98-BEYYİNE Suresinin Tefsiri:
Değildi, o
küfredenler kitap ehli ve müşriklerden. (Min) teb'îzıyye veya beyâniyye, mahzûfe
müteallık olup, yahut takdirinde zarf-ı müstekar, o küfredenlerin hali veya
sıfatıdır. Bu iki kısımdan kâfirler veya iki kısım kâfirler ki, bazısı kitap
ehli, bazısı müşrik, yahut hem kitap ehlinden, hem de müşriklerden olan kâfirler
demek olabilir. Zira "vav"ın atf-ı rabıttan sonra da, önce de olması mümkündür.
Bu üçüncü takdirde bilhassa kitap ehlinden oldukları halde Allah'a çocuk isnad
etmek veya teşbihe kail olmak gibi herhangi bir vechile açık veya gizli şirke
kail olanlar kastedilmiş olur. Üçüncü âyette yalnız kitap ehli zikredilmesine
bu mânâ daha çok yakındır. Kitap ehli yahudi ve hıristiyanlardır.
Burada kitap
ehli adıyla ifade edilmeleri, bunlar içinden Allah'a küfredenlerin küfürleri,
yani Kur'ân'a ve Resulullah'a iman etmemeleri, mensub oldukları kitaplarına,
Tevrat'a ve İncil'e de küfür mânâsında olduğuna işaret etmek içindir. Müşrikler,
Allah Teâlâ'ya putlardan veya başkasından her ne şekilde olursa olsun şirk
itikad edenler, yani Allah'tan başkasına ilâhlık isnad edenlerdir ki, puta
tapanlardan daha geneldir. Allah'ın zatının birden fazla olduğuna kanaat eden
her çeşit "politeiste"lere ve Allah'ı tanımayıp "Ben sizin en büyük Rabbinizim".
(Nâziât, 79/24) ve "Ben, sizin için, benden başka bir ilâh tanımıyorum." (Kasas,
28/38) diyen Firavun gibi tek şekilde olsun arzularını ilâh edinen veya Allah'tan
başka herhangi bir şeye tek başına veya ortaklaşa tanrılık payesi verenlerin
hepsini içine alır. Çünkü Allah Teâlâ zatında hak mabud olduğu için, ondan
ilâhlığın yok edilmesine imkân olamayacağı için O'ndan başka herhangi bir
şeye, gerek ortaklık ve gerek yalnız başına tanrılık isnad etmek aslında şirktir.
Zatın birliği ile beraber sıfatın çokluğu şirki gerektirmez. Şirk ancak Allah'ın
zatında küllî veya cüz'î çokluk inancındadır. Onun için üç zat demek olan
"ekânim-i selâse" (üç asıl)nin birliği şeklinde iddia edilen teslis (üçleme)
birlemesi, gerçekte tevhid (birleme) değil, zatın hem çokluğu, hem tekliği
davasını içerdiği için hem şirk, hem çelişkidir. Burada, 'nin elif-lâmı, cins
için olarak gerek puta tapıcı ve gerek diğer bütün müşrikleri içine alır.
Gerçi bazıları "ahde" yorarak puta tapanlara tahsis etmişler. Çünkü Mekke
ve Medine ile etrafında bulunan Arap müşrikleri putlara tapıyorlardı. Burada
kastedilen de onlardır demişlerse de akid mânâsının daha önce "küfredenler"de
düşünülmesi yeterlidir. O pis kâfirler, bütün kitap ehli ile bütün müşrikler
cinsi içinden bazıları olmuş olur. Böyle kitap ehli cinsi ile müşrikler cinsi
içinden küfretmiş olan kâfirler, yahut kitap ehlinden olmakla beraber müşrik
olan o kâfirler Kendilerine beyyine gelinceye kadar ayrılacak değildi. Yani
bulundukları o hallerinden ayrılacak, ayırtlaşacak değillerdi.
MÜNFEKKÎN
, , 'ün haberidir. "Hatta" da ona müteallıktır.
2. BEYYİNE:
Malumdur ki, nur gibi kendisi beyyin, yani gayet açık olup da başkasını da
beyan eden, açıklayan demektir. Onun için davacının davasını açık bir şekilde
beyan ve isbat eden şahide, sağlam, açık delile ve mucizeye beyyine denir.
Burada da hakkı beyan ve isbat edecek açık ve kesin delil veya mucize demektir
ki, maksadın ne olduğu şununla açıklanmıştır: Allah'dan bir Resul beyyineden
bedeldir. Yahut "o, Resuldür" takdirinde mahzuf mübtedanın haberi olarak beyyineyi
tefsirdir. Yani Allah tarafından peygamberlik göreviyle gönderilmiş bir peygamber
gelinceye kadar ayrılacak değillerdi. Öyle bir Resul ki mutahher, yani tahriften,
töhmetten, yanlışlıktan, bâtıl şüphesinden uzak, kirli eller dokunmaz, "Ona
tertemiz olanlardan başkası dokunamaz." (Vâkıa, 5679) âyeti delaletince gayet
temiz sahifeler okur. (Abese Sûresi'nde geçen 13-16. âyetlere bkz.) Öyle temiz
sayfalar ki
3. onlardadır
bütün kıymetli kitaplar, yani doğru sabit kitaplar, bozulmaz, devamlı hak
yazıları o temiz sayfaların içindedir. Ki bunlar işte o "oku" diye okunması
emrolunan Kur'ân sayfaları, Kur'ân sûreleridir. O kâfirler, böyle temiz sayfalar
okuyacak bir Allah Resulü gelinceye kadar bulundukları hâl ve vaziyetten,
din ve inançtan ayrılacak değillerdi. Öyle bir beyyine gelmedikçe tamamen
hak ve tevhid dinini bilip de yerleşecek ve hallerini değiştirecek bir durumda
bulunmuyorlardı ve bunda özürlü olabilirlerdi. Çünkü "Biz, bir peygamber göndermedikçe
kimseye azap etmeyiz." (İsra, 17/15) âyeti bunu bildirmektedir. Fakat öyle
bir beyyine (açık delil), bir Allah Resulü geldikten sonra küfre sapıp da
eski hallerinden ayrılmamakta ısrar etmelerine hiçbir sebep ve mazeret olamazdı.
