1. sayfa -
2. sayfa -
3. sayfa -
4. sayfa -
5. sayfa -
6. sayfa -
7. sayfa -
8. sayfa -
9. sayfa -
10. sayfa -
11. sayfa -
12. sayfa -
13. sayfa -
14. sayfa -
15. sayfa -
16. sayfa -
17. sayfa -
18. sayfa -
19. sayfa -
20. sayfa -
21. sayfa -
22. sayfa -
23. sayfa -
(6. sayfa)
e Âdem kıssasından
sonra bu hitap çeşidi ne kadar beliğdir.
Meâl-i Şerifi
40- Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü
tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece benden korkun!
41- Yanınızdakini (Tevrat'ı) tasdik edici olarak indirdiğim (Kur'ân)a iman edin,
O'nu, inkar edenlerin ilki siz olmayın, benim âyetlerimi birkaç paraya değişmeyin.
Ancak benden korkun.
42- Hakk'ı batıla karıştırıp da, bile bile hakkı gizlemeyin.
43- Hem namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, rükû edenlerle birlikte siz de
rükû edin.
44- İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? Halbuki kitab (Tevrat)ı
okuyorsunuz. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?
45- Bir de sabırla, namazla yardım isteyin. Şüphesiz bu, (Allah'a) saygılı
olanlardan başkasına ağır gelir.
46- Onlar ki, Rablerine kavuşacaklarını ve gerçekten O'na döneceklerini bilirler.
40- Ey İsrail oğulları! İsrail, Hz. Yakub'un lakabıdır ki, "yâ"sız ;
"yâ"sız ve "hemze"siz ; "hemze"nin "yâ"ya kalb
(çevrilmes)iyle ; meftûh (üstünlü) "hemze" ile ; ve meksûr (esreli)
"hemze" ile de okunur. İbranî dilinde bunun mânâsı safvetullah (Allah'ın
seçki n i) veya Abdullah (Allah'ın kulu) demek olduğu beyan ediliyor. Şu halde bu
lakabda yahudileri iman etmeye bir harekete geçirme vardır ki, meâli şu olur: Ey
Allah'ın güzide bir kuluna evlatlıkla bağlanmış olan Tevrat ehli! o size vermiş
olduğum büyük nime t i düşünün, hatırlayın, yâd edin. Çünkü zikir kalb ile de
olur, dil ile de. Bu hitap gösterir ki onlar, her şeyden önce nimete talipdirler.
Bununla beraber şükür şöyle dursun, nimetin aslını bile unutmuşlardır. Bunları
Cenab-ı Allah onlara hatırlatacaktır v e bunlardan başlıcası "benden size bir
hidayet gelirse" (Bakara, 2/38) ifadesince kitap ve peygamberliğe işarettir ki,
sonunda Muhammed (s.a.v.)'in gönderileceğini idrakleri ve Medine'ye nebevî hicretle
gelen ilâhî hidayet vardır. Vaktiyle olduğu gibi b ilhassa şimdi üzerinize gelen
büyük nimeti takdir ediniz, ve benim ahdimi (bana verdiğiniz sözü) yerine getiriniz.
Ta Âdem'in yeryüzüne inmesinden bağlandığınız ve Tevrat ile söz verip anlaşma
yaptığınız bir ahdin gereğince, siz herhangi bir zamanda gön d ereceğim hidayet
sebebine uyacak, iman ve itaat edecektiniz ve Musa'nın haber verdiği peygamberlerin
sonuncusuna iman edecektiniz. Benim bu ahdimi Resulüm Muhammed'e uymakla yerine getiriniz
ki ahdinizi (size verdiğim sözü) yerine getireyim. Sizi
cümles ine sokayım. artık benden ve ancak benden korkup sakınınız.
41-Anlaşmayı bozmak ve diğerleri gibi fesatlar, ahlâksızlıklar yapmayınız, ve
özellikle, imanın esası itibariyle yanınızdaki Tevrat'ı tasdik edici olarak
indirdiğim Kur'ân'a iman ediniz ve bütün amellerinizi buna uydurunuz. Baksanıza
Tevrat'taki Âdem kıssası bunda ne güzel hatırlatılmıştır. ve bunu ilk inkâr eden
siz olmayınız. Vahiy nimetini, nübüvvet (peygamberlik) nimetini ilk anlayıp tasdik
edecek olan siz olmanız gerekir. Siz buna ima n etmezseniz, bazı dünyaya ait faydalar
düşüncesiyle etmezsiniz. Fakat benim âyetlerimi, mucizelerimi az paraya satmayınız.
Birkaç para gibi kıymetsiz dünya menfaatlerine değişmeyiniz. Bu âyetlere iman
ederseniz, elinizden kaçacağını sandığınız paraların, dünya ile ilgili
düşüncelerin kat kat üstünde nimetlere erişeceğinizi bilmeniz gerekir. artık
benden ve ancak benden layıkıyle korkunuz, yalnız benim korumama giriniz, takva ehli
olunuz. Önceki âyette "rehbet", (korkmak) burada "ittikâ"
(sakınmak) ile e mredilmesi, onun avam (halk) tabakasına ve seçkin zatlara genel
(umumi) ve bunun havass (seçkinler)a özel bir hitabı hedef alması dolayısıyledir.
42 hakkı batıl ile karıştırıp aldatmayın; doğruyu yalanla, yanlışlarla
bulayıp da bile bile hakkı gizlemeyiniz. Bu âyetin anlamı çok kapsamlıdır. İlme ve
amele dair hususları kapsar. Bilgiçlerin hilelerine, yalan dolanlarına ve
bozgunculuklarına, hatta ticaret ehlinin karışık işlerinden ve hakimlerin haksız
hükümlerine varıncaya kadar hepsine şümûlü vardır. " İnsanları
aldatmayınız, sahtekârlık yapmayınız." meâlinde bir genellemeyi ifade eder.
Bununla beraber (kelâmın) sevki bilhassa ilmî değeri hedef alıyor. Nice kimseler
vardır ki, ilmî gerçekleri bozarlar, kötüye kullanırlar, onları kendi gönüllerine
göre e v irerek çevirerek aslından çıkarırlar, bakırı yaldızlarlar, altın diye
satarlar. Bu durum İsrailoğulları haberlerinde çok vardı. Bunlar, kendi yazdıkları
fikirleri, te'villeri, tercemeleri, Tevrat'ın aslı ile karıştırıyorlar, seçilmez
bir hale getiriyorlar ve bazan da Muhammed (s.a.v.)'e ait vasıflar hakkında yaptıkları
gibi geçmiş kitaplardaki âyetleri saklıyorlardı ki, bu konuda "Yazıklar olsun o
kimselere ki, kitabı elleriyle yazıp, sonra 'Bu Allah katındandır.' derler."
(Bakara, 2/79), "Kelimeleri y erlerinden değiştiriyorlar." (Nisa, 4/46, Maide,
5/13) ve diğerleri gibi başka âyetler de vardır. Bunlar, Tevrat'ın aslını
korumuyorlar, kendi yazdıkları tercemeleri: "İşte Allah'ın kitabı" diye
Tevrat yerine koyuyorlardı. Ve ilmî meselelerde gerçeği tak ip etmeyerek kendi
gönüllerine göre
açıklamalarda bulunuyorlar, arzu ve şehvetlerine sapıyorlar, safsatalar
yapıyorlar, arzularına tabi oluyorlardı. Bu şekilde hak fikri, hak inancı kalmıyor,
aldatma, karıştırma, aldatıcılık hükümran oluyordu. İşte bütün bunlara karşı
İsrailoğullarının bilginlerine genel olarak bu yasaklama hitabı söylenmiştir ki,
Kur'ân'da bu konuda başka bir âyet olmayıp da yalnız bu âyet olsaydı, Kur'ân'ın
terceme ve tefsiri meselesinde ve diğer ilmî vaziyette İslâm'ın tutumunu, ilmî vaz i
fenin şeklini tayin etmek için bu âyet yeterli olurdu. Kur'ân'ın tecrid (soyutlama)
meselesinin ne büyük önemi haiz olduğu, Kur'ân'ı Kur'ân, tercemesini terceme,
tefsir ve te'vili de tefsir ve te'vil olarak bellemek ve belletmek bir hak görev olduğu
unutu l mamalı. "Farsça Kur'ân", "Türkçe Kur'ân" gibi sözlerden
çekinmelidir. Çünkü milyonla terceme ve te'vil yazılır, onlar yine Kur'ân'ın
hakikati olmaz, Cenab-ı Hak buyurmuştur.
43-Bundan başka bir de namazı dosdoğru kılınız ve zekatı veriniz. hem rükû'
edenlerle, yani müslüman cemaat ile beraber rüku' ediniz, eğiliniz, rüku'lu namaz
kılınız. Bunda, hem o namazın başka değil, İslâm'ın namazı olduğuna tenbih hem
de cemaatin varlığına işaret vardır. Çünkü rüku' ile namaz İslâm dinine
mahsustur ve b unun için namazın bölümleri buna bağlı olarak rek'at diye
isimlendirilmiştir ve burada "rüku' ediniz", "namaz kılınız"
mânâsını ifade etmiştir. Şu halde yalnız rüku' (eğilmek) ibadet olmaz. Yahudi ve
hıristiyanlar namazlarında kıyamdan doğrudan doğruy a secdeye giderler, rüku'
etmezler. Rüku', sırtıyle beraber boynunu öne eğmektir. Lügat bakımından secdeye
kadar varabilirse de şer'an (dinen) normali belinden bir dik açı vaziyetinde
bükülmektir. Kıyamdan secdeye kapanmakta bir itidalsizlik vardır ki, bun u rüku'
tamamlar. Ve bu şekilde müslümanın namazı, kalbin düzelme ve temizlenmesiyle beraber
bir mi'racı olduğu gibi, bedene ait hareketlerin de ta'zimi, ağırbaşlılık ve
sükuneti ifade eden her kısmını içerir. Beşer ömrünün geçişini ne güzel tasvir
eder. C i ddî olarak namaz kılmak, zekat vermek, cemaate devam etmek; hakkı gizlemekten
ve hakkı batıl ile bulamaktan men eder.
Bütün bu emirler, bu yasaklar, İsrailoğulları'na hitab etmekle beraber, hükmü
onlara mahsus değildir. İslâm şeriatinde bunlar vardır. "Siz de bunlara iman ve
itaat ediniz." demek olduğu açıktır. Şu halde "sebebin hususu (özel
oluşu), hükmün umumu (genel oluşu)na engel olamayacağı açıktır.
44-Bundan sonra hakkı karıştırmamakla beraber, başkalarına hakkı tebliğ edip de
kendini unutmak da caiz olmayacağını anlatmak için bir özel hitap da vârid
oluyor. Rivayet olunduğuna göre saadet asrı (Peygamberimizin asrı)nda Medine'deki
yahudi bilginlerinden bazıları, kendilerine gizlice gelip: "Muhammed hakkında ne
dersin?" diye soranlara: "Doğrudur, haktır." derler, Resulullah'a
uymalarını emrederlermiş ve fakat kendileri, emirleri altında bulunanlardan ellerine
geçmekte olan hediye ve vergilerden mahrum kalmak endişesiyle ona uyma arzularını
açıklamazlarmış. Bazıları da : "Sadaka veriniz." diy e emreder, fakat
kendileri vermezlermiş. Diğer bazıları da: "Allah'a itaat ediniz, âsî
olmayınız." derler, fakat kendileri sözleriyle amel etmezlermiş. Nihayet bu âyet
münasebetiyle: "Namaz kılınız, zekat veriniz" diyenler olurmuş fakat
kendileri hiç birin i yapmazlarmış. İşte bunların biri veya her biri dolayısıyle
şu âyet de nazil olmuş (inmiş)tur. acaip, siz insanlara birr (yani bol bol iyilik)
emreder de kendinizi unutur musunuz? Halbuki daima kitabı (yani Tevrat'ı) da
okuyorsunuz. o halde akıl etm e z misiniz? Yahut daha akıllanmayacak mısınız?
