeyeceğinden
mutlak mânâda bilmek şeklinde tefsir olunmak gerekeceğini söylemişlerdir.
Buna göre mânâ, "seni bir yetim bilip yahut yetim iken bilip de barındırmadı
mı?" demek olur. Lugat itibarıyla nin öznesine vacid, mef'ulü (tümleci)ne
"mevcud" denilmek doğru olur. Bu itibar ile, ve fiilerinin faili olan yüce
Allah "vacid", mef'ulü ve muhatabı olan Hz. Peygamber "Mevcud" olmak gerekeceğine
göre mânâ; "Rabb'in seni yetim olarak mevcut edip de barındırmadı mı?" yani,
yetim edip de barındırmadı mı? meâlinde olması yakışmaz değil ise de, dilde
fiilinin böyle icad, yani mevcut etme mânâsına kullanılması kurala uygun olmadığından
dolayı tefsirciler, bu yönü nazar-ı itibara almamış, "bulmak" mânâsından istiare
olarak bir mef'ul (tümleç) alan, doğrudan doğruya iki mef'ul (tümleç) alan
"efal-i kulub"tan "bilmek" mânâsına olmasını uygun bulmuşlardır. İstiare olması,
"bulmak" dediğimiz tesadüf etme mânâsıyla vicdan, kendisinden önce bir yokluk
olmasını veya araştırmayı gerektireceğinden dolayı yüce Allah hakkında imkansız
olmasından, fakat Allah'a nisbet olunan buluş, varlık ve zenginlik, ilk olarak
vücuda getirmek ve yaratmak mânâsına olabileceği gibi seçmek mânâsına da olabilir.
Burada fikrimizce bunun en uygunu bu fiillerin seçmek mânâsına olmasıdır.
Zira birçok mevcutlar arasından birini alıp seçmek, kıymetli bir şey arayıp
bulmak mânâsına benzetme ve temsil suretiyle ifade edilmekte önemi gösteren
bir belağat nüktesi vardır. Bu üç âyetten her birinde de böyle gittikçe yükselen
bir seçip alma mânâsı vardır. Nitekim bu seçme mânâsına "yetim" lafzında son
derece güzel bir işaret bulunduğunu hatırlatmışlardır. Zira asıl yetim, küçükken
babadan öksüz kalan demek olup bunda tek başına yalnız kalmış olmak mânâsı
vardır. Onun için tek ve benzersiz veya pek az bulunur kıymetli şeye de yetim
denilir. Benzeri yok gayet kıymetli inciye "dürr-i yetim" denilmesi de bundandır.
Siyer'de bilindiği üzere Hz. Peygamber (s.a.v.) babası Abbdullah b. Abdülmuttalib'ten
yetim olarak dünyaya gelmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in dedesi Abdülmuttalib,
oğlu Abdullah'ı hurma almak için Medine'ye göndermiş, Abdullah orada vefat
etmişti. O sırada Resulullah (s.a.v.) henüz ana karnında altı aylık bir yavruydu.
Dolayısıyla doğarken yetim olarak doğmuştu. Anası Hz. Amine ile beraber dedesi
Abdülmuttalib'in yanında idi. Sonra altı yaşında iken annesi de vefat etti.
Daha sonra da sekiz yaşında iken dedesi Abdülmuttalib vefat etti. O vakit
de onun vasiyeti ile amcası Ebu Talib vasisi olarak onun sorumluluğunu yüklenip
yanına aldı. Güzel baktı ve çocukluğunda da kendisinde diğer çocuklarda görülmeyen
olağanüstü durumlar görüldüğü için ona çok özen gösterdi.
Rivayet edildiğine
göre Ebu Talib bir gün kardeşi Abbas'a
- Kardeşim,
dedi, sana Muhammed'den gördüğümü haber vereyim mi? dedi. Abbas: "Evet" deyince:
- Ben, dedi,
onu himayeme aldım. Gece ve gündüz bir an ondan ayrılmaz oldum. Onu kimseye
güvenip bırakamıyordum. Hatta kendi döşeğimde uyutuyordum. Bir gece soyunup
benimle beraber uyumasını söyledim. Baktım, yüzünde bir hoşnutsuzluk var.
