1. sayfa -
2. sayfa -
3. sayfa -
4. sayfa -
5. sayfa -
6. sayfa -
7. sayfa -
8. sayfa -
9. sayfa -
10. sayfa -
11. sayfa -
12. sayfa -
13. sayfa -
14. sayfa -
15. sayfa -
16. sayfa -
17. sayfa -
18. sayfa -
19. sayfa -
20. sayfa -
21. sayfa -
22. sayfa -
23. sayfa -
(7. sayfa)
yı Mekke müşrikleri Hz. Peygamber'e diyorlardı.
Çünkü eski dinlerine aykırı yeni bir din ortaya koyuyordu. Ayrıca yıldızlar
doğuş yerlerinden çıkıp yükseldikleri zaman denilir. Binaenaleyh g erçek lügat
anlamı itibariyle ve karşılık karinesiyle "Sâbiîn" izafî bir anlam
taşıdığından, İslâm, Yahudi ve Hıristiyanların dışında kalan diğer dinlerin
mensuplarına şâmil olur. Bununla beraber geleneksel bir deyim olarak daha özel ve dar
anlamlarda da k ullanılmıştır.
1- Katade'nin açıkladığı şekilde bunlar, meleklere tapan bir taifedir.
2- Yıldızlara tapan bir taife oldukları da tefsirlere geçmiştir. Fahruddîn
Râzî, akla yakın olan budur, der. Ve bunların başlıca iki görüşleri vardır:
Birincisi; derler ki, "Âlemin yaratıcısı Allah Teâlâ'dır. Lakin Allah,
yıldızlara saygıyı ve bunların ibadet için kıble yapılmasını emretmiştir."
İkinci iddiaları ise şudur: "Allah Teâlâ, burçları ve yıldızları
yaratmıştır. Fakat bu âlemdeki hayır ve şerri, sağlığı ve hastalığı meydana
getiren, canlıları yöneten ve yönlendiren yıldızlardır. Şu halde bu dünyanın,
bir anlamda Rabbi onlardır ve insanların onlara saygı ve ta'zim göstermeleri vaciptir.
Çünkü onlar da Allah Teâlâ'ya ibadet ederler ve insanlara aracı olur l ar."
derler. Bu mezhep, Gildânîlere mensup olanların görüşüdür ki, Hz. İbrahim
bunları red ve iptal için peygamber olarak gönderilmiştir . Bunların Hz. Nuh'a ve
bazı rivayetlerde Hz. İdris'e nisbet iddiasında bulundukları da söylenir.
Günümüzde yıldız falına inanma ve yıldızların gücüne sığınma bunlardan
kalmadır. Maide sûresinde bununla ilgili açıklama gelecektir. (Bkz: Maide, 5/69).
Onuncusu:
Meâl-i Şerifi
63- Hani bir zamanlar sizden mîsak (sağlam bir söz) almıştık, Tur'u üstünüze
kaldırıp demiştik ki; size verdiğimiz kitaba kuvvetle tutunun ve içindekilerden gafil
olmayın, gerek ki, korunursunuz.
64- Sonra verdiğiniz sözün arkasından yüz çevirdiniz, eğer üzerinizde Allah'ın
lütfu ve rahmeti olmasa idi herhalde zarara uğrayanlardan olu rdunuz.
65- İçinizden cumartesi günü yasağını çiğneyenleri elbette bilirsiniz. İşte
bundan dolayı onlara "sefil maymunlar olun!" dedik.
66- Bu ibret dolu cezayı öncekilere ve sonrakilere bir ders, korunacaklara da bir
nasihat, bir öğüt yaptık.
63-Burada İsrailoğulları'nın Hz. Musa devrinde millî varlıklarının ilk
teşekkülüne ve dinî geleneklerinin tarihî akışına ait bazı ihtarlar vardır.
Tûr: Arapça'da genel olarak "dağ" mânâsına gelir. Süryanî dilinde
dahi böyle olduğu zikrolunuyor. Bazıları da bitki örtüsüyle kaplı olan dağ demek
olduğunu söylemişler. Tûr-i Sîna da Hz. Musa'nın vahye mazhar olduğu dağın özel
ismidir. Buradaki Tûr her üç mânâ ile tefsir edilmiş ise de burada açık olan ahit
ve misaktır ki, o da Tûr-i Sina'dır. İsrailoğ u lları'ndan söz konusu mîsak
alındığı zaman, onların, o dağın dibinde bulundukları söyleniyor. Bununla ilgili
olarak başka rivayetlere de yer veriliyor. Bununla beraber bu mîsak ile ta
başlangıçta Mısır'da İsrailoğulları'nın Hz. Musa'ya biatlarını anlamak d a
mümkündür. Bu takdirde Tûr'un manevî yüceliği ile kıymetine işaret edilmiş ve
onlar Kızıldeniz'i geçip esaretten kurtulduktan sonra devam eden vahiylerle onun
yüceliği tekrar belirtilmiş olur. Bu suretle 'daki vav harfi, Abdullah İbnü Abbas'dan
rivayet edildiği üzere atf için olarak, her ikisini de beyan etmiş olur. Vav-ı
hâliye olması rivayetine göre ise yalnızca sonraki mîsakı ifade eder.
Ve hani sizin mîsakınızı almış, yani Hz. Musa'ya sağlam bir ahd ile bağlı
kalacağınıza, verdiğimiz kitabın emirlerine uyup, yasaklarından kaçınacağınıza
dair olan mîsakı size teklif etmiş, ve Tûr'u, o mübarek dağı başınıza iniverecek
gibi bir vaziyette üstünüze kaldırıp size verdiğimizi kuvvetle, kemâl-i ciddiyet ve
samimiyetle tutunuz, içindeki mân â ve kapsamı belleyip düşününüz bu sayede belki
sakınır korunursunuz, her iki dünya hayatında korunmuşlardan olursunuz, demiştik. Ve
bu sûretle sizden sağlam bir söz almıştık.
64- Sonra siz bunun arkasından yine yüz çevirdiniz, verdiğiniz sözde durmadınız,
onu kuvvetle tutmadınız, kitabın içindeki emir ve yasaklara uymayı ihmal
ettiniz. O derecede ki, üzerinizde Allah'ın lütuf ve rahmeti sizi koruyor olmasa idi
ve size tekrar tekrar peygamberler göndermeseydi büsbütün zarar içinde kalırdınız,
kendinize ve nesillerinize çok zarar vermiş olurdunuz. "Biz ne yaptık ki?"
diyeceksiniz. Yaptıklarınızın bazıları size yukarıda hatırlatılmıştı, burada
şimdi şu kadarını söyleyelim ki: Sebt, yani Cumartesi günü mânâsına isim olduğu
gibi, bu güne saygı gösterme, onda dünya işi yapmayıp, yalnızca ibadet etme
mânâsına masdar da olur.
65-İşte burada böyledir; siz herhalde içinizden Cumartesi gününe saygı gösterme
hususundaki dinî yasakları çiğneyenleri bilirsiniz. A'râf sûresinde "Onlara
deniz kıyısında bulunan o kasaba halkının durumunu sor. Hani onlar Cumartesi günü
yasağına saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı, balıklar da onlara o gün akın
akın geliyorlardı..." (A'râf, 7/163) âyetinde açıklandığı üzere, deniz
kıyısında bulunan bir kasabada Cumartesi günü y a sağına saygı göstermeyip, dinin
koyduğu kuralı hiçe saymışlardı da Biz de onlara "Maymun olun,
sürünün!" dedik
66- ve bu hadiseyi hem o zaman hazır olanlara, hem de arkadan geleceklere bir ibret-i
müessire (tesirli ibret), etkili bir gözdağı yaptık, korunacaklara da unutulmayacak
bir öğüt, bir mev'iza kıldık. Onlar verdikleri sözde durmadılar. Ahde vefa etmek,
insanlık borcu ve gereği iken ona yanaşmadılar. İşte bu sebeple insanlığın
gereklerinden olan ilim ve idrak, marifet ve iz'andan mahrum edi l erek maymun kılıklı,
sefil, boynu bükük ve sürünen kimseler oldular, ki, buna "mesh" tabir
olunur. Bunlar dış görünüşüyle kuyruklu maymunlara mı döndüler? Yoksa dış
görünüşüyle insan şeklinde oldukları halde iç dünyaları ve huyları itibariyle
manen may m un gibi mi oldular? Bunun tefsirinde iki görüş vardır. Tefsircilerden pek
çoğu, âyetin lafzına ve dış yüzüne nazaran tam ve gerçek mesih (suret
değişikliği) olduğunu söylemişlerdir. Fakat Mücahid ve onun izinden giden diğer
tefsirciler, bu hükmün temsilî o lduğunu, şu halde meshin manevî olması
gerektiğini savunmuşlardır. Ki, zamanımızın anlayışına bu daha uygun
görünmektedir. Gerçi hakikate nazaran, suretçe değişiklik manevi değişmeden daha
müşkil ve daha mühim değildir. İnsanlık şiarlarının söndüğü bir be d enin
dış yüzüyle dahi maymun suretini alıvermesi, iyi düşünülürse, hemen hemen normal
bile görülebilir. Allah korusun çeşitli kötü hastalıklar ile kılığını
değiştirmiş nice bedenlere tesadüf edilegelmiştir. Fakat hayvan şekilleri içinden
bilhassa maymun s u retinin zikredilmesi herhalde manevi meshin ehemmiyetine bir karine
gibidir. Aslında insan ile maymun arasındaki gerçek fark,
yalnızca bir kıl, bir kuyruk farkı değildir. Akıl, mantık, huy ve ahlâk
farkıdır. Maymunun bütün hüneri taklit hissinin gelişmişliğindedir. İnsanın
yaptığı hareketleri gören maymun onu derhal taklit eder. Bu taklit özelliği,
birçoklarının nazarında maymunu insana adeta yaklaştırır. Halbuki maymunun önünde
günlerce ateş yakınız, soğuk günlerde karşısında ısınmayı gösteriniz, sonra
on u alıp bir kıra götürünüz, yanına kibrit, çıra, odun, kömür koyunuz, o yine
de üşüdüğü zaman bunları bir araya getirip bir ateş yakamaz ve ısınmayı
başaramaz. Bu kadarcık bile mantık ilişkisi gösteremez. Artık bunun üzerine
terettüp edecek diğer aklî işlem l erin derecesini tasavvur ediniz. İşte manevi
dünyası meshe uğramış olan insanlar da böyledir: Onlar kör bir taklitten başka
birşey yapamaz ve hayvanî duygularından öteye geçemezler. Bir bakıma insan gibi
görünürler, hakikatte ise maymundan başka birşey değildirler. Fındığı kırar
yerler de bir fındık ağacı dikmeyi akıl edemezler, (Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta
daha da aşağıdırlar." (A'râf, 7/179).
Onbirinci hatırlatmada, bu sûrenin bu ismi almasına sebep olan "Bakara"
kıssasına geliyoruz. Fakat bu hatırlatma sadece İsrailoğulları'na mahsus bir hitap
şeklinde değil, genel anlamda bir hatırlatma olarak ifade buyurulmuştur. Şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
67- Hani bir zamanlar Musa kavmine demişti ki Allah, size bir bakara (sığır)
boğazlamanızı emrediyor. Onlar da "ayol sen bizimle eğleniyor, alay mı
ediyorsun?" dediler. Musa da: "Böyle cahillerden biri olmaktan Allah'a
sığınırım." dedi.
68- Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, her ne ise onu bize açıklasın."
dediler. Musa, "Rabbim buyuruyor ki, o ne pek yaşlı, ne de pek taze, ikisi arası
dinç bir sığırdır, haydi emrolunduğunuz işi yapınız." dedi.
69- Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, rengi ne ise onu bize açıklasın."
dediler. Musa, "Rabbim buyuruyor ki, o, bakanlara sürur veren, sapsarı bir
sığırdır." dedi.
70- Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, o nedir bize iyice açıklasın, çünkü
o bize biraz karışık geldi, bununla beraber Allah dilerse onu elbette buluruz."
dediler.
71- Musa, "Rabbim buyuruyor ki o, ne çifte koşulup tarla süren, ne de ekin
sulayan, ne de salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığırdır". Onlar da:
"İşte tam şimdi gerçeği ortaya koydun." dediler. Nihayet onu bulup
boğazladılar. Az kaldı yapmayacaklardı.
67-BAKARA, "bakar"ın müennesi veya müfredidir. "Bakar" manda
cinsine de şâmil olmak üzere sığır cinsinin genel ismidir. Buna göre,
"bakare" erkek veya dişi sığır, yani bir inek veya bir öküz, bir düve
veya bir tosun veyahut bir manda olabilir. Bunun erkeğine bâkır, bakîr, beykur, bâkur
dahi denilir. "Bakr" yarmak anlamına geldiğinden, bu hayvan da çift sürüp
toprağı yarmak için kullanıldığından bu ismi almıştır.
Ve hani Musa, kavmine hitaben
"Allah size bir bakara kurban etmenizi emrediyor." demişti de buna karşı
kavmi, ona, Çok tuhaf, sen bizimle alay mı ediyorsun? demişlerdi. Acaba neden böyle
demişlerdi? Deniliyor ki, Allah'ın bakara kesmeyi emretmesini akılları almadı. Buna
bir sebep bulamadılar, bir ilişki kuramadılar, bunu acayip buldular. Biz bundan şunu
anlıyoruz ki, Samirî'nin icat ettiği buzağı olayı da bunun açıkça ipuçlarını
verdiği gibi, Musa kavmi, o zamana kadar bakarayı mukaddes bir hayvan görüyor ve öyle
kabul ediyorlardı. Bundan dolayı bakaranın kurban edilmesini, edilebilmesini tasavvur
bile edemiyorlar, bunu akılları almıyordu. B öyle olması ise bu emrin onlara henüz
Mısır'da iken ve Hz. Musa'nın peygamberliğinin ilk zamanlarında verilmiş olmasına
işaret eder. Firavun kavmi olan putperest Mısırlıların Apis öküzüne taptıkları
ve boğanın, bunların en yüksek mabutlarını temsil ettiği, tarihî rivayetlerden
olduğuna göre, sığır kurban etmek, o zaman İsrailoğulları üzerinde şiddetle
hakim olan Firavun kavminin taptığı tanrıları boğazlamak demek olacağı için,
İsrailoğulları açısından Mısır'da iken, bir ihtilal anlamı taşıyan böyle
müthiş b ir emir, elbette kolayca yerine getirilebilecek bir emir ve tasavvuru mümkün
bir iş değildi. Mısır'dan çıktıktan sonra bile yine bu buzağı meselesinin dinden
sapma ve dalalete alet edilmesinden anlaşılıyor ki, Musa kavmi henüz sığır
kesilmesini içine sind i remeyecek bundan memnun olmayacak, bunun Allah tarafından bir
hayır vesilesi olduğunu kolaylıkla anlayamayacak bir durumda bulunuyordu. Şu halde bu
zihniyeti ıslah etmeye yönelik ve netice itibariyle ölünün yeniden dirilmesine bir
misal vererek fitneyi de f edecek olan bu sığır kurban edilmesi emrini duydukları
zaman Hz. Musa'ya karşı, "Böyle şey mi olur, sen bizimle eğleniyor musun?"
diye durumu tuhaf karşıladılar, ona inanamadılar. Hz. Musa da bunlara "Ben,
böyle insanlarla alay eden cahillerden biri ol m aktan Allah'a sığınırım."
dedi. Kendisinin yalnızca ilahî emirleri tebliğ ettiğini ve bu tebliğin cahilane bir
tebliğ olmadığını anlatmak istedi.
68-Görüldüğü gibi bu emirde genel olarak herhangi bir sığır kesilmesi teklif
edilmişti. Aslında derhal o emre uyup rastgele bir sığır kesiverselerdi emir yerine
gelmiş ve maksat hasıl olmuş olacaktı. Fakat onlar önceki hayretlerine karşılık
tebliğin ciddiyetini farkedince aralarında işi büyüttüler, birbirleriyle müşavere
ederek, kendi gönüllerinden nadir b u lunur çok özel bir bakare tasavvur ettiler.
Bunun üzerine akılları sıra kurnazca davranıp Hz. Musa'yı imtihan etmek istediler de
dediler ki; Rabbine bizim için dua et, bize onun ne olduğunu, mahiyetini beyan etsin.
mahiyetten, yani cinsin hakikatind e n sorudur. Demek ki, bunlar herşeyden önce o
bakarenin hakikat mi,
yoksa mecaz mı olduğunu anlamak istiyorlardı. Buna karşılık gerçek bir bakara
olduğu anlaşıldığından onun özellikleri şu suretle beyan buyuruldu: Musa dedi ki;
Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: o bir bakaradır ki; ne pek yaşlı, farımış, ne de
pek taze, bâkir ikisi ortası, tam güçlü, kuvvetli bir dinç, şimdi emrolunduğunuz
şeyi hemen yapınız.
69-Bunun üzerine yine emri yerine getirmeye yanaşmadılar, bizim için Rabbine dua
et, o bakaranın rengi nedir, bize onu beyan ediversin dediler. Musa dedi ki; Allah
şöyle buyuruyor: o, öyle sarı bir bakaradır ki, rengi artık sarının en parlağı,
en halisi, bakanlara sürur ve neşe verecek, gözünü ve gönlünü açacak derecede
güzel ve sevimlisi.
70-Bu açıklamaya dahi kanaat getirmediler de dediler ki; bizim için Rabbine dua et,
bize onun ne olduğunu açıklasın, zira bu bakara bize müteşabih (üstü kapalı),
karışık geldi, onun hangi bakare olduğunu kestiremedik. Biz onun kendine mahsus
özelliklerini istedikçe bize onun genel vasıfları açıklanıyor, ve inşaallah biz
her halde yola geleceğiz, yahut kesmenin yolunu bulacağız.
71- Musa buna da dedi ki; Allah şöyle buyuruyor: o öyle bir bakaredir ki; boyunduruk
altında ezgin değil, ne toprak sürer, ne de ekin sular, belki başıboş, her ayıptan
sâlim, hiçbir lekesi, alacası yoktur.
Bu cevabı alınca, bunda gönüllerinden geçirdikleri şekil ve sureti bulmuş
oldular ve nihayet gerçeği itiraf ederek, işte şimdi tam doğruyu söyledin, dediler.
Hikâye olunduğuna göre; dindar ve salih bir ihtiyarın tam bu vasıfları taşıyan
bir buzağısı ve bir de çocuğu varmış. İhtiyar bu buzağıyı bir ormana
götürmüş ve Allah'a emanet ederek bırakmış. "Ey Rabb'im, bunu çocuğum
büyüyünceye kadar sana emanet ediyorum..." demiş. Sonra ihtiyar vefat etmiş.
İşte o buzağı da böylece ilâhî himayede büyümüş, bu sırada çocuk da
yetişmiş ve bu olay meydana gelmiş. Araya araya o bakareyi bulmuşlar ve derisi
dolusunca altın vererek onu satın almışlar. Nihayet onu bulup kestiler, ve halbuki
kesmeye yanaşmıyorlardı, nerdeyse kesmeyeceklerdi. Bu işi gözlerinde o kadar
büyütmüşlerdi ki, bunun için Hz. Musa'yı, durmadan sordukları sorularla rahatsız
ediyorlardı. Hatta bazıları, onların bu işi kırk sene sürüklediklerini rivayet
etmişlerdir. Nihayet ilâhî vahyin zoru ile emri yerine getirdiler. İşin
başlangıcında alelade bir bakara kesmekle işin içinden çıkabilecek durumda idiler,
fakat pek ziyade gözde büyütmeleri ve olmayacak bir iş sanmaları
yüzünd en bu iş kendilerine çok pahalıya mal oldu. Düşünebilenler için bu
bakara kıssasının incelikleri ve acaiplikleri pek çok ibretlerle doludur. Bundan
dolayı genel anlamda hatırlatıldıktan sonra yine İsrailoğulları'na hitaben bu emrin
en mucizeli bir sonucu şu şekilde hatırlatılıyor:
Onikincisi:
Meâl-i Şerifi
72- Hani bir zamanlar siz bir adam öldürmüştünüz de onun hakkında birbirinizle
atışmış ve onu üstünüzden atmıştınız, halbuki Allah, saklamış olduğunuzu
açığa çıkaracaktı.
73- İşte bundan dolayı, o sığırın bir parçası ile o ölüye vurun, dedik.
Allah ölüleri işte böyle diriltir ve size âyetlerini gösterir, belki aklınızı
başınıza toplarsınız.
74- Sonra bunun arkasından yine kalbleriniz katılaştı, şimdi de taş gibi, ya da
taştan da beter hale geldi. Çünkü taşlardan öylesi var ki; içinden nehirler
kaynıyor, yine öylesi var ki, çatlıyor da bağrından sular fışkırıyor, öylesi de
var ki, Allah korkusundan yerlerde yuvarlanıyor... Ve sizin neler yaptığınızdan Allah
gafil değildir.
72- aslında "tedâra'tüm" demektir ki, defetmek mânâsına "
"den tefâül babından bir fiil olup "def etmek istediniz" anlamınadır.
ve hani siz bir kişi, yani bir insan öldürmüştünüz ve bundan dolayı aranızda
büyük bir fitne çıkmıştı. öldürülen bu kimse hususunda suçu birbirinizin
üstüne atarak, başınızdan belayı def etmek istiyordunuz. Bu sûretle karşılıklı
düşmanlık ve didişmeniz çoğalıp duruyordu. Rivayet olunuyor ki, içlerinde yaşlı
ve gayet zengin bir adam varmış, bunun bir oğlu ve birço k da yeğenleri, yani kardeş
çocukları bulunuyormuş. Yeğenler bu zengin amcanın mirasına konmak için onun tek
oğlunu gizlice öldürmüşler, sonra da cenazesini kapıya koyarak bağırıp
çağırmaya, güya katilini aramaya, cinayeti şunun bunun üzerine atmaya kalkış m
ışlar. Katilin bulunamaması üzerine büyük bir fitne çıkmıştı. İşte Ey
İsrailoğulları, siz Hz. Musa gibi büyük bir Peygamberin zamanında böyle bir cinayet
işlemiş, birbirinizle düşmanlığa başlamıştınız, Allah Teâlâ ise sizin böyle
gizlemiş olduğunuz cina y etleri açığa çıkaracaktı.
73-Bunun için siz düşmanlığa devam ederken Biz dedik ki, kurban edilmiş olan
bakaranın bir parçasıyla o ölüye vurun, İşte Allah ölüleri böyle diriltir, akla
hayale sığmaz sebeplerle onları yeniden canlandırır. Bundan anlaşılıyor ki, o
bakaranın bir parçasıyla ölüye vurdukları zaman, ölü bir hayat eseri gösterip
cinayeti işleyenleri haber vermiş ve bu suretle o gizli cinayet meydana çıkarak
münakaşa ve fitne de bastırılmıştır.