Ve işte onun için böyle bir Resul gönderilmiş ve Kadir gecesi o Kur'ân indirilmiştir.
4. Fakat
o kendilerine kitap verilenler, yani o kitap ehli veya bilhassa onların bilginleri
olan okur yazar takımı ancak kendilerine o beyyine (apaçık mucize) geldikten
sonra ayrıldılar, ayrılığa düştüler. Kimisi o beyyineye, o Resule iman ettiği
halde, kimisi küfre sapıp eski hallerinde kalmakta ısrar ederek tefrika (ayrılıkçılık)
çıkardılar. O beyyine karşısında cahiller ve müşrikler için bile mazeret kalmamışken,
kitap verilmiş olanların hiçbir mazereti kalmadığı ve yalnız kendi istek ve
inatlarından dolayı küfür ve ayrılıkçılığa saptıkları ve bundan dolayı beyan
olunacağı üzere puta tapıcılar gibi cehennem azabını hak etmeleri bu şekilde
şüphesiz olarak ortaya çıkmış oldu.
Fahreddin
Râzî tefsirinde bu üç âyet hakkında der ki: "Vâhidî, Kitâbü'l-Basît'de: Bu
âyet Kur'ân'daki âyetlerin, gerek nazım ve gerek tefsir itibarıyla en zorudur
ve büyük bilginlerden bir kısmı bunda sendelemiştir, demiş, fakat zorluğun
nasıl olduğunu özetlememiştir. Ben derim ki, zorluğun şekli şudur: Âyetin
takdiri: O küfredenler, kendilerine Allah'tan Resulü olan beyyine gelinceye
kadar ayrılacak değildiler, demektir. Sonra ayrılıkları neden dolayıdır, Allah
Teâlâ onu zikretmemiştir. Lakin kastedilen, bulundukları küfür halinden demek
olduğu malumdur. Şu halde takdir: "Küfredenler, apaçık bir delil olan o Resul
gelinceye kadar, küfürlerinden ayrılıcı değillerdi." demek olur. Sonra da
"hatta", intihâ-i gayedir. O halde bu âyet şunu gerektirir ki, o Resul gelince,
onların küfürlerinden ayrılmış olmaları lazım gelir. Bundan sonra da "Kendilerine
kitap verilenler, ancak açık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler." buyurulmuştur.
Bu ise o Resul gelince, onların küfürleri artmış olmasını gerektiriyor. İşte
bundan dolayı iki âyet arasında görünüşte bir zıtlık var gibi görünüyor. İşte
benim kanaatime göre müşkülün sonu budur. Buna cevap ise birkaç şekildedir:
BİRİNCİSİ
ve en güzeli "Keşşaf" sahibinin özetlediği vecihtir. Şöyle ki: Kitap ehli
ve puta tapıcı iki fırkadan kâfirler, Peygamberimizin gönderilmesinden önce
diyorlardı ki: Biz bulunduğumuz dinimizden ayrılmayız, onu terketmeyiz, ta
o Tevrat ve İncil'de yazılı vaad edilmiş olan peygamber gelinceye kadar ki
o peygamber Muhammed aleyhisselâmdır. Allah Teâlâ önce onların o sözlerini
hikâye etmiş, sonra da "kendilerine kitap verilenler ayrılmadılar" buyurmuştur.
Yani onlar, o peygamber geldiği zaman hak üzerinde ittifak ile bir kelimede
toplanmak vaad ediyorlardı. Sonra da haktan asıl ayrılmaları ve küfürde kararları
o Resul gelince oldu, demektir ki, bunun kelamda benzeri fakir bir fâsık kendisine
öğüt veren vâize: "Allah bana bir zenginlik verinceye kadar, ben bu halden
ayrılmam" demiş, sonra da Allah ona zenginlik vermiş, fakat o bunun üzerine
kötülüğünü daha çok artırmış. O zaman o vaiz de ona: "Sen zengin oluncaya
kadar kötülükten ayrılmayacaktın, halbuki başını asıl zengin olduktan sonra
kötülüğe daldırdın." demiş olması gibidir ki, bu sırf onu azarlama ve susturmak
için önceki sözünü hatırlatması demektir. Bu cevabın neticesi şu olur: "Kitap
ehlinden ve müşriklerden (Hakk'ı) tanımayanlar, kendilerine apaçık delil gelinceye
kadar inkârlarından ayrılacak değillerdi." sözü onlardan hikâyedir. "Kitap
ehli, ancak kendilerine apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler." sözü
de vâki olan haber vermedir. Mânâ da "Onlar vaadlerinde durmadılar, dediklerinin
tersi oldu." demektir.
