90-BELED:
"Yemin ederim"
(Geniş bilgi için Kıyâme Sûresi'ne bak.) "bu beldeye".
Bu beldeden
maksat, Beled-i Haram, yani Mekke-i Mükerreme olduğunda tefsirciler ittifak
emiştir. Kamus'ta: "el-Beled ve el-Belde Mekke-i Mükerreme'nin ismidir" denilmektedir.
Şerhinde ise şöle yazılıdır: Bu Süreyya yıldızına en-Necm denilmesi gibi yüceltme
içindir. "Besair"de açıklandığına göre: Beled ve belde; muhite ve sınırlı,
belli ve içinde bulunanların toplanma ve oturmalarıyla etkilenen yere denir.
Şehre belde denilmesi de bunun içindir. İmar edilmemiş, bayındır olmayan çöle
belde denilmesi, vahşi hayvanların mekanı; toprağa belde denilmesi, haşere
ve böceklerin mekanı; mezarlığa belde denilmesi de ölülerin mekanı olmalarından
dolayıdır. İki kaş arasındaki açıklığa belde denilmesi, sınırlı olan o yere
benzetme yoluyladır. Devenin göğsündeki döşüne belde denilmesi de böyledir.
İstiare yoluyla bazan insanın göğsüne de denilir. Yukarda zikredilen etkilenme
itibariyle eser ve nişan mânâsına, bir yerde ikamet edip kalma mânâsı itibarıyla
ayrılmama, oturma ve ayırmama mânâlarına ve vatandan ayrılmamış bir kimsenin
diğer bir yerde şaşkınlığa düşmesi nedeniyle hayret ve zihin donukluğu mânâlarına
dahi kullanılır.
Bu ayrıntılı
bilgilerden anlaşılır ki Mekke-i Mükerreme'ye başındaki ahid mânâsı ifade
eden "lâm" ile el-Beled denilmesi "Doğrusu insanlar için yapılan ilk ev elbetteki
Mekke'de bulunan o çok mübarek ve bütün âlemlere hidayet rehberi olan evdir.
Onda apaçık âyetler var."(Âl-i İmran, 3/96-97) niteliği gereğince Beyt-i Atik
olan mübarek Kâbe-i Muazzama ile bazı apaçık âyetleri içeren bir "Harem-i
âmin" olmak itibarıyla âlemin insanı hayretler içinde bırakan bir fazilet
sinesi halinde hürmet ve saygıyla tanınması vacip, mübarek, bilinen bir şehir
olduğuna işarettir.
Yüce Allah
insanın sıkıntılar içinde yaratılmış olduğunu ve dolayısıyla Rabbine doğru
yükselmek için bu âlemde sıkıntılara göğüs germesi gerekeceğini vurgulu bir
şekilde açıklamak için burada bu beldeye ve "vav" atıf harfi (bağlacı) ile
buna bağlanan baba ve oğula yemin etmiştir ki önceki sûrede bu gibi yeminlerin
gerçekte onların Rabb'ine yapılmış olduğu anlatılmıştı.
2. Önceki
sûrede "Leyâl-i aşr" yani on gece, Zilhicce'nin ilk on gecesi; "şef' ve vetr"
yani çift ve tek de, Hacc günleri olan Bayram ve Arefe olduğuna göre burada
haccın ifa edildiği Belde-i Haram'a yemin edilmesindeki münasebet açıktır.
Fakat şu da çok dikkate değer bir husustur ki bu yemin pek kayıtsız bırakılmamış,
şu hal cümlesi veya ara cümlesi ile kayıtlanmış veya hemen ardından şu cümle
zikredilmiştir: Sen hıll iken bu beldede, yani burada bulunurken, veya bu
beldeye hıll iken, yani buradan çıkıp da sonra fetih ile buraya gireceğin
zaman, yahut sen ki hılsin bu beldede, yani harem-i amin olan bu beldede senin
hakkına hürmet edilmiyor, burada bir ava bile saldırılmazken sana saldırı
helal sayılıyor, dolayısıyla sen ona, o sıkıntılara göğüs ger. Çünkü insan
sıkıntı içinde yaratılmıştır. Bu mânâca cümle cümle-i mu'tarıza (ara cümlesi)dır.
Yahut sen bu beldede bir an için hıll halinde olacaksın, yani dilediğini yapmak
helal olacak, o haldeki bu beldeye yemin ederim, ey Muhammed!
Birinci ve
bu üçüncü mânâda hal cümlesindeki hal mukarine (fiille aynı anda bulunan hal)
veya mukaddere (fiil ile beraber bulumayan hal)dir.
HILL kelimesi
haram, harem, ihram karşılığı olarak helal gibi mastar ve mastarla isimlendirme
kabilinden sıfat ve isim olur. Haram olmayıp helal olmak veya helal olan ve
Mekke'de harem bölgesinden dışarda kalan yer, o helal yerde bulunmak ve ihramdan
çıkmak, veya ihramdan çıkan ve yeminin sorumluluğundan çıkmak mânâlarına gelir
ki asıl kavramı helal gibi çözmek mânâsından olup bir serbestlik ifade eder.
Bir şeyin üzerine inmek, konmak mânâsına olabildiği de söylenmiştir.
Burada muhatap
olan Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bir vasfı olduğu açıktır. Bu da işaret edildiği
üzere başlıca üç mânâda düşünülebilir. Kadı Beydâvî önce bir yere inmek, konmak
mânâsını öne alarak demiştir ki:
Yüce Allah
Beled-i haram'a (haram Belde'ye) yemini Hz.Peygamber (s.a.v.)'in ona girmesi
ile kayıtlamıştır ki bunda peygamberin faziletinin büyüklüğünü gösterme ve
bir yerin şerefinin, o yerde bulunanların şerefi ile olduğunu bildirme mânâsı
vardır.
Hıll'in,
bir yere inmek mânâsına gelen hulul kökünden türetilmiş bir sıfat olmasını
münakaşa edenler olmuş ve bu kökten sıfat türetilirken hıll değil hal denildiği
ileri sürülmüş ise de Alûsî, bu münakaşanın araştırma azlığından kaynaklandığını
söylemiştir. Bununla beraber hulul'den maksat, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sade
Mekke'de kalmasından ibaret olmamalıdır. Zira öyle olsa idi, "hıll" lafzına
gerek kalmadan "sen bu beldede iken" denilmesi yeterli idi. O halde maksat,
bununla beraber bilhassa oradan hicret edip de daha sonra fetih ile oraya
gireceği hale de işaret olmasıdır. Bu suretle hem oradan çıkmağa sebep olacak
sıkıntılara katlanmak gereğine dikkat çekmek, hem de "Kuşkusuz sana o Kur'ân'ı
farz kılan, elbette seni dönülecek yere döndürecektir."(Kasas, 28/85) buyurulduğu
üzere güzel bir dönüş yerine kadar döndürülüp o beldeye serbest olarak geleceği
vaadi ile bir müjde ve teselli etmek mânâsını içerir. Onun için İbnü Cerir
ve daha başkalarının rivayet ettiği üzere İbnü Abbas bunu tefsirinde demiştir
ki: Ey Muhammed! Bu beldede savaş ancak sana bir an için helal olacak, fakat
senden başkasına olmayacak. Mücahid de demiştir ki: Yüce Allah Hz. Peygamber
(s.a.v.)'e bir gündüzün bir saatinde bu beldeyi helal kıldı. "Onda her ne
yaparsan helal olacak, sorguya çekilmeyeceksin." buyurdu. Ebu Salih, Katade,
İbnü Atıyye, İbnü Zeyd, Hasen ve Dahhâk'ten de bu mânâ rivayet edilmiştir.