Fenalık emretmektense, iyilik emretmek elbette iyidir. Fakat aklı olan başkasının
iyiliğini isterken kendini unutur mu?
Birinci olarak, emir bilmâruf (iyiliği emretmek) ve nehiy anil'münker (kötülüğü
yasaklamak)den maksat, başkalarına doğruyu göstermek suretiyle istifade ettirmektir.
Halbuki başkasını irşad edip de kendisini unutmak ve kendisini iyilikten, irşaddan
mahrum etmek, eli selamete çıkarıp, kendini ateşe atmak demektir ki, amelî akıl
açısından bi r çelişki teşkil eder.
İkincisi, insanlara va'z ve ders vererek ilmini ortaya koyup da kendisi, kendi emrini,
kendi öğüdünü dinlememek, kendini ve ilmini fiilen yalanlamaktır. Bu, şahsında bir
çelişki olduğu gibi, halkı bir taraftan aydınlatmak isterken, diğer taraftan
saptırmaktır ki, bu da bir çelişkidir, bunda da bir çeşit karıştırmak vardır.
Aklı olan ise çelişkiye düşmez.
Üçüncüsü, söylediği sözün, verdiği nasihatin bir kıymeti ve kalplerde bir
tesirinin olması arzu edilir. Boşuna emir, boşuna gevezelik akıl kârı değildir.
Halbuki verdiği emir ve öğüdün tersini kendisinin yapması, onun kıymetini kırmak
ve herkesi ondan nefret ettirmektir. Daha açıkçası, bindiği dalı kesmek, oturduğu
evi yıkmaktır ki, bundan büyük budalalık olmaz.
Hasılı, iyilik iyiliktir, elbette insanlara iyiliği emretmek de hadd-i zatında
iyidir ve bir görevdir. Fakat bunu yaparken kendini unutmak, işte budalalık oradadır.
Bu âyette yasaklanan da budur. Bundan dolayı bu âyet fâsıkın (sapık) doğru
söylemek, sözünde ciddi o larak iyiyi söylemek şartıyle va'z etmesini
(öğüt vermesini), iyiliği emretmesini men etmemekle beraber bu gibiler hakkında
gayet büyük ve büyük olmakla beraber zarif (ince) bir inzar (korkutmay)ı içeriyor ve
aptallıklarını anlatıyor. Vâizin, âmirin kendi hakkında ciddi olmasını ve öğüt
verirken herkesten önce kendini düşünmesinin gereğini anlatıyor. Ve bunun özellikle
akıl nokta-i nazarından çok şaşılacak şey olduğunu gösteriyor. Buharî ve
Müslim'de bu konuda şu hadis-i şerif rivayet edilmiştir: Kıyamet g ü nünde bir adam
getirilir, ateşe atılır, ateş içinde değirmen taşı gibi dönmeye başlar. Cehennem
ehli onun etrafını çevirirler: "Ey falan! Sen bize iyilikleri emreder,
fenalıkları yasaklar değil miydin?" derler. "Evet ama, ben size emreder,
kendim yapmazdı m; sizi yasaklar, kendim yapardım." der. Şu halde insan,
başkasına öğüt verirken, kendini unutmamalı, ele telkin verip de, kendi zakkum
salkımı yutmamalıdır. İrşad (halkı aydınlatmak) için doğru söyleyenler böyle
olursa, sapıtmak için eğri söyleyenlerin ha l i kıyas edilsin!..
el-Birr, "geniş hayır" mânâsına isim; "hayırda genişleme"
mânâsına masdar olur ki, esası "geniş alan" demek olan " el-Berr"
kelimesindendir. Bundan dolayı geniş iyilik, bol bol iyilik etmek demek olan
"birr" her türlü iyiliği, her türlü hayrı kapsar ve şöyle
sınıflandırılmıştır: Birr üçtür: Allah'a ibadette birr, akraba (hakkına)
riayette birr, dostlarına muamelede birr.
Görülüyor ki, halk ve seçkinleriyle İsrailoğullarına hitap ederek verilen
emirleri, yasakları izleyerek taaccup (şaşma) ve takrir ifade eden bir soru ile
başlayan ve özellikle âlimleri, âmirleri ve hakimleri hedef alan bu hitab, bütün bu
emirleri ve yasakları bildirme ve bildirimi almada İslâm dininin istediği ahlâk ve
irfanın yükseklik ve ciddiliğini gösteren bir cümlei tevsîk (kuvvetlendirme
cümlesi) olmuş ve bilhassa namaz, zekat, cemaat emirlerini takip etmesi de bunların
ahlâkı güzelleştirmekteki tesirlerine bir işareti içermiş ve bilhassa bildiğiyle
amil (amel edici) olmamanın İsrailoğullarının b i lginlerinin şiarı olduğunu
anlatmıştır.
45-Şimdi bu güzel hitaplara, baştan başa hak ve doğru olan bu beliğ emirlere,
yasaklara, ahlâkî davetlere, irşadlara karşı söyleyecek söz yok, hepsi güzel.
Fakat bu kadar zaruretler içinde bunları yapmak kolay mı? Bu kadar ciddiyete, bu kadar
doğruluğa dayanılabilir mi? derseniz daraldığınız zaman da ihtiyaçlarınıza
sabır ve salât (namaz) ile yardım isteyiniz.
Bunlarla Allah'dan yardım isteyiniz.
Sabır, acıya katlanmak, onu geçirmek için dayanmak ve karşı koymaktır ki, her
ferahın, her başarının anahtarıdır. Baştaki darlığın, sıkıntının geçmesi
için Allah'ın yardımını celbedecek sebeplerin birincisidir. Sabırsız ruhlar her
zaman darlık içindedir. Onların, dünyaya ait olaylara hiç dayanıklılıkları
yoktur. H er şey ister, her şeyden rahatsız olurlar. Genişlik zamanında eldeki
nimetin kıymetini bilmezler, gözleri daima başkasındadır. Az bir yokluk görünce
tahammül edemez, hemen mahvolurlar. Halbuki dünyada değişmeyen, tahavvül etmeyen
hiçbir şey yoktur. Bunda n dolayı bir darlığa düşmüş olanlar, Allah'a kalbini
bağlayarak, bunun da Allah'ın izniyle geçeceğine iman eder ve Allah'ın yardımını,
mutluluk ve ferah gününü temiz kalp ve olgun iman içinde beklerse sonuç kurtuluş
olur. Ve hiçbir fenalığa düşmeden kurtul u ş olur. Bunun için nefisleri sabra
alıştırmalı, insan sabrı alışkanlık edinebilmelidir. Bu alışkanlık, acıyı
bırakmak için değil, def etmek içindir. Ve bunun (yani sabra alışmakla nefsi
süsleyebilmenin) en iyi çaresi oruçtur. Oruç insanı, her halde, sabra alıştırır,
tiryakilikleri tedavi eder. Bundan dolayıdır ki, buradaki sabır, doğrudan doğruya,
oruç ile de tefsir olunabilir ve olunmuştur. Fakat her iki halde de burada aslî
kastedilen şey, bizzat sabır mânâsıdır, oruç bunun bir vasıtasıdır. Bununla
berab e r namazın bu konuda da büyük önemi ve faydası vardır. İnsan yıkanır,
temizlenir, ayıplarını, ayıp yerlerini kapatır. Bunları yapmak için emek ve mal da
sarfeder. Yüzünü kıbleye çevirerek istikametini (yönünü) tayin eder. Kalbini iyi
niyetle doldurur. Gönü l buhranlarını, şeytan vesveselerini atarak, ruhunun birlik
duruluğunu incelemeye çalışır, bütün uzuvlarıyle ve büyük bir saygı ile
tekbirini alır ve ibadete koyulur. Dünyanın acılarını, tatlılarını şöyle bir
tarafa atar, Hak Teâlâ'ya dua eder, onunla konuşur. Kur'ân'ını okur, dinler, onun
huzurunda hayatın akışını, başlangıcını, sonucunu arz eder, Kitap okur; dikilip
beklemek, eğilmek, defalarca kapanmak, yine kalkıp doğrulmak, nihayet oturup dinlenmek
ve sonunda selam ve esenliğe ermek ve o anda gaybtan ş e hadet (görünürlüğ)e
geçerek, şehadet getirmek gibi ruhî, bedenî büyük bir nizam ve intizam ile bir mirac
yapar. Ve hiç şüphesiz bu ulvî manzaralar içinde nefisler, zahir (dış) ve batın
(iç)larında kaybetmek üzere bulundukları intizamı yeniden temin ederle r. Sabırdaki
acılıkları da unutur veya hafifletirler ve bütün bunlar ilâhî yardımın celbine
aracı olur. Darlıktan patlayacak dereceye gelen o fena nefisler kuvvetlerini,
itimatlarını arttırırlar, sıkıntı zamanlarının kolaylıkla geçmesi için imkan
bulurlar v e fazla olarak ayrıca bir saadet zevki, bir bahtiyarlık duyarlar, bir ruh
kazanırlar ve bu sayede yalan dolan, karıştırma, hakkı gizleme, aldatma, aldanmak,
düşmanlık, tecavüz gibi zilletlerden, düşüklüklerden kendilerini kurtarırlar
ve o yüzden gelecek çi rkin menfaatlere tenezzül etmeksizin sonunda ilâhî
yardımın büyük tecellilerine ererler. Çünkü bütün dünyadaki beşerî
ızdırabın esası, genel ahlâkın düşmesinde ve hak yerine batılın itibar
kazanmasındadır. Allah'ın öfkesini celbeden de budur. Yoksa Allah'ın rahmeti âleme
şamildir. Evet ama, bu sabır, bu namaz, böyle yardım dileme kolay mı? şüphesiz bu
da kolay değil, ağır ve büyük bir iştir ama ancak hâşiîn (layıkıyle korkanlar)e
değil, başını öne alıp düşünen saygılı kimselere ağır gelmez, hatta zevk v
erir, meleke (alışkanlık) olur.
46- o saygılı kimseler ki şunları, şu demleri gözetirler, her halde kendilerinin
bir gün olup Rabb'lerine kavuşacaklarını, Rabb'lerinin lika (karşılama)sına
ereceklerini, ve her halde dönüp ona varacaklarını, amellerinin mükafatını
alacaklarını sayarlar. İşte bunların her halde olacağını bir galip ve kuvvetli zan
ile olsun bilenlere, sabır ve namaz ile yardım dilemek ağır gelmez. Bunlara ağır
gelmezse, hiç şüphesiz yakîn sahibi olan iman ehline hiç ağır gelmez.