Demek ki, bakara kurban etme emrinin netices inde ölülerin dirilmesine misal verecek
ve şahit olunacak büyük bir mucize zuhur etmiştir. Artık ölüler de dirilir miymiş
diyerek, ölümden sonra dirilmeyi inkâr etmemelidir. Allah Teâlâ, böylece akılların
almayacağı yollarla da ölüleri diriltir. Akıllarınız kemale ersin, düşünüp
anlayasınız diye size âyetlerini, mucize ve delillerini de açıkça gösterir. Siz
ölenlerin dirilmesini akla aykırı gibi zannedersiniz, halbuki bu zan, akıldan değil,
aklın noksanlığından ileri gelmektedir. Zirâ hayat denilen olayı ilk başta hiçbir
örnek olmadan meydana getiren yüce kudretin ikinci hayatı yeniden ortaya koyamaması
için hiçbir sebep yoktur. Mevcut hayatı kabul eden aklın, ikinci hayatı kolaylıkla
kabul etmesi lazım gelir. Akıl, gerçi kıyas için daima bir misal arar, l akin ilk
hayat da misal olmak üzere pekâlâ yeterlidir. Bununla beraber ölümden sonra dirilmeyi
idrak edemiyenlere canlı delil olmak üzere peygamberler gönderilmiş ve onlara böyle
bakara kıssası gibi mucizeler verilmiştir. Yukarıda yıldırım kıssası da geçt i
ki, o da kendine mahsus yönleriyle özel bir misaldir. İşte bütün bunlardan dolayı
Bakara
kıssasının İsrailoğulları'na gösterilen bir ba'sü ba'delmevt (ölümden sonra
dirilme) misali olarak düşünülmesi gerekir.
Genellikle tefsir kitaplarında bakara kurban edilmesi emrinin sebebinin bu öldürme
hadisesi olduğu gösterilmiş ve bunun için katil fıkrasının gecikme sebebi hakkında
münakaşalar yapılmıştır. Lakin âyette bunlar , diye ayrı ayrı hatırlatmaya tabi
tutulmuş olduğundan, öldürmenin emirden evvel vu k uuna ve emrin yalnızca ondan
dolayı olduğuna delalet edecek hiçbir ipucu gösterilmemiştir. Aradaki rivayetler de
Kur'ân'ın zahirî anlamını o yönde te'vil ettirecek kuvvetten yoksundur. Şu halde
Ebu Hayyan'ın beyanı veçhile öldürme olayının, kurban emrinde n önce meydana
gelmiş olduğuna hükmetmek, Kur'ân'ın zahir mânâsına aykırı düşer . O halde
kurban emri daha başka hikmetleri de içinde taşıyarak verilmiş, o cinayet işinin
çözümü de bunun en önemli faydalarından birini teşkil etmiştir. Bu sûrenin iş bu
baka r a kıssasına izafe edilerek (Bakara) diye adlandırılmış olması da bunun
altında diğer kıssalardan daha ziyade bir şümûl ve derinlik bulunduğuna işaret
eder. Dikkat edilirse görülür ki, Kur'ân bütün kıssaları "Şu da size
gönderilenin doğruluğunu tasdik e tmektedir." mazmununu açıklama yolunda ve
geçmiş kitaplarda yer alan ve İsrailoğulları gözünde yegâne din üslubu kabul
edilen üsluba benzer bir tarzda ve yüksek bir belağatla tasvir ederek hatırlatmış ve
bütün bunların öncesi ve sonrasında muhkem âyetlerl e gerçek maksatları bütün
parıltılarıyla gözler önüne sermiştir. Şu halde bunlarda inanmayanların
yaptığı gibi "Acaba Allah bu misalle neyi murad ediyor?" diye çirkin
tevillere ve yanlış telakkilere düşmeksizin "İman edenler bunun kesinkes Allah
tara f ından gelen hakikatler olduğunu bilirler." (Bakara, 2/26) gerçeğine uymak
gerektiğini ve bütün bu harikulâde oluşların Allah'ın sonsuz ilmine ve kudretine
havale edilerek kabul edilmesi lazım geldiğini, kitabın başındaki "Bunda şüphe
ve tereddüde yer y o ktur!" âyetiyle herşeyin bir başlangıcı bulunduğunu
unutmamalıdır.
74-Bakınız bu esrar dolu oluşlarla, o inatçı ve batıla tapan mizaçları ıslah
edilmiş ve öldükten sonra dirilme konusunda kalpleri yumuşatılmış olan
İsrailoğulları hakkında hangi faydalı sonuçların meydana geldiğine şöylece
dikkat çekilmiştir: Ey İsrailoğulları, bütün bu olup bitenlerden sonra kalbleriniz
katılaştı. Size peygamberler ve onlar eliyle gönderilmiş olan apaçık âyetler ve
mucizeler hiç kâr etmez oldu, artık o kalbler taş g i bi veya ondan daha katıdırlar.
Çünkü bazı taşlar vardır ki; ondan
kevnî veya sınaî tesirlerle gürül gürül ırmaklar fışkırır, fışkırabilir.
Sizin kalbleriniz ise hiçbir şeyden etkilenmez ki, o sayede kendilerinden marifet
fışkırabilsin. Onlardan bazıları da vardır ki; herhalde bir etkilenme ile çatlar,
ondan su çıkar, fışkırmazsa da sızar, nihayet onlardan bazıları da vardır ki,
yağmur, kasırga, zelzele gibi ilahî kudretin eseri olan olaylardan etkilenerek, Allah
korkusundan düşer, yuvarlanır, yerinden oynar. Halbuki sizin kalbleriniz bu kadar ayan
beyan olan vahiy âyetleri ve kesin açıklamalar karşısında bile zerre kadar tesir
altında kalmaz, teşvikten ve engellemeden etkilenmez. Ve fakat Allah sizin
yaptıklarınızdan asla gafil değildir.
Şimdi bu tasvir ve uyarmalardan sonra bir de hallerini açığa vurmak için,
bunların imana gelmelerini temenni eden mü'minlere hitap ederek buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
75- Şimdi bunların, size hemen inanacaklarını ümit mi ediyorsunuz? Halbuki
bunlardan bir grup vardı ki, Allah'ın kelâmını işitirlerdi de sonra ona akılları
yattığı halde bile bile onu tahrif ederlerdi.
76- Üstelik iman edenlere rastladıklarında inandık derler, birbirleriyle başbaşa
kaldıkları zaman, "Rabbinizin huzurunda aleyhinize delil olarak kullansınlar diye
mi tutup Allah'ın size açıkladığı gerçekleri onlara da söylüyorsunuz? Hiç
aklınız yok mu be?" derlerdi.
77- Peki bilmezler mi ki, onlar neyi sır olarak saklar ve neyi açıkça söylerlerse
Allah hepsini bilir.
78 - Bunların bir de ümmî (okuma yazması olmayan) kısmı vardır, kitabı
bilmezler, ancak birtakım kuruntu yığınına, boş saplantılara kapılır ve zan
içinde dolaşır dururlar.
79- Artık o kimselerin vay haline ki, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz
para almak için "Bu Allah katındandır." derler. Artık vay o elleriyle
yazdıkları yüzünden onlara, vay o kazandıkları vebal yüzünden onlara!..
80- Bir de dediler ki: "Bize sayılı birkaç günden başka asla ateş azabı
dokunmaz". De ki; "Siz Allah'dan bir ahit mi aldınız? Böyle ise Allah
sözünden dönmez. Yoksa siz Allah'a karşı bilemeyeceğiniz şeyleri mi
söylüyorsunuz?"
81- Evet kim bir günah işlemiş de kendi günahı kendisini her yandan kuşatmış
ise, işte öyleleri ateş ehlidirler ve orada ebedî kalıcıdırlar.
82- İman edip salih ameller işleyenler, işte öyleleri de cennet ehlidirler ve orada
ebedî kalıcıdırlar.
75-Bu tarzdaki belağat üslubuna "telvin-i hıtap" adı verilir.
Ey iman ehli! Artık bu katı kalblilerin sizin iyilik dolu temennilerinizden dolayı
toptan imana geleceklerini ve ahir zaman Peygamberini ve onun getirdiği kitabı tasdik
eyliyeceklerini ümit mi ediyorsunuz? Halbuki bunlardan bir grup vardı ki; Allah'ın
kelâmını, yani Tevrat'ı işitirler, bellerlerdi de sonra yine o nu tahrif ederlerdi,
mânâsını değiştirecek bir surette kelimelerin ve harflerin yerlerini, mânâlarını
değiştirirlerdi. Hem bunu anlayamadıklarından, akıl ve idrak noksanlığından
dolayı değil, akılları erdikten, ne mânâsında, ne de Allah kelâmı olduğunda asla
şüpheleri kalmadıktan sonra bile bile ve kasden yaparlardı. Artık böylelerinden iman
ve hayır umulur mu?
76-Üstelik bunlar, bir de münafıktırlar iman edenlere rastladıkları zaman diğer
münafıkların yaptığı gibi biz iman ettik derler, birbirleriyle yani bu münafıklar,
kendileri gibi münafık olan benzerleriyle tenha bir yerde başbaşa kaldıkları zaman
her biri, bir diğerine şu suretle sitem eder derler ki: Yahu, siz onlara, yani Muhammed
ve Ashabına Rabbinizin huzurunda sizinle münakaşa ve mü b ahase ederek size
üstünlük sağlasınlar diye mi Allah'ın size açıkladığı sırları ve hakikatleri
haber veriyorsunuz? Yani gerek ahir zaman Peygamberinin vasıf ve özellikleri, gerek
İsrailoğulları'nın geçmiş maceraları hakkında Allah'ın Tevrat'ta siz yahudil e re
haber verdiği bilgileri onlara bildiriyor ve sizi mağlup etmeleri için ellerine delil
mi veriyorsunuz? Siz söylemeseniz, onlar bu sırları bu gerçekleri nereden bilecekler?
Sizin hiç aklınız yok mu? Hiç mi düşünmüyorsunuz? Bu sırların açıklanmasının
s o nu nereye varacak, diye birbirlerine sitem ve serzenişte bulunurlardı.
77-Lakin bunlar şunu bilmiyorlar mı ki, Her halükârda Allah onların gizlediklerini
de açıkladıklarını da bilir. Ve bildiği için Peygamberine de bildirir. Şu halde
Kur'ân'ın asıl Tevrat'ı tasdik eden beyanları ve İsrailoğulları hakkında gizli
bilgilerden müslümanların haberdar olmaları ve Hz. Peygamber'in vasıf ve
özelliklerinin Tevrat'ta da yer almış olduğunu bilmeleri, bazı yahudilerin bu
sırları müslümanlara açıklamış olmalarınd a n dolayı değildir; doğrudan
doğruya Allah'ın, kendi Peygamberine bunları vahiy yolu ile bildirmesinden, Hz.
Peygamber'in hak peygamber olmasındandır. İşte o yahudi bilginler bunları bilmezler
mi? Bilmesine bilirler, ama bildiklerini
söylememek ve yeri geld ikçe onları tahrif etmek onların şiarıdır.
78- Bir de bunların ümmîleri vardır ki, okuma yazma bilmezler, kitabı anlamazlar,
sadece birtakım ümniyyeler (kuruntular) beslerler. Bütün bildikleri hayal meyal
mefkurelerden, duydukları taklidî t emennilerden ibarettir.