İKİNCİSİ:
"O kâfirler kendilerine o apaçık delil gelince de küfürlerinden ayrılacak
değillerdi." mânâsındadır. Kâdî Abdülcebbâr böyle demiş, fakat lügatta "hatta"nın
bu mânâsı olmadığı söylenmiştir.
ÜÇÜNCÜSÜ:
"Münfekkîn" küfürden ayrılmaya değil, "beyyine" (apaçık delil) olarak gelecek
Peygamber'in iyiliklerini ve faziletlerini anmaktan ayrılmadıkları mânâsına
olmalıdır. Yani Muhammed (s.a.v.) gelinceye kadar onun üstünlüklerini anmaktan
ayrılmıyorlardı. Fakat O gelince ayrıldılar, her biri bir görüş söyler oldular
demektir ki, bunun benzeri Bakara Sûresi'nde geçen "Daha önce, müşriklere
karşı bir zafer kapısının açılmasını istiyorlardı, işte bu bildikleri kitap
onlara gelince, ona inanmadılar." (Bakara, 2/89) âyeti olur.
DÖRDÜNCÜSÜ:
Peygamber gelinceye kadar küfürden ayrılmayacaklardı demektir. "Hatta" kelimesi
de o geldikten sonraki halin, öncekinin tersine olmasını gerektirir, nitekim
olay da böyle olmuştur. Çünkü hepsi o küfürde kalmadılar, bir kısmı mümin,
bir kısmı da kâfir oldular. Bu kadarı da "hatta"nın delaletiyle amel etmeye
yeterlidir.
BEŞİNCİSİ:
Peygamber'in gönderilmesinden önce kâfirler küfürlerinde tereddütsüz idiler.
Bulundukları dinin hak olduğuna kesin olarak inanıyorlar, ondan ayrılmıyorlardı.
Yahudi, yahudiliğinde; hıristiyan hıristiyanlığında; müşrik puta tapıcılığında,
hasılı her biri kendi dininde kalmak, ondan ayrılmamak azim ve itikadında
ittifak etmişlerdi. Fakat Resulullah (s.a.v.) gönderilince alışmış, yapışmış
oldukları eski dinleri hakkında azim ve inançları sarsıldı ve önceki fikir
ve kanaatleri perişan oldu. Her biri kendi dininde, mezhebinde, davasında
sarsıldılar, ayrılmaya başladılar. Bununla beraber tamamen imana da gelmediler,
kimisi iman ettiyse de, kimisi de etmedi. Ayrıcalık çıkardılar, böyle eski
dinlerinin çürüklüğünü anlamış oldukları halde o Resul'e iman etmeyip de ayrıcalık
yapan kitap ehlinin bu ayrılıkları ilimsizlikten, delilsizlikten dolayı şek
ve şüpheye bir hakları olduğu için değil, kendilerine apaçık delil geldikten
ve Hak ortaya çıktıktan sonra yalnız arzu ve inatlarından dolayı oldu. Birinci
âyette infikâk (ayrılmak), sonrakinde tefrika denilmesinde bu mânâya bir işaret
vardır. Çünkü infikâk: Bir şeyin bir şeyden ayrılması ona yapışmış iken kopup
ayrılması demektir. Tefrika da dağılmaktır. Bu suretle de Peygamberin gönderilmesinden
sonraki hâl öncesine benzememiştir. Bu da "hatta"nın mefhumudur. Râzî, bu
beş şekli hikâye ve beyan etmiş olmakla beraber, tercih edilen görüş, birinci
vecih olduğunu da hatırlatmıştır. Ancak birinci vecihte ayrılmanın müteallakını
"küfürlerinden ayrılmışlar" diye küfür lafzıyla takdir etmiştir.
"Keşşaf" sahibi
ise lafzıyla takdir etmiş. Birinci âyetin mânâsının neticesi: "Onlar apaçık
delil gelmedikçe dinlerine yapışacaklar, onu bırakmayacaklardı", demek olduğunu
söylemiştir. Müşkülün halledilmesi açısından maksat bir olmakla beraber "Keşşaf"ın
ifadesi daha incedir. Üçüncü, dördüncü, beşinci vecihlere de ihtimali vardır.
Ebu's-Suud ve daha birçokları da "Keşşaf"ın birinci vechi üzerinde yürümekle
beraber, infikâkın müteallakını daha önce üzerinde bulundukları şey "üzerinde
bulundukları şeyden" diye takdir etmişler ve bunu o vaad ile tefsir ederek
şöyle demişlerdir: Yani daha önce üzerinde bulundukları haldir ki ahir zamanda
gönderilecek Resul'e iman ve Hakk'a uyacaklarına dair vaad ve yerine getirmeye
azimleridir. Kitap ehlinden bu vaadin vuku bulmasında şüphe yoktur. Hatta
onlar onunla Allah'tan fetihler diliyorlar. "Allahım bize fetih nasip et,
ahir zamanda gönderilen peygamber hürmetine bize yardım et!" diye dua ediyorlardı
ve müşriklerden olan düşmanlarına karşı: "Bizim dediğimizi tasdik edecek bir
peygamberin çıkması zamanı yaklaştı. Biz onunla beraber olup sizi Âd ve İrem
kavimleri gibi öldüreceğiz." diyorlardı. Müşriklerin o vaadde bulunduğuna
gelince gerek ki kitap ehlinden yayıldıktan sonra onların da sonradan gelenleri
onun sıhhatine inanarak o vaadde bulunmuş olsunlar. Nitekim böyle olduğuna
şu da şahitlik eder ki Resulullah (s.a.v.) hakkında gidip kitap ehline soruyorlar:
Bu sizin kitabınızda anılan mıdır? diyorlardı. Bu suretle hepsi o peygamber
gelinceye kadar o vaad ve azimden ayrılmadılar. Fakat o geldikten sonra kitap
ehli küfre saparak bozgunculuk çıkardılar.
