2-BAKARA:
" " Bulunduğu altı sûrenin hepsinde birer âyettir. " " da bir
âyettir. Fakat "" bir âyet sayılmıyor. " " da bulunduğu beş
sûrenin hiç birinde âyet değildir. "" iki sûrede de birer âyettir.
"" âyet değildir. Fakat "" birer âyet, "" de hepsinde
birer âyet, "" iki âyet, " " bir âyettir. "" birer âyet
değildirler. Ve bu saydıklarımız Kûfeli âlimlerin rivayetidir. Basralı âlimler
yirmi dokuz sûrede bulunan bu mukattaattan (Kur'ân-ı Kerim'de sûre başlarında
bulunup isimleri ile okunan harfler) hiç b i rini bir âyet olarak saymamışlardır.
Âyet meselesi kıyasî (genel kaideye tabi olan) değil, tevkifî (vahye tabi) bir ilim
olduğundan, bu görüş ayrılığı kırâet şekilleri gibidir. Ve bu şekilde
el-Bakara sûresinin ihtilaf edilen âyetlerinden birincisi " " d ir.
Yazılışta bir kelime gibi yazıldığı halde okunuşta birer birer söyleme şekli
ile elif lâm mîm diye üç kelime olarak okunuyor. Bu üç kelime mânâlı birer
isimdirler. Delalet ettikleri mânâları da müsemmaları (adlanmış) olan basit
harflerdir. Bu harfler, kelimelerin maddesi olan ve hurûf-i mucem (noktalı harfler),
hurûf-i mebâmî (sözün esasını teşkil eden harfler) ve hecâ harfleri diye
adlandırılan tek seslerdir ki " " gibi nakışlar bunların hat (yazı)
denilen alâmetleridir. O isimler, aslında bu sesl e rin olduğu halde, bu nakışlara da
denilir. Her isim, başındaki ilk sesin veya nakşın adı, her nakış da bizzat o
seslerin bir çeşit resmidir. Arapça'da gerçek mahrec (harfin çıkış yerin)e dayalı
esas olarak yirmi sekiz harf ve bunların yirmi sekiz de ismi v e basit nakşı vardır.
Bunlardan başka bir de mukadder mahrece dayalı olup bizzat okunamayan tebaî (diğer
harflere uyan) bir harf daha vardır ki buna da Lâm elif denilir. Ve
çoğunlukla elif ismi buna verildiğinden diğerine hemze denilir. Lâm elif uymakla
okunan bir med (uzatma) harfidir. Kendinden önceki harfin üç harekesine uymasından
dolayı üç durumu bulunduğundan med harfleri "vav, ya, elif" müstear
(eğreti) isimleri ile üç olarak gösterilir. Bundan dolayı esas ve tabi olmakla
harflerin adlandırılanla r ı, gerçekten yirmi dokuz ve hükmen otuz bir olarak itibar
edilir. Yirmi dokuzuncusu ancak terkipte okunabildiğinden "lâm elif" ile
gösterilir ki otuz bir sayısını da gösterir.
Harflerin bu tek başına olma ve basitlik durumları, elif, bâ tâ... diye bir bir
sayılarak anlatılır ve diye kesik kesik olarak yazılır. Bunun ismi elifba'dır.
Aksine kelimelerde olduğu gibi terkip durumları anlatılacağı zaman da ""
şeklinde yazılır ve kendi basit sesleri ile okunur.
Halbuki ebced gibi yazıldığı halde elifba gibi okunur. Demek ki ikisinin de
değerini birleştirerek hece harflerinin daha mükemmel bir adı gibidir. Okunuşuna
göre mânâsı apaçıktır. Fakat yazılışına göre "ebced" gibi mânâsız
ve anlamsız bir kelime görünür. Gerçi yazılış, elifba gibi okunmayı p, ebced gibi
okunsa idi v.s.. muhtemel şekilleri ile anlamlı bir kelime meydana getirecekti. Fakat
böyle yazıldığı halde elifba gibi okunması, bundan bir anlam çıkarmayı
zorlaştırmaktadır. Bu iki değerin böyle birleşmesinden bir bakışta anlaşılır
ki, bu r ada biri görünen, biri gizli iki anlam düşünülmüştür. Acaba asıl
istenen hangisidir? İşte büyük tefsirciler bu iki görüş açısından hareket ederek
bir kısmı sûrelerin başında bulunan ve kesik kesik okunan harflerin kasdedilen
mânâsının belli olabileceğini, bir kısmı da olamıyacağını söylemişlerdir.
Mânâsının belli olduğu veya belli olmasının mümkün olduğu görüşünde
olanlar başlıca iki grup teşkil ediyorlar.
1. Bu isimlerin mânâları bellidir. Bunları konuşmanın başında birer birer
söylemekten maksat, bütün elifba harflerini elifba veya ebced itibarlarıyla seçmek ve
bunlardan oluşan kelimelere ve söze dikkat çekmektir ki bu seçme ve uyarmadan sonra
işte kitap demek dilin esas maddesini göstererek bir meydan okumayı ilan etmek ve
Kur'ân'ın i'cazına i şaret etmek olduğunu açıklamışlardır. Ve bu gruptaki
âlimlerin çoğu, bu üç harfin toplamı bu sûreye veya Kur'ân'a bir isim olmasını
da tercih etmişlerdir.
2. Kasdedilen mânâsının üç kelimede değil, müsemmalarında yani terkip
itibarında ve başka bir ifade ile yazı itibarında aranmak lazım geleceğini ve
bunların işaret ettikleri bir mânâ bulunduğunu ve Arap dilinde bunun benzerleri
bulunabildiğini söyleyenler vardır. Bu da başlıca iki esasta özetlenir:
Birincisi: Kısa kesmek ve kısaltma yoludur ki şairin "O kadına dur dedim. O
dedi ki kaaf" mısraında olduğu gibi (vekaftü = durdum) kelimesinden kaaf harfiyle
yetinmesi; yazıdaki örneği de mesela "Ahmed" yerinde bir " " (elif)
yazılması bu türdendir. Ve bu şekilde elifba harflerinin her biri başından, sonundan
ve ortasından bir veya birkaç isme sembol olabilir. Gerçekten biraraya getirildiği
zaman "er-Rahmân" isminin meydana geldiği görülüyor. Diğerlerinde
halledilememekle beraber böyle Allah'ın isimlerine veya diğer şeylere tahlilî
(çözümse l) veya terkibî (bileşimli) semboller mümkün bulunuyor.
İkincisi: Ebcedin hesap yolu ve şifre usulüdür.
3. Dış ve iç iki kıymetin ikisini de düşünmek lazımdır. Ve kasdedilen
mânâyı aramak için bu yolların, bu mânâların hepsini birleştirmek; akıl yolu ve
doğal ihtimalleri ile daha ileri gitmek gerekir. Bunda ise, müteşabih (birbirine
benzeyen) mânâlar olur. Maksadı belirlemek mümkün olamaz.
Sanki el-ma'lûmü'l-mechûl (bilinmeyen bilinen) terkibi gibi bir anlam ifade eder. Ve
bu mânâ, haki kat ve Allah'ın isimlerine kadar gider. Ve bu tefsirin özeti "Allah
daha iyi bilendir." mânâsı ile biter ki, bu da bize insan ilminin başında daima
mahiyetine erilmez bir başlangıcın varlığını öğretir.
Gerçekten hem dirayet açısından ve hem rivayet açısından bu görüş
açılarının hiç birini feda etmeye imkan yoktur. Çünkü sûrelerin başındaki
mukattaa harflerin okunuşu ve genel durumlarındaki ilişkiler, ilk görüş açısı
hakkında pek büyük bir karine teşkil etmektedir. Elifba gibi okunan, sûrelerin başı
n daki mukattaa harfleri, ilk önce elifba harflerinin yirmi dokuz sayısına eşit olarak
yirmi dokuz sûrede bulunur. İkinci olarak yirmi sekiz ismin tam yarısı bulunan on
dört harf ismi seçilmiş ve o şekilde seçilmiş ki, bu yarım, bütün harflerin
sıfat itib a riyle çeşitli taksimlerindeki kısım ve çeşitlerinden her birinin
yarısını ve en önemlilerinden bazılarını ihtiva ettiğinden; zikredilmeyen diğer
yarısı, tam ve eksiksiz olarak temsil edilerek harflerin hepsini esas lehçesi ile,
tecvidi ile göstermiş bulu n uyor ki, Kâdî Beydâvî tefsirinde de açıklanmış olan
bu kullanımların etraflıca anlatılmasından vazgeçiyoruz.
Üçüncü olarak; alınan bu harfler, tek ve birleşik olarak sûrelere öyle
dağıtılmış ki, bunda dilin Sarf ve Nahiv itibarı ile esas bölünüşlerine büyük
bir ilgisi vardır.
Kelimenin üç kısmı, birliden beşliye kadar kelimelerin esas yapıları, mücerred
(yalın) ve mezide (artırılmış) bölünmesi, artırılmış kipinin yedi harfi
geçemiyeceği, dörtlü ve beşlide asıl ve mülhak (katma)a bölünmesi ve daha bazı
tâli çeşitleri bunlardan okunabilir. Arapların şiir ve belağatı pek yüksek bir
derecede bulunmasına rağmen dilin tecvid, iştikak (türeme), sarf (sentaks), nahiv ve
diğerleri gibi ilimleri henüz meydana gelmemiş ve okuyup yazanlarda bile dil ile ilgil
i kuralların nazariyatıyla ilgili bilgiler yerleşmemiş bulunduğu bir zamanda
okumayazma bilmeyen bir peygamberin tebliği ile ilmî inceliklere ait sunulan ve daha
sonra dil kurallarının tesbiti esnasında büyük bir rehber olduğu da kaydedilmeğe
değer bulunan ve çeşitli şekilleri ile i'câzın sırrını içine alan bu kadar
güzel tasarrufların delalet ve iradeden uzak sanılması nasıl kabul edilebilir? Aynı
zamanda şu da inkâr edilemez ki, bu kadar yüksek bir delalet ve iradenin dış
görünüşünden başka hedefi yoktur d emek de aynı karinelerle uzlaştırılamadığı
gibi, bunlardaki delalet yönlerinden bir çoğunu ihmal etmek demektir. Bundan dolayı
esas kasdedilen mânâ, açık ve gizli elifba ve ebced görüş açılarının
toplamındadır. Lafzî delaletinden, aklî delalete ve oradan t abiî ve zevkî delalete
geçerek varlık zamanlarının hepsini gözden geçirerek ve hiç birinde durmayıp
varlığın esasının yaratma sırrına, ilk başlangıç noktasına kadar gitmek ve bu
şekilde metafiziği (fizikötesini), gayb alemini bir anda tetkik edip ilim içi n de
cahillik ve acizliği itiraf ettikten sonra tam iman ile ilâhî irşadı beklemek; işte
müteşabihler denilen sûrelerin başındaki mukattaat harfleriyle hitabın faydası, din
bilgisi çok geniş olan âlimlerin imtihanı olan bu sonsuz mânâda meydana çıkıp
görünü yor.
