1. sayfa -
2. sayfa -
3. sayfa -
4. sayfa -
5. sayfa -
6. sayfa -
7. sayfa -
8. sayfa -
9. sayfa -
10. sayfa -
11. sayfa -
12. sayfa -
13. sayfa -
14. sayfa -
15. sayfa -
16. sayfa -
17. sayfa -
18. sayfa -
19. sayfa -
20. sayfa -
21. sayfa -
22. sayfa -
23. sayfa -
(8. sayfa)
er, tanımaz oldular. Allah'ın laneti
kâfirleredir. Bunun için bunlar mel'ûn oldular.
90- Bunların kendilerini uğruna sattıkları şey ne kadar fena, ne kadar çirkindir!
ki Allah'ın indirdiği mübarek kitaba ve Hz. Muhammed'in risaletine küfretmeleri, hem
de pek alçak, pek rezilane bir sebeple küfretmeleridir. Bilir misiniz onlar buna niçin
küfrettiler? Allah'ın kullarından dilediği bir kuluna, sırf lütuf ve kereminden
ihsan olarak, peyderpey nimet indirmesine, onu ahir zaman nebisi yapmasına karşı
bağyen, yani o peygamberliğin doğrudan doğruya kendilerine indirilmesini
istediklerinden, bu peygamber bizden, bizim ırkımızdan değil diye bencillik ve
kıskançlık sebebiyle inkâr ettiler. Daha önceleri
"O peygamber gelecektir, gelmek üzeredir... Biz onunla fetihler
yapacağız." deyip dururken, o gelince her şeyi unutup insanlıktan çıktılar.
"O söylediklerimiz yalanmış." dediler, kendilerini böyle bir küfre
sattılar, sattılar da daha önce mahkum oldukları gazaptan kurtulup halas olacakları
bir sırada, döndüler, dolaştılar yeni bir gazaba müstahak oldular. Vaktiyle
kendilerini Firavun'un kötü baskılarından kurtaran ve bu suretle büyük bir imtihana
çeken Ce n ab-ı Allah, kendilerini âlemlere üstün kılmışken onlar bu faziletleri
kendilerine kazandıran peygamberleri, önce inkâr edip, sonra da öldüre öldüre en
nihayet imtihanın sonucunda Allah'ın gazabına uğramışlar, nimetleri gitmiş,
vatanları ve devletleri mahv o lmuş, kendileri şu veya bu milletin hükmü altında
yaşamak zorunda kalmış, zillet ve meskenete düşmüş, nihayet ellerindeki kitabın
hükmünce son bir ümitleri kalmış idi. O da Hz. Musa'ya benzeyen ve onları daha önce
olduğu gibi gazaptan, bu zillet ve mesken e tten kurtaracak olan ahir zaman nebisine iman
edip, uymaları idi. Bu ümitle yaşarken ve müşriklere karşı onunla iftihar edip, o
sayede üstün geleceklerine inanırlarken, tam o peygamberin gelip, aradıklarını
buldukları ve yanlarındaki kitabın (Tevrat'ın) h ü kmü olan bu ümitlerini
gerçekleştirmek için Kur'ân-ı Azîmüşşan, kendilerini "Siz verdiğiniz
ahdinizi yerine getirin, Ben de size olan ahdimi yerine getireyim." (Bakara, 2/40) ve
"Yanınızdaki kitabı doğrulayan bir kitap olarak indirdiğim Kur'ân'a iman
edin." (Bakara, 2/41) diye ilâhî emrine davet ettiği sırada sırf kıskançlık
yüzünden sözlerinden döndüler. "Vakti geldi." dedikleri peygamberi,
"Hayır beklediğimiz bu değilmiş, daha onun vakti gelmemiş, bu bizden değil,
Araptandır." diyerek inkâr ettiler. Tıpkı İblis'in Hz. Âdem'e karşı
yaptığı gibi, kibirlenip baş kaldırdılar. Allah'ın emirlerine ve davetlerine
"kalblerimiz kabuk bağlamış" dediler ve bu inkârı yaparken kendi sözlerini
ve ellerindeki kitabın o yegâne ümidi veren hükmünü de geçersiz kılı p yalan
saymak suretiyle kendi kendilerini rezil ve rüsvay eylediler. Hasılı bu bezirgânlar
kendilerini bu kadar fena bir küfre sattılar ve bundan dolayı eski gazap üzerine
tekrar bir gazaba daha layık ve müstahak oldular. Gerçek şu ki, kâfirlerin hakkı da
mühîn, yani ihanet edici, hakarete uğratıcı, zelîl edici bir azaptır. Bunlar öyle
kâfirlerdir ki, Allah'a, peygambere, hatta kendilerine bile sözle veya fiil ve
davranışla küfrederler de bununla beraber üstelik yalan yere imandan dem vururlar.
Şöyle k i:
Meâl-i Şerifi
91- Onlara, "Allah ne indirdiyse ona iman edin." denildiği zaman, onlar
"Biz kendimize indirilene iman ederiz." derler ve ondan başkasını inkâr
ederler. Oysa yanlarındaki Tevrat'ı tasdik eden gerçek vahiy odur. Onlara de ki;
"Peki madem gerçek mümin sizsiniz de ne diye daha önce Allah'ın peygamberlerini
öldürüyordunuz?
92- Celâlim hakkı için Musa size belgelerle gelmişti de onun arkasından tuttunuz o
buzağıya taptınız. Siz işte o zâlimlersiniz.
93- Bir zamanlar size, "ver diğimiz kitaba kuvvetle sarılın ve onu
dinleyin." diye Tûr'u tepenize kaldırıp mîsakınızı aldık. (O yahudiler):
"Duyduk, dinledik, isyan ettik." dediler, kâfirlikleri yüzünden o danayı
yüreklerinde besleyip büyüttüler. De ki, "Eğer siz mümin kimseler isen i z, bu
imanınız size ne çirkin şeyler emrediyor!
91- Yukarıda beyan olunduğu üzere, Allah'ın her indirdiği vahye iman ediniz,
denildiği zaman, bunlar biz, bize indirilene iman ederiz, derler de ondan başkasına
küfrederler, halbuki hak odur, üstelik yanlarındaki Tevrat'ı doğrulamak üzere hak ve
gerçek olan odur. O yanlarındakindedir. Böyle iken yine de onu inkâr ederler. Gerçek
imanın hedefi haktır ve hak nerede bulunsa, her nereye inse yine hak iken, üstelik
kendi yanlarındaki kitabın hak ve gerçek oluşu, ancak vahyin tasdikiyle açıklık
kazanacak iken, bunlar kendi yanlarındakinden başka hiçbir şeye, hak da olsa, imana
yanaşmazlar. Âlemde hak sevgisi bulunmayanların hepsi böyledir. Onlar için iman
sözü bir nefsaniyet işidir. İnanacakları şeyde mutlaka kendilerini görmek isterler.
Mesela kendilerinden olmayan âlime, âlim demezler, kendilerinden olmayan peygambere
peygamber demezler. Deseler bile "Bizim peygamberimiz değil ki, ondan bize ne?"
derler. Sırf bu yüzden ahir zaman peygamberine ve ona indirilen kitaba, "Bizim
halkımızdan değildir, bizim lisanımızdan değildir, o Arab'ın peygamberidir,
Arab'ın kitabıdır" diye düşmanlık ederler. Beşeriyeti tefrikaya düşüren,
insanlığı şirke ve kavgaya sürükleyen, hak ve hakikate karşı kaba kuvvet kull a
nmaya, üstünlük yarışına, safsatalara iten, türlü türlü mel'anetler ve şeytanca
planlar kullanarak saldıran ve saldırtan işte hep bu nefsaniyet, kibir ve bencilliktir.
Hz. Âdem kıssasındaki İblis olayı, tamamen bunu temsil eder. Bunların en başında
kendil e rini kitap ehli, din ehli ve iman ehli gibi göstermek isteyen yahudiler vardır.
Bunlar nihayet izafî bir iman iddia ederler. "Biz ancak bize indirilen kendi
kitabımıza iman ederiz." derler, ondan başkasını inkâr ederler. Fakat Cenab-ı
Allah gösteriyor ki, bunların bu izafî iman davaları da yalandır. Çünkü bunlar,
kendi yanlarında bulunan, kendi imanlarını esas kabul ettikleri kesin bir gerçeği
tasdik eden, doğrulayıp onaylayan bir hakikati dahi, doğrudan doğruya "Bize nazil
olmadı." diyerek red ve inkâr ed e rler. Mesela; yukarıdan beri neler olduğu
açıklanan Tevrat hükümleri, haberleri ve ilkeleri vardır. Bunlardan biri de ahir
zamanda Hz. Musa'ya benzer bir peygamberin geleceği haberidir. İsrailoğulları'nın
"Tarafımdan size hidayet getirecek bir peygamber geldiği zaman, kim hemen ona
uyarsa, artık uyanlara korku yoktur." (Bakara, 2/38) ilâhî ahdi uyarınca ve o
peygambere itaat etmek şartıyla kurtulacakları haber verilmiş ve bu konuda daha önce
kendilerinden ahd ve mîsak da alınmış ve yine zamanı gelince A l lah'a verdikleri bu
sözü tutacaklarını ve gereğince amel edeceklerini kabul etmiş, üstelik yine bunu
kendileri büyük iftiharla herkese yaymış ve duyurmuş iken; Kur'ân gelip de Tevrat
haktır, bu haberler, bu kıssalar,
bu vaadler doğrudur diye onu tasdik ve buna uygun olarak Allah tarafından "Ey
İsrailoğulları! Vaktiyle size verdiğim nimetleri haydi hatırlayın, anın ve bana
verdiğiniz ahdi yerine getirin de ben de size verdiğim kurtuluş sözünü yerine
getireyim"; "Haydi bakalım, benim indirdiğim vahye, yanı n ızdaki kitabı
tasdik eden vahye iman edin!" emirlerini kendilerine tebliğ edince; Tevrat'ı tasdik
eden, onu onaylayıp destekleyen bu ilâhî emirleri red ve inkâra kalkıştılar,
"kalblerimiz kabuk bağlamış" dediler de bütün bunlarla beraber, "biz,
bize i n dirilene inanırız" diye bir de izafî (bağımlı) bir iman davası
güdüyorlar. Şimdi siz böyle mi diyorsunuz? Öyleyse size inmiş olan Tevrat'a ve ona
haktır diyen Kur'ân'a inanınız, derseniz yine dönerler, onu da red ve inkâr ederler.
Demek ki, bunların "biz bize indirilene inanırız" iddiaları da yalan ve
asılsızdır. Bunlar başkasına inen hakkı inkâr etmek için daha önce kendilerine
nazil olmuş ve yine kendilerince her tarafa yayılmış bulunan gerçeği de inkâr
ediyorlar, çelişkiden kurtulamıyorlar. Artık bu sa f satacılarda -isterse izafî
olsun- bir iman tasavvur olunabilir mi? Bundan başka durumun iyice ortaya çıkması
için bunlara de ki, iddia ettiğiniz gibi, gerçekten kendinize indirilene
inanıyorsanız, bundan evvel Allah'ın peygamberlerini öldürür müydünüz?
İmanınızda samimi iseniz onları niçin öldürdünüz? Peygamber öldürmek yeterince
küfür ve inkâr değil midir? İnandığınız Tevrat bunu yasak kılmamış mıydı?
Özellikle Zekeriya, Yahya ve diğerleri gibi öldürdüğünüz peygamberler hep sizin
peygamberleriniz değil miydi?
92-Daha gerilere bakalım Allah biliyor ki, Musa size apaçık belgelerle, aşikar
mucizelerle geldi, sonra da siz onun hemen arkasından tuttunuz buzağıya taptınız, ve
siz işte böyle zalimlersiniz! Ey zalimler, siz o zaman mı kendinize inmiş olana iman
etmiş oldunuz?
93-Musa'ya verilen mucizelerden birini daha hatırlatalım: Hani size verdiğimiz
kitabı ve onun hükümlerini kuvvetle, ciddiyet ve özenle tutunuz ve dinleyiniz diye Tur
dağını tepenize kaldırarak sizden zorla mîsakınızı almıştık. Koca bir dağın
şemsiye gibi başınız üzerine dikilip sizi tehdit etmesi ne büyük mucize idi. Fakat
dinlediler mi? Buna karşı içlerinden işittik ve isyan ettik, dediler. Kâfirlikleri
sebebiyle buzağı sevdası iliklerine kadar işlemişti, kalbleri onun sevg i si ile
dopdoluydu. Demek ki, o zaman bile kendilerine indirilen vahye iman etmiş değillerdi.
Sen bunlara şöyle söyle ve de ki: eğer siz mümin iseniz imanınız size ne çirkin
emirler veriyor ki; işittik, isyan ettik dersiniz, peygamberleri öldürür,
kitabınızı inkâr edersiniz ve o buzağı sevgisini bir türlü kalbinizden çıkarıp
atmazsınız. Böyle bir iman olsa olsa Şeytan'a iman olur. Bütün bu halleriyle bunlar
ahiret nimetlerini de kimseye vermek istemezler. Lakin bunların Allah'a, kitaplarına,
peygamberle r ine iman sözleri asılsız olduğu gibi, ahirete imanları da
asılsızdır. Ahirete imanlarının da böyle olduğunu bildirmek üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
94- De ki; Allah yanında ahiret yurdu (cennet) başkalarının değil de yalnızca
sizin ise, eğer iddianızda da sadık iseniz haydi hemen ölümü temenni ediniz, ölmeyi
cana minnet biliniz.
95- Fakat elleriyle işledikleri yüzünden onu hiçbir zaman temenni edemiyecekler.
Allah o zâlimleri bilir.
96- Elbette onları insanların hayata en hırslı, en düşkün olanları olarak
bulacak, hatta müşriklerden bile daha düşkün bulacaksın. Onların her biri bin sene
ömür sürmeyi arzular, oysa uzun yaşamak kendisini azaptan kurtarıp uzaklaştıracak
değildir. Allah, onların neler yaptığını görüp duruyor.
94- Ey Muhammed! Sen onlara de ki; eğer ahiret yurdu, ahiret saadeti, başka
insanların hiçbir hissesi olmayarak yalnızca sizin ise hiç durmayın ölümü temenni
edin, eğer bu iddianızda samimi iseniz, sözünüzün doğruluğuna inanıyorsanız
hemen ölmeyi ist emeniz gerekir.
"Dâr", lügatta dâiren mâdar, dörtbir yanına çepeçevre hudut
çevrilmiş, mükemmel bir surette korumaya alınmış, yerleşmeye ve içinde yaşamaya
elverişli olan yer demektir. Dilimizdeki büyük konak, saray, mâlikane, şehir,
memleket, yurt ve vatan kelimelerinin mânâlarına gelir. Yerine göre bunların ifade
ettiği mânâların hepsini içine alır. Nitekim "Dâr-ı İslâm"
müslümanların yaşadığı, barış , selamet ve huzur içinde yaşadığı yerler
için kullanılır. "Dâr-ı Harb" ise harb halinde, özellikle m üslümanlarla
harb halinde olan yerler için kullanılır. Bunun gibi içinde bulunduğumuz bütün şu
âleme de "Dâr-ı Dünya" denilir. Aynı şekilde "Dâr-ı Ahiret" de
ölümden sonra ebedi olarak kalınacak dârü'l-karar demektir. Şu halde "Dâr-ı
ahiret sırf bizimdir." demek, öldükten sonra herkes ya mahvolup yok olacak, sadece
biz kalacağız, ya da herkes cehenneme gidecek, yalnızca biz cennete gideceğiz ve orada
biz mutlu olacağız demek olur. Ölümden sonra böyle ebedi bir mutluluğun yalnız
kendilerine ait olduğuna cid d en inanmış olanların zahmetler, elemler ve kederlerle
dolu olan şu üç-beş günlük dünya hayatına sımsıkı sarılmalarının hiçbir
anlamı yoktur. Hele dünyada vatandan, istiklalden mahrum, zillet ve meskenete mahkum bir
halde yaşayanlar için böyle bir temennin i n kaçınılmaz olması gerekir.
95- Halbuki onu hiçbir zaman isteyemezler, temenni edemezler, sebebi de herşeyden
önce elleriyle yaptıkları, ahiret için hazırladıkları şeyler, cürümler,
cinayetler, zulümlerdir. Yani bunlar zaten sabıkalı kimselerdir. O kirli ellerin neler
yaptığını, ahirete ne yüzle varacaklarını vicdanları duyar da dünya cennetinden
vazgeçemezler, ölümü isteyemezler. Allah o zalimleri bilmez mi sanıyorlar ki, ahiret
yurdu bizimdir, diyorlar, Oysa Allah bütün zalimleri bilir.
96-E sasen bunların ahirete ne imanları vardır, ne ümitleri. Çünkü iyice
araştırırsan, insanlar arasında dünya hayatına en düşkün, en hırslı olarak
bunları bulursun. Bunların, diğer bir hayata ümitleri veya zerre kadar imanları
olsaydı, bu dünya hayatına böy l e herkesten, hatta müşriklerden bile daha fazla
hırsla sarılabilirler miydi? Müşriklerden bile daha hırslılar, her biri arzu eder
ki, bin sene ömür sürsün. Bazı tefsirciler bu müşriklerden maksadın mecûsîler
(ateşe tapanlar)
olduğunu rivayet etmişlerdir ki, o zamanın İranlıları demek olur. Halbuki o
şekilde bin sene ömür sürmesi, kendisini azaptan kurtaracak, uzaklaştıracak
değildi. Allah, onların, gizli veya açık olarak ne yaptıklarını, ne yapacaklarını
görüp duruyor. Yakub kırâetinde hitap şekli i l e diye okunur, yani Allah sizin
hepinizin yaptığını, yapacağını görüyor, biliyor demek olur.
"Basîr", lügatte âmânın, yani körün zıddıdır. Bununla beraber
kelime hem "basar"dan, hem "basîret"ten sıfatı müşebbehe olduğu
için "habîr = haberdar" anlamına da gelir. Her yönüyle gören, her şeyin
içine, dışına, bütün yönleriyle vâkıf olan, işlerin sırlarına âşina
mânâsına kullanılır. İşte Allah böyle Basîr'dir. Bundan dolayı hayra hayır ile
mükafat verecek, şerre de şer ile ceza verecek, herkesin ahiret hay a tı, dünyadaki
ömrünün uzunluğuna, kısalığına göre değil, ameline göre olacaktır. Halbuki
amel de iman ile yakından alâkalıdır. Ahireti tanımadıkları için müşriklerin
hayata bu kadar düşkün olanları vardır. Ancak yahudileri onlardan daha fazla, daha
beter d üşkün ve hırslı bulursun. Şu halde bunların ahirete müşrikler kadar bile
yüzleri yoktur.
Bu ruh hali, kaçınılmaz olarak iki sebebin birinden ayrı değildir. Ya bunlar
"Ahiret saadeti sırf bizimdir, olsa olsa ateş bize sayılı birkaç gün dokunup
geçecektir." derken, bunun yalan olduğunu bilerek söylüyorlar. Böylece ahirete
asla inanmıyorlar demektir. Ahirete iman davasında kendi kendilerini yalanlıyor, tekzib
ediyorlar. Ya da bunların "ahiret yurdu" sözünden maksatları, öldükten
sonraki hayat anlamına ge l en gerçek ahiret değil de, dünya hayatının sonunda
tasavvur ettikleri bir istikbaldir, mutlu bir gelecektir. Deniliyor ki, bunlar son
devirlerde "ahiret" kavramını te'vil ve tahrif ederek şu ideale sahip
olmuşlardır: Dünyada en nihayet Kudüs'ün de içinde b ulunduğu "Arz-ı
Mukaddes" (kutsal topraklar) kendilerinin olacak ve orada devlet kuracaklar ve ondan
sonra bütün dünyayı istila edecekler, dünyanın yegâne devleti olacaklarmış. O
zaman başkaları mahvolup yok olacak, dünya da bütünüyle bunların olacakmış,
" dâr-ı ahiret" dedikleri bu imiş. İşte bundan dolayı "diğer
insanların hissesi olmayarak dâr-ı ahiret sırf bizimdir" demeleri buna
işaretmiş. "Sayılı günler" anlamına gelen "eyyâm-ı mâdûde"
sözü de o zamana kadar geçecek olan müddet içinde her ferdin ömrün d en kinaye
olmuş olur.
Bugün bütün dünyadaki yahudilerin bu ideal üzerinde birleşmek istedikleri de
anlaşılıyor. Onlar buna inanmış olabilirler, lakin Allah Teâlâ, ahiret imanının
bundan ibaret olmadığını, ahiretin böyle telakki edilmesinin caiz olmayacağını,
ahiret inancının bu olmayınca böyle bir fikrin tahakkukunun da mümkün
olmayacağını ince ve hakîmane bir üslup ile beyan buyuruyor ve ahiret inancının
bütün yönlerini ve gereklerini ortaya koyuyor.
Diyelim ki, Yahudi milleti ve toplumu açısından ahiret kavramı, bir anlamda yeniden
diriliş demek olsun. Lakin millî ruhun diri kalması, millet varlığının devam etmesi
neye bağlıdır? Tek tek fertlerin hayatına değil mi? O halde bunu kazanmak o fertlerin
çalışmasına ve fedakarlığına dayanmaktadır. Bu i deal gerçekleşinceye kadar nice
kişiler geçmeli ve bu uğurda hayatını feda etmeli ki, ölmüş bir millet, yeniden
diriliş sırrına mazhar olsun. Halbuki konuya fert açısından bakınca durum daha
başkadır. Çünkü o öldükten sonra milletinin mutlu geleceğini göz l eriyle
görmüyor, onun safasını sürmüyor. Aslında fert için dünyada iken yaptığı
fedakarlığın mükafatını güvence altına alan diğer bir hayata, yani hakiki
mânâsıyla ahiret hayatına inanmaya ihtiyaç vardır. İnsanın ahirete imanı
bulunmadıkça öyle bir ideali n gerçekleşmesine imkan yoktur. Öldükten sonra kendi
ruhunun baki kalacağına inanmayan, daha doğrusu şahsın öldükten sonra dirilmeye,
diğer bir doğuş ve oluş ile ebedi bir hayata inanmayan, sayılı günlerden ibaret
bulunan bu dünya hayatının sonunda ölünce b üsbütün yok olup gideceğine ve
hiçlikten tekrar kurtulmasının imkansız olduğuna inanan fertler, böyle bir
fedakarlığa ve nice nice hayatların harcanmasına bağlı bulunan öyle yüksek bir
ideal uğruna nasıl can verebilirler? Sonra ne diye fedakarlık yapsınla r ki? Eğer
öldükten sonra hakiki ahiret mükafatı yoksa, asırlarca sonra gelecek insanların
sahip olacağı bir saadet için bugünkü insanlar nasıl ve neden dolayı fedakarlık
yapsınlar ve emek harcasınlar? Bütün bunlar sırf hayır ve iyilik olduğundan
dolayı, sırf Allah rızası için yapılacaksa, öldükten sonra, tamamen yok olup
gideceklerini sanan kimse için hayrın ve Allah rızasının mânâsı nedir? Âlemde
böyle fertlerden meydana gelen bir toplumun öyle yüksek bir ideali gerçekleştirmesine
asla imkan yoktur. Bunu y apabilecek bir milletin fertleri dünyada yüksek idealler için
can vermeyi göze alabilecek bir inanca sahip olmalıdır. Bunun için de ölümden sonra
büyük bir mükafatın gerçekleşeceğine iman etmelidir. Yahudiler ise böyle bir
ahirete inanmadıkları için müşr i klerden daha fazla dünyaya düşkündürler,
ölümden de korkarlar. Ahiret yurdu adını verdikleri "Arz-ı Mukaddes" ve
"Dünya Devleti" idealleri bu şartlar altında gerçekleşmesi kabil olmayan
çelişkili bir idealden ibarettir. Eğer onlar, gerçek ahirete inanmada n buna
inanıyorlarsa yalan ve yanlış şeylere inanmaktan ibaret olan şeytanî bir iman olur.
Buna da "Eğer siz
mümin iseniz imanınız size ne kötü, ne çirkin şeyler emrediyor!" âyeti
okunur.
Diğer taraftan yahudilere göre, ahiret imanı yalnızca bu demekse, yani sayılı
günlerde azap demek, söz konusu ideal gerçekleşmeden önce dünyadaki ömürlerinden
kinaye olarak şimdiki hayat demekse, bu ideal gerçekleşinceye kadar onun uğrunda
çalışıp can verenlerin hepsinin canı cehenneme gidecek, ondan başka bir yer
görmeyecekler demektir. Bu ise bir haksızlıktır, zulümdür. Böyle bir telakkiyi
veren din de zâlimane bir din olur. Çünkü böyle bir inanç altında dünya sevgisi,
cehennem muhabbetinden ibaret bir delilik demek olur. O halde bunlar için saadetin bir
mânâsı v a rsa, o da yok olmak için bir an önce ölüp kurtulmaktır. Şu halde hepsi
birden ölümü temenni etmelidir ki, bir gün evvel "eyyâm-ı mâdûde"
denilen sayılı günleri bitirmiş olsunlar. Oysa bunlar kadar ölümden kaçan, bunlar
kadar dünya hayatına hırsla sarılan h içbir kavim yoktur. Demek ki, bu imanları da
yalandır. Diyelim ki, bu hırs "Arz-ı Mukaddes" idealinin ancak dünya
hayatında görüleceğiyle ilgili olsun, o zaman dünyada uğruna can feda etmeye
bağlı, uzun mücadeleler, büyük muharebeler yapılmaksızın elde ed i lmesi mümkün
olmayan dünyevî bir gayeye, böyle bir hayat sevgisi ile erişmek sevdası
çelişkilerle dolu muhal bir hayalden başka ne olur? Bu gayenin gerçekleşmesini
isteyenler, bu uğurda şehid olmak için ölümü göze alabilmeli ve temenni
edebilmelidirler. Bunu yapabilmek ise hakiki mânâsiyle ahirete inanmayı gerektirir. Bu
da ancak "O müttakiler ki, sana indirilene ve senden önce indirilmiş olana iman
ederler ve ahiret gününe de kesinlikle iman sahibidirler." (Bakara, 2/4) hükmüne
uygun olarak, peygam b erlerin sonuncusu Hz. Muhammed'i ve ona nazil olan kitabı tasdik
ile mümkün olur. Ve ancak o zamandır ki, "Siz benim ahdimi yerine getirin, ben de
size verdiğim sözü yerine getireyim." (Bakara, 2/40) ilahî va'di gerçekleşir.
Görülüyor ki, burada sad ece yahudiler için değil, bu münasebetle bütün
beşeriyet için pek büyük bir ders vardır.
Ayrıca bu yahudiler vahiy ve nübüvvet aleyhinde söz söylemiş olmak için vahyin
vasıtası olan Cibrîl-i Emîn hakkında "O bizim düşmanımızdır." diye
düşmanlıklarını açığa vurmuşlardır ki, buna karşı şu iki âyet nazil
olmuştur:
Meâl-i Şerifi
97- Söyle; her kim Cebrail'e düşman ise iyi bilsin ki, Kur'ân'ı senin kalbine
Allah'ın izniyle kendinden önceki vahiyleri onaylayıcı, müminlere hidayet ve müjde
kaynağı olmak üzere o indirdi.
98- Her kim Allah'a, Allah'ın meleklerine, peygamberlerine, Cebrail ile Mîkâil'e
düşman olursa, iyi bilsin ki, Allah da o kâfirlerin düşmanıdır.
97-Bu âyetlerin nüzul sebebi olan bu düşmanlığın nasıl meydana geldiği
hakkında birkaç rivayet vardır:
Birincisi: Çeşitli yollarla gelen rivayetlerin bütününden çıkan sonuca göre;
Peygamber Efendimiz, Medine'ye hicret buyurdukları zaman, Fedek yahudilerinin din
büyüklerinden biri olan Abdullah İbnü Suriya, münazara etmek için birkaç kişiyle
birlikte Peygamber Efendimiz'e gelmiş. Evvela; "Ey Muhammed! Uykun nasıldır?"
demiş, "Zira ahir zamanda gelecek o peygamberin uykusu bize haber
verilmiştir." Aleyhissalatü Vesselâm Efendimiz "Gözlerim uyur, kalbim
uyumaz." buyurunca, "Doğru." demiş. Sonra "Nutfe babadan iken çocuk
anasına neden benzer? Bunu da açıklar mısın?" demiş. Peygamber Efendimiz
"Kadının da suyu vardır, hangisi üstün gelirse benzerlik o tarafa çeker."
buyurmuş. O yine "Doğru" demiş. Sonra "İsrail'in kendi nefsine haram
kıldığı yiyecek ne idi, haber ver bakalım. Çünkü Tevrat'a göre, bunu ümmî
peygamber haber verecektir." demiş. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz buyurmuş ki;
"Musa'ya Tevrat'ı indiren Allah adına söylerim. Bilir misiniz ki, İsrail (Yakub)
şiddetli bir hast a lığa tutulmuştu, hastalığı uzadı, o zaman Allah kendisine bu
hastalıktan afiyet ihsan ederse en sevdiği yiyeceği ve içeceği kendi kendisine haram
olsun diye adakta bulundu ve onu kendi nefsine haram kıldı: "Deve eti yemiyeceğim,
deve sütü içmiyeceğim diye adakta bulundu". Abdullah, buna da
"evet" dedikten sonra "Dördüncü ve son olarak bir şey kaldı, onu da
söylersen sana iman ettim gitti." demiş. "Sana hangi melek geliyor da Allah
tarafından bu senin söylediklerini sana getiriyor?" diye sorunca Resulullah
"Cebrail" buyurmuş. Bunun üzerine "O bizim düşmanımızdır, o savaş
ve şiddet getirir, bizim elçi meleğimiz Mikail'dir ki o, müjde, ucuzluk, bolluk ve
bereket getirir. Eğer sana gelen melek o olsaydı iman ederdik." demiş. Hz. Ömer
hemen sormuş "Bu düşmanlık n e zaman başladı?" demiş. Abdullah İbn
Suriya "Bunun başlangıcı çok eskilere dayanır." demiş, "Buhtu nassar
denilen bir adam tarafından Beytülmakdis'in tahrip edileceğini Allah Teâlâ bizim
peygamberimize vahyetmiş bildirmiş ve onu tarif etmişti. Biz de ara d ık bulduk, onu
öldürmek için adamlar gönderdik. O zaman Babil'de henüz miskin bir çocuktu, fakat
Cebrail 'Eğer Allah sizi bunu öldürmeye muvaffak kılarsa, haber verdiği adam bu
değilmiş demek olur. Binaenaleyh bunu öldürmek fayda sağlamaz.' diyerek onu mü d
afaa etti, sonra da o çocuk büyüdü, kuvvetlendi, hükümdar oldu, bize harp açtı,
Beytülmakdis'i tahrip etti ve orada katliam yaptı. Bunun için biz Cebrail'i düşman
olarak tanırız." Bunun üzerine işte bu âyetler nazil olmuştur.
İkincisi: İnme sebebi, doğrudan doğruya Hz. Ömer ile olan bir söyleşi üzerine
olmuştur, şöyle ki: Medine'nin yukarı tarafında Hz. Ömer'in bir tarlası vardı, ona
gelir giderken yolu yahudilerin dershanelerinin önünden geçerdi, o da ara sıra durur
onları dinlerdi. Bir gün "Ey Ömer!" dediler, "Muhammed'in ashabı
içinde senin gibi sevdiğimiz yok, diğerleri gelir geçer, hiç iltifat etmezler,
canımızı sıkarlar. Sen öyle yapmazsın, bunun için sana çok ümit besliyoruz".
Bunun üzerine Hz. Ömer, onlara sordu: "Sizce en büyük yemin nedir?" d e di.
Onlar "Tûr-i Sinâ'da Musa'ya Tevrat'ı indiren Rahmân adına edilen
yemindir." dediler. Sonra Hz. Ömer, onlara bu suretle yemin vererek: "Doğru
söyleyin Muhammed'i kitabınızda buluyor musunuz?" diye sordu. Onlar sustular,
sükut ettiler, Ömer: "Ne oluyor s unuz, çekinmeyin söyleyin, vallahi ben kendi
dinimde şüphem bulunduğu için size soru sormuyorum." dedi. Birbirlerinin
yüzlerine baktılar, içlerinden biri kalktı, onlara: "Söyleyin, yoksa ben
söyliyeceğim." dedi. Bunun üzerine dediler ki; "Evet, biz onu ki t abımızda
buluyoruz, lakin ona vahiy getiren melek Cibril'dir, Cibril ise bizim düşmanımızdır,
o hep azap, savaş, zelzele gibi şiddetlerin sahibidir, eğer ona gelen melek Mikail olsa
idi, herhalde iman ederdik, çünkü o hep rahmete, merhamete, ucuzluğa, huz u r ve
selamete vekil edilmiştir." Hz. Ömer yine sordu: "Tûr-i Sina'da Musa'ya
Tevrat'ı indiren Rahmân hakkı için söyleyin Allah katında Cebrail'in yeri
nedir?" Onlar dediler ki, "Cebrail sağında, Mikail solundadır." Bu cevap
üzerine Hz. Ömer: "Öyleyse
şahid olun ki, Allah'ın sağındakine düşman olanlar, solundakine de düşman
olmuş olurlar ve bu ikisine düşman olanlar Allah'a da düşmandırlar!" dedi ve
olup bitenleri haber vermek üzere Hz. Peygamber'in huzuruna geldi. Peygamber'in huzuruna
vardığı zaman gördü k i, Cibril ondan evvel vahiy getirmiş, Resulullah kendisine bu
âyetleri okuyuvermişti.
Üçüncüsü: Yahudilerin "Allah Teâlâ, Cebrail'e, peygamberliği bize
getirmesini emrettiği halde, o başkasına götürdü, bundan dolayı ona
düşmanız." dedikleri de rivayet edilir. Gerçekten de âyetin mazmununa göre,
düşmanlığın esas sebebi, Kur'ân'ın Hz. Muhammed'in kalbine indirilmesinden başka
birşey değildir. Bunun da Allah'ın izniyle yapıldığı ve aynı zamanda getirdiği
Kur'ân'ın yalnızca şiddet ve azap değil, daha önce k i semavi kitapları tasdik edip
desteklediği, ayrıca müminlere hidayet ve müjdelerle dolu olduğu beyan buyurularak,
onlar tarafından öne sürülen sebeplerin gerçek sebepler değil, yalan olarak
söylendiği ortaya konmuştur.
Fayda: "Cibrîl" kelimesi esasen "cibr" ve "il"
kelimelerinden oluşmuş İbrânîce bir kelimedir ve Fahr-ı kâinat (âlemlerin
öğüncü) Efendimiz'e vahiy getiren meleğin ismidir. İbrânîce'de tıpkı Abdullah
gibi ve rivayete göre aynı mânâda bir izafet terkibi ise de Arapça Ba'lebek gibi
mezcî ( karışık) terkiplere benzer bir tarzda kullanılmıştır. Âlemiyet (isimlik)
ve ucme (Arapça olmayan) gibi iki sebepten dolayı gayri munsariftir. Araplar bunu sekiz
ayrı telaffuz şeklinde söylemişlerdir ki, bunlardan en meşhuru dörttür ve bu dört
vecih Aşere k ırâetinde vârid olmuştur:
1- Selsebîl vezninde "cebraîl", Hamze ve Kisaî kırâetleri,
2- "Cebreîl" Ebubekr Şu'be rivayetiyle Âsım kırâeti,
3- "Cebrîl" İbnü Kesir kırâeti,
4- "Cibrîl" cîmin kesriyle, geri kalan altı imam, bir de Hafs rivayetiyle
Âsım kırâeti ki, bizim kırâetimiz de budur ve Hicaz lügatıdır. Diğer dört
kırâet de "Cebraiyl, Cebrail, Cebral ve Cebrîn" şeklindedir. Arapça'nın
dışındaki bazı dillerde "Gabriyel, Gabraiyl, Gabril" gibi isimler de
aslında "cîm" harfinin Mısır leh ç esiyle okunmasından ibarettir.
Bu terkibin özel isim olma gerçeğini, bir an için bir yana bırakır da kelimenin
ne anlama geldiğini öğrenmek istersek, bu konuda da çeşitli görüşler öne
sürüldüğünü görürüz. İbrânîce'de "cebr" abd, yani kul ve köle
anlamına, "îl" de ilâh ve Allah anlamına geldiğinden "Cebraîl"
de "Abdullah" (Allah'ın kulu) demek
olur. Bununla beraber bazı tefsirciler bunun yani, "Allah'ın ceberûtu"
mânâsına geldiğini söylemişlerdir. Gerçekten de kelimenin Arapça "cebr"
maddesiyle açıkça ilişkisi vardır. Buna göre; Cibrîl, karşısında hiçbir
kuvvetin engellemesine imkan olmayan ve eserlerinde gerek ilmî, gerek amelî
bakımından, her yönüyle kat'iyyet, zaruret, kesinlik ve kaçınılmazlık sabit olan,
hâsılı her meleğin, her ruhun, her kuvveti n ve her gücün üstünde bulunan bir
melek anlamına gelmektedir. Aslında vahiy olayı da bu suretle ilmî kesinlik ifade
etmektedir; şüphe ve tereddütlere, beşerin çaba ve iradesiyle elde edilen bilgilerde
olduğu gibi zan ve ihtimallere imkan bırakmayan bir bi l gi olduğundan, vahiy
vasıtası olan meleğin bu isimle anılması, aynı zamanda onun görevini de bir anlamda
tarif etmek demek olur. Buna ruh, ruhullah, emin ruh ve Rûhu'l-Kudüs denilmesi
"Yüce arşın sahibi katında itibarlı, güçlü, kendisine itaat edilen ve her
yerde güven duyulan" (Tekvîr, 81/20,21) özellikleri ile tanıtılması dahi bu
mânâyı teyid etmekte ve desteklemektedir. Bundan vahiy bilgisinin ve peygamberlere
verilen mucizelerin ne kadar büyük bir kesinlik ifade ettiğini anlamak da kolay
olacaktır. B u ndan dolayı yahudilere karşı hitap edilirken, kendi dillerinde bulunan
bu ismin seçilmiş olması, buna karşı düşmanlık gütmenin ne kadar anlamsız, ne
kadar delilik ve ne kadar kâfirlik olduğunu anlatmak için ne büyük bir belağat
olmuştur. Artık âyetlerin m â nâsını izaha geçebiliriz:
Ey Muhammed! Sen şöyle de ve benim tarafımdan şunu ilan et ki her kim Cibrîl'e
düşman ise karşıma çıksın. Aslında tefsirciler bunun şart cümlesi olduğunda
ittifak ediyorlar, fakat tefsircilerin çoğu, ceza cümlesinin hazf edilmiş olduğunu,
onun da "sebepsizdir, mânâsızdır", yahut "kahrından ölsün,
çatlasın gibi" bir takdire bağlı olduğunu, daha sonraki kelimesinin yukardaki
şart cümlesinin cezası değil, takdir ile mahzuf olan ceza cümlesinin illeti olduğunu
sö y lüyorlar. Keşşaf sahibi ise bundan başka cezanın mahzuf olmayıp, bu cümlenin
devamı olan cümlesi olabileceğini de söylemiş ve buna göre meâlin "Bunun
sebebi Allah'ın izniyle Kur'ân'ı sana indirmesinden ibarettir." olacağını
göstermiş ve nihayet bunun bir tehdit anlamı taşıdığını da anlatmıştır. Lakin
buna cümlesinde şartına ait bir zamir bulunmadığından Arap dilinin kurallarına
uygun düşmediği gerekçesiyle itiraz edilmiştir. Ancak Zemahşerî, burada "bunun
adavetinin sebebi" diye bir müpteda ile bu zamirin mukadder olduğunu
gösterdiğinden, Ebu Hayyan'ın bu itirazına verilen cevabı da anlatmıştır. Demek
oluyor ki, önceki
şekilde ceza hazf edilmiş, cezanın illeti, aynı zamanda ceza yerine kaim; ikinci
şekilde ise ceza mevcut, fakat arada bağlantı sağlayan bir müpteda hazfedilmiştir.
Her iki takdir şekline göre de bu sözün bir tehdit anlamı taşıdığını ve ikinci
âyetin bunu izah ettiğini unutmamak gerekir. Sebebin beyanı vesiledir, âyetin siyakı
ise asıl kınama ve azarlamadır. Bunun için biz siyakı gözön ü nde tutarak şu
takdiri daha uygun görüyoruz: "Söyle ve de ki; her kim Cibrîl'e düşman ise
Allah'a düşmandır". Çünkü o Cibrîl, Kur'ân'ı senin kalbine Allah'ın izniyle
indirmektedir. Önündeki eski kitapları tasdik edip doğrulayıcı, müminlere hidayet
ve müjde olmak üzere.
"Kalbin üzerine" buyurulması iki bakımdan dikkate şayandır:
Birincisi: "kalbine doğru" buyurulmayıp ile irad edilmiştir; isti'lâ
ifade ettiğinden, vahiy yoluyla indirilen ilâhî bilgilerin, kalbde kendiliğinden
doğan ilham ve sunûhatın, birtakım basit duyguların meydana gelmesinde olduğu gibi,
kalbe yalnızca bir noktadan ilişivermekle kalmayıp, bütün kalbi, üzerinden
çepeçevre kaplayıp istila etmek suretiyle diğer duygu ve idraklerin cümlesini
geçersiz kılarak, g elip yerleşen ve her türlü kesinliğin üstünde, karşı
konulamaz zorunlu bir ilmî gerçeklik ifade eden ilahî hüküm, ilâhî mecburiyet demek
olduğunu iyice anlatmaktadır. Nitekim Cibrîl, vahiy getirdiği zaman, Resulullah'ı
öyle sarıp sıkıştırıyordu ki, canına tak ediyordu. Bunun için Rasulullah
"Beni takatsız bırakıncaya kadar sıktı." buyurmuştu. Buharî'nin başında
Hz. Aişe'den rivayet olunduğu üzere Ashab-ı kiramdan Haris b. Hişam "Ey
Allah'ın Resulü, sana vahiy nasıl geliyor?" diye sormuştu. Resulullah da b uyurdu
ki, "Bazı zamanlar çan sesi gibi gelir, bu bana en şiddetlisidir. Derken ses
kesilir, ben de hepsini ezberlemiş olurum, bazı zamanlar melek bir âdem şekline
bürünür, bana söyler, ben de söylediğini bellerim." Hz. Aişe bunu naklettikten
sonra demiş t ir ki: "Gerçekten ben de gördüm, gayet soğuk bir gündü,
peygambere vahiy geliyordu, sonra vahiy kesildi, peygamberin alnından ter damlaları
dökülüyordu. İlk vahyin peygamberimize nasıl geldiği Fâtiha Sûresi'nin tefsirinde
nakledilmişti. İşte burada "ilâ k a lbike" " veya "ileyke",
hatta "aleyke" buyurulmayıp da "alâ kalbike" buyurulması,
özellikle vahyin, Resûlullah'ın kalbine pek ziyade baskı yapan ve onu kuşatan en
şiddetli kısmına işaret buyurulmuştur.
İkincisi: Bu sözü söylemeye Resulullah memur olduğu için sözün gelişi ve dış
görünüşü gereği olarak, Peygamber Efendimiz'in diliyle ve mütekellim (birinci
şahıs) sigasiyle "alâ kalbî" denilmesi gerekirdi, yani sözü söyleyen
Resulullah olduğuna göre, onun "benim kalbim üzerine" demesi lazım gelirdi.
Bö y le iken muhatap sigası ile "alâ kalbike" buyurmuştur ki, bu da bu
sözü Resulullah kendi tarafından değil, Allah tarafından aynen söylemeye memur
olduğunu nass halinde ortaya koymak içindir.
98Özet olarak "Ey Muhammed! Sen değil, ben söylüyorum, sen bunu ilan et! Her
kim Cibrîl'e düşman ise şunu iyi bilsin ki, o Cibrîl, bu Kur'ân'ı kendiliğinden
değil, benim iznimle sana indirmektedir. Üstelik ondan evvel gönderilmiş olan bütün
ilâhî kitapları tasdik edip destekleyici, onlar gibi rahmet ve hatta mümin l ere
onlardan da fazla hidayet ve müjde olarak indirmektedir. Şu halde Cibrîl'e düşmanlık
etmek, Allah'a, Allah'ın kitaplarına, müminlere olan hidayete ve müjdelere düşman
olmaktır. Zira her kim Allah'a, meleklerine, resullerine ve bilhassa Cibrîl ile M
ikail'e düşman olursa iyi bilsin ki, Allah da kâfirlere düşmandır. Yani onların
belalarını verecektir; onları yaşatması, onlara mühlet ve fırsat vermesi onlar
için bir nimet değildir, sadece ve sadece talihsizliktir. Ancak tevbekâr olurlar da
inananlar a rasına katılırlarsa, o zaman söz konusu hidayet ve müjdeden onlar da
faydalanır, nimete ererler.
Bu emirden sonra Cenab-ı Hak, Resulünü, bir daha te'yid ederek, yahudilerin son bir
defa daha içyüzlerini ve ruh hallerini bütün derinliğiyle bildiriyor ve nihayet
onlara, bütün bu hal ve tutumlarından vazgeçip yola gelmelerini rahimane bir
belağatle tavsiye ediyor, şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
99- Şanım hakkı için sana çok açık âyetler; parlak mucizeler indirdik. Öyle
ki, iman sahasından uzaklaşmış fasıklardan başkası onları inkâr etmez.
100- O fasıklar hem bunları tanımıyacaklar, hem de ne zaman bir ahd üzerine
antlaşma yapsalar, her defasında mutlaka içlerinden bir güruh çıkıp onu bozacak ve
atıverecek öyle mi? Hatta az bir güruh değil, onların çoğu ahit tanımaz
imansızlardır.