Benim isteğime karşı çıkmak da hoşuna gitmedi.
"Amcacığım,
yüzünü benden çevir de soyunayım. Çünkü ben vücuduma bakmandan hoşlanmam."
dedi. Sözüne şaştım. Gözümü çevirdim, döşeğe girdi, ben de girdim. Baktım
ki aramızda bir örtü var. Vallahi ben onu döşeğime koymamıştım. O gayet yumuşak,
miske batırılmış gibi hoş kokulu idi. Vücuduna bakayım diye gayret sarfettim,
bir şey göremedim. Çok vakit de ben onu döşeğimden kaybederdim. Aramaya kalkardım,
kalktım mı "ha amca, ben buradayım" derdi. Dönerdim ve çok zaman ondan hayret
ettiğim bir söz işitirdim. Bu da geceden biraz geçince olurdu. Bizler yemekte
içmekte besmele çekmez, elhamdülillah demezdik. O ise yemeğe başlarken "Tek
olan Allah'ın adıyla" derdi. Yemeği bitirince de "el-Hamdülillâh" derdi. Ben
ona şaşardım. Kendisinde ne bir yalan, ne bir gülmek, ne de bir cahillik gördüm.
Çocuklar oynarlarken de onlarla beraber durmazdı. Ömrüme yemin olsun ki bu,
büyük bir feyzden bir alâmettir.
"Daha beşikte
iken parlak deliller halindeki şeref işaretleri, dedesinin saadetini artırıyordu."
ÎVÂ, bir şeyi
diğerine katmak, geri çevirmek mânâsından bir yurda, bir barınağa kondurup
barındırmak demektir. Yüce Allah Hz. Peygamber (s.a.v.)'i önce babadan yetim
olarak vücuda getirmiş iken güzel bir şekilde barındırmış, sonra anadan, sonra
dededen yetim etmiş yine barındırmış, böylece gittikçe sonunu önünden daha
hayırlı yapmak üzere terbiye edip seçmiş, hiçbir zaman terk edip de bırakmamıştır.
Demişlerdir
ki: Burada edebi tefsirlerden olmak üzere sözünde "dürr-i yetim" (eşsiz inci)
mânâsına da işaret vardır. Şöyle demek olur: Seni halk içinde benzersiz, imkân
sedefinde eşsiz olarak seçip de kalbini kendisine çevirmek suretiyle koruma
ve himayesinde barındırmadı mı? Şüphesiz ki barındırdı, değil mi?
7. "Seni yol
bilmez bulup da." Bu, önceki cümlenin özet olarak ifade ettiği mânâ üzerine
bağlanmıştır. Zira olumsuz cümlede bulunan istifham-ı inkârî, olumsuzu inkâr
ve olumluyu anlatmak demek olduğundan bunlar da onun özeti üzerine "vav" atıfası
(bağlacı)yla bağlanmak suretiyle istifham-ı takrirî şeklinde ifade olunmuştur.
ile olumsuz yapılan muzari fiiline bağlanarak onun hükmüne dahil olması da
caizdir ki "Seni yetim olarak bulup barındırmadı mı ve seni yolunu şaşırmış
bulup yol göstermedi mi?" demek olur.