İnsanlığın gerçeği, idrak ve anladığını tebliğ etmektedir ki biz buna
mantık ve dil diyoruz. İdrak bizzat mânâlarla, anladığını bildirmek de kelimeler
ile, kelimeler ise sesler ile meydana gelir. Demek ki sesler, kelimeler ve mânâlar dilin
esaslarıdır. Yazmak ise dilin dili demektir. Ve bu sebeple dil ve yazı insanlıkta
ilmî ve pratik ilerlemelerin esas dayanağıdır. Ve herkes bilir ki elifba harfleri
denilen tek ve basit seslere bütün dillerin maddesi, bunların hat şekilleri de
yazının hakiki, sağlam temelidir. Bunun için bir dilin elifbası ne kadar sağlam ve
düzenli, telaffuzu ve lehçesi ne kadar açık ve ince, çekim ve birleşme kuralları ne
kadar sağlam ve ilmî, delalet yönleri ve anlatımı ne kadar geniş, derin ve tabiî,
imlâsı da ne kadar sabit ve düzgün ise, o dil o ölçüde yüksek ve o ölçüde
olgundur. Bundan dolayı ta başlangıcında okuma ve yazmaya teşvik emri ile inmeye
başlayan yüce Kur'ân'ın, Fâtiha ile duyguları uyandırdıktan sonra dilin maddesi
olan elifba harflerinden başlaması ve başlark e n İslâm dinine gelinceye
kadar İslâm'dan önceki dinlerin sonuncusu olan Hıristiyanlığın üçlü ilah
sapıklığını parçalarcasına gerçek bir Allah'tan ve itibarî bir olan ikiyi, başka
bir deyişle Allah'ın varlığından ruh ve cisim ikiliğini bir bakışta fark ettiren
yazılış şekli ile Allah ve kâinat ilgisini açıktan ilham etmesi ve bundan başka
Yahudiliğin ismi söylenmez diye tanıdığı en büyük mabudun ism-i a'zamına da
işaret etmiş olması ve daha söylerken kalbin en derin kısmından dudağın ucuna
kadar bütün harf l erin tüm mahreçlerine uygun üç mahreçten özel tertib ile
çıkarak insana kendini tarttırıp tanıtacak olan "elif, lâm, mim"
harflerini düşündüre düşündüre okutması ve bu arada Ruvâkiye felsefecilerinin
elifba delili olarak ifade edilen Allah'ı isbatlama del i line de işaret etmiş
bulunması ve bu delalât (kılavuzluklar) ve imalardan sonra da insanın akıl ve
fikrini; dil sırrı içinde seslerden kelimelere, kelimelerden mânâlara, mânâlardan
eşyaya, eşyadan yaratma sırrına ve varlığın başlangıcına ve Allah'ın ilmin e
kadar götürmesi, bu yüce kitabın başlangıçtan sonuca kadar insanlığa yol
göstermeyi üzerine aldığını büyük bir belağatle ifade etmektedir.
Ey düşünür! sembolüne bak ve harflerin çıkış yerlerine riayet ederek elif lâm
mim diye oku, okurken kendini bir tart, ruhundan bedenine, içinden dışına,
göğsünden dudaklarına doğru yokken var olarak çıkıp gelen o sesleri de iyice bir
dinle, bu sırada bir elifba, ebced okurcasına bütün elifba harflerini şekilleriyle
hayalinden geçir ve düşün. Aslında hiçbir mânâsı olmayan bu tek ve basit
seslerden, sayılmayacak kadar mânâyı taşıyan kelimelerin ve bu kelimelerden
sözlerin ve bu sözlerden kâinatı anlatan yüce kitapların meydana gelme şekillerinde
nasıl bir kudret ve nasıl bir yaratılış sırrı gizli olduğunu düşün. O zaman
anlarsın ki kâinatta her mânâ, her feyiz (nimet), her ilerleme, her olgunluk, her
ümit bir sosyal düzene, hem de layık olduğu konumu ile bir sosyal düzene borçludur.
Kendi kendine hiçbir mânâsı, hiçbir kuvveti, hiçbir belirtisi olmayan basit maddele
r in tek tek parçaları, layık oldukları bir sosyal düzeni buldukları zaman onlardan
kimyalar, hikmetler, şekiller, hayatlar fışkırarak şu gözümüzün önündeki
görülen kâinat meydana geliyor.
Aynı şekilde kendi kendine hiçbir mânâsı, hiçbir kuvveti görünmeyen insan
fertleri de, yerli yerinde mükemmel bir sosyal düzeni elde ettikleri zaman, onlardan
dünyaları büyüleyen sosyal kurullar, milletler ve devletler meydana gelir. Taş ve
ağaç kovuğundan çıkamayan o kişiler yer küresinin bir ucundan diğer ucuna gidi p
gelmekle kalmayıp göklerde bile fetihler yaparak ve kâinata hak ve adalet saçarak
mutluluğa gark olurlar. İşte elifbanın o basit ve mânâsız harflerine,
o sonsuz mânâları feyizlendiren düzen ve sosyal konum, sana kâinatın yaratılış
sırrını baştan mütalaa ettirecek bir hidayet anahtarıdır. Düşün ve düşün bu
basit şeyler nereden geldi ve bunlara o sosyal düzeni kim ve nasıl verdi? Sen seslerden
kelimeyi, kelimelerden mânâları, mânâlardan eşyayı okuyup görebiliyorsan böyle
yokluğun var, anlamsızın anlamlı ola b ilmesi, ayrı ve dağınık şeylerin birleşip
bir bütün meydana getirebilmeleri, bütün bunlar üzerinde ezelden ebede kadar hakim ve
her şeyi kuşatan bir kudret-i vahdaniyenin delili ve tanığı olduğunda tereddüd
edebilir misin? Hayır edemezsin ve etmek için k e ndinde hiçbir hak göremezsin. O
halde sen başka şeye bakmamalısın. O cömertlik kaynağından kendin için de sağlam
ve doğru bir sosyal düzen aramalısın. İçin ve dışınla ona teslim olmalısın ki,
istediğin hidayet ve mutluluğu bulasın. Düşün yalnız o düzeni v e o düzenin
olaylarının hareketini düşün ve bütün bunları, herşeyi kuşatan o tek Allah'ın
cömertlik kaynağına ermek için düşün. Fakat sakın onun hakikatına (mahiyetine)
ereceğim, onu ve onun ilim ve kudretini kuşatacağım diye uğraşma. O noktaya
geldiğin z a man acizlik ve bilgisizliğini itiraf et. İtiraf et de "" oku,
"Allah daha iyi bilir." de. "Seni, sana yakışır bir şekilde
tanıyamadık." diye ona yalvar. O zaman sende ne şüphe kalır, ne sıkıntı ne
buhran (ruhî bunalım) kalır, ne kuşku.
Bu açıklamalardan sonra anlaşılır ki bu konuda Abdullah b. Abbas Hazretlerinden
rivayet edilen haberler içinde " " Elif lâm mîm. Ben Allah'ım,
bilirim." demektir şeklindeki te'vil (yorum) veya tefsir, yalnız sembolik mânâ
olarak değil, aynı zamanda hitabın faydasının özeti olmak itibariyle de ne
güzeldir. Şu kadar ki bu mânâ başlangıcında değil, düşüncenin sonunda
verilmelidir. "Her kitapta Allah'ın bir sırrı vardır. Kur'ân'daki sırrı da
sûrelerin başıdır." meâlinde Hazreti Ebu Bekir'den rivayet edilen ve "Her
kitabın bir özeti vardır. Bu kitabın özeti de hecâ harfleridir." diye Hazreti
Ali'den rivayet edilen ünlü açıklaması da meâl bakımından öbüründen başka
değildir. Hatta Hazreti Ali'den rivayet edilen " Allah'ın isimlerindendir."
sözü de bu cümlelerden ayrı bir m â nâ değildir. Ve hepsini kapsadığı için
sûrelerin başındaki mukattaa harfleri müteşâbihattandır.
Müteşabihat denildiği zaman mânâsız tam bir kapalılık iddia edildiğini
zannetmek büyük bir yanlış meydana getirir. Müteşâbihler mânâsız ve boş söz
değil, mânâlarının çokluğundan dolayı belirli bir maksat tayini mümkün
görünmeyen ve daha doğrusu ifade ettiği kapsamlı hakikatleri insan zihninin
yüklenemeyeceğinden dolayı kapalı görünen bir anlatıştır. Bu öyle bir
beyandır ki, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, temsil, tahkik, zahir, hafî gibi beyanın
bütün şekillerini içine alır. Bunun için yukarda buna "el-ma'lûmü'l-mechûl =
bilinmeyen bilinen" tabirini arzetmiştik. Zaten sözde kapalılık, yerine göre en
büyük belağat şekillerinden birini meydana getirir. Her şahıs her mânâya muhatap
olamıyacağı gibi, Allah'ın bütün ilminin anlatma ve bildirmesine umumiyetle
insanlığın kudreti de dayanamaz. Peygamberlerin ilimleri bile Allah'ın ilmine eşit
olamaz. "Rabbim, ilmimi artır de." (Tâhâ, 20/114). Bu gerçek de fasl-ı h i
tap (güzel konuşma) olarak ancak gibi bir ifade ile anlatılabilir. En bilgili
insanların bilmedikleri ve bilemeyecekleri neler vardır? Bilginler derler ki ilmin
başı hayrettir. Bu itibarla da Kur'ân'ın başında irşad ve hidayetin
başlangıcında böyle hayre t veren bir tebliğin yeterli bir büyüleyici gücü
vardır.
Kur'ân âyetleri başlangıçta indikçe Hazreti Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bunları
insanlara okur, tebliğ ederdi. Fakat buna karşı koymaktan aciz kalan kâfirler
"Sakın bu Kur'ân'ı dinlemeyiniz, okundukça onun hakkında gürültü ediniz.
Belki böylece ona galip gelirsiniz." (Fussilet , 41/26) derlerdi ki hala etkili ve
ciddi sözler karşısında böyle yapmak kâfirlerin huyudur. Razî ve diğer
tefsircilerin tefsirlerinde İbnü Revme ve Kutrub'dan rivayet ol u nduğuna göre
sûrelerin başında bulunan mukattaa harfleri indikten sonra okunduğu zaman dikkat ve
şaşkınlıklarını celbettiğinden o kâfirler de dinlemeye meyletmekten
kurtulamamışlar ve gürültüden vazgeçerek Kur'ân'dan faydalanmışlardır ki, bu
kıssanın, bun l arın özellikle bir nüzul sebebi olarak kaydedilmesi gerekir.
Başta hayreti celbetmek önemli fayda sağlayacağı için Fâtiha'nın başında
bulunması gerekmez miydi? diye bir soru akla gelir. Fakat şunu bilmek gerekir ki, ilk
anlayış, hayretten önce gelir. Ve Kur'ân'ın gayesi de ilk önce ve bizzat ilim ve
hidayete yöneliktir. Fâtiha " " ile başlasaydı bu iki önemli gaye elden
kaçırılırdı. Ve hatta Fâtiha'daki açıklığı ile tevhid başlangıcı üzerinde
anlaşma ve sözleşme yapılmadan önce bu şekil, faydalı olma k tan çok zararlı
olurdu.
Bu nakledilenlerle beraber sûre başlarındaki bu mukattaa harflerinin bulundukları
sûreye de bir isim gibi delalet etmelerine hiçbir engelin düşünülmemesi gerekir.
Nitekim " "ın muhkem mânâsı sûrenin de ismi olmasına engel olmamıştır.