101- Üstelik Allah tarafından onlara, yanlarındaki kitabı tasdik edici bir
peygamber gelince, daha önce kendilerine kitap verilenlerden bir kısmı, Allah'ın
kitabını sırtlarından geriye attılar, sanki hiçbir şey bilmiyorlarmış gibi
yaptılar.
102- Tuttular da Süleyman mülküne dair şeytanların uydurup izledikleri şeyin
ardına düştüler. Halbuki Süleyman inkâr edip kâfir olmadı, lakin o şeytanlar
kâfirlik ettiler; insanlara sihir öğretiyorlar ve Bâbil'de Harut ve Marut'a, bu iki
meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki o ikisi "biz ancak ve ancak
sizi denemek için gönderildik, sakın sihir yapıp da kâfir olmayın!" demeden
kimseye birşey öğretmezlerdi. İşte bunlardan karı ile kocanın arasını ayıracak
şeyler öğren i yorlardı. Fakat Allah'ın izni olmadıkça bununla kimseye zarar
verebilecek değillerdi. Kendi kendilerine zarar verecek ve bir fayda sağlamayacak bir
şey öğreniyorlardı. Yemin olsun ki, onu her kim satın alırsa, onu alanın ahirette
bir nasibi olmayacağını d a çok iyi biliyorlardı. Hakkiyle bilselerdi, uğruna
canlarını sattıkları şey ne çirkin bir şeydi.
103- Şayet onlar iman edip de korunmuş olsalardı, elbette Allah tarafından
verilecek mükafat çok hayırlı olacaktı. Keşke bunu bilselerdi.
99- Ey Resulüm! Şanım hakkı için, emin ol ki, Biz sana gayet açık ve seçik,
ilahî maksadı eğrisiz büğrüsüz, şeksiz şüphesiz gösteren âyetler, mucizeler
indirdik. Bu Kur'ân'ın, bilhassa tebliğden maksadın ne olduğunu gösteren ve hakka
davet eden muhkem âyetl e ri o kadar açık ve o kadar seçiktir ki, zerre kadar akıl,
idrak ve insafı olan buna iman etmekte tereddüt etmez, dinden ve doğruluk yolundan
çıkmış, ahdini bozmaya ve hep kötü yolda gitmeye alışmış, inancı bozuk
fasıklardan başka hiç kimse bunları inkâ r etmez. Bunu inkâra kalkanlar, sûrenin
baş tarafında beyan olunan hep o hüsran ehli olan fasıklardır. İşte bunlardan biri
olan Malik b. Sayf, "Vallahi, Muhammed'e iman etmemiz için bizim kitabımızda
bizden ahd ve mîsak alınmamıştır." diye inkâr etmişti.
100-Bunun hakkında şu âyet nazil olmuştur: Ya onlar, o fasıklar, her ne zaman bir
ahde girişir, bir söz verirlerse, içlerinden bir fırka bu ahdi bozup atacak mı?
Sadece bir fırka değil, hatta bunların çoğunluğu imansızdırlar. Tevrat'a da iman
etmezl e r, hiç dinleri yoktur. Bunun için antlaşmalarını bozmayı günah saymazlar.
Vaktiyle Tevrat'a ve kendi peygamberlerine karşı kaç defalar ahitlerini bozdukları
gibi, şimdi de sana ve Kur'ân'a karşı öyle yapıyorlar. Daha düne kadar işte geldi,
geliyor, diye s e ninle iftihar ederlerken, bugün ondan vazgeçip sana vahyi getiren
Cibrîl'e bile düşman olduklarını ilan ediyorlar.
101- Üstelik Allah tarafından bunlara beraberlerindeki kitabı tasdik eden ve
destekleyen,
yolunu gözleyip durdukları bir peygamber, bir ahir zaman nebisi gelince, Kitap ehli
olanlardan bir fırka ellerindeki Allah'ın kitabını sanki bilmiyorlarmış gibi
büsbütün arkalarına attılar da
102- Süleyman'ın mülkü, yani Süleyman Peygamber'in hükümet ve devleti aleyhine
Şeytanların takip ettiği şeytanlıklara ve Şeytanların okuya geldikleri efsun ve
efsanelere uydular ve onun arkasına düştüler.
"Tilv, tilâvet" iki mânâya gelir. Birisi takip etmek, izlemek, bir şeyin
arkasına düşmek ki, önceki "tâli" tabirleri bu mânâyadır. Diğeri,
satır satır okumak demektir ki, bunun içinde bir önceki mânâ da vardır. Burada
ikisi ile de tefsir edilmiştir. Önceki mânâ daha kapsamlı olduğundan ve ikincisine
de uygun düşeceğinden daha fazla tercihe şayandır.
Bu şeytanlar nasıl şeytanlardı ve takip ettikleri şeyler nelerdi? Bunlar hem cin
şeytanı ve kötü ruhlar denilen gizli şeytanlara, hem de insan şeytanlarına
şamildir. Zira gizli şeytanların eserleri de insan şeytanları üzerinde meydana gelir
ve zahirdeki insan şeytanları, o kötü ruhlardan aldıkları, onl a rdan öğrendikleri
şeytanlıklarla işlerini çevirirler. Tefsircilerden birçoğunun rivayetlerine göre:
Süleyman (a.s.)ın mülkünde fitne zuhur edip, hükümetini yitirdiği zaman, insan ve
cin şeytanları pek azıtmış, dinsizlik çok ileri gitmişti. Fitneyi çıkaran ve daha
sonra Süleyman (a.s.)'a mağlup düşen ve onun emrine girip, hükmüne tabi olan bu
şeytanlar "Sad Sûresi"nde, "bennâ', ğavvâs ve âherîn" (Sad,
38/37-38) namiyle üç ayrı sınıf olarak gösterilmiştir. (Anılan âyetlerin
tefsirine bkz.) Demek ki, bunlar i ç inde birtakım desiseci sanatkarlar da vardı.
İşte vahiy kaynağından uzak olan bu şeytanlar, meydana gelen ve gelecek olan olaylar
hakkında kulak hırsızlığı ile birtakım bilgiler edinirler ve bu bilgilerin her
birine yüzlerce yalan ve pislik karıştırarak g i zli gizli yaymaya çalışırlardı.
Bu işlere alet etmek için kahinleri seçerler ve onlara çeşitli telkinlerde
bulunurlardı. Bu cinlerin bazı haberleri doğru çıktıkça kahinler bunlara güvenir,
ancak onlar bunun yanında binlerce yalan dolan da yayarlardı. Derk e n bu kahinler, bu
bilgileri kaleme aldılar, bu konularda kitaplar yazdılar. Cin çağırma, sihir yoluyla
gönül çelme hakkında türlü türlü sihir ve efsun (büyü) kitapları meydana
getirdiler. Bu arada geçmiş ve gelecek olaylar hakkında habere benzer efsaneler,
masallar, yalanlar ve dolanlar yaydılar. Tarih olayları ve gerçekleri tahrif olunarak,
halkın duygu ve düşüncelerini yanlış yollara sevk edecek hurafeler yayınlanır ve
bunlar arasına bazı bilimsel gerçekler ve hikmetli sözler karıştırılarak, konular
çok k ötü bir şekilde istismar edilirdi. Bu suretle cinler gaybı biliyor diye
birtakım
kanaatlar genellik kazanmıştı. Bu şeytanların yalan ve dolanları yüzünden fitne
çıkmıştı. Hz. Süleyman'ın hükümdarlığı ve devleti bir müddet elinden
çıkmıştı. Nihayet Allah'ın izni ve yardımıyla Süleyman Aleyhisselâm bunlara
galip geldi ve üstünlük sağladı, hepsini hükmü altına alıp, tam anlamıyla
kendisine bağlı olarak birtakım hizmetlerde kullandı ve o zaman bütün bu kitapları
toplatarak tahtının altında bir mahzene kapattı. Hz. Süleyman'ın vefatından bir
müddet sonra hakikati bilen âlimler de kalmayınca şeytanlardan insan suretinde birisi
çıkıp "Ey insanlar! Bilmiş olunuz ki, Süleyman b. Davut, bir peygamber değil de
bir sihirbaz idi, cinleri, şeytanları, rüzgarları hep sihi r le büyüler ve
kullanırdı. O neye erdi ise hep sihir bilgisi sayesinde erdi. İnanmazsanız,
sakladığı kitaplarını bulur, anlarsınız." dedi, o kitapların saklı olduğu
yeri gösterdi. Orayı açtılar, gerçekten de birçok kitap çıkardılar. O kitaplar
sihir ve efs a ne kitapları idi. Bunun üzerine "Süleyman sihirbaz imiş,
hükümetini sihir ile idare edermiş." diye yalan ve iftiralar yayılmaya başladı.
Diğer bazı müfessirlerin rivayetine göre, bu kitaplar Hz. Süleyman'ın vefatından
sonra hazırlanıp oraya konmuş, birçoğunun üzerine Asaf b. Berhiya'nın ismi
yazılmış ve onun eseriymiş gibi sahte imzalar atılmış, hile ve desise ile
çoğaltılıp yayınlanmış "Süleyman'ın hükümranlığı aleyhine şeytanların
uydurup ortaya sürdükleri şeylerin ardına düştüler." âyeti bütün bu
şeytanlıklara işaret etmektedir. Zaten Mısır'dan beri İsrailoğulları arasında
sihir ve hokkabazlık bilinirdi. Fakat durum bu sefer bambaşka bir renk almıştı: Bir
taraftan siyasî ve ictimaî entrikalarla Süleyman (a.s.)'ın devleti aleyhine
işletilmiş, diğer taraftan onun dünyayı hükmü altına alışı, bu sihir ilmi
sayesinde gerçekleşmiştir diyerek, yine onun namına iftira edilerek sihir teşvik
edilmeye çalışılmıştır. O derece ki, daha sonra gelen İsrailoğulları, ona bir
peygamber değil de çok iyi sihirbaz olan bir hükümdar gözüyle bakarlarmış. Bundan
dolayıdır ki, İsrailoğulları özellikle devletlerini kaybettikten sonra, diğer
milletler arasında gizli yollarla bu çeşit yayınları teşvik ve terviç etmekten ve
hüner şeklinde sihirbazlıkla meşgul olmaktan geri kalmıyorlardı. Ne zaman ki,
Tevrat'ın haber verdiği şekilde bekledikleri son peygamber Hz. Muhammed gelip,
Tevrat'ın aslındaki bilgi ve ilkeleri söz konusu etti, o zaman dönüp kendisiyle
mücadeleye tutuştular. "Nübüvvet yoluyla buna itiraz edemeyiz, bununla başa
çıkamayız, biz ne yapsak Cebrail kendisine haber veriyor." dediler ve Cebrail'e
düşman oldular. Tevrat'ı da büsbütün arkalarına atarak sihir ve iftira yoluna
saptılar, bu şeytancıl eserlere uymak suretiyle, "Süleyman, Muhammed'in dediği
gibi bir peygamb e r değildi, sihirbaz bir hükümdardı, fakat yaptığı sihirleri
mucize gibi gösterirdi." diye ona iftiralar ettiler. Buna göre Hz. Süleyman'ın
-haşâ- kâfir olması lazım geliyordu. Çünkü sihrin bu derecesinin küfür
olduğunda şüphe yoktur. Halbuki Süleyman kâfir değildi, fakat önce ve sonra ona
sihirbaz diyen o şeytanlar kâfir oldular, ki insanlara sihir öğretiyor, sihir tâlim
ederek yoldan çıkarıyorlardı. Âyetin bu kısmı, sihir öğretmenin küfür olduğunu
göstermektedir.