Bu mânâyı ifade eden lafızlar şöyledir: "Yüce Allah buyuruyor ki: Sen bu Harem'de
hıllsin. O vakit dilersen öldür, dilersen bırak. Ve bu fetih günü idi." Hz.
Peygamber (s.a.v) o gün Ebu Berze, Said b. Harbi Eslemi'ye emredip dinden
çıkmış olan Abdullah b. Hatal'ın boynunu Ka'be örtüsüne yapışmış iken vurdurmuştu
ki bu İbnü Hatal'a Kureyşliler "iki kalpli" derlerdi. Müslüman olduğunu ortaya
koymuş, sonra dinden çıkıp İslâm aleyhinde bir takım adilikler yapmış idi.
Daha önce Mekke'nin fethinden bahsedilirken geçmiş idi ki Hz. Peygamber (s.a.v.)
o saat üç-dört kişinin daha öldürülmesini emretmiş ve o güne kadar ömrünü
Resulullah (s.a.v)'la savaş ve düşmanlıkla geçiren öldürülmeyi hak etmiş niceleri
ise affedilip hakla batılı ayıran o büyük fetihte bütün öldürülenler böyle
birkaç kişiden ibaret kalarak fethin sonucu genel bir rahmet olmuş idi. Yine
o gün Hz. Peygamber (s.a.v) buyurmuştu ki: "Yüce Allah gökleri ve yeri yarattığı
gün Mekke'yi haram kıldı, o, kıyamet kopana kadar da haramdır. Benden önce
kimseye helal olmadı, benden sonra da hiç kimseye helal olmayacaktır. Bana
da bir gündüzün bir saatinden başka helal olmadı. Bundan dolayı onun ağacı
budanmaz, otu biçilmez, avı ürkütülmez, sokağında bulunup alınan ve sahibi
belli olmayan şey, onu araştırıp sorandan başkasına helal olmaz." Bunun üzerine
Hz. Abbas: "Ey Allah'ın Resulü! İzhırdan (boya otundan) başka. Çünkü o bizim
koyunumuz, kabirlerimiz ve evlerimiz içindir." demişti. Rasulullah (s.a.v.)
da: "İzhırdan başka" buyurmuştu. Buna nazaran "sen" müsnedün ileyhin öne alınması
sadece ona helal olduğunu göstermek için, 'deki tenvin de azlık için demek
olur ki "bir saat" ile açıklanmıştır.
Bu cümlede
tekrar olunup da zamir ile yetinilmemesi, bu beldeye ayrıca bir hürmet ifade
etmek veya Resulallah (s.a.v.)'ın orada bulunması halinde yeni bir özellik
kazanacağına işaret olmak içindir.
3. "Babaya
ve çocuklarına yemin ederim." Birinci âyette geçen üzerine bağlanarak bunlara
da yemin edilmiştir.
Valid, ata;
vemâ veled, doğmasına vesile olduğu soyu, çocuğu, zürriyetidir. Bunda da tefsircilerden
birkaç izah şekli nakledilmiştir:
1. Vâlid,
Âdem (a.s); mâ veled, onun soyudur. Bu Mücahid'den rivayet edilmiştir. Bunlara
yemin edilmiştir. Çünkü insanoğlu türü, yeryüzünde Allah'ın yarattığı mahlukların
en enteresanıdır. Açıklama, konuşma, yönetme, ilim elde etme onlarda; Allah'a
davet eden peygamberler ve dininin yardımcıları onlardandır. "O Allah ki yerde
ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra iradesini göklere yöneltti."(Bakara,
2/29) buyurulduğu üzere yeryüzündeki şeylerin hepsi onlar için yaratılmış,
sonra da gökten nasibi verilmiş, Âdem (a.s)'e isimler öğretilmiş, meleklere
ona secde etmeleri emredilmiş, "Andolsun biz Âdem oğullarını üstün kıldık"(İsrâ,
17/70) buyrulmuştur. Bu suretle insanoğlu türünün iyisi kötüsü ayrılmayarak
hepsine yemin edilmiş demektir. Zira ilk yaratılış bakımından hepsi birdir.
Enteresan durumların ortaya çıkma yeri olan bu bünye ve terkipte hepsi ortaktır.
Bununla beraber bir de denilmiştir ki yemin, Âdem ile onun oğullarından iyi
olanlara yapılmıştır. Çünkü iyi olmayanlar, sanki Âdem oğullarından değil,
hayvan hükmündedirler. Onlar hakkında "Onlar ancak hayvanlar gibidir. Hatta
daha da sapıktır."(Furkan, 25/44) ve "Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler,
hakka dönmezler."(Bakara, 2/18) buyrulmuştur.
2. Vâlid,
İbrahim (a.s) ve mâ veled, İsmail ve Muhammed (s.a.v.), yahut Vâlid, İbrahim
ve İsmail (a.s.); mâ veled, Muhammed (s.a.v.)'dir. Önce Mekke'ye yemin edilmiş
olması ve "ente hıllün" buyrulması bunu andırır. Çünkü o, İbrahim (a.s.)'in
bina ettiği, oğlu İsmail (a.s)'in gelişip büyüdüğü ve soyundan Muhammed (s.a.v.)'in
doğduğu yerdir. Bununla Bakara Sûresi'nde geçen "Şunu da hatırlayın ki bir
zaman Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan edip de o, bunları tamamen
yerine getirince: "Ben seni bütün insanlara önder yapacağım." buyurdu. İbrahim
de: Zürriyetimden de bir kısmını önder yap." dedi. Allah da, "zalimler benim
ahdime nail olamazlar" buyurdu. Hani biz Kâbe'yi vaktiyle insanlara bir sevap
mahalli ve her türlü düşman taarruzundan emin bir sığınak yapmıştık. Siz de
Makam-ı İbrahim'den namaz kılacak bir yer edinin. İbrahim ve İsmail'e şöyle
ahit verdik: Beytimi hem tavaf edenler, hem ibadete kapananlar, hem de rüku
ve secde edenler için tertemiz bulundurun. O vakit İbrahim: "Ey Rabb'im! Burasını
emin bir belde kıl ve halkını bütün meyvelerle rızıklandır. Bunu hepsine değil
de içlerinde Allah'a ve ahiret gününe iman etmiş olanlara..." dedi. Allah
da: "Kâfir olanı dahi kısa bir müddet için faydalandıracağım. Sonra da onu
asla kurtulamayacağı cehennem azabına uğratırım. Varacağı yer ne kötü bir
yerdir." buyurdu. Hani bir vakit İbrahim İsmail ile beraber Beyt'in temellerini
yükseltiyor ve ikisi birden şöyle dua ediyorlardı: Ey Rabbimiz ! Bu işimizi
sen kabul buyur. Kuşkusuz daima işiten ve daima bilen sensin, ancak sen. Ey
bizim Rabbimiz! Hem bizi yalnız senin için boyun eğen müslüman kıl ve soyumuzdan
yalnız sana boyun eğen müslüman bir ümmet yetiştir. Bizlere ibadetimizin yollarını
göster. Tevbe ettikçe üzerimize rahmetinle bak. Zira tevbeleri en çok kabul
eden ve müminleri hakkıyla esirgeyen sensin, sen. Ey Rabbimiz! Hem de onlara
içlerinden bir peygamber gönder..."(Bakara, 2/124-129) âyetlerinin mânâsı
özetlenmiş olur.