Bunun özeti:
O kâfirler peygamber gelinceye kadar bulundukları durumdan ayrılmadılar ve
ayrılmamaları lâzım gelirdi, fakat ayrıldılar, demek oluyor. Gerçekte infikâkın
müteallakı, onların bulundukları hâl olması daha açıktır. Ancak bunu o vaad
ve azim ile tefsir etmek Bakara Sûresi (2/89) âyetine uygun olsa da müşrikleri
içine alması itibarıyla biraz dolambaçlı geliyor ve bundan maksat, bulundukları
dinleri veya küfürleri olması daha açık görünüyor. Bundan ise ayrılmamaları
değil, tersine ayrılmaları istenir olması gerekir. Çünkü ayrıcalığın sebebi
odur. Beyyine (apaçık delil)nin de gelmesi ona karşıdır. Bu sebeple bunu bu
esas üzere, yani bulundukları halden ayrılmak mânâsına olarak yukarıda izah
ettiğimiz diğer bir vecihle anlamak gerek. "Hatta"nın gayesinin mefhumu ile
müşkülün halli ve gerek nazmın siyak u sibakı (altı üstü itibarıyla uygunluğu)
açısından bize daha açık görünmüştür. Zira Maide Sûresi'nde de geçen "Ey kitap
ehli, gerçeği açıklayan elçimiz, peygamberlerin arası kesildiği bir zamanda,
bize bir müjdeci ve uyarıcı gelmedi diyemeyesiniz diye, size geldi." (Maide,
5/19) âyeti gereğince Resulullah'ın gönderilmesinden önceki zaman dinlerin
tahrif ve karmakarışıklığa uğradığı, puta tapanla tapmayanın karıştığı ve
hak ile batılın seçilemez bir hale geldiği fetret zamanıdır. Fetret zamanları
ise "Biz, bir peygamber göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz." (İsra,
17/15) hükmüne göre sorumluluk yönelmeyen bir mazeret zamanı demektir. Böyle
bir zamanda Hakk'ı batıldan ayırdettirecek kesin ve açık bir delil gelinceye
kadar iman ve küfür hükümleri tayin edilemeyeceği ve bir susturucu delil bulunamayacağı
cihetle herkesin bulunduğu hâl üzere kalması, yani istishâb kaidesi asıl olur.
Beşeriyetin böyle Hak ve batılı seçemeyecek bir fetret ve zulmet içinde kaldığı
zamanlardır ki Allah tarafından peygamberler gönderilerek hak ve vazife yolu
aydınlatılmış ve ona göre mümin ve kâfir ayırd edilerek sorumluluk hükmü tatbik
edilmiştir. İşte sûresinin arkasından o nüzul hikmetini beyan siyâkında bu
Beyyine Sûresi de peygamber gelinceye kadar olan fetret zamanının hükmünü
beyan ile başlamış ve "kütüb-i kayyime" (kıymetli kitaplar)yi içeren, tertemiz
sayfalar olan Kur'ân'ın indirilmesiyle ilâhî delil olan Resulullah'ın gönderilmesinden
önce kitap ehlinden ve müşriklerden olan kâfirler, bulundukları hallerinden
ayrılmamakta mazeret sahibi olsalar da hak dini beyan eden bu delil geldikten
sonra özellikle kitap ehlinin buna iman etmeyip de önceki hallerinde kalmak
için ayrılıkçılık yapmaları katıksız küfür ve bundan dolayı azaba hak kazanmalarını
gerektirdiğini anlatmıştır. Şu halde mânâ o küfredenler, küfürlerinden, dinlerinden,
âdetlerinden ayrılacak durumda değillerdi. Çünkü kendilerine hakkı beyan edecek
olan o apaçık delil henüz gelmemişti. Fetret zamanında bulunuyorlardı. Onun
için onlara hak ve hayrı anlatacak kesin bir delil olmak üzere bu kitap indirilerek
peyderpey okumak üzere Allah tarafından o Resul gönderildi, o geldikten sonra
ise müşriklerden önce kitap ehli olanların ona iman edip önceki yanlış hallerinden
vazgeçmeleri, hakka karşı ayrıcalık yapmamaları gerekirdi. Halbuki onlar öyle
yapmadılar, o Resul'e karşı anlaşmazlığa düştüler, puta tapanlar gibi inkâr
ettiler. Böyle anlaşmazlığa düşmeleri ve bu şekilde inkârları da başka bir
sebebe dayalı değil, sırf o delil kendilerine geldikten sonra sırf düşmanlık
ve inatlarından ve eski hallerinden ayrılmak istememelerinden doğdu.