Sihir nedir? Esas lügat anlamıyla sihir, her ne olursa olsun, sebebi gizli olan ince
şey demektir. Nitekim fecir vaktinin başlangıcına da ufuk çizgisinin inceliğinden
dolayı "sîn"in fethi ile "sehar" denilir. Bu anlamda, yani sebebi
gizli olan ince şeyleri bilmek ve tanımak anlamında s i hrin küfür olmayacağı
açıktır. Ancak dinî geleneklerdeki anlamıyla sihir sadece bu demek değildir. Sebebi
gizli olmakla beraber, gerçeğin aksine tahayyül olunan yıldızcılık, şarlatanlık,
hilekârlık yolunda cereyan eden herhangi bir şey demektir. Halk dili n de de bu anlamda
kullanılır; yani sihir denildiği zaman bu anlaşılır ve bu da çirkin bir şeydir.
Çünkü bunda esrarengiz bir şekilde hakkı batıl, batılı hak; hakikati hayal, hayali
hakikat diye göstermek vardır. Nitekim "İnsanların gözlerini sihirlediler."
(A'râf, 7/116), "Sihirleri sayesinde ipleri ve sopaları onun hayalini büyüledi,
çünkü onlar gerçekten yürüyor gibiydiler." (Tâhâ, 20/66) buyurulmaktadır.
Bununla beraber özel olarak bazı övgüye değer şeyler ve gerçekler için iyi
mânâda kullanıldığı d a olur. Mesela; "Muhakkak ki, bazı güzel sözler
sihirdir." hadis-i şerifinde dile geldiği gibi ki, buna "helal sihir" de
denilir, üstelik caiz sayılır. Demek ki, esrarengiz, gizli sebep ile incelik, dış
görünüşü itibariyle çekicilik ve bir de kötü maks a t sihrin niteliğini belirler.
Şu halde sihir, herşeyden önce kendi özünde bir harika değildir. Yani değişik
şart ve sebeplere bağlı olarak alışılmışın tersine bizzat ilâhî iradeyle ortaya
çıkan olaylardan değildir. Onun her halde teşebbüs olunacak bir öz e l sebebi
vardır. Şu kadar ki, o sebep herkes için bilinmediğinden, olay bir harika gibi
tahayyül olunmaktadır. Bunun içindir ki, sebebi herkes için bilinmeyen herhangi bir
gerçek dahi, halkı aldatmak için kullanıldığı zaman bir anlamda sihir olur. Bu sebe
b in nazarî olarak açıklanabilir bir halde bulunması şart da değildir. Az çok
taklit ile meydana getirilebilmesi de kafidir. Yaratılışta sebebi bilimsel olarak
açıklanamayan alışılmış veya alışılmamış olağanüstü olaylar ve garip
buluşlar ortaya koymak mutla k anlamıyla sihir olmaz. Fakat insanları aldatmak için
bunlardan istifade etmeye kalkışıldığı ve bu suretle duygu ve düşüncelere etki
edip dolandırıcılık yapılmaya çalışıldığı zaman bunlar da sihir özelliği
kazanırlar. Bunun için imansızlık, ahlâksızlık ve aldatmak sihrin
köküdür. Sihirbazlar ilimlerden, edebiyattan, felsefeden, teknolojiden, hatta
tabiattaki garip ve acîp yaratılışlardan sû-i istimaller ve istismarlar yaparak
yararlanmasını bilirler. Bu suretle gerçekleri gizlemek için yazılmış nice
felsefeler, nice romanlar, nice tarih kılıklı hezeyanlar vardır. Vaktiyle hikmet ehli
kimselerin "Sakın domuzların boynuna inci gerdanlıklar takmayın!"
şeklindeki nasihatları, ilmî gerçekleri ve yüksek hakikatleri, bu gibilerin
istismarından korumak içindi.
Buraya kadar gördüklerimizden de anlaşılıyor ki, sihir çeşitlerini belirlemek
kolay değildir. Bununla beraber Fahreddin Râzî tefsirinde sihrin sekiz çeşidini
saymıştır. Bazı açıklamalar ile oradaki bilgilerin özeti şöyledir:
1- "Gildânî Sihri" ki, sem avî kuvvetlerle yeryüzüne ait güçlerin
karışımı yoluyla meydana getirildiği söylenen ve tılsım adı verilen şeylerdir.
Gildânîler eski bir kavim olup, yıldızlara taparlar ve bu yıldızların kâinattaki
olayları yönetip yönlendirdiğine, hayır ile şerrin, mutl u luk ile bedbahtlığın
bunlardan kaynaklandığına inanırlardı. Bunların tılsım adı verilen bazı acaip
şeyler yaptıkları söylenmektedir. İbrahim Peygamber, bunların bu batıl
inançlarını düzeltmek için gönderilmişti ki, bunlar başlıca üç fırka idiler:
Bir kısmı kâinatın ve yıldızların kadîm (öncesiz) olduğuna ve kendiliğinden var
olmuş bulunduğuna kanî idiler ki, bunlar bilhassa "sâbie" adıyle
tanınmış idiler. Zamanımızın deyimiyle kâinatın ezelî olduğuna inanan bir nevi
materyalistler demektir. Anlaşıldığına g ö re gök ve tabiat bilimlerinde bir hayli
ileri gitmişler ve bazı sanayi gariplikleri meydana getirebilmişlerdi. Diğer bir
kısmı, feleklerin ulûhiyetine kâil olmuşlar ve her bir felek için bir heykel
yapmışlar ve bunlara tapmışlardı. Üçüncü bir kısmı da fel e klerin ve
yıldızların üstünde ve ötesinde her şeyi yaratan fail-i muhtar (istediğini
yapabilen) bir yüce yaratıcının varlığını kabul ederler, fakat o yüce
yaratıcının, o yıldızlara bu âlemde etkileyici bir kuvvet bahşetmiş ve kâinatın
yönetimi için onları görevlendirmiş bulunduğuna inanırlardı. Bu inanç şekli de
çoğunlukla tabîiyyûn mezhebine (rabîiyyeciler = naturalizme) benzemektedir. Bize
kalırsa, bu sihirde tabîiyyat ile ruhiyatın eski zamanlarda keşfedilmiş bazı garip
özellikleri birleştirilerek uygu l anmış olduğu anlaşılmaktadır.
2- Evham sahiplerinin ve kuvvetli kişilerin sihirleridir. Bunlar öyle sanırlar ki,
insanın ruhu terbiye ve tasfiye ile kuvvetlenir ve tesir gücünü arttırır. İdraki,
gizli kapalı şeyleri algılayacak derecede gelişir, iradesi de kendi dışında
birtakım olayları etkileyecek derecede güçlenir. O zaman istediği birçok şeyleri
yapar,
eşyada, canlılarda ve diğer insanlarda kendi bedenindeki gibi tasarruf eder. Hatta o
dereceye varır ki, bir irade ile bünye ve şekilleri değiştirebilir: İsterse
öldürür ve yeniden diriltir, varı yok, yoku var edebilir. Gerçekten de beden
terbiyesi gibi ruh terbiyesinin de birçok faydası olduğu inkâr edilemez. Fakat ruhun
bu derece güç kazanması, bir ilâhî ihsan olmadan, yalnızca çalışmayla elde edile
b ilir bir şey olduğunu farzetmek evhamdan öte bir şey değildir. Birtakım kimseler,
riyazat, havas, rukye, muska, uzlet ve benzeri bazı yollara başvurarak, ruh ilminin
bazı garip olayları ile uğraşırlar ki, manyatizma, hipnotizma, fakirizm ve diğerleri
bu c ü mleden şeylerdir. Sihrin en aldatıcı ve en tehlikelisi de budur.
3- Ervah-ı ardıye (cinler)den yardım görme yoluyla yapılan sihirdir ki, azâim ve
cincilik dedikleri şey budur. Mutezile ve son devir filozoflarından bazıları cinleri
inkâr etmişlerse de bunlar kısa görüşlü ve inkârda aceleci kimselerdir. Sanki
kâinatta ruhanî ve cismanî hiçbir gizli kuvvet kalmamış da hepsi keşfedilmiş ve
sınırları belirlenmiş gibi "cinlerin aslı yoktur" diye inkârı bastırmak,
ilmî bir davranış olamaz. Bu inkârcıların bi r kısmına "dünyada daha
bilmediğimiz gizli kapaklı nice tabiat kuvveti vardır" deseniz, bunlar
"evet" demekte tereddüt etmezler de aynı mânâda olmak üzere "cin
vardır" deseniz, hemen inkâr ederler. Bunun için filozofların büyükleri cinleri
inkâr etmemiş ve "ervah-ı ardıye" adıyla anmışlardır. Fakat bunlarla
belli sebepler altında insanların ilişki ve bağlantı sağlayıp sağlayamıyacakları
ilmî bir şekilde tetkik edilip ortaya konmadan buna henüz hüküm verilemez. Lakin
bundan dolayı bu yolla yapılan ve yapılac a k sihirlerin varlığını inkâr değil,
kabul etmek gerekir. Hatta bu günün ispirtizmacılarını bu cinlerden sayabiliriz.
İşte sihrin en meşhurları buraya kadar saydığımız bu üç kısımdır.
4- Tahayyülât, yani gözü yanıltmak ve el çabukluğu denilen sihirlerdir ki,
bunlara sihirden ziyade hokkabazlık ve şa'beze adı verilir. Bunun esası duyuları
aldatmadır. Bu tıpkı vapurda ve trende giderken sahili hareket ediyor gibi görmeye
benzer. Buna Arapça "ahız bil'uyûn", bizim dilimizde de "göz
bağcılık" denilir. Bun u nla beraber göz bağcılığın daha gizli birtakım
ruhî etkiler ile de ilişkisi olabilir.
5- Hiyel-i sanâyi ile yapılan, aletlerden istifade ederek acaip şeyler göstermek
sûretiyle ortaya konan sihirdir ki, Firavun'un sihirbazları böyle yapmışlardı.
Rivayet olunduğuna göre, bunların ipleri, değnekleri civa ile doldurulmuş,
altlarından ısı verilince veya güneşin etkisiyle ısınmaya başlayınca ısınan
ipler ve değnekler hemen harekete geçip kaymaya ve yürümeye başlarmış.
Zamanımızda fen ve tekniğin gelişmesi, gerek mekanik, gerek elektronik açıdan
bunlara birçok misaller vermeye elverişlidir. Sinemalar bunun çok canlı bir misalidir.
Bunların halk üzerindeki hayalî olan etkileri bir sihir tesirinden daha az değildir.
Hele işin aslını bilmeyenler için...
6- Ecsam (cisimler) ve edviyenin, yani birtakım kimyasal maddelerin ve ilaçların
kimyevî özelliklerinden yararlanarak yapılan sihirlerdir.
7- Ta'lik-i kalb (kalbi çelme) suretiyle yapılan sihirdir. Sihirbaz şarlatanlık
yaparak, türlü türlü övünme ile kendini satarak, muhatabını kendine çeker, bir
ümit veya korku altında onun kalbini çeler, kendine bağımlı kılar, duygu ve
düşüncelerine etki ederek, telkin altına alır ve yapacağını yapar. "İsm-i
azam duasını bilirim" der, "cin çağırırım" der, "kimya biliri
m, simya bilirim" der, icabında hünerden, sanattan, paradan, kudretten, nüfuzdan,
kerametten, ticaretten ve menfaatten bahseder, karşısındakini dolandırır. Telkin
yoluyla kalbleri çelmenin işleri yürütmede, sırları gizlemede çok büyük tesiri
vardır. En adi s inden en maharetlisine kadar çeşitli dolandırıcılıklar hep buna
bağlıdır. Sihrin öteki türlerinin etkili olması da aşağı yukarı sihirbazın bu
konudaki becerisine bağlıdır denilebilir.
