1. sayfa -
2. sayfa -
3. sayfa -
4. sayfa -
5. sayfa -
6. sayfa -
7. sayfa -
8. sayfa -
9. sayfa -
10. sayfa -
11. sayfa -
12. sayfa -
13. sayfa -
14. sayfa -
15. sayfa -
16. sayfa -
17. sayfa -
18. sayfa -
19. sayfa -
20. sayfa -
21. sayfa -
22. sayfa -
23. sayfa -
(5. sayfa)
51;eyleri bulunuz ve Allah yolunda
bunlardan faydalanarak da diğer hayata, ahiret hayatına hazırlanınız. Siz bütün bu
mertebelerden geçirilip Allah'a döndürüleceksiniz. Şu halde yükseliniz ve
yükselmeye azmediniz. Şimdi bunlara karşı Allah'a nasıl küfür v eya küfrân
(inkâr) edersiniz? Bu yükseklikleri, bu derinlikleri iyi düşününüz. Bundan başka
asıl (kök) ve nesebinizi bilmek ve bu nimetlerle bir bina, bir döşek içinde yüksek
kardeş hayatı yaşamak ve sizi aldatacak fikirlerden sakınmak için şunu ibret naz a
riyle dinleyin ve ilme önem verin. Alîm (her şeyi bilici) olan Allah'a bakınız ne
buyuruyor:
Meâl-i Şerifi
30- Bir zamanlar Rabb'in meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım" demişti. (Melekler): "A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan
dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis
ediyoruz" dediler. (Rabb'in): "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi.
31- Ve Âdem'e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip:
"Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin." dedi.
32- Dediler ki: "Yücesin sen (ya Rab!). Bizim, senin bize öğrettiğinden başka
bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bilensin, hakîmsin".
33- (Allah): "Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver." dedi. Bu emir
üzerine Âdem onlara isimleriyle onları haber verince, (Allah): "Ben size, ben
göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı da,
içinizde gizlediğinizi de bilirim" dememiş miydim?" dedi.
34- Ve o zaman meleklere: "Âdem'e sec de edin!" dedik, hemen secde ettiler.
Yalnız İblis dayattı, kibrine yediremedi, inkârcılardan oldu.
35- Dedik ki: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan
dilediğiniz yerde bol bol yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olu
rsunuz."
36- Bunun üzerine şeytan onları(n ayağını) oradan kaydırdı, içinde
bulundukları (cennet yurdu)ndan çıkardı. Biz de: "Birbirinize düşman olarak
inin, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri ve bir nasib vardır."
dedik.
37- Derken Âdem Rabb'ından birtakım kelimeler aldı, (onlarla tevbe etti. O da)
tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.
38- Onlara dedik ki: "Hepiniz oradan inin. Size benim tarafımdan bir hidayet
rehberi geldiğinde, kim o hidayetçimin izinde giderse, onlar için hiçbir korku yoktur,
onlar mahzun da olmayacaklardır.
39- İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar da cehennem ehlidirler.
Orada ebedî olarak kalacaklardır.
30-Burada hitap yine önce Resul ullah'a yöneltilmiştir. Demek kıssanın
içyüzünü hakkıyla o anlayacak ve izinli olduğu kadar da o anlatacaktır. Bununla
beraber buna, her ferde ait genel hitap neşesi de verilmiştir. Demek ki bunda açık bir
genel istifade de vardır. Ve her ferdin bunu nefs i nde anlaması ve tatbik etmesi
istenir. Bunda açık olarak Allah'ın yardımı, kaza ve kader, Allah katında Âdem'in
kıymetinin başlangıcı, beşerî üremenin başlangıcı, din, ilim ve dilin
başlangıcı, vazife ve kardeşliğin başlangıcı, sosyolojinin başlangıcı, hu k
ukun başlangıcı vardır. Beşerî üremenin; ilk din, ilim ve dil devrinden itibar
edilmesi ve son beşeriyetin bu başlangıca dayanmasının gereği ve insanlığın
mahiyetinin tarifinde bunların zatî bir kıymeti bulunduğu, fakat günah ve isyanın,
hasımlık ve düşma n lığın zatî ve yaratılıştan olmayıp, geçici ve dış
telkinlerin eseri olduğu anlatılıyor. Bu şekilde hıristiyanların "aslî
günah" (peşe orijinal) inançlarının doğru olmadığını; şeytanın
mahiyetinin, insana ait mahiyetten başka bir şey olduğu ve bu ikisi ara s ında eski
bir düşmanlık bulunduğu; şeytanın bu düşmanlıktan ayrılmayacağı, fakat
insanlığın buna karşı kendine, kendi yaratılışına sahip olarak nefsini ve
türünü muhafaza ve müdafaa edebileceği ve o zaman beşerî saadetin en yüksek
sınırını bulacağı ve bu h ususta tevbenin kıymeti anlatılıyor. Beşerî üremenin
başlangıcında terbiye kanununun cereyanı, yeryüzünde insanlık türünün ezelî ve
eski olmayıp, sonradan ağır ağır meydana
geldiği, yani bugünkü beşer türünün ezelî olmadığı ve bugünkü üreme
kanununun başlangıçta mevcut olmayıp, yeryüzünün bir olgun devresinden sonra bizzat
olağanüstü bir yaratma olayı ile başladığı ve şu halde tabiatın ezelî olduğuna
dair görüşün doğru olmadığı ve gerçekte yeryüzünün ateş devrinde Pastör
nazariyesinin cereyan etmesine imka n olmayacağından, bugün kanun olan üremenin
başlangıçta olağanüstü bir olayla sonuçlanacağı ve Zooloji ilminde teselsül
(zincirleme gitme)ün batıl olması ve yeryüzünün hâdis (sonradan olma) olması
esasından dolayı, başlangıçta kabulü zorunlu görülen tekevv ü n bizatihi (kendi
kendine olma) görünüşünün de ifadesini düzeltmesi gerekeceği, çünkü
başlangıçta kanun üstü böyle bir olay zaruri ise de bunun kendi kendine olmayıp
yaratma ve Allah'ın var etmesi eseri olduğu ve gerçekte böyle olmazsa ya ilim ve fenni
kö k ünden yıkacak olan illet (neden)siz, sebepsiz kendi kendine olan bir hadise kabul
edilmesi veya şimdiki üreme kanununun ve bunun cereyan ettiği yer küresinin sonradan
olma olmayıp, sonsuz şekilde ezelî ve ebedî olmalarının tercih edilmesi gerekeceği,
halb u ki ilim ve fen nazarında arzın yaratılmışlığı ve sonradan oluşu kuvvetli
deliller ile zorunlu olarak sabit bulunduğu ve sonuç olarak yeni felsefelerin ilim ve
ahlâk bakımından insan yaratılışındaki cereyanını isbata çalıştıkları,
veraset kanununu (soya çe k imi)n az çok bir esası içerdiği ve fakat bunun da soya
çekim şekliyle değil, hilâfet (sonra gelme) şekliyle düşünülmesi gerektiği, yani
her intikal (babadan oğula geçme) de Allah Teâlâ'nın bizzat bir yaratma ve tesirinin
gözetilmesi gerektiği ilim ehline h atırlatılmış bulunuyor.
Evvela ilâhî takdir ve Allah'ın yardımı hatırlatılarak buyuruluyor ki,
"Vav" harfi yine geçmiş söze atfedilmiştir. Ey Muhammed, ey Âdem oğlu,
anılan nimetleri unutma ve o zamanı da unutma ki, insanlar yeryüzünde ortaya
çıkmadan önce Rabb'ın ezelî iradesini açıklayarak ve sonsuz kudretini göstererek
meleklere: ben muhakkak yeryüzünde bir halife yapacağım, bir halife tayin edeceğim,
demişti ki, meâli: Kendi irademden, kudret ve sıfatımdan ona bazı selahiyetler
vereceğim, o ba n a bağlanarak, bana vekil olarak yarattıklarım üzerinde birtakım
kullanma yetkilerine sahip olacak, benim adıma hükümlerimi icra edecek ve yürütecek.
O bu hususta asil olmayacak, kendi zatı ve şahsı adına asil olarak hükümleri icra
edecek değil. Ancak beni m bir vekilim, bir kalfam olacak. İradesiyle benim iradelerimi,
benim emirlerimi, benim kanunlarımı tatbik etmekle emredilmiş olacak, sonra onun
arkasından gelenler ve ona halef olarak aynı görevi icra edecek olanlar bulunacak.
"Sizi yeryüzünde halifeler yapan
O'dur." (Fâtır, 35/39) sırrı belli olacak. Bu mânâ, Ashab-ı kiramdan ve
Tâbiinden uzun uzadıya nakledilegelen tefsirlerin özeti ve sonucudur.
Burada "yapacağım" demek, acaba "yaratacağım" demek midir,
değil midir? Bu tefsir yok değildir. fiili bir mef'ul (tümleç)e müteaddî (geçişli)
olursa "halk = yaratmak" demek olur. Burada da "halk = " dan daha
genel ve daha mutlaktır. Ve ikisine de ihtimali vardır. "Halk = yaratma"
meselesi ilerde "Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu(n şeklini) düzeltip,
ona ruhumdan üflediğim zaman, derhal ona secdeye kapanın." (Sa'd, 38/71-72)
âyetleriyle belirtilecektir ki, iş bu tebliği, takdirinden sonra görünüyor. Arada
zatın takdiri ile sıfatın takdirinin farkı vardır. Dilimizde "kalfa"
deyiminin doğ r usu olan halife kelimesi, (yani birinin arkasından makamına oturmak
mânâsıyla ilgili olarak) mânâsınadır. Yani aslı "halîf "dir. Ve
sonundaki bitişik tâ (tâ-i merbûta) mübalağa içindir. Şu halde isim olarak
kullanılan galip sıfatlardandır ki, Fransız c a "reprezantan" kelimesi de bu
mânânın temsilcisidir, çoğulu "halâif" ve "hulefâ" gelir,
masdarı da "hilâfet"dir. "Hılâfet", "vekalet" gibi,
"asalet"in karşıtı olarak, başkasına vekil olmak, yani az veya çok onun
yerini tutarak, onu temsil etmek demektir. Râğıb'ın "Müfredât"ında
açıkladığı üzere bu vekillik de ya aslın kaybolmasından veya bir yardımdan veya
aczinden, yahut da bunların hiçbiri olmadığı halde sırf asîlin vekiline bir şeref
bahşederek lütufta bulunmasından doğar. Ve işte Cenab-ı Allah'ın yery ü zünde
velilerini halife seçmesi bu kabildendir. Demek ki her vekilin, halifenin kıymet ve
şerefi, asilin şerefi ve vekilliğin derecesine uygundur. Cenab-ı Allah da
"yeryüzünde bir halife yapacağım" deyince, kendilerini bir danışma
makamında gören melekler, bir taraftan bundaki şerefi takdir ettiler, diğer taraftan
da yeryüzündeki bir yaratığa Allah tarafından böyle yüksek bir irade yetkisi
verilmesinde bir şer ihtimalinden de korktular. "Yerde" deyince "Ben,
çamurdan bir beşer yaratacağım." (Sa'd, 38/71) takdiri anlaşılıyordu. Acaba bu
selahiyeti alan güzel kullanabilecek mi? Acaba bunu asalet zannederek kendi çıkarına
hükümler icrasına kalkışırsa yeryüzüne fesat vermeyecek mi? Cenab-ı Hak henüz bu
noktaları ve o yetkinin derecesini ve gizli hikmetlerini bildirmemiş olduğu için
melekler: orada (yani yeryüzünde) onu fesada verecek, onda fesatlar çıkaracak ve
kanlar dökecek bir kimse, bir âmil mi yapacaksın? halbuki biz hep sana hamd ederek
daima tesbih ediyoruz ve sana özel takdisler
(kutsamalar)imizi s unarız. Veya senin için kendimizi daima temizler, temiz tutarız,
dediler. Ve bu şekilde maksatları hâşâ itiraz olmayıp, hikmetini bir istifsar
(açıklanmasını istemek) olduğunu bildirdiler. Bununla beraber hilafete, zımnen
(üstü kapalı olarak) bir istek de ortaya attılar.