DÂLL, bilindiği
gibi yitik, hangi yola gireceği hususunda şaşkın, yahut yanlış yola giden
sapık mânâlarına gelir. "Sizin arkadaşınız şaşırmadı, azıtmadı da."(Necm,
53/2) buyurulmuş olan Resulullah (s.a.v.) hiçbir zaman akıl ve dinde sapık
mânâsına "dâll" olmamıştır. Allah'ın birliğine inanarak yetişmiş, hiçbir puta
secde etmemiş, Allah'tan başka ilâh tanımamış, ahlâkı temizdi, hiç bir kötü
fiil işlememişti. Her hususta güvenilir kişi olarak tanınmıştı. Dolayısıyla
şirk sapıklığı, heva ve hevese göre amel etme sapıklığı onun yüce zatından
uzak idi. Yüce Allah onu ta baştan itibaren o gibi sapıklıklardan uzak kılmış,
ona sağlam bir bakış ve görüş bahşetmişti. Bununla beraber peygamber olmadan
önceki akıl ve dirayeti ile peygamberlikten sonraki ilim ve hidayeti arasında
büyük bir fark vardı ki bu fark çocukluk ile ergenlik arasındaki farktan daha
büyüktür. Hz. Peygamber (s.a.v.) peygamber olmadan önce de kavminin, Arap
müşriklerinin dinlerindeki bozukluğu görmüştü. Karşısında bulunan Yahudilik
ve Hıristiyanlık gibi iki dinin çığırından çıkmış olduğunu da sezmişti. Fakat
girilmesi gerekli olan ve mücerret (soyut) akıl ile idrak edilip kavranması
mümkün olmayan Hak din ve şeriatının ne olması lazım geleceğini ve dünyayı
sarmış olan bunalım içinden nasıl çıkılıp da Hakk'a erileceğini belirlemede
şaşırmış idi. Kitap okumasını bilmez, cihana ruh yayacak olan iman ve İslâm'ın
ayrıntılı temel esaslarından "Kuşkusuz sen ondan önce ğafillerden idin."(Yusuf,
12/3), "Sen bundan önce hiç kitap okur değildin, hala da elinle yazı yazmazsın."(Ankebut,
29/48), "Oysa sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin."(Şura, 42/52) buyrulduğu
üzere ğafil idi. İşte burada "Seni yol bilmez buldu." buyurulması, bu şekilde
peygamberlikten önce ve çocukluk çağlarındaki gafillik ve şaşkınlık hallerine
işarettir.
Yani sen,
peygamberlikten önce akılların yol bulamadığı hakikatler ve şeriatlerden gafil
ve yol arayan bir yitik halinde şaşkın iken Rabb'ın seni bulup seçerek hidayet
buyurmadı mı? Verdiği vahiy, indirdiği kitap ile bilmediklerini bildirerek
doğru yolu göstermedi mi?
8. Ve seni
yoksul iken bulup seçip de zengin yapmadı mı?
AİL, "ayle"
yani fakir ve ihtiyaç sahibi yoksul, bir de çok çoluk-çocuk sahibi, yani kendisine
muhtaç olan ailesi, yoksulları çok, çok yoksullu mânâlarına gelir. Burada
iki mânâ ile de tefsir yapılmıştır.
BİRİNCİSİ,
sen serveti yok bir yoksul iken yine seni seçip zengin kılmadı mı? demektir.
Resulullah (s.a.v.)'a babasından bir dişi deve ile bir cariyeden başka miras
kalmamıştır. Sonra yüce Allah onu önce Şam'a yaptığı ticaret seferinden elde
edilen bereketli kâr ile, Hz. Hatice ile evlendikten sonra da onun bütün servetini
hibe etmesiyle zengin etmiş, daha sonra Hz. Ebubekir de malının hepsini Allah
için Resulullah (s.a.v)'a getirmiş, "çoluk-çocuğuna ne bıraktın?" buyurduğunda
"Allah ve Resulünü" demişti. Daha sonra da yüce Allah'ın ihsan buyurduğu fetihler
ve ganimetler ile zenginlik elde edilmiştir. Fakat bu fetihler Medine'ye hicretten
sonra olduğu için bu sûrenin inişi sırasında değil "Rabbin sana verecek ve
sen razı olacaksın." mânâsınca ilerde olacağı vaad edilmiş olan lütuflar arasındadır.
İKİNCİSİ,
sen yoksullu idin, birçok çoluk-çocuğun, muhtaç arkadaşların vardı. Senin
yüzünden, senin ilim ve irşadından feyiz bekliyorlardı. Allah seninle onları
zengin etti, hidayete erdirdi demek olur. Fakat açık olan evvelki mânâdır.
Bunlarla daha önce geçenler arasında bir irtibat kurunca mânâ şu olmuş oluyor:
Görülüyor ki bunların hepsinde sonu evvelinden hayırlı olmuştur. İşte böyle
senin için bundan sonra da her halin sonu başından daha hayırlıdır. Şimdi
bunun neticesi olarak şu üç şeyin yapılması gerekir:
9. O halde,
yani hal böyle olunca, sen de Rabb'ının bu var olan ve olması vaad edilen
ihsan ve nimetlerinin bir şükür alâmeti olmak üzere yetime, herhangi bir yetime
sakın kahretme, zayıf sayıp da hor bakma ki, hakkını kaybetmeyesin. Çünkü
yetimliği tattın ve hakkındaki ilâhî lütfu gördün.
Rağıb'ın "Müfredat"ında
KAHR, hem üstün gelme, hem zelil kılmadır. Ayrı ayrı her iki mânâda da kullanılır.
Şu halde her ikisi de yasaklanmıştır. Yetimi zayıf saymamalı ve zelil etmemeli,
hakkını, hukukunu gözetmeli ve buna özen göstermelidir. Râzî'de yazıldığına
göre bu âyet, Hz. Peygamber (s.a.v) Hz. Hatice'nin çocuğuna bağırdığı zaman
inmiştir. Bir bağırma veya yüz ekşitmeden dolayı "sakın kahretme" diye sitem
edilince zelil kılınır, malı veya hakkı yenilirse nasıl olur?
İbnü Mesud
(r.a.) bir merfu hadiste Resulullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir: "Her kim bir yetimin başını silerse elinin geçtiği her kıla karşılık
ona kıyamet günü bir nur olur." Aynı şekilde Hz. Ömer (r.a.) de bir merfu
hadiste Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Yetim ağladığı
zaman onun ağlamasından Rahmân'ın Arş'ı titrer. Yüce Allah meleklerine buyurur
ki: Ey meleklerim! Şu babası toprakta kaybedilmiş olan yetimi ağlatan kimdir?
Melekler: "Sen en iyi bilensin ey Rabbimiz! derler. Yüce Allah buyurur ki:
"Şahit olunuz, her kim bunu susturur, hoşnut ederse ben de onu kıyamet günü
hoşnut etmeye garanti veriyorum." Bundan dolayı Hz. Ömer (r.a.) bir yetim
gördüğü zaman başını okşar ve ona bir şey verirdi, diye rivayet edilmiştir.
Fakat başına nasıl dokunduğu, nasıl okşadığı hakkında sahih bir şey gelmemiştir.
Bir hadis-i
şerifte de Resulullah (s.a.v.): "Ben ve yüce olan Allah'tan korktuğu takdirde,
yetime kefil olan şu ikisi gibiyiz" buyurmuş ve şehadet parmağıyla orta parmağını
göstermiştir. Daha bunun gibi birçok haber vardır.
10. İsteyene
gelince, sakın onu koğma. İsteyeni yahut soranı azarlama, yani azarlayarak
koğma da lutfet: İhtiyacını gider, yahut yumuşak dille reddet.
Tefsircilerden
bazıları, "sail'den maksat, dünyaya dair bir şey isteyen dilencidir" demişlerdir.