"Ve men velede"
(doğmasına vesile olduğu kimseler) denilmeyip de "ve mâ velede= "doğmasına
vesile olduğu şeyler" denilmesi, "Göğe ve onu bina eden şeye yemin olsun."(Şems,
91/5) ve "Allah onun doğurduğu şeyi daha iyi bilir."(Âl-i İmran, 3/36) âyetlerindeki
nükteler gibi bir hayret mânâsını da ima etmesidir ki: Şanı enteresan bir
oğul demek olur.
3. İbnü Cerir
ve İbnü Ebi Hatim, Ebu İmran'dan şöyle rivayet etmişlerdir : Vâlid, İbrahim
(a.s); "Mâ veled" de onun bütün çocuklarıdır. Lakin "Zürriyetimden de bir
kısmını önder yap." dedi. Allah: "Zalimler benim ahdime nail olamazlar." buyurdu"
(Bakara, 2/124) âyeti zalimleri ilâhî ahitten dışarda bıraktığı için bunu
da müminlerine tahsis etmek gerekir. Nitekim "İbrahim'e ve İbrahim'in âline
salat ettiğin gibi..." duası da böyledir. Bir kısım tefsirciler bu tashihi
açıkça belirtmişlerdir. Bu şekilde bu izah ikinci izah şekline yakın olmakla
beraber ondan daha kapsamlı olur.
4. Mâverdi'den
şöyle rivayet edilmiştir: Vâlid, Hz. Peygamber (s.a.v); "Ve mâ veled", onun
ümmeti olmak da ihtimal dahilindedir.
5. İbnü Abbas'a
nisbet olunarak denilmiştir ki: Maksat, her baba ve çocuğudur. Buna, gerek
akıl sahibi olanlardan ve gerek akıl sahibi olmayanlardan her baba ve çocuğu
dahil olabileceğine göre bu mânânın kapsamı birinciden çok daha geniştir.
"Ve Mâ veled" tabirinden en açık olan da budur. İbnü Cerir: "doğru olan da
budur" demiştir. Razî de der ki: Bu uygundur. Çünkü bütün yaratılmışlara hürmet
ve saygı bu sözün içinde vardır. Belli ki bütün yaratılmışlardan maksadı,
doğum olayının cereyan ettiği bütün canlı mahluklar demektir.
6. İkrime
yoluyla yine İbnü Abbas'tan bir de şu rivayet edilmiştir: Valid, her bir doğuran;
"ve mâ veled" de doğurmayan demektir. Bu iki şekilde anlaşılabilir. Birisi;
Âdem ve melek karşılığı olmak üzere kendisi doğmuş; şahsı veya nev'i veya
cinsi itibariyle doğurmak da şanından olduğu halde doğurmamış demek olur ki,
bu mânâ "mâ"nın mevsul olmasıyla birlikte "vâlid"e karşılık olarak zikredilmesinden
çıkarılabilir. Yani "ve mevludin gayr-i valid" (doğmuş, fakat doğurmamış)
meâlinde olur. Çünkü her doğuran "vâlid" lafzının mânâsına dahildir. Bu durumda
beşinci izahtan pek farkı olmaz.
Diğer birisi
de "mâ"nın olumsuzluk mâ'sı olmasıdır ki nakledenler böyle kabul etmişlerdir.
Bu surette "her doğuran ve doğurmayan" olumluluk -olumsuzluk karşılaştırılması
ile bütün eşyayı kapsar. Önceki sûredeki "çift ve tek"in bir mânâsındaki kapsama
benzer. Lakin bunda ikisinin birbirine bağlanmasının sahih olması için "doğuran
ve doğurmayan" takdirinde hazfedilmiş, aslında olduğu halde zikredilmemiş
bir mevsul gözetmek gerekir. Böyle mevsulün hazfini ise Nahivde Basralı âlimler
caiz görmemiş olduklarından bu yön zayıf sayılmıştır. Atfa nazaran (bağlaç
kuralına göre) en açığı, bu beldeye uygunluğu bilinen baba ve oğul olmaktır.
Bunda da meşhur olan İbrahim ve İsmail (a.s.)'dir. Bu nedenle ikinci yön ve
izah tarzı daha açıktır. Mutlak olarak açık olan da, insan yaratılışı ile
ilgili olan ve "Baba nedir? Oğul nedir? takdir edilebilen her baba ile çocukları
olmaktır. Bu ise beşinci maddede açıklanmıştır. Buna önceki yorumlar öncelikle
dahil olur.
4. Bu yeminlerle
vurgulanıp desteklenerek bildirilen cevap şudur: Gerçekten biz insanı bir
sıkıntı ve meşakkat içinde yarattık. (İnsan Sûresi'nin baş tarafına bkz.)
İnsan hayata
bir anda kolaylıkla gelivermiş olmadığı gibi kolaylıkla geçip gidiverecek
de değildir. O, ciğerlere işleyecek şiddetli bir sıkıntı ile kuşatılmış olarak
ve ilâhî yardım ile halden hale o sıkıntılar içinden geçirtilerek yaratılmış,
hayata çıkarılmış, o suretle insan olmuştur. Demek ki sıkıntı ve meşakkat
içinden insanlık gayesine ermek, insan yaratılışının ayrılmayan bir vasfı
ve yaratıcının bir kanunudur. İnsan aslında aciz ve güçsüz iken yüce yaratıcının
teşekküre layık büyük bir yardım ve himayesine mazhar olmuştur. O halde insan,
mükemmel bir insan olmak için bunu bilerek sıkıntı ve meşakkate göğüs germeli
ve o sıkıntı içinde onu koruyup hayata çıkaran, kuvvet veren yaratıcıya şükrünü
eda etmek üzere vazifeye atılmalı ve öyle acıklı, merhamete layık kullara
merhamet ederek kurtulma ve hoşnut olma yoluna girmelidir. Çoğunluğun görüşüne
göre bu âyetin mânâsı budur.
Kâfın ve bânın
fethasıyla kebed, bânın kesresi veya sükunuyla ciğer mânâsına gelen kebid
maddesindendir. Tefsircilerin bununla ilgili de birkaç yorumu vardır:
1. Zemahşeri
der ki: Kebed aslında, bir kimsenin ciğeri ağırdığı ve şiştiği zaman söylenen
sözündendir. Böyle ciğeri şişip ağrıyan adama yani "ekbed" denilir. Daha sonra
kelimenin anlamı genişletilerek her yorgunluk ve sıkıntıda kullanılmıştır.
Sıkıntılara karşı koymak mânâsına kullanılan "mükabede" bundan alınmıştır.
Nitekim "yok etti" mânâsına ta ile denilir. Aslı 'dur ki "ciğerine sapladı"
demektir.
Diğer bazıları
da demişlerdir ki: Kebed aslında şiddet mânâsınadır. sözü bundandır ki, "süt,
yoğurt koyulaştı, katılaştı" demektir. Bu iki görüş arasındaki fark şudur:
Birincisinde "kebed" ismi önce ciğere verilmiş, sonra bundan şiddet ve sıkıntı
mânâsı türetilmiş; ikincisinde ise lafız önce şiddet ve koyuluk için kullanılmış,
sonra ondan uzvun ismi türetilmiştir.
2. Kebed;
düzgünlük ve doğruluk mânâsınadır denilmiştir ki ciğerin düzgünlüğünden, yahut
"kebed-i sema" tabirinden düşünülüp alınmış demektir. Bunda insanın diğer
canlılar gibi sürünmeyip belinin doğruluğu, gidişindeki doğruluk ve manen
yükselme kabiliyeti ile "yarattı ve düzgünleştirdi." (Â'lâ, 87/2) mânâsı gözetilmiş
oluyorsa da feth ile "kebed"den bu mânâyı çıkarmak çok uzaktır.
3. Kebed,
yaratılışın şiddet ve kuvvetidir denilmiştir. Yaratıcının kudretiyle kuvvetlendirilip
bedenine kuvvet verilmek suretiyle demek olur ki, önceki mânâ bunu da ifade
edebilir. Bu kuvvetlenme mânâsı "Keşfu'l-Esrar"da fizyolojik bakımdan meninin
pıhtılaşması ve donması tarzıyla biraz aydınlatılmak istenilerek denilmiştir
ki: Bu bize bazı zamanlar meni pıhtılaşıp donduğunda meydana gelen durumu
anlatabilir. Bunun bir benzeri de şudur: Mesela, göğsün iç zarı gibi gışâ-i
maslide bir iltihap meydana geldiği zaman önce onda çok ve saf bir akıcı,
tabii sıvı görülür. Sonra az miktarda bir posa olur ve ağdalanır, hatta sıcağa
tutulduğu zaman yumurta akı gibi olur. Sonra da onda mayalı hamur boşlukları
gibi boşluklar ve küçük küçük kabarcıklar çıkar ki düzenlerine göre sıra sıra
olabilirler. Sonra bunlardan birbirlerine ağızlar açılır ve hareketli bir
sıvı ile dolan bir takım damara benzer kanallara dönüşürler. Sonra bu damarlar
ile iltihaflı yere bitişik ince damarlar arasında ağızlaşmalar olur. Bu şekilde
yeni oluşan bu zara da genel bir hayat yayılır. Bu gözlemden gerçi her canlı
maddedeki akıcı şeylerin donmuş şeylere dönüşmesinin zorunlu olduğu hükmünü
bilemezsek de bunun faydalı olduğunda da şüphe yoktur.
Zira biz
bununla içteki vazifelerden bir vazifenin farkına varıyor ve çoğu durumlarda
bize gizli kalan sırlardan bir sırrı anlamış oluyoruz.
Razî şöyle
der: Bu üç izah şekli bilindikten sonra deriz ki: Birinci veche göre maksadın
yalnız dünya zorlukları olması da, yalnız sorumluluğun getirdiği zorlukların
olması da, yalnız ahiret zorlukları olması da ihtimal dahilinde olduğu gibi,
hepsinin olması ihtimali de vardır.
BİRİNCİSİ:
"Andolsun biz insanı sıkıntılar içinde yarattık." Yani onu bir takım merhalelerden
geçirerek yarattık ki, hepsi sıkıntı ve meşakkattir. Babanın belinden geçerken
ve anasının karnında, sonra emzik zamanında, sonra ergenlik çağında geçimliğini
elde etmede, sonra da ölümde.
İKİNCİSİ:
Dinde sıkıntı ve zahmet. Hasan demiştir ki: Bolluk ve refah halinde şükür
ile uğraşır, sıkıntı halinde sabır ile uğraşır ve ibadetleri eda ederken zorlukla
uğraşır.
ÜÇÜNCÜSÜ:
Ahiret sıkıntıları, ölüm, melek sorusu, kabir karanlığı, sonra yeniden dirilme
ve Allah'ın karşısına çıkarılış. Bu, cennetteki veya cehennemdeki yerini buluncaya
kadar devam eder.
DÖRDÜNCÜSÜ:
Lafzın bütün bu mânâları taşımış olmasıdır ki gerçek de budur. Razi bunlara
şunu da ilave ederek der ki: Bence bunda bir izah yönü daha vardır. Şöyle
ki: Bu dünyada lezzet yoktur. O lezzet zannedilen şeyler sıkıntı ve elemden
kurtuluştur. Mesela, yemek yemekle alındığı hayal edilen lezzet, açlık eleminden
bir kurtuluştur. Giyimde hayal edilen lezzet, sıcak ve soğuk gibi elemlerden
kurtuluştur. Demek ki dünyada insanın hali ya elem, veya bir elemden kurtularak
diğerine geçmektir. 'in mânâsı bu demektir. Bundan açıkça anlaşılır ki insan
için öldükten sonra dirilme ve kıyamet kaçınılmazdır. Zira insanın yaratılışını
yöneten o hikmet sahibi yaratıcının bundan maksadı onun elem çekmesi ise,
bu, rahmete uygun değildir. Yok eğer maksadı ne elem çekmesi ne de lezzet
alması ise, onu yoklukta bırakıp yaratmaması bu maksadın gerçekleşmesine yeterli
gelirdi. Oysa Allah insanı bu dünyada bir sıkıntı, meşakkat ve dert içinde
yaratmıştır. O halde bu dünya yurdundan başka bir ahiret yurdu olmalı ki orası
mutluluk, lezzet ve ikram yurdu olsun. "Kebed" in düzgün yapma mânâsına geldiğine
dair ikinci vecih İbnü Abbas'tan nakledilmiş olup, İbnü Abbas: "Fi kebed,
diğer canlılar baş aşağı yürürken insan yukarı doğru düzgün ve dik olmak üzere
yaratıldı mânâsınadır." demiştir ki bu, yaratılış nimetini bir tür hatırlatma
demek olur.
Bu kelimenin,
yaratılışın şiddet ve kuvveti mânâsına geldiğine dair üçüncü izah şekliyle
ilgili olarak Kelbi şöyle demiştir: Bu âyet Beni Cumah'tan Ebu'l-eşedd künyesini
taşıyan bir adam hakkında indi. Öyle kuvvetli idi ki ayaklarının altına Ukaz
derisini koyar onu ayaklarının altından çekerlerdi. Deri parçalanır da ayakları
kımıldamazdı.
Şunu bilmek
gerekir ki, âyete uygun olan iki izah şeklidir. Âyetin iniş sebebi özel olabilirse
de insandan maksat bazılarının sandığı gibi belli bir insan değil, geneldir,
herkes dahil olur.
Böyle daha
birçok tefsirci gibi Alûsî de demiştir ki: Kebed hakkında ilk söylenilen sıkıntı
ve meşakkat mânâsından başka diğer bütün söylenenler zayıftır, güvenilmez.
Fakat o birinci mânâyı Hakim sahih olarak ve daha bir topluluk İbnü Abbas'tan
rivayet ettikleri gibi daha başka ilk devir âlimlerinden de rivayet edilmiştir.