8- Nemmamlık (koğuculuk), gammazlık (fitnecilik) gibi el altından yürütülen
gizli fitne ve tezvirat; akla, hayale gelmez bozgunculuk, vasıtalı veya doğrudan
tahrikler ve aldatmalar ile yapılan sihirdir ki, halk arasında en bol ve en yaygın
kısmı da budur.
Buraya kadar saydığımız sekiz kısım sihir, dönüp dolaşır iki esasta
toplanır: Birincisi sırf yalan, dolan ve sadece saçmalama ve iğfal olan söz veya fiil
ile etki yapan sihir, diğeri de az çok bir gerçeğin sû-i istimal edilmesiyle ortaya
konan sihirdir. Sihrin bütün niteliği, hayali hakikat zannettirecek şekilde ins a n
ruhu üzerinde aldatıcı bir tesir meydana getirmekten ibaret olduğu halde bunun bir
kısmı tamamiyle hayal, diğer bir kısmı da bazı gerçeklerle karışıktır. Bundan
dolayı her sihrin, gerçek tesirden büsbütün yoksun olduğunu iddia etmek doğru
olmaz. Bu âyet - i kerimede her ikisine işaret için, öncekine , ikinciye de ve bu
cümlesine atıfla buyurulmuştur. Yani bu şeytanlar sırf kendi uydurmaları olan sihri
ve bir de Babil'deki Harut ve Marut adında iki meleğe indirileni, insanlara ve o zamanki
İs r ailoğulları'na ta'lim ediyor, öğretiyorlardı. İşte böyle yapmakla kâfir
olmuşlardı. Gerek mütekaddimînden, gerek müteahhirinden (eskilerden ve yenilerden)
bazı tefsirciler bu ""yı nâfiye telakki edip, mânâyı da "Babil'de
Harut ve Marut adındaki o iki meleğe sihirden bir şey indirilmedi, Harut ve Marut
hikayesi de bu şeytanların uydurduğu bir yalandır." meâlinde göstermişlerdir.
Âyetin aşağısındaki siyakı buna müsait olsa idi biz de bunu tercih ederdik, fakat
siyak buna müsait görünmüyor, aykırı düşüyor. Şu halde biz de çoğunluğun
açıklaması vechile "mâ" harfini mevsûl olarak alıyoruz ki, bu hem âyetin
zahir (açık) ifadesine uygun düşmekte, hem de anladığımız kadarıyla derin
hakikatleri içermektedir. Bu âyet evvela Harut ve Marut kıssasının özünü ve
içyüzü n ü açıklıyor ve bunun hadd-i zatında bir sihir değil, ancak öğretim
tarzı ve kötüye kullanılması cihetiyle sihir ve küfür olacağını anlatıyor.
Nitekim "o iki meleğe indirilen şey" hakkında açıkça sihir tabiri
kullanılmamış, ancak sihre atfedilmiştir. Bunu n la beraber bunun şeytanlar
tarafından öğretim tarzının küfür olduğuna ve bundan özel bir sihir
yapıldığına işaret kılınmıştır. Demek ki, "o iki meleğe indirilen"
hadd-i zatında bir sihir değil, fakat fesat ehlinin elinde küfre vesile olabilecek bir
şey ik e n, bu şeytanlar bunu yalnızca sihir için öğretmişlerdir. Halbuki Harut ile
Marut bunu öğretecekleri zaman "Biz bir fitneyiz, yani bu öğreteceğimiz şeyler
fitneye müsaittir ve kötüye kullanılması da küfürdür. Şu halde sakın sen bunu
belleyip de küfre gir m e!" demedikçe ve bu yolda nasihat etmedikçe kimseye bir
şey öğretmezlerdi. Gelişigüzel herkese belletmezler, sû-i istimalden, küfürden,
sihirden yasaklarlardı. Bu şeytanlar ise öyle yapmadılar, tam aksine bunlarla herkese
sihir öğretiyorlar.
Bu iki me lek ve bunların öğrettikleri hakkında birçok sözler söylenmiş,
çeşitli görüşler ve bahisler ortaya konmuştur. Bütün bunları görüp
değerlendirdikten sonra bizim âyetten anladığımız şudur: Bilindiği gibi,
meleklerin insanlara öğretileri ya vahiy veya ilham d emektir. Harut ile Marut'un
Cibrîl gibi vahiy meleklerinden olduklarına dair herhangi bir delil yoktur. Bilakis
âyet bunları her şeyden önce bilgi getiren melekler değil, bilgi gönderilen melekler
şeklinde gösterdiği için nüzulde aşağı derecedeki melekler d en oldukları
açıktır. Şu halde öğretilerinin de peygamberlere gelen vahiy derecesinde olmayıp
ilham cinsinden olduğu aşikardır. İlham ise herkese olabilir. Demek oluyor ki, eski
bir medeniyet merkezi olan Bâbil şehri ahalisinden birtakım kimseler, iki şek i lde,
böyle iki ilahî kuvvet ile ilhama mazhar olmuşlar, bu sayede hilkatteki gizli
sırlardan bazı harika ve acaip şeyler öğrenmişler ve öğrenirken bunların şerre
de müsait olduğunu, şu halde kötüye kullanılmasının küfür olacağını da
öğrenmişlerdir. O halde bu iki meleğe indirilen ve Bâbil halkından bir çoğuna
ilham yoluyla öğretilen bu şeyler hadd-i zatında sihir değil idi. Fakat sihir olarak
da kullanılabilir ve böyle kullanılınca da katıksız küfür olurdu. Bunun için
âyette bunun sihir olduğu ifade edilmiştir. Aslında her bilgi böyledir. Hadd-i
zatında ilmin hepsi hürmete şâyandır. Fakat büyüklüğü ölçüsünde ve ilim
olması bakımından hayra ve şerre müsaittir. İlim ne kadar derin ve ne kadar ince ve
yüksek olursa, şer ve fitne ihtimali de o nisbette büyük ol u r. Bundan dolayıdır
ki, hakikatin kendisi olan hak dini ve doğru yolu isbat ve destek için Allah tarafından
lutfedilen mucizeler ve kerametler, diğer ilimler, hikmetler ve fenler bahane edilerek
âlemde ne kadar küfürler, ilhad ve melanetler yayılmıştır. A s lında bunların
hepsi küfür ve haram olan sihir cinsine dahil edilebilir. Bu ise ilmin, bizzat
kendisindeki ilmî niteliğinden dolayı değil, ortaya çıkardığı pratik sonuçları
dolayısıyladır. İlimler iyiye kullanılırsa zehirlerden ilaç yapılır, kötüye
kullanıldığı takdirde de ilaçlardan zehir elde edilir. Hatta bundan dolayı, birçok
din âlimleri, gerek bu âyetten, gerek genel olarak ilim hakkındaki diğer âyetlerden
şu sonucu çıkarmışlardır: Özünde haram olan hiçbir ilim yoktur. Hatta şerrinden
korunmak için s ihir bile öğrenmek haram değildir. Ancak yapmak haramdır ve hatta
küfürdür. Bunun öğretimi de bu şarta bağlı bulunmak gerekir. Nitekim âyette önce
sihir öğretimi mutlak olarak küfür gibi gösterilmiş iken cümlesiyle bu mutlaklık
şarta bağlanmıştır. Hasılı sihrin niteliği asıl pratik açıdan ve amelî
bakımdandır ve sihir tatbikî bir ilimdir, bir şer ve tezvir sanatıdır. Bu sanat
pratikte ve tatbikatta bazı hakiki bilgilere dayalı olabilir ve o bilgilerin kötüye
kullanılması ile sihir yapılır. Mesela; bugün e lektrik konusu önemli bir bilim
dalı, çok önemli bir tekniktir. Bunun kötüye kullanılmasından ve şerre alet
edilmesinden dolayı tatbikatta bundan birçok sihirler yapılabilir. Lakin bunun böyle
olmasından dolayı, elektrik ilminin hadd-i zatında bir sihir o l ması lazım gelmez.
İşte Babil'de Harut ile Marut'a ilham ile öğretilen şeyler de buna benzer şeyler
olduğu anlaşılıyor. Bunun için âyette bunlar esasında meleklere mahsus kıymetli
şeyler olarak gösterilmiş fakat öğretim ve öğrenim şekliyle ve uygulamasınd a
fitneye de müsait bulunmasından dolayı şeytanî olan sihre dahil edilmiştir. Demek
ki, sihir sırf şeytanî bir şeydir ve bu başlıca iki kısımdır: Birisi
şeytanların sırf kendilerinden uydurdukları pisliklerdir. Diğeri ise Bâbil'deki
gibi, esasında melekler e mahsus olan bazı yüce bilgilerle acaip tekniklerin şeytanca
kötüye kullanılmasıdır.
Artık burada melekler sihir öğretir mi diye bir soru sormaya ve buna cevap aramaya
yer yoktur. İşte bundan sakınmak için "mâ" yı nâfiye (olumsuz) yapmaya
lüzum yoktur ve bu âyetin siyakına da ters düşmektedir. Melek sihir öğretmez,
fakat meleklerin hayır için öğrettikleri ve ilham ettikleri gerçekler, küfür
ehlinin ve şeytanların elinde şer ve fitne çıkarmak için sihir olarak da
kullanılabilir. Nitekim bunu evvela Bâb i lliler yaptılar. Anlaşıldığı kadarıyla
bunlar, bu iki meleğin ilhamiyle keşfedip belledikleri semavî ve arzî, ruhanî ve
cismanî kuvvetleri ve bunların kaynaştırılmasından meydana gelen bazı teknikleri,
yıldızlara ve tabiata isnad ederek küfre girdiler. Bu sebeple Gildanî sihri
"tılsımat ve kalfatriyat" adıyle değişik bir sihir şekli olarak meşhur
oldu. Sonra birtakım şeytanlar da Süleyman aleyhisselâmın devletine karşı, kısmen
bunu, kısmen de kendi uydurdukları tezviratı izleyip uygulamışlar ve bu şekilde s
iyasî, içtimaî birçok fesatlar çevirmişler, hükümet ve devlet işleri için bu
sihirleri bir ilim diye yaymış ve ona değer kazandırmışlar, bu suretle küfürlerini
icra etmişlerdi. O zamanın İsrailoğulları bunları onlardan öğreniyorlardı ve
milletler arasınd a bu sihirle uğraşmayı kendilerine bir yol, bir meslek
edinmişlerdi. En nihayet Hz. Muhammed'in peygamberliği üzerine Kur'ân'ın i'cazı
karşısında Allah'ın kitabını arkalarına atarak büsbütün bu şeytanlara uydular.