"Zann"ın bazan ilm-i yakîn (kat'i ilim) mânâ-sına geldiği vardır. Burada
bir hayli tefsir âlimleri bu mânâ ile te'vil etmişler ve bunda zan ile iman
olamayacağı esasını ve "hâşiîn"in, mü'minînden ehas (daha hususi,
özel) olması düşüncesini gözetmişlerdir. Halbuk i zannı, yakîn ile te'vil
etmektense, hâşiîni lügat mânâsından almak âyetin siyakı (gelişi)na daha
uygundur. Huşû "boyun eğmek", iman ve îkân (sağlam bilgi) ile ilgili
olabileceği gibi, galip zanla da olabilir. Zira galib zan, amelin vacip olduğunu ifad e
eder. Yarın gelmesi galib zan ile zannolunan bir hayır veya şerre karşı akıllı
insan kayıtsız davranamaz. Şu halde sabır ve namaz, galib zan ile hareket edildiği
takdirde bile, insana ağır gelemiyeceği açıklanınca, bunun yakîn ve iman ile
hareket edildiğ i takdirde hiç ağır gelmiyeceği ve hatta katıksız zevk olacağı
öncelikle anlaşılır bu da âyetin sevkinin İsrailoğulları'na hitap olması
itibariyle daha özgün ve daha faydalı olur. Burada diğer bir mânâ daha muhtemeldir
ki onu da meâlde gösterdik.
Şimdi bir taraftan İsrailoğulları'nı nimeti yadetmekle İslâm'a davet eden bu
hitabı kuvvetlendirmek ve te'yit etmek, diğer taraftan da geçmişte nail oldukları
nimetleri hatırlatmak ve onlardan mahrum oluşlarının sebeplerini anarak İslâm dinini
kabul ettikleri t akdirde o geçmişten daha şanlı bir geleceğe nail olabileceklerini
ve aksi halde dehşetli bir korkutmaya maruz bulunduklarını ve bunların karşısında,
düşük menfaatler arkasında dolaşmanın çok vahim (korkunç) olduğunu anlatmak için
şöyle bir nida (çağrı), b i r hitap daha yöneltiliyor ki, bu, bir taraftan kısaca
bir özet, diğer taraftan bir tafsîl (etraflıca anlatma) başlangıcıdır:
Meâl-i Şerifi
47- Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti ve vaktiyle sizi âlemlere üstün
kıldığımı hatırlayın.
48- Ve öyle bir günden korunun ki, kimse kimsenin yerine bir şey ödeyemez, kimseden
şefaat da kabul edilmez, kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım da
yapılmaz.
47- Ey İsrailoğulları, benim size verdiğim nimetlerimi hatırlayın ve özellikle
şunu hatırlayın ki, ben sizi geçmişte (yani Musâ ve onun değişmeyen evlatları
zamanında) bütün âlemlere üstün kılmıştım. Hepsinin üstüne çıkarmıştım,
siz o zaman âlemin en yüksek milleti olmuştunuz. Hani onları ne yaptınız? Onları
nasıl ele geçirm i ştiniz ve niçin elden çıkardınız biliyor musunuz? Haydi
düşünün, ne idiniz, ne oldunuz düşünün!..
48- Hem ilerde öyle bir günün hesap ve azabından sakının, korunun ki, o gün
kimse, kimsenin adına bir şey ödeyemez, kimseden şefaat da kabul olunmaz, kimseden
fidye de alınmaz, bunlara hiçbir taraftan bir meded de yapılmaz. Hasılı kimse
kimsenin başına gelecek azabı hiçbir şekilde defedemez. Ne zorla def edebilir, ne
kolaylıkla. Zorla def edemez, çünkü yardım yok. Kolaylıkla da def edemez, çünkü
ya bedava olacak, ya karşılıklı. Bedava olacak olan bir şefaattir, o kabul edilmez.
Karşılığı da ya verileceği ayniyle vermektir, halbuki ödemek yok veya başkasıyla
vermektir, halbuki fidye yok. İşte böyle bir kıyamet günü vardır. O gelmeden bundan
sakınmalı, bundan korunmalıdır. Demek ki bundan korunmak mümkündür. Fakat geldikten
sonra ahirette
değil, o gelmeden önce dünyadayken korunmak mümkündür. Çünkü: "Melekleri
gördükleri gün, işte o gün suçlulara müjde yoktur." (Furkan, 25/22) melekler
görünüp olaylar başlayınca, o gün günahkârlar için bir müjdeye imkan kalmaz.
Mu'tezile (mezhebinde olanlar) bu âyete dayanarak, ahirette buyük günah işlemiş
olanlara şefaat edilmeyi reddetmişlerdir. Fakat burada şefaatin kabul olunmaması
özellikle kâfirler hakkındadır. Ve hitap küfürde ısrar edenlere mahsustur. Zira
İsrailoğulları kendilerinin babaları ve dedeleri olan peygamberlerin her halde
kendilerine şefaat edeceklerine inanıyorlardı. Bu âyet, bunu reddediyor. Yoksa diğer
âyetler gelecektir ve hadisler de vardır ki, Allah'ın izniyle yine şefaat olur.
Yasaklanmış olan şefaat herkesin kendiliğinden ve Allah'ın iznine bağlanmadan
yapılacağı düşünülen şefaatlerdir. Şu halde kendiliklerinden şefaat edebilirler
zanniyle peygamberlere ve velilere tapılmamalı, ancak Allah'a ibadet etmelidir ki, o
istediğine her istediği zaman şefaat ettirir. Ve bununla beraber kıyametin
başlangıcı öyle korkunçtur ki, o sırada şefaat da bahis konusu değildir. Herkes
kazancıyla kalabilecektir ve bu âyet o zamanı anlatmaktadır.
Bu özetleme ve korkutma (veya sakındırma)dan sonra, o nimetler ve bunlara karşı
İsrailoğulları'nın durumları gelecek şekilde açıklanıyor.
Birincisi:
Meâl-i Şerifi
49- (Hem hatırlayın ki bir zaman) sizi Firavun ailesinden de kurtardık, (onlar) size
azabın en kötüsünü reva görüyor, oğullarınızı boğazlıyor, kadınlarınızı
sağ bırakıyorlardı. Ve bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardı.
49-(Âyetin başındaki vav ), "nimeti hatırlayın" ifadesine mâtûf
(bağlı)dur. Şu halde (ibarenin takdiri): "hatırlayın ki, sizi
kurtarmıştık" demek olur. Burada "nimetimi hatırlayın ki, sizi
kurtarmıştık" takdirini tercih edenler varsa da gelecekteki hatırlatmalar
nimete ve ona karşı vaki olan durumları da kapsadığından, hatırlatmayı ıtlakı
(genelliği) üzere bırakmak daha belağatlı olacaktır. Bu gibi hatırlatma ve ihtar
yerlerinde biz "hani" deriz. "Hani" kelimesi gerçi esasen
"nerede" mânâsına yerini sormak içindir. Bununla beraber, "hani o
günler" gibi hasret çekme ve "hani hatırlarsın ya!" gibi mücerr e d
(soyut) hatırlatma için de kullanılır ki, öncekinin gereğidir. Ve bu makamda
kullanma meâl olarak uygun olabilir.
Ve hem o zamanı hatırlayın ki, hani sizi Firavun ailesinden tamamen kurtarmıştık.
Çünkü o zaman kurtarılan yalnız dedeleriniz değil, onların dolayısıyle sizdiniz,
bütün İsrailoğulları idi. Siz İsrailoğulları onların elinde ne halde idiniz? O
Firavun ailesi size azabın kötüsünü peyliyor, canınıza kıyıyorlardı.
"Sevm = , mal peylemek, zulüm yüklemek, derde sokmak salmak, bi r sîmâ vermek
(yani dağlamak) mânâlarına gelir ki, her biriyle tefsir edilmiştir. Her halde bir
suikast mânâsını ifade eder. Hikaye ediliyor ki, bunlar sınıf sınıf esir, amele
gibi ayrılmış ağır yapı yapmakta, yıkmakta, dağlardan kayalar yontup taşlar
taşımakta, kerpiç, kiremit pişirmekte, marangozluk, demircilik ve daha bunlar gibi
ağır hizmetlerde çalıştırılır, zayıflarına da vergiler konulurmuş. Fakat bir
çok tefsir âlimine göre buradaki kötü azab kendisinden sonra atf bulunmadığından
şu cümlelerle açık l anmış olandır: oğullarınızı boğazlıyorlardı da
kızlarınızı ve kadınlarınızı güya sağ bırakıyorlardı. Elbette bu bırakış
da hayır için olmuyordu. O kızlar bu elemler (acılar) içinde büyüseler bile,
oğlanlar kalmayınca, hepsi başkalarının elinde kalacak, neticede bütün nesil yok
olacaktı. Diğer bir mânâ ile: Kadınların rahimler (döl yataklar)ini yokluyorlar,
çocuk alıyorlardı. Üçüncü bir mânâ ile: Kadınlarınıza haya edilecek
(utanılacak) şeyler yapıyorlardı. Birincisinde "istihya", "hayat"
kelimesinden; i k inci ile üçüncüde "haya"dan gelmiştir. ve bu sırada
Rabbiniz tarafından size büyük bir imtihan vardı. Azab ile imtihan, kurtuluş
sebeplerini hazırlamak için imtihan; necat (kurtuluş) ile deneme de kendi başına bir
devlet ve millet oluşturarak, yeryüzünd e ki diğer devletlere üstün bir şekilde
güzel amel ve ahlâk ile yaşama imtihanıdır. "Belâ = aslında tecrübe ve
imtihan demektir. Fakat bu deneme, bazan hayır ve bazan şer ile olur. Ve çoğunlukla
başlangıç şer ve sıkıntı mânâsını içine alır. Burada iki yön de vardır.
Azab, bir bela ile imtihan; kurtuluş da bir hayır ile imtihandır.
Malumdur ki Fir'avn, Mısır'da Amalika hükümdarının lakabıdır. Çoğuluna
"ferâine" denilir. Nasıl ki Rum krallarının bazısına Kayser, bazısına
Herakl
(kral); Habeş krallarına Necaşî; Yemen meliklerine Tübba; İran hükümdarlarına
Kisrâ; Türkler'inkine Hâkân deniliyordu. Buradaki Firavun'ın ismi hakkında da
çeşitli rivayetler vardır:
1- Velid b. Mus'ab (İbn İshak ve diğerleri)
2- Fantus (Mukâtil).
3- Mus'ab b. Reyyân.
4- Mugîs (bazı tefsir bilginleri).
5- Kabus (Ebu Hayyân), "Tarih-i Kâmil" de Kabus b. Mus'ab b. Muaviye diye
göstermiş ve yerine kardeşi Velid'in geçtiğini de nakletmiştir. Bu isimler hep
Arapça olduklarına göre, o zaman Mısır halen Araplar'ın elindeymiş demek olur.
Ancak Fantus ismi diğerlerine benzemiyor ve böyle olması bazı genel tarih kitaplarına
uygun düşüyor.
"Âl = " kelimesi "Ehl = "den alınmış ise de aralarında fark
vardır. "Âl", başlıca şan ve şöhret sahiplerine söylenir. Âl-i Firavun,
Firavun'un dininin ehli, kavmi ve bilhassa tâbileri ve köleleri. "Firavun'dan
kurtarmıştık" denilmeyip de "Firavun ailesinden" buyurulmasında önemli
bir nükte anlaşılıyor ki, bununla yapılan zulümlerin temsilcisi Firavun'sa da, bunda
asıl sorumlu l uğun ondan daha çok ona uyanlara ait olduğu ifade edilmiştir. Çünkü
Firavun yaptıklarını bunların eli ve bunların hizmeti ile yapmıştır.