"İnsan" sözüden açıkça anlaşılan da mutlak olarak insan cinsidir. Bu şekilde
önce bir büyük önerme makamında, sıkıntı ve meşakkate dayanmanın insanlığın
yaratılışında bulunan bir özellik olduğu açıklanarak Resulullah (s.a.v.)'a
bir teselli verilip teşvik yapıldıktan ve daha önceden vaadi ile gelecekte
muvaffak olacağı müjdelendikten sonra, kuvvetine güvenip de Resulullah (s.a.v.)'a
karşı saygısızlık edenleri ayıplama ve o büyük önermenin daha bazı neticelerini
dallara ayırma akışı içerisinde buyuruluyor ki:
5. O insan,
kendisine karşı kimse güç yetiremez mi sanıyor?.
Belli ki
burada "O sanıyor mu?" derken fiilin altında gizli olan zamir adı geçen insan
cinsinin yerini tutmakla beraber, her insan demek değil, zihnen bilinme mahiyetinde
olarak bu vasıf ile nitelenen mağrur ve kibirli bazı insanlardır. Bunun iniş
sebebi, daha önce adı geçen kuvvetine mağrur Ebu'l-Eşedd Üseyd b. Keledete'l-Cümahi
denilmiş, Amr b.
Abdivedd denilmiş,
Velid b. Muğire denilmiş, Ebu Cehil b. Hişam denilmiş, Haris b. Amir b. Nevfil
b. Abdimenaf denilmiş. Anlaşılıyor ki bunların hepsi iniş sebebi olmuştur.
Soru kınama içindir. Hayret ifade etmek için olduğu da söylenmiştir.
6. Ben yığın
yığın mal yok etmişim, diyor. Bunu inananlara karşı caka satmak üzere gurur
ve iftihar ile söylüyor ve gösteriş için harcadığı malları kast ediyor. Sarf
etme ve harcama yerine, yok etme ve telef etme tabirinin kullanılması, gerçek
faydalar için sarf edilmeyip boşuna tüketilerek kaybedilmiş olduğunu anlatmak
içindir. Çünkü zevk ve eğlence düşkünü olup parasını pulunu israf eden insanlar
bir fakirin karnını doyurmaktan hoşlanmaz da zevk, eğlence ve gösteriş için
mal telef etmekle iftihar eder, bunu büyüklük zanneder. Bu mânâ önceki sûredeki
mirasyedilikle de uygun düşmektedir. Resulullah (s.a.v.)'a düşmanlığının şiddetini
göstermek için ona düşmanlık yolunda sarfettiği malları kastettiği de söylenmiştir.
İniş sebebinin Haris b. Nevfel olduğunu gösteren rivayette sırf Resulullah
(s.a.v.)'a eziyet vermek için söylendiği zikredilmiştir: Mukatil'den rivayet
edildiğine göre, Haris b. Nevfel bir günah işlediği zaman Resulullah (s.a.v.)'tan
fetva isterdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) de ona, keffaret vermesini emrederdi.
Haris: "Muhammed'e itaat ettiğimden beri keffaret ve ona uyma yolunda çok
mal telef ettim" demiş. Bu ise din yolunda sarfedilen malların boşuna bir
harcamadan ibaret olduğunu iddia ile hayıflanarak dine itiraz etmek ve peygambere
itaat etmemek için söylenmiş demektir. Bazıları da demişlerdir ki: Maksat
önceki mânâdır. Ancak sözü, şimdiki zaman değil, gelecek zaman içindir. Yani
bunu kıyamet günü söyleyecektir. Çünkü o yaptığı harcamaların kendisine fayda
vermediğini o gün cezasını çekerken anlayacaktır.
LÜBED, "sured=
örülmüş zırhlar" kalıbında çok mal mânâsınadır ki, sanki bir biri üstüne yığıla
yığıla keçe gibi birbirine girmiştir.
7. Onu hiçbir
gören olmadı mı zannediyor?. Bu soruda da iki izah yönü vardır:
BİRİNCİSİ,
korkutmadır. O yok ettim, harcadım diye mağrurlandığı malı sarf ederken o
insanı kimse görmedi mi zannediyor da öyle iftihar etmek istiyor? Kuşku yok
ki harcayıp yok ettiyse onu tek olan yüce Allah görmüştür. O malları öyle
gösteriş için veya peygambere düşmanlık için harcayıp yok etmiş olduğundan
dolayı cezasını verecek, onun hakkından gelecektir. O vakit o, bu malları
öyle yok ettiğine pişman olacaktır, demek olur.
İKİNCİSİ
de Kelbi'den rivayet edildiği üzere harcama iddiasını yalanlamaktır. Yani
böyle diyen o kimse yalan söylüyor, bir şey sarfetmediği halde birçok mal
yok ettim diye yalan ile öğünüyor. Allah onun ne yaptığını, sarf edip etmediğini
görmedi mi zannediyor da öyle yalanı ile öğünüyor? Hayır, hiç kimse görmediyse
Allah onu görmüştür. Söylediğinin aksini yaptığını bilir ve cezasını verebilir
demek olur. Önceki izah şekli bu mânâyı da içine alabileceği için daha mânâlıdır.
Şimdi yüce
Allah genellikle sıkıntı içinde yarattığı insana ve bu arada bilhassa kuvvet
ve malı ile iftihar eden o mağrur insana olan kapsamlı yardım ve lutuflarından
bazılarını hatırlatmak ve yaratılış gayesini göstermek suretiyle ona verdiği
nimetleri sayarak onun hallerini bildiğini ve hesaba çekip yaptıklarının karşılığını
verebileceğini anlatmak ve mutmain nefislerin uğurlu seçkin özellikleriyle
kâfir nefislerin uğursuz özellik ve akibetlerini bildirmek ve böylece "kebed"in
mânâsına açıklamak akışı içerisinde buyuruyor ki:
8. Ya yapmadık
mı, yaratıp vermedik mi ona, o meşakkat içinde yarattığımız bütün insanlar
arasında bilhassa o sözü söyleyen mağrur insana? İki göz. Baksın, görülecekleri
görsün diye. O halde o yaptıklarını görüyor da, onu ve o gözleri yaratan ve
gözetip duran Allah görmez mi? Bu iki gözden maksat görünen iki göz olabileceği
gibi, biri gördüğümüz göz, biri de kalp gözü olma ihtimali vardır.
9. Ve bir
dil ki, birçok faydalara alet olduğu gibi diğer canlıların dillerinden seçkin
olarak bilhassa maksadını anlatabilmek için de alet oluyor. Hatta gösteriş
ve riya için söylediği o sözü ve yalanı bile Allah'ın verdiği o dil ile söylüyor.
Ve iki dudak ki, birbirine uygun olarak ağzını lüzumuna göre açar, kapar,
söylemesinde, yemesinde, içmesinde ve diğer birçok özel sözlerinde onlardan
yardım görür. O halde onları hayırlı şeylere açmak, zararlı şeylere, yakışık
almayan sözlere kapamak gerekmez mi? Onları yaratan ve her an gözetip duran
Allah onları, onlarla yapılan ve onlara girip çıkan şeyleri bilmez olur mu?
Bu soru takrirî olduğu için mânânın özeti, "evet yaptık" şeklinde olur. Şu
da bu özet mânâ üzerine bağlanmıştır.