"Mallarında dilenci ve mahrum için bir hak vardır."(Zâriyat, 51/19) âyetinde
de buna işaret vardır. "Dilenci, at üzerinde gelse bile hakkı vardır." diye
bir hadis de yaygındır. Alûsî'nin yazdığına göre, İmam Ahmed, "bunun aslı
yoktur" demiş; fakat Ebu Davud bunu Hz. Hüseyin b. Ali'den mevkuf olarak rivayet
edip susmuş; Irakî "senedi sağlamdır" demiş, onun bu fikrini kabul edenler
de olmuş; İbnü Abdi'l-Berr, "sağlam değildir" demiş, çokları İmam Ahmed'in
görüşüne itimat etmişlerdir. Hz. Aişe'den ve daha başkalarından, "Dilenci
doğru söylemiş olsa onu reddeden felah bulmazdı." diye rivayet edilmiş, İbnü
Medînî, "bunun da aslı yoktur" demiştir. Bununla beraber Taberani "Kebir"de
Ebu Ümâme'den merfu olarak ona yakın olan şu hadisi rivayet etmiştir. "Eğer
düşkün ve yoksullar yalan söylemeselerdi onları reddeden felah bulmazdı."
Buna ilişene rastlamadım.
Bununla beraber
demişlerdir ki, dilenciyi azarlamanın yasaklanmış olması, istemede ısrar etmediği
durumdadır. Eğer istemede ısrar eder de yumuşak bir şekilde reddetmek fayda
vermezse o vakit azarlamada bir sakınca yoktur. Zira "İnsanlardan yüzsüzlük
edip de ısrarla istemezler."(Bakara, 2/273) övgüsü, ısrarın yerildiğini ifade
eder. Yerilen bir şey de azarlanmaya değer.
Ebu'd-Derdâ,
Hasen, Süfyan ve daha bazıları da burada "sail"den maksadın, mal isteyen değil,
ilim ve din ile ilgili soru soran demek olduğu görüşüne varmışlardır. Denilmiştir
ki: Önceki görüşe göre de bu, delalet yoluyla öncelikle sabit olur. Çünkü
mal dilencisine istediğini vermeye gücü yeten kimse yumuşak bir şekilde reddedip
de bir şey vermediği zaman tehdit edilmemiştir. Oysa ilim soran kimseye ilmi
olan kimsenin cevap vermemesi öyle değildir. Bir hadis-i şerifte: "Kendisine
bir ilim sorulup da onu gizleyen kimse, ateşten bir gem ile gemlenir." buyrulmuştur.
Bu görüşü daha açık görenler olmuştur. Fakat mutlak mânâda "sâil" lafzı, dilenci
mânâsında asıl olmakla beraber dileyen veya dilenen veya hangi suretle olursa
olsun isteyen veya soran, mutlak olarak "talep eden" mânâsını da taşır. Bunlar
fiilin mef'ul(tümlec)lerine, sözün söylendiği makama göre ayırt edilir. "Kâmus'un
açıklamasına göre sual ve mesele kelimesi, asıl olarak dilenmek mânâsına konulmuştur.
Mutlak bir şekilde talep, istemek ve sormak mânâsına da kullanılır olmuştur.
"Beşair"in verdiği ayrıntılı bilgiye göre "sual" maddesi, bir şeyi talep ve
yalvararak istemektir ki, bir kimseden bilmeyi veya bilmeyi sağlayacak olan
bir şeyi yahut mal veya malı sağlayacak olan bir şeyi isteyip dilemek, yani
sormak veya dilenmek suretiyle istemektir. Birinci mânânın cevabı dil ile
olur. Sorulan şey ne ise dil ile cevap verilir. El bunda dilin yerine geçen
halefidir. Söylenecek olanı yazı veya işaret ile eda eder. İkinci Mânânın
cevabı ise el ile olur, istenileni verir. Bunda dil elin halefi olup onun
yerine geçer. Söz verir, yahut "hayır" diye reddeder. Sormak mânâsına geldiği
zaman bu fiil ikinci mef'ul (tümlec)ünü bazan doğrudan doğruya, bazan da harf-i
cerle alır. "Onu ona sordu" mânâsına ve derler. İkinci mef'ulünü daha çok
harf-i cerri ile alır. Dilenmek mânâsında da doğrudan doğruya veya harf-i
cerri ile mef'ul alır. "Allah'ın lütuf ve ihsanını isteyin."(Nisâ, 4/32) ve
"Onlardan lüzumlu bir şey istediğimiz zaman..."(Ahzab, 33/53) âyetlerinde
olduğu gibi. Sözün kısası, bu kelime, aslı dilenmek mânâsında hakikat, sormak
mânâsında da "doğru haber istemek münasebetiyle istiare denilmiştir.