Deniliyor ki bu şekilde İsrailoğulları'ndan öldürülen çocukların toplamı
dokuzyüz doksan bine ulaşmıştı. Buna sebep de bunlardan doğacak bir çocuğun
Firavun'un hükümetini yok edeceği hakkında kâhinlerin verdiği bir haber veya
Firavun'un gördüğü bir rüya olduğu öteden beri nakledilir. Ne ibrettir ki, bu
zulümler bir fayda vermemiş ve sonunda o çocuk doğmuş, Firavun'un kendisine
beslettirilmiş, Hz. Musa olmuş ve yine Allah'ın takdiri yerini bulmuştur. Acaba buna
gücü yeten Cenab-ı Allah'ın o kadar masum (günahsız)un kesilmesine izin vermekte
hikmeti ne idi? Buna Ebu's-Suûd, tefsirinde işaret ediyor. Fakat daha önce Muhy i ddîn
Arabî hazretleri "Füsûs"unda meâlen şöyle izah etmiştir: "Bu
çocuklar hep Hz. Musa'ya hayatında imdat olmak ve onun ruhaniyetini takviye
(kuvvetlendirmek) için öldürülmüşlerdir. Çünkü bunların her biri Musa diye, Musa
hesabına, hasılı Musa için öldür ü lüyorlardı. Çünkü Firavun ve Firavun ailesi
Musa'yı henüz bilmiyorlarsa da Hak Teâlâ biliyordu. Elbette bunların her birinin
alınan hayatı Musa'ya ait olacaktı, zira gaye o idi. Bu çocukların
hayatı ise hep fıtrat üzere bulunan temiz birer hayat idi. Nefse ait maksatlarla
kirlenmemiş. -Âdem kıssasında açıklandığı üzere meleklerin secdesi devrindeki-
fıtrat ve aslî yaratılış üzere bulunuyorlardı. Hz. Musa, Musa diye öldürülen
bütün bu çocukların hayatları toplamı olacak ve Musa'nın hayatı bunların
toplamına denk olacaktı. Her birinin ruhundaki yetenek ve kuvvet Musa'nın olacak,
Musa'da tecelli edecekti. Demek ki bütün bunlar sağ olsalar ve öyle tertemiz
büyüseler, toplamlarından nasıl ve ne kadar bir ruhî kuvvet hasıl olacaksa Musa'nın
ruhunun kuvveti ona de n k olacaktı. Firavun'un başındaki orduya karşı, Musa, başlı
başına böyle bir ordu idi. Bütün o kesilen çocukların ruhları, Musa'nın ruhunun
emri altında idi. İşte Allah Teâlâ onlardaki güçleri ve kuvveti toplamış, Hz.
Musa'ya vermişti ve vermek için bunu y a pmıştı. Bu da Hz. Musa'ya verilmiş bir
ilâhî özelliktir ki, ondan önce peygamberlerden hiç birine nasip
olmamıştı..."
İmam Râzî hazretleri der ki: "İnsanın başka bir el altında ve üzerinde
istediği şekilde kullanılabilecek bir halde bulunması, özellikle bu hal içinde bir
de ağır, zor, pis işlerde kullanılması azab şekillerinin en şiddetlilerinden
olduğunda şüphe yoktur. Hatta buna maruz kalanlar çoğunlukla ölümü temenni
ederler. İşte Cenab-ı Allah'ın burada açıkladığı birinci nimet bu kötü azabtan
kur tulma nimetidir."
Demek oluyor ki, bu âyette önce hürriyet ve istiklal nimeti anılmış ve esirlik
mahkumluğunun feciliği hatırlatılmıştır.
İkincisi:
Meâl-i Şerifi
50- Hani bir zamanlar sizin için denizi yarıp, sizi kurtardık da Firavun'un
adamlarını suda boğduk, siz de bakıp duruyordunuz.
50- ve hani sizinle -bölük bölük- denizi yarmıştık da sizi toptan
kurtarmıştık. ve başınıza bela kesilmiş olan Firavun ile adamlarını suda
boğmuştuk. siz de bakıp duruyordunuz. Gözlerinizin önünde olan bu olay, sizin için
ne büyük nimet idi. Bu deniz Mısır'ın civarındaki denizlerden birisi ki, adına
"İsaf" denilirmiş ve bugün ona "Bahr-i Kulzüm"
adı veriliyor. Bizim "Şap Denizi" dediğimizin aslı "İsaf"
denizi imiş. Bugün 'Kızıldeniz" adıyla anılmaktadır. "Kulzüm"
şimdiki Süveyş'in yerinde kurulu bir şehir imiş. Kulzüm esasen yutmak anlamına
gelmektedir. Ona "Kulzüm Denizi" denilmesi, bu şehirden ve Firavun'un
adamlarıyla birlikte orada suda yutulmuş olmasından dolayıdır. Kâmus Şerhi'n d e
böyle naklediliyor. Bu âyette Firavun'un boğulması açıkça beyan edilmemiş ve
yukarıda geçtiği şekilde asıl Firavun ehlinin cezası gösterilmiş ve Firavun da
bunların içine dahil edilmiş. İleride bu boğulmayı daha ziyade açıklayan âyetler
gelecektir. "Siz i nle yarmıştık" demek, yaran bizdik, siz de buna bir sebep,
bir vasıta olmuştunuz demektir. "Sizin için" diye de tefsir edilmiştir.
Şuna dikkat edilmek gerekir ki, Kur'ân-ı Azîmüşşan, bu gibi olayların olduğu
tarihleri değil, asıl taşıdıkları fevkalâde ibr e t noktalarını ve yüce
yaratıcının kudretiyle ilgili yanlarını anlatmak ve hatırlatmak istiyor.
Üçüncüsü:
Meâl-i Şerifi
51- Hani bir zamanlar Musa'ya kırk gecelik vaad verdik de sonra siz onun arkasından
buzağıyı put edindiniz ve o halinizle zalimler idiniz.
52- Sonra yine de sizi affettik, artık şükretmeniz gerekiyordu.
51- Ve hani biz Musa ile kırk geceye vaadleşmiştik. Ona kırk gece Tur'da kalıp
münâcât ve vahiy için bir vakit tayin etmiştik. O da buna icabet edip Rabbinin
mîkatına (tayin ettiği yere) çıkmıştı. Ebu Amr, Ca'fer ve Yakub () kırâetlerinde
elifsiz olarak okunur. Bu takdirde, "Hani biz Musa'ya tam kırk geceyi va'detmiştik
de sonra siz onun arkasından buzağıya tapmaya başlamıştınız: Samirî'nin
yaptığı altı n buzağı heykeline tapmıştınız. Halbuki, siz o halinizle
zulmediyordunuz.
52- Sonra bütün bunların arkasından sizi affettik, o günahları
sizden sildik. "Afiv" kelimesi esasen mahvetmek, silip yoketmek anlamına
gelir. Bu anlamdan edatı ile kullanıldığında günahı mahvetmek mâ-nâsına gelir.
Birinci anlamda , ikincide deniliyor. ki bu sebeple olsun şükretmelisiniz: O
zulmünüzle beraber affın ne büyük nimet olduğunu anlayıp düşünmeniz ve bunun
şükrünü eda etmeniz gerekir.
Hz. Musa'nın nesebi; Musa b. İmrân b. Yashir b. Kahis b. Levi b. Yakub b. İshak b.
İbrahim diye nakledilmektedir. Levi soyundan olduğu meşhur olmakla beraber İmrân ile
Levi arasında daha fazla kişi bulunması ve silsilede zikrolunan isimlerin bu soyun
meşhurları olması kuvvetle muhte m eldir. Zira Hz. Yusuf'un Mısır'a girmesi ile Hz.
Musa'nın Mısır'dan çıkışı arasında dörtyüz sene geçmiş olduğu naklediliyor.
Doğrusunu Allah bilir.
KIRK GECE: Hz. Musa'nın denizi geçtikten sonra Allah tarafından vaad olunan kitap
için bir mîkat olmak üzere tayin edilen ve Zilkâ'de ayının başından Zilhicce'nin
onuna kadar gündüzüyle birlikte devam eden bir ay on günlük müddettir ki, Hz. Musa
bu süreyi Tur'da oruçlu olarak geçirmiş ve nihayet münâcât ile bizzat ilâhî
kelama mazhar olmuş ve Tevrat levhal a rı kendisine inzal buyurulmuştu. Bununla ilgili
olarak diğer sûrelerde daha birçok âyetler gelecektir. Aylar geceden başladığı
için gün ile sayılmayıp gece ile sayılmış ve "kırk gece" denilmiştir.
Bunda bir incelik daha vardır; ilâhî tecelliler fecir gibi daima geceleri takip eder.
Kara günler de geceden sayılır. İsmail Hakkı (Bursevî) Hazretleri der ki; tarikat
ehli kırk günlük sülûkü bu âyetlerden almıştır. Dilimizdeki "çile"
tabirinin de aslı yine budur. Farsça kırk mânâsına "çil, çihil"
kelimesinden g e lir ve "kırk" demektir. İşte Hz. Musa İsrailoğulları'nı
denizden geçirdikten sonra Tur'da ilâhî emre uygun olarak çile çıkarırken onlar
buzağıya tapmaya başlamışlardı ki, ne kadar haksız ve nankörce bir tutumdur.
Bununla beraber yine ilâhî affa uğradılar ki, burada işte özellikle bu af nimeti
onlara hatırlatılıyor. Bu affın nasıl gerçekleştiği hemen aşağıda ayrı bir
nimet olarak beyan edilecektir.
Dördüncüsü:
Meâl-i Şerifi
53- Ve hani bir zamanlar Musa'ya o kitabı ve furkanı verdik, gerekirdi ki, doğru
yolda gidesiniz.
53-Musa'ya verilen kitabın Tevrat olduğunda ihtilaf yoktur. Fakat bu furkanın,
Kur'ân'ın olduğu gibi, Tevrat'ın da bir sıfatı olması veya Tevrat'taki şer'î
hükümler veya Tevrat'tan ayrıca "yed-i beyza" ve "asâ" gibi
mucizeler yahut bir zafer ve ferah olması da ihtimal dahilindedir. Zira
"furkan" aslında iki şey arasını kesin olarak ayırmak demektir. Hak ile
batılı, küfür ile imanı, helal ile haramı birbirinden kesip ayıran her şeye furkan
denilir. İşte bu mânâ iledir k i, Kur'ân'ın özel lakabı olmuştur. Tevrat dahi
esasen hak ile batılı ayıran ilâhî bir furkandır. Burada atıf dolayısıyla
furkanın Hz. Musa'ya kitap ile birlikte verilmiş olan başka kudret ve hakimiyet olması
bizce daha münasip görünüyor. Tur'dan kitap ile dönüp gelmesinde de bunun, hususî
bir tecellisi olmuştur ki, gelecek âyet kısmen bunun açıklaması demektir. Şu halde
dördüncü nimet Hz. Musa'nın Tur'dan kitap ile gelmesidir.
Beşincisi:
Meâl-i Şerifi
54- Hani bir zamanlar Musa kavmine dedi k i; Ey kavmim cidden siz o buzağıyı put
edinmekle kendi kendinize zulmettiniz, bari gelin Rabbinize tevbe ile dönün de
nefislerinizi öldürün. Böyle yapmanız Bârî Teâlânız katında sizin için
hayırlıdır, böylece tevbenizi kabul buyurdu. Gerçekten de o Tevvab ve Rahîm'dir.
54-Burada bir taraftan yukarıdaki af nimeti açıklanmış olmakla beraber, bir
taraftan da bu açıklama içinde furkanın tatbikiyle buzağı fesadının gideriliş
şekli, tevbe ile tevbeye vesile olan ibretli ve incelikli nimetler hatırlatılmıştı
r.