5. Halbuki
onlar, o kendilerine kitap verilmiş olanlar öteden beri başka bir şey ile
değil ancak şununla emrolunmuşlardı ki yalnız Allah'a ibadet etsinler, gerek
önceki kitaplarında, Tevrat ve İncil'in esasında ve gerek bu Kur'ân ile emredildikleri
görevleri bu idi ki, başka bir niyet ve maksada hizmet etmesinler, ancak Allah'ı
mabud tanısınlar, O'na ibadet ve kulluk etsinler, o şekilde ki dini ona halis
kılarak, hiçbir şirk şüphesi karıştırmaksızın şu veya bu gayeye âlet etmeksizin
saf ve temiz niyet ve ihlas ile ancak O'na yönelerek ve tahsis ederek, hanifler
olarak, yani batıl inançlardan, eğri ve yanlış fikir ve ahlâktan sıyrılıp,
daima hakka, doğruluğa meyleden hakka tapan müslim, muvahhid (Allah'ı birleyen)
olmak suretiyle dini Allah için halis kılarak Allah'a ibadet etsinler, ecir
ve mükâfatı O'ndan beklesinler.
Yukarılarda
da defalarca geçtiği üzere "hunefâ" kelimesi "hanîf" kelimesinin çoğulu olarak
İslâm'ın inanç, ahlâk ve sosyoloji itibarıyla ayırıcı bir vasfını göstermektedir.
Çoğunlukla hanîf, Hz. İbrahim'in milleti olarak "Dosdoğru, Allah'ı birleyici
olarak İbrahim dinine uyun. O, puta tapanlardan değildi." (Âl-i İmran, 3/95)
gibi müşriklere karşılık; bazan da "Allah'a ortak koşmadan, halis olarak Allah'ı
birleyenlerden olun." (Hacc, 22/31) âyetinde olduğu gibi mutlak olarak; bazan
da burada olduğu gibi tevhid ve ihlas ile dinde barış ve doğruluğu pekiştirme
ve yerleştirme hususunda zikrolunmuştur. Bütün bunlardan anlaşılan haniflik,
Hz. İbrahim'in din ve milletinin vasfı olmakla beraber yalnız ona mahsus değil,
genellikle puta tapıcılığın zıddı olarak bütün peygamberlerin milleti olan
tevhid ve ihlas dininin adı olmasıdır. Onun için Şehristânî "el-Milel ve'n-Nihal"de
hanifleri bütün puta tapıcıların karşıtı olmak üzere genel mânâsıyla Sâbiîlere
karşı çıkartarak zikretmiştir. Genel mânâsıyla Sâbiîlik ise bütün müşrikliğin
esası olan eski dindir. Şimdi bazı yeni eserlerde buna Seybele-Ceybele dini
denildiğini ve son zamanlarda "eski eserler" (âsâr-ı atika) dolayısıyla bahis
konusu edilmeye başlayan eski Eti, yahut Hitit, yahut Hetler'in de bu zeybel,
yani sabi dinine mensup olduklarını söylüyorlar. İşte hanifler, bütün bu şirk
dinlerine karşı, dini Allah için tahsis etmek ve ancak Allah'a ibadet etmek
üzere davet ve mücahedeyle görevli olan peygamberlerin dinlerini teşkil eden
ve batıldan sakınıp Hakk'a meyleden tevhidçi müslümanlardır. Onun için Hacc
Sûresi'nde "O pis putlardan ve yalan sözden kaçının. Allah'a ortak koşmadan,
halis olarak Allah'ı birleyenler olun. Kim Allah'a ortak koşarsa o, sanki
gökten düşmüş de kendisini kuş kapıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor
gibidir." (Hacc, 22/30-31) buyurulmuş olduğu gibi Şûrâ Sûresi'nde de "O size,
dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve
İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı . Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda
ayrılığa düşmeyin. Fakat kendilerini çağırdığın şey, Allah'a ortak koşanlara
ağır geldi." (Şûrâ, 42/13) buyurulmuştur. Bunların özeti ise haniflik, putlara
tapma aşağılığından, günahtan, sahte, batıl inançlardan çekinerek Nuh'un,
İbrahim'in, Musa'nın, İsa'nın ve Muhammed aleyhisselâmın yaptıkları gibi dini
Allah için tevhid, ihlas ve istikametle doğrultmak ve onda ikilik çıkarmayıp
daima doğrulukla toplanmaya çalışmaktır. "Hanif" kelimesinin türeyişi de bu
mânâyı ifade etmektedir. Zira "hanif", hanef kelimesinden türemiştir. Tefsircilerin
ve lügat ehlinin açıklamasına göre "hanef", meyletme ve doğru olma mânâlarını
içine alır. Asıl hanef, yanlışlıktan doğruya, eğrilikten istikamete meyletme
mânâsına konmuş, bazan meyil, bazan da sadece istikamet mânâsına kullanılır.
Ayağının ayası veya baş parmakları vahşiden ünsiye, yani içe doğru meyletmiş
olan (düz taban olmayan) kimseye ahnef denilmesi ise tefe'ul (hayra yormak)
için veya iki mertebe mecaz-ı mürseldir. Demek ki lügat bakımından da hanîf,
daima doğruluğa meyleden demektir. Dinde doğruluk da "Hayır, kim işini güzel
yaparak, özünü Allah'a teslim ederse, onun mükâfatı Rabbinin katındandır."