"Emâniy", ümniyyenin çoğuludur. Kelimenin aslı "üf'ûle"
vezninde "umnûye" olup temenninin sülâsisi olan takdir veya tilavet
mânâsına "mena"dan alınmış bir isimdir ki, insanın kendi içinde ve
hayalinde tasarlayıp varlığını kabul ettiği ve olmasını temenni edip durduğu
veyahut diline dolayıp durduğu şeylerdir ki, Frenkler buna "ideal" derler ve
genç mütercimlerimizden birçoğu bunu mefkûre diye terceme ediyorlar. Çünkü emaniy
insanın kendi gönlünden geçirdiği, saplanıp kaldığı v e durmadan arkasından
koştuğu bir düşünce, bir hayal, bir kuruntu demektir. Bunun bazılarının
gerçekleşmesi mümkün ve şu halde geçerli olanları bulunabilirse de çoğunlukla
hiçbir delile dayanmayan kuru ve şahsi temennilerden ibarettir. Bundan dolayı emaniy,
batıl idealler, evham ve boş hayaller mânâsına da kullanılır. Frenkler ahlâkiyat
konusunda bunu esas alan felsefî görüşe "idealizm" derler. İşte
yahudilerin okuma yazma bilmeyen avam (cahil halk) takımı da ilimden, kitaptan nasibi
olmayıp sadece kuruntu a rkasında koşar dururlar, ve onlar yalnızca zan içinde
yaşarlar, zan peşinde koşarlar, kuru bir zan ve taklitten başka bir şeye malik
değiller. Hak ile batılı tayin edip seçemezler. Bu yüzden bunların vebali de
kendilerini aldatan okur yazar takımınadır.
79-İşte bundan dolayı şimdi vay o yazıcılara ki, kendi elleriyle kitaplar
yazarlar da, sonra: "bu Allah katından" derler, Allah'a iftira ederler, ki
onunla beş on para kazanmak için böyle yaparlar. Haddi zatında geçici olduğundan
dolayı az demek olan bir dünya menfaati gibi hasis bir fayda uğruna yalan söyler,
gerçeği tahrif eder, değiştirirler. Bu suretle eski kitapları büyük tahriflere
uğratmışlardır. Evet vay onlara, o ellerinin yazdığı yalanlar yüzünden ve vay
onlara o kazandıkları çirkin ka zanç yüzünden.
80-Böyle hakikati tahrif eden, gerçeği saptıran, yalan yanlış yazılarla,
propagandalarla halkı iğfal ederek haktan uzaklaştırmanın akıbeti ne kadar fecidir.
İnsanları ebedi azaba sürükleyen bu dolandırıcılığın vebali karşısında
dünyanın o
süflî kazançları, ahiretteki azabı ne kadar şiddetlendirecektir. Onlar kendi
gönüllerince güya buna da bir çare bulmuşlar ve cahil halka, avama şu ümniyyeyi de
telkin ederek demişlerdir ki, sayılı birkaç günden başka bize cehennem ateşi hiç
temas et miyecek (dokunmayacak)tir.
Tefsirciler, bu sayılı günlerin adedi hakkında onlardan çeşitli sözler de
rivayet etmişlerdir ki, bunların en belli başlısı kırk gün. Nahcevanî Tefsiri'nde
beyan olunduğuna göre, Tevrat'ta Allah'ı bırakıp da buzağıya tapanların ateşe
atılacakları hakkında âyetin zuhur (ortaya çıkışı) ve iştiharı (meşhur oluşu)
üzerine yahudi halkının ümniyyeleri kırılmış ve İslâm dinine girmek
temayülünü göstermeye başlamışlardı. Bunu gören yahudi bilginler, telaşa
düşerek ilan etmişlerdi ki, "Buzağıya ibadet, Hz. Musa'nın yokluğunda ancak
kırk gün sürmüştü. Şu halde biz yahudiler cehennemde nihayet kırk günden fazla
kalmayacağız." şeklinde teselli ve müjde vermişlerdi . Yahudilerin bir
takımından da Asmaî, şu iddiayı hikaye etmiştir ki: Buzağıya tapmalarının
müddeti yedi günden ibaret imiş. İbnü Abbas ve Mücahid'den dahi rivayet olunduğuna
göre; yahudiler "Dünyanın ömrü yedi bin senedir, biz de her bin sene için bir
gün azap göreceğiz." demişler. Diğer bir rivayette de yahudiler,
"Cehennemin b ir tarafından bir tarafı zakkum ağacına kadar kırk senelik yoldur
ve onlar bir senelik yolu bir günde alarak kırk günde tamam edeceklerdir." diye
Tevrat'ta zikredilmiş bulunduğu iddiasını ileri sürmüşlerdir.
81-Ey Muhammed, sen onlara şöyle söyle ve de ki; Siz, bu konuda Allah'dan bir ahd,
bir söz mü aldınız? Eğer öyle ise, Allah ahdini bozmaz, verdiği sözden dönmez.
Yoksa bilemiyeceğiniz bir şeyi Allah'a iftira ederek söyleyiveriyor musunuz? Hayır,
mesele onların dediği gibi değil, her k im bir seyyie kazanır, bir fenalık yapar ve
yaptığı fenalık kendisini her tarafından kuşatırsa; içini ve dışını, kalbini,
dilini ve diğer azalarını tamamen kaplarsa, kötülüğü alışkanlık haline getirir
ve bir de helal görmeye başlarsa İşte bunlar ateş e hli, ateş ashabıdırlar, onlar
o ateşte süresiz kalıcıdırlar. Öyle onların umduğu ve iddia ettiği gibi, yedi
günde, kırk günde değil, hiçbir zaman o ateşten çıkıp kurtulamazlar, hep orada
kalırlar, orası ebedilik âlemidir. Ve bunlar o âleme günaha batmış olarak,
kötülüğe bulanmış olarak ve temiz hiçbir yanları kalmamış olarak gitmişler ve
artık fenalık onların ebedî hasleti ve genel özelliği olmuştur. İnsanı kuşatan
bir tek kötülük böyle
sonuç verirse birçok kötülüğe bulaşmış olanların halleri artık kıyas
edilsin. Demek olur ki, günah her tarafını kaplamamış olanlar, cehennem ateşinde
ebedî kalacaklardan değiller. Kalbinde zerre kadar imanı kalabilenler, günahı günah
bilenler ve ona helal demeyenler hakkında hulûd (ebedî azap) yoktur. Sayılı günler
aslında bunlar için tasavvur olunabilir.
82-Diğer taraftan iman edip, iyi ameller işleyen kimseler ise işte bunlar cennet
ehli, cennet ashabıdırlar ve o cennette ebedî kalacaklar.
Cennet ve cehennem hakkında ve kimlerin cennet ehli ve kimlerin cehennem ehli
oldukları hakkında Allah'ın ahdi, va'di ve tehdidi ve Peygamberine bildirdiği işte
bunlardır.
Artık bu bilgiler ışığında Allah'ın rahmetinin, gazabına üstün olduğu
görüşüne istinat ederek, seyyiat (kötülükler) ile kaplanmış ve kalblerinde zerre
kadar bile iman kalmamış olanların dahi ateşte ebedî kalmayacaklarını sanmak ve
vehm etmek; yahudilerin "sayılı günler" kuruntusuna düşmek ve ilâhî
adaleti inkâr etmek demektir. İlâhî rahmetin üstünlüğü ve onun ahirette
rahîmiyet olarak zuhura geleceği, k ö tülüklerin ebedî ceza ile
cezalandırılacağı sırf günah kesilmiş olan kimselerin, "Mâliki
yevmiddîn" huzurunda ebedî mağlubiyetlerini gerektireceği unutulmamalıdır.
Kur'ân'ın ortaya koyduğu bilgi ve hikmete göre; ahiret âlemi bir ikinci oluştur ve
şüphe yo k ki, o ikinci oluşun tohumu da bu birinci oluştan, yani dünya hayatından
gidecektir. Şu halde dünyadan gidişinde günaha batmış ve bulanmış olan nefsin,
ikinci oluşunda günahın karşılığından başka birşey tasavvur etmek, o ikinci
oluşu da bu birinci oluş sa y mış gibi bir çelişki olur. Fakat kötülük tamamen
nefsi sarıp istila etmemiş ve o nefiste zerre kadar bir hayır, bir tutar taraf
kalmışsa, işte o zaman ilahî rahmetin üstünlüğü, o kimsenin ateşte ebediyyen
kalmıyarak akıbet kurtuluşa ermesini gerektirir.
diyen İsrailoğulları soyunun, bu ilâhî ahid karşısındaki durumları nedir?
Gerçi daha yukarılarda geçen açıklamalar, bunların kötülüklerini tek tek ifade
etmiştir. Bununla beraber, ey Muhammed, onlara ve bütün insanlara şunu bir defa daha
hatır lat:
Meâl-i Şerifi
83- Hani bir vakitler İsrailoğulları'ndan şöylece mîsak (kesin bir söz)
almıştık: Allah'dan başkasına tapmayacaksınız, ana-babaya iyilik, yakınlığı
olanlara, öksüzlere, çaresizlere de iyilik yapacaksınız, insanlara güzellikle söz
söyleyecek, namazı kılacak, zekatı vereceksiniz. Sonra çok azınız müstesna olmak
üzere sözünüzden döndünüz, hâlâ da dönüyorsunuz.
83-Diğer taraftan iman edip, iyi ameller işleyen kimseler ise işte bunlar cennet
ehli, cennet ashabıdırlar ve o cennette ebedî kalacaklar.
Cennet ve cehennem hakkında ve kimlerin cennet ehli ve kimlerin cehennem ehli
oldukları hakkında Allah'ın ahdi, va'di ve tehdidi ve Peygamberine bildirdiği işte
bunlardır.
Artık bu bilgiler ışığında Allah'ın rahmetinin, gazabına üstün olduğu
görüşüne istinat ederek, seyyiat (kötülükler) ile kaplanmış ve kalblerinde zerre
kadar bile iman kalmamış olanların dahi ateşte ebedî kalmayacaklarını sanmak ve
vehm etmek; yahudilerin "sayılı günler" kuruntusuna düşmek ve ilâhî a
daleti inkâr etmek demektir. İlâhî rahmetin üstünlüğü ve onun ahirette rahîmiyet
olarak zuhura geleceği, kötülüklerin ebedî ceza ile cezalandırılacağı sırf
günah kesilmiş olan kimselerin, "Mâliki yevmiddîn" huzurunda ebedî
mağlubiyetlerini gerektireceği u n utulmamalıdır. Kur'ân'ın ortaya koyduğu bilgi ve
hikmete göre; ahiret âlemi bir ikinci oluştur ve şüphe yok ki, o ikinci oluşun
tohumu da bu birinci oluştan, yani dünya hayatından gidecektir. Şu halde dünyadan
gidişinde günaha batmış ve bulanmış olan nefs i n, ikinci oluşunda günahın
karşılığından başka birşey tasavvur etmek, o ikinci oluşu da bu birinci oluş
saymış gibi bir çelişki olur. Fakat kötülük tamamen nefsi sarıp istila etmemiş ve
o nefiste zerre kadar bir hayır, bir tutar taraf kalmışsa, işte o zam a n ilahî
rahmetin üstünlüğü, o kimsenin ateşte ebediyyen kalmıyarak akıbet kurtuluşa
ermesini gerektirir.
diyen İsrailoğulları soyunun, bu ilâhî ahid karşısındaki durumları nedir?