Şu halde sualde
asıl olan bir ihtiyaç halinde istemek veya sormaktır. "Sail"de dilenci mânâsı
esas ve dilencide zaruri olarak ihtiyaç duyulan miktarda bir şey isteme mânâsı
açık olduğu için mutlak olarak "sail" denilince iki mânâyı da taşıyarak gerek
mal, gerek ilim isteyen dilenci demek olur. İhtiyaç halinde olmıyarak hakkını
istemek veya emretmek yahut imtihan etmek yahut can sıkma ve bunaltma yoluyla
bir şey istemek veya sormak gerçekte sual değildir. Mal suali, zelil bir şekilde
ihtiyacını istemek mânâsına bir dilenmek olduğu gibi, ilim suali olan sormak
da, öğrenerek bilgisizliğini gidermek kastıyla alçak gönüllü bir şekilde açıklık
isteme suali olmalıdır. Burada ise mef'ul (tümleç) zikredilmemekle beraber,
daha önce hem mal, hem ilim ihtiyaçları zikredilmiş olduğu için bu karine
(ipucu) ile "sail", gerek mal ve gerekse ilimle ilgili bir şey isteyen ihtiyaç
sahibi istekli mânâsına anlaşılması gerekir. Bu izah şekline göre, iki görüşün
ikisi de bir araya getirilmiş olur.
İkinci görüşün
asıl faydası; yüzsüz, asıldı mı bırakmayan, ısrarlı mal dilencilerini konu
dışı bırakmaktır. Çünkü öğrenmek maksadı olmayarak soranın buraya dahil olmaması
gerekir. Fakat ihtiyaç ve maksat, gizli işlerdendir. Görünüşte her hangi bir
soru ve istek, bir ihtiyaç mânâsı ifade ettiğinden, bir şey soran veya isteyene
ilk anda kötü zan beslemeye hak yoktur. Sualinde ısrarına göre doğru veya
yalan söylediği neticesine varılabilir. O halde hangi "sail" olursa olsun
işin başında hemen azarlanmamalı, istediği verilmezse bile koğulmamalı, incitilmemelidir.
Yüzsüzlük ve ısrar etmesi halinde de anlaşılan durumuna göre, layık olan ne
ise o şekilde karşılanmalıdır. Zorda kalan ve muhtaç olana, güç yettiği kadar
mümkün olan yardım farz derecesine kadar varabilir.
Eğer sual
yerilen bir sual ise, derecesine göre kötülükten nehyi gerektirir. O zaman
azarlamak yaraşır. Çünkü mümine eziyet vermek de haramdır. Eğer sual övülen
bir sual ise, azarlamak ve incitmek mutlak şekilde haram ve yasak olur. Gücü
yetenin buna uygun cevap vermesi, nimeti anmış olmak üzere vacip veya mendub
olur.
İlim dilenmek
genellikle övülmüştür. Bunda, eziyet ve saygısızlık derecesine varmamak şartıyla,
ısrarla yalvarmak da güzel görülmüştür. Mal dilenmek ise genellikle yerilmiştir.
Ancak başka bir kazanç yolu bulamayan muhtaç için bir izindir. Böylelerine
yardımı düşünmek ise gücü yetenler için bir borçtur. Şu halde ihtiyacı olmadan
dilenen yerilmiş dilenciler azara layık olduklarından dolayı ikinci görüşte
olduğu gibi bu yasaklamaya dahil olmamak gerekirse de, bizzat istemenin kendisi
bir ihtiyaç delili olduğu için, herhangi bir dilenciyi aksi sabit olmadıkça
azarlamak, yetimi ezmek gibi yasaklanmıştır.