Ve hani Musa kavmine, ey kavmim demişti, siz buzağıya tapmanızla kesinlikle
kendinize yazık ettiniz, öyleyse Bârî Teâlâ'nıza, yüce hâlikınız
(yaratıcınız), pâk yaratıcınıza tevbe ediniz de hemen kendinizi katlediniz,
nefislerinizi öldürünüz. Böyle yapmanız yani tevbe ile öldürme işini yerine
getirmeniz, Bârî Teâlâ'nız katında sizin için hayırlıdır. Böyle demiş ve bunun
üzerine Bârî Teâlâ tevbenizi kabul etmiş idi. Şüphesiz o, öyle Tevvâb (tevbeleri
kabul edici), öyle Rahim (merhamet li) dir.
Burada "Musa size demişti" denilmeyip de "kavmine demişti"
buyurulması, yine bunun gibi yukarıdan beri nimetlerde hep "Biz, Biz" diye
bizzat ilahî tasarruflar şeklinde tek tek sayılıp gelirken, görüldüğü gibi Hz.
Musa'nın tebliğ ve tasarrufuna geçilmesi, Tevrat'ın nüzûlünden sonra onun Allah
tarafından başkaca bir kuvvet iktisap etmiş olduğuna ve artık İsrailoğulları
üzerinde hükümleri icraya başlamış bulunduğuna işaret etmektedir ki, bunda önce
hükümet nimeti olarak furkanın tatbikatı hatırl a tılıyor. Fakat bu nimet doğrudan
doğruya değil, Hz. Musa dolayısıyla vekaleten açıklanmış ve ancak neticesi ve
semeresi olan tevbe ve hallerinin ıslahı, daha yukarıda geçen nimetler gibi fakat
üçüncü şahıs (gaib) sîgasıyla yine bizzat Bârî Teâlâ'ya bağlı o larak beyan
olunmuştur. Bu beyanın üslubundaki inceliklerin tek tek açıklanması başlıbaşına
bir kitap olur. Fakat görülüyor ki, bu beyanın esas hedefi, hükümet nimetinin başta
değil, ancak neticedeki düzelme dolayısıyla bir ilâhî nimet olduğunu hatırlatma k
tır. Tevbe ve öldürme emrinin sorumluluğu Hz. Musa'ya ait bir vekillik tasarrufu,
neticede meydana gelen düzelme de bizzat ilâhî bir ihsan olmuş oluyor. Ve furkan o
zaman meydana gelmiş oluyor. Kavim ünvanı altında "Siz nefislerinize
zulmettiniz." deni l iyor.. Bu da gösteriyor ki, nefse zulmetmek, ferdî nefisten ve
kavmî nefisten daha umumî bir ifadedir. Şirkin zararı millete, milletin zararı da
fertlere racîdir. Ve buzağıya tapma meselesi, Musa'nın kavmi içinde büyük bir
bozulmaya ve karışıklığa sebep o l muş ve bu belanın temizlenmesi birtakım
nefislerin ölmesini ve can kaybını gerektirmiştir. "nefislerinizi
öldürün" ifadesi mefhum olarak üç mânâya gelebilir. Birincisi hakikat anlamı
ki, herkesin kendi kendini öldürmesidir, yani intihar etmesidir. Lakin böyle olsa idi
muhatap olarak kavim kalmaz veya ancak asîler kalırdı. Şu halde kastedilen mânâ bu
değildir. İkincisi, işin geleneksel gerçeğidir ki, esasen kardeş olan bir kavmin
fertleri, haydi bakalım şimdi birbirinizi öldürünüz, demektir. Çoğunlukla te f
sirciler bu mânâyı gözetmişlerdir. Tur'a giden Hz. Musa'nın
arkasından Sâmirî, altından bir buzağı heykeli yapmış, onu bağırtmış ve
Apis öküzüne tapan Mısırlılar ve diğer puta tapıcılar gibi,
İsrailoğulları'nın bir kısmını, "İşte Musa bunu aramaya gitti." diyerek
ona taptırmış ve çok yakın bir zamanda bizzat şahit oldukları nimetlere karşı
nankörlük yapıp bir bozgun ve karışıklık çıkarmış, kavmin diğer bir kısmı
Hz. Harun ile beraber bu gidişi önleyememiş ve Hz. Musa'nın dönmesini
beklemişlerdir. O zamana k adar da bu karışıklık gittikçe yayılmış, Hz. Musa
Tur'dan dönünce Furkan'ın hükmü ile hepsine birden "kendinize yazık
ettiniz" diye hitap etmiş, hem buzağıya tapanlara, hem de ses çıkarmayıp
bekleyenlere, bu günahlarından dolayı hemen tevbe etmelerini ve t evbe edenlerin,
etmeyenleri derhal öldürmelerini emretmiş ve bu iç savaş Allah'ın izniyle zaferle
sonuçlanmış. Bunun üzerine İsrailoğulları da hallerini ıslah edip uslanmışlar.
İşte burada bu olay hatırlatılmıştır. Hikaye olunduğuna göre bu olayda ölenler i
n sayısı yetmiş bine ulaşmıştır. Buna buyurulmayıp da buyurulması, hadisenin
dahilî ve acıklı olduğuna ve nefse zulmetmenin mânâsına işarettir. Üçüncüsü
ise sırf mecazî olmasıdır ki, nefsinizi öldürünüz, yani günahınıza nedâmetle
gam ve kederden canınızı çıkarın yahut şehvetlerden nefsinizi men etmekle riyazet
(perhiz) ediniz. Size bu kötülükleri yaptıran, sizi şirke saptıran hep nefsanî
isteklerdir. Tevbe de bunların kırılması ile faydalı olur ve ancak o zaman kabul
edilir demektir. Bu te'vil de gözet i lmiştir. Bu da güzeldir, fakat bir işarî
mânâdır.
Bârî, yaratırken ayıpsız ve noksansız yaratan demektir, ki,
"hâlîk"dan daha özeldir ve bunda ilk yaratılışı hatırlatma vardır.
Altıncısı:
Meâl-i Şerifi
55- Hani bir zamanlar "Ey Musa biz Allah'ı açıkça görmedikçe senin sözünle
asla inanmayacağız." demiştiniz de bunun üzerine sizi yıldırım çarpmıştı
ve siz de bakakalmıştınız.
56- Sonra şükredesiniz diye sizi ölümünüzün ardından yeniden diriltmiştik.
55- Ve hani hatırlarsınız ya, siz "Ey Musa, biz Allah'ı aşikâre, açıktan
açığa görmedikçe sana asla inanmayacağız." demiştiniz de bunun üzerine sizi
yıldırım çarpmış, bir başka deyişle dehşetli bir darbeye tutulmuş,
yıkılmıştınız. Ve kımıldanmaya dermanınız kalmamış, sa d ece bakıp
duruyordunuz. Demek ki, ölmemişlerdi, fakat ölüm haline gelmişlerdi. Tefsircilerden
birçoğu bunu, bakıp dururken yıldırım çarpmıştı, ölmüş idiniz, mânâsına
anlamışlardır. Halbuki "siz de bakıp duruyordunuz" cümlesi atıf veya hâl
cümlesi olarak bilhassa böyle bir zanna meydan vermemek içindir. "Ahz",
bakmaya ârız olan bir hal değil, "nazar" (bakmak) ahze mukarin (yakın) olan
bir hâl olarak gösteriliyor veya atfediliyor. Nitekim bu yıldırım çarpmasının
ayrıntılı olarak açıklandığı "Musa, kavmind e n yetmiş kişi seçti."
(A'râf, 7/155) âyetinde "onları titreme yakalayınca" buyurulmuştur. Tahkik
ehlinin dirayet yoluyla yaptıkları araştırmanın gerçek sonucu bu olduğu gibi, Vehb
hazretlerinden rivayet edildiğine göre de bunlar ölmemişler, belki o kor k unç hali
gördükleri zaman kendilerini öyle bir titreme, bir zangırtı almış ki, hemen hemen
mafsalları kopuyor, belleri kırılıyormuş. Mahvolmak durumuna gelmişler. O zaman Hz.
Musa ağlamış, Rabbine dua edip yalvarmış, Cenab-ı Allah da bir açıklık ihsan eyl
e miş, ondan sonra kendilerine gelebilmişler, akılları da başlarına gelmiştir.
56- Nitekim şöyle buyuruluyor: bir müddet sonra sizi ölümünüzün ardından
yeniden dirilttik, adeta b'asü ba'del mevt (öldükten sonra dirilmey)e mazhar ettik.
Önceki yıldırım çarpması bir ölüm ise, bu da hakikaten yeniden dirilmek demek
olacaktır. belki buna şükredersiniz.
Bu olayın, zikr olunan öldürme olayından sonra mı veya ondan önce ve hemen
öldürme emrini müteakip mi meydana geldiği hakkında iki görüş zikr ediliyor. Her
ne olursa olsun, âyetten şu anlaşılıyor ki, bu yıldırım çarpması, bir kavmin yok
olması mesabesinde bir musibet ve ondan kurtuluş da o kavmin tekrar hayatı, öldükten
sonra yeniden dirilmesi anlamında büyük bir nimet imiş, bu belanın sebebi de
açıktan a ç ığa görmeyince Allah'a iman etmemek ve Hz. Musa'ya inanmamak iddiası
olmuştur. Onları o durumdan kurtarmak ise sırf Allah'ın yardımı olarak ayrıca
zikredilmiştir. Bunu yapanlar, elbette İsrailoğulları'nın hepsi değildi. Bu iddia
üzerine mîkatta yıldırıma yakalananlar seçilen
yetmiş kişi idi. Böyle olduğu halde âyette gerek iddia, gerek musibet, gerekse
kurtuluş nimeti hatta Kur'ân'a muhatap olanlar dahi buna dahil olarak bütün bir kavme
nisbet olunuyor. Şüphe yok ki bunun hikmeti, bütün bir millet arasında müşterek
sorumluluk meselesi, hatta Âdemoğulları arasındaki hilafetin gereğidir. Kimse
kimsenin günahından sorumlu değil iken bunun böyle olması gösteriyor ki, ilahî
hukuk olan umumî vazifeler konusunda, farz-ı kifaye maddelerinde fert bahis konusu
değil, yalnızca cemaat, bizzat ümmet bahis konusudur. Bunun iyisinde, kötüsünde
herkes müşterektir. Sonrakiler öncekilerin ve herkes birbirinin vekilidir.
Bu kadar gerçekleşmiş nimetlerden sonra "Allah'ı görmeden sana
inanmayız." diye Hz. Musa'ya isyan etmek ne büyük bir küfür ve nankörlüktür.
Bu âyet marifetullah (Allah'ı bilme) meselelerinin en mühimlerinden birini ve sonra
insanların alçalış ve yükselişleri ile ilgili ruh hallerinden en dikkat çekici
olanını bir cümlede hatırlatıvermiştir. Gerçekten de in s anlar terakki edecekleri
zaman görüşleri ve kalpleri yükselir, idrakleri yalnızca gözleri önünde duran
görüntülere bağlanıp kalmaz akıllarıyla görünebilenin ötesine geçerler, gaybın
hakikatına iman ederler, görülmedik ve işitilmedik saadetlere ererler. Bu n un aksine
alçalacakları ve çöküntüye uğrayacakları zaman da akılları kalmaz, kalbleri
körlenir, gözleri görülebilene saplanıp kalır, gözlerine batmayan şeye inanmazlar,
inanmak için mutlaka görmek isterler, fenalıktan sakınmazlar, gelecek felakete de bilf
i il başlarına gelmedikçe inanmazlar. Halbuki felaket gelince hükmünü icra eder.