Gerçi daha yukarılarda geçen açıklamalar, bunların kötülüklerini tek tek ifade
etmiştir. Bununla beraber, ey Muhammed, onlara ve bütün insanlara şunu bir defa daha
hatırlat:
Meâl-i Şerifi
83- Hani bir vakitler İsrailoğulları'ndan şöylece mîsak (kesin bir söz)
almıştık: Allah'dan başkasına tapmayacaksınız, ana-babaya iyilik, yakınlığı
olanlara, öksüzlere, çaresizlere de iyilik yapacaksınız, insanlara güzellikle söz
söyleyecek, namazı kılacak, zekatı vereceksiniz. Sonra çok azınız müstesna olmak
üzere sözünüzden döndünüz, hâlâ da dönüyorsunuz.
84- Bi z azûmüşşan, daha önceleri bu İsrailoğulları'ndan şöylece
mîsaklarını almış idik:
1- Allah'dan başka ma'bud tanımıyacak ve ondan başkasına ibadet ve kulluk
etmiyeceksiniz.
2- Ebeveyne, yani babaya ve anaya ihsan eyliyecek, her yönüyle iyilik ve güzellik
gösterecek, hoşça davranacaksınız.
3- Aynı şekilde kim olursa olsun kendilerine yakınlık sahibi olduğunuz akrabalara,
4- Babaları ölmüş, yetim kalmış çocuklara,
5- Maişetlerini kazanamayan, ellerinde avuçlarında bir geçim vasıtası bulunmayan
yoksullara dahi ihsan edeceksiniz.
6- Diğer insanlara da güzel söz söyleyiniz.
7- ve namazı ikame ediniz, iyice kılınız.
8- Zekatı da veriniz.
Ey İsrailoğulları! Siz Allah'a böyle mîsak vermiştiniz, sonra verdiğiniz bu
sözden, bu mîsaktan yüz çevirdiniz, vazgeçtiniz. Bir kısmı dünyadaki huzur ve
güvenliğe, bir kısmı da ahirette sevap kazanmaya ait olan bu
esaslı emirleri ağır bulup, ahdinizi bozdunuz, ancak içinizden pek azı müstesna.
Kaldı ki, bu müstesna azınlık, Hz. Muhammed'in peygamberliğinden önce bu mîsak
(anlaşma) uyarınca amel ederler, dinlerinin emirlerini yerine getirirlerdi. Hz.
Muhammed'in peygamberliğinden sonra da ona iman ederek yine aynı mîsakı en mükemmel
şekilde yerine getirdiler. İşte bu müstesna azınlık Abdullah b. Selam ve benzeri
zevattır. Bu pek az kişiler istisna edilince siz hâlâ o yüz çevirmede devam edip
durmaktasınız. Bu hususlarda böyle olduğunuz gibi, doğrudan doğruya hayat
hakkınızla ilgili olan mîsaklarda da siz böylesiniz. Bakınız;
Meâl-i Şerifi
84- Yine bir zamanlar mîsakınızı almıştık; birbirinizin kanlarını
dökmeyeceksiniz, nüfusunuzu diyarınızdan çıkarmıyacaksınız. Sonra siz buna ikrar
da verdiniz ve ikrarınıza şahit de oldunuz.
85- Sonra sizler öyle kimse lersiniz ki, kendilerinizi öldürüyorsunuz ve sizden
olan bir grubu diyarlarından çıkarıyorsunuz, onlar aleyhinde kötülük ve
düşmanlık güdüyor ve bu konuda birleşip birbirinize arka çıkıyorsunuz, şayet
size esir olarak gelirlerse fidyeleşmeye kalkıyorsunuz. Halbuki yurtlarından
çıkarılmaları size haram kılınmış idi. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp
bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şu halde içinizden böyle yapanlar, netice olarak
dünya hayatında perişanlıktan başka ne kazanırlar, kıyamet gününde de en ş i
ddetli azaba uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
Ve hani sizden mîsak almıştık;
9- Birbirinizin kanlarını dökmeyeceksiniz,
10- kendi nüfusunuzu diyarınızdan çıkarmayacaksınız, yani birbirinizi
vatanınızdan sürüp çıkarmayacak, göçe zorlamayacaksınız diye sizden mîsak
almıştık. sonra siz buna ikrar da verdiniz, iltizam da ettiniz, o halde ki, hepiniz
birbirinize şahit bulunuyordunuz, yahut bunun böyle olduğuna bugün dahi şahitlik
edersiniz.
Bu suretle tamamı ona ulaşan emir ve yasakları içine alan ve genel olarak "on
emir" adı verilen Tevrat ilkelerine benzeyen bu on adet mîsakın, Tevrat
hükümleri mi, yoksa Hatemü'l-Enbiya (Peygamberlerin sonuncusu) Efendimiz'e verdikleri
ahit suretleri mi olduğu hakkında iki ri v ayet vardır ki, biz bu iki rivayetin,
ikisinin de sıhhatine kail olmak istiyoruz.
85-Bilindiği gibi İsrailoğulları, esas itibariyle Tevrat ilkelerine de uygun olan
bu hükümler dairesinde Hicret'in akabinde, Peygamber Efendimiz ile antlaşma yaptıktan
sonra da yine antlaşmayı bozmuşlardı. Bunun için buyuruluyor ki, sonra sizler, yani
şimdiki sizler, işte öyle insanlarsınız ki, kendilerinizi, kendinizden olan
nüfusunuzu öldürüyorsunuz, ferdî ve ictimaî mânâda intihar ediyorsunuz, içinizden
bir kıs m ını yurtlarından, vatanlarından çıkarıyorsunuz. İşte bunu tek
başınıza yapamazsınız, fakat onların aleyhinde düşmanlık ve kötülük üzerine
birleşiyor, sırt sırta veriyorsunuz, yani vicdanların kabul etmeyeceği fenalık ve
saldırganlıklarda birbirinize ark a oluyor, o kötülükleri topluca yapıyorsunuz. Ve
şayet onlar düşman elinde esir olarak size gelirlerse, fidyelerini ödeyip onları
kurtarmaya da kalkıyorsunuz. Aslında bu cümleyi, "Onlar size esir düşerlerse
üstelik onlardan fidye almaya da kalkıyorsunu z." diye anlamak daha doğru gibi
görülüyor. Nitekim Ebu Müslim Isfahanî öyle anlamıştır.
Lakin İbni Kesir, Ebu Amr, İbnü Âmir, Hamza ve Halefi Âşir kırâetlerinde
sülâsî olarak "tâ"nın fethi, "fâ"nın sükûnu ile kırâeti
buna müsait değildir. Bunun için tefsircilerin çoğunluğu önceki mânâyı tercih
etmişlerdir. Gerçi böyle fidyelerini ödeyip, onları esaretten kurtarmak kötü bir
şey değildir, fakat böyle yapmaları, bunların yine kendilerinden olduğunu ikrar ve
bunları çıkarırken kendilerinden olduğunu bilerek, kasden ve sözkonusu mîsaka
aykırı düşmekle zulmen çıkarmış bulunduklarını itiraf demek olduğundan, âyetin
siyakı itibariyle aleyhlerinde bir belge teşkil etmiştir. Bu noktayı nassa bağlamak
için yukardaki fiiline ait olan şu hâl cümlesi buraya tehir olu n muştur: Halbuki
esasen onları kovup çıkarmak size yasak kılınmıştı, onları çıkarmanız zaten
caiz değildi. Allah'la olan mîsakınızın hükümlerine göre bundan
yasaklanmıştınız. Böyle iken yine de onları çıkarıyorsunuz. Onlar ya sizdendir,
ya değildir. Sizd e n iseler ne hakla çıkarıyorsunuz, değilseler ne diye fidyelerini
ödemeye kalkışıyorsunuz da muahitlerinize (ahitleştiklerinize) karşı onlara
açıkça yardım ediyorsunuz?
Süddî'den gelen bir rivayete göre, Medine yakınındaki yahudilerden Beni Kureyza,
Araptan Evs kabilesinin halifi yani antlaşmalısı imişler, Beni Nadir de Hazreç
kabilesinin muahidi, yani antlaşmalısı imişler. Bunlar birbirleriyle savaş
yaptıkları, her fırka öldürme, memleketi harap etme ve ahaliyi sürüp çıkarma gibi
hususlarda kendi mütt e fiklerine yardım eder, fakat her iki taraf yahudilerinden bir
kimse esir olursa birleşir fidye toplayarak onu kurtarırlarmış. Araplar bu nasıl
şey? Hem onlarla savaşıyorsunuz, hem de esirlerini kurtarmak için fidye veriyorsunuz
diye kendilerine serzenişte bulununca, onlar da biz kitabımızın hükmü gereğince
bunları fidye ile kurtarmaya mecburuz. Esasen bunlarla savaşmamız da yasaktır, ama ne
çare, söz verdiğimiz müttefiklerimizin aşağılanmasından da utanıyoruz,
derlermiş.
Buna karşı buyuruluyor ki, acaip, siz kitabın bir kısmına iman eder de diğer
kısmını inkâr mı edersiniz? Bunun sonucunun ne olduğunu bilir misiniz? Sizden bunu
yapanların cezası başka değil, mutlaka dünya hayatında büyük perişanlık,
kıyamet gününde de böyleleri azabın en şiddetl i sine uğratılacaktır. Nitekim
dünyada Beni Kurayza öldürülmek ile, Beni Nadir de yurtlarından kovulup sürgüne
gönderilmekle bu felaketi gözleriyle görmüş ve bizzat yaşamışlardı. Kıyamet
günündeki o şiddetli azabı da elbette göreceklerdir. Ey İsrailoğulları! Siz o
gizli gizli çevirdiğiniz fesatlar
açığa çıkmaz, onların cezası verilmez mi zannedersiniz? Allah
yaptıklarınızdan gafil değildir.
Meâl-i Şerifi
86- Bunlar ahireti, dünya hayatına satmış kimselerdir. Onun için bunlardan azap
hafifletilmez ve kendilerine bir yerden yardım da gelmez.
86-Ey Muhammed! İşte bunlar, çirkin özellikler ile vasıflanmış olan
İsrailoğulları ve bunlara benzeyenler, öyle güruhtur ki bunlar, ahireti verip dünya
denilen aşağılık hayatı satın almışlardır. Bunların ahirete imanları
olmadığından, ileriye dönük herhangi bir hakları da kalmamıştır. Gerçi önce yok
değildi, fakat o saadeti beş on paraya sattılar. Bundan dolayı bunların ileride
çekecekleri azab asla hafifletilmez, kendilerine hiçbir taraftan yardım d a olunmaz. Bu
alış-veriş ustalarının bütün kazançları, bu korkunç ziyandan, bu ebedî
perişanlıktan ibarettir. Onlar istedikleri kadar "sayılı günler"
kuruntusuyla gönül eğlendirip dursunlar, ruhları kötülük ile dopdolu olan bu
bezirganların azapları kesil m ek şöyle dursun, hafiflemez bile. Zira ebediyyen
satılmış bir malın mahrumiyetini çekmek de ebedîdir.
Dünya, veya 'den ismi tafdilinin müennesi olup "en yakın" yahut "pek
alçak" mânâsına bir sıfattır. gibi isimlere sıfat olarak kullanılmıştır.