(Bakara, 2/112) buyurulduğu üzere muhsin (iyilik yapıcı) olarak ancak Allah'a
yüz tutmak, "Rabbimiz Allah'tır diyen, sonra doğru olanların üzerine melekler
iner." (Fussilet, 41/30) buyurulduğu üzere ancak Allah'ı Rab bilip, fiillerinde
ve hareketlerinde ancak O'nun emir ve hükmüne tâbi olarak o iman üzere doğrulukta
yürümektir. Bundan dolayı çoğunlukla hanîfi, "hakka tapan muvahhid" (Allah'ı
birleyici) diye tercüme etmeyi uygun görmüşüzdür. Bununla beraber tefsirciler
daha bazı tarifler de nakletmişlerdir. Bu cümleden olarak burada hunefâ (hanifler)
İbnü Abbas'dan, "hacılar" diye; Katâde'den, sünnetli olanlar, ananın ve mahremler
(evlenilmesi haram olanlar)in nikahını haram tanıyanlar diye; Rebî b. Enes'den:
Namazda kıbleye dönenler diye; Mücahid'den: İbrahim aleyhisselâmın dinine
tâbi olanlar diye rivayet etmişlerdir ki hacc, hıtân (sünnet olma), kıbleye
dönme, İbrahim dininin esaslarından birisiyle tarif demek olduğundan buna
ait demektir. Bunlardan başka Ebu Kılâbe'den "Biz, Allah'ın peygamberlerinden
hiç birisinin arasını ayırmayız." (Bakara, 2/285) âyeti gereğince peygamberlerin
hepsine iman edenler diye; daha bazılarından da "dinin hepsini toplayanlar"
diye nakil ve tarif edilmiştir ki, bu son ikisi de birbirine yakındır. Fakat
bunların çoğu mânâ ile değil, doğru olan veya bazı havas itibarıyla tarif
olduğu için tam tarif değildir. Ancak bazı cihetleri açıklamak için nakledilir.
Tercihe değer tarif, önce açıkladığımız üzere bütün batıl inançlardan İslâm'a
meyleden, dönen diye özetlenmiştir. Bütün peygamberlere iman ve her dini toplayıcı
olmak da bununla olur. İşte bütün kitaplar ve peygamberler, dini yanlış inançlardan
temizleyerek "Allah katında muhakkak din İslâm'dır." (Âl-i İmran, 3/19) olan
Hak tevhid ve ihlas ile yalnız Allah'a ibadet etmek ve insanlığı selamete
erdirmek için gönderilmişlerdir. Onun için kitap ehli de ta baştan itibaren
bununla görevli olmuşlardı ki, Allah'a böyle samimi dindar, hanif olarak ibadet
etsinler, ve namazı kılsınlar ve zekatı versinler ve işte bu üç esas: samimi
din ile Allah'a ibadet, namaz kılmak ve zekat vermek din-i kayyimedir. Yani
sabit ve payidar kalacak olan milletin dinidir. Diğer deyimle yukarıda anılan
"kıymetli kitapların", doğru, bozulmaz, sabit hak kitaplarının açıkladığı
dindir. Demek olur ki bu üç esas, bütün Hak dinlerin hiç değişmeyen en sağlam
esasıdır. Namaz ile zekat da imandan sonra bütün ibadetlerin esaslarının esasıdır.
Diğerleri ayrıntıdır. Bunların edâ şekilleri itibarıyla açıklaması her peygamberin
zamanına ve şeriatine göre değişebilirse de, asıl namaz ve zekat hepsinde
sabittir. Şu halde din için mutlaka bir "ekanim-i selâse" (üç esas) prensibi
tanımak gerekirse onu baba, oğul, rûhu'l-kudüs diye mabudun zatında üçleme
ile şirke saparak değil, tevhid, namaz, zekat diye iman ve amel esaslarında
tanımak lazım gelir. Halbuki o kitap verilenler bu doğru ve sabit dini ve
bu emri tanımadılar, ihlas ve tevhid ile Allah'a kulluk etmekten kaçındılar.
"Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, namazı kaybettiler, şehvetlerine
uydular." (Meryem, 19/59) ölçüsünce şehvetlerinin arkasına düşerek namazı
kaybettiler, zekat vermeye yanaşmadılar, bölücülük yaptılar. Bunun üzerine
bütün küfrün ve imanın ahiretteki hükümleri ayırdedilerek açıklanmak üzere
şöyle buyuruluyor:
6. Haberiniz
olsun ki "küfredenler". Önceki "küfredenler" ahde haml olunsa (bilinen kâfirler
olduğu kabul edilse) bile bunun, sevk itibarıyla istiğrak (hepsini içine alması)
için genel olması gerekir. Çünkü küfrün hükmünü beyan için kübra (büyük önerme)
yerindedir. Ancak bu küllî oluş, o beyyine (açık delil) geldikten sonra küfredenlere
ait olmak üzere bunda da bir ahit mânâsı yok değildir. Şu halde şöyle demek
olur: O açık delil geldikten sonra onu inkâr eden bütün kâfirler gerek kitap
ehlinden olsun, gerek puta tapanlardan olsun, hepsi ebedî olmak üzere cehennem
ateşindedirler. Kıyamet günü cehenneme gidecekler, orada ebedî olarak kalacaklardır.