İ'RAB: "Elif lâm mîm" isimleri, önce dış görünüşleri ile harfleri
birer birer söyleme yerinde bulunduklarından i'râbları yoktur. Çünkü birer birer
sayılan kelimeler, başlangıç cümlesi gibi i'râbsızdır. Bununla beraber aralarında
mübteda haber olmaları düşünüldüğü gibi, tamamı bir isim veya isim yerinde
düşünülerek, "bu elif lâm mîmdir" meâlinde, hazfedilmiş bir mübtedanın
haberi veya oku, dinle, belle, yahut yemin ederim gibi hazfedilen bir fiilin sarih veya
gayr-i sarih mef'ûli bih olmak ve n ihayet tamamı mübteda ve cümlesi haber yapılması
da düşünülebilir. Bu arada nasb i'râbı bu harflere dikkati çekmek açısından daha
beliğdir. Ve bunda yemin mânâsını göz önünde bulundurmak daha kuvvetlidir. Şu
kadar ki bunu hepsinde genelleştirme taraftarı değiliz. Bu açıklamadan sonra
özellikle şu hususa dikkat çekmek isteriz:
"Elif lâm mîm" isimlerinin müsemmaları olan hecâ harflerinin seslerine
delalet ettiğinden, lügat açısından şüphe edilecek bir taraf yoktur. Fakat bu
sesler, mutlak sesler midir? Yoksa bir ahdi ve bir özelliği içeren belirli sesler
midir? Bunu düşünmek gerekir. Bu nazmın güzelliği, başlangıçta bir gariplikle
tecelli ederken, bu seslerde bir yemin, bir özellik hissetmemek de mümkün olmuyor. İlk
önce elif lâm, harf-i tarif mâ n âsını anlatmaktan hâlî kalmaz.
İkinci olarak mim de Arap dilinin bazı lehçesinde lâm yerine belirtme edatıdır.
"Yolculukta oruç tutmak sevap mıdır?" sorusuna karşı "Yolculukta oruç
tutmak sevap değildir." hadisinin demek olduğu bellidir. Bundan dolayı bu seslerin
genel olarak hecâ harfleri sesleri değil, güzel bir gariplik içinde, özel bir
şekilde bilinen ve belli olan birtakım sesler olması hemen akla gelir. Ve bunları
belirlemenin karinesi de vardır. " "den tâ nidasına kadar bu sûrenin b a
şındaki hitabın ilk önce ve bizzat Resulullah'a yönelik olması ve bir de vahyin inme
şekli ile ilgili hadisler göz önünde bulundurulunca diyebileceğiz ki, bu sesler
Kur'ân inerken Hazreti Muhammed'in kulağında bir özellik ile çınlayan, şekillerini
ve mânâ l arını Hazreti Muhammed'in kalbinde yerleştiren ve tesbit eden vahiy
sesleridir. Harfler ve kelimelerin alışılmış olan ortaya çıkma şekillerinden
büsbütün başka bir olağanüstü özellik ile tecelli eden o ilâhî sesler, yalnız
Resulullah'ın duyması ve hissetm e si olduğundan, hissedilenin durumları ve
ayrıntıları da ancak onun tarafından bilinir. " " Kur'ân nazmını Hazreti
Muhammed'in kalbine indiren o olağanüstü seslerin, yalnız Peygamber tarafından
belli olan ayırıcı vasıflarını bildiren cins isimleri demek olur. Ve bundan
dolayı Kur'ân'ın veya sûrenin bir ismi olması rivayeti, bu görüş açısından çok
faydalı ve uygundur. O halde mânâyı dinleyelim:
2-" "Allah daha iyi bilir ey Muhammed! "Elif lâm mîm" denilince
senin derhal anlıyacağın o olağanüstü sesler, zaman zaman çan sesi gibi o
"lâm" "mîm" ğunneleri ile kulaklarında çınlayan vahiy sesleri,
belirmeleri insanlar arasında ancak sende görünmeye başlayan ve fakat diğer
insanlarca da elifba ve ebced gibi cinsleri ile düşünülebilen o harfler ve kelim e ler
ve onların mânâları, özetle o isim veya isimler yok mu? " " işte o sesler
ve o seslere verilen güzel düzen ile sana ve senin kalbine Allah tarafından
indirilmekte olan o " " o mucizeli nazım ve mânâ yani o Kur'ân'dır ancak
tam kitap, yegâne kitap denilmesine layık olan o hak ve hükümlerin kesin delili, yahut
"Doğrusu Biz sana, sorumluluğu ağır bir söz vahyedeceğiz." (Müzzemmil,
73/5) âyeti ile vaad edilen o ağır ve büyük Allah kelâmı ki, ondan sonra
"el-Kitâb" denilince Allah'ın yalnız bu kitabı anlaşılacak ve bunun
yanında diğerlerine kitap denilmesi caiz olmayacaktır. Bunun içindir ki müslümanlar
arasında kitap denilince ancak Kur'ân anlaşılır. Hatta Peygamberin hadislerine bile
kitap denilmez de sünnet denilir. Şu halde burada kitabın tanıtılm a sı şu olur:
Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimize indirilmiş olup her bir sûresi i'câz
ifade eden ve ondan bize tevatür yoluyla nakledilmiş ve o şekilde mushaflarda yazılı
bulunan beliğ (düzgün ve sanatlı) nazım ki hem tamamına, hem bir kısmına denilir.
Yani bütünü ve hepsi arasında ortaktır. Şeriata göre bu şekilde tarif edilmiş
olan kitap, asıl lügatte ve (ketb ve kitâbet) gibi bir ekleme ve toplama mânâsını
kapsamış olarak, harfleri birbirine eklemek yani yazmak mânâsına masdar iken örft e
mektup (yazılmış) mânâsına isim olmuştur. Kitabet (yazmak) ve kitap aslında
yazıya ait nazımdadır. Bununla beraber ibare dediğimiz lafza ait nazma da denilir.
Birincisinde kitap, bir yere yazılmış olan yazının tamamı; ikincide ise yazılan
yazı ile anlatı l an ibare (metin) demektir. "Falan kitap benim kütüphanemde
var." dediğimiz zaman birincisini, "Falan kitap ezberimdedir." dediğimiz
zaman da ikinciyi söylemiş oluruz. Şüphe yok ki bunların hepsinin altında mânâya
delalet önemlidir. Ve her kitaptan kasd ed i len o mânânın anlaşılmasıdır. Fakat
sadece mânâya -kelâm (söz) denilebilirse de- kitap denilmesi herkesçe bilinmiyor.
Kitabın mahiyeti, o mânâya delalet eden nazım ve nihayet nazım ve mânânın
toplamıdır. Bundan dolayı bu indirilmiş kelâma kırâet açısından Kur'ân,
tasarıda veya gerçekte yazılması açısından kitap denildiği zaman, nazm
ve mânâ beraber kasdedilmek ve daha doğrusu mânâya delalet eden sözlü veya hatla
ilgili nazmı tasarlamak zorunlu bulunduğundan, yalnız mânâya Kur'ân veya kitap
denilemeyeceği kolaylıkla anlaşılır. Çünkü mânâ ne okunur, ne yazılır. Okunan
sözlü nazm, yazılan da hatla ilgili nazmdır. Sırf mefhum olan mânâ ile zihinde
kasdolunan lafızların şekillerini, kelam-ı nefsîyi (içte bulunan sözü) birbirinden
ayıramayanlar, kitabı sadec e mânâdan ibaret imiş gibi sanabilirler. Fakat mesele
ilim ve fen ve özellikle psikoloji gözüyle etraflıca incelendiği zaman mükemmel,
güzel, sağlam denilebilen fikir ve mânâların, lafız şekilleri ile öyle derin bir
kenetlenmesi ve bağlanması görülür ki, d i l dediğimiz o lafzî şekilleri
alıverecek olursanız fikirde, mânâda hiçbir sağlamlık ve mükemmellik
bulamazsınız. O yüksek mânâ ve fikirlerden bir iz göremezsiniz. Yani nazm, yalnız
başkasına değil, düşünürün kendi kendisine bile mânâyı anlatma ve birbirin d en
ayırmada önemli bir vasıtadır. Zaten böyle olmasa idi dil ve yazının düşünce ile
ilgili manevi ilerlemelerde büyük bir önemi kalmazdı. Bunun için lafza ve hatta
(yazıya) ait nazm, ikisi birden kaldırılmak suretiyle yalnız mânâdan ibaret bir
kitap, bir K ur'ân tasarlamak mümkün değildir. Yine bunun içindir ki yüce Allah,
meleklere karşı dem'e verdiği ayrıcalığı, sade mânâları öğretmek ile değil,
belki isimleri öğretmek ile vermiştir. Peygamberimize indirilmiş olan da Kur'ân'ın
yalnız mânâsı değil, hem na z mı (lafzı) ve hem mânâsıdır.
Bunda şüphe etmemeli ve asla kötü zanna düşmemelidir. Çünkü bu dir. Aslında
her türlü şüpheden uzak ve her töhmetten uzak kılınmıştır. Kitaplar içinde hak
"kendisinde şüphe olmayan" Allah'ın kitabı olduğu bunun kadar kesinlik ve
şüphesizlik ile bilinen ve doğru yolu bunun kadar gösteren hiçbir kitap yoktur. Bunun
ne vahyinin niteliği ve inmesinde bir şüphe, ne de tebliğinde bir töhmet vardır. Ey
yüce Peygamber! Hira mağarasından beri Rûh-i emîn Cebrailin getirmekte ol d uğu o
vahiy seslerini sen tam müşahede ile dinleyip biliyorsun, senin doğruluğun ve
güvenilirliğin de denenmiş ve herkesçe bilinir. Sonra bu kitabın i'câzına da söz
yoktur. Zaten kesin ilmin kaynağı da önce tam müşahede (gözlem) ve yeterli tecrübe;
ikinci olarak bizzat bu görme ve tecrübeye imkan bulunmayan yerlerde doğru haber ve
tarihin şahitliği; üçüncü olarak aklın güzel bir delile dayanarak netice
çıkarması değil midir? Bundan dolayı Hakk'ın indirdiği, hakkın şiarı, doğru
haber veren, maksadı yalnız i y ilik ve insanlığın mutluluğu olan bu kitapta
şüpheye izin verecek ne bir cehalet ve gaflet, ne de bir kötü niyet ve bozuk maksadın
tasavvuruna imkan yoktur.
Gözlem ve tecrübeye eremeyenler için de sonsuza kadar delalet, i'câz ile hüsn-i
istidlâl (bir delile dayanarak güzel netice çıkarma) yolu açıktır. Allah Teâlâ bu
kitap ile bunu da üzerine almıştır. Bunun kemalinde, doğruluğunda ahlâkî
oluşunda, Allah'a ait olmasında şüpheye düşecek olanlar iki sınıftan biri olurlar.
Bunlar ya bilmemekle beraber bi l mediğini de bilmemeğe boyanmış, özel gayelerinden
başka hiçbir şeye değer verme duygusu kalmamış olan kalpleri mühürlenmiş inatçı
kâfirlerdir. Veya tam cahilliğe inanmış, her hususta şek ve şüphe ruhlarını
kaplamış, hakkı anlamaya, ilim ve sağlam bilgiye, güzel ahlâka erdirecek basiret
nurları sönmüş, münafıklığı, kötü zannı şiar edinmiş şüphecilerdir. Artık
bunların şüpheleri, kuşkuları da tamamen anlamsız, hükümsüz ve haksızdır. Bu
kâfirlerin, münafıkların durumlarını da yakında görürsünüz.