Derecesine göre ya ezer, ya imha eder. Böyle, maddeden başka bir şey tanımayan,
gözlerine batmayan şeye inanmayanlar, inanmak istemeyenler sopasız yürüyemeyen
körlere benzerle r, tapacakları mabutlarını da elleriyle tutmak, yoklamak isterler.
Bunların gözünde maneviyat, mâkulat, mücerredat yani maddî olmayan her türlü soyut
değerler, evham cinsinden sayılır. Tapmak için, cisim cinsinden şeylerden putlar
ararlar bulamazlarsa yapa r lar ve ona taparlar, ondan imdat umarlar; çünkü insanlarda
ibadet ihtiyacı doğuştan, yaratılıştan gelen bir ihtiyaçtır. Bundan kurtulamazlar.
Fakat hakiki mabudu göremeyince, kalplerinden, akıllarından kuvvet alamayınca,
gözlerinin tuttuğu, ellerinin eriştiği bir şeyden kuvvet dilenirler, hiç olmazsa bir
öküz veya öküzün altında bir buzağı ararlar. İsrailoğulları'nın bir kısmı da
gerek Mısır ve civarındaki görgüleri, gerek henüz yükselememeleri veya herhangi bir
sebeple tekrar çöküntüye uğramış olmaları d o layısıyla Hz. Musa'ya
"Allah'ı açıktan açığa görmeyince sana inanmayız." diye diretmişler,
akılsızlıklarından kendilerini Musa ile bir tutup, "Sen konuştum, kitap
getirdim, diyorsun ya! Haydi bize de
göster!" diye isyana cür'et etmişler ve bununla Allah'ı bir cisim gibi,
karşılarında bütünüyle görmek istemişler ki, bu imkansız ve muhal idi. Bütün
gördükleri nimetler ve o harikalar, akıl yürütmelerine kafi gelmemiş, böyle
nankörce bir tutumla, olmayacak hayallere saplanıp kalmışlar. Bundan dolayı
başlarına y ıldırım musibeti bir harika olarak gelmiş ve bu musibetten de yine bir
harika olarak ve Allah'ın rahmeti sayesinde kurtulmuşlardır. Bizzat Allah'ı
göremedilerse de başka mabutların yapamıyacağı cezayı yakından görerek akılları
başlarına gelmiş, görmeden i n anmanın büyük önemini o zaman biraz takdir
etmişler de bütün kavim bu sayede yeniden dirilmiş ve kurtuluşa ermiştir. Bu büyük
ve derin nimet ve ders de bu çağırışta böyle iki veciz âyetle dile gelmiş ve
hatırlatılmıştır ki, bundan kitaplar yazılır. Gerçek t en de Cenab-ı Allah
görülmez ve görülemez değildir; O, kendisini görebilecek gözler yaratmaya da
kadirdir. Lakin ona bu gözler dayanmaz ve görülürse ihata olunamaz. Bizim dünyada
yararımız O'na gıyabında iman etmek, aklî ve kalbî şehadetle inanmaktır.
Bu hatırlatmaya şu nimet de eklenmiştir:
Meâl-i Şerifi
57- Ve üstünüze o bulutu gölge yaptık, ve size ihsan ettiğimiz hoş rızıklardan
yiyin, diye üzerinize kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Onlar, bize
zulmetmediler, lakin kendi nefislerine zulmediyorlardı.
57- Bir de Tîh sahrasında üzerinize o ince bulutu gölgelik yaptık. ve üstünüze
hem kar gibi kudret helvası, hem de yelve kuşu, bıldırcın indirdik. Size kısmet
ettiğimiz bu temiz nimetlerden haydi yiyin, dedik. Bundan sonra Cenab-ı Allah, onlardan
yüz çeviriyor, kendilerini doğrudan doğruya muhatap almaktan uzak tutup gıyaba
atıyor ve zulümlerini güzel bir özetle kendilerine anlatmak üzere buyuruyor ki, onlar
bu nimetlere karşı yaptıkları nankörlükle aslında zulmü bize y a pmadılar, lakin
kendilerine yapıyorlar,
kendi kendilerine yazık ediyorlardı. Çünkü dinin, iman ve amelin faydası da
zararı da Allah'a değil, kullaradır. Bu hususta yaptıkları zulüm ve nankörlük,
birkaç âyet sonra ayrıca hatırlatılacaktır. Şu da rivayet olunuyor ki, bunlar;
"Temiz temiz, taze taze yiyiniz." denildiği halde dinlememişler, biriktirmeye,
toplayıp yığmaya başlamışlar ve bunun üzerine nimet kesilmiş, zaruret ve
sıkıntı içinde kalmışlar. Dikkat edilince görülüyor ki, nimetler tek tek
sayılıp geli r ken, gitgide bunlara nankörlükler ekleniyor ve hatırlatmanın hedefi
bunlar ve bunlara karşı yapılan haksızlıklar ve zulümler olmaya başlıyor.
Yedincisi:
Meâl-i Şerifi
58- Hani bir zamanlar "Şu şehre girin de onun nimetlerinden dilediğiniz
şekilde bol bol yiyin ve kapıdan secde ederek girin ve "hıtta" (bizi
bağışla!) deyin ki, size, hatalarınızı mağfiret ediverelim, iyilik yapanlara
nimetlerimizi daha da arttıracağız" dedik.
59- Bunun üzerine o zulme devam edenler sözü değiştirdiler, onu kendilerine
söylenildiğinden başka bir şekle soktular. Biz de kötülük yaptıkları için o
zalimlere murdar bir azap indirdik.
58- Ve hani demiştik ki, şu beldeye, Beyt-i Makdis mevkiine yahut Eriha beldesine
giriniz de onun neresinde isterseniz, yahut nasıl isterseniz dilediğiniz şekilde bol
bol yiyiniz. Ve girerken kapısından giriniz, hem de başlarınızı eğerek, şükür
secdesine kapanarak giriniz, kibir ile, çalımla, azgınlık ve serkeşlik yaparak
girmeyiniz, ve orada "hıtta" deyiniz k i, size bu şartlar altında
hatalarınızı mağfiret ediverelim, yani veballerinizi rahmetimizle
örtelim. Ve şunu da haber verelim ki, muhsinlere, iyilik ve güzellik yapanlara,
güzel hareket edenlere daha fazlasını da ihsan edeceğiz.
Asam tefsirinde "h ıtta" Arapça olmayıp aynen söylenmesi gereken bir
kelimedir denilmiş, diğer müfessirler ise bunun Arapça "hatt" masdarının
binâ-i nev'î (çeşit bildiren masdar) olduğunu söylemişlerdir.
Hatt, bir şeyi aşağıya almak ve sırttan yük indirmek demek olduğundan,
"hıtta" da bir nevi indiriş demek olur ki, özel bir şekilde yükü yıkmak
veya boyunlardaki vebali indirmek karar veya duasını ifade eder ve umuma ait mecaz
suretiyle birleştirilmesi de mümkündür. Yani oraya yerleşmek için kararınızı
veriniz ve güna h larınıza istiğfar ediniz demek olur. Aşere kırâetlerinin hepsinde
"hıtta" kelimesi merfû okunur. Şu halde kelime tekil anlamına değil, mahzuf
(hazfedilmiş) bir mübtedanın haberi olarak "işimiz hıttadır" takdirinde
bir cümledir. Mesela, kendi lisanımızda d a bir ilan veya topluluğa kumanda halinde
"uyku!", "yemek!", "hareket!" v.b. emir ve kumandalar, veya
bir istirham ve istek sırasında "lütuf!", "inayet!",
"merhamet!" ve "insaf!" gibi müfret (tekil) kelimeler de böyle birer
cümle takdirindedir. İncil'de ve eski din kitaplarında "hıtta" kelimesinin
Ramazan ayının ismi olarak zikredildiğini Kamus mütercimi Asım Efendi zikretmiştir.
Fakat bu âyette bu suretle bir tefsir veya bir te'vil vâki olmamıştır.
59-Tenbihemri, Âdem ile zevcesinin cennette iskân edi ldikleri (yerleştirildikleri)
zaman aldıkları emri (Bakara, 2/35) andırmaktadır. Nitekim diğer bir âyette (A'raf,
7/161) buyurulmuştur. Zaten cennet ehli için (Bakara, 2/25) buyurulmamış mıydı?
Derken o zalimler güruhu, sözü değiştirdiler, kendilerine söylenenin başka
türlüsünü yaptılar. Denilmiş ki, "hıtta" emriyle alay ederek, bunun
yerine demeye başlamışlardı ki, Nebt lehçesinde Yani kırmızı buğday demekmiş.
Belli ki, bu rivayette, cennetteki yasak ağacın meyvesi kabul edilen "hın t
a" anlamına çok açık bir değinme vardır. O zalimler kapıdan girer girmez,
dünya derdine düşerek Allah'ın emrini değiştirmeye ve bozmaya kalkıştılar. Bunun
üzerine biz de sözü değiştiren zâlimlerin başlarına yukarıdan korkunç ve
iğrenç bir azap indiriver d ik, çünkü fısk içinde yüzüp gidiyorlardı, günah
işliyor ve çığırdan çıkıyorlardı. Bunu yapanlar ve bu azaba uğratılanların,
Musa kavminden bir güruh olduğu anlaşılıyor. Çünkü bütünü için
"değiştirdiler"
buyurulmayıp, "O zulmedenler değiştirdiler" buyurulmuştur ki, içlerinden
bir kısmı demek oluyor. Nitekim A'râf sûresinde (A'râf, 7/162) "minhum"
kaydı vardır ki, onlardan bir kısmı demektir. Burada âyet siyak icabı olarak bundan
müstağni olmuştur.
Rics, esasen "rics" gibi tiksinilen pis ve murda r şey demek olup, bundan
azap ve ukûbet mânâsına da kullanılmıştır. Tenvin tehvil (korkutmak) içindir.
Fısku fücur işlemenin akıbeti işte böyle murdar azaplarla mahvolup gitmektedir.
Sekizincisi:
Meâl-i Şerifi
60- Hani bir zamanlar Musa, ka vmi için su istemişti, biz de "asanla taşa
vur!" demiştik, bunun üzerine o taştan on iki pınar fışkırmıştı. Her
kısım insan kendi su alacağı yeri bildi. Allah'ın rızkından yiyin ve için de
bozgunculuk ve saldırganlık yaparak yeryüzünü fesada vermeyin.
60- Ve hani Musa, kavmi için istiskâ etmişti. İstiskâ; sakiy talebinde bulunmak,
sakiy de suvarmaktır. Yani Musa, susuz ve kuraklıkta kalan kavminin suvarılması için
bir su veya yağmur istemiş, su aramaya veya yağmur duasına çıkmış idi de Biz de
ona elindeki asâ ile taşa vur demiştik. Bunun üzerine taştan on iki pınar
fışkırdı. Her kısım halk, içeceği pınarı tanıdı. Haydi Allah'ın rızkından
yiyin, için de yeryüzünde fesat çıkararak şuna buna saldırmayın dedik.
Tefsircilerin çoğu bu istiskânın da menn ve selva ile beraber olduğunu beyan
etmişler, ancak Ebu Müslim İsfehanî bu sözün müstakil oluşunu nazar-ı dikkate
alarak, bunun ayrıca bir mucize olduğunu söylemiştir. Âyet bunlardan birini tayin
etmiyor.