Bu cümlenin bağlanmasında da ihtimalli v ecihler vardır. Birçok tefsirci, bunu Harut
ve Marut fırkasına bağlayarak zamirin bu iki meleğe, zamirini de 'den müstefad nasa,
yani herkese göndermişlerdir. veya üzerine veya takdirinde cümlenin cümle üzerine
atfedilmesiyle daha yukarıya atfe d ilmiş olduğu da zikredilmiştir. Lakin bizim
tercihimiz bunun 'ye bağlı veya doğrudan doğruya cümlesi üzerine ma'tuf ve zamirinin
ile ifadesine dönüşmüş olmasıdır ki, buna göre ortaya çıkan mânâ şudur:
"Allah'ın kitabını arkalarına atıp, Süleyman' a karşı o şeytanların takip
ettikleri şeylere uyan ehl-i kitabın bu fırkası, bu Yahudi zümresi, o kâfir
şeytanların izlediği ve öğrettiği bu iki çeşit sihir kitaplarından karı ile
kocanın arasını ayıracak şeyler öğreniyorlar." Bu tabir, sihrin en yüksek de
r ecedeki tesirini ifade içindir. Yani bunlar bu yolla karı ile kocanın arasını bile
ayırabilecek fesatlar çeviriyorlar, bu tesiri meydana getiren sihirlerle cemiyet içinde
ne büyük fitneler çıkarılabileceğini artık siz kıyas ediniz. Karı ile kocanın
arasını ayıranlar, bu kadar kuvvetli bir sevgi bağını kıranlar, bir topluma neler
yapmazlar; komşular ve hemşehriler arasında ne fitneler çıkarıp, halkı birbirine mi
düşürmezler? İhtilaller mi çıkarmazlar? Âyet bize gösteriyor ki, sihrin en büyük
tesiri ruhlar ü z erindedir; fikirleri bozar, kalbleri çeler, ahlâkı perişan eder,
toplumların altını üstüne getirirler. Şu halde sihrin aslı yoktur diye
aldanmamalıdır. Ve böyle sihirbazlardan
sakınmalıdır. Bununla beraber bunları yapanlar, Allah'ın izni olmadıkça kimseye
bir zarar veremezler. Çünkü gerçek tesir ne sihirde, ne sihirbazda, ne tabiatte, ne
ruhta, ne yerde, ne gökte, ne şeytanda, ne melektedir. Hakiki müessir ancak ve ancak
Allah'dır. Fayda ve zarar denilen şey de ancak O'nun izni ile meydana gelir. O hald e
her şeyden önce Allah'dan korkmalı ve Allah'a sığınmalıdır ve bunlara karşı
koymak için de Allah'ın kitabına sarılmalıdır. Allah'ın kitabını arkalarına atan
bu sihirbazlar çok iyi bilirler ki, Allah'ın kitabını verip de sihri satın alan bir
kimsenin, e lbette ahirette hiçbir nasibi yoktur. Bunun sonu açıkça hüsrandır.
Celâlim hakkı için bunların, uğruna kendilerini sattıkları şey ne kötü şeydir,
amma keşke bunu biliyor olsalardı. Gerçi bunlar sihrin sonunu ve onu yapan sihirbazın
ahiretten nasibi o l madığını ve sihre aldananın sonunun sadece hüsran olduğunu
bilirler. Fakat yine de bu bilgilerine uygun hareket etmedikleri için davranış
biçimleri cahilanedir. Diğer taraftan ahiret nasipsizliğinin ne kadar korkunç bir şey
olduğunu bilmezler. Aslında sih r in asıl zararı başkalarından çok yapanlaradır.
Ömürlerini nasıl çirkin şeylerle geçirdiklerini bilmezler.
103-Allah'ın rahmetinin genişliğine ve enginliğine bakınız ki, yine kendilerine
şu rahimane öğütü indirmiştir: şayet bunlar bütün bu günahlarla beraber iman
etseler ve Allah'dan korkup bu fenalıklardan sakınsalardı elbette Allah tarafından
verilecek bir sevap, bütün o yaptıklarından çok haklarında hayır olurdu. fakat
bilir olsalardı.
Yukarıda görüldüğü üzere, Cenab-ı Allah önce "Ey insanlar!"
çağrısıyle bütün insanları, fıtrî bir misak olan ibadete davet etmiş idi.
İkinci olarak da "Ey İsrailoğulları!" çağrısıyle Yahudilik ve
Hıristiyanlık gibi iki ümmetin kaynağı olan İsrailoğulları'nı; büyük ve
esrarengiz bir tarihin bütün ibretle r ini derleyip toplayarak, nimetleri ve felaketleri
hatırlatmak suretiyle iman ve takvaya davet ve bu arada İslâm dininin, eski kitapları
destekleyip tasdik eden itikat, ahlâk ve muamelat kuralları tek tek ele alarak açık
seçik âyetlerle anlattı. Şimdi bütü n bunlara iman etmiş olan müminlere önce en
esaslı bir sosyal ve dinî terbiye kuralını öğreten bir nida ile hitap yöneltecek ve
bu arada ehl-i kitab kâfirlerinin bazı tutum ve davranışlarına da işaret edecektir.
Şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
104- E y iman edenler! "râine" demeyin, "unzurna" deyin ve iyi
dinleyin, kâfirler için elemli bir azap vardır.
105- Ne Kitap ehlinden, ne de müşriklerden hiçbiri, size Rabbinizden bir hayır
indirilsin istemez. Allah ise, üstünlüğü, rahmetiyle dilediğine mahsus kılar ve
Allah çok büyük lütuf sahibidir.
104-Kur'ân'da seksen sekiz yerde müminlere "Ey iman edenler!" diye hitap
buyurulmuştur. Oysa Tevrat'ta "Ey miskinler!" diye hitap edilirmiş, nihayet
miskinlik onların damgası olmuş, güven ve emniyet de müslümanların akibeti
olacaktır.
Ey iman şerefiyle şereflenmiş olanlar "râinâ" demeyiniz de
"unzurnâ" deyiniz, ve kulak veriniz, dinleyiniz! râinâ "bize mürâat
et" demektir.
Mürâât: Müfâale babından ra'y ve riayette mübalağa veya müşareket ifade eder.
Ra'y ve riayet, bir kimsenin, başkasının işlerini çekip çevirmesi, yönetip tedbir
etmesi, onun lehine olacak şeyleri tedarik edip, ona fayda sağlaması ve korunmasına
özen göstermesi demektir ki, hayvanat hakkında gütmek, insanla r hakkında da siyaset
adı verilen yönetmek anlamına gelir. Nitekim siyaset ilmine, "ilmü'r-riaye"
yani yönetim ilmi adı da verilir. Mürâât da, riayet de mübalağa
veya karşılıklı riayet demek olur. Bir insanın haline müraat etmek, ne
yapacağını, halinin nereye varacağını gözetmek, murâkabe etmek, saygı ile dikkate
almak mânâsına da gelir ki, bizim dilimizde riayet bu anlamda kullanılır.
Başlangıçta Peygamber Efendimiz tarafından bir şey tebliğ ve tâlim buyurulduğu
zaman, ara sıra müslümanlardan bazıları yan i "Bize riayet et ey Allah'ın
resulü." derlerdi ve bununla "Bizi gözet, acele etme, müsaade buyur ki
anlayalım." demek isterlerdi. Cenab-ı Allah, böyle demeyi, bu "râinâ"
tabirini kullanmayı yasaklayarak demeyiniz, bu tabiri kullanmayınız da
"unzurnâ" b ize bak, bizi gözet, deyiniz ve söze de iyi kulak veriniz,
dikkatle dinleyiniz, iyi belleyip akılda tutunuz, buyuruyor ki, bunda çok ince ve mühim
bir edep öğretimi vardır. Gerek ilim öğrenmede, gerek diğer nasihat ve tâlimatları
anlama hususlarında Res u lullah ile ümmeti arasındaki sosyal durumu ve buna göre
İslâm'daki velayet-i âmme (genel velayet) ilişkisinin özünü ve hakikatini ve
resmiyetteki teşrifât (protokol)ın asıl mahiyetini de ifade etmektedir. demeyiniz.
Acaba niçin?
Birincisi: Yahudiler arasında birbirlerine sövmek için kullandıkları meşhur bir
kelime vardı, "râînâ" derlerdi, bu tabir Arapça "bizim çoban"
demek olduğu gibi, İbrânî ve Süryanî dillerinde "dinle a dinlenmeyesi, dinle a
sözü dinlenmez herif!" gibi hakaret ve alaya alma m ânâsı ifade eden bir
kelimeymiş. Müslümanların Hz. Peygamber'e karşı böyle diye hitap etmelerini,
yahudiler fırsat bilerek ve kendi dillerindeki kelimesini andıracak şekilde
ağızlarını eğerek, bükerek, sövmek ve hakaret kastiyle "râînâ" demeye
başlamışlardı. Sa'd b. Muaz hazretleri, bunu işitmiş, "Ey Allah'ın
düşmanları, lanet olsun size, vallahi hanginizin, Resulullah'a karşı bunu
söylediğini bir daha işitirsem boynunu vururum." demiş, onlar da buna karşı
"Siz böyle söylemiyor musunuz?" diye kaçamak b i r cevap vermişlerdi. Bunun
üzerine işte bu âyetin inmiş olduğu rivayet edilmiştir. Nisa Sûresi'nde
"Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden değiştirerek, dillerini eğerek,
bükerek ve dine saldırarak, peygambere karşı da, "işittik ve isyan ettik, d i
nle ey dinlenmez olası, râinâ, derler". (Nisa, 4/46) âyeti bu hadiseyi açıkça
göstermektedir.
İkincisi: emri, ahmaklık ve kabalık mânâsına "ruûnet" masdarından
sıfatına da lafız olarak benzer bir kelimedir. Bundan dolayı da bir çirkin cinâs
vardır. Bu ise edebe aykırıdır. Her iki sebeple nehiy, kelimenin çirkin olan ikinci
bir anlamından dolayı sırf lafzî anlamda bir edebe dayanmaktadır. Riayetle nazaret
arasındaki mânâ farkından dolayı değildir.
Üçüncüsü: "Mürâât" riayetten müfâale veznind e olduğu ve iki kişi
arasında müşareket ifade ettiği için, taraflar arasında müsâvat, yani eşitlik var
zannettirir. Bunu söyleyenler, sanki, "Sen bize riayet et, sözümüze kulak ver ki,
biz de sana riayet edelim, biz de senin sözünü dinleyelim." demiş gibi olurlar.
Böylece Resulullah'dan karşılıklı bir riâyet ve gözetim talep etmiş olurlar.
Halbuki Resulullah ile ümmet arasındaki ilişki, öğretmen ile öğrenci, usta ile
çırak, yöneticiler ile halk arasındaki karşılıklı taahhütlere ve nisbeten eşit
şartlara da y alı bir ilişki değildir. O ilişkiyi karşılıklı şartlara dayalı
böyle sosyal ilişkiler cinsinden bir ilişki sanmak, peygamberlik makamının kadrini ve
kıymetini bilmemek, ayrıca toplum hayatının değişmez, zararlı ve terakkiye engel
birtakım esaslara dayandığını zannetmek demek olur. Nitekim "Sen onların heva
ve heveslerine uyma!" (Maide, 5/48) ve "Sakın o Resulü, kendi aranızda
birbirinizi çağırdığınız gibi çağırmayın!" (Nûr, 24/63) buyurulmuştur.
Şu halde imandan sonra müminlerin sosyal durumlarını bel i rlemenin ve kendilerini
imanın hedeflediği maksatlara ve başarılı işlere, güzel hizmetlere sevkedecek bir
öndere uymanın en mühim vazifeleri olduğu; fakat bunu mürâât mânâsıyle değil,
nezâret mânâsıyle alıp, ona göre güzel sosyal edep ve terbiye kuralları altında
takip edip gerçekleştirmek gerektiği beyan buyurulmuştur. Demek ki, Resulullah'a ait
olan vazife mürâat değil, nazârettir. Mürâatın ise onun ümmetine düşen bir
vazife olması gerekir. Bunun için ümmet, lafzî ve manevi her türlü kötü vehme
düşmekten sakınmak için "râinâ" dememeli, "unzurnâ" demelidir:
Öğretilen ilme, tebliğ olunan hükümlere, emirlere ve yasaklara iyi kulak verip
dinlemelidir. Nezâret eden de nezâret görevinin gereklerini iyi bilmeli, ona da ümmet
tarafından bu vazife ihtar olunacağı zaman, "bizi gözet" diye ihtar
edilmelidir.
Dördüncüsü: Mürââtın aslı olan ra'y ve riayette hayvanî bir gözetme anlamı
vardır. Nazâret ise katıksız bir insanî kavramdır. Şu halde müslüman ümmeti,
hayvanî kavramlarda... devamı... (9. sayfa)