11. Ama Rabbinin
nimetini, gerek mevcut, gerekse olacağı vaad edilen nimetini hemen söyle,
anlat da anlat. Sade lafını ederek ve gösteriş yaparak gururlanmak için değil,
hakkını takdir, şükrünü yerine getirmek için eserini gösterecek, başkalarını
da istifade ettirecek şekilde sözlü veya fiilî olarak anlat.
Bu üç âyet
'deki "fâ" ile, önce anlatılanların neticesini göstermesi itibariyle şunu
ifade eder: Rabb'inin sana lütfettiği gibi yetime şefkat, isteyene merhamet,
Allah'ın muhtaç kullarına maldan mal, ilimden ilim, vaadden vaad ile lütuf
ve ihsan ederek sonunun önünden, ahiretin dünyadan daha hayırlı olduğunu duyur.
Böyle nimeti anlatmak suretiyle Rabbinin büyüklüğünü herkese tanıt.
BİR HATIRLATMA:
Bu Duha Sûresi'nin sonunda ve ondan sonra Kur'ân'ın sonuna kadar her sûre
bittiğinde tekbir getirmek sünnettir. Bu Resulullah (s.a.v.)'dan rivayet edilmiş
olup öteden beri yapılagelmiştir. Yedi kırâet imamından biri olan İbnü Kesir
yoluyla rivayet edilmiştir. Bunu rivayet eden Ebu Hasen Bezzi şöyle demiştir:
İkrime b. Süleyman'a okudum. Dedi ki: İsmail b. Abdulla b. Kostantin'e okudu.
Ve'd-Duha'ya geldiğimde şöyle dedi: Hatim edinceye kadar her sûrenin sonuda
tekbir al. Çünkü ben Abdullah b. Kesir'e okudum. Ve'd-Duhâ'ya geldiğimde "hatmedinceye
kadar tekbir al." dedi ve Abdullah b. Kesir bana haber verdi ki Mücahid'den
okumuş. O bunu emretmiş ve haber vermiş ki İbnü Abbas ona bunu emretmiş ve
haber vermiş ki Übeyy b. Ka'b ona bunu emretmiş ve haber vermiş ki Resulullah
(s.a.v) ona bunu emretmiş. Bunu sahih kaydını koyarak Hakim ve İbnü Merduye,
"Şuab"da Beyhaki ve kırâet kitapları tesbit ve nakil etmişlerdir. Nisaburî
"Ğaraibu'l-Kur'ân" adlı tefsirinde bu rivayeti kaydettikten sonra da demiştir
ki: İmam Şafiî'den rivayet edildiğine göre O da ve'd-Duha'nın sonundan Kur'ân'ın
sonuna kadar her sûrenin bitiminde tekbirin sünnet olduğu görüşündedir. Kunbül'den
de böyle rivayet edilmiştir. Bunun sebebi, zikredildiği üzere vahiy, biraz
gecikip de bu sûre indiği zaman Resulullah (s.a.v.) bunu tasdik ederek "Allahu
Ekber" demiş olmasıdır.
Kırâetle ilgili
bir kitap olan "Zübdetü'l-İrfan"da şu uyarı vardır: Biliniz ki Ve'd-Duhâ'nın
sonunda ve ondan sonra Kur'ân'ın sonuna kadar her sûrenin sonuda tekbir getirmek
sünnettir. Bu, Resulullah (s.a.v.)'ın fiili ile sabittir. Dolasıyıla her sûrenin
sonunda "Allahü Ekber" deyiniz Sûresini bitirdiğinizde de tekbir alınız. Sonra
Fatihatu'l-Kitab'ı ve Bakara'nın ilk âyetlerini a kadar okuyunuz. Sonra hatim
duası ediniz. Buna "halli mürtehil" denilir. Bunların hepsinde hadisler vardır.
Meşhurdur. Bununla beraber not olarak şu uyarıyı yapar: Şu da bilinmelidir
ki tekbir kırâet âlimlerinden hiç birisince vacib değildir. Çünkü Kur'ân'dan
değildir. Ebu'l-Feth Farisi demiştir ki: Her hatim eden için bunu yapmak mutlaka
gereklidir demeyiz. Fakat her kim yaparsa iyidir, güzeldir. Her kim de yapmazsa
ona bir vebal yoktur. Bunu yapmak sünnettir. Çünkü Bezzi İmam Şafiî'den şöyle
nakletmiştir: Bana dedi ki: Tekbiri terk edersen Resulullah (s.a.v)'ın sünnetlerinden
birini terketmiş olursun. İbnü Abbas da Übey'den şöyle rivayet etmiştir: Peygamber
(s.a.v.) sûresini okuduğunda, Fatiha'yı da a kadar okudu. "Siracü'l-Kâri"de
de böyle yazılıdır. Nisaburi'nin de açıkladığı gibi tekbirin lafzında bazıları
yalnız "Allahü Ekber" ile yetinir. Diğerleri kelime-i tevhid ile beraber der.
"Elhamdülillah" diyerek hamd getirmeyi ilave edenler de vardır.
Vahyin kesilmesi
tehlikesi gibi bir keder sırasında bir kuşluk vakti güneşi parıltısıyla gelen
ve hüzün gecesini sessizliğe kavuşturarak Rabb'inin yardımının devamı ile
sonun önden daha hayırlı olduğunu ve ilerdeki lütfun büyüklüğü ile hoşnutluk
gayesine erileceğini müjdeleyen ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in hayatının evveliyle
sonunu karşılaştırarak, netice itibarıyla yetime şefkat, maddî ve manevî muhtaçlara
merhamet hislerini uyandırarak sahip olunan nimeti anlatma emriyle son bulan
bu mübarek sûrenin sonunda tam bir iman ve iç rahatlığı ile sahip olduğu nimeti
söylemeye acele ederek "Allahu Ekber" diye bir tekbir almanın ne güzel bir
emre uyuş, ne hoş bir gönül huzuru ilanı, ne büyük bir şükran duygusu ifade
ettiğini ve bu şükran duygusunun sona kadar yenilene yenilene devam etmesi
de nasıl arzuya şayan bulunduğunu hissetmemek mümkün değildir. Fakat bu tekbirin
bu sûreler sonunda Kur'ân'dan bir parça olduğu zannı verilmemek ve farz olarak
değil de o zevk ve mânâyı duyanların duygularına bırakılmış bulunduğu anlatılmak
için kırâetlerde tevatür ile nakledilmemiş ve terkedilmesi caiz olmak üzere
Resulullah (s.a.v.)'ın fiili ve bir yoldan da emri olmak üzere hususi olarak
rivayet edilmiştir. Neticede bu mendub ve müstehab olarak âdet halinde uygulanır
olmuştur. Bugünkü uygulama da böyledir. Çoğunlukla "Allahü Ekber" denilir.
Çok vakit de "Allahü Ekber. Lâilâhe illallahu vallahu ekber ve lillahi'l hamd"
denilir. Konuyla ilgili geniş bilgi için Cezeri'nin "Neşr-i Kebir"ine bakılmalıdır.
Şimdi hüzünleri
dağıtan bu ferah ve gönül rahatlığı üzerine artık dünyada hiçbir zorluk ve
zahmet kalmadı zanniyle tembelliğe düşülmemek, ancak her zorluğun yanında
kolaylıklar bulunduğunu bilerek sahip olduğu nimeti anlatmak için daha çok
çalışmak, hem yalnız nimeti görmekle kalmayıp o nimeti verenin zatına bakmak
ve bütün rağbetini ona yönelterek ona doğru gitmek için çalışmanın gereği
anlatılmak üzere de bu sûreyi aşağıdaki gibi İnşirah Sûresi izlemiştir.