Rayb (şüphe), aslında nefse bir ızdırap, bir kuşku vermek mânâsına masdar
iken, lügat örfünde bu ızdıraba başlıca bir sebep olan şek ve şüphe mânâsında
kullanılması üstün gelmiştir. Yani rayb, şüpheye yakın ve fazla olarak kötü zan
gibi bir töhmet mânâsını da kaps a r. Fakat asıl mânâsı şüphe ve kuşku, yani
kuşkulu şüphedir. Yalnız "şüphe" kelimesini de bu mânâda kullanırız.
Burada rayb bütün cinsi ile olumsuz kılındığından ilmî şüphe ve ahlâkî şüphe
diye birbirinden ayrılabilecek olan şüphe ve suçlama durumlarının i kisi de
kaldırılmış ve iki yönden kesin olarak isbatlamakla kitabın mükemmelliği
açıklanmıştır. "zâlike"nin ikinci haberi olabilirse de başlı başına
bir cümle olması daha seçkin ve mukadder (sözün gelişinden anlaşılan) bir soruyu
düşünmekle bir başl a ngıç cümlesi olması ise daha beliğdir. Tek bir kişinin
bütün insanlık âlemi ile ve özellikle bozuk niyetlerle dolu, çok zalim ve cahil olan
bir insanlık âlemi ile mücadelesi demek olan peygamberlik vazifesi açısından yüce
Peygamber: "Ey Rabbim! Şüphe ve ş i rk içinde yüzen şu insan yığını benim
karşıma çıkıp da: 'Bu kitabın Allah'ın gerçek sözü olduğu ve sana Allah
tarafından vahiy yoluyla indirildiği ne malum? Bu senin sözün, şairler, yazarlar,
müellifler gibi sen de bunu kendin tasarlıyorsun ve fazladan o larak bir de Allah'a
isnad ve iftira ediyorsun' diye iftira yapmaya kalkışacak olurlarsa ben ne
yaparım?" diyebilirdi. İşte yüce Allah böyle bir soruya meydan bırakmamak
için: "Bu konuda hiçbir şekilde şüphelenmeye yer yoktur." diye açık
olarak mutlak güv e nce bağışlamıştır ki bunda Resulullah'ın ruhunun, vahyi gerek
kabul etmede ve gerek tebliğ etmede sözünde duran emin bir kişi olduğunu kaydetmek ve
ilan etmek vardır. Ve bu şekilde kitabın kendisinde hiçbir şüphe olmadığını
kaydetmek, kitabı tebliğ eden M u hammed el-Emin'in kendisinde de hiçbir şüphe
bulunmadığının tescilidir.
Yakında "Kulumuz Muhammed'e indirdiğimizden şüphe ediyorsanız." (Bakara,
2/23) âyeti ve daha ileride "Allah'a yalan uyduran veya kendisine hiçbir şey
vahyolunmadığı halde; 'Bana vahyolundu.' diyen ve 'Allah'ın indirdiği gibi bir kitap
da ben indireceğim.' diye iddia edenden daha zâlim kim olabilir?" (En'âm, 6/93)
gibi âyetler ile Kur'ân bu noktaları tafsilatıyle savunacak ve isbat edecektir.
Bu başlangıca Kelâm ve Felsefe ilmi açısından baktığımız zaman her şeyden
önce şüphe ve yakîn meselesine yani ilim ve marifet (bilgi) teorisinin mahiyetine
işaret edilmiş ve bu konudaki bütün felsefî tartışmaları apaçık bir vahiy ile
ortadan kaldırmış bulunduğunu görürüz ki, akaid ( inançla ilgili)
kitaplarımızın en başında "Eşyanın hakikatları sabit ve bunları bilmek
gerçekleşmiştir." ilk inancının konulması ve sofestâiye denilen şüpheci ve
inatçıların reddedilmesi ve ilim sebeplerinin gerçekleşmesi ile söze başlanması da
bundan doğ m uştur. Ve yeni felsefelerde her şeyden önce bu noktaya önem verildiği
ehlince bilinmektedir. Böyle olmakla beraber ilimlerin ve fenlerin ilerlemesine rağmen,
kâinatta gerek teorik ve gerek ahlâkî şüpheciliğin zaman zaman genişlemekte olduğu
da inkâr oluna m az. Bundan dolayı, insanlığın en büyük kalb ve ahlâk
hastalığı, şüphe ve şek meselesinde olduğunu ve insanlığın mutluluğu için
bunun her şeyden önce ortadan kaldırılmasının gerekli bulunduğunu yüce Kur'ân bu
şekilde işaret ettikten sonra insanları, iman, i lim ve kesin bilgi ile yaşatacak olan
hak ve doğru yolu yavaş yavaş açıklayıp anlatacak ve anlatırken gayb (gizli olan)
ve şehadet (görünen) yani akla uygun olan fizikötesi ile duyumsanan tabiat arasında
kesin olan gerçeklere ve hepsinden önce Tevhid-i Ha k k'a dikkatleri çekecek ve bütün
bunlarda ahlâkî değer ve amelî gücü temel fikir olarak takip ettirecektir. Bu
bilimsel noktalar ile Bakara sûresinin başı, Fâtiha'dan sonra bütün Kur'ân'ın bir
genel önsözü demek olduğundan, sûrelerin tertibi (düzeni) ne ka d ar tabiî ve ne
kadar ilmî ve derin sebepleri kapsadığı ortaya çıkacağı gibi, Hazreti Peygamber'in
beşerî çevresi ile bu ilmî gerçekler incelendiği ve mukayese edildiği zaman da
Kur'ân'ın yalnız Allah'ın vahyi olduğunda zerre kadar şüpheye yer olmadığı is
ter istemez kabul edilir.
Kendisinde şüphe olmayan bu Kitap Müttakîlere hidayetin ta kendisidir.
Sapıklıktan çıkıp hakkın korumasına girmek yeteneğine sahip olanlara hakkın
hükümlerini bildirecek bir delil, doğru yolu gösterecek apaçık bir belgedir. Diğer
bir ifade ile bu kitapta pek büyük bir hidayet-i rabbaniye vardır.
Fakat müttakî (günahlardan sakınan)ler için. Çünkü bundan faydalanarak istenen
gayeye erecek olanlar; şek ve şüpheden, şüpheli yollardan sakınarak kendilerini
koruma, akibetlerini kazanma kabiliyetine sahip bulunan müttakilerdir. Gerçi bu kitap
esas itibariyle "İnsanlar için hidayettir." Genellikle insanları irşad ve
doğru yolu göstermek için inmiştir. İyilik ve yumuşaklıkla yol göstermek demek
olan bu hidayetin, bu çağrı ve r ehberliğin esas itibariyle şuna buna tahsis edilmesi
yoktur. Fakat hidayetten istenen şey ihtida yani maksada kavuşma gayesi, şimdiki halde
veya gelecekte, sakınma sıfatına sahip olanlara nasip olacak, fıtrî kabiliyetlerini
kaybetmiş olanlar bundan faydal a nmayacak ve belki zarara uğramış olacaklardır.
"Biz Kur'ân'ı, iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyoruz.
Kur'ân, zâlimlerin ise ancak zararını artırır." (İsrâ, 17/82). Hüda, hem
lâzim (geçişsiz), hem de müteaddî (geçişli) olur. F â tiha'da açıklandığı
üzere hidayet, yol göstermek ve istenen şeye ulaştırmak gibi iki mânâda ortaktır
veya kullanılmaktadır ki, birine "gayeye ulaştırmayan hidayet", diğerine
"ulaştıran hidayet" denilir. Yüce Allah'a göre biri ulaştıran yolu
göstermek ve i r şad etmek, diğeri hidayeti yaratmak ve insanları başarılı kılmak
demektir. Kur'ân'da ikisi de geçmiştir. Bundan dolayı sonuç olarak 'de doğru yola
ulaştıran hidayet yani tevfik (başarı), 'da yalnız doğru yolu göstermek ve irşad
mânâları açıkça görünü r ise de, araştırma yapıldığında Kur'ân'a nisbet
edilen hidayetin irşadla ilgili hidayet olacağı meydana çıkar. Çünkü başarı ve
insanları doğru yola iletmeyi yaratmak, kelam sıfatı ile değil, fiil sıfatı ile
ilgilidir. Ve burada denilmesinin önemli bir nü k tesi vardır. Bundan anlaşılıyor
ki, bu kitap ile gerçekleşen Allah'ın irşadının etkili olması ve başarıya
yaklaştırması için muhatap olan insanların ihtiyarî fiilleri adeta şart
kılınmıştır. Kur'ân, herkese genel bir şekilde doğru yolu göstermek için inmiş
olmakla beraber, herkes bunu kabul etmede ve istiyerek seçmede eşit olmayacak, bir
takımları buna iradesini harcamıyacaktır. Çünkü insanlığın fıtratının
(yaratılışının) aslında genel olan hitap kabiliyeti birtakım insanlarda kötü
alışkanlıklarla tamamen o rtadan kalkmış bulunacağından, Kur'ân'ın irşadları
tam belağatı ve kapsamlı gerçekleri ile beraber, o gibilerin kalblerinde tabii olarak
sevinç arzusunu uyandırmayacak ve belki ters etki yapacaktır. Bunun için hitabın esas
faydası, hüsn-i ihtiyar(doğru te r cih) yeteneğine sahip olan kabiliyet sahiplerine
ait olacaktır ki, bunlar da takvası veya en azından sakınma yeteneği bulunan
müttakiler (takva sahipleri)dir. Bundan dolayı Kur'ân'ın inmesinin hikmeti,
başlangıçta insan iradesinin katılması şartı ile bütü n insanlara hidayet
etmektir.
Fakat şartın gerçekleşmesine göre bu hikmet, bu gaye, müttakilerin hidayeti
olarak gerçekleşecektir. Bununla beraber müttaki (takva sahibi olma) niteliği, kazanma
ile elde edilen bir nitelik olduğundan dolayı, geleceğe göre bütün insanları içine
alması mümkün olan bir niteliktir. Bu itibarla hidayetin, geçmişi bir yana bırakarak
yine umumun hidayeti olmasına engel olan bir tahsis değildir. "Arab için
hidayettir." veya "Acem (Arap olmayan)e hidayettir." denilmiyor. Şu halde
"Bu kitap bütün insanlık nevine hidayet için inmiştir. Fakat bu hidayetten
faydalanmanın ilk şartı Allah'tan gereği gibi korkmayı seçmek, yani korunmayı
istemektir. Bundan dolayı her şeyden önce korunmaya istekli olunuz ki, kurtuluş
bulasınız." meâlinde b ir takva tavsiyesini kapsamaktadır.
İttikâ, vikâye (korunma)yi kabul etmek, başka bir ifade ile vikâyeye girmektir.