10. Ve ona
iki yolu gösterdik.
NECD: Nunun
fethi ve cimin sükunuyla "necd", tepe gibi, etraf ve civarından yüksek olan
tümsek yere denilir. Bu mânâ iledir ki, Arabistan'da engin Tihame karşılığı
olan ve Necd-i Hicaz, Necd-i Arız diye ikiye ayrılan yüksek kısma Necd denildiği
gibi Yemen ülkesinin sonunda Mehre ve mıntıkasından özet bir yere de Necid
denilmiştir. Yüksek ve açık yola, yüksek mertebelere çıkan, yüksek işler gören
adama "Tallâu's-senaya" denildiği gibi, işlerde sabit, galip mânâsına "tallâu
encud, tallâu encide, tallâu'n-nicad" denilmesi de bu mânâdandır. Başkalarının
yapamadığı zor işleri becerip içinden çıkan cesur, kahraman kimseye ve gam
ve tasaya dahi necid denilir.
Necid, rakibe
üstün gelmek ve pek terlemek mânâlarına mastar da olur. Necdet ve necadet
de bahadırlık, kahramanlıktır. Bir de necid, göğüste tümsekliği veya süt yolu
olması nedeniyle sediy, yani meme mânâsında çok kullanılmaktadır. Araplar
arasında "İnan, ana ve memelerine yemin olsun ki yapmadım" diye yemin etmek
yaygındır ki, bu bizim Türkçe'de "anamdan emdiğim süt harama olsun, bu böyledir"
diye edilen yemine benzer.
Burada Necid
kelimesi bütün bu mânâlara ima etmekle beraber yukarıdaki "kebed", aşağıdaki
gelecek olan "akabe" ile uygun düşmek üzere mücahit bir kahramana gösterilen
iki tepe gibi yüksek iki gaye, iki yol mânâsı telkin etmektedir. Bazıları
ayneyn "iki göz"; dil ve "şefeteyn" iki dudak ipuçları ile yaratılışın başlangıcını
düşünerek iki necdi, iki meme" mânâsına anlamak istemişlerdir. Bunu İbnü Abbas'tan,
Dahhâk'tan ve hatta Hz. Ali'den rivayet edenler de olmuştur. Gerçekte doğum
olacağına doğru ana memesinin sütle hazırlanmağa başlaması ve yavrunun doğar
doğmaz doğal bir ilham ile emmeyi bilmesi ilâhî rahmet ve hidayeti gösteren
engin delillerden ilâhî bir nimet olmak itibariyle aslında bir nimet olarak
sayılmaya layık ve bunun dil ve dudaklarla yapılması da bu mânâya uygun olduğunda
şüphe yok ise de bu nimet daha genel olup insan dilinin ve dudağının temayüz
ettiği nimetlerden olmadığı gibi insanın da ilk haline ait güzel nimetlerdendir.
Bu âyetten önce ve sonra zikredilenler ise, bundan gelecekle ve insanın sorumluluğuyla
ilgili daha geniş ve daha yüksek bir mânâ kastedildiğini göstermektedir. Onun
için tefsirciler bu ihtimali "kıyle=denildi ki" sözüyle nakletmekle beraber
burada "necdeyn"in, tümsek tepe veya doğrudan doğruya yüksek yol mânâsından
mecaz olarak biri hayır biri şer iki yüksek gayeye giden, biri uğurlu biri
uğursuz iki yüksek yol mânâsına olduğunu daha sahih ve daha kuvvetli rivayet
ve akıl yoluyla destekliyerek beyan etmişler ve bunu İnsan Sûresi'ndeki "Biz
ona yolu gösterdik, ister şükredici olsun, ister nankör."(İnsan, 76/3) âyetiyle
aynı meâlde olduğunu söylemişlerdir.
Bu cümleden
olarak Buharî, Mücahid'in bunu hayır ve şer diye tefsir ettiğini rivayet etmiştir.
İbnü Cerir ise şu rivayetleri çıkarmıştır:
Rab; b. Haysem'den:
Bunlar memeler değildir.
Abdullah b.
Mesud'dan: Hidayet ve sapıklık, hayır yol ve şer yol.
İkrime ve
Mücahid'den: Hayır ve şer.
Dahhâk'tan:
Hayır yolu ve şer yolu.
Hasen'den
mürsel olarak: Resulullah (s.a.v) demiştir ki: "Onlar iki yoldur: Hayır ve
şer yolu. Demek ki şer yolu size hayır yolundan daha sevgili kılınmamıştır."
Katade'den:
Bize anlatıldığına göre Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Ey insanlar! Onlar iki
yoldur. Hayır ve şer yolu. Demek ki şer yolu size hayır yolundan daha sevgili
değildir. İbnü Zeyd'den: İbnü Zeyd bu âyeti tefsir ederken "hayır ve şer yolu"
dedi ve "Biz ona yolu gösterdik."(İnsan, 76/3) âyetini okudu.
İbn Mesud'dan
Hakim sahih diyerek rivayet etmiş; Taberânî ve daha başkaları da rivayette
bulunmuştur. Taberânî Ebu Ümame'den merfu olarak rivayet etmiştir. "Dürrü
Mensur"da, Faryabî ve Abd b. Humeyd rivayetleriyle Hz. Ali (r.a.): "Bazı insanlar
necdeyn iki meme mânâsınadır diyorlar, hayır bunlar hayır ve şerdir." demiştir
diye yazılıdır. Alûsî bunun Şia tefsirlerinden "Mecmau'l-Beyan"da da yazılı
olduğunu söylemiştir. Burada Hasen ve Katade'den nakledilen hadis-i şerifin
mânâsı ayrıca dikkate değerdir. Bununla bazılarının zannettiği gibi insan
tabiatının hayırdan ziyade şerri sevdiği ve dolayısıyla insanda şerre olan
meylin asıl olduğu iddiası reddelimiş demektir. Doğrusu mutlak olarak insan
tabiatı ikisine da aynı derecede elverişlidir. Birisinin diğerine üstünlüğü
sonradan olan sebeplerledir. Nitekim ta Bakara Sûresi'nde geçtiği üzere Âdem'in
günahı şeytanın aldatmasına kanmasındandır. Şu halde nefs-i emmarenin kötülüğü
emretmesi, ya hayırlı ve faydalı olacağı zannıyla bir cahilliğin veya kötü
terbiye ve alışkanlık ile fıtrattan sapmamın neticesidir. Demek ki insanın
çok zalim ve çok cahil olması da, olgunlaşması ve ilerlemesi de genel olarak
mutlak surette yaratılışın bir gereği değil, sonradan oluşan sebep ve illetler
dolayısıyladır. Onun içindir ki insan, terbiyesine ve kişinin iyiliğine ve
kötülüğüne göre ahlâkını güzelleştirebilir veya bozabilir. Bundan anlaşılır
ki:.