Diğer bir mânâ ile küfür, cehennemde ebedî kalmaya sebep olması itibarıyla
aynı ateş hükmündedir. Bir de denilmiştir ki: Onların bulundukları küfür ve
isyan hâli, hakikatte aynıyla ateştir. Bu ortaya çıkma (neş'et) de âraz şeklinde
ortaya çıkarsa da, son neş'etde o şekilden çıkar, hakiki şekli ile ateş olarak
zuhur eder. Bu iki mânâca onlar dünyada cehennem ateşinin içindedirler. Ahirette
de onda ebedî olarak kalacaklardır, demek olur. Bu ebedî oluşun sebebi: Çünkü
onlar, o vasıfla sıfatlanmış olanlar, yeni o açık delil geldikten sonra ona
küfredip bozgunculuk çıkaranlar hepsi halkın şerlileridirler, insanların en
şerlileridirler, en şerli olanın yeri de cehennem olması gerektir.
BERİYYE kelimesini,
Nâfi ve İbnü Zekvan "berîe" şeklinde okumuşlardır. Ki ikisi de bir asıldandır.
Halk mânâsına 'den "mef'ûle mânâsında fehile" olarak "bârî"nin mef'ûlü olup,
halk ve halîka gibi bütün mahlûkata denilir. Özellikle beşerde de meşhurdur.
Bazıları hemzesiz "beriyye" toprak mânâsına olan "berâ"dan türemiş olarak
topraktan yaratılan mahluk demek olduğunu ve şu halde "berîe" topraktan yaratılmayan
melekleri ve cinni de içine alırsa da, "beriyye"nin onları içermiyeceğini
ve bu şekilde beşer mânâsına olması daha yakın bulunduğunu söylemişlerdir.
İki kırâete göre de bazıları burada özellikle beşer mânâsına olmasını tercih
etmişler, sebep olarak da bütün yaratılmışların en şerlisi şeytan olduğunu
söylemişlerdir ki, aklî karine ile tahsis demek olur. Lakin buna "Şüphesiz
münafıklar, ateşin en aşağı tabakasındadırlar." (Nisa, 4/115) gereğince münafıkların
da diğer kâfirlerden daha şerli olduğu ileri sürülerek itiraz edilmiştir.
Bundan dolayı maksat, müminlere göre izafî tahsistir, diye cevap verilmiş
ise de bu tartışmalara lüzum yoktur. Zira burada maksat, küfrün asıl ahirete
mahsus hükmünü beyan olduğu için, küfür sıfatında münafıklar da, şeytan da
bu umumda dahil olarak açık ve gizli bütün kâfirler, genel olarak yaratıkların
en şeriridirler, denilmesi doğru olacağı gibi, şeytan konudan hariç olarak,
gerek kitap ehli ve gerek puta tapıcılardan inkârı açık veya münafık bütün
kâfirler beşerin en şerlisidirler, demek de doğrudur.
7. Buna karşılık
haberiniz olsun ki iman edip de, yani bu açık delile iman edip Allah için
dine, ihlaslı, hanif olarak, gereğince güzel ameller işleyenler, sadece namaz
ve zekat gibi dinin aslî temellerinden olan amellere mahsus değil, gerek esaslardan
ve gerek ayrıntılardan, gerek farzlarından, gerek nafilelerden, gerek ibadetlerden,
gerek muamelelerden Allah rızasına uygun olan, kurtuluşa hizmet eden, hayra
yarar bütün iyi ve faydalı amelleri işlemek ve yasaklardan sakınmak da güzel
amel (amel-i salih) mânâsında dahildir. Zira amel, işlemeyi ve terketmeyi
içine alır. Bilinmektedir ki elif lâm ile süslenmiş çoğul olduğu için hepsini
kaplamayı ifade eder. Fakat bundan her ferdin, her iyi ameli yapmakla yükümlü
olduğu da sorulmamalıdır. "Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez."
(Âl-i İmran, 3/286) âyeti gereğince herkesin hissesi ehliyet ve gücüyle orantılıdır.
Râzî der ki: "iyi ameller işlediler", çoğulun, çoğula karşılık vermesi kabilindendir.
Onun için bir kişinin bütün güzel amelleri yapmakla yükümlü olması gerekmez.
Belki her yükümlünün bir hazzı, selâhiyeti vardır. Zenginin hazzı vermekte,
fakirin hazzı da almaktadır. Elverir ki herkes kendi halince kurtuluşa çalışsın.
İşte onlar, halkın en hayırlısıdırlar. Bütün halkın en hayırlısıdır. Amelce
de hayırlısı, Allah katındaki makamca da hayırlısıdır. Demek ki iman edip
de güzel amele çalışmazsa, onlar halkın en şeriri olmasalar bile en hayırlısı
da değildirler. "Hayru'l-beriyye", hem iman edip hem iyi ameller işleyenlerdir.