Vikâye ise aşırı korumacılık, yani acı ve zarar verecek şeylerden sakınıp
kendini iyice korumak demektir. O halde lügat açısından ittikâ veya onun ismi olan
takva, kuvvetli bir himayeye girerek korunmak, özetle kendini iyi sakınıp korumak demek
olur. Bunun gereği olarak korkmak, kaçınmak, sakınmak ve çekinmek mânâlarına da
kullanılır. Tevakkî (çekinme) deyiminde yorgunluğa katlanma, itt i kâda sadelik
vardır. En kapsamlı ve en kuvvetli koruma ise ancak Allah'ın korumasıdır. Çünkü
insanın koruması, şimdiye ve geleceğe tamamen hakim olamadığı gibi, şimdiki halde
görünen acı zararların bile hepsine hakim olamaz. Bundan dolayı iyi korunmak dem e k
olan gerçek korunma, ancak Allah'ın korumasına girmekle gerçekleşebilir. Gerçi
rahmaniyete ve yaratılışın aslına göre herkesin Allah'ın korumasından zorunlu ve
tabiî ihsan edilmiş bir payı vardır. Ve o oranda herkes korunmasız zorunlu bir
korumaya sahip olur. Fakat rahimiyete ve ihtiyarî fiillere göre insanın bu korumaya
isteyerek ve idrak ederek girmesi, yani kendisinin korunması da şart olmuştur. Demek ki
Allah'ın korumasının her yönüyle tamamen tecellisi (ortaya çıkması), insanın
şimdiki zamandan daha çok, akibeti hedef edinen Allah'tan gereğince korkma hissine
bağlıdır. İşte bunun için şeriatta mutlak sakınma veya takva, insanın kendisini
Allah'ın koruması altına koyarak ahirette zarar ve acı verecek şeylerden iyice
koruması, diğer bir ifade ile günah l ardan sakınması ve iyiliklere sarılması diye
tarif olunur ki, gerçek korku ve sevgi ile ilgili olarak biri var olana, diğeri olmayana
ait iki itibara sahiptir: "Tahliye ve süsleme". Eûzü besmeleden,
tevhid kelimesinden ( ) itibaren bu iki itibarı görürüz. Bundan dolayı şer'î
takvanın, yalnız olumsuz ve mücerred (soyut) perhizkârlıktan ibaret olduğunu
zannetmek yanlıştır. Bununla beraber ittikâ (sakınma) bunların yalnız birinde
kullanıldığı çoktur. Mesela Kur'ân'da korku, iman, tevbe, itaat, günah işl e meyi
terketmek, ihlâs (samimiyet) mânâlarından her birinde kullanıldığı yerler vardır.
Ve inceleme yapıldığında Kur'ân'da ittikâ (sakınma) ve takva üç derece
üzerine zikrolunmuştur ki, birincisi; ebedî azabdan sakınmak için Allah'a şirk
koşmaktan kaçınmakla iman "Ve onları takva kelimesine bağladı." (Fetih,
48/26) gibi. İkincisi; büyük günahları işlemekten ve küçük günahlarda ısrar
etmekden sakınmak ile farzları eda etmektir ki, şer'an (İslâm'da) bilinen takva
budur. "O ülkelerin halkı inanıp All a h'ın azabından korunsalardı."
(A'râf, 7/96) gibi. Üçüncüsü; kalbinin sırrını Allah'tan meşgul edecek her
şeyden kaçınmak ve bütün varlığı ile Allah Teâlâ'ya yönelmek ve çekilmedir ki,
bu da "Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır biçimde korkun." (Âl - i
İmrân, 3/102) emrindeki gerçek takvadır. Bu mertebe, o kadar geniş ve o kadar
derindir ki, bu mertebedeki insanların derecelerine göre farklı tabakalara ayrılır.
Ve peygamberlerin yüce himmetlerinin ulaştığı derecelere kadar çıkar. Bu şekilde
yüce Peyga m berler hem peygamberlik ve hem velilik başkanlıklarını
birleştirmişler, onların cisimler âlemiyle ilişkileri, ruhlar âlemine
yükselmelerine engel olmamış ve halkın yararları ile uğraşmaları da hakkın
işlerine dalmalarına zerre kadar sed çekmemiştir. Bu da aslında kazançlarının
meyvesi değil, Allah Teâlâ'nın özel rahmetinin eseri olmuştur.
"İnanıp iyi işler yapanlara bundan böyle (Allah'a karşı gelmekten)
korundukları ve inanıp iyi işler yaptıkları, sonra yasaklardan sakınıp (onların
yasaklandığına) inandıkları ve yine korunup iyilik ettikleri takdirde daha önce
yediklerinden ötürü bir günah yoktur." (Mâide, 5/93) âyet-i kerimesi takvanın
bu üç derecesini toplamıştır. "Allah adaleti, ihsanı.. emreder." (Nahl,
16/90) âyetinin de takvayı topladığı, bir hadis-i şerifte zikredilmiştir. Bundan
dolayı Kur'ân'ın hidayeti bu takva derecelerinden her birini kapsar. " "in,
hepsinden daha genel olan mutlak sakınma mânâsıy le tefsir edilmesi gerekir. Fakat
burada şu soru sorulur: Burada Kur'ân hidayetinin, ittikâ (sakınma) ile şartlanmış
olduğu anlaşılıyor. Halbuki ittikâ da, Kur'ân hidayetinden çıkarılmış olan bir
netice olacağına göre meselede bir devir
(Yani tarif edilecek bir şeyin, tarif için getirilenlerde zaten var olması durumu)
gerekmiyor mu? Cevabı: Hayır, ilk önce bu karine ile kesin olarak anlarız ki burada
başlangıçta takvadan maksat, takvanın başlangıcı, yani takva yeteneğidir. Ve
müttâkîler demek, inat ve iki yüzlülükten, tam şüpheden sakınabilecek ve hakkı
kesin ve kat'î olarak bilmeye aday o labilecek kusursuz, sağlam huy ve sağlam akıl
sahipleri demektir ki, tefsirciler bunu "takva derecesine yükselenler" diye
tefsir ederler. İkinci olarak hidayet, mertebenin artmasını da kapsadığından takva,
takva yeteneği ile önde bulunan mertebelerin sa h iplerinden daha geneldir ki, buna
umumî mecaz adı verilir.
Üçüncü olarak takva, en son maksat değil, kurtuluş ve mutluluk vesilesidir.
Kur'ân hidayetinden elde edilecek olan güzel sonuç, gazab ve sapıklıktan kurtulmuş
olarak Allah'ın nimetlerine ulaşıldığı için, takvadan daha geneldir. Bundan dolayı
Kur'ân hidayeti, ittikâyı kabul eden ve henüz sapıklıkta bulunanlardan başlıyarak,
takva mertebelerinin hepsinden geçmek suretiyle ebedî mutluluğa kadar varacağından,
mertebeleri tatbik etmekle takvayı şa r t koşmada devir işareti asla düşünülemez.
Özetle Kur'ân, hem başlangıç ve hem sonuç itibariyle hidayettir. Bunun için
insan, ne kadar yükselirse yükselsin,Kur'ân hidayetinden kendini asla ihtiyaçsız
sayamıyacaktır. Onun hidayeti, seçkinlerin ve halkın bütün derecelerini kapsar.
Gerçekten İslâm dini, bir taraftan dünya hayatının zaruri şartlarını öğretecek,
diğer taraftan bu geçici hayatın mutlak gaye olmadığını ve bunun da hedeflemesi
gereken ebedî gayeler bulunduğunu gösterecek ve onun da kazanma şar t larını
anlatacaktır. O yalnız ilkel insanların ruhî gıdası değildir, ilerlemiş
medeniyetlerin de sonsuza dek yükselmesi için olgunlaşmış teminatı olmak üzere
inmiştir. Gerçekten insanlık toplumunda tam mânâsıyla Allah'ın birliğine dayanan
bir hayat nizamı genel şekilde henüz kurulmuş değildir. Henüz bütün insanlık
Allah'ın korumasına girmemiş, sonuç ve ahiretine kesin olarak inanacak sakınma
mertebesine yükselememiş olduğundan âlemde sosyal buhran (kriz) devamlı bulunmuştur.
" " Kur'ân'ın ezeli itibarını, " " görünen gerçeklerini,
" " ilmî ve ahlâkî özelliğini, " " inme hikmetini ve pratik
gayesini dile getirmiş ve sonra inen her âyet, kendinden önceki âyeti anlatmış ve
açıklamış ve bundan dolayı tam bir bağlılık sebebiyle atıf harfleri (b a
ğlaçlar) gibi sözlü bağlantılara bile ihtiyaç duymayan birbirine uygun olan dört
cümleden oluşan bir veciz (özlü) nazm olarak Fâtiha'daki "bize hidayet et"
duasının cevabı
olmuştur. Dikkat olunursa bu nazımda öyle güzel bir inkişaf vardır ki, önce hat
(yazı) açısından üç basit harften, lafız olarak üç müfred (tekil) isme
yükseliyor. İkinci olarak, bunların her birine benzer gibi üç veciz (özlü) cümle
yayılıyor. Üçüncü olarak, bu yüce nazm, esas mânâsı olduğu gibi sabit olmak
üzere çeşitli irâb şekillerini ihtiva ederek her birinde bir özel parıltı ile
ortaya çıkıyor. Sonra bunları aynı şekilde üç âyet ve üç kıssa takip edecek ve
daha sonra da "Ey insanlar ibadet ediniz." (Bakara, 2/21) genel hitabı ile
sûrelerin maksatları yavaş yavaş inkişaf etmeye deva m edecektir. Bu açıklamanın
gelişme şekli Kur'ân'daki uyuma bir misal vermek için ne kadar dikkate değerdir.
3- O müttakî (Allah'tan hakkıyle korkan)ler ki Hakk olan gayba inanırlar. Yahut
gıyâben (görmeden) de iman ederler. Diğer bir tabirle onlar, gözle değil, kalp ile
iman ederler, onlar bütün şüphelerden uzak oldukları gibi, iman etmek için önlerine
dikilmiş putlara, haçlara da bağlanmazlar, gözlerinin önünde bulunan bugünkü ve
şu andaki görülen ve hissedilen şeylere saplanıp kalmazlar, hi s ötesini, kalbi ve
kalp ile ilgili şeyleri tanırlar. İşlerin başı görülende değil ruh, akıl, kalp
gibi görülmeden görende, tutulmadan tutanda, zaman ve mekana bağlı olmayarak
maddeleri fırlatıp oynatan, fezaları doldurup boşaltandadır. Onların sağduyuları,
saf basiret ve ferasetleri, temiz akılları, açık anlayışları, sıhhatli
görüşleri, sözün kısası anlayış kabiliyetleri, kötülüklerden silkinebilecek
anlayışlı hisleri, yükseklere koşabilecek azimli vicdanları ve iyi seçimleri
vardır. Görünen ve hissedilen şeyleri yarar, kabuklarını soyarlar; içindeki
özüne, önündeki ve arkasındakinin sırrına nüfuz ederler; görenle görüleni
ayırtederler; hissedilenden düşünülene intikal edebilirler; varlık ve yokluk içinde
gaybden görünürlüğe, görünürlükten gaybe gelip, geçi p giden ve hissedilen
hadiselerin satırları altındaki gayba ait mânâları sezerler.
Hakikatte varlıklar, görülen ve görülmeyen, diğer bir tabirle
"meşhût" ve "gayr-i meşhût" olmak üzere ikiye ayrılır. Ve
birçok bilgin hakikati, görülmeyen ve hatta görülemiyen kısmında kabul ederler ve
buna "mânâ âlemi", "gerçek âlem", "akıl âlemi",
"ruh âlemi" veya "gayb âlemi" derler ve Felsefe'nin konusu olarak da
bunu tanırlar. Gerçekten şimdiki Batı felsefelerinde de şunu görüyoruz: Görülen
veya dışta müşahede edile n şeyler bize beş duyumuzla geliyor ve bunların her
birinin de bir âmili (sebebi) var: Işık, ses, koku, tat, ısı ve soğukluk. Biz,
bizzat bunları his ve müşahede ederiz ve bunlar vasıtasıyla da diğer şeyleri.
Bilimler ve özellikle müsbet ilimler (fen bilim l eri) gösteriyor ki, bunların her
biri bir tecelliden, bir gösteriden, bize bir görünüşten, bir hadiseden ibarettir.
Mesela ışık dediğimiz parıltı bizim dışımızda mevcut değildir.
Çünkü dışta ışık bilimin ortaya koyduğuna göre, bir titreşimden ibaretir.
Görünmeyen, madde atomlarının veya esirin titreşimleridir. Parıltı, ışık o
titreşimin bizim gözümüzle ilişkisi, temas etmesi sırasında vâki olan ani bir
görüntüdür. Bu meseleyi İmam Gazali "İhyâ"sında şöyle tesbit
etmiştir: Güneşin ışığı, halkın zannettiği g i bi, güneşten çıkıp bize
kadar gelen haricî bir nesne değildir. Belki gözümüzün güneşle karşı karşıya
gelme anında bizzat ilâhiîkudret ile yaratılan bir hadisedir. Bu gerçek, keşf ehline
görünmüştür. Ses de aynen böyle. Biz biliyoruz ki ses, hâriçte havanı n özel bir
dalgalanmasından ibârettir. Kulağımızdaki gürültü mânâsına gelen ses, o
dalgalanmanın kulağımıza dokunduğu anda hâsıl olan (oluşan) bir tecellidir. Isı
ve soğuk dediğimiz şey de, esasında ışık gibi esire veya atoma ait bir
titreşimdir. Bunun içi n dir ki, ısı ışığa, ışık ısıya dönüşür.
Aralarında bir mertebe (derece) farkı vardır. Bunu elektrikten anlıyoruz. Kısacası
koku ve tat da esasında birer titreşim olup, bizim koku alma ve tadma duyularımıza
dokunmasında koku ve tad olarak ortaya çıkarlar. D e mek görme ve dış görünüşte
vasıta olan bu beş âmil (etken)in hepsi gerçekte hareketle ilgilidir ve hepsi
hareketin bize özel birer görünümüdür. Biz bu hareketleri görmüyoruz. Acaba
kütlelerde gördüğümüz hareket nedir? O da görünmeyen gerçeğin bir tecellis i
değil midir? O halde bu vasıta (araç)larla gördüğümüz önümüzdeki âlem hep
birer hayalden, birer tecelliden başka birşey değildir. Bunların hedef ve gayesi olan
gerçek ise görülmez. Genel göçler, memleketlerin kuruluşu, haberleşmeler... gibi
tarihî olayla r ın illet ve gayeleri de insanların tasavvurları, duyguları,
iradeleri... gibi görünmeyen sebeplerden başka nedir? Şu halde gerçek,
görünmeyendir ve görülmesi mümkün değildir. Görülebilen ise onun tecellîleri,
hayali, gölgesi ve yansımalarıdır...
Bu if ade bize âlemi pek güzel açıklıyor. Bu açıklamaya göre bütün hakikat
gaybdır. Tabiat, görülen âlem bir hayaldir, hem de hareket tecellisinin bir hayalidir.
Hakikat, sonuç olarak akıl ile, basiret ile, kalp gözüyle görülebilir, dış
görünüşü ile değil. Bu n o ktada yürüyen ve Allah Teâlâ'nın ve meleklerinin
gözle görülmesinin mümkün olmadığını söyleyen âlimler ve İslâm feylesofları
da vardır. Fakat bizim Ehl-i Sünnet'in sahih telakki ettiği ve imanımıza göre ilahî
hakikat "mutlak gayb" değildir; O, gözle görü l meyen ve görülenin
(kaynağı) merciidir, her şeyi (kapsayan) ihata edendir. Bunun için O'na özel ismiyle
"gayb" denmez, Allah'ın güzel isimleri (esmâ-i hüsnâ) içinde de bu isim
(görülmemiş) vârid olmamıştır. O, ahirette, cihetlerden, mekandan münezzeh ol a
rak görülebilir. Fakat tam anlaşılamaz, anlaşılamayacağı için tamamen
görülmüş de olamaz, ona doyulmaz. Biz, ilahî vecih (yüz)de bir görünme duygusu
olduğunu söylüyoruz. Fakat gayb duygusunun daha fazla olduğuna da inanırız. Bunun
için O'na, özel isim vermemek kaydıyle "gayb" da denilir. Allah'ın melekleri
de bize gaybdır, yani görünmezler, ahireti de öyle, fakat onların da görülmesi
mümkündür. Mesela genellikle "kuvvet görünemez" deriz. Halbuki görünen de
kuvvetten ibarettir. Gelecek zaman bugün görünmez, yarın görünür. Hâsılı bizce
"gayb", görülemiyen demek değil, görülmeyen demektir. Bugünün akla uygun
olanı, yarının hissedileni olabilir. Biz delilsiz olan gaybe değil, delili olan makûl
(akla uygun) gaybe iman ediyoruz. Her delil ise, delalet ettiği şeyi n bir yanına haiz
olduğu (içerdiği) için delildir. Delilimiz, aklımız, nefsimiz, kalbimiz, âlem ve
Allah'ın kitabı. Şu halde gaybin hakikatine iman ederken, görünenin gerçeğini inkar
etmeyiz. Kalpleri olanlar görürler ki, tabiat denilen hissedilen olaylar, kısa bir
bakış halinin zahiri görünümüdür. Bunun arkasında karanlıklara karışmış bir
geçmiş silsilesi, önünde de henüz doğmamış bir gelecek silsilesi ve hepsinin
ötesinde bir kalp ve hepsinin üstünde bir "tek hakim" vardır. Ve
"dünya" adını alan şimdiki d u rum, görünenden gayb (görünmeyen)e
intikal etmiş bulunan o geçmiş ile gaybdan görünürlüğe doğacak olan o gelecek
zincirleri arasında yegâne göze batan bir zahiri halka, beşerin varlığı sanki
sonsuz iki deniz arasında ince bir berzah (kıstak), beşerin kalb i de onun ağırlık
merkezine tutunmuş bir gözetici, bir ucu bir denize, bir ucu da diğer denize atılmış
olan tabiat zinciri devamlı bir hareketle o kıstağın üzerinden kır kır geçip
akıyor, bir denizden çıkıyor, diğerine batıyor. Bütün ağırlığı, kıstağın
ka r anlığına basarken o gözetleyici her anında geçen bir olaylar halkası
görüyor. Yalnız ve yalnız onu müşahede ediyor. Görme duygusu ne denizlere erişiyor
ve ne diplerindeki zincire. O, ancak kıstaktan geçen halkaya bakıyor ve ancak onu
görüyor ve görürken z i ncirin bütün ağırlığını çeken kıstağın
gıcırtısını da içinden -devamlı surette- dinliyor ve inliyor. O hareketten ve bu
gıcırtıdan artık o kadar kuvvetle ve yakından biliyor ki, şimdiki halde görünen ve
hissedilen meydandaki tabiatın iki tarafında geçmiş v e gelecek, başlangıç ve
sonuç denilen birer gayb âlemi var. Dünya âlemi, hissedilen tabiat, imkan deliliyle
varsa; gayb âlemi, hissedilmeyen tabiat öncelikle ve zorunlu olarak var. Bundan başka o
görünüp hissedilenin iki yönünden başka, onun bir batını, b i r iç yüzü, diğer
tabirle o gözeticinin tutunduğu ve iliştiği bir fizikötesi veya tabiat üstü de
vardır. İş o zincirde değil, onu salıp hareket ettirenle, o kıstağı kuran, o
gözeticiyi tutan, o denizleri birbirine karıştırmayan gözetici ile gözetileni birl e
ştirerek bilgi meydana getiren, gayb ve görülen âlemin hepsini ihata eden (kapsayan),
mutlak kefili olan yüksek kudrettedir. Şu halde kendini korumak isteyenler,
görülenleri ve
hissedilenleri seyrederken, daha önce onların arkasındaki gaybe ve gayb ile
görülenlerin hepsinin merciine (kaynağına) mutlak kefiline, âlemlerin Rabbine,
merhamet eden ve esirgeyene, ahiret gününün sahibine "Ancak sana ibadet eder ve
ancak senden yardım dileriz." (Fatiha, 1/4) diye iman ederler. Ve bu iman başlıca
üç esası içine a lır: Başlangıca iman, ahiret (son)e iman, başlangıç ve son
arasındaki gizli vasıtalara iman ki, bunların dördüncüsü de açık vasıtalar olan
görülen âlemi bilmektir. Ve bu şekilde görünmeyen (gayb) ile görülen birleşince
iman ve bilgi "O, evveldir, sondur, zâhirdir ve bâtındır." (Hadid, 57/4)
birliğini bulur.
Gayb (kelimesi), "gaybet" ve "gıyâb" (göz önünde bulunmama)
anlamında masdar veya gâib (göz önünde olmayan) mânâsında isim ve sıfat olur ki,
bu da "adl" kelimesi gibi masdar diye isimlendirilmişdir veya
"meyyit" ve "meyt" kelimeleri gibi "gayyib" kelimesinin
hafifletilmişidir. Buna göre dilimizdeki "kaybettim", "kayboldu"
tabirleri gerçektirler. Bazılarının zannettiği gibi "bunu kayıp ettim"
şeklinde yazmaya lüzum yoktur. "Gayb" ve "gâib" ise baş l
angıçta duyguyu anlamada veya ilk düşüncede hazır olmayan, diğer deyişle ilk
nazarda anlaşılmayan demektir ki, bunun bir kısmı delilden geçen bir anlayışla
idrak olunabilir. Mesela evinizde otururken kapınız çalınır, ses duyarsınız, bu ses
sizin için anl a şılmış, hazır ve şahittir. Bundan anlarsınız ki, kapıyı çalan
vardır. O henüz sizin için ortada yoktur. Bakıp görünceye kadar onu şahsıyla
bilemezsiniz, fakat kapıyı bir çalan bulunduğunu da zorunlu bir şekilde, anlayışlı
olarak tasdik edersiniz. Bu, bir i man veya şuurlu bir bilme olur. Sonra henüz
kapınızı çalmayan ve eseri size yetişmeyen daha nice gaibler bulunduğunu da genel
olarak tasdik edebilirsiniz. Fakat bunların bir kısmı gerçekten yok olabilirler.
"Gayb" ile "gaib" arasında fark vardır. "Gâib" ( ortada
olmayan) sana görülmez, seni de görmez olandır. "Gayb" ise görülmez, fakat
görür olandır.
Şu halde iki türlü gayb vardır: Bir kısmı hiçbir delili bulunmayan gaiblerdir ki
bunları ancak "Allâmu'l-ğuyûb" (gaybları bilen) Allah bilir. "Gaybın
anahtarları onun katındadır, onları O'ndan başkası bilemez" (En'am, 6/59)
âyetindeki gaybden maksat bunlardır, deniliyor ki; sırası gelince açıklanacaktır.
Diğer kısmı da delili bulunan gâiblerdir ki "onlar gaybe inanırlar."
(Bakara, 2/3) âyetindeki gayb d en kastedilen de bu kısımdır. kelimesinin elif lâmı
ahd içindir. Yani Allah'tan hakkıyla korkanların inandıkları, tanıdıkları gayb,
delili bulunan hak gaybdır ki, bu da Hak Teâlâ ve sıfatı, ahiret ve halleri,
melekler, peygamberlerin nübüvveti, kitapları indirme... gibi imânâ ait temel
unsurlardır. Ve bu iman, bazılarında tahminî ve keşfî bir
geçişle, bazılarında da fikrî ve delilli bir intikal ile oluşur. Sonra
"gaybe iman" ile "gıyaben iman" arasında küçük bir anlayış
farkı vardır. Zira birincisinde gaybın kendisine inanılan şey olduğu açıklanmış,
ikincide ise inanılan şey hazfedilmiştir (gizli tutulmuştur). Bunun için bazı tefsir
bilginleri arada büyük bir fark gözetmiş ve: "Sizin gerek arkanızdan ve gerekse
huzurunuzda iman ederler" diye açıklama yapmış; yani inanılan şeyin gayb
olduğuna sataşmayıp, münafıklardan sakınma olduğunu göstermişlerdir. Fakat
açıkça anlaşılan gıyabın da inanılana ait olmasıdır. Şu halde gayba iman ile,
gıyaben iman arasında mânâ bakımından fark yoktur. Ve her iki değerlendirme ile
imanın kıymet ve faydası, gayb ile ilgisi veya gayba ait oluşu bakımından dikkati
çekmektedir. Çünkü korunmak ona bağlıdır. Peygamber'i görüp iman eden
sahabîlerin de en büyük meziyetleri onu, gayba ait verdiği haberlerde tasdik
edişlerindedir. Ve bur a da Peygamber'i görmeden tasdik edenlerin de öğüldüğüne
işaret vardır. Nitekim İbnü Mes'ud hazretleri "Kendisinden başka ilah olmayan
(Allah)a yemin ederim ki, hiçbir kimse, gayba imandan daha faziletli bir şeye
inanmamıştır." buyurmuş ve bu ayeti okumuştur. Diğer bir açıklama ile de
burada gayb, göz karşıtı olan kalp ve kalbin sırrıdır ki, kalbin ve kalbin
sırrının kaynağının "görmek" olduğunu bilmek; hakkı ve peygamberliğin
delillerini gözden daha çok kalp ile görüp, şirkten, maddeciliğin pisliğinden k u
rtaran bir imânâ ermek mânâsını ifade eder ki, bunda derin bir iman yoluna işaret
vardır. Yani kalbi bilen, Allah'ı bilir.
"iman", asıl lügatta "emn" ve "emân" kökünden
türemiş "if'al" vezninde bir kelimedir. Hemzesi, ta'diye (geçişli kılmak)
ve bazan sayrûret (olmak, hal değiştirmek) anlamlarında kullanılır. Geçişli
olduğuna göre "güven vermek", "emin kılmak" demektir ki, Allah'ın
isimlerinden olan "Mümin" (güven veren, emin kılan) bu anlamdadır. Sayrûret
(olmak) mânâsına olduğuna göre de " e min olmak" demek olur. Ve
"sağlam" ve "güvenilir" olmak, itimat etmek mânâsını ifade eder
ki, dilimizde inanmak denilir. Dil geleneğinde ise mutlaka tasdik etmek anlamındadır.
Çünkü tasdik eden, tasdik ettiğini yalanlamaktan emin kılmış veya kendisi yalan d
an emin olmuş olur. İman bu mânâlarda "ona inandı" gibi bizzat geçişli
olur. Bununla beraber veya gibi "bâ" veya "lâm" harfleri ile de
geçişli olur. "Bâ" harfi ile geçişli olduğu zaman "itiraf"
mânâsını, "lâm" harfi ile geçişli olduğunda da iz'an ve k a bul
anlamını içine alır. Bunun için gaybi tasdik ve itiraf ederler, yahut "Tasdik
ettiklerini huzurda da, gıyaben de tasdik ve itiraf ederler." demek olur.
Bir şeyi tasdik etmek, onu doğru olarak almak demektir. Sıdk (doğruluk) ise ya
kelime veya sözle ilgili olduğundan, imanın da ilgilendiğiyle ilgisi bu ölçüde
çeşitli şekillerde cereyan eder. Mesela Allah'a iman ile Allah'ın kitabına ve ahirete
iman şekillerinde bazı anlam farkları vardır. Bununla beraber tasdikin esas menşei
(kaynağı) doğru sözd e; doğru sözün menşei de hükmün doğruluğunda yani
vakıaya (olaya) uygunluğundadır. Zihin ve hariç (dış), diğer deyişle kalp ve göz,
işte doğruluk ve gerçeklik, bu karşılıklı iki taraf arasındaki doğruluk ve
uygunluk ölçüsündedir. Olaya uygun olan ve uygun o labilen zihin ve kalp doğru; bunun
zıddı doğru değildir. Şu halde iman ve tasdikin başlangıcı, bu doğruluk ve
uygunluk ölçüsünü kabul ve itiraf etmektir. Aynı olay insan ruhunda veya huzurunda
bizzat mevcut ise görmeye ait tasdiktir, hissî veya aklî bedâh e ti (apaçıklığı)
tasdik etmek gibi. Bizzat değil de hazır olan bir delil veya bir gösterici
aracılığı ile hazır ise gıyabî (görmeden) tasdiktir. Bu durumdaki o görünmeyen
olay, benzerleri ve zıdları ile, az çok kıyas edilebiliyor ve sınırlanabiliyorsa,
del i lin devamlılığı ve yansımasındaki zaman süreci ölçüsünde özetli veya
etraflı tasdik, resmi veya sınırlı bir bilgi, belirli bir tasavvur ifade eder. Olay
görünmeyen, eşsiz ve zıtsız, benzersiz ve nazîrsiz ise, o görünmeyen tasdik,
sınırlı bir bilgi değil, s ınırsız bir salt inanma olur ki, genellikle iman denince
bu anlaşılır. Bu iman, ilmin hem başı ve hem gayesidir. Ve bundaki sağlıklı
biliş, ilme ait bilişten yüksek ve kuvvetlidir. Zira her tasavvura bağlı sınırlama
delil olarak alınmayıp da, istenilen bi z zat olarak alındığı zaman birer kesin
bilgi engeli olabilir ve bildiğinin ötesini inkar eden cahil kalır. Fakat böyle bir
sınırsız imânâ layık olan ancak Allah Teâlâ'dır. Allah'a iman, bu şekilde,
görünenden görünmeyene sonsuz olarak uzanır gider.
Gen el olarak lügatta "tasdik", ya sözlü veya fiilî olur. Sözlü tasdik
de, biri kalbe, diğeri dile ait olmak üzere iki türlüdür. Buna göre lügat geleneği
bakımından tasdikin üç derecesi vardır: Birincisi, kalbe ait tasdiktir. Bir kimse
herhangi bir hükmün vey a bir sözün veya söyleyeninin doğruluğunu yalnız
gönlünde itiraf, teslim ve bunu kendi kendine ifade ettiği ve onun doğruluğuna kalben
emin olduğu zaman, o hükmü veya sözü veya söyleyeni tasdik etmiş olur. İkincisi
dil ile tasdiktir. Bu da, kendisinden baş k a birine dahi bildirecek ve duyurabilecek bir
tarzda; "bu böyledir" diye, bir sözü dili ile söylemektir ki, ya gerçek
veya görünürde olur. Birisinde bu dil ile tasdik, kalbî tasdik ile birleşir,
söyleyen kendisince de doğru olur. Diğerinde dil başka, kalp başka olur. Yani
dili ile diğerini tasdik ederken, kalbi ile kendini bile yalanlar. Üçüncüsü fiil
ile tasdiktir ki, bir sözün gereğini fiilen yerine getirmekle olur. Bu da kalp ile veya
dil ile tasdikten birine veya her ikisine yakın olup olmadığına göre birkaç dereceye
ayrılır. Fiil ile tasdik, kalp ile tasdike uygun düşmezse gösteriş veya zorlama ile
yapılmış olur.
Acaba din lisanında iman bunların hangisidir? Yani İslam dininde bunların hangisini
yapan mü'min sayılır? Lügattaki iman ile dindeki imanın farkı var mıdır? Bunu
Kur'ân'dan ağır ağır öğreneceğiz ve bu âyetten itibaren başlıyoruz.
Dindeki imanın, lügattaki imandan iki yönden özelliği bahis konusudur. Birincisi,
iman edilecek olan ilgili (yani kendisine inanılacak şey) bakımından şer'î iman
özeldir. Allah'ın birliğine ve Muhammed (s.a.v.)'in Allah tarafından getirdiği kesin
olarak bilinen şeylere kısaca ve gerektiğinde genişçe inanmaktır. Bunun en özetli
olanı Allah'a ve ondan gelene inanmak, diğer deyişle (Allah'tan başka ilâh yoktur; M
uhammed Allah'ın Resulüdür.) kelime-i tevhidine inanmaktır. Bir derece tafsîl
(açıklama) ile, Allah'a, Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğine, ahirete inanmaktır.
İkinci bir tafsîl (açıklama) ile Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine,
ahiret gü n üne, kaza ve kadere, öldükten sonra dirilmeye, sevap ve cezaya
inanmaktır. Üçüncü bir tafsîl de Kitap (Kur'ân) ve Sünnet ile Muhammed (s.a.v.)'in
bildirdiği kesin bir şekilde sabit olan haberlerin ve hükümlerin tümüne ve her
birine Allah'ın ve Allah'ın p e ygamberinin istediği şekilde inanmaktır ki, burada
"Onlar gayba inanırlar; ve onlar sana indirilene ve senden önce indirilmiş olana
inanırlar; ve onlar ahirete kesin olarak inanırlar." ifadesi bütün bunları iki
derecede açıklamıştır. Diğer açıklamalar d a ilerde gelecektir. Ve bu derecelerden
her biri, güç yetme derecesi ile birlikte bulunur. Bütün dini bilmek demek olan
tafsîl, havass (saygın kişiler)ın özelliği olabileceğinden, halk ve çoğunluk
için birinci farz, özet olarak inanmak ve en son da tafsîl i n ikinci derecesine
imandır. Ve işte Bakara Sûresi'nin başı bu iki değeri göstermiştir. Halbuki lügat
anlamındaki imanın ilgi sahası bundan daha geniştir. O, gerçeği ve yanlışı,
doğruyu ve eğriyi içine aldığı gibi, gereksiz sayılacak ayrıntıları da içine a
lır. Lügat bakımından iman denebilecek birçok tasdikler vardır ki, onlar din
açısından tam küfürdürler. Mesela şirke inanmak; şeytanın sözüne, doğruluğuna
inanmak; küfrün, zulmün hayır olduğuna inanmak; zinanın, fuhşun, hırsızlığın,
haksız yere adam öldür m enin, Allah'ın kullarına saldırmanın doğruluğuna
inanmak... lügat itibariyle birer iman, fakat İslâm dininde birer küfürdürler.
Lügat anlamında imanın diğer bazı
kısımları daha vardır ki, dinî açıdan küfür olmamakla beraber birer inanma
görevi teşkil etmezler. Bir kısmı mübah, bir kısmı mendub, bir kısmı da
kötülük ve günah olabilir ve bunların açıklaması fıkıh ilmine aittir.
Özetle lügat anlamında imanın bir kısmı hak ve hayır, bir kısmı şer ve
batıl, bir kısmı da zevk, saçma ve lüzumsuz şeyler olabilir. Hak ve hayır olanlar
şer'î imanın aynı veya onun kapsamı içinde ayrıntısıdırlar. Çünkü asıl
şer'î iman, şimdiki halin arkasında veya bâtın (kapalılığın)da kaybolan hak ve
hayrın anahtar ve ölçüsünü veren ve bir tek yol takip eden prensiplerin tümüdür.
Gerçekte bütün iş, hak ve hayırdan önce, bunların prensip ve ölçülerindedir. Ve
İslâm dininin esas apaçık gerçekliği olan imânâ dair prensipleri de bu anahtarı
ve ölçüyü verir. Hidayet (doğruluk)de onu takip edenleredir. Geleceğin kayıp
anahtarı, şimdiki g örmede; şimdiki görmenin anahtarı, onun gizli gaybı ile
geçmişteki gaybında ve hepsinin anahtarı ise Allah katındadır. "Gaybın
anahtarları onun katındadır, onları O'ndan başkası bilemez." (En'âm, 6/59).
Şu halde insan; anahtarı, doğruyu ve hayrı kendi istek ve arzusunda aramamalı,
doğrudan doğruya veya bir aracı ile Allah Teâlâ'dan almalıdır. Aracıları inkâr
etmemeli, fakat kulluğu ancak Allah'a yapmalıdır. Çünkü "O'nun izni olmadan
onun katında kim şefaat edebilir?" (Bakara, 2/255) âyeti onun izni olmadan
kimsenin şefaat edemeyeceğini bildirmektedir.
İkincisi, imanın ilgilendiği şeyi bırakarak, kendi mahiyeti bakımından da
şer'î imanın özelliği bahis konusu olmuştur. İmanın şer'î mânâsı, yalnız bir
kalbin fiili midir? Yalnız bir dilin fiili midir? İkisi birden midir? Yoksa bunlarla
beraber uzuvların fiili midir? Bu noktada bazı mezhep farklarına rastlıyoruz. Şöyle
ki:
1. Hâricîler ve Mu'tezile mezhebine mensub olanlara göre şer'î iman, hem kalbin
fiili, hem dilin fiili ve hem de uzuvların fiilidir. Yani Allah Resulü'nün
tebliğlerini kalp ile tasdik, dil ile ikrar, amel ile de tatbik etmektir. Bunların
üçü birden imanın esasıdır. Bunlardan, birisi bile eksik olan kimseye mümin denmez.
Hâricîler'e göre kâfir; Mu'tezile'ye göre ise mümin i le kâfir arası fasık
denilir. Bunlar şer'î imanda, lügat mânâsındaki imanın üç derecesini toplamış
oluyorlar. Selef ve hadiscilerden bazıları da imanı dil ile ikrar, kalp ile tasdik,
dinin esaslarıyle amel etmektir diye tarif etmişlerdir ki, imam Şafiî de bu gruba
dahildir. Fakat bunlar, ameli terkeden fasıkın imandan çıkmış veya küfre girmiş
olduğunu söylemezler. Şu halde bunların görüşleri Hâricî ve Mu'tezile
mezheplerinden
büsbütün başkadır. Bunlar gerçekte imanın aslını değil, imanın kemalini
tarif etmiş oluyorlar.
2. Kerrâmiye mezhebine göre şer'î iman, yalnız dil ile ikrardır. Bunlara göre
kalp ile tasdik bulunsun, bulunmasın, dil ile ikrar eden, diline sahip olan mümindir.
Kalb ile tasdik de varsa, içi, dışı mümindir. Yok münafık ise, dışı mümin, içi
kâfirdir. Bunlar, lügat anlamındaki imanın en aşağı derecesi olan yalnız
"söz ile tasdik" mânâsıyle yetinmişler ve şer'î imanın ölçüsünü de,
müslümanlar arasında cereyan edecek olan muameleler ve hükümlerin prensibinde açık
ve görünür sebebi gözetmiş l erdir. Bunlara göre iman, bir kelime meselesi demek
oluyor, "İkrar esas, kalp ile tasdik şarttır." diyenler de olmuştur.
3. İmanın esası, kalp ile tasdiktir. Dilsizlik, zorlama gibi bir zorlayıcı engel
bulunmadıkça dil ile ikrar da şarttır. Fakat tahakkukunun (gerçekleşmesinin) şartı
mı, yoksa tamamının şartı mı, bunun hakkında da sözler söylenmiştir. Eş'arîler
bu görüş üzerindedirler.
4. İman, kalbin fiili ile dilin fiilinin toplamıdır. Bunların ikisi de imanın
esasıdır. Bununla beraber ikisi de aynı seviyede temel esas değildir. Kalbe ait
sorumluluk, hiçbir özürle düşmeyi kabul etmez. Bu, temel esastır. Allah korusun bu
yok olduğu anda küfür ortaya çıkar. Dilin fiili olan ikrara gelince: Bu da esastır.
Fakat ölüme zorlayan bir zaruret ve özür ka r şısında bunun zorunluluğu düşer.
Ve o zaman yalnız kalbe ait iman yeterlidir. Fakat zorlama mazereti bulunmayan, gücü
yettiği halde ikrarı terkeden Allah katında da kâfir olur. Şu kadar ki cemaatle namaz
kılmak gibi dinin esaslarından olan bazı ameller de ikrar yerini tutar. Gerçekte
şer'î iman daima "bâ" veya "lâm" harfleriyle kullanıldığından,
"ikrar ve boyun eğme ile tasdik" mânâlarını içine alır. Ve İslâm
dininin hedefi insanlığın yalnız iç yüzü değil, için ve dışın toplamıdır.
Hiçbir engel yokken im a nını yalnız kalbinde saklayan ve onu açıklamayan kimsenin
Allah katında imanının kıymeti olamıyacağı Kitap ve Sünnet'in birçok delilleriyle
sabittir. Ameli tatbikat, imanın istenilen meyvesi olduğunda şüphe yoksa da, bizzat
amel, imanın kendisinin aynı ve y a parçası değildir; onun bir dalı ve istenilen
neticesidir. Din, bir meyve ağacına benzer, kalp ile tasdik onun toprak altındaki
kökü, dil ile ikrar gövdesi, diğer ameller dalları, yaprakları, çiçekleri,
meyveleri gibidir. Ağaçtan beklenen meyvesi olduğu g ibi, imandan beklenen de güzel
ameldir ve Allah'a yaklaşmak da onunladır. Fakat dalları kesilmek, yaprakları
dökülmek, çiçek açmamak, meyve vermemekle ağaç kurumuş olmayacağı gibi, iman
ağacı da böyledir. Fakat gövdesinden yerle beraber kesilmiş olan
ağaçların çoğunlukla kurudukları ve zamanını bulduğu halde gövdesi sürgün
vermeyen ağacın tutmamış olması gibi, özürsüz olarak ikrarsız iman da böyledir.
Ancak kışta kalmış olduğu için henüz topraktan filiz vermeyen tohumun veya kökün
kuruduğuna hüküm verilemi y eceği gibi, mazeret zamanında kalp ile tasdik de
böyledir. İşte imanın böyle bir temel esası, bir ikinci derecede esası, sonra da
tertip edilmiş dereceleri üzere dalları, fazlalıkları ve meyveleri vardır. Ve
imanın olgunluğu bunlarladır. . "İman yetmiş k üsûr şubedir. Bunların en
aşağısı yoldan eziyeti kaldırmadır." hadis-i şerifi gibi birtakım
rivayetlerde bu dallara ve şubelere bile iman ismi verilmiş gibi görünürse de, bu
imanın kemali yönündendir. Ve hatta "imanın şubesi" denilmesi, imanın
aslı olmadığını gösterir. Şu halde bu şubeler ve dallar, küfrün zıddı olan
imanın aslı değil, günah işlemenin zıddı olan imanın olgunluğudur ve bunun için
bu ayette de "yü'minûn = iman ederler" kısmı, "namaz kılmak" ve
"fakirlere vermek" imandan ayrıca zikrolunmuştu r. Yukarda anlatılan bazı
selef ve hadiscilerin görüşlerini de böyle anlamak gerekir. İmanın aslının, böyle
kalbin fiili ve dilin fiili iki esastan ibaret ve geçerli bir özür zamanında ikrarın
düşebileceği bir esas olması, lügat mânâsının tam ortası olduğu gibi, İmam-ı
Âzam Ebu Hanife Hazretlerinin ve bütün fıkıh bilginlerinin de tefsir ve
anlayışlarıdır. Ebu Hanife, arkadaşlarına Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat mezhebinin
esasını anlattığı ve açıkladığı en son vasiyetlerinde der ki: İman, dil ile
ikrar ve kalp il e tasdiktir. Yalnız ikrar, iman olmaz. Zira olsaydı münafıkların
hepsinin mü'min olmaları gerekirdi. Aynı şekilde yalnız bilmek de iman olmaz.
Çünkü olsaydı, "Kitap ehli" olanların hepsinin de mümin olmaları
gerekirdi. Allah Teâlâ münafıklar hakkında "Al l ah şahitlik eder ki,
münafıklar kesin olarak yalancıdırlar." (Münafıkûn, 63/1) buyurmuş; Kitap
ehli hakkında da "Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, oğullarını tanıdıkları
gibi tanırlar." (Bakara, 2/146) buyurmuştur. Sonra amel, imandan ayrıca bir işt i
r. Mesela "Fakirin zekatı yoktur." denilir de, "imanı yoktur"
denilmez. Aynı şekilde "Fakirin zekata imanı yoktur." da denilmez. Yine Ebu
Hanife "el-Âlimü ve'l-müteallim" ismindeki kitabında der ki: "İman
tasdik, bilgi, ikrar ve İslâm'dır. Ve tasdik husus u nda insanlar üç derecedir. Bir
kısmı, Allah'ı ve Allah'tan geleni hem kalbiyle ve hem diliyle tasdik eder. Bazısı da
diliyle tasdik eder, kalbiyle yalanlar. Diğer bir kısmı da kalbiyle tasdik eder,
diliyle yalanlar. Birincisi Allah ve insanlar yanında mü m indir. İkincisi Allah
katında kâfir, insanlar yanında mü'mindir. Çünkü insanlar, onun kalbini bilmezler
ve açıkta gördükleri ikrar ve görünüşe göre ona mümin demeleri gerekir.
Kalbini bileceğiz diye kendilerini zorlamaları da caiz değildir. Üçüncüsü
imanını gizlemek zorunda bulunduğu, kendini saklama halinde ise onu tanımayanlar
nazarında kâfir sayılır, Allah katında ise mü'mindir". Yine buyurur ki:
"İman hakkında böyle kat'î tasdik, bilgi, ikrar, İslâm dedim, bunu
açıklamalıyım. Bunlar, çeşitli isimlerdir ve hepsinin anlamı yalnız imandır. Şu
şekilde ki, "Allah Teâlâ Rabbimdir." diye ikrar eden, "Allah Teâlâ
Rabbimdir." diye tasdik eder. "Allah Teâlâ Rabbimdir." diye tam olarak
bilir. "Allah Teâlâ Rabbimdir." diye bilir, tanır ve "Allah Teâlâ
Rabbimdir." d i ye kalbiyle ve diliyle teslim olur ve hepsinin mânâsı
birdir." Daha sonra İmam-ı Âzam, imanda bir fazla sevgi değeri bulunduğunu da
şu şekilde anlatıyor: "Mümin Allah Teâlâ'yı, onun dışındaki her şeyden
çok sever. O derecede sever ki, ateşte yakılmakla Al l ah'a kalbinden iftira etmek
arasında serbest bırakılsa yanmayı, iftiraya tercih eder. Fıkhu'l-Ekber'de de
buyurmuştur ki: "İman, ikrar ve tasdiktir. Müminler iman ve Allah'ı birlemede
eşit, amellerde farklıdırlar. İslâm da o ilahî emirlere teslim olmak v e boyun
eğmektir. Lügat itibariyle iman ile İslâm arasında fark vardır. Fakat dinde,
İslâm'sız iman, im... devamı... (2. sayfa)