Bundan başka ahiret kelimesi gibi ve onun karşıtı bir isim olarak da kullanılır ki,
o zaman yahut terkiplerinden birinin yerine geçer. Bununla beraber Kur'ân'da bu mânâ
hep sıfat tamlaması olarak yer almıştır. Şu halde "hayat-ı dünya"
"dünyanın h ayatı" değil, dünya denilen hayat, yani aşağılık ve alçak
hayat anlamınadır. Veyahut bugün fiilen içinde bulunulmak itibariyle "en yakın
bulunan hayat" demek olur. İleride
bu dünya hayatının nelerden ibaret bulunduğunu açıklayacak âyetler gelecektir.
İşte onların Allah'la olan antlaşmalarının hiç birinde durmamaları, verdikleri
her ahdi bozmaları ve tek tek sayılan bütün günahları işlemiş olmaları ahireti bu
dünya hayatına satmış olmalarından ve ahirete imanları kalmamış olmasındandır.
Böyle olanlar, şüphesiz ki ölümlerinden sonrası için hiçbir şey düşünemez ve
onun için hiçbir hazırlık yapamazlar. Beş-on günlük geçici bir hayat için her
fenalığı göze alır, beş-on para için Allah'ın kitaplarını bozarlar. Allah'ın
kullarına karşı her fenalığı yapar ve y a ptıklarından da pişmanlık duymazlar.
"Sayılı günler" kuruntusunu uydurmaları da bu imansızlıklarındandır.
Ruhları böylesine günah ile kaplanmış bulunanlar elbette ateşte ebedî kalacaklar ve
en şiddetli azabı göreceklerdir.
Bu uyarı hükmü bu suretle sona erdirildikten sonra şimdi de bunların Hz.
Peygamber'e karşı giriştikleri sûikaste işaretle bu bakış açısından dahi cinayet
işlemeye ne kadar istekli oldukları açıklanarak, ebedî azaba ne kadar hak
kazandıkları iyice açıklanmış olacaktır:
Meâl-i Şer ifi
87- Celâlim hakkı için Musa'ya o kitabı verdik, arkasından birtakım peygamberler
de gönderdik, hele Meryem oğlu İsa'ya apaçık mucizeler verdik, onu Rûhu'l-Kudüs ile
de destekledik. Size nefislerinizin hoşlanmayacağı bir emirle gelen her peygambere kafa
mı tutacaksınız? Kibrinize dokunduğu için onların bir kısmına yalan diyecek, bir
kısmını da öldürecek misiniz?
87- "vav" harfi, kasem içindir, "lâm" onun cevabı,
"kad" ise tahkik harfidir ki, demektir. Yani nâm ve şan-ı uluhiyetime yemin
olsun ki, muhakkak surette biz azîmüşşan Musa'ya o kitabı, yani
İsrailoğulları'nın öteden beri hükümlerini çiğneyegeldikleri Tevrat'ı verdik, ve
arkasından onun izinde ve aynı şeriatle memur nice peygamberler daha gönderdik. Ki
bunlar Yûşa, İşmuil, Şe m 'ûn, Davut, Süleyman, Şa'ya, Armiya, Uzeyr, Hazkil,
İlyas, Elyesa, Yunus, Zekeriyya, Yahya ve daha başkalarıdır. Hepsine selam olsun.
Ayrıca Meryem oğlu İsa'ya beyyineler verdik.
Beyyine: Gün gibi gayet açık, vazıh ve celî mânâsına sıfattan isim yapılmış
bir kelimedir ki, kendisi gayet açık ve aşikar olan bir davayı açık bir şekilde
isbat etmeye yarayan delil demektir. Yani kendisi açık seçik, artık bir başka şeyin
açıklamasına ihtiyacı kalmamış olan belge demektir. Peygamberlerin mucizeleri bu
çeşi t belgelerdir. Şu halde Hz. İsa'nın beyyineleri, onun peygamberliğini açıkça
ortaya koyan mucizeleri demek olur ki, bunların neler olduğu ileride genişçe
anlatılacaktır.
İsa: Süryanice "İşû"dur. Nitekim bazı hıristiyanlar "Yesû",
Frenkler "Jesu" derler. Bunun ism-i mensubu olan "Jezvit" İsevî,
diğer bir tabirle Yesûî demek ise de Katolik papazların özel olarak kurdukları
cemiyete mahsus bir isim olmuştur ki, bir anlamda tarikat demek olan bu cemiyete ve
mensuplarına "Cizvit" adı verilir.
Meryem: Süryanî dilinde "hizmetkâr" mânâsınadır. Arapça kadınlar
için meryem, erkeklerdeki "zir" gibi bir mânâya kullanılır. "Zir"
kadınlara karışması ve ziyareti çok olan erkek demektir. Nitekim Arap şairi
Ru'be'nin: "Hizmetçisi, kendisine ulaşmayan ve kadınla r arasına karışan
kimseye dedim ki: Gençlik hevesleri sapıttığını pişman eder." beytindeki zir
ve meryem bu mânâya gelmektedir. Biz Türkler genellikle "Meryem Dudu" deriz.
Hz. Musa'dan sonraki peygamberler arasında Hz. İsa'nın bilhassa ismiyle zikredilmesi
İsa dininin, Tevrat'taki bazı dinî hükümleri nesheden (kaldıran) bir özelliğe
sahip olması bakımındandır. Bundan dolayı İseviyet, yani Hıristiyanlık,
Musevîlik'ten ayrı bir din olmuştur.
Hz. İsa'ya bu beyyinatı (belgeleri) verdikten başka bir de onu Rûhu'l-Kudüs ile
destekleyip takviye ettik. Râğıb'ın tarifine göre; ruh, esasen canlının öyle bir
cüz'üdür ki, canlıda hayat bununla meydana gelir. Ruh ile nefis
bir midir, değil midir? Bunda da uzun uzadıya ihtilaflar olmuştur. Nefis aslında
"ben" dediğimiz şeydir. Fakat ruh da bu mudur? Yoksa bunun bir aleti midir? Bu
konuda özel tasnifler yapılmıştır ki, âyetinin tefsirinde inşaallah mümkün olan
izahatı sunmaya çalışacağız. (Bkz: İsrâ, 17/85). Şimdilik şu kadarını
söyliyelim ki; öteden beri ruh u n mahiyeti hakkında söz söyleyenler bunu başlıca
üç ayrı bakış açısından düşünmüşlerdir. Bu da hareket, hayat ve idraktir.
Herşeyden önce ruh bir hareketin başlangıcı olarak tasavvur edilmiştir. Bizzat
harekete geçiren her hareket ettirici kuvvet bir ruh, her hareket eden şey de onun eseri
kabul edilmiştir. Buna göre, hiçbir hareket yoktur ki, bir ruh ile ilgili olmasın. Şu
kadar var ki, bizzat hareket ettirenler doğrudan doğruya, dolaylı olarak hareket
edenler de yine dolaylı yollardan bir ruha bağlı sayı l ırlar. Bu anlamda ruh,
kayıtsız şartsız kuvvet karşılığı bir mânâya gelir. İster yalın halde olsun,
ister çok yönlü olsun, ister şuurlu, ister şuursuz olsun, ister iradeli, ister
iradesiz olsun hadd-i zatında harekete geçirme özelliği bulunan her kuvvet b i r
ruhtur. Frenkler dinler tarihiyle ilgili araştırmalarda bu görüşe "Animizm"
adını vermişlerdir. Lakin ruhun bu mânâsı genel değildir. Bu hareketi, iradeli
hareketlere tahsis edecek olursak, o zaman ikinci ve üçüncü mânâlara benzer veya
eşdeğer veyahut d a ha özel bir amelî ve ahlâkî ruh mânâsı ifade etmiş oluruz.
Çünkü iradeli hareket, hayat ve idrak ile eş anlamlı, hatta onlardan daha fazla
özelliğe sahiptir.
İkinci olarak ruh, bir hayat kaynağı olarak tasavvur olunmuştur ki, bu birinciden
daha özel bir anlayıştır. Zira hareket, hayatın belli başlı şartlarından sadece
biridir. Her hayatta bir hareket vardır. Fakat burada hayattan maksat genel anlamda
canlıların sahip olduğu hayattır. Çünkü bitkilere ait hayata hayat denmesi bu
mânâya uygun olduğunda n değildir. Zira bitkilerin hayatında bir yerden bir yere
kitle halinde hareket yoktur. En meşhur mânâsıyle ruh denilince işte bu hayat
kaynağı anlaşılır ve ruh bizatihi mevcut ve lizatihi canlı bir kaynak olmak üzere
tarif olunur ki, Râğıp da bunu ifade e t miş demektir.
Üçüncü olarak ruh, gerek cüz'î, gerek küllî bir idrak mebdei (noktası) olarak
kabul olunmuştur ki, bu da ikinci görüşten daha özeldir. Zira hayat idrakin
şartlarından biridir. Daha doğrusu idrak dediğimiz şey, algılama derecelerine göre
hayatın bir eseridir. Demek ki, idrak sahibi her ruh canlıdır ve her canlı kendi
kendine hareket etme güç ve kabiliyetine sahiptir. Bununla beraber her hareket edenin
veya hareket ettirenin bu anlamda canlı olması lazım gelmeyeceği gibi, her canlının
da i drak sahibi olması göz önünde bulundurulacak bir noktadır. Bu suretle ruh veya
canlı denildiği zaman şuurun ilk mertebesinden
akla ve kudsî kuvvete varıncaya kadar derece derece farklı mertebeleri yüklenebilen
ve vücudun aslî ve gölgesel ikiliğini içine alan şuur ve idrak kaynağı kastedilir
ki, bazılarına göre irade ve kendi kendine hareket etmek gibi hususlar bunun
teferruatından sayılır. Bununla beraber duygu ve şuur, ruhun en genel belirleyici
özelliğidir. İrade ve hareketin yalnızca şuura bağlı özellik l er olduğu da göz
önünde bulundurulmalıdır. Bu takdirde akıl, ruhun en ileri ve en mükemmel
görünümü olmuş olacaktır. Halbuki iradenin şuur veya akıl beraberliği kabul
edilse bile, bedende olan öteki belirtilerden daha üstün bir değere sahip
bulunduğunda ş ü phe yoktur. Akla mahkum iradeler bulunduğu gibi, şehvet ve heveslere
mahkum akıllar da vardır. Şu halde ruh denildiği zaman his ve şuur, akıl ve idrak
güçlerinden başka irade gücü gibi özellikleri de içine alan daha geniş ve etraflı
bir hayat cevheri anlaşılmak lazım gelir. Gerçekte de ruh ilminden bahsedenler, ruhun
hem nazarî, hem amelî kabiliyetlerini göz önünde bulundurmaya mecbur kalmışlardır.
Asrımızın ruh ilmi (psikoloji) kitaplarında şuur, ruhun en umumî hadisesi kabul
olunmaktadır. Bununla birlikt e ruhî kuvvetler: Acı duyma, tad alma, hoşlanma ve
nefret gibi duyusal kuvvetler; idrak, düşünce, tasarı ve tasavvurlar gibi zihinsel ve
aklî kuvvetler; istek ve irade gibi harekete geçirici kuvvetler olmak üzere başlıca
üç ana kuvvenin kaynağı olarak düş ü nülmektedir. O halde kendine mahsus
anlamıyla ruh denilirken kendiliğinden hareket edebilme, daha doğrusu kendi kendini
hareket ettirebilme, canlılık ve idrak gibi özelliklerin üçü birden göz önünde
bulundurulmalıdır. Yani ruh, hayatın da, hareketin de, i d rakin de esas sahibi olan
bir varlıktır. Eğer hayat kelimesi, sadece bir yönü ile alınmayıp bu üçünün de
temsilcisi olarak alınacak olursa, o zaman bizatihi mevcut ve lizatihi canlı şeklinde
tarif aynı mânâyı ifade ederek, en özel anlamıyla ruhun en aşağı mertebesini
göstermiş olur. Aslında biz, duyu organları gelişmiş yüksek canlılarda ve bilhassa
insanda bu üçünün birleştiğini görüyoruz. Şu halde herkesin bildiği ve
anladığı meşhur şekliyle ruhun en alt seviyedeki mânâsı canlılık olarak kabul
edilir ve h e r kuvvete de ruh denilmez. Hayatın anlamı ne kadar yükselirse, ruhun
mânâsı da o ölçüde yükselmiş olur. Daha doğrusu ruh ne ölçüde yükselirse
hayatın mânâsı da o ölçüde yükselir ve özellik kazanır.