8. Onların
cezası, yani o iman ve amellerine karşılık ecir ve mükâfatları Rableri katında,
altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. İçlerinde ebedî olarak orada
cismânî ve ruhânî türlü nimetlerle ebedî olarak nimetleneceklerdir. Bunların
birinci olarak "halkın en hayırlıları" diye övülmelerinin önce getirilişi;
ikinci olarak bu nail olacakları nimetlerin amelleri karşılığı olduğunu anlatmak
üzere "ceza" deyimiyle ifade edilmesi; üçüncü olarak bunun Allah Teâlâ katından
olmasının açıklanması; dördüncü olarak bunun derece derece kemâle erdirmek
demek olan terbiye mefhumuna işaret eden Rablik ünvanıyla ifadesi; beşinci
olarak bunun onlara râci zamirine izafetle ifade olunarak terbiye ve kullukta
özel şereflerine işaret olunması; altıncı olarak cennetlerin içinde oturma
mefhumuna işaret eden Adn'e izafetle beraber çoğulun çoğula karşılaştırılmasıyla
her birine bir cennet düşecek kadar çokluk ve genişliğine işaret olmak üzere
çoğul sigasıyla ve aynı zamanda dengi görülmedik ve tarife sığmayacak şekilde
yüksekliğine, şânının büyüklüğüne tenbih için nekre olarak getirilmesi; yedinci
olarak hayatın mayası olan feyiz ve nimetinin, hoşluk ve güzelliğinin devamlı
artan güzel cereyanını duyurmak üzere, "altından ırmaklar akan" vasfıyla vasıflandırılması;
sekizinci olarak onlarda takdir edilmiş hâl olmak üzere ebedîlik demek olan
"hulûd"ün açıklanmasıyla beraber bir de "ebedîlik" kaydıyla tekit edilmesi
o müminlerin güzel halleriyle mükâfatlarının büyüklüğünü açıklama açısından
ne kadar dikkate şâyândır. Gerçekte "hulûd" ebedîlik demek olduğu için sadece
"orada ebedîdirler" denilmekle de aynı mânâ ifade edilmiş olur. Ancak "hulûd",
uzun müddet kalmak mânâsına da kullanıldığı için bu ihtimali defetmek için
ile de tekit olunmuştur. Bu tekit, pekçok âyetlerde cehennem ehlinin ebedîliğinde
de, cennet ehlinin ebedîliğinde de vardır. Fakat görülüyor ki bu sûrede kâfirlerin
cehennem ateşinde ebedî oluşları "ebeden" kelimesi ile tekit edilmemiş olduğu
halde müminlerin cennetlerde ebedî oluşları açıkça te'bid (devam ettirme)
ile de tekit edilmiştir. Râzî "Tefsiri"nde buna iki vecih söylemiştir: Birincisi:
Rahmetin, öfkeden daha fazla olduğuna tenbihtir. İkincisi: Cezalar, hadler,
keffaretler birbirine girer. Fakat sevabın kısımları birbirine girmez.
Bir de bu
yüksek karşılıktan daha büyük olan Allah'ın lütfu beyan ve müjdelenmek üzere
şu isti'naf (başlangıç) cümlesi ile buyuruluyor ki: Allah onlardan razı olmuş,
onlar da O'ndan razı olmuşlardır. Çünkü bütün isteklerin en üstünü, bütün
lezzetlerin en yükseği olan Allah'ın rızasına ermişler, "gözlerin görmediği,
kulakların işitmediği, hiçbir beşerin aklının ermediği" en büyük rızaya kavuşmuşlar,
"râdıyeten" razı olmuş olarak", "merdıyye" (razı olunmuş) makamına ermişlerdir.
Bu mükâfat ve rıdvan ise, Rabbinden korkanlara mahsustur. Yani bu başarının
tek sebebi ve hikmeti Allah korkusunu duymaktır. Yukarılarda da geçtiği üzere
haşyet, tazim ile sevgi neticesi olan saygı mânâsına bir korkudur. Onun için
haşyet itaatte mutlak güzele layık, ihsana yaklaştıracak yüksek bir aşk heyecanı
uyandıran güzel bir ruh halidir. Nitekim Müminûn Sûresi'nde "Verdiklerini,
Rablerinin huzuruna dönecekler diye kalpleri korku ile ürpererek verirler."
(Müminûn, 23/60) buyurulmuştur. "Hikmetin başı Allah korkusudur." hadisinde
de "mehafet"ten asıl maksat bu "haşyet" mânâsıdır. Bunun derecesi de ilim
ve marifetin derecesi ile orantılıdır. Ondan dolayı "Kulları içinden ancak
âlimler Allah'tan gereğince korkar." (Fâtır, 35/28) buyurulmuştur. Bir de
haşyet, soyut (mücerred) korkudan şiddetli olması gerektir. Nitekim meleklerin
vasfında "Onun (Allah'ın) korkusundan titrerler." (Enbiya, 21/28) diye haşyet,
işfâk (korkudan titreme)a yakın olarak zikredilmiştir. "İşfak" ise korkunun
en şiddetli derecesidir. İmam Râzî'nin hatırlattığı üzere bu âyete, "Kulları
içinden ancak âlimler Allah'tan gereğince korkar." (Fâtır, 35/28) âyeti katılarak
düşünülünce, hepsi ilmin ve âlimlerin faziletine bir delil teşkil eder. Şöyle
ki: O cennet ve rıdvan, Allah korkusunu duyanlara mahsustur. Allah korkusunu
duyanlar ise ancak âlimlerdir. Şu halde netice: O cennet ve rıdvan, âlimlere
mahsustur. Bundan şu da anlaşılır ki kendisinin cennet ehlinden olduğu müjdelenen
kimselerin Allah korkusundan uzak kalmak şöyle dursun, daha çok korku hissini
artırmaları gerekecektir. Ondan dolayıdır ki peygamberlerin korkusu hepsinden
çoktur. Nitekim Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Allah'ı en çok tanıyanınız,
Allah'tan en çok korkanınızdır. Ben ise ondan en çok korkanınızım."
Bu korkuyu
duymayanlara duyurmak için Zelzele Sûresi takip edecek, hayır ve şerrin cezası
ne zaman ve nasıl olduğunu haber verecektir.