Tesbîh, Allah Teâlâ'yı tenzih etmek, yani en kudsî zatını inanç, söz ve amel
bakımından layık olmayan her türlü kusurdan arı ve uzak tutmaktır. Aslı, suda pek
iyi yüzerek uzaklara gitmek demek olan (sebh) masdarındandır ki "tef'îl"
vezninden gelişi teksîr (çoğaltma) ifade eder. Allah'ı takdis de böyledir. Bu da
esasında pek uzağa gitmek demek olan (kuds)den alınmış olarak temizlemek, pek temiz
tutmak mânâsınadır. Çünkü "tathir", pislikten çok uzaklaştırmaktır.
Bununla beraber dem e k olduğu gibi "nefislerimizi, senin rızan için,
temizliyoruz" demek de olabilir ki, ikisiyle de rivayet gelmiş ve bunun için
yukarda ikisine de işaret edilmiştir.
MELÂİKE VE MELEK NEDİR?: Önce dil yönünü inceleyelim: Ebu Hayyân Endelûsî
gerek "Bahr-i Muhît" ismindeki büyük tefsirinde ve gerek
"en-Nehru'l-mâdd mine'l-Bahr" ismindeki özet tefsirinde der ki:
"Melek" aslî mim olarak kuvvet demek olan "melk"den "feal"
veznidir. "Feâile" ve "feâil" vezninde "melâike" ve
"melâik" diye çoğul yapılması şâz ( k ural dışı) yoluyladır. Ebu
Ubeyde bu fikre sahip olmuştur. Şu halde "melek" lügat bakımından
"kuvvetli", "kuvvet sahibi" demektir. Lâm'ın esresiyle
"melik" ve lâm'ın üstünüyle "meleke" kelimelerinin mânâlarıyle
ilgilidir. Fakat bu şekilde "melâike", kıyas a uygun olmayan çoğul olur.
Halbuki arapçada kelimenin aslını bulmak için çoğul, esaslardan biridir. Bunun için
diğer taraftan mim zâid olup aslı "mel'ek"dir, deniliyor ki, İbnü Cerîr
et-Taberî de "Câmiu'l-Beyân"ında şöyle izah eder: "Melâike",
"mel'ek"in ç oğuludur. Şu kadar ki, Arap'ta tekilinin hemzesizi,
hemzelisinden daha çok ve daha meşhurdur. "Melâike"den bir melek"
derler. Hemzesini kaldırarak harekesini kendinden önceki sakin olacak olan lam'a
naklederler ve çoğul yaptıkları zaman hemze ile aslına d ö ndürerek
"melâike" derler ki, bunun örnekleri çoktur. gibi. Bununla beraber tekilin
hemze ile geldiği de vardır. Nitekim şair şöyle demiştir: ki burada kelimesi
demektir. Bazan tekilinde "me'lek" de denilir ki, bu da yerine yerine denil m
esi gibi kalb (bir harfin yerine diğer bir harfi getirmek)tir. Dilimizde bu gibi harf
değişiminin misalleri çoktur. Mesela köprü, toprak, ekşi yerinde, körpü,
torpak, eşki gibi. Fakat tekilinde denildiği zaman çoğulunda da denilmesi gerekirdi.
Halbuki böyle çoğul yapıldığı ezberimde değildir. Bazan "melâik" ve
"melâike" diye çoğul yapılır. "Mesmâ", "mesâmî",
"mesâmia" gibi. İş bu "melek" kelimesinin aslı "mef'al"
vezninde risalet (elçilik) mânâsınadır ki (ona bir risalet gönderdi) diyecek yerde f
i ilinden gelir. "Me'lek" de aynı şekilde (ona gönderdim) mânâsına
fiilinden mimli masdardır. Adiyy b. Zeydi'l-Imâdî: demiştir ki, diğer lügat ile
"me'leken = " diye de şiir söylenmiş oluyor. Bu mânâda daha başka şahit
(delil)ler de vardır. İşte "me l âike"ye de bu "risalet"
(elçilik) mânâsıyla melâike ismi verilmiştir. Çünkü melekler Allah'ın resulleri,
elçileridir. Peygamberlerine ve gönderdiği kullarına gönderir. Yani "melek"
mekan ismi olmak üzere "risalet yeri" veya mef'ûl mânâsıyle Resul (elçi),
mürsel, risalet âmili, ilâhî vasıtalar demektir. Dilcilerden, tefsircilerden bu
türeyişi tercih edenler çoktur. Râğıb da "melâike" kelimesinde bunu
tercih etmiş ve "melek"te demiştir ki, nahivciler "melek"i de
"melâike"den türemiş ve mîm'ini zâid yaptılar. Halbuki bazı
araştırıcılar bunun "mülk"den olduğunu söylemiş ve şöyle
açıklamıştır: Meleklerin siyasetten bir şeyle görevli ve idareci olanına
"lâm"ın üstünü ile "melek", beşerde olana da "lâm'ın
esresiyle "melik" denilir. Şu halde her melek, melâikedir. Fakat her melâike,
melek değildir. Melek, "Andolsun söküp çıkaranlara." (Naziât, 79/1),
"İşleri taksim edenlere andolsun." (Zariyât, 51/4), "İşi
düzenleyenlere andolsun." (Naziât, 79/5), gibi âyetlerde işaret olunandır ki,
"melekü'l-mevt" (ölüm me l eği) bu cümledendir. "Melekler de onun
(semanın) etrafındadır." (Hâkka, 69/17), "Bâbil'deki Hârût ve Mârût
isimli iki meleği indirilen şeyleri öğretiyorlardı." (Bakara, 2/102),
"Üzerinize vekil edilen ölüm meleği." (Secde, 32/11). Bir de der ki: M
elâike, teke ve çoğula söylenir. Şu halde bu açıklamaya göre de melek kelimesi
kuvvet ve tedbirden, melâike de risalet mânâsından alınmış oluyor. Ve aynı zamanda
melâike, melekden daha genel ve onun cinsi oluyor. Şu halde her ikisinde bir kerre
risalet mâ n âsı vardır.
Acaba bu risalet sadece emir tebliği midir? Yoksa fiil tebliği midir? Yani yalnız
ilmî ve kelâmî bir ruhî tebliğ mi yapıyorlar, yoksa bilfiil ilâhî kudret ve
yaratmanın da tebliğcisi oluyorlar mı? Kur'ân âyetlerinin delaletlerine göre her
ikisinin de bulunduğunu anlıyoruz. Peygamberlere ve hatta yine meleklere ilâhî
emirleri tebliğ eden melekler bulunduğu gibi cihad ve diğer hususlarda fiilen kuvvet ve
yardım getiren melekler de bulunuyor. Ve bir de " er-Rûh" özel ismiyle bir
özel melek d e okuyoruz. Halbuki âlemde hiçbir olay olamaz ki, ona ilâhî kudretin bir
özel ilişkisi bulunmasın. Şu halde melekler topluluğu, ilâhî kudret ve tekvin
(yaratman)in vahdetten kesrete (tekden çoğa) dağılmasını ve onun özel
çeşitlenmelerini ve belli olup or t aya çıkmalarını ifade eden yapıcı prensipler
olarak düşünülmek gerekir. Ve kâinatta hiçbir şey, hiçbir olay, hiçbir fiil ve
hareket düşünülemez ki böyle bir risalet ile vaki olmuş olmasın. Bundan başka bir
çeşit melekler daha vardır ki, bunlar olayları ya r atılmadan önce, emre ve kelâma
ait durumları, diğer deyimle ruhî durumları düşünen varlıkların ruhî
cereyanlarına ait ilâhî emirlerin ve irşadların özel görünümlerini ifade ederler.
Bunlar daha önce idrak elçileridirler. Anlayışlı ve muhtar olan yapıcı pr e
nsiplere, fiilden önce hayrın ve ilâhî hoşnutluğun durumunu gösterirler ve
meleklere olduğu gibi beşere de vekil edilmişlerdir. Şeytanın meleklerle karşı
karşıya olmaları da bu yöndendir ve çoğunlukla melekler yalnız bunlar
sanılmıştır. Biz her olayı iki b aşlangıç ile düşünürüz ki, birisi yapıcı
başlangıç, diğeri de kabul etmenin başlangıcıdır. Gördüklerimiz bu ikisinin
müşterek değeridir. Asıl madde bu kabul etme prensibinden ibarettir. Biz asıl maddeyi
görmeyiz, gördüğümüz hep yapıcılığın eseridir. Görül e n her fiil ve hareket,
her iş ve olayda bizzat veya dolaylı bir yapıcı başlangıç tanırız. Şüphe yok
ki, hareket ettiricisiz bir hareket yoktur ve madde kendi kendine etkisizdir. Bundaki her
hareket ve sükun dolaysız veya dolaylı yapıcı bir hareket ettiric i nin kudretinin
eseridir ve her olay böyle bir etkin yapıcının görünmesidir. Biz eseri görür,
eseri idrak ederiz. Halbuki aynı eserle gerçekte idrakimize görünen o etkili
yapıcının bir parıltısıdır. Madde onun altında bir akla uygunluktur.
Gördüklerini mad d e zannedenler, onu kuvvet sayesinde gördüklerini bilmelidirler.
Buradan filozofların kuvvet nazariyesine atlıyacak olursak, bütün kuvvet ve kudretin
Hak Teâlâ'da birleştiğini ve ilâhî kudretin ilk meydana çıkma vasıtası ve
görüntüsü, meleklerin elçiliği d e mek olduğunu hatırlatmak kolay olur. Fakat
bunların yanında idrak etme kuvvetleri de vardır ki, onlar da olayları olmadan önce
anlatan ilâhî lütfun tebliğcisidirler ve şu halde meleksiz bir olay düşüncesi
mümkün değildir. Meleksiz bir damla yağmur bile düşmez. Şu kadar ki, insana özgü
irade ile ilgili gelecekteki kuvvetler şer ve fesat sebebi gibi aldatmacılık yapan
ruhlar ve şeytanî kuvvetler de -yukarda açıklandığı üzere- bu meleklere
karşıdırlar.
Bu açıklamayı yaptıktan sonra meleklerin mahiyet ve çeşitleri hakkındaki
görüşleri de kısaca anlatmak faydalı olacaktır. Meselenin konusu şudur: Meleklerin
bizzat var olan zatlar olduklarından, diğer deyişle cevher cinsinden olduklarında,
akıllı olanların ittifakı vardır. Fakat bunlar mütehayyiz (yer tutan) midirler,
mücerred (soyut) midirler? Bunda fikir ayrılığı ediliyor.
1- Mütehayyiz (belli bir yer tutan)lerdir: Melekler, birtakım esire ait latif
cisimlerdir ki, çeşitli şekiller ile oluşmaya güçleri yeter. Bu görüş
kelâmcıların çoğunluğunun görüşüdür. Çünkü diyorlar peygamberler bunları
şekilleriyle görmüştür, şekiller ise cismanîdirler, boyutları vardır. Bir de
maddesiz soyut kuvvet (kuvvet-i mücerrede) düşüncesi, bizzat ilâhî kudreti
düşünme demektir. Allah'tan başka bizzat mücerred yoktur. Madde tasavvurdan
silindiği zaman, tasavvur olunan halis kuvvet ve kudret, ilâhî kudretin kendinden
ibaret kalır. Henüz hiçbir teşekkülü olmayan atomlar halindeki halis madde ise
mümkün ve sırf hareketsizliktir. Onda hiçbir yapıcılık ve kuvvet yoktur. Bunlara y
a pıcılık demek olan kuvvet verildiği zaman belli bir şekli olan bağlantılı esire
ait bir cisim olurlar. Denilebilir ki, özel şekil bunların hakikatleri değil,
maddedeki görünümleridir. Şu halde kendileri madde ötesidir. Buna şu cevap verilir
ki, melekler v e resul deyimi de bu itibarladır. Yoksa madde ötesinde bunlar aynen
ilâhî kudrete dönerler. Bu görüş asrımızda Fizik bilginlerinin, esirsiz kuvvet
düşünmemelerine benzer.