Hz. Musa'nın asâsı ne idi ve ne kadardı? Sonra bu taş belli ve bilinen bir taş
mı idi? Fahruddîn Razî, tefsirinde der ki: Asâ'nın herhangi bir ağaçtan veya
cennetin mersin ağacından olduğu ve boyu on arşın ve başı iki çatallı bulunduğu;
söz konusu taşın Tur'dan getirilmiş veya asâ i le beraber Hz. Şuayb'den alınmış,
şöyle veya böyle özellikli veya kutsal bir taş olduğu hakkında muhtelif rivayetler
var ise de bu konuda mütevatir ve kesin bir nass olmadığından, bunun detaylarına
girmekten sakınmak ve susmak, "hakikatını Allah bilir" de y ip işi Allah'a
havale etmek gerekir. Çünkü amelle ilgili bir konuda ahad haber ve zann ile amel etmek
vacip olursa da, amelî olmayan ve sırf ilmî ve itikadî özellik taşıyan bir hususta
kesin nass lazımdır. Halbuki söz konusu asâ ile taşın tafsilatını bilm e k de
bizim için amelî bir vazife olmadığı gibi, bu konuda kesin bir nass da yoktur. Şu
halde tafsilatına girmektense sükût etmek herhalde en doğru olandır. ilh...
Asânın ve taşın hakikatlerini tayin ile meşgul olmaksızın âyetten şunu
anlarız ki; Cenab-ı Hak, burada hayatın mayası büyük bir dünya nimetiyle, hidayet
sermayesi olan büyük bir rahmanî mucizeyi anmış ve hatırlatmıştır. Hz. Musa,
susuzluktan ve kuraklıktan yanıp kavrulan kavmi için Cenab-ı Hak'tan su diliyor,
yağmur duasına çıkıyor. Cenab-ı A llah da bu duayı kabul ile istenilenden daha
büyük harikulâde bir nimet ihsan ediyor. Gelip geçici bir yağmur yerine,
İsrailoğulları'nın on iki boyundan her birine mahsus ayrı ayrı on iki pınar
fışkırtıyor ve bununla yüce varlığına ve ilahî inayetine açık bir belge
bahşediyor. Öylesine bahşediyor ki, duanın arkasından fiilî bir teşebbüsün
lüzumunu emrediyor, "asân ile taşa vur!" diyor. Demek ki, o sırada Hz. Musa,
farzedelim bu ilahî emre derhal uymayıp da "asâyı taşa vurmanın suyla ne ilgisi
var?" gibi ak l î ve indî bir kıyas yapmaya ve kendi kendine fikir yürütmeye
kalkışsaydı, bu nimet tecellî etmeyecekti, dualar ve yapılan araştırmalar belki de
boşa çıkacaktı. O halde harikanın en büyük sırrı, bu sebebin ilhamında ve bu
büyük nimetin o sebebe bağlanmış o l masındadır: Kuru taşları yarıp pınarlar
fışkırtmaya kadir olan Allah Teâlâ, istenen suları doğrudan doğruya ihsan etmiyor
da bir manevî sebeple bir maddî sebebe teşebbüs üzerine ihsan ediyor. Esasen manevi
sebep olan dua, maddî sebebin ilhamına da vesile o luyor. İlham olunan maddi sebebin
teşebbüse dönüşmesi, yani asânın taşa vurulması ile de sular fışkırıyor.
Böylece hidayet bürhanı tamamiyle tecellî ediyor. Bunu da "yiyin, için, fesat
çıkarmayın" irşad ve ikazı takip ediyor.
Hakikaten Allah, bir şeyi murad edince sebeplerini kolaylaştırır ve sebepler o
kadar çeşitli ve sonsuz boyuttadır ki, beşer aklı ne kadar yükselse bunları
ayrıntılarıyle kavrayamaz. Bunun için açıklamanın esas faydası, asâ ile taşın
özelliklerini anlatmakta değil, olayın akışında k i incelikleri idrak etmektedir.
Hazreti Musa gibi bir şanlı peygamberin asâsında, bu çeşit fışkırmalara sebep
olabilecek her türlü mekanik kuvveti tasavvur ve tahmin etmek mümkündür. Ayrıca Hak
Teâlâ'nın nimetlerinin tecellisi her zaman böyle manevi sebep l erle maddî sebeplerin
birleşmesinde gizlidir. Ne kaçan fırsatlar karşısında ümitsizliğe düşmeli, ne de
fırsatları ve sebepleri ihmal etmelidir. Allah Teâlâ'ya yürekten ve ihlas ile dua
etmeyi hiçbir zaman elden bırakmamalı, aynı zamanda duanın en büyük se m eresinin
ruhî inkişaflar olduğunu bilmeli ve rahmanî ilhamlardan istifade ederek, en umulmaz
sebeplere dahi başvurup, onu uygulamalıdır. İyi düşünülürse fen alanında bile en
büyük keşifler, insan kalbine şimşek gibi çarpan bir ilahî telkînin eseridir. Bun
u hayırda kullanan hayra, kötülükte kullanan kötülüğe ulaşır.
Dokuzuncusu:
Meâl-i Şerifi
61- Hani bir zamanlar, "Ey Musa, biz tek çeşit yemeğe asla katlanamayacağız,
yeter artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden;
sebzesinden, kabağından, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından
çıkarsın." dediniz. O da size "O üstün olanı daha aşağı olanla
değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya konaklayın o vakit istediğiniz elbette
olacaktır." dedi. Üzerlerine zillet ve mesk e net damgası vuruldu ve nihayet
Allah'dan bir gazaba uğradılar. Evet öyle oldu, çünkü Allah'ın âyetlerini inkâr
ediyorlar ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. Evet öyle oldu, çünkü
isyana dalıyorlar ve aşırı gidiyorlardı.
61- Ve hani si z, verilen nimetlerin kadrini bilmeyerek, şükrü ve itaatı bir yana
bırakarak, terbiyesizlik edip de demiştiniz ki; ey Musa! biz tek çeşit yemeğe artık
katiyyen katlanamayacağız. Yeter artık, her gün bıldırcın eti ve kudret helvası
yemekten bıktık, usan d ık, binaenaleyh Rabbine dua et de bize toprağın bitirdiği
şeylerden; yetiştirdiği sebzelerden, kabak, hıyar, sarmısak, mercimek ve soğanından
çıkarıversin. Gerçi tekdüzeliğin, insan istekleri üzerinde az çok sıkıcı bir
tesiri vardır. Ve buna karşı çeş i tlilik isteğinde bulunmakta esasen bir günah da
yoktur. Fakat bunu yaparken, bir taraftan eldeki nimetin yokluğu zamanında çekilen
acıları unutmamak, diğer taraftan da yüce bir ruh haliyle ve temiz bir kalble hareket
edip şükrü artırmak ve daha önemlisi, b edenin istek ve ihtiyaçlarına kapılıp
edep ve terbiye dışına çıkmadan hareket etmek icap eder. Onların da "Rabbimize
dua et" diyecek yerde, edepsizce "Rabbine dua et" diye imansızlık eseri
göstermemeleri gerekirdi. İsrailoğulları'nın bu isteğinde, şüphesi z
göçebelikten kurtulup, yerleşik hayata, şehir hayatına geçmek arzusu vardı. Fakat
bu arzu, eğitim, ilim ve ibadet gibi yüksek bir maksat ve hedefe değil, bıldırcın ve
kudret helvası yerine soğan ve sarmısak yiyebilmek için bayağı bir maksada
dayanıyordu. Bunda da vaktiyle Mısır'da yaşadıkları sefil hayata istek ve adeta
hasret gibi bir maksat yatıyordu ki, bu da hürriyetin kadrini takdir edemeyip,
köleliğe talip olmak demekti. Bundan dolayı Hz. Musa cevaben şöyle dedi: siz üstün
ve hayırlı bir nimeti daha aşağı bir şeyle değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyle ise
haydi bir şehre veya bir kasabaya ininiz, oraya konunuz, o vakit size istediğiniz
vardır. Bu cevap, bir taraftan isteklerinin çabuklaşmasına sebep olacak şeyi
göstermekte, ve nimete gidecek yo l u bildirmekte, diğer taraftan da yaptıkları kötü
tercihin akıbetinde
uğrayacakları fenalığı ifade etmektedir.
Mısır: Hem özel isim, hem de cins ismi olarak kullanılır. Özel isim olduğu zaman
gayrı munsarif olur; cerr ve tenvin kabul etmez. Fakat üç harfli olduğu ve ortası da
sakin olduğu için Nûh, Lût, gibi munsarif olması da caizdir. Cins ismi olduğu zaman
genel olarak kasaba anlamına gelir. Nitekim cuma namazının şartlarından birisi de
mısırdır, deriz. Bu âyetde her iki anlamiyle de tefsir edilmişt i r. Lakin
İsrailoğulları'nın, Mısır'dan çıkışından sonra bir daha geri dönmeleri vaki
olmadığı için tefsirciler bunu cins ismi olarak, Arz-ı Mukaddes'teki kasabalardan
herhangi birine hamletmişlerdir. Gerçek anlamda Mısır diye anlaşıldığı takdirde
bu emir s ırf bir kınama ve azarlama emri olur. Yani "Mısır'a geri döner de
oraya yerleşirseniz, orada bol bol soğan ve sarmısak yersiniz, belanızı da
bulursunuz!" anlamına bir azarlama sözü olur. Bununla beraber ikinci takdirde,
yani herhangi bir kasabaya yerleşme anlamına alındığında dahi azarlamaya yönelik
bir îmâ söz konusudur. Bunun için karye veya belde (köy veya şehir) denilmeyip
"mısır" denilmiştir. Demek oluyor ki, İsrailoğulları, böyle sırf soğan
ve sarmısak yemek için Mısır'daki esareti andırır bir zillet haline taraftar olmuş
oldular. Acaba akibetleri ne oldu? Bu noktaya gelince, Cenab-ı Hak, onları yine muhatap
tutma şerefinden mahrum ederek, bir istinaf cümlesi ile buyuruyor ki üzerlerine zillet
ve meskenet damgası vuruldu. aşağılandılar, hakarete uğr a dılar, ağır vergilere,
fakirliğe ve ezikliğe mahkum oldular. ve nihayet Allah'tan bir gazaba uğradılar,
müstehak oldular da devletleri yıkıldı, cemiyetleri dağılıp perişan oldular.
Fâtiha sûresinde zikrolunan "kendilerine gazab edilenler"den oldular. Bu
baskı, bu gazap, yani bu kötü akibet işte şunun için idi ki: onlar, Allah'ın bu
kadar açık seçik âyet ve delillerini inkâr ediyor, kâfirlikte direnip, haksız yere
peygamberleri öldürüyorlardı. Hz. Şa'yâ, Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya gibi nebileri
şeh i t etmişlerdi. Yine şundan dolayı idi ki; onlar isyanı alışkanlık haline
getirmişler, durmadan hadlerini aşıyorlardı. Halbuki, küçük günahlarda ısrar
büyük günaha, büyük günahlarda ısrar da küfre götürür. Küfür ise her türlü
kötülüğü yaptırır.