"Zulüm, nefislerin
huy ve tabiatlarındandır. Sen her ne kadar
İffetli birisini
bulsan da, o bir illetten dolayı zulmetmiyordur."
diyen şairin
nefislerde bulunan zulüm duygusunu yaratılıştan ve doğal sayıp da yalnız iffeti
sonradan olma bir illetle illetlenmiş sayması doğru değildir. İnsan hayra
da şerre de istidatlı olarak ikisine de sonradan olan sebep ve illetle yürür
ve hangisini hedef edinirse ona gider. Nefis, emmare yani kötülüğü emredici
de olur, mutmainne yani iyilikle kötülüğü ayırt edip temizlenerek kişiyi Allah'a
yaklaştırıcı da olur. Ancak bu yoruma karşı şöyle bir soru akla gelir: Hayır
gayesinin ve hayra giden yolun yüksekliği bilinmekte ve herkesçe kabul edilmektedir.
Ona necid, yani yüksek yer ismi verilmesinin uygun olduğunda kuşku yoktur.
Fakat şerre giden yolda ne yükseklik düşünülebilir ki ona da necid denilsin?
O, engin bir uçurum değil mi? Evet, gerçekten öyledir. Fakat ona gidenler
hayır gibi bir yükseklik hayaliyle gittikleri ve hayır, şerre üstün olduğu
için tağlib yoluyla ikisine de necid denilmiş; sonra da bu yüksekliğin asıl
hayırda olduğu bundan sonra gelen "akabe" (sarp yokuş)nin tefsiriyle anlatılmıştır.
Bununla beraber şunu da göz önüne alıp düşünmek gerekir ki, insanın kendisine
başkasından gelen hayır ve şerre karşı durumu ile, kendisinin kendisine veya
başkalarına yapacağı hayır ve şerr karşısındaki durumu arasında önemli fark
vardır. Hiç kuşku yok ki, insanın, kendisine yapılan hayrı sevmesi, kötülüğü
sevmemesi tabiidir. Kendisinin başkasına veya mutlak olarak hayır ve şer yapmasına
gelince, gerçekte bunun da öyle olması, yani hayrın mutlaka hayır olduğu için
sevilmesi, kötülüğün de mutlaka kötülük olduğu için sevilmemesi gerekirse
de mücerred (soyut) hayır ve şer tabiatının hükmü olan bu hak ait olduğu kişiye
göre değişebildiğinden dolayı, insan tabiatı için bir olgunluk gayesi olmakla
beraber ilkel durumda ve fiile döküldüğünde farklı olur. Maddi tabiat, hareketsizliği
iş yapmaya tercih edeceğinden dolayı ruhu zayıf olan tembel insan başkasından
gelecek hayra ağzını açar da bir gayret harcaması gereken iş ve amelden kaçınır,
ne hayır yapmasını ister, ne de şer. Çünkü şer fiillerin bir çoğu da hayır
yapmak kadar zor, hatta bazı bakımlardan daha zordur. Firavun olmak, Firavun
ile uğraşmaktan kolay değildir. Bu bakımdan hayır ve şer yapma işi, tembellik
tabiatı karşısında dikilmiş iki tepe, iki tümsek gibidir ki ikisi de yiğitlik
ister. Zikredilen hadis gösteriyor ki insanın yaratılışında bulunan hayra
sevkedici şeyler, şerre sevkedenlerden az değildir. Zannedildiği gibi insan
mutlak şekilde şer yapmayı hayır yapmaktan daha çok sever değildir. İnsan
ruhu ikisini yapmaya da yeteneklidir. Kimisinde birisi, kimisinde öbürü daha
çok gelişir. Hangisi gelişirse insanın akıbeti o olur. İnsan henüz hayır yapmaya
gücü yetmediği ilk yaratılışından itibaren ta sonuna kadar yaşadığı muhitte
hayır ve şer, lezzet ve elem ile kuşatılmış bulunur. İşte kebed, yani sıkıntı
içinde yaratılmasının mânâsı da budur. O, ne kendine ne başkasına bir hayır
yapmağa, ne de kendisinden şerri savmaya bizzat gücü yetmediği halde yüce
Allah onu o sıkıntı dünyasında dilediği kadar korur, büyütür, hayır ve şer
yapabilecek kuvvet ve çağa eriştirir. Dil ve dudaklara kadar bu mânâ anlatılmıştır.
Bu çağa kadar tamamen acz içinde bulunan insan birçok elem ve zahmetle karşı
karşıya kalmakla beraber sırf ilâhî rahmete borçludur. Bundan itibaren de
gücü oranında onun şükrünü yerine getirmek için hayırlı ve kötü olanı birbirinden
ayırt ederek hayır yapmak, kendine ve Allah'ın kullarına kötülük yapmaktan
sakınmakla mükelleftir. İşte ile bu iki gaye gösterilmiştir: Hayır gayesi,
şer gayesi. Durgunluk ve hareketsizliğe nazaran bunun ikisi de iş ve hareket,
sabır ve tahammül ile sıkıntıya düşmeyi gerektiren, birinde yükselme ve esenlik,
öbüründe düşme ve felaket muhakkak olan iki tepe gibidir ki insan bunları
aşmak zorundadır. Hayır tepesine gitmek hidayet, şer tepesine gitmek sapıklıktır.
Şu halde "Biz ona iki yolu da gösterdik." âyeti ile bunun ikisine birden hidayet
demek, ikisinin de yollarını bildirerek hayırlı yola girmeyi ve kötü yoldan
sakınmayı emir, başka bir deyişle hayrı emir, yani emr bi'l-ma'ruf; şerden
nehy, yani nehy ani'l-münkerdir. Zira hidayet bir hayır ve doğru yolu gösterme
olduğundan hayır yolunu göstermek emir ve teşviki; şer yolunu göstermek ise
nehy ve sakındırmayı ifade eder. Bu şekilde birbirinin karşısında bulunan
bu iki yola hidayet, "şuna yürü, şuna yürüme" gibi biri olumlu biri olumsuz
karşı iki yol göstermek demek olur. Hidayette hayırlı yol olumlu, hayırsız
yol olumsuzdur.
Kötü yoldan
sakınmak, iyi yola tırmanmak... İşte bütün yiğitlik, kuvvet, kahramanlık,
yükseklik, mutluluk bundadır. Bunu açıklıyarak neticeyi anlatmak ve önemini
göstermek için buyruluyor ki:
11. Fakat
o, (kuvvetine, malına güvenen mağrur insan) o sarp yokuşa atılamadı.
AKABE, engin
bir vadiden yüksek bir dağa doğru çıkan sarp yokuş demektir.
İKTİHÂM,
hız ve baskı ile bir şeye atılmak, saldırmak, kahramanlıkla hücum etmektir
ki, düşünmeden bir işe kendini atmak mânâsına gelen "kühûm"dan türetilmiştir.
Bu "iktiham" kelimesi dilimizde pek yaygın olmuş bir tabirdir. Zorlayıp atılmak
mânâsıyla müşkil şeyleri göğüslemek diye mef'ul alır.
Arapçadaki
aslına göre ise müşkil şeylere göğüs germe, karşı durma diye ismin "e" hali
ile mef'ul(tümleç) almış oluyor. Yani o yüksek gayeye ermek için çıkılması
gereken o sarp ve çetin yokuşa göğüs verip de onun zorluklarını yenmek üzere
ona kendini atacak bir kahramanlık, bir yiğitlik gösteremedi. Bundan anlaşılıyor
ki iki yolda olumlu, asıl yükseklik sarp yokuş birindedir ki, o hayır yoludur.
Üzerine atılmak değil, sakınılması gereken şer, gayesi veya yolu gerçekte
iniş kabilinden olmakla ona tepe, yüksek yer denilmesi tağlib yoluyladır.