2- Filozofların ve özellikle İslâm filozoflarının görüşleridir ki, melekler ne
mütehayyiz (belli bir yer tutan)lerdir, ne de cisimlerdir. Bunlar beşere ait düşünen
nefisler, yani insana has ruh gibi soyut cevherlerdir. Fakat mahiyetçe bunlardan
başkadırlar. Kuvvetçe daha mükemmel ve bilgileri daha çoktur. Aralarındaki ilgi,
güneş ile ışığının ilgisi gibidir. Ve bunlar iki kısımdırlar. Bir kısmı
Hakk'ın ilmine garkolmuş ve başkasıyle meşgul olmaktan uzaktırlar. "Gece
gündüz tesbih ederler, hiç ara vermezler." (Enbiya, 21/20). Bir kısmı da kaza ve
kader kaleminin cereyanına göre gökte n yeryüzüne kadar işleri idare ederler ki,
bunlar da "İşi düzenleyenlere andolsun." (Nâziat, 79/5) âyeti ile
anılanlardır. Ve bunların göğe ve yere ait olanları vardır. Öncekiler de bunların
ruhları durumundadırlar.
Hıristiyanlardan bir grubun da, "melekler, bedenlerinden ayrılmış beşere ait
faziletli ruhlar" diye anladıkları tefsirlerimizde ve kelâm kitaplarımızda
anılıyor. Zamanımızda İslâm dışı felsefelerin maddeyi kuvvete, kuvveti ruha
döndüren görüşleri de, esasında filozofların zikri geçen soy u t cevherler
kavramıdır.
Soyutları, itibarî işler sayanlar da kelâmcıların mezhebine döndürülebilirler.
Yukarıda açıklanan seçkin görüş üzere bütün maddî kâinat bir sema olduğuna
ve bunlardan başka gökler bulunduğuna göre, meleklerin hakikati ve bunların
makamlarının ne kadar yüksekliklere ve derinliklere varacağını tasavvur etmelidir.
Bunların çokluğunu anlatmak için Peygamber (s.a.v.) Efendimizin şöyle buyurduğu
nakl olunmaktadır: "Gök gıcırdamaktadır. Ve gıcırdamak hakkıdır. Onda bir
ayak yeri yoktu r ki, bunda secde eden veya rükû' yapan bir melek bulunmasın." Bu
konuda temsilî olarak şöyle bir artan oran da rivayet olunmuştur. "Âdemoğlu
cinlerin onda biri; bunlar yeryüzü hayvanlarının onda biri; hepsi kuşların onda
biri; bunların toplamı deniz hay v anlarının onda biri ve bütün bunlar yeryüzünde
görevli olan meleklerin onda biri kadardır. Sonra dünya göğünün melekleri bütün
bunlardan o oranda çok fazla ve bütün bunlardan ikinci gök melekleri de o oranda çok,
yedinci göğe kadar artarak hep böyle, sonr a bunların bütün toplamı Kürsîye ait
meleklere göre az bir şey, sonra hepsinin toplam adedi altıyüz bine ulaşan Arş
perdelerinden birinin meleklerine göre onda bir kalmaz. Ve bunlardan bir perdenin, yani
bir büyük perdenin uzunluk ve yüksekliğine göre gökl e r, yeryüzü ve içindekiler
ve araları bir özel değer teşkil etmezler ve bunun her karışında bir secde veya
rükû eden veya ayakta duran melek vardır ki, onu tesbih ve takdir eder. Sonra bunların
toplamı Arş etrafında dönen meleklere karşı denizden bir damla kalır. Sonra
İsrafil aleyhisselâmın yardımcıları olan Levh melekleri ve Cibrîl aleyhisselâmın
askerleri olan melekler sayısızdır. Cinslerini, ömürlerinin müddetini, ibadetlerinin
nasıl olduğunu ancak Allah bilir." "Rabbin ordularını ancak kendisi
bilir." (Müddessir, 47/31). Yine Peygamber (s.a.v.) Efendimizden şöyle rivayet
olunmuştur ki: "(Peygamberimiz) göğe yükseldikleri (miraca çıktıkları) zaman
kale burçları gibi bir yerde bir kısım melekler görmüştü. Bunlar birbirlerinin
yüzüne doğru karşılıklı ol a rak yürüyüp gidiyorlardı. "Bunlar nereye
gidiyorlar." diye Resulullah Cebrail'e sordu. Cebrail: "Bilmiyorum. Ancak
yaratıldığımdan beri ben bunları görürüm ve önce gördüğümün bir tanesini bir
daha görmem." dedi. Onlardan birine, ikisi birden: "Sen ne zama n
yaratıldın?" diye sordular. O da: "Bilmiyorum, ancak Cenab-ı Allah her
dörtyüz bin senede bir yıldız yaratır. Ben yaratıldığımdan beri de dört yüz bin
yıldız yarattı." diye cevap verdi." Meleklerin çokluğunu ve Allah'ın
kudretinin geniş tecellilerini an l amalı..
" Sanatı karşısında akılların hayrete düştüğü Allah'ı tenzih ve tesbih
ederiz. Kudreti karşısında en güçlü kimselerin aciz kaldığı Allah'ı tesbih
ederiz."
Şüphe yok ki, bu aydınlatmalar asrımızdaki Astronomi ilmi fikrinden de çok
yüksektir ve bunların hepsini esire mensup hafif cisimler ile sınırlamak da pek uygun
olmasa gerektir. Onlar sonuç olarak yeryüzüne ait melekler ve dünya semasının
meleklerini açıklayabilir. Meğer ki dünya göğünün dar mânâsıyle tefsirinde
ısrar edilsin. Bu i se kelâmcıların seçtiği fikir değildir. Bu âyette zikredilen
melekler hakkında da küçük bir ihtilaf vardır. "Bundan maksat yeryüzü
melekleridir." diyenler olmuştur ki, bu da Dahhâk'ın, İbnü Abbas (r.a.)'dan bir
rivayetine dayanmaktadır. Fakat Sahabe ve Tâ b iînin çoğu, lafzın genelliğine ve
bunu tahsis eden birşey bulunmadığına dayanarak bütün melekler olduğunu
söylemişlerdir.
İşte bütün melekler yeryüzünde hilafetle ilgili böyle bir ezelî takdirin
kendilerine tebliği üzerine ilâhî hitab karşısında "orada bozgunculuk yapacak,
kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis
ediyoruz" diye maruzat (sunuş)ta bulundular. Cevap olarak Rabbın: "Şüphesiz
ben sizin bilemiyeceklerinizi bilirim." buyurdu. Şüphe yok ki mut l ak bir şekilde
düşünüldüğü zaman bunun böyle olduğunu ve ilâhî ilmin kendilerinden çok fazla
ve yüksek olduğunu melekler bilirlerdi. Öyle iken inkâr makamında te'kit ifade eden
ile kuvvetlendirerek Cenab-ı Allah'ın bunu tekrar hatırlatması gösterir ki il â hî
istek, bu genellik içinde bir özeli, yani istihlâf (birini yerine geçirme) meselesini,
hedef almaktadır ki, meleklere gizli kalan ve şer ihtimali karşısında şaşma ve uzak
görme ve özellik arzetme ile söz söylemelerine sebep olan da bu idi. Şu halde mân â
nın sevki, "Hilafetin hikmet ve sebepleri ve ona layık olma meselesi hakkında
bilmediğiniz yönler var. Ben sizin bilmediğiniz bir çok şeyleri bildiğim gibi, bunu
da bilirim." demek olur. Ve bununla cevabın soruya her yönden uygun olması için,
bu bapta yal n ız meleğe has hasletlerin yetersizliğine ve talebin caiz olmadığına
da -dolayısıyle- işaret buyurulmuştur. Burada hikmetine de tenbih vardır.
31-Cenab-ı Allah onlara bu cevabı verdi bir taraftan da Âdem'e bütün o isimleri
öğretti. Ya o isimleri Allah kendi koyup Âdem'in ruhuna nakş ve ilham etti veya
Âdem'e bunları gerektiğinde koyup kullanacak bir özel yeteneği haiz bir ruh üflemeyi
takdir etti ki, önceki zahir (açık), ikincisi
muhtemeldir. Talim ile (yani öğretmek ile) bildirmek herkesin bildiği şeydir.
Bundan Hz. Âdem'in dilin esası olan isimleri birdenbire bir anlatma ile bilmiş
olmayıp, terbiyenin sırrı hükmünce bir yetenek ile az çok bir tedriç (azar azar
ilerleme) içinde belleyeceği anlaşılır. Ve burada, bu öğretimin geçmişinin
takdiri ve b i zzat Âdem'in kendine özgü sıfatı açıklanıyor ki, bu sıfat beşer
türünün mahiyet ve ilk fıtratı demektir. Zira Âdem bu türün ilk ferdidir ve türe
ait duyguların aslı ondan miras kalmıştır.
Bu isimler nedir? Ve istiğrak (genelleştirme)ın kapsamı ne kadardır? Yani bütün
eşyanın isimleri midir? Yoksa birtakım bilinen isimlerin toplamı mıdır? İlmî
tabiriyle deki "elif lâm" istiğrak için midir? Yoksa "Allah'ın
öğretmesini murat ettiği isimler" mânâsına ahd-i hâricî olup bunun te'kidi
midir? Bu noktada selef tefsircilerinden birkaç görüş vardır:
1- Bu isimler, insanların tanışmalarına, anlaşmasına sebep olan bütün
isimlerdir. İnsan, hayvan, yer, deniz, dağ, eşek ve diğerleri hepsi (İbn Abbas'dan
Dahhâk); karga, güvercin ve herşeyin ismi (Mücahid); her şeyin ismi, deve, inek,
koyuna varıncaya kadar (Said b. Cübeyr); her şeyin ismi, hatta şu, bu abdestsizlik
bile (İbnü Abbas'dan Said b. Ma'bed); her sınıf halkın ismi ve cinsine çevrilmesi,
şu dağ, bu deniz, şu şöyle, diye her şeyin ismi (Katâde). Bunl a rın özeti,
bütün dillerin aslı olan dilin hepsi oluyor. Ve "elif lâm" genelleştirmeye
hamlediliyor. Bundan kıyamete kadar olmuş, olacak bütün şeylerin isimleri
mânâsını anlayanlar da olmuştur.
2- Meleklerin isimleri (Rabi' ve daha diğerleri)
3- Z ürriyetinin isimleri (İbnü Zeyd'den, İbn Vehb'den Yunus b. Abdi'l-Alâ ve
diğerleri). Bu iki şekilde de "elif lâm" ahd içindir ve bunun karinesi
gelecek olan deki zamir gösterilmiştir. Çünkü tağlib muhtemel olmakla beraber
zamirinin akıl sahipleri için olduğu açıktır. Ve bu karineye göre bazı tefsirciler
hem meleklerin isimlerini ve hem nesillerin ismini kapsamasını (yani ikinci ve
üçüncü görüşü) toplamışlardır. Bu isimleri, Allah'ın isimleri diye telakkî
etmeye bu zamir engeldir.
4- Esmâ (isimler)d an murad dil değil, eşyanın duyguları, diğer deyimle o
duygulardan oluşan ilmî suret (biçim)lerdir, diye de tefsir edilmiştir. Fakat bunun
ilimden çok kelâm, hiç olmazsa kelâm-ı nefsî (zata mahsus kelâm) olan zihin olması
gerekir. Her ne olursa olsun bura d a kat'î (kesin) olan nokta, Hz. Âdem'e -az veya
çok- lisan öğretilmiş ve onun ilim ve kelâm sıfatlarına mazhar kılınmış
olması, kelam ve dil meselesinin hilafet işinde önemli yerinin bulunmasıdır.
Lisan hususunda bütün Âdem oğullarının zamanımıza kadar vaki olan tenevvü
(çeşitlenme) ve ilerlemelerinin hepsi, esas itibariyle, Hz. Âdem'in yaratılış
bakımından şereflendirildiği bu isimleri öğrenme özelliğine borçludur. İlim ve
mantık özelliği, bu şekilde, insan türünün aslî yaratılışında kendisinde dahil
bulu n muş ve bundan önce insanlığa ait hakikat ve tam mânâsıyle Âdem'e özgü ruh
tamam olmamış olur. Bu şekilde kelâmla ilgili kuvvet, insana mahsus ruhun mahiyetinden
bir kısım teşkil etmiştir. Cenab-ı Hak, bu gücü Âdem'in ruhuna şahsî olarak
bahşetmiş ve nefh ( ruha üflemen)in tamamından sonra da, Âdem bilfiil lisan
şerefiyle şereflenmiş olarak, gereğine göre, isimleri konuşmuştur. Şu halde
Âdem'den önceki yaratıklar, her ne türden olursa olsunlar, lisandan mahrumdular ve
bundan dolayı insan değildiler. İnsanlık hilafeti Âdemoğlu ile beraber bulunur.
Günahı, insanın zâtisi (kendisi) sayıp da, ilim sıfatını, kelâm sıfatını
arazî (gelip geçici) saymak isteyenler insanı bilememişlerdir. Bundan da şu sonuca
geliriz ki, bu öğretim, ruha üflenmeden önce yalnız Âdem'in r uhunda idiyse, ona
kelâma ait kuvvetin, isim koyma kabiliyetinin verilmiş olduğunu ifade eder. Ve bu
şekilde isimlerin bizzat koyucusu, Allah'ın verdiği kudretle, peyderpey Adem olmuş
olur. Ve eğer -zahir vechile (görünüşe göre)- ruhun üfürülmesi ile ber a ber veya
sonra ise isimleri koyan Allah Teâlâ'dır. Ve Âdem'e ilham veya kesin ilim ile
peyderpey öğretmiştir. Öncekinde kıyamete kadar bütün dillerin isimlerini içeren
bir hakikî istiğrak (genelleme) olur. İkincide ilk konuşulan bütün isimlere tahsis
ed i len ahd-i hâricî olur. Tefsir bilginlerince öğretim böyle iki şekilde te'vil
edilmiştir. Ve ilm-i usûl (Fıkıh Usûlün)de, buna bağlı olarak vaz-ı lügat (dil
meydana getirme) meselesindeki anlaşmazlık hasıl olmuştur. Açık olan, her halde
bizzat öğretme ve o öğretmenin takdiridir. Yani lisan, Âdem'in hilafetinin eseri
değil, hilafetinin sebebidir.
İşte Allah Teâlâ Âdem'e böyle isimleri öğretti. Öğretimden bir müddet sonra
da bu isimlerin müsemmalarını (yani delalet ettikleri zatları) meleklere arzetti.
Buradaki zamirinde bir dil inceliği vardır ki, lisanımızda bulunmaz. denilmeyip,
buyurulması, arzolunan şeylerin akıl sahibi olduğunu açıkça göstermektedir. Ve
isimleri şarta bağlatan karine de budur. Bu zamirin meleklere dönmesi ve o isimlerin
melek l erin isimleri olması da, bunların meleklere arzı ile uygun olmuyor. Şu halde
en açık mânâ, ad verilmiş olanların Hz. Âdem'den sonra gelecek olan nesilleri
olmasıdır. Geçmişte anılan isimler de bunların isimleri (yani insan isimleri) demek
olur. Bununla be raber
bütün isimlerin öğretilip de, yalnız bunların arz edilmiş olması da ihtimal
dahilindedir. Fakat her iki halde böyle olmak için nesillerin yaratılmış olması
gerekir. Halbuki âyette henüz Hz. Havva'nın bile yaratıldığına işaret yoktur. Ve
kıssanın siyakı (gelişi) da buna muhalif görülmektedir. Bu müşkil (problem),
bilinen bir hadis ile açıklanıyor ki bunlar meleklere, küçük karıncalar, mikroplar
misalinde arzedilmişlerdir. "nesil veya küçük karıncanın misalleri"(1) ki
zürriyyet (nesil) kelimesi bundan türemiştir. Bu hadis bunların o zaman Âdem'de
henüz tohum halinde (yani gelecekte bütün Âdem oğullarını temsil eden ilk meniye
ait tohumcuklar şeklinde) bulunduklarını anlatır. Eğer burada bu olayların yoğun
cisimler âleminde olmayıp, Hz. Âdem'in ruhunun t akdiri veya ruhunun esiri yumuşak bir
cisim kazanması halinde olduğunu tasavvur edebilirsek, o esirle ilgili cismin
parçalarında kıyamete kadar gelecek Âdem oğlunun birbirine bağlı temessülleri (bir
şekil veya surete girmeleri) veya ruhundaki nesillerin m a nevi suretleri o isimlerin
meleklere arz olunan mânâları olarak düşünülebilir. Ve böyle olmasına olayın
yeryüzüne inmeden önce olması karine demektir. Bu şekilde meleklere arz, hissî arz
değil, ilmî ve hakiki arz olur. Gerçekten isimlerin asıl medlûlleri, eşyanın ilmî
suretleridir. Kelimelerin mevzuu lehi (konusu) asıl bunlardır. Demek Âdem'e önce
eşyaya ve bilhassa nesilleriyle ilgili ilim verilmiş ve bundan başka bu bilgilere ait
isim ve dile ait suretler de öğretilmiştir. Meleklerde olmayan da budur. Bu n lar
takdir edilmiş ve yere inişten sonra da Hz. Âdem bunların yapılışlarını yerde
görmüştür. Burada fiilî olarak ilmin fıtrî (doğuştan) veya sonradan olma meselesi
vardır ki, başka yerlerde açıklaması gelecektir.
Rabbın meleklere bunları arzetti ve gösterdi de Haydi siz işaretle ifade etmek
istediğiniz hilafet yeteneğinizi göstermekte sadık (yani musîb = isabetli) iseniz
işte bunların isimlerini bana güzelce haber veriniz, buyurdu. Bu zatları, sade
kendileriyle değil, isimleriyle de tanıtabilecekler i ni sorarak önce melekleri,
aczlerini ortaya çıkarmak ve isbat etmek için, imtihan etti. Ve bununla şunu da
anlatmış oldu ki tasarruf, tedbir, adaletli olma, bunların ilgilendikleri şeyleri,
yeteneklerinin mertebelerini ve hukukun miktar ve derecelerini bi l meye ve bundan başka
bir de bizzat huzura getirmeye muhtaç olmaksızın gıyaplarında da isimleriyle
anlatabilmeye bağlıdır. Ve bu hususta ilim sıfatından daha fazla bir özellik ve
meziyet ifade eden kelâm sıfatının, dile ait kuvvetin, diğer deyimle hakikate uygun
konuşma veya düşünmenin şahsî bir kıymet ve önemi vardır. Bu olmadan hükümleri
yerine getirmek mümkün değildir.
32-Bu imtihana karşı melekler: "Sübhaneke, en yüksek tesbih ve tenzih sana ya
Rab!... Senin bize bildirdiğinden başka bizim hiçbir ilmimiz yoktur. Her şeyi bilen ve
daima bilen âlim ve her yaptığında hakîm (hikmet sahibi) hakikaten sensin ve ancak
sensin." dediler ve böyle aczlerini ortaya koydular, tesbih (Allah'ın yüce ve
münezzeh olduğunu ifade) ettiler.
SÜBHÂN, tesbîhin bir özel ismidir. "Sübhâneke" de çoğunlukla tevbe
başlangıcı olur. Şimdi burada şu sorular akla gelir: Melekler hiçbir isim
bilmiyorlarsa, o zaman kelâm sıfatından tamamen mahrum bulunuyorlardı, demek olur. O
halde bu sözleri nasıl söylüyorlar ve ilâhî kelâma nasıl muhatap oluyorlardı? Yok
eğer bunlar tamamen mahrum değiller de henüz gösterilen yeni şeylerin isimlerini
bilmiyorlar idiyse, o zaman naibliğe mutlak yeteneksizlikleri nasıl sabit olur?
Gerçekte esma (isimler)dan maksat birinci rivayet vechile bütün isimler ise, meleklerin
bütün isimlerden mahrum bulunacakları cihetle, bizzat kelâm sıfatları olmadığı ve
ancak ilim sıfatından bir hisseleri bulunduğu anlaşılır. Ve eğer nesilin isimleri
ise, diğer isimleri men' etmeyeceğinden kelam sıfatına engel olmaz v e bu şekilde
meleklerin liyâkatsizliğini isbat etmek istenmeyip, başka bir hikmetin meydana
çıkarılması istenir. Lakin her iki takdirde melekler ile olan ilâhî hitaplaşma
(konuşma) kelâm sıfatına dönmeyip, mânâsı büsbütün başka olmak ve ilim
sıfatı ile te ' vil edilmek zahirin (açık metnin) gereğidir. Önceki umum (genel)
takdirinde bu zorunludur. Husus (özel) takdirinde ise liyakat (yetenek) hikmeti hasebiyle
açıktır. Şu halde melekler isimleri, kelâmı Âdem'in haber vermesiyle
öğreneceklerdir. Burada Kelâm i l minin güç bir meselesine gelmiş oluyoruz. Şu
kadar söyleyelim ki, asıl ilim hakikatin bizzat bir görünümü ve bir özel
inkişafıdır. Kelâm da ilmin bir tecellisi, hem de bir dal, bir alâmet ile naib
(vekil) olmak suretiyle tecellisidir. İlmin aslında hakika t in bizzat bir vechi
vardır. İsimde, kelâmda ise o vechin ancak bir vekili vardır. Çünkü ismin asıl
mânâsı bir şeyi zihne yükseltmek için alâmet ve delil olan şey demektir ve
ıstılâhî (terim) mânâsı bundan alınmıştır. Şu halde isim kendisi de bir şey
olma k la beraber, isimliği diğer bir şeye vekil ve alâmet olması bakımındandır.
Ve Allah daha iyi bilir, bu hikmetten dolayıdır ki, hilafete liyakat, isimlerdeki ve
kelâmdaki bu vekalet mânâsı ile uygun olmuştur ve Allah bunu başlangıçta Âdem'e
ihsan etmiştir. V e işte beşerî ilimler, vekilliği olan bu kelâma ait şekillerin
araya girmesiyle ilgili olduğundan dolayıdır ki, gölgeli tasavvurlar ile doludur. Ve
keşfe ait ilim ile, isme ve fikre ait ilmin büyük farkları bundandır. Demek ki,
Cenab-ı Allah ile melekleri n önceki konuşmaları hiçbir
isim ve vekalete ait suretler karışmayan ve bizzat hakikat vechi üzerinde vaki olan
bir ilmî cereyandır. Ve meleklerin konuşmaları, tesbihleri, takdis (kutsama)leri,
bizzat olan bir ilmî aydınlatma demektir ki bununla, asıl kelâm sıfatının vekalete
ait olan cereyan tarzındaki fark, açıktır. Şu halde meleklerin bilmedikleri ve
bildiklerinde eksikleri bulunabilirse de hataları ve cehl-i mürekkeb (bilmediğini
bilmedik)leri olmaz. Ve bunun için denilmiştir ki, melekler ancak nass (d i nî delil)
ile amel ederler. Beşer ise istinbat ve kıyas kuvvetine, gücüne sahiptir. Yukardaki
ifadelerinde de açıktan yetenek iddiasında bulunmamışlar ve yeni anladıkları
meseleyi eksik olarak görebilmişler ve vekaletin hakikatini bilmemekle beraber, söyl e
diklerinde de hakikatın bir cihetini söylemişlerdir. Beşeriyetin hata ve bilmediğini
bilmeme kabiliyeti de kendilerindeki kelâm sıfatı ve bundaki vekalet değeri ile
ilgilidir. Şeytan bunları bu yönden aldatabilir. Gerçi kelâm, esas itibariyle hakkı
ve doğ r uyu bilme konusudur ve onun vekilidir. Ve bu vekilin temsil ve delaletinde de
ciddiyet vardır, fakat kelâmın kendisi olmayan bir tesir ile yalan söylenir. Sonra
kelam, ilmin aynı ve hakkın aynı diye alınır da kelam ve vekalete ait suretler ile,
karışmış o l an fikre ve tasavvura ait suretler bizzat hak ilim yerine konulur. Ve
hasılı bilerek söylenilmez, bilerek anlaşılmaz ve hepsinin ötesinde hak istenmez ve
araştırılmaz; vekaletin tabiatı, bir asalet kabul edilir. Ve o zaman insanlığın
bütün şer ve fesadı b a şlar. Halbuki Cenab-ı Hak, Adem'in fıtratını, kendi
sıfatından hem ilim ve hem kelâm sıfatlarına mazhar kılmış ve kendine isimleri
öğrettikten sonra meleklerin karşısında yeteneğini isbat için bir de imtihan
yapmıştır.
33-Melekler aczleri (güçsüzlükl eri)ni itiraf, ilim ve hikmeti teslim edince
Rabbın: "Ey Âdem, bunlara şunların isimlerini güzelce haber ver." dedi. Ve
halifenin kim olacağına da bu hitap ile işaret etti.
"Âdem" isminin "üdme"den veya "edîmü'l-ard"dan
türemiş (ef'alü) vezninden Arapça bir kelime olduğu rivayet olunuyorsa da A'cemî
(yani Arapça olmayan) ve (fâalü) vezninde olması tercih edilir. Zemahşerî, Beydavî,
Ebu's-Suûd ve diğerleri gibi muhakkikîn (tahkikciler)in tercihi budur. İmam Şa'bî
bunun "azer" ve "a'zer" gibi İbra n î dilinden olduğunu ileri
sürmüş, Süryanice'de de "Adem"in "toprak" demek olduğunu
söylemiştir. Bazıları da bunun aslı "hâtam" vezninde Süryanice olduğuna
ileri sürmüştür ki, bu şekilde dilimizdeki "adam" telaffuzu asla daha uygun
olmuş olur. Arapça ise ö zel isimlik ve fiil vezninde olduğundan dolayı; Arapça
olmadığına göre de özel isimlik ve ucme (aslı Arapça olmayan) kelimelerden
olduğundan dolayı gayr-i münsarif (cer ve tenvini kabul etmeyen)dir. Ve her iki
takdirde bir cins ismi olmayıp, özel
isim oldu ğu muhakkaktır. Âdem beşer, insan gibi cins ismi yerinde kullanılacak
olursa çoğulu "avadim" gelir ve o zaman çoğulu gayr-i munsarif olursa da,
müfred (tekil)i munsarif (cer ve tenvini kabul eden) olmak ve "raeytü âdemen"
demek gerekir ki, "âdemiyen" " (ferden min benî âdem = ) demektir. Ve
doğrusu hariçte her cins ismi başlangıçta bir özel ismin genellemesidir. Ve vahid
(tek), çoğa -tabiatiyle- mukaddem (öncelikli)dir. Her halde Arapça'dan başka İbranî
ve Süryanî'de bu ismin çeşitli lehçelerinin bulun d uğu anlaşılıyor. Sâbiede
isminin bile Arapça olmayarak, bu isim ile bir ilgisi görünüyor. Bununla beraber
Ebu'l-Beşer (beşerin babasın)in çeşitli dillerde başka başka isimlerle yad
olunduğu da nakl ediliyor. Şehristânî'nin "el-Milel ve'n-Nihal"de açıkla m
asına göre Mecûsîlerden Küyumseriye grubu "Keyumers, Âdem'dir" derler. Ve
Keyumers'in Âdem olduğu Hint ve Acem tarihlerinde de görülmüştür. Fakat diğer
tarihçiler buna karşı çıkmışlardır. İbnü Esir de "Kâ-mil"inde
"mecusun Ceyumers dediği Hz. Âdem'dir." d i ye zikreder. En açığı, Adem
isminin beşerin ilk lisanına ait bir kelime olmak üzere ele alınması gerekecektir.
İşte Cenab-ı Allah meleklerden sonra Âdem'i de bu emir ile imtihan etti ve Âdem
onları isimleriyle tafsilatıyla anlattı. bunun üzerine Âdem o arzolunan şeyleri
isimleriyle onlara haber verince: Rabbın meleklere: "Ben size her halde ben
semaların ve arzın gaybını bilirim demedim mi? Ve siz ne açıklıyor ve ne gizliyor
idiyseniz onu da bilirim." buyurdu. Ve bununla önceki "ben sizin bilmed i
klerinizi bilirim" yüksek sözünün mânâsını genişletti ve açıkladı. Bundan
anlaşılır ki icmâl (kısaltmak) hakikatte tafsilin aynıdır. Şu da anlaşılır ki,
meleklere olan kelamın hakikati ancak mânâdan ibarettir. Lafza ve isme ait suretler
değildir, yoksa ic m ali söyleyen tafsîli söylemiş olmazdı. Yukarda
hatırlattığımız üzere bu tafsîlin mâsîka lehi (sevkolunduğu şey) de genel
değil özel, yani bu meyanda bilhassa Âdem aleyhisselâmda tahakkuk eden hilafetin
sebeplerini açıklamak, hikmet ve kudreti ortaya çıkar m aktır ki; "İşte sizin
başlangıçta anlayamadığınız hikmetin sırrı ve liyakatin sebepleri budur."
demek olur. Cenab-ı Allah bütün ilâhî sanatını böyle sebeplere ve gizli hikmetlere
bağlamıştır. Fakat ona karşı hiçbir sebep ile yetenek ve hak etme davasına k a
lkmakta da hak yoktur. Çünkü o bir şey murad ederse böyle yeni sebepler yaratır ve
neticesini de o suretle ihsan eder. Müsebbibü'l-esbâb (sebepleri yaratan)a sebeb ile
hak iddiasına kalkışmak mânâsız olur. Aslî ve hakiki sebep
ancak onun iradesidir, hikmet de onun gereğidir. Görülüyor ki Cenab-ı Allah
Âdem'i halife olmak üzere yaratmış ve durumu meleklerine istişare eder gibi kısaca
tebliğ etmiş ve malum cevap üzerine onu isimleri öğretmekle terbiye etmiş ve sonra
melekler ile beraber imtihandan geçirip, m e leklere güçsüzlüklerini açıklatmış
ve ona bilfiil ehliyetini isbat ettirmiş ve meleklerin devamlı tesbih ve takdis
göreviyle meşgul olması, bu yeni makama liyakatleri için yeterli sebep olmadığını
da göstermiş ve nihayet onları Adem'e boyun eğdirmek için h azırlamıştır.
Hasılı bu kıssada ilâhî rububiyetin tecelli tarzı büyük bir açıklık ve pek
ince bir üslub ile anlatılarak insanın aslî fıtratında dürülmüş olan enfüsî
(subjektif) ilâhî nimetler hatırlatılmış ve bununla ilâhî rububiyete bilgi temin
edildikten sonra gıyabtan mütekellim (konuşan)e iltifat (dönme) yoluyla sonrası da
ayrıca bir hatırlatmaya tabi tutulmuştur. Şöyle ki:
34- dördüncü nimet olarak o vakit de hatırla ki biz meleklere: "Âdem'e secde
ediniz." diye emrettik de İblis'den başkası derhal secde ettiler. O dayattı ve
kibirlendi yahut<D> melekler hemen secde ettiler. Fakat İblis dayattı ve
kibirlenmek istedi. ve esasen kâfirlerden idi. Kehf sûresinde geleceği üzere aslı Cin
denilen gizli yaratıklardan idi ki, bunların kâfir l eri de vardır. Bu emir üzerine
itaattan dışarı çıktı, kâfir oldu. Sonucun böyle olacağını da Allah Teâlâ
ilâhî ilminde biliyordu. Bu itibarla kaderde, kâfirler defterinde kayıtlı
bulunuyordu. Yoksa İblis'in Âdem'e secde emrine kadar küfrü geçmemişti. "Ra b
b'inin emrinden (dışarı) çıktı." (Kehf, 18/50). Fakat Allah böyle bildiği
için o kâfir olmadı, o kâfir olacağı için Allah onu öyle biliyordu ve öyle takdir
etmiş idi. Hakikaten İblis kibirlenmek istedi. Nefsinde mümkün olduğu halde, itaati
seçmedi ve o z a man bilfiil kâfir oldu. Şu halde kelimesi "idi" mânâsında
değil, "oldu" mânâsına kullanılması da mümkündür. Görülüyor ki
İblis, Allah'ı inkâr ettiği için değil, emrine itaat etmemesi dolayısıyle kâfir
olmuş ve buna göre farz olan herhangi bir vazifeyi y a pmayanın küfrüne hükmedenler
bulunmuştur. Fakat âlimlerimiz diyorlar ki, İblis'in küfrünün sebebi, yalnız emre
itaat etmemesi değil, onu beğenmemesi "Ben ondan daha hayırlıyım." (Sa'd,
38/76) diye
kibirlenerek kendi kıyasıyle tenkit etme (eleştirme)ye kalkışmasıdır. Ve akaid
ve fıkıh kitaplarındaki tekfir (küfre nisbet etmen)in bir kısmı da bu esasa
dayanmıştır. Bunda "Onlar ki, söz verip bağlandıktan sonra Allah'a verdikleri
sözü bozarlar." (Bakara, 2/27) âyetiyle yerilmesi vardır ve daha şiddetli dir.
Aslen lügatta "secde", son derece tevazu ile alçalıp baş eğmektir ki,
"kibr"in tam zıddıdır. Dînen de alnını yere koymaktır ki, ta'zîm
(büyükleme) ve itaat etmenin en yüksek şeklidir. Ve ondan daha özeldir. Zira önceki,
ayaklar altına yatıp yuvarlanmakla dahi olabilir. Şer'î mânâsında ibadet kastını
ilave etmeye lüzum yoktur. Çünkü secdenin ibadet olması için niyet şart ise de,
secde olması için şart değildir. Bununla beraber dile ve şeriate ait her secdede bir
alçalma, ta'zim ve itaat vardır. Bun u n için Allah'dan başkasına secde etmek dinî
bakımdan küfürdür. Ve secde fiilî bir ta'zim ve itaat etme olduğu cihetle, yalnız
kalbî olan itaat hakkında mecaz olur. Acaba meleklerin secdesi hangisidir? Kur'ân'a
mahsus kelimeleri şer'î mânâsına yormak gerek i r ve melekler cismanî şekilde de
görülebileceklerinden "alın koyma" (vaz-ı cephe) mânâsı mümkündür.
Bununla beraber meleklerin secdesini kendi hakikatleri ile uygun olarak düşünmek ve
hilafet gereği Âdem'e ilâhî emirle bir fiilî tasdik halinde kabul etmek daha
uygundur. Bu ise Âdem'e bir saygı gösterme olmakla beraber bizzat Allah Teâlâ'ya bir
ibadettir. Bununla melekler ilâhî hükümlerin yerine getirilmesi bakımından Âdem'e
hilafet mertebesine uygun bir şekilde hizmet ve yardıma memur edilmiş ve bir ahde ( s
öz verme) bağlanmış demek olur. O halde melekler, Adem'e bizzat boyun eğmiş değil,
fakat hilafete hizmetçi olacaktır. Ve herhalde asıl mabud, yüce yaratıcıdır.
Hasılı bu secde Âdem'e bir ibadet değildir.
İşte insanlar böyle bir babanın evladıdır ve kendileri onun halefi, onun
halifesidirler. Bu nimeti bilmeli, bu kardeşliği takdir etmeli ve hiç biri âlemde
asalet iddiasıyle kendi hesabına yaşamaya çalışmamalı, büyük bir kardeş
topluluğu halinde yaşamalı ve yaşamak için kendi hükümlerini değil, Allah'ı n
hükümlerini, Allah'ın emirlerini, kanunlarını tatbik etmeli ve o zaman meleklerin de
kendilerine hizmet edeceğinden ümitli olmalıdır. Bunda emre karşı gelen ve
kibirlenen İblis'in tâbilerinden olmamalı, yaratılışını değiştirmemelidir.
Cenab-ı Allah burad a İblis'in dayatma ve kibirlenmesini haber verirken, bilhassa onun
benzerleri olan ve ilâhî emre boyun eğme ve itaat hususunda kibirlenerek aralarındaki
kesin hukuku teslimden çekinen yaratıkları azarlamıştır. Ve bu nassın kendisi için
sevk edildiği şey b u dur. Ve bunların bir kısmı Hz. Resulullah'ın hicret yeri
(Medine) etrafında bulunan yahudi ve yahudi bilginleriydi ki, Hz. Peygamberi
ve sıfatını biliyorlardı ve peygamber olarak gönderileceğini yayıyorlardı.
Böyleyken hased sebebiyle ikrar ve itaattan çekinir ve büyüklük taslarlardı. İbnü
Cerîr burada der ki: "Cenab-ı Allah yahudi kâfirlerin bu hallerine işaret etmek
suretiyle İblis'i kâfirler zümresine nisbet etti. Cins ve nesebde başka olduğu halde,
din ve millette onların kolundan saydı". Şu halde İbli s ile kâfirler arasında
başka yönden benzeyiş aramak lüzumsuzdur."
İblis ismini ilk tefsircilerden bazıları (iblâs) masdarından Arapça bir isim
olarak göstermişlerdir. İblâs ise hayırdan ümidini kesmek, pişmanlık duyma ve
kederli olma mânâlarına gelir. İblisi de Cenab-ı Allah isyanına karşılık, bütün
hayırlardan ümidini kesmiş, taşlanmış, bir şeytan kılmıştır. O halde İblis,
hayırdan son derece ümitsiz demektir ve i'rab (harekeleme) da Arapça olmayan isimlerin
hükümlerine tabi tutulmuş ve gayr-i münsa r if (cer ve tenvin olmayan) olmuştur.
Fakat böyle olması daha çok gösterir ki, bu da "Âdem" kelimesi gibi A'cemî
(Arapça olmayan)dır. Arapça'ya diğer bir lisandan geçmiştir. Muhakkıkîn
(kıritikçiler) bunu böyle söylemişlerdir.
Bu secde kıssası burada geçen kıssaya atfedilerek ayrıca zikrolunmuştur. Bundan
da bu secdenin "Onu düzenle(yip insan şekline koydu)ğum ve ona ruhumdan
üflediğim zaman, hemen ona secdeye kapanın." (Hicr, 15/29) âyetindeki şarta
bağlı emirle ilgisi bahis konusu olmuştur. Biri ş a rta bağlı olarak yaratılmadan
önce, diğeri de sonuçlandırma ile ilgili olarak yaratılışından sonra iki emir var.
Acaba secde de bir mi, iki mi? Öğretim ve imtihandan önce mi, sonra mı? Buradaki
"secde ediniz" sonuçlama ile ilgili emrin sonra olduğunu, d i ğeri de tesviye
ve ruh üflemeyi takib ettiğini ifade ediyor. Ebu's-Suûd "ceza fâ"sının
takip ifade ettiğine ilişerek secdenin öğretimden sonra ve sonuçlama emri ile ilgili
yapıldığında ısrar ediyor. Râzî de önce ve şarta bağlı emir ile
yapıldığını ifade e d iyor ve secdenin birkaç defa olduğunu kabul eder
görünmüyor. Bu arada açık olan bu emrin, yaratılıştan sonra, şartın tahakkuku
üzerine, geçen şarta bağlı emrin sona erdirilmesi ve yerine getirilmesi olduğudur.
Bunun gerek takdiri ve gerekse tekvini (yara t ması), isimlerin öğretiminden,
imtihandan sonradır. Bununla beraber tesviye ve ruh üflemesinin toplamından geri
kalmış da değildir. Çünkü bu öğretme ve imtihan ruh üflemesinin tamamı
cümlesindendir. Yani bundan anlaşılıyor ki, ruh üflemekten maksat, diri olması
değil, düşünen hayat sahibi olmasıdır.
Başlaması değil, kemalidir. Şu halde yerindedir. "secde ediniz", onun
sonuçlandırarak teveccühüdür. Âdem'in gerçeği ruh (nefs-i nâtıka) tur. Ve ruh
üflemenin mânâsı, ruhun üflenmesidir. Adem'e ait hayat, asıl bundadır.
35-Burada İblis'in özellikle azarlanma macerası bırakılmıştır. Çünkü
kıssanın sevkedilişi, bilhassa Âdem'e ve Âdem oğullarına olan fıtrî
(yaratılıştan olan) nimetleri hatırlatmaktır. Bu şekilde melekler ile Âdem
arasındaki macera açıklandıktan sonra, şimdi de takdirdeki o imtihan ve teveccühün
meyvesi ve İblis ile olan macerası açıklanmak ve Âdem'in yaratılışındaki günah
ve itaatsizliğin geçici olduğu hatırlatılmak için daki ya atfedilerek buyuruluyor
ki: bir de demiştik ki, "ey Âdem!. Sen ve eşin (zevcen) şu cennette
oturunuz." "Çift" demek olan zevc, asıl Arapça'da çiftin her tekine,
hem erkeğe ve hem dişiye de söylenir. Demek ki, bu sırada Hz. Âdem'in bir de zevcesi
(eşi) yaratılmış bulunuyordu ki, bu da ayrıca ilâhî bir harika (olağanüstü bir
olay)dır. İnşaallah bunun açıklamasını da ilerde, bu cümleden olarak Nisâ
sûresinin baş âyetinde göreceğiz.
Acaba bu cennet yeryüzündeki cennetlerden biri mi idi? Böyle zannedenler olmuştur.
"Filistin'de yahut Fâris ile Kirmân arasında bir cennet idi. İnişi de oradan
Hindistan'a nakliydi." denilmiştir. Fakat bunlar şöyle bir istidlâl ile
söylenmiştir: Çünkü Âdem'in yaratılışı yeryüzünde olduğunda ittifak vardır
ve bu kıssada semaya yükselmesi zikredilmemiştir. Olsa idi öncelikle hatırlatılı r
dı. Bir de cennet-i huld (ebedi cennet) olsaydı, çıkılmaz ve şeytan oraya giremezdi.
Fakat bu tahmin, göründüğü kadar makul ve tabii değildir. Âdem'in yeryüzüne
inişi, yeryüzünde ortaya çıkması, akıl ve nakle daha uygundur. Huld cennetine
devamlı oturmak i çin girmekle, misafir olarak girmek arasında da fark vardır. Şu
halde "Cennet", ahirette müminlerin varacağı sevap evidir ki, şimdi mevcut,
fakat dünyada görüşten gizlenmiştir. Ve "Cennet" denilince Kur'ân dilinde
bilinen budur. Âdem'in cennette oturma s ı hali, ahiret âleminin meydana gelişine
benzer bir ilk oluştur. Ve bu durum bize göre bir makul âlemdir. Yeryüzü ile onun
arasında mekanla ilgili bir uzaklık tasavvuruna da lüzum yoktur. O da aynı feza
içindedir. Bunda akla yaklaştırmak için söylenebilec e k olan söz: Âdem'in ruhunun
bütün kemal kuvvetlerini haiz olarak, maddeye, önceki unsurlara ilk ilgisi, diğer
deyişle beşerin aslı olan ilk Âdem'le ilgili hücreciğin esîrî bir şekilde
oluşumu ve ondan eşinin ayrılmasıdır. Muhyiddin-i Arabî'nin bir deyişin e göre,
ruhun tabiata ilk verilişidir.
Cenab-ı Allah, Âdem'e buyurmuş ki, eşinle beraber bu cennette otur. ve bundan bol
bol yiyiniz nerede isterseniz orada yiyiniz fakat şu ağaca yaklaşmayınız, bundan
yemeye kalkışmayınız ki zalimlerden olursun uz.
Zulüm, haddini aşıp bir hakkı, yerinden başkasına koymaktır. Demek ki Cenab-ı
Hak Âdem'e cennette büyük bir hürriyet vermekle beraber, ona yine bir sınır tayin
etmiş ve ona yaklaştıkları takdirde zalimler zümresine gireceklerini de
bildirmiştir. Bu, şunu ortaya çıkarır ki, insanlıkla ilgili hilafet mutlak
değildir. Ve bunun özel bir sınırı vardır ki, tecavüzü zulümdür. O sınırı
tayin eden bu şecere (ağaç) ne idi? Doğrusu bunu Allah Teâlâ Kur'ân'da bize ismiyle
bildirmemiştir ve ancak bunun cennett e belli ağaç olduğunu, Âdem'in kurtuluş ve
saadetinin bozulmasına sebep olmak özelliği bulunduğunu anlatmıştır. Demek,
fazlasını bilmemizde Allah katında bir fayda yoktur. Ve şimdilik mümkün değildir ve
tahkikçi (kritikçi) tefsircilerin seçeneği budur. Bun u nla beraber buğday veya
üzüm veya incir olduğu hakkında bazı rivayetler de vardır. Tevrat ehli,
"bür" yani buğday demişler; Vehb b. Yemâmî'den de: "Fakat öyle bir
cennet buğdayı ki, tanesi sığır yüreği gibi, kaymaktan lezzetli, baldan
tatlı" diye bir tabi r nakledilmiştir. İbnü Abbas ve daha bazılarından
"sünbüle" (başak) diye rivayet edilmiştir. "Dünyada evladına rızık
kılınan başaktır." tabiri dahi naklediliyor. İbnü Mesut'dan asma, üzüm
ağacı ve bazılarından incir tabiri vârid olmuştur. Bu meyanda şu tab i r de
vardır: "Bu öyle bir ağaçtır ki, melekler hulûd (ölümsüzlüğe ermek) için
bununla kaşınırlar." Bunların bir temsilî mânâyı ifade ettikleri de
açıktır. Nitekim cennet meyvelerinin birbirine benzemesi meselesi geçmişti.
Hıristiyanlardan rivayet edilen t e lakkiye göre, bunun kadınla erkek arasındaki
cinsî yaklaşmadan kinaye olduğudur. Hıristiyanlıktaki ruhbaniyet (yani evlenmemek),
evlenmemeyi ibadet ve sevap itikat etmek önermesinin bu telakkî ile ilgili bulunduğu da
sanılır. Fakat Kur'ân'ın metni buna m ü sait (uygun) görünmüyor. O zaman
mânâsız kalır. "birbirinize yaklaşmayınız" demek, hem yeterli ve hem
açık olurdu. Bu şekilde Âdem'in ilk evlenmesi gayr-i meşru (dine uymayan) olması
gerekiyor. Şüphesiz bizce daha uygun olan bu konuda tevakkuf (durma k)dur. Biz o ağacı
tayin edemeyiz. Ancak şu kadar düşünebiliriz ki, ondan yemek, vekilliği unutmak ve
asalet davasına kalkışmak duygusunu verir. Bu da insanın aslî yaratılışından
değil, şeytanın telkininden başlar. Bu buğday ise, delice buğdaydır. Bir üzüm
ise, şarap üzümüdür. Bir incir ise, kurtlu incirdir. Ve her halde bir hamri (sarhoş
ediciliği) vardır. Ve o hamr aklı alır ve Allah'ı unutturur. Cennete bu, yenilmek
için
değil, tahdit (sınırlama) ve kulluk için konulmuştur. Bununla beraber biz:
"Dünya sevgisi, her hatanın başıdır" hadis-i şerifinde bu yasak ağacı
tayin eden bir delalet buluyoruz. Demek Âdem o zaman dünya sınırına yaklaşmamak emri
almış ve Âdem bundan, yaratılışının gereği olarak yememiştir. Fakat Hamze
kırâetinde 'dır ki, önceki = z elle'nin if'âl bâbı olan = izlâl'den, ikincisi =
izâle'dendir.
36-Bu iskân (oturma) üzerine o şeytan, o İblis ikisinin de o ağaç yüzünden
ayaklarını kaydırdı, yahut ikisini de cennetten kaydırdı. Zira o zaman şeytan
kovulmuş bulunuyorsa da Âdem'i ve Âdem'in çocuklarını azdırma imkanı
kaldırılmamış idi. Çünkü Âdem'e özgü şeref asıl bununla ortaya çıkacaktı,
hilafet tasarrufu bizzat bununla tahakkuk edecekti. Bu imkandan dolayı şeytan ne yaptı
yaptı, cennete bile girebildi de bunları bulundukları yerde n veya nimet halinden
çıkardı, cennetteki kendilerine ait fıtratlarına bir değişme ârız oldu, biz de
dedik ki haydi ininiz ve o halde ininiz ki bir kısmınız, bir kısmınıza zulüm ve
tecavüz edecek düşman ve sizin için yeryüzünde bir zamana (yani ölü n ceye) kadar
geçici bir oturulacak yer tutmaya çalışmak ve faydalanıp yaşamak da bir hak olsun.
Çünkü yerler ve yerdekiler insanlar için yaratılmıştı. Ve cennette oturma bunun
bir başlangıcı idi. Fıtratınızdan hariç olan şeytanın kandırmasına
bakılmasaydı, bu yeryüzüne daha başka sağlam bir şekilde gelmek de mümkündü. Bu
hata üzerine yeryüzüne gelip, hiç faydalanma hakkına sahip olmamak da mümkün idi.
Halbuki ilâhî yardım bu emri verirken, bu lütfu da esirgememiştir. Ve insanlık
dünyaya böyle bir hak lütuf i le birlikte bir felaket içinde doğmuştur. Takdir, bu
felaketin imkanını kaldırmamış, fakat bunu şahısla ilgili de kılmamıştır.
Felaket sebebi geçicidir.
37-Nitekim bu emir verildi ve verilir verilmez, Âdem de Rabbinden derhal birkaç
kelime aldı. Burada "bizden" buyurulmuyor da "Rabb'inden"
buyuruluyor. Çünkü inme emriyle beraber Âdem hitap mevkiinden (ikinci şahıslıktan),
gıyaba (üçüncü şahıslığa) inmiş bulunuyordu. Fakat halife olmak üzere takdir
buyurulan Âdem'in fıtratından, ilim ve isim güçleri yok edilmemiş idi. Vuku bulan
hata, henüz tabiat (huy) olmamış idi. Bu felaket üzerine derhal Âdem bu
yaratılışıyle Rabbine döndü ve ondan kendisine bazı kelimelerin telkin edilmekte
olduğunu anladı ve o kelimeleri karşılayıp aldı, kabul etti ve onlarla amel e tti.
Çünkü "telakkî" kelimesi, "lika"dan alınmış olarak,
karşılayıp almak ve aldığına sarılmaktır. Âdem'e bunlar, "tasavvur"
dediğimiz lisana ait suret ile karışmış, vekalete özgü bir ilim
altında keşfî bir ilim, bir hakiki şuur anlatıyorlardı. Bu kelimeler nelerdi?
A'râf sûresinde gelecek olan "(Âdem ve eşi) dediler: "Rabbimiz, biz
kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana
uğrayanlardan oluruz." (A'râf, 7/23) kelimeleri idi. Bundan başka şunlar da
nakledilmiştir:
1- "Allah'ım sana hamdinle tesbih ediyorum. Senin ismin mukaddestir. Senin
şanın yücedir. Senden başka ilâh yoktur. Ben nefsime zulmettim, beni bağışla.
Senden başka günahları affeden yoktur."
2- İbnü Abbas hazretlerinden rivayet olunduğuna göre şu münacât (dua) cereyan
etmiştir: "Ey Rabbim, sen beni kendi elinle yaratmadın mı? -Evet. Ey Rabbim, senin
rahmetin öfkeni geçmiş değil midir? -Evet geçmiştir. Ey Rabbim, ben tevbe eder ve
halimi ıslah edersem sen beni yine cennetine döndürür müsün? - Evet
döndürürüm."
Ve bu meâlde bazı âyetler daha vardır.
Düşünülecek olursa bunların hepsi, âyette aynı mânânın ifadesine
dayanmaktadır ki, bu da ilk yaratılış gereği bütün varlığıyle Allah Teâlâ'ya
yönelmek ve O'nun ârızalar ile kesintiye uğrayan rahmet ve lütfunu, öfke ve
dalaletten uzak olarak tekrar celbetmek için iman akdini yenilemek suretiyle, kalb ile,
söz ile ve fiille tevbe etmeye ve kurtuluşa dönmektir. Ve bunda dinin aslı yer
almıştır. Bizim dünyada din ve imanımız, ilk yaratılışta takdir e d ilmiş olan
rahmete ve iman akdine nazaran bir tevbe ve bir rücu' (dönüş) mânâsındadır. Ve
insana mahsus saadet, günahları kendisine huy edinmemek için daima tevbe ve istiğfar
üzere bulunmaktadır. İnsanı ümitsizlendirecek şey, farzedelim vaki olan bir güna h
değil, günahta ısrar etmek ve tevbeyi unutarak şeytana uymayı huy edinmektir. İnsan
Allah'ına, fıtratına iftira etmemeli, şeytana ve şeytanlığa karşı mücadele
etmelidir. Nitekim Hz. Âdem, hatanın neticesi olarak yeryüzüne çıkınca, Allah'ın
lütfuyla kendi n i topladı ve yaratılışı gereği aldığı kelimelerle amel etti,
kusurunu itiraf ile imanını arz etti ve: "Ya Rab, beni kendime bırakma!..."
diye yine hilafetini yalvararak istedi de Rabbi de ona tekrar rahmetiyle iltifat etti,
tevbesini kabul etti. Zira s enin Rabbin olan Allah, tevbeleri kabul eden, merhamet
edendir ve hem tevbeleri kabul eden ve merhametli olan O'dur. O, o kadar merhametli bir
Allah'dır ki, kulunu bir kere terkedivermekle ilel'ebed terkedivermez. Kulu dönüp tevbe
ettikçe, İblis gibi ısra r etmedikçe yine bakar, yine bakar, sonsuz olarak bakar, bir
oldu,
iki oldu, nihayet üç oldu, "yetişir artık" demez, sayısız olarak döner
bakar, çünkü Rahim (çok merhametli)'dir. Tevbe, esasen rücu' etmek, geçmiş asla
dönmek demektir. Şu halde kula nisbet edildiği zaman geçici olan günah halini
bırakıp, aslî olan düzgün haline dönmek demek olur. Allah'a nisbet edildiği zaman
da geçici olan öfke nazarından, aslî olan rahmet nazarına dönmek mânâsını ifade
eder. Bunun için tevbenin şer'î mânâsı, kulun günahını itiraf ve ondan
pişmanlık duyup, bir daha yapmamağa azmetmesi, Allah'ın da bu tevbeyi kabul ile
günahı mağfiret etmesi diye açıklanır.
38-Acaba Allah Teâlâ Âdem'in tevbesini kabul etti de, "ininiz" emrini geri
mi aldı? Bu cevap olarak buyuruluyor ki: Hayır Âdem ve eşi ve bunların içinde
bütün Âdem oğulları ve şeytan hepiniz oradan ininiz, dedik. Bir kere o emri
yaratmakla yerine getirdik, hepsini yere indirdik, verilmiş olan ilâhî bir emrin geri
kalmayacağını böyle gösterdikten sonra da tevbenin ka b ulünün gereği olarak bu
emre şunu da ekledik: Şimdi benim tarafımdan size her ne zaman resûl veya kitap gibi
herhangi bir delil, bir hidayet sebebi gelir de benim o hidayetime, o delilime her kim
tabi olursa artık onlara gerçekten hiçbir korku, azap yoktur ve onlar ilerde hiçbir
şekilde mahzun (üzüntülü) olmazlar. Yani onlar için korku ve hüzün devam etmez,
sonuçları katıksız sevinç ve neş'e olur. Allah sevgisi, Allah aşkı ve hakka uyma;
onlara hiçbir korku, hiçbir hüzün tattırmaz. Gerçi Allah'ı bile n, Allah'ı seven,
Allah'tan korkar, fakat Allah korkusu her saadetin zamanı ve bütün korkuların
siperidir.
39-Buna karşılık küfre sapıp bizim hidayetimizi getiren âyetlerimizi,
alâmetlerimizi, delillerimizi, hüccetlerimizi, gerek enfüsî (subjektif) ve gerek
âfâkî (objektif) vahdaniyyet (birlik) ve ilâhî şahitlerimizi, gerek âlemde ve
Âdem'in yaratılışında yerleştirilmiş olan fıtrî ve aklî delillerimizi ve gerek
peygamberler ve kitaplarla tebliğ olunan kelâmî ve naklî delillerimizi yalanlayanlar
bunla r da yukarda diye açıklanan ateşin, o dehşetli ateşin çırası ve kömürü
olacak ve ondan ayrılmayacak olan arkadaşlarıdır, bunlar o ateşte daima, sürekli
kalıcıdırlar. İşte yeryüzünde insanlığa ait hilafetin oluş şekli bu iniş ve bu
vaad ve vaîd ile berabe r olmuştur. Ve bu sıfat Âdem'den evladına intikal edecek,
bunu bilenler birinci kısımdan, tanıyanlar ikinci zümreden olacaklardır. Biri, ilk
fıtratın gereğine halef olacak, biri de geçici olan hatayı huy edinerek görünüşte
Âdem'e, gerçekte şeytana halef ve arkadaş olacaklardır. Şu halde insanlar
Kur'ân'ın bu kıssalarını iyi düşünmeli ve daima hatırında tutmalıdır.
Görülüyor ki, kıssanın
sonunda beyanın ifade şekli bütün Âdem oğullarını hedef almakta ve Âdem ile
Havva burada âdeta nesilleriyle beraber bir cinsi temsil etmektedirler. Sanki iniş, yani
yeryüzünde beşer cinsinin ortaya çıkışı bir çokluk ile vaki olmuştur. Ve
geçmişte açıklanan birlik, cinse ve akla ait birliktir denebilecek. Fakat iyi
düşünülürse anlaşılır ki, bu hitabın geleceğe derin bir şümûl ü (kapsamı)
vardır. Ve bunun içinde bugünkü ve yarınki, kıyamete kadar gelen insanların hepsi
dahildir. Halbuki biz yeryüzünde ilk yayılan insanlar değiliz. Bununla beraber o
inişte ve hitabında dahil bulunuyoruz. Ne şekilde? Çünkü babamız Âdem'in sulbün d
e fikir ve tasavvur olarak bulunuyorduk. Demek ki bu düşünce halinde çokluk, bilfiil
ilk inen insanın Âdem ve Havva'dan ibaret tek bir çift olmasına aykırı değildir. Ve
beşere özgü üremenin başlangıcı olan ilk harika (olağanüstü yaratılış) -ki
yer sonrada n olma olduğu için zaruridir- yeryüzünün her tarafında birden ortaya
çıkmış, çeşitli, çok harikalar değil, esaslı iki harikaya ve bir aslî tohuma
dayanır. Ve burada hitabın geneli hedef alması, Kur'ân'a muhatap olan sonradan gelen
insanların bizzat aydınla n maları ve insanlığa mahsus hilafetin genelleştirilmesi
ve insanî kardeşliğin hatırlatılması hikmetine dayanmaktadır. Gerçekte bunu te'yit
eden diğer bir âyet vardır ki orada Dedi ki: "Birlikte, ikiniz, oradan inin."
(Tâhâ, 20/123) diye Âdem ve eşi tesn i ye (ikili) olarak tahsis edilmiştir. Demek ki
cennetten yeryüzüne bilfiil ilk çıkanlar bunlardır. Ve bu çıkış da birdenbire
olmamıştır. Hem de nesilleri olan bütün beşer cinsi de bunlarda zihinde mevcut
olarak beraber çıkmıştır. Ve insanlar aslında hakika t en kardeştirler. Tabiat
ilimleri ve yeryüzünde bilfiil insanın oluşumu açısından düşünecek olursak,
bunun başlangıcını bu inişte arayacağız. Burada Kur'an bize fazla açıklama
yapmıyor. Asıl olayın başlangıcı olan harika (olağanüstü) olayı en küçüğüne
dönd ü rerek bildiriyor. Çünkü ilâhî âyet olacak olan budur. Sonrası bildiğimiz
üreme kanunudur. Şüphe yok ki, tabiat ilimleri bu kanundan çıkamaz, çıkınca
tabiatın mânâsı kalmaz. Bununla beraber, mantıkî bir zorunluluk ile yerin sonradan
olduğuna ve sonradan teşekkülüne hükmeden şimdiki Fizik ilmi, beşerin oluşumunda
da bugünkü bilinen üreme ve çoğalma kanununun ezelî olmadığı ve başlangıçta
bir tohumun, bir aslın sonradan olduğunu da zorunlu olarak kabul etmektedir. Bu konuda
bundan başka müşahedeye dayanan bir bilgi yoktur ki Kur'ân'ın bu âyetini, onun
gözüyle de bir mülahaza edelim.
Eskiden bazı tabiatbilimciler, beşeriyetin yeryüzünde ezelî olduğunu iddia
ederlermiş. Fakat bugünkü tabiat bilimlerinde bunların yeri yoktur. Fakat bazı
tahminciler görüyoruz ki bunlar, yeryüzü kıt'alarındaki beşer ırklarının ta
esasında başka başka asıllardan gelmiş olmasını ve buna göre insanlar arasında
genel bir kardeşliğin tabiî (doğal) olamayacağını zannetmek istiyorlar.
"Zencîler, Avrupalılar, Amerikalılar nasıl kardeş olur?" demek istiyorlar.
Bunlar şunu düşünmüyorlar ki, ilim daima "asıl birlik" nokta-i nazarını
(görüşünü) takip eder. Ve mümkün olduğu kadar olağanüstü olmanın azalmasını
ister. Ve bu konuda verilecek hüküm, şimdiki halin müşahedesine dayanan bizzat bir m
antık işidir. Bütün bunlar ise üremenin, tek başlangıçtan başladığına
hükmeder. Bunlara karşılık Zooloji'de istihâle (başkalaşma) ve tekamül nazariyesi
(varsayımı)ni takip edenler vardır. Ve bu görüş felsefî bakımdan esas itibariyle
uygun, vahdet (birlik) kanununa ve terbiyeye de mutabıktır. Fakat hayvanlara tatbikinde
müşahede ve fiilî tecrübeyi aşan şahsî bir hüküm hatasını içermektedir.
Hakikatte bütün hayvanların cesetleri mükemmel bir tasnif ile tertip edildiği zaman
görülüyor ki, aralarında eksikten t ama (nâkıstan kâmile) doğru giden bir
dereceler zinciri (silsile-i meratip) arzetmektedirler. Aralarındaki büyük farklara
rağmen bu tekamül (evrim) ortaya çıkıyor. Bununla beraber hiçbir türün, diğer
türden ürediğine dair bir tecrübeye, bir şahide (delile) de rastlanmıyor. İnsan,
insandan doğuyor; arslan arslandan; at attan; maymun maymundan, köpek köpekten...
Böyle olmakla beraber, bu tecrübeye rağmen, asıl birlik esasına dayanarak burada bir
mantık yapılıyor. Hayvanların iş bu türlerinin dereceleri, tam o lanı eksik olandan
istihale ederek (başkalaşarak) veya tekamül etme suretiyle doğarak gelmiş, bu
şekilde bir gün gelmiş ki hayvanın biri (ve mesela bir görüşe göre maymunun biri)
veya birkaçı insan doğuruvermiş ve insanlar bunlardan türemiş. Şu halde insa n lar
arasında insanlık kardeşliği şüpheli ise de, maymunluk veya hayvanlık kardeşliği
şüphesiz olmuş oluyor. Biz daima göğsümüzü gere gere ve ilmî görüşten hiç
ayrılmayarak deriz ki, "asıl birlik davası" doğrudur. Evvela bütün
hayvanlar için bu "tek asıl" m addedir. Basit unsurlardır. Daha açık olmak
için topraktır ve bu maddeden hayatın ortaya çıkışı bir yapıcı nedene
bağlıdır ki, o eksiğe kemal versin ve mÂdemki tabiatın çeşitlenmelerini
görüyoruz, demek ki tabiat, ilk yapıcı değil, nihayet ikinci derecede bir faildir.
Eksikden tabiatıyle bir tam çıkamaz. Mesela bir okkalık ağırlık, iki okkalık
ağırlığı sürükleyemez; çıktığı, sürüklediği farzedilirse bir şeyin yok
iken sebepsiz, illetsiz geldiğini kabul etmek gerekir ve o zaman akıl, ilim ve fen
yoktur. Zir a illet (sebep, neden) ve tezâyüf-i illet (hükmün illete izafesi) kanunu
inkâr edilirse hiçbir şey bilinemez. Şu halde bir kurttan bir kelebek bile çıkarsa
tabiatı ile değil, ilk fâilin (yapıcının) tesiriyle, onun seçmesiyle çıkar.
Yumurtadan civcivin çıkm a sı bile haricî bir ısının tesirine bağlı değil midir?
Aşılarda da durum
böyledir. İlmin hiç ayrılmaması gereken bu prensiplerden dolayı, aralarında
yakınlık derecesi bulunan aynı cins hayvanları, tecrübenin tersine olarak, muhakkak
birbirinden başkalaşım yaptırmak veya doğurtmak ne doğaldır, ne de zorunludur. Bir
olayla ilgili önerme olsun söyleyebilmek üzere, "kurbağalar balıktan doğmuş,
dönmüş" demek için, tecrübe ile ilgili bir örnek görmeğe ihtiyaç vardır.
Tecrübenin delaleti ve mantıkî gereklik yokk e n böyle bir hüküm vermek, fen ve
felsefeye uygun bir hüküm değildir. Sözün doğrusu, hayvanların derecelerinin
bütün tekamül sınırlarında başlı başına ilk yapıcıdan gelen ve örnekleri
geçmediğinden dolayı olağanüstü olan fazladan bir hadise vardır ve insan d a,
hepsinden başka olarak bir küllî (tümel) ruh vardır. İnsan bir hayvandan doğsaydı,
yine tabiî olmayan bir harika olurdu. Şu halde aradaki gelişme silsilesi, tümüyle
beraber tabiî değil, gayr-i tabiî (doğal olmayan)dir ve Allah'ın eseridir.
Bunun ha ngisinin hangisinden doğduğunu sade mantık bilimi bildiremez. Bunu ya
müşahede (gözlem) veya tecrübe (deney) veya vahiy bildirir. Tabiat düzenli olduğu
halde, şimdiye kadar, balıktan kurbağa, maymundan insan doğduğu asla
görülmemiştir. Ve tecrübe mahsulü ( ürünü) olan Pastör nazariye (teori)sine de
tamamen aykırıdır. Tek cins içindeki aşılar şahit olamaz. Vahiy ise bize
insanların maymunluğa inişi hakkında bazı hatırlatmalarda bulunuyorsa da, aksini
haber vermiyor. Ve bize: "Siz insansınız, insan olunuz, ka r deş olunuz, hep bir
babanın evladısınız." diyor. Şu halde esasında ilmî bir hakikati içeren,
tekamül ve başkalaşım teorisinin yanlış bir uygulamasını kabul etmek için bugün
hiçbir akla uygun sebep yoktur. Bütün bunlardan yakından bildiğimiz bir şey varsa, o
da ilk insanın yeryüzünün sinesinde doğmuş olmasıdır. Ve bunda bir seçim vardır.
Fakat bu seçme, tabiî değil, Allah'a aittir. Âdem Allah'ın yaratmasıdır.
(Mü'minûn) sûresine bak. "Andolsun biz insanı çamurdan bir süzmeden
yarattık." (Mü'minûn, 23/1 2). Ancak şunu da hatırlatmak gerekir ki, yeryüzüne
Âdem'in inişinden zamanımıza kadar geçen tarih, zannedildiği gibi, beş on bin
senelik bir müddetten ibaret olmaması gerekir. Bu kadar zamanda insanlığın
yeryüzüne tam yayılması, tecrübeye göre, akla uygun değildir. Endülüs'lü İbnü
Hazm "Fisâl"inde dokuz asır önce bunun dinimizce kat'i (kesin) belli bir
miktarı olmadığını ve yüzbinlerle seneye ulaşabileceğini ve bununla beraber ne
ezelî, ne anî de olmadığını çok güzel anlatmıştır. Ve şüphesiz Amerika yerli
l eri bile Âdem sülalesidir. Bütün insanlarda aslî fıtrat bir fakat huy
çeşitlidir. Tînet (yaratılış) ayrıdır. Bu bakımdan insan fertleri arasındaki
derece farkı, hayvanlardaki tür farkından çok mühimdir. Bunların
en geniş sınıfları da, mümin-kâfir tasnifidi r.
Cenâb-ı Hak bütün bu akla uygun ve normal incelemeleri bize bırakarak
Kur'ân'ında bunların esası olan takdirin, Allah'ın hükümlerinin tek şekil
(yeknesak) üzere cereyanını ve bundan özellikle insanlara tahsis edilen ilâhî rahmet
ve nimetleri hatırlatmış ve kendimizi, kendi derecemizi, vekalet yetkimizi,
kardeşliğimizi, Rabbimizi tanıyarak; geleceğe, ahirete, ona göre hazırlanmamızı ve
insanlar arasındaki bütün düşmanlıkların kalkmasının, ilk fıtrata dikkat etmek
şartıyla mümkün olduğunu bu kıssada g enel olarak açıklamış ve Resulüne
hatırlatmış ve sonucunu manen "ey insanlar" hitabına bağlamıştır. Bundan
sonra da bilhassa bu kıssayı kitaplarında okuyup bilen Benî İsrail'e (İsrail
oğullarına), yani asr-ı saadetteki, Resulullah zamanındaki yahudilere özel hitabını
aşağıda geleceği şekilde yöneltmiştir ki, genel hitabıyle Âdem kıssasından
sonra bu hitap çe... devamı... (6. sayfa)