Nebi y: Nebe'den türeyen bu kelimenin aslı nebi'dir ki; Allah Teâlâ'dan vahiy ile
haber getiren demektir. Ve tam olarak peygamber karşılığıdır. Çoğulu
"enbiya" ve "nebiyyîn" olarak gelir. Nâfi' kırâetinde aslı üzere
(hemze ile) nebîîn okunur. Nebiy, resulde n daha genel anlam taşır: Her resul
nebîdir, fakat her nebî resul değildir. Bununla beraber Kur'ân'-ı Kerîm'de
birbirinin yerine kullanıldığı
da olmuştur. Enbiyanın öldürülmesi, haksız yere yani Allah'ın koyduğu hükmün
aksine katledilmeleri, bunun zaten Allah'ın hükmüne aykırılığı âşikâr olduğu
halde, ayrıca açıkça ifade edilmesi, bilerek yaptıkları bu kötülükleri nass ile
hükme bağlamak ve ne kadar ileri gittiklerine işaret etmek içindir. Burada, bunların
Peygamber Efendimiz'e karşı giriştikleri sûikastlar a da işaret buyurulmuş oluyor.
Bu gazaptan sonra acaba bunlar için hiçbir kurtuluş imkanı yok mudur? Buna cevap
olarak buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
62- Şüphe yok ki, iman edenler, yahudiler, hıristiyanlar ve sabiîler, bunlardan her
kim Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman eder ve salih amel işlerse elbette
Rabbleri katında bunların ecirleri vardır, bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun da
olacak değillerdir.
62- İslâmiyet'e zahirde iman etmiş olanlar, yani, Muhammed dinini dilleriyle ikrar
ettiklerinden dolayı insanlar arasında müslüman sayılanlar, Musa dinine mensup olan
yahudiler, İsa dinine mensup hıristiyanlar, bu üç dinin dışındaki dinlerden olanlar
yani onlardan her kim, Allah'a ve ahiret gününe, bu sûrenin b aşında beyan
buyurulduğu üzere, gerçekten dış görünüşleriyle ve içyüzleriyle iman eder ve bu
imana yaraşır şekilde iyi bir iş yaparsa şüphesiz bunların Rableri katında ecir ve
mükafatları vardır. bunlara korku yoktur ve bunlar mahzun da olacak değille r dir,
yani, yapılan inzarlar, uyarı ve tehditler bunlar hakkında değildir.
İnsanlar Âdem'in sülbünden yeryüzüne indikleri zaman Cenab-ı Allah kendilerine
"Eğer Ben'den size bir
hidayet gelir de kim benim hidayetime uyarsa, işte onlara herhangi bir korku yoktur ve
onlar üzüntü de çekmeyecekler." (Bakara, 2/38) diye herhangi bir zamanda gelen
hidayetine uymaları şartıyla bunu vaad etmemiş miydi? İşte Âdem'in tevbesinin
semeresi olan o ilahî va'd, ebediyete kadar sürüp gidecek bir genel kanundur. Ve bu â
yet ilahî kanunun bir inkişafıdır. Şu halde yahudiler gibi zillet ve meskenete
düşenler ve Allah'ın gazabına uğramış olanlar bile her ne zaman tevbe eder, Allah'a
ve ahiret gününe cidden iman ederek, Allah'ın son zamanda gönderdiği hidayete uyar ve
ona gö r e salih amel işlerlerse o gazaptan kurtulurlar. Ve Allah katında ecir ve
mükafat bulurlar. Sonuçta sırrına mazhar olarak, korku ve hüzünden kurtulurlar.
Lakin bundan yararlanmak için görünüşte, yani insanlar arasında mü'min ve
müslüman sayılmak yetmez, h atta belli bir süre salih kişi olarak yaşamış olmak da
kâfi gelmez. O imanda sebat edip, güzel bir sonla gitmek, yani son nefeste iman ve
güzel amel ile Allah'a kavuşmak lazımdır.
Bu sûrenin baş tarafında "İşte onlar Rabblerinden gelen bir hidayet
üzeredirler ve gerçekten kurtuluşa erenler de ancak onlardır." (Bakara, 2/5)
müjdesinin kimlere mahsus olduğu bilinmektedir ve bunda "Sana indirilene ve senden
önce indirilene inananlar." (Bakara, 2/4) şartı da bulunmaktadır. Bunun için
ahirete iman v e gerçek anlamda yakîn de bütün peygamberlerle birlikte Hz. Muhammed'e
(s.a.v.) ve ona indirilen kitaba iman etmiş olanlara mahsus bulunduğu tebliğ
edilmişti. Şu halde cümlesiyle beyan buyurulan gerçek imanın Hz. Muhammed'in
peygamber olarak gönderilmesi n den sonrakiler diye tefsir edilmesi lazım geldiğinde
hiç şüphe yoktur. Zaten bu âyetin bilhassa bu noktadan İsrailoğulları'na hitap
şeklinde bir icmal olup, bütün bu açıklamaların İslâm dinine davet sadedinde ve
"Sizin yanınızda bulunan kitabı doğrulayan bu kitaba (Kur'ân'a) iman edin ve onu
ilk inkâr eden olmayın!" (Bakara, 2/41) ilâhî emrini desteklemek için gelmiş
olduğunda şüpheye yer yoktur. Hz. Muhammed'in peygamberliğinden önce Allah'a ve
ahiret gününe iman eden ve iyi amel işleyenler bile Tevrat v e İncil hükmünce
geleceğin büyük peygamberine iman ile mükellef idiler, buna işaret olmak üzere
"Ahdimi yerine getirin." (Bakara, 2/40) buyurulmuştu. Böyle iken Hz.
Muhammed'in peygamberliğinden sonra onu inkâr edenler arasında gerçek iman ehli
bulunduğ u varsayımına imkan kalır mı? Allah'a ve hesap gününe imanı bulunan ve bu
iman ile mütenasip salih amel işleyecek olan kimselerin Hz. Muhammed'in peygamberliğini
inkâr etmelerine imkan tasavvur
olunabilir mi? Tarih sayfalarının şahitliğinde Hz. Muhammed'in peygamberliğinden
daha açık, daha belirgin hangi peygamberlik vardır? Şu halde gökyüzündeki
yıldızlardan bazılarını kabul edip de güneşi inkâr edenlerin Allah'a karşı
imanlarında ciddiyet ve samimiyet tasavvur etmek gerçekle bağdaşmayan bir çelişki
teşkil eder. Dikkat çekici olan şey şu ki, bu âyette iman, biri insanlara nazaran
zahirî, diğeri Allah katında geçerli, hakikî iman olmak üzere iki defa zikredilmiş
ve her şeyden önce "iman edenler" sözü, yahudilere, hıristiyanlara ve
sâbiilere mukabil tutulmuştur. Demek ki, bu üçü, Kur'ân'ın sözkonusu ettiği
imanın mutlak olarak dışındadırlar. Bununla beraber zahirî iman sahipleri bunlarla
eşit tutulmuş ve hepsinin kurtuluşu kâmil iman ve salih amel şartına bağlı
gösterilmiştir. Demek ki, gerek zahirî mü'min o l an müslümanlar, gerek
müslümanların dışında kalan yahudi, hıristiyan, sâbiî vs. Kur'ân'da yer
aldığı şekilde Allah'a ve ahiret gününe dış görünüşte ve içyüzüyle cidden
iman eder ve salih ameller yaparlar ve bunda sebat gösterirlerse o zaman "Onlara
kork u yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklar." ifadesinin sırrına mazhar
olacaklardır ki, bunda da İslâm dininin davetiyle ve hidayetiyle bütün insanlara
açık ve cihanşümûl bir din olduğu aşikar olur. Bu âyetten nihayet şu sonuca
geliriz ki, İslâm dininin haki m olduğu müslüman toplumun teşekkülü için İman-ı
Hakikî (gerçek iman) şart değildir. Onun zahirî bir ikrar ile dahi gerçekleşmesi
sözkonusu olduğu gibi, bunun içinde dünyaya ait nokta-i nazarlarla bir siyasî
anlaşma ile öbür dinlere mensup insanlar dahi di n hürriyeti ile hayat haklarına
mazhar olurlar. Fakat bütün bunlar arasında ferdî veya ictimaî (sosyal) anlamda
gerçek selamet (kurtuluş) ancak kâmil iman ve salih amel sahiplerine vaad olunmuştur.
Çünkü toplumun temel direği ve nizamın esas dayanağı bunla r dır. İşte
İslâmiyet'in gerek dünya, gerek ahiret için vaad ettiği selamet ve saadetin sırrı
da bu gerçeğin içinde gizlidir. Şu halde kâmil iman ve salih amel erbabının bilgi
ve amel feyizlerinden mahrum olan, sadece dış görünüşüyle müslüman bulunan bir
İs l âm toplumunun "Onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar."
ilâhî va'dine mazhar olması sözkonusu değildir. Allah'a imanı olmayanlar, hakkı
yerine getiremezler, ahirete imanı olmayanlar da ebediyete hizmet edemezler. Herkesin
yalnızca kendi nefsi için çalıştığı bir toplumun manzarası "Kimsenin kimseye
faydası dokunmayacağı günden korkun!"(Bakara, 2/48) âyeti ile tasvir edilen
kıyamet gününün bir benzeridir.
Yahudi: Arapça'da (hâde-yahûdü-hevden) esasen tevbe etmek mânâsına olduğu gibi,
Yahudi olmak mânâsına da gelir. Deniliyor ki, Araplar arasında
bunlara Yahudi denilmesi, ya daha önce geçtiği gibi, buzağıya tapmaktan vazgeçip
tevbe etmeleri dolayısıyladır, yahut da "Yahûza" isminin Arapça söylenişi
sebebi iledir. Yahûza ise Hz. Ya'kub'un on iki evladının en büyüğünün ismidir.
Buna göre; Yahudî, İsrailoğulları'nın on iki boyundan birincisinin adı olması
gerekirken, öneminden dolayı zamanla bütününe birden isim olmuştur. Bu demektir ki,
"Yahûd" cins ismi olarak kavmin veya boyun adıdır. Tekil o larak
kullanıldığında "Yahudî" denilir ki, o kavme mensup olan kişi demektir.
Nasârâ: "Nasrânî" kelimesinin cem'îdir (çoğuludur). Keşşâf'ın
beyanına göre; tekil (müfred)i "nasran"dır ve sonuna mensubiyet
"ya"sı geldiği zaman Ahmedî gibi mübalağa anlamı ifade eder.
Hıristiyanlar kendilerine bu ismi vermişlerdir ki, bu da üç ayrı sebebe bağlı
olarak beyan ediliyor:
1- Hz. İsa'nın nâzil olduğu (indiği), "Nasıra" köyüne nisbettir.
İbnü Abbas, Katade, İbnü Cüreyc bu görüştedirler.
2- Aralarında tenâsur (yardımlaşma) bulunması, yani birbirlerine yardımcı
olmaları yüzünden bu adı almışlardır.
3- Hz. İsa, havarîlerine "Allah'a giden yolda bana yardım edecek kimdir?"
(Âl-i İmrân, 3/52) buyurmuş, onlar da "Allah'ın yardımcıları biziz."
(Âl-i İmrân, 3/52) diye cevap verdikleri için bu isimle anılmışlardır.
"Nasrânî" Grekçe'ye "hıristiyan" diye tercüme edilmiştir ki,
"Hristos"a nisbettir. Frenkler "Kırist" diye telaffuz ediyorlar.
Hıristos, halaskâr, fidye-i necat (can kurtarma akçesi) ödeyerek kurtaran
"müncî" diye açıklandığına göre "Nasrânî" bunun
Arapça'sıdır. Şu halde "nasranî" hıristiyan, "nasârâ" da
hıristiyanlar demek olur.
Sâbiîn: Yahut "sâbîe" hakkında da çeşitli görüşler vardır. Evvelâ
lügat bakımından denilir ki, "filan adam dininden çıktı, filan dine
girdi." demektir. Bu anlamdan dolayı Mekke müşrikleri Hz. Peygamber'e diyo... devamı... (7. sayfa)