1. sayfa -
2. sayfa -
3. sayfa -
4. sayfa -
5. sayfa -
6. sayfa -
7. sayfa -
8. sayfa -
9. sayfa -
10. sayfa -
11. sayfa -
12. sayfa -
13. sayfa -
14. sayfa -
15. sayfa -
16. sayfa -
17. sayfa -
18. sayfa -
19. sayfa -
20. sayfa -
21. sayfa -
22. sayfa -
23. sayfa -
(4. sayfa)
cisimleri
yakar. Madenleri eritir. Nakledici olmayan cisimleri kırar. Yer kütlesine girişi
esnasında geldiği yönde ne cins cisim bulunursa hepsini erittiğinden geldiği yerde
cam ebrusu ile karışmış, yaklaşık on metre uzunluğunda dirgen gibi bir çeşit
çatal külçe hasıl olu r ki, buna da yıldırım demiri denilmiştir. Eğer demir
değneğe rastgelirse mıknatıslar, eğer mıknatıslı bir şey bulursa kutuplarını
değiştirir.
Gök gürültüsünden meydana gelen çatlayıştan sonra devam eden gümbürtü
hakkında çok görüşler varsa da henüz kararlaşmış değildir. Bazıları ses
dalgasının, yeryüzü ile bulutlar arasında bir kaç defa yankı yapmış olmasına
yöneltmekte, diğer bazıları da gök gürlemesi denilen olayın çok ve
kıvılcımlardan oluşmuş olup yeryüzüne gelinceye kadar ağırlıkları çeşitli
taba k alardan geçmesine ve her tabakanın sesi ayrı olduğundan hepsinin anılan karma
patlamayı teşkil ettiğine kanaat getirmektedir. Demek ki bugünkü ilme göre,
parlamak, gürlemek, yakmak gibi en az üç görünümü bulunan gök gürlemesi, şimşek
ve yıldırım olayları; vurma, kıvılcım, cereyan alâmetleri gösteren ve esasında
elektrik boşaltımına dönen bir olaydır. Hafif rüzgarlı havada, elektrikli aletlerde
meydana gelen kıvılcım ve çarpmanın, rüzgarlı havada vaki olan bu olaylara
benzemesi dolayısıyle fen bilginlerinin çoğu gökte şimşek, gök gürlemesi ve
çatlama ile tatbik etmek fikirlerinde bulunmuşlar ve son olarak bunu bir hayli
tecrübelerle te'yit etmişler ve bu konuda bazı kanunlar tesbit eylemişlerdir. Ve bu
şekilde rüzgarlı havanın ve bulutların elektrik ile yükl ü olduğunu kabul
etmişlerdir. Rüzgarlı havadan ayrı olarak her zaman az, çok akıcı elektrik
bulunduğu ve bunun bazan artı ve bazan eksi çeşidinden olduğu ileriye sürülüyor.
Açıkladıklarına göre bulutsuz güzel zamanlarda hava artı elektrik ile yüklü olup,
m i ktarı günün saatlerine göre değişir ve bu cümleden olarak yeryüzünden 1,30
metre yüksekten itibaren çok yükseklere kadar artar. Fakat bu değişmenin sebebi
ve hangi kaide altında arttığı meçhul kalmıştır. Binalı ve ağaçlı olan
yerlerde elektrik alâmetleri hemen hiç yok gibi, ancak şehirlerdeki geniş meydanlarda
az miktarda artı elektrik bulunuyor. Güneşin doğmasında havanın kütlesindeki artı
elektrik gayet az iken, zevale iki saat kalıncaya kadar en yoğun sınırına ulaşır.
Zevalden sonra batmaya bir saat ka l ıncaya kadar ağır ağır azalır, güneşin
batmasından iki saat sonra yine artmaya başlar. Kış mevsimi elektriğin miktarı
yazdan daha fazla olur. Gökte birçok bulut bulunduğundan havanın elektriğine nisbeten
bazan artı ve bazan eksi olur. Gökte bulunan bulut l arın hareketi çok olduğu
takdirde havanın kütlesindeki elektriğin cinsi saatten saate değişir. Fakat
fırtınalı ve yağmurlu zamanlarda devamlı olarak artı ve eksi cinse değişir. Ve
bununla beraber elektriğin şiddeti, hemen hemen belli miktarda bulunur. Öze t le
rüzgarlı havanın ve bulutların elektrik ile yüklü olduğu tecrübeyle ispatlanmış
sayılıyor ise de sebepleri şimdilik varsayımlarda kalmıştır. Bazıları diyor ki,
damıtık su, buharlaştığı sırada hiçbir elektrik alâmeti görülemediği halde,
alkali bir sıvının buharlaşması esnasında buharı artı ve eksi elektrik ile yüklü
oluyor. Şu halde yeryüzünde bulunan denizlerin ve göllerin sularında az, çok tuz
bulunduğu ve bunların devamlı olarak buhara inkılab ettiği açıkça ortada olmakla
rüzgarlı havanın bu sebeple a r tı elektrik ile yüklü olduğu sanılıyor. Diğer
bazıları ise yerküresini büyük bir galvanizme cihazı sayarak kütlesinde meydana
gelen kimyevî tesiri kendisini eksi elektrik ile yüklemiştir ve bu sebeple yüzeyine
temas eden rüzgarlı hava da artı elektrik ile yüklü olur, demişlerdir. Bundan
dolayı özel bir tecrübe ile açıklandığına göre su ile bulut birbirine dokunduğu
zaman daima bir elektrik akımı hasıl olur. Bunun da suda boş bulunan yabancı
maddelerin cinsine göre bazan eksi ve bazan artı olduğu ve bulutla r da denizlerden ve
göllerden uçan su buharının sıkışmasından meydana geldiği için ona göre
bazısı artı ve bazısı eksi elektrik ile yüklü bulunur. Yeryüzü de yukarda
geçtiği üzere tabii olarak eksi elektrik ile yüklü bulunduğundan, yüzeyine dokunan
rüzgarlı hava da artı elektrik ile yüklü olur, demektedir. Özetle hava
elektrikleniyor, bulutlar elektrikleniyor. Ve bu elektrikler gerginleşip geriliyor,
havanınki çoğunlukla bulutların tesiriyle gerildiği halde bazan harici bir vasıta
ile de oluyor. İki bulut a r asında veya bulutla hava arasında böyle artı-eksi iki
zıt ve gerilmiş iki elektriğin karşılaşmasında artı eksiye hücum ile eksinin onu
çekmesinden sadme ve kıvılcım, gök gürlemesi ve şimşek meydana geliyor.
Görülüyor ki ses, ısı, ışık ayrı ayrı birer tabii amil görünürken, hepsi
bir harekete dönüşüyor. Hareket cisimlerin kütlesinde olduğu gibi en ufak
parçalarında, atomlarında da oluyor. Hareketin kaynağına yani hareket ettirene
(muharrike) de kuvvet adı veriliyor. Ve her hareket özelliğine göre bir kuvvetin
eseri sayılıyor. Demek ki "esasında elektrik bir kuvvettir" denildiği zaman,
"bir muharriktir" denilmiş oluyor. Din dilinde ise bu muharrike daha güzel bir
deyim olmak üzere "melek" deniliyor. Şu kadar ki melek denilirken, ruhanî bir
idrak eden muh a rrik tasavvuru da eklenmiş oluyor. Zaten kuvvet denildiği zaman, bizzat
muharrik ve kendisini anlayan ruha kadar gitmemek mümkün değildir. İşte bu
olaylardaki körlüğü bir ilim kudretiyle düşündüğümüz zaman gerçeği bulmuş
olursunuz. Elektriğe ait birleşme d e bir idrak edicinin esir (cevher) baskısıdır.
Buna göre bu açıklamalara bile lüzum kalmadan pek iyi anlaşılır ki, zorlama
meleği, yanma meleği, meleğin çekmesi, zıtlaşma kayıtlarıyle dinî dilde ilk
olarak rivayet edilen esas tabiat ötesi kuvvet görüşüyle bu, fennî açıklamanın
özüne uygundur. Evet artı elektriği, eksi elektriğe saldırtan o zorlayıcı
melektir. Ve bu bir darbe (vuruş)dir. Bundan çıkan ses (gök gürlemesi) o meleğin
kendisidir. Şimşek de bir yanma, bir kıvılcımdır. Ve bunların bütün sırrı, zıt
l aşmayı kaldırmakla birliği, hak olan emre uymayı temin oluyor. Yıldırıma
"yıldırım" denilmesi de çarpıp yakması, mahvetmesi, yani fiili
dolayısıyledir. Açıkta bize göründüğü gibi gök gürlemesi, şimşekden sonra
değildir. Gerçekte ve Allah katında gök gürle m esi ve şimşek birliktedir. Hatta
gök gürültüsünün, olayın aslına göre, bir öncelik durumu bile vardır. Elektrik,
şimşeklikten önce gök gürlemesi ve titreşimdir. Bulutlar ve hava, daha önce bununla
içlerinden titreye titreye geriliyorlar ve bu olayda birbi r lerine saldırırken toplu
hareketle değil, önce içten içe bu titreyişle, bu titreşim ve sarsılma ile
saldırıyorlar. Sonra gök gürlemesinin sesi kulaklara ulaştığı zaman yıldırımı
hatırlatan titretici bir tesir ile beraber onun artık geçtiğini bildiren bir m üjdesi
de vardır. Sonra âyette zulümât (karanlıklar) ve savâık (yıldırımlar) çoğul
yapıldığı halde ra'd (gök gürültüsü) ve berk (şimşek)in tekil getirilmeleri de
dikkate değerdir.
20-Bunların bu sıradaki hallerini hiç sorma şimşek hemen gözlerini çarpıp
alıverecek onlara parlayıverdikçe ışığında yürürler, başlarına karanlığı
çökerdiği vakit de dikilir kalırlar. Allah dilemiş olsaydı kulaklarındaki işitme
ve gözlerindeki görme özelliklerini de alıverirdi. Buna şüphe mi var? Allah Teâlâ
her şe y e kâdirdir: Kudreti her şeye ve daima yetişir. Allah'ın güzel isimlerinden
biri de kadîr ism-i şerifidir ki, pek kudretli, hem de daima kudretli demektir.
Kudret, fiil ve terkin sıhhati demektir. Bu ölçü ile kuvvetten ayrılır. Çünkü
kuvvet bir yöne, kudret ise her yöne bakar. Mesela bir taşın yuvarlanışı
kuvvetledir. O yuvarlandığı yerden dönemez. Kudret ise sağa giderken, tersine de
gidebilir. Yaparken bırakabilir. Özetle kuvvet mecburiyet ve çaresizlik; kudret ise
seçme ifade eder.
"Şey", mevcut demektir, bunda ma'dum (yok olan)a şey denemez. Bilinmesi ve
haber verilmesi doğru olabilen mânâsına da gelir. Bu mânâ ile mümkün olan
"yok"a da şey denebilir. Fakat bizzat mümteni' (olamaz) olan yok, hiçbir şey
değildir. O, ne bulunabilir, ne bilinebi l ir, ne haber verilebilir. Lügat bakımından
aslı "meşiyyet"ten "sıfat-ı müşebbehe"dir ki "şâi"
dileyen, "meşiy" dilenmiş mânâlarına gelir. Eşyaya, şey denilmesi,
ilâhî dilemenin ilgisi itibariyle "meşiy" (dilenmiş) olduğu içindir. Bu
mânâca Allah'a "şey" d e nmez. Fakat "şâi = dileyen" mânâsına
olarak "şey" denir. Buna göre "herşeye kadirdir" ifadesinde Allah
dahil değildir, fakat "herşeyi bilicidir"de dahildir. Bu açıklamadan sonra,
"Allah Teâlâ kendi gibi bir Allah daha yaratabilir mi?" tarzında bir kuru n
tuya düşme akla gelemez. Zira o mümteni' (olamaz)dir, şey değildir. Yaratılan,
yaratan olamaz. Hem sonradan yapılsın, hem ezelî olsun! İşte imtina', muhal (olamaz)
buna derler. Allah Teâlâ öyle bir vâcibü'l-vücud (varlığı lüzumlu)dur ki, O'nun
lâşerîke le h (ortağı yok) olan birlik sıfatını kaldırmak hiçbir şekilde
mümkün değildir. Bu, O'nun zatına mahsus kemalidir ve bütün sıfatları da
böyledir. Şu halde böyle her şeye gücü yeten Allah Teâlâyı yarattığı gözleri,
kulakları alıvermekten kim yasaklar? Bunu bi l meli, Allah'a, Peygambere, iman
sahiblerine hile yapmaktan, fesat çıkarmaktan sakınmalı. Sakınmak için yıldırımı
gözetmemeli, gök gürültüsü ve şimşekten önce Allah'tan korkmalıdır. Bu âyetten
sonra gelen "Ey insanlar ibadet ediniz." genel hitabı ne ka dar edebî oluyor!
İşte Cenab-ı Hak münafıkların durumunu bir de böyle "sayyib = yağmur"
meseliyle tasvir buyurmuştur. Bu teşbih, teşbih-i mürekkeb (temsilî benzetme)
olduğuna göre ayrıntılarında benzerlik aranılmayarak hepsinde münafıkların
hayretini, şaşkınlığını hayal etmek yetecektir. Bununla beraber bunu teşbih-i
mefrûk olarak ayrıntılı bir şekilde düşünmek de mümkün olmuştur. Şöyle ki:
İslâm dini hayat sebebi olmakta kuvvetli bir yağmura, Peygamberimizin gönderildiği
zamanda dünyanın hali ve her z a man İslâm'a karşı olan kâfirlerin şüpheleri
karanlıklara; dinin va'di ve vaîd (korkutmas)i şimşek ve gök gürültüsüne;
kâfirlerin ve münafıkların namzet oldukları musibetler ve ceza, yıldırımlara
benzetilmiştir. Sonrası da İslâm'a münafıkların bakışını ve fırsat
buldukça ondan istifade şekillerini temsil ediyor. Bu iki temsilin nüzûl sebebi
hakkında, yahudilerin de bazı rivayetlerde bahis konusu edildiğini görüyoruz.
Buraya kadar Cenab-ı Allah, ilk önce ve bizzat Resulüne hitap ederek, hitap ve
hidayet kabiliyeti nokta-i nazarından insanların sınıflarını ve her birinin
durumlarını, ruh hallerini, sonuçlarını açıklayan bir tasnifini; bütün ilimlerin
ruhunu ve Kur'ân'ın hikmet ilminin aslî hatlarını içine alan gayet derin ve gayet
ayrıntılı bir bilgi bah s ini ihtiva eden şümûllü aydınlatma ile beraber, küfrü
huy edinen inatçı kafirlerle, şüphe ve bozgunculuğu huy edinen münafıkların yola
gelmiyeceklerini, korunamayacaklarını ve bunun için Kur'ân'ın hidayetinin Allah'tan
gereğince korkanlara tahsis edildiği n i ilan ve anlattıktan ve temsillerle genel
davetin gereğine uyardıktan sonra, teklifin genel olduğunu, sorumlulardan hiçbir
sınıfın bunun dışında kalamayacağını, korkutma ve korkutmama onlar için eşit
olsa da, Peygamberin görevi açısından eşit olmadığını a nlatarak, bütün
insanlara hitap tevcih ederek aşağıda olduğu gibi ilk emrini vermiştir.
Meâl-i Şerifi
21- Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb'inize kulluk edin ki
(Allah'ın) azabından korunasınız.
22- O (Rabb) ki yeri sizin i çin bir döşek, göğü de bir bina yaptı. Gökten su
indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de, bile
bile, Allah'a eşler koşmayın.
23- Eğer kulumuz (Muhammed)a indirdiğimiz (Kur'ân)den şüphe içinde iseniz, haydi
onun gibi bir sûre getirin, Allah'tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın;
eğer doğru iseniz.
24- Yok yapamadıysanız, ki hiçbir zaman yapamayacaksınız, o halde yakıtı
insanlar ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının.
25- İnanıp yararlı işler yapanlara, altlarından ırmaklar akan cennetlerin
kendilerine ait olduğunu müjdele! Onlardaki herhangi bir meyveden
rızıklandırıldıklarında: "Bu daha önce de rızıklandığımız şeydir"
derler ve o rızık birbirinin benzeri olmak üzere, kendilerine sun u lacak. Orada çok
temiz zevceler de onların. Hem onlar orada ebedî kalacaklar.
21-Bu âyetin, Fâtiha sûresindeki "âlemlerin Rabbi" vasfının isbatına,
"ancak sana ibadet ederiz" antlaşmasına, sonra da Bakara sûresinin
başındaki "müttakiler için bir doğru yoldur" fıkrasına ve nihayet üç
kıssanın tümüyle yağmur temsilinin içerdiği gayeye ne kadar uygun olduğunu
hatırlatmaya lüzum yoktur. Kur'ân'ın tertibine göre bu âyet Allah Teâlâ'nın
açık olarak ilk emrini içeriyor ki bu emir, İslâm binasının teme l esası olan
kulluk ve rabblık birliğinden başlıyor. Ve ulûhiyetin rububiyyete, rububiyyetin
yaratıcılığa bağlılığını gösteriyor ve yaratıcıyı isbat ediyor. Ve hemen
ardından da nübüvveti
ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in doğruluğunu isbat ve müdafaa ediyor.
Ey insanlar! Akıl ve erginlik ile insanlığın ilk kemal basamağına basmış
olanlar! Bakınız, gerek "ancak sana ibadet ederiz" antlaşmasını vermiş
olsun gerek olmasın hepiniz mümin, kâfir, münafık, hangi sınıfa, dünyadaki
kavimlerden hangi kavme mensu p olursanız olunuz, fakir-zengin, âlim-cahil, hangisinden
bulunursanız bulununuz hepiniz her zaman şu emirle sorumlusunuz: sizi ve sizden
öncekileri, babalarınızı, analarınızı, bütün atalarınızı, dedelerinizi ve
diğerlerini baştan sona yaratan Rabbınıza, â lemlerin Rabb'ine ibadet ve kulluk
ediniz, sevgi ve korkunun kemaliyle, en güzel edep ve saygı ile ona boyun eğiniz ve
O'nun emirlerine, hükümlerine uyunuz. sözünü verenler onu ifa etsin; vermeyenler,
vermeye çalışsın; ona ibadet ve itaat ediniz ki gerç e kten korunabilesiniz, gerçek
muttakilerden olmanızı ümit edebilesiniz. Yoksa yıldırımlar gibi âlem
hadiselerinden, ölümden korkmakla, kulak tıkamakla asla korunamazsınız. Dikkat
ediniz. buyuruluyor. Bu ise ümit ifade eder. Bu şekilde de korunmanız bir k u vvetli
ümit olarak gösteriliyor da, "korunacağınızdan emin olunuz" denilmiyor.
Çünkü ilâhî iradeyi hiçbir şey şarta koşamaz. Siz ibadetinizle onu korumaya
mecbur edemezsiniz. Ubudiyet (kulluk) kanunu çoğunluğa ait bir kanundur. Asıl
koruyacak olan Allah'ı n lütfu ve rahmetidir. İbadet ilk önce yaratılışınızın,
terbiyenizin bir teşekkürüdür. Bunun Allah'ı mecbur edecek, minnet altında
bırakacak bir gerektirici kudreti yoktur ve zaten Allah'ın layık olduğu şükür ve
kulluğu kâmil bir şekilde eda da edemezsiniz. Şu halde "ibadet ediyoruz"
diye her sonuçtan emin olmayınız, ancak ümitvar olunuz ve ümidinizi Allah'tan
başkasına bağlamayınız ve Allah'ı tanımak için yaratılışınıza ve terbiyenize
bakınız. O zaman bilirsiniz ki, bir yaratıcınız ve Rabb'iniz var. Hem si zi ve hem
sizden öncekileri yaratan O'dur.
22- O, öyle lütufkâr bir yaratıcıdır ki şu altınızdaki yeri size bir döşek
yapmış, sizi orada yaratmış, yetiştirmiş, üzerinde her türlü rahatınızın
sebeplerini temin etmiş yatıp kalkıyor, uyuyup uyanıyor, dayanıp oturuyorsunuz, o
altınızdan alınıvermiş olsa nerede karar ederdiniz? Kâşânelere yığdığınız
kaba döşekler neye yarardı? İşte yeryüzü size böyle bir döşek başınız
üstündeki süslenmiş gök kubbeyi de bu döşeği ihtiva eden büyük, muhteşem bir
bina yapmış. İnsan olup da bu bina içinde o döşeğe kurulmayan var mıdır? Bu
binanın yanında fakirlerin imrendiği, zenginlerin gururlandığı diğer binaların,
konakların, sarayların ne önemi olabilir? Büyük, küçük, zengin, fakir sizin
hepiniz aynı hanede oturan ve bir d öşekte yatan bir aile değil misiniz? Kimin
binasında, kimin döşeğinde yattığınızı düşünürseniz, hangi Mevlâ'nın
kulu olduğunuzu ve olmanız gerektiğini bilirsiniz.
İşte bu bize gösteriyor ki, sema bütün yeryüzünü kaplıyor ve yeryüzü
binadaki bir döşek gibi onun içindedir. Başka bir âyette "Göğü (düşmekten)
korunmuş bir tavan yaptık." (Enbiya, 21/32) buyurulmuş olması, burada binanın
"sakf" (tavan) ile açıklamasını gerektirmez. O da gökyüzünün diğer bir
değeri, diğer bir vasfıdır ki, tavan gibi dai m a başımız üstünde görülmesi
şerefidir. İş sade bu kadar mı ya?
Burada zamir ile demek gerekirken, açık olarak buyurulması, bundan maksadın önceki
"semâ" olmadığına işarettir. Zira herhangi bir şeyin üstünde olan şey,
altındakinin semasıdır. Hatta evin tavanına bile semâ denilir. Yani bir de yukardan,
o semâ tarafındaki bulutlardan bir su indirip de bu su sebebiyle size türlü (türlü)
meyvelerden, mahsullerden rızık çıkarmaktadır. Siz, o bina içinde, o döşekte
yuvarlanırken bu sudan içer ve bu sayede yetişen meyvelerden, tahıllardan ve diğer
yemişlerden kısmetlenirsiniz. Bakınız, Rabb'iniz nasıl bir Rahmân'dır. Siz bu
saydıklarımızı hep bilirsiniz, bunları bilmek için başkaca okumaya veya derin
felsefeler yapmaya hiç de lüzum yoktur. o hal d e siz bunları ve yaratıcıdan başka
Allah olamayacağını bilip dururken, Allah'a, bir olan o hak mabuda denk aramaya,
benzerler uydurmaya, ortaklar koşmaya ve Fir'avn'ın yaptığı gibi yerde, gökte
dürbünlerle Allah aramaya kalkmayınız da, bu emri veren ve bü t ün bunları yapan
ihsan eden ve ortağı, benzeri bulunmayan yaratıcınız, Rabb'ınız, Rahmân ve Rahîm
bir Allah'a tevhid ile ibadet ve kulluk ediniz.
"Endâd" kelimesi "nidd"in çoğuludur. "Misil" ve
"emsâl" gibi ki, mânâları birdir. (ca'l) tabiri gösteriyor ki, Allah'a
hangi şeyden olursa olsun "misil" (denk) tasavvur olunursa uydurma olur; hak
olmaz, batıl olur. Bunu bile bile yaparsanız korunanlardan olamazsınız, inatçı
kâfirlerden olursunuz.
Buna karşı birtakım insanlar: "Evet Allah belli ama, bize böyle emrettiği ve
peygamber gönderdiği ve Muhammed el-Emîn'in Peygamber ve Kur'ân'ın Allah kelamı
olduğu ne belli? Bu bize şüpheli geliyor, kuşkulanıyoruz, bunu bile bile değil,
bilmediğimizden, şüphe ettiğimizden inkâr ederiz." dediler ve daha diyebil i
rler. Bunun için Cenab-ı Hak genel olan bu tevhid ve kulluk davetinin ardından
Resulünün peygamberliğini ve ona bahşettiği Kur'ân'ın ilâhî delil olan
"lâraybe fîh" (kendisinde şüphe olmayan) bir ebedî mu'cize olduğunu
açıkça
göstermek için, şüphesi olanlara karşı açıktan bir musabaka, bir yarış ilan
ediyor ki buna "tehaddî (meydan okuma) mu'cizesi" denir. Şanlı Peygamber
Efendimizin mucizeleri gerçi çoktur. Fakat maddî ve zamanla ilgili olan mucizelerin
kuvveti ve faydası genel değildir. Onun kuvveti, bulu n duğu zamanın ve muhitin
dışına çıkamaz. Sonradan işitenler, "bu akla uymuyor" diye inkâr da
edebilirler. Nitekim öyle de oluyor. Bir de beşeriyetin dinden istifadesi asıl
harikalara sarılmak değil, Allah'ın sünnetine, devamlı ve akla uygun kanunlara sarıl
m aktadır, yani ilimdedir. Harikalar, kulların zor zamanlarında Allah Teâlâ'nın
özel yardımıdır. Hidayetten gaye ise zorluktan kurtarmadır. Şu halde mucizenin en
önemlisi ebedî, aklî ve ilmî kıymeti içeren mucizedir. Bu mu'cize ise Kur'ân'dır.
Cenab-ı Allah Resulüne bunu o kadar kesin ve yakîn ile bildirmiştir ki, Kur'ân'-ın
hiçbir insan, hatta bütün insanlar benzerini yapamazlar. Bu, bizzat ilâhî vaad ve
taahhüd altındadır. Kur'an herhangi şekilde bir kelam farzedilirse edilsin, en
(büyük) dâhî sayılan edip l er, filozoflar ve şairler onun benzerini yapmaya
kalkışırlarsa aciz kalırlar. Kur'ân'da o kadar fevkalâdelik görmek istemeyen
körler veya kinciler ne farzederlerse etsinler, Kur'ân ile boy ölçüşmeye
kalkıştıkları zaman mağlub olagelmişler, hiçbir şey yapa m amışlardır. Allah
Teâlâ kudretlerini derhal bağlamış veya esasen hiç vermemiştir. İşte Allah,
Peygamberine bu kuvveti vermiş ve asırlardan beri de bunu isbat etmiştir. Dünya
kuruldu kurulalı geçmişle ilgili bu kadar büyük ve bu kadar eşsiz bir haberi, bu k
adar ciddiyetle peygamberlerden ve bilhassa son Peygamber'den başka hiçbir kimse isbat
etmeye değil, ortaya atmaya bile cesaret edememiştir. Çünkü "yalancıların mumu
yatsıya kadar yanar". Şarlatanlar, geçici bir zaman için parlar, söner. Napolyon
Bonapart Mısır'a geldiği zaman savaşlardaki üstünlüğüne güvenerek ve bunları
bir mu'cize sanarak: "Ben Muhammed'i severim, o da benim gibi büyük bir komutan
idi, fakat ben daha büyüğüm." demişti. Bu gururu, bu boy ölçüşmeye kalkması
sonuçta Akkâ kalesinden başlaya r ak kırılmaya yüz tuttu, nihayet söndü gitti ve o
zamandan beri Fransızlar onun açtığı yaraları tedavi edemediler. Özetle (bu durum)
Kur'ân'ın meydan okuma sırrı ve Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğinin ebedî bir
kanunu ve delilidir. Cenab-ı Allah bu delil i hatırlatıyor ve Muhammedî nübüvveti,
Kur'ân'ın hak olduğunu te'yid ederek ve insanlar içinde bunda şüphe edenleri
kastederek buyuruyor ki:
23- Ve eğer has kulumuz, mümtaz kulumuz Muhammed Mustafa'ya, doğruluğuna,
eminliğine bu ana kadar herkesin inanmış olduğu sevgili Resulümüze verdiğimiz
peygamberlikten ve bunun fermanı olmak üzere parça parça indirmekte olduğumuz
Kur'ân'dan bir
şüphede bulunursanız, bir kuşkuya düşerseniz, mesela "Vahiy inanılır şey
midir? Allah kitap gönderecek olsa böyle mi gönderir? Böyle parça parça, âyet
âyet, sûre sûre kitap inmek nasıl şey? Bunlar bize maddî ilimlerden ne öğretiyor?
Altın madenlerinin nerelerde olduğunu mu gösteriyor? Kimyaları mı buluveriyor? Bu bir
şiir değil midir? Bunu insan kendiliğinden yapamaz mı? B u na göre Muhammed ya bir
şair gibi ara sıra bunları kendi söylüyor da "Allah gönderdi" diye bizi
aldatıyor veya kendi aldanıyor mu? Gerçi Muhammed'in şimdiye kadar aklı da vardı,
doğruluk ve inanılırlığı da vardı. O, ne aldanır ve ne aldatırdı. Tecrübe böy
l e ama, ne çıkar? Tecrübe geçmişi gösterir. Olabilir ya belki bugün bozuldu,
aklını kaçırdı veya ahlâkını değiştirdi. İhtimal, artık kurnazlığa
kalkıştı. Hâsılı ne tarafından baksak kestiremiyoruz. Her halde bunun kendisinden
olması ihtimalini yenemiyoruz. Allah'tan geldiğinde şüphe ediyoruz. Bile bile değil,
fakat hakkımız olan böyle bir kuşku ile onu tanımıyoruz. Çünkü müsbet olmayan
bir şeye inanmak da budalalıktır, akıl kârı değildir." gibi birtakım
kuşkular taşıyorsanız, bunun da isbatı kolay. Bunda da derin derin felsefelere,
hayallere dalmaya gerek yok eğer bunu bir insan yapabilirse, haydi bunun gibisinden bir
sûre getiriniz. Yani üslubda, belağat ve bedaetde Kur'ân sûrelerine benzer ve tam
onun eşi bir sûre de siz bulunuz. Ve ona tam benzemek içi n söyleyen de o kulumuz gibi
ümmî (okuma-yazma bilmeyen) ve onun gibi ahlâklı olsun. Okuyup yazarlardan, tahsil
görenlerden, şairlikle uğraşanlardan olmasın. Haydi bu son şartı da kaldıralım,
size izin verelim, genel olarak herhangi bir şahıstan olursa ols u n böyle bir sûre
getiriniz, Ve hatta Allah'tan başka güvendiğiniz ne kadar yardımcılarınız,
tanıdığınız ne kadar mabutlarınız, iktidarını farzettiğiniz ne kadar
putlarınız, şairleriniz, edipleriniz, bilginleriniz, filozoflarınız, âmirleriniz,
hâsılı siz e baş, el, ayak olmak isteyecek ne kadar yardakçılarınız,
şahitleriniz, önderleriniz varsa hepsini de çağırınız.
"Şüheda" kelimesi "şehid" kelimesinin çoğuludur.
"Şehid" ise, hazır, şahit, nâzır, örnek mânâlarına gelir ki, burada
herhangi birisi demektir. eğer davanızda sadık iseniz. Yani bu konuda şüpheye yer
olduğu fikrinde haklıysanız bunu yapmanız ve yapabilmeniz gerekir. Bir insanın
kendiliğinden yaptığı bir şeyi veya daha iyisini diğer insanlardan herhalde bir
yapan bulunur. Alışılmış olan budu r. Görmez misiniz filozoflar bile, "tabiat
düzenidir" derler. Siz de zaten böyle demekle şairlerde, filanlarda aynıları var
demek istiyorsunuz. Varsa haydi bulun getirin, bugün değilse yarın getirin, öbür gün
getirin.
24- yok eğer bunu yapamazsanız, aynını getiremezseniz ki hiçbir
zaman yapamayacaksınız. Kıyamete kadar yapamayacaksınız. Yapmanız mümkün değil
ya, mümkün olsa da yapamayacaksınız, Allah yaptırmayacak. O halde çırası insanlar
ve taşlar olan o dehşetli ateşten sakınınız ki bu ateş, bu cehennem ateşi
kâfirler için hazırlanmıştır.
Bedâhet (apaçıklık), şühût (görme), aklî delil getirme, tecrübe, haber;
bunlar ilmin, yakînin en önemli araçları, ölçüleridir. Siz bir olay görüyorsunuz,
işte kitap, bunun nazmındaki yüksekliği de bizzat anlayanlar apaçık görüyor,
diğerleri de bunlardan duyuyor. Şimdi Allah'dan, Peygamber'den Kur'ân ile bu haberi de
işitiyorsunuz. Tecrübe de yapınız ve cereyan eden tecrübelere de bakınız.
Göreceksiniz ve hatta gördünüz ki, bunun aynı yapılmadı ve yapıl m ıyor ve
yapılmaz. O halde şüphe etmeye ne hakkınız kalır? Az çok ilmî bir sebebe
dayanmayan şüphe, vesveseden veya ahlâksızlıktan başka ne olur? Gerçi siz vahyi
bizzat tecrübe edemezsiniz. Çünkü o, Allah'ın bir özel ve yüksek olayıdır.
Peygambere peygambe r lerden başka örnek bulamazsınız. Fakat onun eserlerini tecrübe
edebilirsiniz. Zaten ilmî ve fennî tecrübelerin çoğu da böyledir. Güneşin
doğduğunu ışığından anlarsınız. Böyle bir tecrübe size olay sebebinin genel ve
umumî mi, yoksa tek ve yüksek bir şey m i olduğunu anlatır. İşte Allah Teâlâ bu
haber verişiyle, bu uyarmasıyle size vahiy eserini tecrübe etmek için bir özel
ölçü veriyor, çünkü hepsini tecrübe etmeye kalkarsanız ömrünüz yetmez ve doğru
yolu göstermenin faydası olmaz. Onları da asırların tecrüb e si gösterecek ve isbat
edecektir. Şu halde siz bu özel ölçüden istifade edebilirsiniz. Bilhassa emir ve
kat'i ihbarının kapsamına dikkat ediniz. Sizi bir zorbanın zorlayıcı kuvvetiyle
bağlamıyor, ikinizi bir yere getirmekten men etmiyor. Hür, seçme sah i bi, serbest
bırakıyor. Haydi şairlerin ve diğerlerin sünûhat (içe doğmalar)ına veya
gafillerin, kendini bilmezlerin, sahtekârların, şarlatanların aldatmalarına benzer
gibi kuruntuya düştüğünüz ve bundan dolayı şüphelendiğiniz Kur'ân'ın ve hatta
bir sûreni n dengini getirmek için elinizden geleni yapınız, diyor. Ve
yapamayacağınızı da, gerçeğin kıyasınız gibi olmadığını da öyle bir
kesinlikle haber veriyor ve bunun yalan olamayacağını öyle bir yakîn ile söylüyor
ve sonuçta fiilen isbat da ediyor ki, bundan b üyük yakîn olmaz, bundan büyük ilim
olmaz. O halde vahyi bir kerre diğer şairlerin falanların içe doğmalarına benzetmeye
asla hakkınız yoktur. Nihayet şunu diyebilirsiniz: Muhammed (s.a.v.) gibi bir insan
daha yok ki, bulalım da ona söyletelim. Ona Allah ö yle bir akıl, öyle bir kuvvet
vermiş ki, onu kimseye vermemiş, o fevkalâde yüksek ve bütün insanlardan seçkin bir
yaratılışla yaratılmış da, bunları
o sayede yapıyor ve fakat yine kendi yapıyor, diyeceksiniz. Öyle ise diğer
şüpheleri bırakıp bir kerre bunu tasdik ediniz, ettikten sonra bir daha
düşününüz. Böyle bir zat size o fevkalâde seçkin yaratılışın kendi zatıyla
ilgili olmadığını söylüyor. Bununla bir gurur duyup size çalım satmıyor, o kudret
ile sizden dünya istifadeleri istemiyor. "Ben buna karşı l ık sizden bir ücret
istemiyorum. Ancak akrabalık sevgisini diliyorum." (Şûrâ, 42/23) diyor, zorbalık
davasına kalkışmıyor, en olgun bir tevazu ile: "Ben Allah'ın bir kulu ve
Resulüyüm." diyor ve sonra kesin bir yakîn ile "asla yapamayacaksınız"
diyor v e asırları keşfediyor. O halde onun seçkin aklına ve benzersiz kuvvetine
itimat ederek verdiği vahiy haberini tasdik etmeniz gerekir. Eğer Allah'a
inanmıyorsanız, onda şüpheniz varsa, böyle bir aklın şehadetiyle ona inanmanız ve
kulluk etmeniz gerekli olur. Ve eğer Allah'a inanıyorsanız, bunu doğrudan doğruya
Allah'ın yaptığını, kendini ve emirlerini bildirmek için gönderdiğini öncelikle
tasdik etmeniz lazım gelir. Onu tasdik etmemek için aklî, tecrübî, ilmî, fennî,
mantıkî hiçbir şüpheye imkan bulunmadığını anlamanız gerekir. Bunu bilmez, hala
şüphe davasından vazgeçmez, hala kuşkulanırsanız, buna inadınızdan, şahsî
maksatlarınızdan, ahlâksızlığınızdan başka bir sebep kalmaz ve hiçbir mazereti
bulunmayan kâfirlerden olursunuz. Hakkı kesin olarak reddedenler kâfir olduğu gibi,
haksız yere şüphe edenler de kâfirdir. O halde şunu biliniz ki, kâfirler için
hazırlanmış bir ateş, bir cehennem vardır ki, o korktuğunuz, kulaklar
tıkadığınız yıldırımların hiç birine benzemez. O ateş, çırası insanlar ve
taşlar olan bi r ateştir, artık bundan kendinizi sakınabilirseniz sakınınız.
Kur'ân'ın bu "asla yapamayacaksınız" ile haber verişi o günden bugüne
kadar bin üçyüz kırkdört senelik bir tecrübe ile doğruluğunu gösteren bir ebedî
mucizedir. Bu meydan okumanın i'cazı karşısında yarıştan vazgeçilmiş, silâhlar
çekilmiş, kanlar akıtılmış, dünyalar karıştırılmış, her türlü zahmetler,
masraflar tercih edilmiş ve fakat bu mu'cizeye hiçbir red cevabı verilememiştir. Ancak
aldatmaca ile Kur'ân irşadının önüne geçmeye çalışılmıştır. Bunlara karşı
ilâhî adalet elbette yerini bulacaktır, o ateş sönmemiştir. Bu âyette
"ve'l-hıcâre" kelimesinin fennî bir açıklamayı içerdiğinde şüphe
yoktur. Gerçi bu "hıcâre"den kastedilen heykeller ve putlardır. Ve cehennem
ateşini tutuşturmaya s e bep olan "vekûd"ün insanlar ve ibadet edilen
heykeller olduğu beyan ediliyor. Fakat aynı ifadede o, çıra, kömür gibi ateş
tutuşturan taşlar bulunduğunu da bildirmiş oluyor ki, fen adamları bunun "taş
kömürleri" olduğunu söylüyorlar. "Vekûd", ateş yakılan k ibrit, ot,
çöp, çıra, paçavra, odun ve diğerleri gibi şeylerin hepsi için söylenir.
Bakınız Kur'ân'a ait beyanatlar ne kadar canlıdır! Tamamen ilmî ve mantıkî ve
felsefî olan ve bir ilâhî felsefenin temelini teşkil eden bir konu mantıkî, ruhî ve
âfâkî (objektif, nesnel) delillerinin kökleriyle hem vecîz, hem gayet basit ve güzel
bir şekilde nasıl anlatılmıştır! Yüksek bir minberden büyük ve çeşitli bir
cemaate hutbe okuyan, va'zeden, ders okutan, bildirimler yapan, hükümler koyan
fevkalâde belağatlı b i r hatibin, gereğine göre kâh sağa, kâh sola ve kâh
merkeze dönerek, sırasında hepsine ve sırasında bir kısmına, kâh muhaliflerine ve
kâh muvafık (kendine uyan)larına ve kâh hepsinin karşısında özel yaverine hitap
etmesindeki açık ültimatomları kulaklarda temsil ettirir. "Ey insanlar!"
çağrısıyle başlıyan genel hitap lahzalarında özel bir şekil aldı. Ve nihayet
acı bir inzar ile tamam oldu derken gülüyor, bir özellik daha alıyor ve hâs kuluna
nazar ederek buyuruyor ki:
25- Bu atıf vâvı, yukardaki âyetlerin mânâsından anlaşılan lâzimî mânâya
işarettir. Şöyle ki: "Habibim (Resulüm)! Sen de insanlardansın ve genel olan iş
bu ibadet ve kulluk emriyle sen de emre tabisin. Bununla beraber senin bir özelliğin
var. Sen benim özel ve seçkin kul u msun. Peygamberlik gibi bir özel vazifen var.
İşte bu seçkinliğin fermanı olan bu Kur'ân'ı ve bu meydan okuma mu'cizesini
gördün ya, bunu al ve senin için hiçbir korku, hiçbir keder olmadığını anla.
Bütün insanları emrine davet et, mu'cizeni göster. Yola g elmiyenlere bu korkutmamı
tebliğ et! Bundan başka bir de erkek olsun, dişi olsun iman edip de iyi işler
yapanlara, bir Allah'a kulluk imanına yaraşır, akla ve nakle uygun güzel ameller
işleyenlere de şunu müjdele!
"Sâlihât" kelimesi "sâliha"nın çoğuludur. "Salih"
aslında iyi, yaraşıklı, aklen ve naklen doğru, hayırlı mânâsına sıfat iken
nakil tâ'sı ile ("hasene" kelimesi gibi) "güzel amel= güzel iş"
mânâsına isim olmuştur ki, kalbî, bedenî, malî olmak üzere üç çeşidi vardır.
Ve burada iman ile ameli n az çok bir farkı anlaşılır. Fakat müjdeleme sadece imana
değil, tümüne yapılmıştır. Amel imandan bir cüz' (bölüm) değilse de, amelsiz
müjdeleme hakkı olmadığı da anlaşılıyor. Sonra müzekker cemi'lerinde tağlib
vardır ki erkekleri ve kadınları içine alı r. Bu kapsamı ilerde (Ahzab, 33/35) gibi
âyetlerle anlarız.
Kısaca iman ile iyi amelleri (amâl-i sâlihayı) birleştirenlere şunu müjdele ki
onlar için cennetler var. Yani içine girilmeden görülmez, gizli, çok değerli
bağlar, bahçeler var. Bunların tümünü kapsayan ahiret vatanına, sevab evine
"cennet" denilir. Cennet aslen lügatte masdar binâ-i merredir ki
"bir örtüş", "bir kerre setr" demektir ve bu maddenin bütün
müştakkâtında (türevlerinde) bir nevi "örtme" mânâsı vardır. Nitekim
"cin", herkese görünmez gizli bir çeşit yaratık. "Cinnet", aklın
kaybolması; "cen" kararmak, görülen eşyanın bakıştan gizlenmesi demektir.
İkinci olarak "cennet" bir örtü mânâsından zemini görünmez, gayet girift
ağaçlarla örtülmüş bahçe ve bostana söylenmiştir. Üçüncü ola r ak din
dilinde, dünya gözüyle görülemeyen Hak gaybda gizli "dâru's-sevab" (sevab
yurdun)ın ismi olmuştur ki, Kur'ân'da "el-Cennetü" denildiği zaman bu
ortaya çıkar. Fakat "elif lâm = "sız olarak "cennetün" denildiği
zaman yerine göre kâh bu ve kâh ikinc i mânâya gelmiştir. "altından ırmaklar
akan cennetler" denildiği zaman da "el-Cennetü"nün cevabı ve
mertebeleri kastedilir ki, burada öyledir.
Bunlar öyle büyük ve geniş cennetlerdir ki altında mesela dünyadaki Nil, Fırat,
Ceyhun, Seyhun nehirleri gibi büyük büyük ırmaklar akar. Öyle küçük çaylar, su
kanalları, arklar değil, nehirler. Halis temiz su nehri, taze süt nehri, safi bal
nehri, sarhoş etmez, aslı tasavvur olunmaz, içeceği temiz nehir akar, bu cennet
bahçelerinin ayrıntılarını sormak mı is t ersiniz? Bunlar tarif edilir şeyler
değildir. Onlar da: "Hiçbir göz görmemiş, hiçbir kulak duymamış, hiçbir
beşerin kalbine gelmemiştir." (hadisinde dile getirilen) şeyler vardır. Çünkü
insanlar örneğini görmedikleri şeyleri anlayamazlar. Bunun için şim d ilik şu
kadarını anlayınız ki: o güzel amel sahibi müminler bunlardan, bunlardaki
meyvelerden bir rızık ile rızıklandıklarının her defasında ha bu, o rızık o
nimet ki, bize bundan önce -yani dünyada da kısmet olmuştu diyecekler. Ve her alışta
onu başl a ngıçta dünyada rızıklandıkları nimet türünden görecekler. Çünkü
iman ve amellerinin sevabıdır. Gayıbdaki o bahçeleri, dünyadaki bu iman ve amel ile
yetiştirdiler ve bunların bir çeşit meyvesi dünyada da az çok görülür ve hatta
tadılır. Nitekim "Rabbinin huzurunda hesap vermekten korkan kimse için iki cennet
vardır." (Rahmân, 55/46) buyurulmuştur ki, biri dünya, biri ahiret cennetidir.
Gerçekte insanların hepsi Allah'tan korkmuş ve ona göre amel etmiş olsalardı,
dünyanın da her tarafı bir cennet kesilird i. Fakat Allah'ı ve ilâhî makamı
tanıyanlar ve ondan korkanlar için bundan başka bir cennet daha vardır. Onlar fanî
dünyada bu ümit ve müjdeyle hiçbir üzüntünün altında boğulup kalmazlar. Allah
korkusu hiçbir korkuya
benzemez. Onun yanında daima ebedî bir neş'enin zevki vardır, rıdvân (Allah'ın
rızası) zevki. Acaba iki âlemdeki bu zevk, bu semere (meyve) hakikaten aynı çeşitten
midir? Hayır aynı çeşitten değil. benzerdirler, birbirine karşılıklı olarak bir
benzeyişleri vardır. Ve önce onlar buna bu benzeyiş halinde sevkolunmuşlardır.
Gerçekte ise aralarında aynı şey olma bakımından büyük farklar vardır. Bu
cümleden olarak biri saf olmayan, diğeri saftır; biri gaybe ait zevk, diğeri mahz-ı
şühût (tamamen görme, görünme)dur. Dünyada bu rızık, bu semere, gölge s iyle
sırf ruhanî ve aklî olarak tadılır. Ahirette ise tam hakikati ile ayn-ı vücut
(aynı varlık) olarak hakka'l-yakîn (gerçekliğinde şüphe olmayan) bir şekilde
tadılır. Bunun için ahiret ruhuma mı, cismime mi diye düşünüp durma, o senin Allah
katında bili n en hakikatinedir. Sanadır sana! Sonuç olarak biri elden kaçabilir,
kesik, sonlu, ebedî olmayan; diğeri kaçmaz, devamlı ve ebedîdir. Bu âyetin bu iki
cümlesi bize gösteriyor ki, dünyada anlayış ne kadar yükselir, iman ve amel de
onunla ne kadar uygun olurs a ahirete ait meyveler de o kadar çok olacak ve o oranda
yükselecektir. ve denilmesinde buna büyük bir delâlet vardır. "Ey Rabbim, ilmimi
artır, de." (Tâhâ, 20/114).
Bu meyvelerden başka onlar için o cennetlerde tertemiz, pampak çiftler, eşler, yani
erkekler için hanımlar, hanımlar için kocalar vardır. Ve bunların hiç birinde
dünyadaki pisliklerden eser yok. Bunlar sadece temiz değil, her yönden
temizlenmiştirler. O zevceler (hanımlar) de ne maddî olan kir, hayız ve nifas ve
diğerleri gibi tabiî, cismanî; ne de ahlâksızlık, geçimsizlik, biçimsizlik,
münasebetsizlik olmadığı gibi kocalar da öyle pampak, tertemizdirler.
Şimdi diyebilirsiniz ki, aynen böyle değilse de, bunlara hemen hemen benzer
bahçeler, meyveler, kocalar ve hanımlar dünyada olabilir. Vatan denilen şey de böyle
bir cennet gibi olabilir. Evet "Dâr-ı İslâm" (İslâm ülkesi) dediğimiz
müslüman vatanının da böyle olması gerekir. Ve bu âyet sınırlamasıyla buna da
işaret etmiştir. Fakat mesele ve müjde bundan ibaret değil. Dünyadaki b u İslâm
ülkesinden başka asıl bir dâru's-selâm (eminlik evi) vardır ve bunların birbirinden
sizin anlayacağınız en açık farkı şudur:
o kâmil iman ve güzel amel sahipleri bu cennetlerde ebedî ve devamlıdırlar. Bir
kere girince artık bir daha çıkmazlar. Diğer âyetlerde "hulûd",
"ebeden" (ebedî olarak) diye de te'yit edilmiştir. Halbuki dünya vatanı,
dünya cenneti ne olsa elden gidebilir. Kâmil iman ve güzel amel sahipleri İslâm
ülkesi olan vatanlarını Allah Teâlâ'nın izniyle muhafaza ve müdafaa ederler. Ve
onu harap olmaktan mallarıyle, canlarıyle korurlarsa da bunda ilâhî takdir başka
türlü de ortaya çıkabilir ve nihayet bundakilerin hepsi çıkarlar, ölürler,
giderler, bunun böyle büyük küçük kıyameti de vardır. Fakat "eminlik
vatanı" (ahiret cen n eti) öyle değil, asıl cennet bahçelerine gidenler orada
ebediyyen kalırlar, ki bütün müjde bundadır. Ve bütün saadet bundadır ve "en
büyük rıdvân" (Allah'ın en büyük rızası) bundadır. "Güzel
davrananlara daha güzel karşılık ve fazlası var." (Yûnus, 10 /26).
Birtakım kimseler, bu gibi müjdelerde, bilhassa rızıktan ve kadından
bahsedilmesine itiraz etmek istiyorlar ve: "Dine ait duygular insanı bunlardan
kesip, yalnız ruhanî lezzetler ile uğraştırmalı." diyorlar. Fakat şurası
gariptir ki, böyle diyenlerin hepsi bu iki cisme ait zevk için can verenlerin yanında
ortaya çıkıyor. Halbuki bu müjdeler, görüldüğü üzere, her yönü tamamen
toplayıcı bulunuyor. Ve ahiret zevklerinde, dünyadaki zevklerden hiç birinin aynısı,
benzeri eksik olmadığını ve bunun karşısında dünyaya ait şehvetlerin adiliğini,
çirkinliğini de gösteriyor.
Kur'ân'a ait açıklamaları kötü telakki ile karşılamak isteyenleri hem red ve
hem doğru yola getirmek için şimdi de Kur'ân'ın dilinin üslubu hakkında bir
hatırlatma yapılacaktır. Vaktiyle kâfirlerden bazıları: "Allah her şeyi
doğrudan doğruya gerçekliğiyle anlatıvermeli idi. Temsiller, teşbihler Allah
kelamında yakışır mı? Hem bu temsiller, bu meseller, zübâb (sinek), beyt-i ankebût
(örümcek yuvası) gibi sineğe, örümcek yuvasına kadar iniliyor. bunlar Allah için
ayıp değil mi?" gibi mânâsız sözler söylemişlerdi. Şu halde bunları red ve
herkese gerçeği açıklamak için beyan etmede bazan mesel îrad etmenin kıymeti
bulunduğuna, meselin de bir gerçeği kapsadığına ve bu sebeple Kur'ân lisanı n da
yerine göre tahkik gibi temsilin de varlığına ve bunların hafife alınmaması, kötü
yorumlara uğratılmaması ve bu yüzden sapıklığa düşülmemesi ve hepsinin Allah
yanında hak olduğuna iman edilmesi gereğine tenbih ederek buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
26- Muhakkak ki Allah bir sivri sineği, hatta daha üstününü misal getirmekten
çekinmez. İman edenler bilirler ki, o şüphesiz haktır, