1. sayfa -
2. sayfa -
3. sayfa -
4. sayfa -
5. sayfa -
6. sayfa -
7. sayfa -
8. sayfa -
9. sayfa -
10. sayfa -
11. sayfa -
12. sayfa -
13. sayfa -
14. sayfa -
15. sayfa -
16. sayfa -
17. sayfa -
18. sayfa -
19. sayfa -
20. sayfa -
21. sayfa -
22. sayfa -
23. sayfa -
(9. sayfa)
#350;u halde müslüman ümmeti,
hayvanî kavramlardan uzak durmalı ve sakınmalı, insanî kavramları kabul edip,
uygulamalıdır. Bunu yapmak da ümmetin kabiliyetine bağlıdır. Nitekim "Siz
nasıl olursanız öyle yönetilirsiniz." buyurulmuştur. Âyetten çıkan sonuca
göre; söz konusu nazâreti talep etmek ve söz dinlemek ümmetin görevidir. Müminler
başıboş, terkedilmiş, nazâretsiz bırakılmaya razı olmamalı, kendilerine nazaret
edecek bir başkana, bir imama tabi olmalıdır. Bu suretle bir ümmet teşkil etmeliler,
fakat "râinâ" diye müraat isteğinde bulunmamalılar, kendilerinin sürü
yerine konulmasına r a zı olmamalılar. Aslında âyet mutlak anlamda olduğu için, hem
Asr-ı saadet'e, hem de bütün asırlara şamil olan bir hüküm
taşır. Ümmetin bizzat Resulullah'a karşı "unzurnâ" demeye izinli, hatta
görevli ve mecbur olduğuna bakılırsa, bu hak veya vazifenin diğer yöneticilere
karşı uygulanması öncelikle istenmekte demektir. Bu mesele akâid kitaplarında imamet
bahsi adıyle ve farz-ı kifaye olmak üzere söz konusu edilmiştir. Görülüyor ki,
müminlere imandan sonra ilk emir bu oluyor. Bu hitabın önemi İbrahim kıssası n da
daha genişçe açıklanacaktır.
Ey müminler, görüyorsunuz ya, "râinâ" demeyiniz, "unzurnâ"
deyiniz ve iyi dinleyiniz, itaat ediniz, yoksa kâfirlere elemli bir azap vardır.
105-İman yoluna girmeyip de küfür yoluna gidenler, o elem verici azaptan hissedar
olurlar, siz o kâfirlerden hayır beklemeyin! Arzu etmez o kâfirler, ne kitap ehlinden
ne de müşriklerden ki size Rabbınızdan bir hayır indirilsin. Onların hiç biri,
müminlerin Allah tarafından bir iyiliğe, bir devlete nail olmasını istemezler. Bunun
için peygamberinize indirilen ve faydası umuma ait olan vahiy ve nübüvveti de
sevmezler, buna karşı bin türlü safsata ile büyüklük taslarlar ve Allah'ın
lütfuna, ihsan ve kudretine müdahale etmek isterler. Hiç bir şey yapamazlarsa "Bu
Kur'ân iki şehirden bir ulu kişiye indirilseydi olmaz mıydı?" (Zuhruf, 43/31)
derler. Allah ise rahmetini, dilediğine tahsis eder, rahmetiyle dilediği kulunu seçkin
duruma getirir. O böyle Rahmân olan bir fâil-i muhtar (başına buyruk)dır. ve Allah
çok büyük lütu f ve kerem sahibidir. Onun lütuf ve ihsanına sınır yoktur. Şu
halde siz Allah'ı böyle biliniz ve böyle inanınız, o kâfirlerin sözlerine de kulak
asmayınız. Onlar vahiy ve nübüvvete itiraz etmek için fer'î hükümlere de itiraz
etmeye kalkarlar. "Görüyorsunuz ya, Kur'ân'da nâsih ve mensûh da vardır. Bir
zamanlar Allah'ın emri denilen bir âyet veya bir hüküm diğer bir zaman nesholunuyor,
yerine başka bir âyet veya başka bir hüküm konuluyor. Bu Allah kelâmı, Allah'ın
hükümleri olsa böyle mi olur? Allah'ın kelâmı n da, Allah'ın âyetlerinde,
Allah'ın hükümlerinde nesih mi olur? Hiç Allah, kendi yaptığını bozar mı?
Söylediğini geri alır mı? Verdiği hükümden, koyduğu kanundan hiç cayar mı?"
derler. Bunu ilk önce yahudiler söylediler: Nesih mümkün olsa Allah hakkında sö z
ünden caymak, önce bilmediğini sonradan öğrenmiş olmak ve ona göre karar
değiştirmek "bed'a" gibi bir noksanlık lazım gelirmiş. Bütün bunlar Allah
hakkında muhal (imkânsız) olduğundan, nesih de imkânsız imiş. Tevrat'ın ise
hiçbir âyeti, Musa dininin hiç b i r hükmü değişemez, neshedilemezmiş. Bunun için
İncil de, Kur'ân da Allah'ın kitabı değilmiş. Hıristiyanlık ve İslâmiyet
Allah'ın dini değilmiş.
Hıristiyanlara gelince, eskiden Hıristiyanlık neshi inkâr etmiyordu. İncil'de,
Tevrat'ın bazı hükümlerini nesheden ve mesela cumartesi günü iş yapmayı yasak
sayan hükmü değiştirip, bunu pazar gününe alan âyetler bulunduğunu kabul
ediyorlardı. Yine Hz. İsa'nın kendilerine yiyecek içecek konusundaki eski yasakları
kaldırdığına inanıyorlardı. Hıristiyanlar, nesih meselesiyle ilgili olarak
İslâm'a itiraz etmezlerdi. Fakat son zamanlarda protestanlar ve daha sonra da
katolikler, tıpkı yahudiler gibi, neshi inkâra kalkıştılar ve hatta Kur'ân'daki
"Allah'ın kelimelerinde değişme olmaz." (Yunus, 10/64) âyetine dayan a rak,
istidlal bile yapmaya kalkıp, müslümanları bununla susturmaya çalıştılar. Hintli
Rahmetullah Efendi merhum bu bapta cevaben "Izhârü'l-Hak" adıyla güzel bir
eser yazmıştır. Sözün açıkçası; eğer Hıristiyanlık İslâmiyet'e itiraz etmek
için böyle bir idd i aya kalkışırsa, her şeyden önce kendi kendisini inkâr etmiş
olur. Çünkü Hıristiyanlığın, Yahudiliğe muhalif olan pek çok dinî hükümleri
bulunduğu kesindir. Zaten böyle değilse Hıristiyanlığın varlığının mânâsı
yoktur. Aynı soru yahudiler için de söz konus u dur. Çünkü Tevrat'ta da daha önceki
peygamberlerin şeriatlerine ait bazı hükümleri nesheden (kaldıran) âyetler
mevcuttur. Cenab-ı Allah, sırf kıskançlıktan kaynaklanan bu gibi bütün asılsız
iddiaları iptal etmek ve müminlere bir teşri'î temeli açıklamak ü zere buyuruyor
ki:
Meâl-i Şerifi
106- Biz bir âyetten her neyi nesheder veya unutturursak, ondan daha hayırlısını
yahut mislini getiririz. Bilmez misin ki, Allah her şeye kâdirdir.
107- Bilmez misin ki, hakikaten göklerin ve yerin mülkü Allah 'ındır, hepsi
O'nundur. Size de Allah'dan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.
108- Yoksa siz peygamberinizi, bundan önce Musa'ya sorulduğu gibi,
sorguya çekmek mi istiyorsunuz? Halbuki her kim imanı küfürle değiştirirse artık
düz yolun ortasında sapıtmış olur.
109- Ehl-i kitaptan birçoğu arzu etmektedir ki, sizi imanınızdan sonra çevirip
kâfir etsinler: Hak kendilerine iyice belirdikten sonra bile sırf nefsaniyetlerinden ve
kıskançlıktan dolayı bunu yaparlar. Buna rağmen siz şimdi af ile, hoşgörüyle
davranın tâ Allah emrini verinceye kadar. Şüphe yok ki Allah her şeye kâdirdir.
110- Siz namazı hakkıyle kılmaya bakın ve zekatı verin! Kendi nefsiniz için her
ne hayır yaparsanız, Allah katında onu bulursunuz. Muhakkak ki, Allah bütün
yaptıklarınızı görmektedir.
111- Bir de "yahudi ve hıristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek"
dediler. Bu onların kendi kuruntularıdır. Sen de onlara de ki; "Eğer doğru
iseniz, haydi bakalım getirin delilinizi."
112- Hayır, hayır! Kim özü iyilik dolu olarak yüzünü Allah'a tertemiz
döndürür ve teslim ederse, işte onun Rabbi katında ecri vardır. Onlara hiçbir korku
yoktur ve onlar mahzun da olacak değiller.
113- Yahudiler dediler ki, "Hıristiyanlar birşey üzerinde değiller",
Hristiyanlar da "Yahudiler bir şey üzerinde değiller" dediler. Oysa hepsi de
kitabı okuyorlar. Hiçbir bilgisi olmayanlar da öyle onların dedikleri gibi dediler.
İşte bundan dolayı Allah, ihtilafa düştükleri bu gibi şeylerde, kıyamet günü
aralarında hüküm verecektir.
106-Kırâet: , İbni Âmir kırâetinde nûnun zammı ve sînin kesriyle okunur ki,
insâhdandır. İbni Kesir ve Ebu Amr kırâetlerinde birinci nûnun ve sinin fethaları
ve ondan sonra bir hemze-i sakine ile şeklinde okunur ki, tehir mânâsına olan nesee ve
nesiedendir.
Şer'î usûl bakımından neshin dine uygunluğunu isbat eden bu ayetin sevki, eski
kitapların bazı hükümlerinin neshindeki cevaz hakkında ise de söyleniş bakımından
kelimesi umum ifade ettiğinden, bazı Kur'ân âyetlerini de açıkça içine
almaktadır. Şu halde Kur'ân âyetlerinde de nâsih ve mensûh vardır. Bunun aksini
iddia etmek, nassın zâhirini inkâr etmek olur.
Nesih lügatte değiştirmek, yani bir şeyin yerine başkasını geçirmek, halef
yapmak demektir. Nitekim (Nahl, 16/101) âyetinde nesih, tebdil olarak ifade edilmiştir.
Bununla beraber bu mânâ bazen o şeyin kendisinde itibar
edilir ki, buna izale, ilga, iptal denilir: "güneş gölgeyi neshetti" demek
onun yerine geçti, onun yerini aldı demektir ki, buna, izale etti ve iptal etti de
denilir. Bir başka âyette "Allah, şeytanın attığını derhal iptal eder."
(Hacc, 22/52) nesh işte bu anlamdadır. Bazen de o şeyin yerinde itibar edilir ki, buna
da nakl ve tahvil denilir. Nitekim "nesahtü'l-kitab" kitabı istinsah eyledim
demek, bir kitapta k ini diğerine geçirdim, ona nakletttim demektir. Yazıda nesih,
mirasta münasahe," ruhlarda tenasuh tabirleri de bu mânâyadır. "Siz her ne
yaptıysanız biz onları istinsah etmiştik." (Câsiye, 45/29) âyetindeki istinsah
da yine bu mânâya gelmektedir. Özetle, lügat bakımından nesih, izale ve nakil
mânâlarında müştereken kullanılır ise de her iki mânânın da esası tebdil
demektir.
Şeriat ıstılahında da nesih, herhangi bir şer'î hükmün aksine sonradan başka
bir şer'î delilin delalet etmesidir ki, ilâhî bilgiye nazaran evvelki hükmün
müddetinin sonunu beyan, bizim bilgimize nazaran da zahiren bâki görünen o hükmü
değiştirip ortadan kaldırmak demektir. Her iki bakımdan da nesih, bir değişikliği
bildirmek anlamına gelmektedir. Bunda hiç bir zaman Allah'a nazara n caymak veya
bilememek mânâsı yoktur. Bunun içindir ki, ebediyet kaydiyle mukayyed (bağlı)
hükümlerde nesih cereyan etmez. Nesih ancak emirler ve yasaklar gibi inşâî bir
mânâyı içeren vakıaya ilişkin bir ihbar ve ilâm olmayıp, sırf icad olan ve
yalnız bir iradeyi gösteren, bununla beraber ebediyyeti nassa bağlanmamış bulunan
konularda ve hükümlerde cereyan eder. Cenabı Allah, varlık âleminde bu gün
yarattığını yarın yok ederek, diğer bir şeye dönüştürmekle ilmine, kudretine,
iradesine hiçbir noksanlık ârız olmayacağı gibi, şeriate ait âlemde de başka
başka zamanlarda başka başka şer'î hükümler inşa etmekle, mesela; geçmiş
zamandaki bir emrin yerine, şimdiki zamanda yasak koyan bir emir inzal buyurmakla ilminde
ve iradesinde haşa bir noksan değil, belki her b irinde bir hikmetinin tecellisini ve
kemalini göstermiş olur. Ve bunda caymak mânâsını düşünmek bile kabil değildir.
Allah katında kararlaşmış bulunan herşey ve her hüküm yerli yerinde gelmiştir. Ve
hakikatte hiçbir kelimesi değişmiş değildir. Yaratılışta her anın ayrı bir emri
olsa ilahî ilmin zerre kadar değişmesini gerektirmez. Hasılı iman hakikatleri, itikat
esasları gibi, ihbarî olan ilmî ilkelerde nesih mümkün değildir. Bunların bir
anlık zamana bağlı olanları bile ezelî gerçekler hükmündedir. "Şu şö y
ledir, filan vakit, filan şey oldu veya olacak." denildi mi bu haberler, bu
hükümler artık ezelden ebede doğrudurlar.
O vakitte o şey olmadı veya olmayacak denilemez. Lakin "su iç, şarap içme,
nikah yap, zina etme" gibi inşâî olan şer'î hükümler, açıkça ebediyet
kaydıyla kayıtlanmadıkça nesihleri mümkündür. Bunlar bir an için meşru, başka
bir an için gayr-i meşru olabilirler. Bunların ebediyetleri zorunlu değildir,
nesihleri de müddetlerinin açıklanmasına bağlıdır. Önceki kısımlarda Kur'ân,
Tevrat'ı ve diğ e r ilahî kitapları tasdik edici, teyit edici ve destekleyicidir,
ayrıca daha fazlasıyla tefsir edici ve açıklayıcıdır. İkinci kısımda ise
Kur'ân, onlardaki birtakım hükümleri kaldırarak, her zamana göre uygulanacak
hükümleri ve teşri (kanun koyma) usulleri n i içeren yeni ve mükemmel bir
hoşgörülü şeriat getirmiştir. Şurasının unutulmaması gerekir ki, tevhid inancı
gereğince yaratılış âleminde olduğu gibi, teşri âleminde de icat ve inşa, ancak
Cenab-ı Allah'a ait bir sıfattır. Kullar nihayet O'nun yaratmasıyl a ve O'nun
gösterdiği âyetlerin ve delillerin ışığında kendi bilgi kapasitelerine göre bir
tasarrufa izinlidirler. Yoksa Allah'ın yaratmış olduğu kanunlar, kul iradesiyle
kaldırılamaz. Neshin şeriat ıstılahındaki bu tarifi de yine bu âyetin delaletidir
ve b u konunun tafsilatı "Usûl-i fıkıh" ilmine aittir. Gelelim âyetin
mânâsına:
Yahudiler, Allah nesih yapamaz ve şu halde böyle yeni yeni hükümler getiren bir
vahiy indiremez mi diyorlar? Yalan söylüyorlar ve yanlış biliyorlar. Zira Allah nesih
yapabilir ve yapar, yapmasında da kendisi için hiçbir noksanlık söz konusu değildir;
şânına noksan gelmez. Aksine O'nun yaptığı nesihte hayır ve hikmet vardır.
Çünkü Biz azamet ve kudretimizle herhangi bir âyeti kısmen veya tamamen ve mesela
mânâsındaki bir hükmü n ü veya lafzının hükmü olan tilavetini veya her ikisini
bizzat kitabımızla neshedersek veya diğer bir kırâete göre; resulümüze sünnetiyle
neshettirirsek, yahut onu unutturur, hafızalardan silersek veya yine diğer bir kırâete
göre; onun hükmünün uygulanma s ını tehir edersek, ondan daha hayırlısını, veya
en azından onun mislini ve dengini getiririz. İşte şer'î nesih bu usul çerçevesinde
cereyan eder. Bunların hiç biri abes değildir, hiç biri yokluğa, ihmale ve hatta
noksana yönelik şeyler değildir.
107- Ey Muhammed! Bilmez misin ki hakikaten Allah herşeye kâdirdir. Hiç bilmez olur
musun, elbette bilirsin. Bilirsin ve bu ilim burhansız, delilsiz de değildir. Bilmez
misin ki, bütün göklerin ve yerin devleti, görünen ve bilinen, hatta akıl yoluyl a
tahmin edilen şu kâinatın hakimiyeti, saltanatı hep O'nundur, Allah'ındır. Böyle
bir Allah neye kadir olamaz, neye güç yetiremez ki? Baksana bu büyük devlete, bu
nihayetsiz mülke ve saltanata! İşte bu âlemde her gün, her gece, her saat ve her
anda neler y apılıyor, neler yıkılıyor? Ne icatlar, ne imhalar oluyor, ne
kudretler açığa çıkarılıyor? Ne hikmetler ortaya konuyor ve uygulanıyor, ne
nesihler, ne insahlar, ne tehirler, ne taciller, (öne alma) ne unutturmalar icra
kılınıyor görmez misin? İlâhî saltana t ın geçerli olduğu kâinatta cereyan eden
değişmez ve bozulmaz kanunlar ve ilâhî sünnetler, âdet ve gelenekler okunup dururken
onun yanında zaman zaman, yer yer, semt semt, tek tek, an be an çeşitli oluşum ve
dönüşümleri meydana getiren tâli derecedeki ilâ h î sünnetler ile nâsih ve mensuh
denilebilecek hükümler ve olaylar icra edilmekte olduğunu, yıkılanların yerine
peyderpey yenilerinin geldiğini ve hatta terbiye, tekamül ve ıstıfa (seleksiyon)
kurallarıyla daha iyilerinin ortaya konduğunu müşahede etmez mi s in? Böyle bir
saltanatın sahibi olan Allah her şeye kâdir olmaz mı? Böyle bir sonsuz kudretin
sahibi olan Allah, teşrî âleminde niçin nesih yapmasın ve niçin neshettiği bir
hükmün yerine daha iyisini, daha hayırlısını, en azından onun dengini koyamasın? N
i çin daha önce gönderdiği Tevrat ve İncil'in bazı hükümlerini nesheden yeni bir
kitap, yeni bir din vahiy ve inzal edemesin? Ve niçin bu kitapta, bu şeriatte nâsih ve
mensuh hükümler bulunmasın? Bilakis o sınırsız devletin gidişatına uygun bir
kâmil kitap v e bir mükemmel din ihsan edilmiş olması için her zamanın, her
mekanın, her muhitin durum ve şartlarına uygulanabilen, sebepler ve maslahatlar
çerçevesinde teferruat sayılan meselelerde cereyan etmek üzere nâsihli ve mensuhlu,
takdimli ve tehirli, hem kalı c ılık ve hem de değişkenlik özelliklerini taşıyan
ilâhî sünnetlere uygun hükümler koymak hikmet değil midir? Yaratmayı ve yoketmeyi,
neshi ve unutturmayı o yapmazsa kim yapabilir? Yoksa siz, bu göklerde ve yerde başka
bir yöneticinin, başka bir kural koyuc u nun hükümran olduğunu mu sanıyorsunuz?
Hayır sizin için bu yaratılış âleminde Allah'dan başka veliniz, O'ndan başka bir
koruyucunuz, O'ndan başka bir yardımcınız yoktur. Üzerinizdeki hakiki velayet, hakiki
yardım yalnızca O'nundur. Mülk O'nun, ahkâm O 'nundur. Kâinat O'nun, söz O'nundur.
108- Ey Muhammed ümmeti! Yoksa siz bu şanı yüce peygamberinizden, daha önce
Musa'dan istenenler gibi şeyler mi talep etmek istiyorsunuz? Hayır, siz ona benzer,
öyle boş, öyle kâfirane ve inatçı taleplerde bulunmazsınız. "Allah'ı
görmeden sana inanmayız." demeye kalkmazsınız. Bakara kıssasında olduğu gibi,
peygamberinizi uzun uzadıya imtihana çekmeye girişmezsiniz. Bunu kâfirler yapar.
Nitekim Kureyş kâfirleri de bu kabil şeyler istemişlerdi. Halbuki iman yerine küfr e
rağbet eden, kendi imanını küfürle
değiştirmeye çalışan, düz yolda sapmış, şaşkınlık vadilerine sürüklenmiş
olur.
109-Siz başkalarının, o kitap ehlinin sözlerine kulak asmayın. O Kitap ehlinin
birçoğu cânu gönülden isterler ki, sizleri imana girmenizden sonra, geri çevirip
hepinizi kafir yapsınlar, küfre sürükleyip, irtidat ettirsinler... Bunu yapabilseler
çok memnun olurlar. Onlar sizin dinden dönüşünüzü, imandan önceki devirlere
dönmenizi ve gericiliğinizi arzu ederler. Bunun için her hileye başv u rurlar. Bu da
iyilik severliklerinden, dindarlıklarından değil, sırf nefislerinden,
nefsaniyetlerinden kaynaklanan hasetten, kıskançlıktan hak ve hakikat kendilerine iyice
belli olduktan, İslâm dininin hak din olduğuna her yönüyle, hatta ellerindeki k i tap
uyarınca bile vâkıf olduktan sonra, yine de kıskançlıklarından dolayı sizi
imanınızdan caydırmaya çalışırlar.
Bu âyetin nüzul sebebi hakkında rivayet olunuyor ki, Yahudi hahamlarından Fenhas b.
Azura ve Zeyd İbni Kays ve daha birkaç kişi, Uhud savaşından sonra Huzeyfe b. Yemân
ile Ammar b. Yasir'e, "Başınıza gelenleri gördünüz ya, eğer hak din üzerinde
olsaydınız, muharebede bozguna uğramaz, mağlup olmazdınız. Artık bizim dinimize
dönünüz, bu sizin için daha iyi, daha hayırlıdır. Bizim yolumuz siz i nkinden daha
doğrudur." demişler. Bunun üzerine Ammar onlara: "Sizce andını bozmak
nasıldır?" diye sormuş, onlar da: "korkunç şey" demişler. O da:
"Öyleyse dinleyin, ben hayatta olduğum müddetçe Muhammed'e küfretmemeye
andetmiş, söz vermişimdir." diye cev a p vermiş. Yahudiler "Ha bu adam
sapıtmış." demişler. Huzeyfe de "Bana gelince, Rabbim Allah, peygamberim
Muhammed, dinim İslâm, imanım Kur'ân, Kâ'be kıblem, müminler de kardeşim. Ben de
bundan memnunum." demiş. Daha sonra bunu gelip Resulullah'a anlatmışl a r. O da
"İsabet etmiş ve felah bulmuşsunuz." buyurmuş. Daha sonra da bu âyet
inmiştir.
Evet onlar bütün hakikat gün gibi açığa çıktıktan, iyice malum olduktan sonra
bile yine de hasetlerinden böyle arzu ederler. Bundan dolayı siz onları affedin,
dediklerine bakmayın, heyecana kapılıp da didişmeye ve dövüşmeye kalkmayın, onlara
aldırmayın, tâ ki, Allah'ın emri gelsin, bulacaklarını bulsunlar. Elbette bir gün
gelecek belalarını bulacaklar. Zamanı gelir, Allah savaşmanızı emreder, o zaman siz
vazif e nizi yaparsınız. Zamanı gelir daha başka felaketlerini gözlerinizle
görürsünüz. Nihayet ahirette büyük bir azap içinde kıvrandıklarını müşahede
edersiniz. Çünkü Allah, her şeye kâdirdir. Bunda şüphe yok. Siz şimdiki halde
hoşgörülü ve
bağışlayıcı olun, sabır ve sükunet üzere hareket edin.
110- ve güzel güzel namazınızı kılmaya, zekatınızı vermeye devam edin.
Özellikle dinin bu iki temeli sizi her türlü yükselmeye hazırlar. Gerek
kıldığınız namaz ve verdiğiniz zekat, gerek kendiniz için yaptığınız daha
başka hayır ve iyilikler cinsinden olan şeyler, yani iyilik adına ne takdim ederseniz,
karşılığını peşin olarak hemen istemeyip de ilerisi için hayır defterinize
kaydolmak üzere hayır cinsinden ne yaparsanız onu Allah katında bulursunuz, hesap
görüldüğü gün onun ecir ve sevabını eksiksiz olarak alırsınız. Bizim dilimizde
de meşhur bir söz vardır: "Yap iyiliği, at denize, balık bilmezse, hâlik
bilir." derler. Zira Allah Teâlâ, hayır ve şer, her ne yaparsanız muhakkak ki,
onu görür, bilir, hepsinden ha b erdar olur. Sen filan vakit, filan işi yaptın. Artık
onu yapmamış olamazsın, olan olmuştur. İster bir an için olsun, bir kerre vaki olan
ise artık hiçbir zaman vaki olmamış sayılamaz. Vukua geldiği an itibariyle ona her
zaman vaki olmuştur denilir. O gizl i imiş, onu evvela senin kendi kalbin bilir. Unuttum
dersin, fakat o yine ruhunun derinliklerinde gizlidir ve mevcuttur. Düşünürsen kendin
bulursun, sana hatırlatılırsa farkına varırsın. Demek ki, her şeyden önce senin
ruhun, senin nefs-i nâtıkan, senin h a kkında Cenab-ı Hakk'ın bir defteridir. Sen bu
defterin hangi meleklerin eliyle yazıldığını göremezsen de her halde
yazıldığını bilirsin. Bundan başka, buna benzer ne kadar defter vardır ki, senin
yaptıkların onlara kaydedilir. Bütün bunlar aynen "Levh-i M a hfuz" denilen
ilahî defterde kayıtlıdır. Ve hepsi bizzat Allah'ın emrinde, O'nun eli altındadır.
Parmağına ufak bir diken batsa, senin ruhun ondan derhal haberdar olur, değil mi? Allah
da senin ruhuna, bedenine, kalbine ilişen her şeye ayniyle vâkıftır. N e yin varsa
hepsi oradadır. Artık sen bilirsin, seç seç al ve beğendiğini yap. Şurası kesin
ki, orada yaptığın hayrı hayır olarak, yaptığın şerri de şer olarak bulacaksın.
Hayır ile şer terazisinin de esasen Hakk'ın elinde olduğunu unutmamalısın.
111-S izin irtidadınızla (gerisin geri küfre dönmenizle) memnun ve mutlu olmak
isteyen, türlü türlü şüpheler ortaya atarak sizi imandan geri çevirmeye çalışan
o kitap ehli Cennete yahudi ve hıristiyan olanlardan başka hiç kimse girmeyecek,
dediler. Yani yahudil e r, yahudilerden başkası, hıristiyanlar da hıristiyandan
başkası cennete giremeyecek, dediler. Demek ki, asr-ı saadetteki yahudiler, cennet ve
cehennemden de söz ederlermiş, bu iddialar onların kendi kuruntularıdır, kuru bir
idealden ibaret boş bir hayald i r, bu onların kendi hülyalarıdır. kelimesinde
"ya" harfi
şeddesiz olarak gibi de okunur. (Bu Ebu Cafer kırâetidir). Bu okunuşa göre,
kelimenin anlamı, gönüllerinden öyle geçirirler, boşu boşuna öyle kurarlar, öyle
temenni ederler, demek olur. Lakin yalnızca "ümniye" ile, yalnızca boş
mefkûre ve hayallerle iş bitmez. Delilsiz, ispatsız, belgesiz ve delilsiz kuru laf ile,
gönülleri öyle istiyor, öyle arzu ediyor diye, sırf taklit ile dava kabul edilmez,
Allah katında imanın feyzine erilmez. Birbirleriyle çelişkili olan bu iki davadan
hangisinin doğru olduğunu anlamak için delil ister. Bundan dolayı Ey doğru sözlü
peygamber, sen onlara de ki, hanginiz bu davanızda sadıksanız, delilinizi getirin
bakalım. Haydi getiriniz de görelim. Zira insanları doğru b ir noktada toplayacak olan
şey delildir, yani kesin belgedir. Halbuki bunların bu kuru ümniyelerine burhan
getirmelerine, belge göstermelerine imkan yoktur.
112- Hayır, mesele ne öyledir, ne de böyle. Cennet ne yahudilere mahsus, ne de
hıristiyanlara. Hakikat şu ki, her kim Allah için yüzünü lekeden sâlim tutar,
nefsini şirkten ve şirk emarelerinden temizleyerek, ihlas ve samimiyetle Allah'a
yönelir, bir tek Allah tanır ve bu halinde de özü muhsin olursa, yani Allah'ı
görüyormuş gibi kendini Allah h u zurunda bilirse, yaptığı her ibadeti temiz kalb
ile ve her yönüyle güzel yaparsa işte onun Rabbi katında mükafatı vardır. ve
bunlara hiçbir korku yoktur. Ve bunlar mahzun da olmayacaklar. İşte bunlara müslüman
ve bu dine İslâm denilir. Cennet bunları n dır. Allah katındaki din de bu İslâm'dan
ibarettir. Daha yukarıda, haklarında "Kim benim hidayetime tabi olursa onlara korku
yoktur ve onlar mahzun da olmazlar." (Bakara, 2/38). Yine bunun gibi, "Kim
Allah'a ve ahiret gününe inanır ve salih amel işle r se işte onların ecirleri
Rablerinin yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Bakara,
2/62) buyurulan kimseler işte hep böyle olanlardır. Muhammed (s.a.v.)'in tebliğ
ettiği dinin esası da budur. Bu bir hakikattir, boş bir kuruntudan i b aret değildir.
Bunu Allah bildiriyor ve O vaad ediyor. Buna bütün vahiyler ve bütün akıllar
şahitlik eder. Bu her şeyden önce bizatihi delildir. Ayrıca hiçbir şahsın, hiçbir
zümrenin kuruntusu sayılabilecek bir kuruntu da değildir. Zira bu iman, bu ihlas, bu
ihsan ile İslâm, gönüllerin bir isteği değil, o heva ve hevesleri silip temizlemekle
yapılacak bir haslettir. Bunun içindir ki, İslâm Allah'a karşı yüz aklığı, alın
temizliğidir. Bilindiği gibi yüz aklığı ve alın temizliği deyimi, sahibinin
içinin ve dışının, niyet ve düşünceleriyle hareket ve davranışının
temizliğinden bir kinayedir. Bu âyette de yüz (vech), zikr-i cüz iradei küll
tarikıyle
nefs ve zattan, yani kişiliğin bütününden mecazdır. "Nefsehû"
denilmeyip, "vechehû" denilmesinin sebebi de İslâmiyetin sadece insanın
içiyle ilgili bir şey olmadığına işaret ve tenbihtir. Zira secde uzvu olan yüzün,
öteki bütün uzuvların en şereflisi ve bütün vücudun temsilcisi olan bir uzuv
olduğu kesindir. Sadece yüzün görülmesi bir insanın bütünüyle teşhis edilmes ine
yeter. Onun tasviri, bütün bir bedenin tasviri hükmündedir.
İslâm: "Silm" ve "selamet" kökünden geldiği ve
"if'âl" babından olduğu için, o babın muhtelif binalarına göre,
teslimiyet, yani râm ve inkiyad, sâlim bulundurmak, selîm ve lekesiz tutmak, selamete
girmek, selamete çıkarmak, karşılıklı güven ve barış sağlamak, ihlas ve
samimiyet gibi çeşitli mânâlar ifade eder. Ve esasta iman ile birleşir. İslâm dini
denilince bütün bu saydığımız mânâlar anlaşılır ve hepsi de muteberdir. Kendini
Allah'a tes l im etmek, iman ve ihlas ile O'na inkiyad etmek mânâsı ise bütün öteki
anlamları da içine alır.
İhsan: Güzellemek, güzel yapmak, yani aslında ve Allah katında güzel olan bir
işi layıkı veçhiyle, gereği gibi yapıp, o işin, o amelin, özündeki güzelliği,
dış yüzündeki güzellik ile süsleyip ortaya koymak demektir. Zira birçok güzel
şeyler vardır ki, yapılırken çirkinleştirilir. Peygamber Efendimiz meşhur iman
hadisinde(meşhur adıyla Cibril hadisinde) ihsanı şöyle tefsir buyurup
açıklamıştır: "İhsan, All a h'a O'nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir,
çünkü sen onu göremezsen, O seni görüyor." Şu halde ihsan, İslâm'ın
kemalindendir. Bunun için ilke olarak İslâm şöyle özetlenebilir: Her şeyden önce
temizlik, ikinci olarak da güzelliktir. İslâm'ın "Lâ ilâhe il l allah"
kelime-i tevhidinden, eûzu besmelesinden, abdest ve namazından tutunuz da bütün
emirlerinde ve yasaklarında hep bunun tatbikatını bulursunuz. Bu âyette de
"Allah'a yüzü temiz, özü güzel olarak yönelmek" buyurulmuş ve bu iki ilke
en güzel şekilde v e özet olarak ortaya konulmuştur.
113-İşte cennete girmenin doğru yolu, bu İslâm ve bu ihsan, bu temizlik ve bu
güzelliktir. Böyle olduğu halde bundan sapmış olan yahudi ve hıristiyanlar, cennete
başkalarını sokmak istemezler. Bu iddialarının doğruluğunu kanıtlayacak delilleri
ve belgeleri olmadığı gibi, tam aksine bunun yalan olduğuna dair belge vardır.
Bunların her biri öbürü aleyhine şahitlik de ederler. Baksanıza hem öyle iddia
ederler, hem de bir taraftan yahudiler, "Hıristiyanların dayandığı h içbir şey
yoktur." dediler. Öbür yandan
hıristiyanlar da "Yahudilerin dayandığı hiçbir şey yoktur." dediler ve
bu şekilde birbirlerinin güttüğü davayı ve dinlerini kökünden çürüttüler,
birbirlerini sapıklık ve küfürle itham ettiler.
Rivayet olunuyor ki, Necran ahalisi hıristiyanlarından bir heyet, temsilci olarak
Peygamber Efendimiz'in huzuruna geldikleri zaman, Medine'deki yahudi bilginleri de huzura
gelmişlerdi. Orada iki taraf birbirleriyle mübaheseye (tartışmaya) giriştiler, derken
münakaşaya başladılar. Yahudilerden Rafi' b. Hureymile, onlara karşı "Siz
hiçbir şey üzerinde değilsiniz!" dedi, Hz. İsa'ya ve İncil'e küfretti. Buna
karşılık Necranlılar'dan biri de yahudilere "asıl siz bir şey üzerinde
değilsiniz!" dedi, Hz. Musa'nın nübüvvetini i n kâr edip, Tevrat'a küfretti.
İşte bu olay üzerine bu âyet nazil oldu. Âyet, bu tartışma ve münakaşanın ferdî
bir mesele olmayıp, genellikle yahudilerle hıristiyanlar arasında cereyan eden yaygın
bir mesele olduğunu ortaya koydu. Onlardan her biri diğerini n dinini temelden inkâr
eder ve geçersiz sayar. Yahudilerin Hz. İsa'ya ve İncil'e asla iyi gözle
bakmadıkları bilinmektedir. Fakat hıristiyanların Hz. Musa'yı ve Tevrat'ı inkâr
etmeleri genel ve yaygın bir görüş olmasa gerektir. Âyet tartışmanın sadece bir i
nci şıkkını beyan buyurmuş, diğerlerinin anılmaya ve üzerinde durulmaya değer
yaygın bir mesele olmadığını anlatmak istemiştir. Böyle olmakla beraber yahudilerin
hiçbir şeye dayanmadıkları, davalarının asılsız olduğu hıristiyanlarca ittifakla
söylenir. Çü n kü bunlar, birbirlerinin iddialarını ve dinlerini hiçbir şey
değildir diye büsbütün inkâr etmektedirler. Halbuki bunlar sözde kitap okuyorlar.
Bilhassa Tevrat'ı ikisi de okurlar. Kitap okuyanlara ve özellikle aynı kitabı
okuyanlara bu hal yakışmaz. Bazı anlayışlarda ihtilafa düşmek başka şey, böyle
temel görüşlerde, ana ilkede ihtilafa düşmek ise başka bir şeydir. Kitap ise böyle
bir çelişkiye engeldir. Aslında o, böyle ihtilafları kaldırmak içindir. İşte
okudukları o kitap, ikisinin de sözlerinin, hakik a te aykırı olduğuna şahittir.
Özellikle Tevrat hem Hz. İsa'nın, hem Hz. Muhammed'in belli vasıfları hakkında
birtakım müjdeleri de içinde bulundurmaktadır. Böyle iken yahudilerin,
hıristiyanlığa bu kadar hücum etmeleri kitaplarındaki hükümlere de ters düşe n
bir ifrattır. Hıristiyanların ise Tevrat okuyup dururken, yahudiliğe karşı bu kadar
hücumda bulunmaları, daha da ileri bir ifrat, aynı zamanda kendi dinlerinin temel
ilkeleriyle çelişkili olan bir durumdur. Fakat bütün bunlardan sonuç olarak şu kesin
ger ç ek ortaya çıkar ki; gerek yahudiler, gerek hıristiyanlar, her ikisi de yalan
söylüyorlar; ihsandan, ihlas ve samimiyetten çok uzak bulunuyorlar. İşte "cennet
yalnızca bize mahsus" demeleri
de bu yalanlardan biridir. Böyle yalan iddialara kapılanlara cennet ne kadar
uzaktır. Bu âyet ile Cenab-ı Allah, İslâm ehlini irşad ile dikkatli olmaya, yani
aklını başına almaya davet ediyor, ihlas ve samimiyete çağırıyor: Ey müminler,
sizler sakın bunlar gibi olmayınız, hepiniz aynı kitabı okuyup dururken, İslâm ile
ih s anı bir yana bırakarak, böyle fena bir anlaşmazlığa düşmeyiniz, böyle boş
hayallere kapılıp birbirinize girmeyiniz, meâlinde uyarıyor.
Görüyorsunuz ya, yahudiler ile hıristiyanlar aynı kitabı okuyup dururken,
birbirlerine "Onlar hiçbir şey değil, dinlerinin aslı astarı yoktur!"
dediler. İşte aynen onlar gibi, bilgisi olmayan cahiller de öyle dediler. Arap
müşrikleri, putperestler, cahil dinsizler de tıpkı bunların söyledikleri gibi
söylediler. Bu bilgisizler de yahudilik'e, hıristiyanlık'a ve diğer s emavî dinlere
karşı, "Hiç bir şeye istinat etmez, hiç birinin aslı yoktur" dediler. O
halde yahudi ve hıristiyanların, bu aynı kitabı okuyanların, o bilgisiz
inkârcılardan ne farkı kaldı? Aradaki fark şudur; o ilkel cahiller bilmedikleri ve
akıl erdiremed i kleri için böyle söylüyorlar, yahudi ve hıristiyanlar ise bilerek
ve sırf nefsaniyetlerinden, heva ve heveslerine uyduklarından öyle söylüyorlar.
İşte müslümanlar böyle olmamalı, öbür dinleri kökünden inkâr etmemeli,
söylediklerini nakle dayandırmalı ve a k ıl süzgecinden geçirerek söylemeli ve
daima delile dayandırmalı, belgelerle isbat etmelidirler. Hep Allah huzurunda söz
söylüyormuş gibi ihsan ile söylemeli, söyleyince gerçeği dile getirmeli ve hak
söylemelidirler. "Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğ ü tlerle çağır ve
onlarla en güzel şekilde mücadele et!" (Nahl, 16/125), "Kitap ehli olanlarla
en güzel yoldan başka bir yolla mücadele etme!" (Ankebût, 29/46) âyetleri başta
Hz. Peygamber olmak üzere bütün müslümanları açıkça uyarmaktadır. Yoksa yahudi
ve hıristiyanların ve diğer cahillerin tuttukları yol ve usullerle bu dünyada hiçbir
anlaşmazlık çözülmez. İnsanlık aynı Allah'ın yaratıkları olmanın zevkini
tadamaz, yeryüzündeki ilâhî nimetlerin ve güzelliklerin tadını alamaz. Fakat bu
anlaşmazlıklar eb e diyyete kadar sürüp gidemez. Cenab-ı Allah, bunların dünyada
böyle ihtilafa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü kesin hükmünü
verecektir. O gün, bütün bu anlaşmazlıkları hükme bağlayacaktır. Bu dünyada
cerbeze ile, safsata ile, yalan ve şarlatanlıkl a, sihir ve oyunla, baskı ve
zorbalıkla ve daha akla hayale gelmez yollarla alınan ve verilen ve artık kesinlik
kazanmış, hiç bozulmaz sanılan haksız hükümleri, Birleşmiş Milletler'den de
çıkmış olsa, akibet hepsini feshedecektir.
Fakat o büyük mahkemeden ç ıkan kararlar, orada verilen hükümler, hiçbir zaman
değişmez. Onlar ebediyyen kesinlik kazanmıştır. O gün işte böyle bir mahkemede
aleyhlerine hüküm verilecek haksızların, zâlimlerin vay hallerine!.. Bunun üzerine
ilâhî hükme işaretle buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
114- Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah'ın isminin anılmasından meneden ve
onların harap olmalarına çalışan kimselerden daha zâlim kim olabilir! İşte bunlar,
oralara korka korka girmekten başka birşey yapmazlar. Bunlara dünyada perişanlık,
ahirette de büyük bir azap vardır.
115- Bununla beraber, doğu da Allah'ın, batı da Allah'ındır. Artık nereye
dönerseniz dönün, orası Allah'a çıkar. Şüphe yok ki, Allah(ın rahmeti) geniştir,
O, her şeyi bilendir.
114- Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah'ın isminin zikredilmesinden meneden ve o
mescitlerin maddeten ve manen harap olmasına, yıkılmasına, terkedilmiş kalmasına
veya mescitlikten çıkarılmasına çalışandan daha zalim kim vardır! Böyle
zalimlerin cennet ile ne ilişkileri v ardır? Her şeyin hakkı, onun layık olduğu yere
konmasıdır. Zulüm de bir şeyi, kendi yerinden başka yere koymaktır. Demek ki, bir
şey layık olduğu yerinden, ne kadar uzaklaştırılırsa, o kadar haksızlık, o kadar
zulüm yapılmış olur ve o şey, ne kadar yüce v e ne kadar kutsal ise zulüm de o
ölçüde aşırı gitmiş olur. Nitekim Allah'a şirk koşmak en büyük zulümdür.
Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah denilmekten menetmek ve harap olmalarına
çalışmak da hem Allahın, hem mescitlerin, hem de insanların hakkına son derece
tecavüz demektir. Bunu yapabilen zalimler, hiçbir zulümden çekinmez, her türlü
haksızlığı yapar, hepsine kapı açarlar. Şu halde mescitlere saldırmak ve onların
maddeten veya manen harap olmalarına çalışmak, zulümlerin en büyüğüdür ve bunu
yapanlar en zalim kimselerdendir. Zulmün bu derecesi ve benzerleri tasavvur olunsa bile,
daha fazlası tasavvur olunamaz. Nitekim "Yalan yere Allah'a iftira edenden daha
zalim kim olabilir?" (En'âm, 6-21, 93, 144) âyetlerinde olduğu gibi, diğer bazı
âyetlerde de benzeri zulümler açıklanmıştır. Bu inkârî istifhamların hepsi, bu
zulümlerin üstünde başka bir zulüm bulunmadığını beyan içindir. "Allah'ın
mescitleri" şeklindeki isim tamlamasından çıkan hüküm, hiçbir istisnası
olmayarak bu ifadenin bütün mescitler hakkında geçerli olduğunu gösterir ve âyetin
hükmü genelde bütün mescitler için de geçerlidir.
Tefsircilerin çoğunluğunun beyanına göre, âyetin asıl iniş sebebi, Beyt-i
Makdis'in tahribi meselesi olup, âyet Rum ve hıristiyanlar hakkındadır. Bir kısım
tefsirciler, bunun müşrikler hakkında olduğunu da açıklamışlardır. En doğrusu
her ikisi, yani hıristiyanların müşriklerle olan ortak özellikleri hakkındadır.
Buhtü-nassar (veya Buhtünnasr) denilen hükümdar, müşrik Romalılar ve hıristiyan
Bizanslılar yıkım işin d e birleşmişlerdir. Arap müşrikleri de Kâbe hakkında
bunlara benzemişlerdir. Bununla beraber, paylamanın asıl hedefi Bizans
hıristiyanlarıdır. Abdullah b. Abbas hazretlerinden rivayet olunduğu üzere:
"Roma kayserlerinden Titos, Kudüs'e hücum etmiş, halkı kılıçtan geçirmiş,
çocuklarını esir almış, Tevrat'ı yakmış ve Beyt-i Makdis'i tahrip etmiş ve
mabedin içinde domuzlar kesmişler, leşler bırakmışlar..." Bundan dolayıdır
ki, tefsircilerin çoğu, sadece hıristiyanları söz konusu etmişlerdir. Tarihlerin
bildird i ğine göre; Kudüs ilk defa Buhtü-nassar tarafından pek feci bir şekilde
işgal edilmiş, yakılıp yıkılmıştır. Hz. Davut'tan beri devam edip gelen İsrail
devletine son verilmiştir. Kudüs daha sonra Pers hükümdarlarından Erdişiri Behmen
tarafından yeniden imar edilmişti ki, İsrailliler buna "kirş" veya
"kürş" adını vermişlerdir. İsrailoğulları yine toplanmış ve İran'a
bağımlı mahallî bir hükümet kurmuşlardı. Ancak daha sonra Yunanlılar'ın, onun
arkasından da Romalılar'ın idaresi altına girmişlerdi. Zekeriya ve Y ahya
Aleyhisselâm'ı işte o zamanlar şehit etmişlerdi. Hz. İsa'nın göğe yükselmesinden
kırk sene kadar sonra da Kudüs'ün ve Beyt-i Makdis'in, Romalılar eliyle ikinci defa
tahribi meydana geldi. Bu olay da Roma imparatorlarından
Neron'un yerine geçen Ospanya nus zamanında başlamış ve rivayet olunduğuna göre,
onun oğlu Titos tarafından bitirilmiştir. Bu yıkım, bir daha geri dönmemek
şartıyla Yahudi devletinin sonu olmuştur. Çünkü Espasyanos, yahudileri hep baskı
altında tutmuş, onları Kudüs içinde kendi haller i nde sus-pus yaşamaya mecbur
etmişti. Titos ise buraya şiddetle hücum ederek gizlenip kaçabilenlerden başka
bütün halkı, yahudi olsun, hıristiyan olsun hepsini kılıçtan geçirmiş,
çocuklarını da esir etmiş, şehri yağmalatmış, yakıp yıkmıştır. Beyt-i Makdis
d enilen büyük mabedi de oradaki heykeli de tahrip etmiş, bütün kitapları yakmış
ve artık orada İsrailoğulları'ndan kimseyi, yaşatmamış. Bundan dolayı ellerinde
herhangi bir belge de kalmamış. Buna da sebep, orada yahudilerin sık sık isyan edip,
huzursuzluk çıkardıkları Roma tarihlerinde anlatılmıştır. yukarıda geçtiği
üzere "Ve Allah'ın gazabına uğradılar. Onların başına gelen bu musibetler,
Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri, bir de
isyan edip aşırı gitmeleri yüzünd e ndi." (Bakara, 2/61) âyeti bunu
açıklamaktadır. İsrailoğulları, böylece belalarını bulmuşlardı. Fakat
Romalılar da zulüm idaresini sürdürmüşlerdi. Daha sonra Kudüs üçüncü defa
olarak yavaş yavaş imar edilmeye ve şehir yeniden gelişmeye başlıyordu, yahudi ve
hıristiyan halk oraya yeniden yerleşmeye çalışıyordu. İbnü Esir'in "Tarih-i
Kâmil"de beyanına göre; İmparator İlya Anderyanos (veya Murat Bey Tarihi'nin
kaydına göre Aderyanos) hissettiği bir direniş üzerine yahudi ve hıristiyan halkın
birçoğunu pek ba r barca bir katliama tabi tutmuş ve Beyt-i Makdis'i son defa olmak
üzere tahrip etmiştir. Bununla beraber yedi-sekiz sene kadar sonra şehri yeniden imar
etmiş, Roma ve Yunan asıllı bir kısım ahaliyi buraya yerleştirmiştir. Zühre
(Venüs) namına bir de büyük h eykel bina etmiş ki, bazıları yanlış olarak bu
heykeli ta Davut Aleyhisselâm'a isnad ederlermiş. O zamana kadar şehrin adı Oruşelim
(veya Yaruşelim) iken bu imardan sonra şehre "İlya" adı verilmiş ki,
"Beytürrab" demek imiş. Nihayet Roma'da Hıristiyanlık'ı kabul ve ilan eden,
aynı zamanda İstanbul'un kurucusu olan Kostantin'in anası Hilana (Eleni),
hıristiyanlarca, Hz. İsa'nın üzerinde asıldığı ve bir yere gömülüp
saklandığı iddia edilen salibi (haçı) bulup çıkarmak için Kudüs'e gitmiş ve söz
konusu salibi bulup çıkartmış ve çıkarttığı o gün de hıristiyanlarca
"Salip Bayramı" adıyle bir bayram kabul edilmiş ve Kudüs'e varır varmaz,
Hz. İsa'nın, güya gömülü olduğu iddia olunan kabir üzerine "Kamame",
diğer adıyle "Kıyame" kilisesini bina ettirmiş ve bir tara f ta nisbeten
tamir edilmiş bulunan Beytü'l-Makdis'i ve önündeki heykeli yerlere kadar yıktırıp
üzerine de şehrin çöp ve süprüntülerinin dökülmesini emretmiş. İşte o tarihten
Hz. Ömer zamanına
kadar hıristiyanlar orayı mezbele (çöplük) yapmışlar ve öyle kullanmışlar.
Orada Allah'a dua ve ibadet etmek isteyenleri de engellemişler. İşte Hz. Ömer orayı
mezbele halinde bulmuştu ve onun zamanında Mescid-i Aksa müslümanlar tarafından
yeniden bina edilmişti.
Görülüyor ki, bütün bu tarih olaylarında Bâbil, İran ve Roma müşriklerinin
"Beytü'l-Makdis" hakkında izledikleri tutum ve yıkıma sonradan Bizans
Hıristiyanları da katılmış, aynı şekilde hatta onlardan daha katı bir tutumla
zulüm ve tahribi sürdürmüşler, bu yüzden de daha ağır sorumluluklar
yüklenmişlerdir. " Beytü'l-Makdis" gibi Allah'ın eski bir mescidi hakkında
böyle bir zulüm ise din ve Hıristiyanlık davasıyla taban tabana zıttır. İşte
bütün bu tarihî zulümleri kısaca anlatan bu âyet-i kerime, bilhassa
hıristiyanların, putperestlere katıldıkları bu zulüm g e leneğine işaret etmek
için inmiştir. Yahudiler de bu işlere sebebiyet vermek ve Beytü'l-Makdis'in hakkını
ödememek suretiyle bir anlamda onu tahribe çalışanlar zümresine dahil bulunmuştur.
Şu halde âyetin siyakı hem yahudi, hem hıristiyan ve hem de müşrik l ere temas
ederek, mescitlerin hürmet hakkını genelleştirmiştir. Hangi dinden olursa olsun,
hatta isterse dinsiz ve putperest olsun, Allah'ın adı anılan mescitlere, mabetlere
herkesin saygılı olması gerektiği vurgulanmıştır. Bu suretle Mekke müşriklerinin
R esulullah'a ve müslümanlara Kâbe'de ibadet etmeyi yasaklamaları, baştan sona
mescitler hakkında yapılmış ve yapılacak engelleme ve yıkımlar cümlesine dahil
olan bir zulüm şeklidir. Gerçekten de başta hıristiyanlar olmak üzere, bu
engellemeleri yapan ve ta h ribe çalışanlardan daha zalim kim vardır? İşte o
zalimler yok mu? onların bu mescitlere korka korka girmekten başka bir giriş hakları
yoktur. Onlar yıkmaya çalıştıkları o mescitlere yanaşamamalı, el sürememeli,
şayet girerlerse can korkusuyla titreye t itreye girebilmelidirler. Onların hakkı
budur. Allah Teâlâ bunu er geç tatbik edecektir. Hürmet etmedikleri o mescitler,
onların elinden çıkar, başkalarının eline geçer. O zaman da oralara girmek
isteseler de giremez olurlar veya çekine çekine girerler. N i tekim Kur'ân'ın bu
mucizevî haberi zuhur etmiş, Kudüs Bizanslılar'ın elinden çıkmış,
müslümanların eline geçmiş, Beytü'l-Makdis yeniden imar edilip mescit haline
getirilmiş, o zalimler de oraya korka korka girebilir olmuşlardır ki, bu âyette
bugünkü müslü m anlar için de pek büyük ders ve ibret vardır. Bunları yapan o
zalimlere dünyada büyük bir felaket, bir perişanlık, bir mahrumiyet vardır. Bir gün
gelecek o engellemeleri, o zulümleri yaptıranlar devletlerini, güç ve kuvvetlerini
yitirecek, güçsüz kalıp p e rişan olacaklardır. Çok dikkate şayandır ki, Süddî
tefsirinde bu sefalet ve perişanlıktan maksat, Kostantiniyye
şehrinin ellerinden çıkması, yani İstanbul'un fethi olayı olduğu
zikredilmiştir. İbni Cerir, Keşşâf ve daha başka mütekaddim ve muteber tefsirlerde
de bu kavil naklolunmuştur. Bu tefsirler İstanbul'un fethinden asırlarca önce
yazılmış olduğuna ve hele ilk müfessirlerden sayılan Süddî'nin fetihten beş-altı
asır önce yaşamış bulunduğuna göre, bu şekildeki tefsirin kaynağı Hz.
Peygamber'den rivayetl e alınmış bir mucize olduğunda şüpheye düşmemek gerekir.
Lakin o zalimler, bununla da kalmayacaklar, onlara dünyadaki bu "hizy" ve
felaketten başka ahirette de pek büyük bir azap vardır. Dünyadaki ve ahiretteki
böylesi azaplar işte o zalimlerin hakkıdır. Allah kıyamet günü bunu
uygulayacaktır. Durumları böyle iken, bir de kalkmış cenneti tekelleri altına almak
iddiasına kapılmışlardır.
115-O mescitlerden menedilen ve Allah'a cidden ibadet etmek isteyenler asla ye'se
kapılmamalı ve ümitsizliğe düşmemelidirler. O mescitlerde ibadet etmekten
engellendik diye Allah'dan ve Allah'a ibadetten vazgeçmemelidirler. Çünkü sadece o
mescitler değil, doğusu ve batısı ile bütün yeryüzü, bütün yönleri ve
istikametleriyle bütün yer küresi Allah'ındır. Şu halde h e r nereye dönerseniz
dönünüz orada Allah'a çıkan bir yön, bir cihet vardır. Allah'ın bir mekanı
yoktur. O, aslında yönden de, cihetten de münezzehtir, fakat bütün yönler, bütün
cihetler O'nundur. Namaz kılmak için, mutlaka bir mescitte bulunmak zaruri değ i ldir.
Açık olan şu ki, yeryüzünün her tarafında, hatta zaruret halinde her yana, her
cihete namaz kılınabilir ve Allah'ın rızasına erilebilir, Allah hem vâsî'dir, hem
de alîmdir. Vâsî'dir, rahmet ve kudreti geniş ve her şeyi kuşatmıştır, kullarına
da g e niş görüşlü, hoşgörülü ve müsaade edicidir. Sınırlanamaz ve
sıkıştırmayı sevmez. Burada "İş sıkışınca genişler" fıkıh
kaidesine bir işaret de vardır. Allah âlîmdir, her şeyi bilir, tamamiyle ve hakkiyle
bilir. Kendisine yapılan ibadet ve duadan haberda r olur. Nerede yapılırsa yapılsın,
ona âgâh olur. Peygamberlere bir kıble emretmesi darlıktan veya bilgisizlikten değil,
kullarını korumak ve onları birlik ve beraberlik demek olan tevhid sırrıyla terbiye
etmek içindir. Allah vâsî' ve alîm olduğu için daha önce emrettiği bir kıbleyi
değiştirerek, ona benzer ve hatta ondan daha hayırlı bir başka kıbleye tahvil
edebilir. Görülüyor ki, bu âyette ibadet için, özellikle namaz kılmak için büyük
bir genişlik öngörülmüş ve kıblenin değişmesi işine de güzel bir muka d dime
(başlangıç) yapılmış, âdeta kıblenin değişmesi gerektiğine işaret edilmiştir.
Önceki ümmetler kendi mescit ve mabetlerinden
başka bir yerde namaz kılamazlarken, müslüman ümmetine yeryüzünün her yanı
mescit ve namazgâh yapılmıştır. Yahudilere de yasaklandıkları Beytü'l-Makdis'den
daha eski olan Kâ'be'ye yönelmeleri için hissiyatlarını okşayacak şekilde güzel
bir öğüt verilmiştir.
Ey müminler! Allah Teâlâ, böyle geniş ve böyle bilgili iken, cenneti kendi
tekellerine almaya kalkan o yahudi ve hıristiyanların müşriklere ne kadar
benzediklerini gördünüz. Bunların müşriklere katıldıkları noktalar bu kadar da
değildir. Dahası var, dinleyin:
Meâl-i Şerifi
116- O zalimler, "Allah kendisine çocuk edindi." dediler. Hâşâ, O
sübhândır. Doğrusu, göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Hepsi O'na boyun eğmiştir.
117- O, göklerin ve yerin yoktan var edicisidir ve O, bir işin olmasını murad
edince, ona yalnızca "ol!" der, o da hemen oluverir.
118- Bilgiden nasibi olmayanlar da "Allah bizimle konuşsa ya, yahut bize de bir
mucize gelse ya!" dediler. Bunlardan öncekiler de tıpkı böyle, bunların
dedikleri gibi demişlerdi. Onların kalbleri birbirlerine benzedi. Gerçekten de yakîne
ermek (hakikati bilmek) isteyen bir kavim için biz mucizeleri çok açık seç ik
gösterdik.
116- Ayrıca bunlar Allah'a oğul isnad ettiler, "Allah bir oğul edindi."
dediler. Yahudiler "Üzeyir Allah'ın oğlu" demişlerdi, hıristiyanlar
"Mesih Allah'ın oğlu" dediler. Arap müşrikleri de "melekler
Allah'ın kızlarıdır" dediler. Hâşâ, Allah süphandır. O, böyle benzetme,
böyle bir ihtiyaç ve böyle bir fânilik şaibelerinden uzaktır. O, yücelerden de
yücedir. Hayır, O'nun evladı yoktur. Aksine göklerde ve yerde ne varsa, yukarılarda
ve aşağıda neler bulunuyorsa hepsi O'nundur. O 'nun mülkü, O'nun mahlûkudur. Her
şey ve hepsi O'nun emrine boyun eğmiştir, O'nun iradesine ram olmuştur. O'na inkiyad
etmiş, emrine âmâde olmuştur. Halbuki mâlik ile memlûk arasında evlatlık olmaz,
baba ile evlat arasında ise böyle bir mutlak inkıyat b u lunmaz. Az çok bir cinsiyet
benzerliği bulunur. O'nun gökleri ve O'nun yeryüzü, ne kadar bedî', ne kadar eşsiz
ve benzersizdir. Bunların seyrine doyulmaz, sırlarına erilmez.
117-Allah bu güzel, bu örneksiz ve benzersiz gökler ile yerin yaratıcısıdır. Ve
O, bir işi yapmayı isteyince, sadece ona "ol!" der, o da hemen oluverir.
Başka hiçbir şeye muhtaç olmaz. İşte mülkü olan bütün bu gökleri ve yeri ve
bunlardaki her şeyi, bir düzen üzere hep böyle yalnız bir irade ile ve sadece
"ol!" demekle icat e t miştir. Evlat edinmek ise böyle bir icad ile değil,
doğum ile ve güçlükle olur. Şu halde bütün bu kâinat ile O'nun arasındaki ilk
ilişki, işte böyle bir yaratma ve yaratılan ilişkisidir. Yoksa doğurma ve çoğalma
alakası değildir. Yaratıklar O'nun zatında m eydana gelen bir değişmeyle başlayıp,
O'ndan koparak meydana gelmiş, O'ndan doğarak oluşmuş bir şey değildir. Hakiki
anlamda sebep sonuç ilişkisini böyle bir şey zan ve tasavvur etmek çelişkidir. Bu
ise, ilk değişmeyi sebepsiz tasavvur etmek demektir. Ş u halde illiyet (nedensellik)
kanununu bozmaktır. Hem böyle olsa idi, O, bir gün gelir tükenirdi, yaratılış
kesintiye uğrardı. Özetle bütün ilimlerin, felsefelerin ve hikmetlerin temeli olan bu
noktada şunu bilmelidir ki, illiyet denilen nedenselliğin başl a ngıcı yaratma ve
icattır, doğurtma ve çoğaltma değildir. Her oluş bir yaratıcıya muhtaçtır ve
Allah işte böyle bir yaratıcıdır. O, Hâlik Teâlâdır.
Eski din ve şeriatlerin mensupları, Allah Teâlâ'ya yaratılışta ilk sebep olması
dolayısıyla "Baba" adını verirlerdi. Hatta kendi babalarına "küçük
baba", Allah'a da "büyük baba" derlerdi, fakat "O'nun evladı
var" demezlerdi. Sonradan bazı cahiller bundan maksadın, doğurmak ve evlat sahibi
olmak demek olduğunu zannederek, "babanın evladı olur, öyleyse oğlu v a r,
kızı var" demeye başladılar. Bu ise Allah'ı bilmemek ve O'na şirk koşmaktır.
Çünkü evlatta, ne de olsa babaya benzerlik vardır. Nitekim "el-veledü cüz'ü
ebîhi = evlad, babanın bir parçasıdır" sözü boşuna söylenmemiştir. Bundan
dolayıdır ki, önceleri Hz. İsa'ya "Allah'ın oğlu" diyen hıristiyanlar,
daha sonra ona "Allah" da dediler. Bu âyet de işte onların dediklerinin
yanlış olduğunu ispat etti. Bundan dolayıdır ki,
İslâm'da Allah'a baba demek küfür sayılmıştır. Böyle bir mânâ için böyle
bir deyim, marifetullah (Allah'ı bilme) konusunda cehalete ve ilkelliğe yol açacak
gayet zararlı, gayet art niyetli bir deyim olduğu için derhal yasaklanmıştır.
Yahudilerle hıristiyanların müşriklere katıldıkları noktalardan biri işte bu
oğul meselesidir. Diğeri de ş udur:
118- Din konusunda bilgisi olmayan veya olsa bile bilgince hareket etmeyen cahiller Hz.
Muhammed'in tebliğ ve din davetine karşı Allah, bize de söylese ya! Yahut bize de bir
âyet, bir mucize gelse ya!" demeye başladılar. Sanki Hz. Muhammed'e gelenler âyet
değilmiş gibi, sırf inatlarından inkâr ettiler. "Yoksa siz de daha önce
Musa'yı sorguya çekenler gibi, peygamberinizi sorguya mı çekmek istiyorsunuz?"
(Bakara, 2/108) ilâhî hitabına kulak vermediler. Bunu Araplar'dan Abdullah b. Ü m eyye
ve benzerleri, Yahudiler'den Râfi' b. Hüzeyme ve bazı hıristiyanlar söylemişlerdi.
Bunlardan öncekiler de Musa'ya ve İsa'ya tıpkı böyle söylemişlerdi. Görüyorsunuz
ya öncekilerle bunların kalbleri birbirine benzemiş, duygu ve düşünceleri sanki bi r
birinin tamamen aynı olmuştur. Biz âyet göndermedik mi? Yakîne (şeksiz bilgiye)
ermek isteyen, şüpheden kurtulup ilm-i yakîn sahibi olmak isteyen kavme, bu kabiliyete
sahip olan bir ümmete veya her ümmete, biz o âyetleri apaçık bir şekilde gönderdik,
ke s in mucizeler ortaya koyduk. Bütün bunlardan yakîne eremiyenler, işte ta sûrenin
başında açıklandığı gibi, olsa olsa kalbleri hasta olan şüpheciler veya kalbleri
mühürlü olan inatçılardır.
Bunca apaçık âyetlerin tebliğinden sonra bile, sanki hiçbir şey inmemiş, hiçbir
hakikat söylenmemiş gibi, Allah Resulü'nün böyle bayat inkârlarla, katı inatlarla,
boş böbürlenmelerle ve kof kasılmalarla karşılanması, onun üzülmesini
gerektireceğinden Hz. Peygamber'in kalbini yeniden güçlendirmek ve teselli edip ferah l
atmak, ayrıca düşmanlarına korku ve endişe vermek için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
119- Şüphe yok ki, Biz seni hak ile rahmetimizin müjdecisi ve azabımızın
habercisi olarak gönderdik. Sen, o cehennemliklerden sorumlu değilsin.
120- Sen onl arın milletlerine tabi olmadıkça ne yahudiler, ne de hıristiyanlar
senden asla hoşnud ve razı olmayacaklar. De ki, gerçekten de Allah'ın hidayeti,
hidayetin ta kendisidir. Şânım hakkı için, sana vahiyle gelen bu kadar bilgiden
sonra, kalkıp da onların arz u ve heveslerine uyacak olursan, sana Allah'dan ne bir dost
bulunur, ne de bir yardımcı.
121- Kendilerine kitabı verdiğimiz ehliyetli kimseler onu, tilavetinin hakkını
vererek okurlar. İşte onlar, ona iman ederler. Her kim de onu inkâr ederse, işte o
inkârcılar hüsran içindedirler.
119- Ey Muhammed! Hiç şüphe yok ki, biz seni hak olan Kur'ân ile müjdeci ve
korkutucu bir resul olarak gönderdik. Sen gerçek bir peygambersin ki, vazifen ilerideki
müjdeleri ve tehlikeleri herkese tebliğ etmektir. Her birinin kalbine imanı sokup
yerleştirmek değildir. Sen, cehennem ehlinden, cehenneme gideceklerden sorumlu
değilsin. Kendi yaptıklarından, çalışıp kazandıklarından onların kendileri
sorumludurlar. Onların cezaları da sönmek bilmeyen ve durmadan yanan o kızgın
ateşten çıkamamaktır ki ona "nâr-ı cahîm", bunlara da "ashab-ı
cahîm" (cehenmemin dostları) denilir. Nafî ve Ya'kub kırâetlerinde
"ta"nın fethi ve "lâm"ın cezmiyle okunur ki, nehy-i hazırdır. Bu
şekilde okunduğu zaman mânâ "ve artık ashab-ı ca h îmin halini sorma"
olur. Bu da "Artık onlar hakkında Benden bir
>
şey sorma, bir şey dileme, onlara ne yapacağımı Ben bilirim." demektir.
120-Yahudiler Hz. Peygamber'e "Gel bizimle bir müddet hoş geçin, bizi memnun et
de sana tabi olalım." diye bir teklifte bulunmuşlar. Bu teklifteki art
düşüncelerini anlatmak için şu âyet inmiş: Ey Muhammed! Ne yahudiler, ne de
hıristiyanlar sen onların milletlerine tabi olmadıkça asla senden memnun olmazlar,
hiçbir şekilde onların gönüllerini hoş edemezsin, meğ e r ki, milletlerine tabi
olasın. Halbuki senin için, ikisinin de milletine tabi olmak mümkün değildir.
Çünkü birbirlerine "hiçbir şey değil" diyen bu iki millet aslında
birbirlerine son derece zıttırlar. İki zıddın birleşmesi mümkün olmadığından bu
iki mi l letin ikisine birden tabi olmanın, ikisini birden razı etmenin yolu yoktur.
Yahudiler yahudi, hıristiyanlar hıristiyan kaldıkça ikisinin de senden razı olmaları
mümkün değildir. Şu halde sen peygamberlik diline mahsus olan bir belağat ve edeple
onlara s a dece de ki; Allah'ın hidayeti, işte uyulacak hidayet ancak odur. Hidayet diye
ona denilir, sizin hidayet dediğinize değil. Bir başka mânâ ile Allah rehberi yok mu?
İşte esas uyulacak rehber odur. Allah'ın Resulü, Allah'ın kitabı, Allah'ın dini
dururken, başkasına tabi olmak sapıklıktır. Özetle hak din, Allah'ın dinidir.
Aranacak, uyulacak olan odur. Ben size değil, siz bana uyacaksınız. "uyulmaya
layık olan haktır". Yol hak yolu, hidayet Allah hidayetidir. Onlara işte böyle
söyle ve şunu da bil ki; v a llahi eğer sen, sana gelen bunca ilimden sonra, mesela
onların heva ve heveslerine, keyiflerine uyacak olsaydın Allah'dan senin ne bir dostun,
ne de bir yardımcın bulunur. Ortada kalır, helak olur gidersin. Çünkü Allah katında
küfre ve şirke yardım yokt ur.
Millet: Lügatte esasen söyleyip yazdırmak veya ezbere yazmak mânâsına gelen
masdarıyla, yani "imlâ" mânâsıyla ilişkili olan bir isimdir.
Zemahşerî'nin "Esas"ta beyanına göre; asıl mânâsı "tutulup gidilen
yol" demektir ki, eğri veya doğru olabilir. İşte bu anlamdan alınarak din ve
şeriat mânâsında kullanılmıştır. Şehristanî'nin "el-Milel
ve'n-Nihal"deki beyanına göre din, şeriat, millet denilen şeyler hadd-i zatında
hep aynı şeylerdir. Ancak itibar edilen ve gözetilen mânâya göre, yine de her bi r i
bir başka yönden diğerinden farklı bir anlam kazanır. İtikat ve iman bakımından
din, amel ve tatbikat bakımından şeriat, sosyal bakımdan, yani sosyal realite
bakımından millet denilir. Gerçekte
itikad edilen ne ise, amel edilen de odur. Amel edilen ve uy gulanan ne ise esas
itibariyle üzerinde ittifak edilen şey de odur. Şu halde millet, bir cemiyetin
etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, diğer bir deyişle, ictimaî duygu
ve telakkilerinin tabi olduğu ve kitlesinin bağlı bulunduğu hakim ilkeler ve tak i b
edilen gidişattır, sülûk edilen yoldur. Bu yolun hak olanı, hak olmayanı, eğri
olanı, doğru olanı vardır. Şu kadar var ki, yolun hak olanı güzel sonuca, hak
olmayanı da hüsrana ve kötü akibete götürür. Demek ki millet, sosyal kurul
dediğimiz toplumun ke n disi değildir. Ona cemaat, kavim, ümmet veya ehl-i millet
denilir. Mesela Yahudilik ve Hıristiyanlık birer millettir fakat yahudiler ve
hıristiyanlar ehl-i millet, sahib-i millettirler, diğerleri de öyle... Bununla beraber
"millet" kelimesi "ehl-i millet" mânâsına da mecaz olarak
kullanılmaktadır. Mesela; "millet şöyle yaptı, millet böyle yaptı"
denilir ki bu, kavim demektir. Müteallikı zikredip, müteallakı murad etmek
kabilindendir veya doğrudan doğruya mecaz-ı hazfîdir. Nitekim âyette "İbrahim
milleti" tamlaması, her iki mânâya da tefsir edilebilir. Âyette "heva ve
hevesleri" buyurulması, gösteriyor ki, yahudi ve hıristiyanların takip ettikleri
din ve millet, yukarıdan beri, inkar edilemez delil ve burhanlarla isbat edildiği
üzere, kendi heva ve heve s leriyle, gönüllerinin keyfince uydurulmuş hurafeler, din
adına ortaya konulmuş bozmalardır. Bunlar hakka değil, keyiflerine tabidirler;
milletleri, peygamberlere indirilen kitaplardan ve hak yol olan tevhidden, İslâm ve
ihsan esaslarından çıkmış, bambaşka bir şey olmuştur. Cenab-ı Allah, bütün bu
eski dinlerin temel ilkelerini Kur'ân'da açıklamış, bunları tasdik ve teyid edip
yeniden onaylamış ve o ilkelerden ayrılanların, gerçek dine değil, kendi hevalarına
uyduklarını göstermiştir. Bunların din dedikleri şeylerin aslında hevadan ibaret
bulunduğunu hatırlatarak peygamberini bunlara uymaktan şiddetle sakındırmıştır.
Bir âyet öncesinde son derece okşayıcı ve güven verici bir ifade kullandığı
peygamberine, onun arkasından bu sert uyarıyı irâd buyurması ne ka d ar
mânâlıdır. Bu ihtarın peygamberden ziyade ümmetine yapılmış olduğuna şüphe
yoktur.
121-O heva ve heves sahipleri, o tahrif ve bid'at ehli, artık gerçek mânâsıyle
Kitap ehli değiller. Çünkü Bizim kendilerine kitap verdiğimiz ehliyetli kimseler o
verdiğimiz kitabı tilavet ederler, yani dikkatle ve tane tane okurlar, dillerine vird
ederler, ders yaparak okurlar, üstelik hakkıyle tilavet ederek okurlar, tilavetinin
hakkını vererek okurlar. Tahriften, karıştırmaktan koruyarak, heva ve heveslerinde n
uzak kalarak, kelimelerinin telaffuzunu, mânâsını ve hükümlerini cidden gözeterek,
dikkatlice, saygılı ve devamlı
bir şekilde, bilmediklerini, anlamadıklarını ehlinden sora sora, iyi niyetle, temiz
kalble ve temiz ağızla okurlar. Gelişi güzel, baştan kara, bir eğlence gibi
okumazlar. Şarkı, gazel, türkü, mânî, roman, hikaye yerine koymazlar. Kemal-i
hürmet ve ta'zîmle, edeble okurlar. İşte böyle okuyanlar, o kitaba iman ederler ve
gerçekten Kitap sahibidirler. Ve fakat her kim o kitaba inanmaz, onu in k ar ile ona
nankörlük ederse, onu hakkiyle okumayıp, kendi hevasına göre bozar ve tağyir ederse
işte onlar hüsrana uğramış kimselerdir. O büyük saadetten mahrumdurlar. Bu âyet,
ashabın âlimlerinden Abdullah b. Selam ve benzeri kimseler gibi Kitap ehlinin müminleri
hakkında nazil olmuştur ki, bunlar Tevrat ve İncil'i hakkıyle tilavet edegelen gerçek
iman sahibi kimseler oldukları için Kur'ân'a ve son peygamber olan Peygamber
Efendimiz'e iman etmişler ve Resulullah'ın gelişinden memnun ve razı olmuşlardır.
" Ashab-ı Sefîne" (Gemi Ashabı) denilen zevat dahi bu cümledendir: Bunlar
Cafer b. Ebi Talip ile beraber bir gemide gelmiş olan otuz ikisi Habeşistanlı, sekizi
de Şam râhiplerinden olmak üzere kırk kişi idiler.
Burada İsrailoğulları'nın da, sayıları az da olsa, bir kısmının müminler
arasına girmiş ve ilâhî öğmeye nâil olmuş bulunduklarını görüyoruz. Bu
mazhariyetin ve bu yeni özelliğin getirdiği şevk ve heyecan ile şimdi
İsrailoğulları'na, bir taraftan yukarıdan beri sürüp gelen hitapları tamamlamak,
diğer taraftan daha sonra gelecek olan İbrahim kıssasına geçişe hazırlık
mahiyetinde bir hüsn-i tehallus olmak üzere, şimdi görüleceği gibi, yeni bir hitap
daha yöneltip, arkasından imamet, millet, ümmet meseleleri izah buyurulacaktır:
Meâl-i Şerifi
122- Ey İsrailoğulları! Sizlere ihsan ettiğim nimetimi ve sizi vaktiyle âlemdeki
ümmetlere üstün tuttuğumu hatırlayın!
123- Ve öyle bir günden sakının ki, o gün kimse, kimsenin yerine bir şey
ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez ve ona şefaat de fayda vermez, hiçbir taraftan
yardım da görmezler.
124- Şunu da unutmayın ki, bir zamanlar İbrahim'i Rabbi, birtakım kelimeler ile
imtihan etti, o, onları sona erdirince, Rabbi ona, "Ben seni bütün insanlara imam
yapacağım." buyurdu. İbrahim, "Zürriyeti mden de yap!" dedi. Rabbi ona
"zâlimler benim ahdime nail olamaz!" buyurdu.
125- Biz ta o zaman bu Beyt'i, insanlar için bir sevap kazanma ve bir güven yeri
kıldık. Siz de Makam-ı İbrahim'den kendinize bir namazgah edinin. Ayrıca İbrahim ile
İsmail'e şöyle ahid verdik: "Beytimi, hem tavaf edenler için, hem ibadete
kapananlar için, hem de rükû ve secde edenler için tertemiz tutun!"
126- Ve o vakit İbrahim "Ey Rabbim, burasını güvenli bir belde kıl,
halkından Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri çeşitli meyvalarla
rızıklandır" diye yalvardı. Allah buyurdu ki: "küfredeni dahi
rızıklandırır da hayattan biraz nasip aldırırım, sonra da onu ateş azabına
uğratırım
ki, orası ne yaman bir duraktır!"
127- Ve ne vakit ki İbrahim, Beyt'in temellerini yükseltmeye başladı, İsmail ile
birlikte şöyle dua ettiler: Ey Rabbimiz, bizden kabul buyur, hiç şüphesiz işiten
sensin, bilen sensin.
128- Ey bizim Rabbimiz, hem bizim ikimizi yalnız senin için boyun eğen müslümanlar
kıl, hem de soyumuzdan yalnız senin için boyun eğen müslüman bir ümmet meydana
getir ve bize ibadetimizin yollarını göster, tevbemize rahmetle bakıver. Hiç
şüphesiz Tevvâb sensin, Rahîm sensin.
129- Ey bizim Rabbimiz, bir de onlara içlerinden öyle bir peygamber gönder ki,
onlara senin âyetlerini tilavet eylesin, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretsin,
içlerini ve dışlarını tertemiz yapıp onları pâk eylesin. Hiç şüphesiz Azîz
sensin, hikmet sahibi Sensin.
130- İbrahim'in milletinden, kendine kıyan beyinsizden başka kim yüz çevirir? Biz
onu dünyada seçkin birisi yaptık, hiç şüphesiz o, ahirette de iyilerden biridir.
131- Rabbi ona, "İslâm ol!" emrini verince, o "Ben âlemlerin Rabbine
teslim oldum." dedi.
132- Bu dini İbrahim, kendi oğullarına vasiyyet etti, Yakub da öyle yaptı:
"Ey oğullarım! Muhakkak ki, bu dini size Allah seçti, başka dinlerden uzak durun,
yalnızca müslüman olarak can verin!" dedi.
133- Yoksa siz de olaya şahit mi oldunuz; Yakub'a ölüm hali gelip çattığı zaman,
oğullarına; "Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?" dediği zaman, oğulları;
"Senin Allah'ına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın Allah'ına, tek olan o
Allah'a ibadet edeceğiz. Biz ancak O'na boyun eğen müslümanlarız." dediler.
122- Ey İsrailoğulları! Size, her şeyden önce Âdem soyu içinde kitap ve
nübüvvete aşina olmanız, ilâhî ahdin sorumluluğunu yüklenmiş büyük bir ümmet
olmanız ve bir de Musa kavminden bulunmanız dolayısıyla hitap edildi, lakin
dinleyenleriniz çok az oldu. Şimdi onları destekler mahiyette bir de İbrahim s o
yundan gelmeniz dolayısıyla bazı ihtar ve uyarılara muhatap tutulacaksınız. Kitap
ehli ne demekmiş, nasıl olurmuş, gördünüz ya! Artık insafa gelerek aklınızı
başınıza alarak vaktiyle size ihsan ettiğim nimetlerimi, nübüvvet nimetimi ve
bilhassa ahir za m an nebisinin gönderileceğini bildiren va'dimi ve onun bir
mukaddimesini teşkil eden geçmişteki devleti ve o zaman sizi bütün akıl sahiplerine
üstün tuttuğumu hatırlayınız,
123-hatırlayınız da
hiç kimsenin, bir başkası yerine hiçbir şey yapamayacağı, kimseden fidye kabul
edilmiyeceği, şefaatin de bir fayda sağlamayacağı ve bunlara hiçbir taraftan yardım
edilmeyeceği günden, o korkunç günün azabından korununuz! Bunlar size üçüncü
defa olarak hatırlatılıyor. Geçmişteki o nimetlerin asıl sebebi neydi biliyo r
musunuz?
124-Bunu bilmek için o nimeti içinizi çekerek düşünün ve çektiğiniz,
çekeceğiniz belaları hesaba katarak takvaya sarılın, ve o vakti iyice hatırda tutun
ki, İbrahim'i Rabbi birtakım kelimeler ile müptela kılmış, yani mükellef tutmuş,
imtihana çekmiş, neticede İbrahim o kelimeleri tamamlayıp, ikmal etmiş idi. Yani
Rabbi onu imtihan etmiş, o da imtihanı baştan sona başarıyla vermişti.
İptilâ ve Belâ: Tecrübe ve imtihan mânâsınadır ki, esasen iki farklı anlamı
içine alır: Birisi bir şeyin gizli olan özelliğini, içyüzünü tanımayı istemek,
diğeri de o şeyin iyi ve kötü yanlarını, eksik veya üstün taraflarını ortaya
çıkarmaktır. Birinci mânâ, gizliyi ve açığı bilen Cenab-ı Allah hakkında zaten
tasavvuru bile mümkün olmayan bir mesele olduğu n dan, Allah'ın İbrahim'i imtihana
çekmesi, ancak ikinci anlamıyla ele alınabilir. Bir de imtihan, imtihan olunan
hakkında hayır veya şer bir mihneti, bir zahmeti gerektirir ki, bu bakımdan imtihan
kelimesi genellikle zahmetli ve meşakkatli şeyler hakkında k ullanılır. Cenab-ı
Hak-k'ın, kullarına ait sorumluluk emirleri de kulun nefsanî temayülleri ile Allah'ın
rızası arasında dönüp dolaştığından bir taraftan bir külfet ve zahmeti, öbür
taraftan kulda, sevap ve azaba sebebiyet verecek hal ve davranışların ort a ya
çıkmasını gerektiren ve bu bakımdan kulun iyi yönde gelişmesini sağlayan terbiyeye
ait özellikler taşıdığından onlar da tecrübe ve imtihana benzer şeylerdir.
Kulların kendi işlerinde tecrübe ve imtihana dayanan gerçekler üzere amel etmelerini,
mücerret nazariyelerle, soyut düşüncelerle yetinmemelerini öğretmek için bunları
emretmiş olabilir. Cenab-ı Allah, İbrahim'e kendi fiilini tecrübe ve imtihan suretinde
anlatmak istemiş olabilir.
"İbrahim" isminin esasen Süryanî dilinden geldiği ve Arapça mânâsı
ile "merhametli baba" demek olduğu ve bu şekilde Arapça ile Süryanîce
arasında lafız ve mânâ yönünden bir benzerlik bulunduğu söylenegelmiştir.
Rabbi, İbrahim'i böyle imtihan etti de ne yaptı? Ne dedi bilir misiniz? Rabbi, ona
dedi ki; Muhakkak ki, ben seni insanlara imam yapacağım, yani imamet-i kübra ile seni
öne geçirip, herkesi sana tabi kılacağım, seni muktedâbih (kendisine uyulan önder)
yapacağım.
İmam: Öne geçmek, maksud (kastedilen) ve metbû (tabi olunan) olmak
mânâsına gelen masdardan alınmış ve me'mûm (uyulan) mânâsına isim olmuştur
ki, muktedabih, ön, öncül demektir. Şu halde imamet-i kübra, din ve dünya işlerinde
insanlara öncülük ve riyaset etmektir. Bunun en son ve en yüce mertebesi de
risalettir. Bu imamet ise amelde düstur o lacak birtakım dinî hükümlere, millet ve
şeriate sahip kılmak ve bununla insanların önüne geçirmek demek olur.
İbrahim cevaben zürriyetimden de dedi. Ey Rabbbim, beni imam yap, fakat bu ihsanın
sadece bana mahsus kalmasın, zürriyetimden de bir kısım insanları zamanı gelince
imam yap, bana vereceğin nimeti, imamet ve risaleti onlara da ver, diye kelimenin
tamamlanmasını diledi. Anlaşılıyor ki, hepsine demedi, içlerinden bazılarına,
dedi. Zira biliyordu ki, hepsine peygamberlik istemek, ilâhî hikmete aykırı olurdu.
Önce zürriyetinin az olmasını; ikincisi, zürriyetinin fitne ve ihtilafa düşmesini
istemiş olurdu. Üçüncüsü birçok yardımcı ve destekçiye ihtiyaç gösteren imamet
konusunda zürriyetinin başkalarına muhtaç olmasını temenni etmiş olurdu ki,
bunları istemek zürriyeti hakkında hayır dua olmazdı. Herhalde zürriyeti içinde
imam bulunurken, ümmet de bulunmalı idi. Bunun için demeyip, dedi. Rabbi, bunu
tamamına erdirmek için zalimler benim ahdime nail olamazlar, buyurdu. İbrahim zürriye
t inden imam olabilecek kısmın herhalde zalimler güruhu olmadığını ve zalimlerin bu
büyük devletten kesinlikle mahrum olacaklarını ve imametin, hak ve layıkının,
adaletlilere verilmek bulunduğunu anlatmış oldu. Bu âyet, zalimin imamete ehil ve
layık olmadığına ve başlangıçta adil olup, sonradan zulüm yaparsa, hal'inin
(makamından alınmasının) vacip olduğuna delildir. Lam-ı tarif ile marife (belirli)
olan isimler genellik ifade ettiklerinden "ez-zalimîn" tabiri, kıyamete kadar
gelecek bütün zalimlerin hepsine şamildir. Fakat bunun bilhassa Kur'ân'ın nüzulü
sırasında tamamen bilinen muhatapları vardı ki, o da İsrailoğulları'dır ve bu
nassın siyakına hedef olanlar onlardır. Bundan dolayıdır ki, yukarıdaki âyetlerde
çok sayıda "Siz zalimlersiniz!" şeklinde aza r lanmış ve
ayıplanmışlardı. Sûrenin başından beri İsrailoğulları'nın tarih boyunca
işlemiş oldukları suçların sayılıp dökülmesindeki esas maksat ve hikmet, onlara
bu zulümlerini isbat idi ki, hasılı "İsrailoğulları sonradan zalim oldular,
zalimlerden ise i m am ve Resul (Peygamber) olmaz, onlardan imamet kesilmiş
olacaktır." demektir. İşte Ey İsrailoğulları, sizin vaktiyle o nimete, o
üstünlüğe nail olmanızın sebebi ta Hz. İbrahim devrinden, onun Rabbine verdiği
imtihandan ve bu kelimelerden ve Rabbinin ona o l an ahd ve va'dinden ileri geliyordu. Siz
Hz. Musa devrinde zalim değil, bilakis İbrahim
soyundan gelenler içinde belki en mazlumları idiniz. İşte bundan dolayı o nimete
nail oldunuz. Uzun süre nübüvvet ve imamete nail olmuş bir ümmet olarak, âlemlere
üstün tutuldunuz. Fakat o altın buzağıya tapma hadisesinden itibaren zulme
başladınız, git gide bütün harekatınızda bu zulüm nihayet kavminizin genel
karakteri haline geldi, artık bundan sonra imamet İsrailoğulları'ndan çıktı ve
İbrahim zürriyetinin öbür kolun a geçti. İbrahim'in bu imtihanını ve bu
kelimatını iyi hatırlar ve üzerinde iyi düşünürseniz, açık seçik anlarsınız
ki, Tevrat'ta geleceği vaad edilen ahir zaman peygamberi İsrailoğulları'ndan değil,
İsrail'in amcası olan Hz. İsmail evladından gelecektir. S iz, Tevrat'ın verdiği
haber gereğince bir son peygamberin geleceğinden şüphe etmez ve onunla büyük
fetihler yapacağınıza inanırken, bugün gönderilmiş bulunan son peygamberi, Hz.
Muhammed Mustafa'yı, "bu bizden değil, İsrailoğulları'ndan değil" diyerek,
kı s kançlık yüzünden inkara kalkışıyorsunuz. Halbuki o, bir bakıma sizden değil
ise de, diğer bakımdan sizden sayılır, sizin gibi zulüm damgası yemiş olmaktan uzak
bir koldandır, İbrahim zürriyetindendir. Bununla beraber siz bu yolla gelen bir imamet
şerefind e n de pay almak istemezseniz zulmünüz ve haksızlığınız kat kat
artacaktır, ebediyyen nimet yüzü görmiyeceksiniz. Bu kelimeleri iyi belleyiniz ve çok
iyi düşününüz...
125- Bunu bilmek için o nimeti içinizi çekerek düşünün ve çektiğiniz,
çekeceğiniz belaları hesaba katarak takvaya sarılın, ve o vakti iyice hatırda tutun
ki, İbrahim'i Rabbi birtakım kelimeler ile müptela kılmış, yani mükellef tutmuş,
imtihana çekmiş, neticede İbrahim o kelimeleri tamamlayıp, ikmal etmiş idi. Yani
Rabbi onu imtihan etmiş, o da imtihanı baştan sona başarıyla vermişti.
İptilâ ve Belâ: Tecrübe ve imtihan mânâsınadır ki, esasen iki farklı anlamı
içine alır: Birisi bir şeyin gizli olan özelliğini, içyüzünü tanımayı istemek,
diğeri de o şeyin iyi ve kötü yanlarını, eksik veya üstün taraflarını ortaya
çıkarmaktır. Birinci mânâ, gizliyi ve açığı bilen Cenab-ı Allah hakkında zaten
tasavvuru bile mümkün olmayan bir mesele olduğundan, Allah'ın İbrahim'i imtihana
çekmesi, ancak ikinci anlamıyla ele alınabilir. Bir de imtihan, im t ihan olunan
hakkında hayır veya şer bir mihneti, bir zahmeti gerektirir ki, bu bakımdan imtihan
kelimesi genellikle zahmetli ve meşakkatli şeyler hakkında kullanılır. Cenab-ı
Hak-k'ın, kullarına ait sorumluluk emirleri de kulun nefsanî temayülleri ile All a
h'ın rızası arasında dönüp dolaştığından bir taraftan bir külfet ve zahmeti,
öbür taraftan kulda, sevap ve azaba sebebiyet verecek hal ve davranışların ortaya
çıkmasını gerektiren ve bu bakımdan kulun iyi yönde gelişmesini sağlayan terbiyeye
ait özellikle r taşıdığından onlar da tecrübe ve imtihana benzer şeylerdir.
Kulların kendi işlerinde tecrübe ve imtihana dayanan gerçekler üzere amel etmelerini,
mücerret nazariyelerle, soyut düşüncelerle yetinmemelerini öğretmek için bunları
emretmiş olabilir. Cenab-ı A llah, İbrahim'e kendi fiilini tecrübe ve imtihan
suretinde anlatmak istemiş olabilir.
"İbrahim" isminin esasen Süryanî dilinden geldiği ve Arapça mânâsı
ile "merhametli baba" demek olduğu ve bu şekilde Arapça ile Süryanîce
arasında lafız ve mânâ yönünden bir benzerlik bulunduğu söylenegelmiştir.
Rabbi, İbrahim'i böyle imtihan etti de ne yaptı? Ne dedi bilir misiniz? Rabbi, ona
dedi ki; Muhakkak ki, ben seni insanlara imam yapacağım, yani imamet-i kübra ile seni
öne geçirip, herkesi sana tabi kılacağım, seni muktedâbih (kendisine uyulan önder)
yapacağım.
İmam: Öne geçmek, maksud (kastedilen) ve metbû (tabi olunan) olmak
mânâsına gelen masdardan alınmış ve me'mûm (uyulan) mânâsına isim olmuştur
ki, muktedabih, ön, öncül demektir. Şu halde imamet-i kübra, din ve dünya işlerinde
insanlara öncülük ve riyaset etmektir. Bunun en son ve en yüce mertebesi de
risalettir. Bu imamet ise amelde düstur olacak birtakım dinî hükümlere, millet ve
şeriate sahip kılmak ve bununla insanların önüne geçirmek demek olur.
İbrahim cevaben zürriyetimden de dedi... devamı... (10. sayfa)