Genel anlamıyla ruhun, katı ve hareketsiz olan maddeye zıt bir varlık olduğu
açıktır. En ilkel şekliyle madde ruhsuz bulunabilir, fakat bu mânâda ruhsuz bir
cisim var mıdır? Bu husus münakaşa edilebilirse de ilkel maddeden meydana gelmiş olan
her cisim terkibi ve teşekkülü bakımından bizzat bir kuvvete ve b i r ilk harekete
sahip olmak durumunda bulunduğundan her cisimde,
genel anlamda bir ruh zaten var demektir. Fakat özel anlamda ele alındığı zaman,
ruhsuz cisimlerin varlığından şüphe etmeyiz. Zira nice canlıların, ruhtan
ayrıldığı zaman öldüklerini görmekteyiz. Demek ki ruhun cisimden ayrılmasıyla
ayrıcalık kazanacağı şüphe edilecek bir şey değildir. Fakat esas itibariyle ruhun
öz cevheri ile maddenin öz cevheri birbirinden apayrı varlıklar olarak âlemde iki
ayrı cins cevher var mıdır? Yoksa maddenin cevheri ruhun cevherine veyahut ruhun
cevheri maddenin cevherine râci olmak üzere yalnızca bir tek çeşit cevher mi vardır?
Yani kâinat âleminden cisimlerin cevheri büsbütün kaldırıldığı farzolunsa,
ruhlar da ortadan kalkar mı? Yahut aksine ruhun cevheri ortadan k a lksa, maddî cisimler
de büsbütün yok olur, ortadan kalkar mı? Yoksa birisi diğerinden ayrı olarak
varlığını sürdürebilir mi? Felsefe dalında her birinin taraftarı ve savunucuları
bulunan çeşitli nazariyelerden şimdilik vazgeçerek şu kadarını söyleyelim ki
ruhun, cevheri ve öz varlığı ne olursa olsun, nev'inin hakikatı, hatta bir tek nevi
içinde çeşitli mertebeleri bulunduğu şüphe götürmez bir gerçektir: İnsanların
diğer canlılardan farkı, ruhlarının kendi nev'ine mahsus özelliğinden dolayı
olduğu gibi, beş e rin çeşitli sınıf ve fertleri arasındaki fark da en azından ruh
mertebelerinin çokluğunu göstermektedir. Genellikle Peygamberler ise derece
farklarıyla birlikte, Âdem kıssasından anlaşıldığı üzere, ilk fıtrata nazaran,
beşer nev'i içinde Allah'ın halifeliğine mazhar olmuş yüksek bir ruh derecesine
sahip kimselerdir. Bu yüzdendir ki, âdeta kendi nevilerinin üstünde sayılabilecek bir
ayrıcalıkları vardır. Bu yüksek ruh asaletine sahip bulunmalarının yanında ilâhî
te'yide de mazhar olmaları onları, hem bilgi v e idrak yönünden, hem de tasarruf
gücü demek olan iradeyi harekete geçirme yönünden ve bazan ikisiyle birden ruh
mertebelerinin en yücelerine eriştiren tecellilere mazhar kılar. Bu tecellilerden her
biri, beşerin alışılmış ruhî davranışlarından çok farklı ve üstün
özellikler taşır. İşte bu özellikler o peygamberlerin, çeşitli kademelerde
mucizelerini meydana getirirler. Bundan dolayıdır ki, peygamberlere mahsus bilgiler,
beşer aklının tekrara ve tecrübeye dayalı olarak elde ettiği alışılmış bilgi ve
idrakl e rin üstünde bir ilim, tasarruflarında da yine normal insanların sahib
olabildikleri tasarrufun üstünde bir kudret ve irade zuhur edegelmiştir. Bunun için
ruhların bizzat Allah'a izafetle sonuçlanan alışılmış ve alışılmamış bütün
güçlerini, çeşit ve merteb e lerini bir bütün olarak dikkate almayanlar veya
alamayanlar, ruhun en yüksek mertebesini aklın en aşağı mertebesi açısından ele
alarak, harika denilen garip ve nadir olayları, daima alışılmışa şartlanmış
aklın en aşağı ölçüsüyle çözmeye çalışanlar, peygam b erlerin mucizeleri
karşısında hep inkâr ve te'vil yoluna sapmışlardır. Diğer bir kısım insanlar da
mucizeler nazariyesine
sarılarak, genellikle aklın ve ilmin konusuna giren kesin gerçekleri inkâr etmeye
ve görmezlikten gelmeye çalışmışlardır. Bunların birincisi ifrat, ikincisi ise
tefrittir. Yaratılışın bütün sır ve inceliklerini, ne tekdüze tekrarlara dayanan
prensiplere bağlı olarak deneysel ilmin ve fennin belli sınırları içine hapsetmeğe
hakkımız var, ne de aklın ve ilmin kural ve ilkelerini bir kenar a iterek, herşeyi
yalnızca harikalarla açıklamağa hakkımız vardır. İlmî araştırmalarla ortaya
konan yeni yeni buluşlar, ilmin ve fennin sonu olmayan bir genişliğe sahip bulunduğunu
gösteriyor. Bu husus inkâr kabul etmez bir gerçektir. Ayrıca normal aklın, i lim ve
fennin hiçbir zaman inkâr edilemiyecek değişmez ve kesin hakikatleri içerdiği de
bilinmelidir. Şunu da belirtelim ki, sebeplilik (nedensellik) ve çelişmezlik kanunları
işte bu çeşit hakikatlerdendir. Bilgi denilen şey, daha ziyade tekdüze tekrarlar a
bağlı olarak, deneme yanılma sonucunda teşekkül eder. Ancak kâinatta değişim ve
gelişim denilen bir ilke daha vardır. Halbuki her değişim, ilk meydana çıkışında,
normal dediğimiz tekdüze tekrara dayanan oluşlara karşı bir hamle ve bir isyan
sayılır. Bu y ü zden de bir harikuladelik ifade eder. Bunun için, ilmî sonuçlara
dayanan imanın yanında mucizeye dayanan imanın, irade olayı açısından çok önemli
bir yeri vardır. Çok zamanlar görülmüştür ki, ilim adamlarının kendi konuları
dışındaki iş ve çabalarda irade l eri oldukça zayıftır, hatta büsbütün yok
denilecek kadar azdır. Kendi tecrübemize dayalı olarak elde ettiğimiz bilgiler, bizde
irade olayının teşekkülüne ve güçlenmesine katkıda bulunmuyorlar. Buna karşılık
hiçbir ilmî ölçüden haberi olmayan bazı cahiller, ilim adamlarının göze
alamayacağı işleri yapabilecek güçlü iradeler gösteriyorlar. Bu husus nazarî
olarak herkesçe kabul edilse bile tatbikatta iradenin, hiçbir bilgiye ihtiyaç
göstermeyen imandan kaynaklandığı ve oradan kuvvet aldığı gözleniyor. Bu da n o
rmal ilmin sonuçlarına inanmaktan değil, mucizeye inanmaktan doğuyor. İslâm dini, bu
hakikati tesbit ve ahlâkı yüceltmek için, ilmin ve aklın kurallarına önem vermekle
beraber, imanı gerektiren mucizelere de yer vermiştir. Bu sebeple hakikî din
adamlarını n bilgileri, kendi iradelerini zayıflatmaz. Onlar ilmin ve aklın alanına
giren konularda normali kabul ederler, olağanüstü hallerde mucizeye de inanırlar.
Normal insanların sevindikleri konularda onların korktuğu ve endişeye kapıldığı,
halkın üzülüp ağladı k ları noktalarda ise onların ümide ve iyimserliğe
kapıldıkları yönler bulunur. Hasılı insan ruhunda ümitsizlik ve korkuyu kısmen de
olsa yok etmek için mucizelerin pek büyük etkisi vardır. Sırf aklî ve mantıkî
düşünenlerin karamsarlıktan başka birşey göre m edikleri kapkaranlık zamanlarda
mucizeye iman, böyle ayrılık günlerinde parlayan sevgi güneşi gibi, azim ve iradeye
musallat olmuş karamsarlığın paslarını silip süpürmeye yeter de artar bile.
Fakat şurası unutulmamalıdır ki, mucize ve harikalara iman, bir genel ilke gibi ele
alınamaz. Zaten isminden de anlaşılacağı gibi, bunun yalnızca özel ve olağanüstü
hallere mahsus bir ilke olduğu kesindir. Normal haller için aslolan aklın ve ilmin
kurallarıdır. Ne dine, ne ilme önem vermeden, her an harika peşinde k oşanlar ve
daima yeni görüş ve fikirlerle yaşamak isteyenler, hiçbir zaman ilkellikten
kurtulamazlar ve insanlar arasında bağlantı sağlayan sosyal kurallar ve ahlâkî
kaideler bırakmayacak kadar cahil, sapık, başıbozuk ve baştan çıkarıcı bir hayat
tarzına m ahkum olurlar. Bundan dolayıdır ki, Kur'ân mucizesiyle ortaya konmuş
bulunan cihanşumûl hükümler ve doğrular, kevnî mucize denilen öteki harikulâde
(olağanüstü) olayların üstünde bir anlam ve değer taşırlar. İşte peygamberlerin
ruhları, mertebelerine göre bu iki cihetle özel olarak ilâhî desteklere mazhar
kılınmışlardır. Bu ilâhî desteğin dış görüntülerinden birisi de onların
ahlâklarıdır. Onların ruh mertebeleri, ahlâk bakımından ismet (günahsızlık)
derecesine sahiptir. Bundan dolayıdır ki, İslâm inancı a ç ısından peygamberlerin
hepsi, çirkin ve alçaltıcı huy ve hareketlerden uzak ve yüce şahsiyetlerdir. Gerçi
onlar için de beşeriyet gereği bazan zelle (ayak sürçmesi) ve hata mümkündür.
Fakat onda ısrar ve istikrar (devamlılık) söz konusu değildir. Bu gibi şeyler
Allah'ın yardımıyla hemen düzeltilir. Biz, eldeki Tevrat ve İncil nüshalarında
geçmiş peygamberlere isnat edilen birtakım günah ve kabahatların, tahrifler sonucu
olduğundan şüphe etmeyiz. Cenab-ı Hak, peygamberlerin ruhlarına çeşitli
mertebelerde gö n derdiği bu ilahî destekleri, özellikle Hz. İsa hakkında "Biz
onu Rûhu'l-Kudüs ile de destekledik". (Bakara, 2/87) âyetiyle dile getirmiştir.