Buradaki akabe tabiri de necid gibi yüksek zor amellerden istiare olarak mecazdır.
Göğüs gerilmesi gereken bu akabeden maksadın hayır yolu olduğu anlatılmak
için şöyle tefsir ediliyor:
12. Bildin
mi o akabe, o göğüs gerilmesi büyük bir kahramanlık olan zor yüksek iş, o
sarp yokuş nedir?
13. Bir köleyi
salıvermek. Bilindiği gibi "rakabe" boyun demek olup "bir parçayı söyleyip
bütününü kastetmek" yoluyla mecaz olarak zat ve şahıs mânâsında kullanılır
olmuştur. Bilhassa hürriyetini kaybetmiş esir veya kölede kullanılması yaygındır.
Dolayısıyla "fekkü rakabe", esirlik bağıyla bağlanmış bir boynu, bir kimseyi
esaretten kurtarıp hürriyete kavuşturmaktır ki bu önce insanın kendi hürriyetine
malik olarak kendini kurtarmış olmasına bağlıdır. Bunun en basit misali köle
azat etmek olup fazileti çoktur. Buharî, Müslim, Tirmizi ve diğer hadis kitaplarında
Ebu Hureyre'den şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah (s.a.v) buyurdu ki: Her
kim bir mümin köleyi azat ederse, yüce Allah onun her uzvuna karşılık azat
edenin bir uzvunu cehennem ateşinden azat eder. " Hatta üreme uzvuna karşıık
üreme uzvunu ateşten azat eder."
İmam Ahmed,
İbnü Hibban, İbnü Merduye ve Beyhaki Bera (r.a.)'dan şöyle rivayet etmişlerdir:
Bir bedevi, ey Allah'ın Rasulü! Bana bir amel öğret de beni cennete koysun,
demişti. Rasulullah (s.a.v.): "Bir neseme (bir can) kurtar veya bir köle salıver."
buyurdu. Onun ikisi de bir değil mi? dedi. Buyurdu ki: Hayır, bir can kurtarmak,
onu azat etmekte senin yalnız ve tek olmandır. Fekk-i rakabe, yani bir köleyi
salıvermek ise onun azat edilmesine yardım etmendir yani fekk-i rakabe, tek
başına veya ortak olarak köle azat etmekten daha geneldir.
Bir ferdi
hürriyete kavuşturmak böyle büyük bir fazilet ve kahramanlık olunca bir kavmin,
bir toplumun hürriyetini kurtarmak ne büyük kahramanlık olacağını anlamalı.
"Fekk-i rakabe"nin
başka bir mânâsı daha vardır ki, o da "Herkes kendi kazancına bağlıdır."(Tûr,
52/21) mânâsı gereğince her nefsin kurtuluşu kazancına bağlı olduğu için insanın
iyi amelleri kazanarak kendisini cehennem azabından kurtarması demektir ki,
bu kurtarış, "En büyük düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir." buyrulan
nefs-i emmarenin azgın arzularıyla şeytanın aldatmalarına karşı cihat etmekle
olur. Nitekim o mağrur insanın bu sarp yokuşa göğüs verememesi de bunlarla
cihat etme kahramanlığını yapamamasından dolayıdır.
14. İşte o
sarp yokuş böyle esir bir boynu kurtarmak veya salgın, yani genel bir açlık
gününde yemek yedirmektir.
MESĞABE, "Seğab"
maddesinden mimli mastar olup açlık, özelikle sıkıntı ve yorgunluk içinde
açlık demektir. Ebu Hayyan'ın açıkladığına göre genel olan açlıktır, susuzlukta
da kullanılır. Genel olması mânâsı "zî"den anlaşılmak gerekir. Zira "fi yevmi
mesğabe="açlık gününde" denilmemiş, açlıklı mânâsına "zi mesğabe" denilmiştir
ki genellikle açlık, özelliği olan gün demek olur. Gerçekte böyle genel bir
açlık zamanında yemek yedirebilmek can kurtarmak demek olduğu için fekk-i
rakabe gibi büyük bir kahramanlıktır. Hem de kimlere yedirmek?
15. Yakınlığı
olan bir yetime ki, bundan açıkça anlaşılan nesep yakınlığıdır. Bununla beraber
komşuluk yakınlığı da olabilir. Nesep ve din yakınlığının tercih edilmiş olacağı
kuşkusuzdur.
16. Yahut
topraklı bir yoksula.
METRABE de
toprak mânâsına gelen "türab"tan mimli mastar olup topraklanmak demektir.
Zâ metrabe, Türkçe'de "toprak döşenip taş yaslanan" tabir edildiği gibi şiddetli
fakirlik ve ihtiyaçtan kinayedir. Öyle genel açlık zamanlarında böyle şiddetli
fakirlik ve ihtiyaç ile yoksulluk içinde kalmış birçok kimse bulunabileceği
için uzak yakın böyle çaresize yemek yedirebilmek kuşkusuz ki aşılması büyük
kalp kuvveti ile bir gayrete bağlı olan sarp bir yokuştur. İşte, kendisine
kimsenin gücü yetmezmiş gibi mağrurlanan ve "ben yığın yığın mal yok ettim"
diye iftihar etmek isteyen o insan, ne öyle ne de öyle, bu sarp yokuşu aşamadı.
Böyle bir kahramanlığa hiçbir şekilde girişemediği gibi
17. Sonra
da olamadı. Bu "kâne", "ıktehame" üzerine bağlandığından mânâsı olumsuzdur.
"Ne yokuşa göğüs verebildi, ne de oldu." demektir. Yani onların hiçbirine
girişemedikten, o malın şükrünü eda edecek kahramanlardan olamadıktan başka
iman edip de birbirlerine sabır tavsiye eden, merhamet tavsiye eyleyen sabırlı,
merhametli müminlerden de olamadı ki
18. onlar,
o yüksek vasıflarla nitelenmiş olan o kahramanlığı yapan, esir kurtarmak veya
öyle zor bir günde bir yetime veya çaresize yemek yedirmek suretiyle can kurtaran,
bunlara gücü yoksa iman edip de birbirine sabır ve merhamet tavsiye etmek
suretiyle teselli ve kalp kuvveti vermeye çalışan müminler mutluluk sahipleri,
kitapları sağ taraflarından verilecek kişiler, kendilerine ve başkalarına
uğurlu kimselerdir.
19. Bizim
âyetlerimize küfreden, inanmayarak nankörlük eden kâfirler ise -ki o mağrur
kişi de bunlardandır- onlar, uğursuz kişilerdir, uğursuzluktan kurtulmayan,
kitapları sol taraflarından verilecek olan, kendilerine de başkalarına da
uğursuz olan kimselerdir ki
20. üzerlerine
bir ateş bastırılıp kapıları kapanacaktır.
MÜ'SADE,
İysâd kökünden ism-i mef'ul (edilgen ortaç) olup "kapatılmış" demektir. "Kapıyı
kapadım, sımsıkı kilitledim" mânâsına denir. Üzerlerine ateşin yakılıp fırın
gibi kapısının kapanması ateşin şiddetli olmasını gerektireceğinden bu onların
cehennemdeki azaplarının şiddet ve sonsuzluğundan kinayedir.