Meryem oğlu İsa, ruhî bakımdan bilhassa Rûhu'l-Kudüs ile teyid olunmuştur. Bu
gösterir ki, Rûhu'l-Kudüs, Hz. İsa ' nın şahsiyetinin bir parçası değil, sadece
onun destekleyicisidir. Şu halde hıristiyanların, Rûhu'l-Kudüs'ü İsa'nın
şahsiyetine dahil edip, öz şahsiyetinin bir bölümü gibi tasavvur etmeleri bir batıl
inanç örneğidir ve geçersizdir.
Acaba Rûhu'l-Kudüs' ten murad nedir? "Rûhu'l-Kudüs" kelime itibariyle
fevkalade temizlik, taharet ve nezahet yahut bereket ruhu, yahut mukaddes ruh demek ise de
bunun gerçek anlamı hakkında tefsirciler birkaç rivayet nakletmişlerdir.
1- Mücahid ve Rebî'in beyanına göre; "el-Kudüs" el-Kuddûs gibi ilâhî
isimlerdendir. Şu halde Rûhu'l-kudüs, yani Allah'ın ruhu demek olabilir. Nitekim bu
te'yid dolayısıyla Hz. İsa'ya "rûhullah" dahi denilir.
2- İbnü Abbas'dan bir rivayete göre, burada "Rûhu'l-Kudüs" Allah'ın
ism-i azamı (en büyük ismi)dır ki, Hz. İsa bununla ölüleri diriltirdi.
3- İncil'dir, nitekim "İşte böylece sana da emrimizden bir ruh
vahyettik." (Şûrâ, 42/52) âyet-i kerimesinde Kur'ân vahyine dahi "ruh"
denilmiştir.
4- Katâde, Süddî, Dahhâk ve Rebî'in b eyanına ve İbnü Abbas'dan diğer bir
rivayete göre, Rûhu'l-Kudüs Cebrail'dir. Ve buna asahh-i akval, yani rivayetlerin en
sıhhatlisi demişlerdir. Çünkü Peygamber Efendimiz, Hassân İbni Sabit (r.a.) bir
kerre "Kureyş'i hicvet, Rûhu'l-Kudüs seninledir." bu y urduğu gibi, bir
başka zamanda da "Ve Cebrail seninledir." diye buyurmuşlardır. Demek ki,
Rûhu'l-kudüs Cebrail aleyhisselâmın "Rûhu'l-Emîn" gibi diğer bir ismidir.
Nitekim Hassân (r.a.) dahi beytinde "Allah'ın elçisi olan Cibrîl de bizdedir. O
Rûhu'l - Kudüs'ün ise eşi, benzeri yoktur." diyerek Rûhu'l-Küdüs'ün Cebrail
olduğunu göstermiştir. Cebrail'e "rûhullah" dahi denilmesi, diğer bir
ilahî isim olan Rûhu'l-Kudüs'ün aynı mânâya geldiğini doğrular.
Kur'ân diline ait bu kelimelerin göz önünde bulund urulması ile Rûhu'l-Kudüs'ün
Cebrail demek olduğu anlaşılır. Lakin bu takdirde şu soru akla gelebilir: Cebrail Hz.
İsa'dan başka peygamberlere de indiği halde burada "onu Rûhu'l-Kudüs ile
destekledik." ilâhî ifadesinde söz konusu zamire Hz. Musa bile dahi l edilmiyerek
doğrudan doğruya zamirin Hz. İsa'ya tahsis edilmesinin mânâsı nedir? Bu ifadeden
Rûhu'l-Kudüs'ün Cebrail'den başka bir özel ruh olduğu anlaşılmaz mı?
Tefsircilerin açıklamasına göre, cevap hayır. Bu tahsisin anlamı şudur: Ceb
rail'in Hz. İsa'ya başka türlü bir ihtisası vardır ki, diğer peygamberlerde bunun
örneği yoktur. Çünkü Hz. Meryem'e onun doğumunu müjdeleyen Cebrail'dir. Hz. İsa
onun nefhi (üflemesi) ile doğmuş, onun terbiye ve desteğiyle büyümüş, her nereye
gittiyse beraberinde git m iştir. Nitekim Meryem Sûresi'nde "Ona ruhumuzu
gönderdik, o ruh ona beşer şeklinde temessül edip göründü." (Meryem, 19/17)
buyurulmuştur. Âyette geçen "rûhanâ", rûhullah, Rûhu'l-Kudüs,
Cebrail'dir.
Bundan başka bilindiği gibi, İsrailoğulları'nın, Hz. İsa ve annesi Meryem
hakkında iffet ve ismete, onların kudsiyetlerine aykırı sözler söylemiş olmaları
ve âyette esas muhatap olan da yahudiler olduğundan, Hz. İsa hakkındaki bu âyet,
tahsis için değil, fakat bilhassa yahudilerin isnat ve iftiralarına k a rşı Hz.
İsa'yı tenzih için bu teyid özellikle söz konusu edilmiştir. İşte bundan
dolayıdır ki, taharet ve temizlik anlamına gelen "Rûhu'l-Kudüs" ismi tercih
buyurulmuştur. Şunu da burada hatırlatmak lazım gelir ki, Hz. İsa
"Rûhu'l-Kudüs" ile teyid edilmiş t ir, fakat Rûhu'l-Kudüs ile teyid edilen
yalnızca Hz. İsa değildir. "De ki, Rûhu'l-Kudüs, onu Rabbinden hak olarak
indirmiştir." (Nahl, 16/102) buyurulduğu şekilde Peygamber Efendimiz'e Kur'ân-ı
Kerîm'i indiren de Rûhu'l-Kudüs'tür. Oysa Kur'ân'ı ona ind i renin Cebrail olduğu
bilinen bir gerçektir. Demek ki, Rûhu'l-Kudüs Cebrail'dir. Güç ve kuvvet açısından
Cibril veya Cebrail, ismet ve nezahet açısından da Rûhu'l-Kudüs'tür.
İşte ey İsrailoğulları! Görüyorsunuz ki, Allah Teâlâ'nın peygamber ve kitap
göndermesi, emsalsiz ve görülmemiş bir şey değildir, öteden beri devam edip gelen
bir ilâhî gelenek, bir sünnetullahtır. Zikrolunduğu üzere bilhassa size Hz. Musa'dan
Hz. İsa'ya kadar bunca peygamber göndermiş artık size nefsinizin heva ve heveslerine
uy m ayan ilahî emirlerle yeni bir peygamber geldikçe ona uymayı kibrinize yediremeyip,
kafa mı tutacaksınız? o peygamberlerin bir kısmını inkâr edecek, diğer bir
kısmını da inkârla yetinmeyip -Zekeriya, Yahya vesaire gibi- öldürecek misiniz? Yok
artık, o m eydanı boş bulamıyacaksınız. Bu âyetin anlamında Peygamber Efendimiz'i
öldürmeye azmettiklerine açık bir işaret vardır. Soru, bu teşebbüslerini
yüzlerine çarpmak üzere ayıplamak ve kınamak (istifham-ı tevbîhî) içindir.
Bunlar, haklarında nazil olan bütün o güzel nasihatlere, davetlere, acı tatlı
hatırlatmalara, müjdelere ve uyarılara, azarlama ve iltifatlara karşı bakınız ne
dediler:
Meâl-i Şerifi
88- (Yahudiler, peygamberimize karşı alaylı bir ifade ile): "Bizim kalblerimiz
kılıflıdır." dediler. Bilakis Allah, onları kâfirlikleri yüzünden lanetledi.
Bundan dolayı çok az imana gelirler.
89- Yanlarındakini tasdik etmek üzere onlara Allah katından bir kitap gelince, daha
önceleri inanmayanlara karşı onunla yardım isteyip durdukları halde, o tanıdıkları
kendilerine gelince, bu sefer kendileri onu inkâr ettiler. İşte bundan dolayı
Allah'ın laneti kâfirleredir.
90- Ne kadar çirkindir o uğruna kendilerini sattıkları şey ki; Allah'ın
kullarından dilediğine kendi lütuf ve kereminden vahiy indirmesine kafa tutarak, Allah
ne indirdiyse hepsini inkâr ettiler. İşte bu yüzden de gazap üstüne gazaba
uğradılar. Can yakıcı azap asıl kâfirler içindir.
88-Ğulf, "ağlef"in çoğuludur. Ağlef, ğulfe veya ğılafdan kabuklu yani
sünnetsiz ya da kılıflı demektir ki, burada kelime "kaşerli, kaşerlenmiş"
meâlindedir. Yosun tutmuş, duyarlığını yitirmiş anlamınadır.
Hasılı bunlar bizim kalblerimiz kılıflı, yani kaşerlidir, kabukludur dediler.
Bununla Hz. Muhammed'in davetine ve Kur'ân'ın irşadlarına karşı kalplerinin kapalı
olduğunu ve bunları dinlemeğe, anlamağa yanaşmak niyetinde olmadıklarını alay ve
küçümseme ile söylemek ve ilâhî hidayete ihtiyaçları olmadığını iddia etmek
suretiyle akıllarınca iftihar etmek istediler. Hayır, işin aslı öyle deği l, belki
küfürleri sebebiyle Allah onları lanetledi, rahmetinden uzaklaştırdı, "Allah
onların kalplerini ve işitmelerini mühürlemiştir, gözlerine de perde çekilmiştir.
Onlar için büyük bir azap vardır." (Bakara, 2/7) âyetinin
hükmü tecelli eyledi. Onun için bunlar az, pek az iman ederler. Yukarıda "Ey
İsrailoğulları! Size ihsan etmiş olduğum nimetimi hatırlayın, iyi düşünün ve
benim ahdimi yerine getirin ki, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim."
(Bakara, 2/40) âyet-i celîlesiyle yapılan o büyük ve latif davetler ve onu takip eden
yüksek uyarılar karşısında bunların en nihayet "Kalplerimiz
kılıflıdır." diye inat etmeleri ve büyüklük taslayıp iftihar edecek bir
sebepten değil, sırf mel'unluklarından ileri gelmektedir.
89-Nasıl lanetlenmesinler ki, Ne zaman ki, onlara Allah tarafından yeni ve büyük
bir kitap, yanlarında bulunan ve "sizi ahir zaman nebîsi kurtaracaktır" diye
müjde veren Tevrat'ı inkâr etmeyip "O da Allah kitabıdır, verdiği haberler
gerçektir." deyip doğrulayan bir kitap, yani Kur'ân geldi. Daha önceleri ise
onlar küfür ehline, yani müşrik Araplar'a karşı bunun geleceğinden söz açıyorlar
ve bu sayede onlara üstünlük sağlayacaklarına inanıyorlardı. "Allah'ımız
Tevrat'ta özelliklerini yazılı bulduğumuz ahir zaman nebî s i hürmetine bize yardım
et!" diye dua ve istimdat ediyorlar ve müşriklere "Bizim söylediğimizi
tasdik ederek ortaya çıkacak olan bir peygamberin gelme zamanı yaklaştı, gölgesi
üstümüzde dolaşıyor. Biz onunla bir olup sizi Âd ve İrem gibi katledeceğiz."
d iyorlardı.
İbnü Abbas, Katade, Süddî demişlerdir ki, Peygamber Efendimiz'in gelmesinden önce
Beni Kurayza ve Beni Nadir yahudileri, Evs ve Hazreç kabilelerine karşı onunla fetih
isterlerdi. Bu âyet bunlar hakkında nazil olmuştur.
Ne zaman ki, Kur 'ân-ı Azîmüşşan onlara böyle bir halde geldi; o tanıdıkları
kendilerine gelince bunlar onu inkâr ettiler, tanımaz oldular. Allah'ın laneti
kâ... devamı... (8. sayfa)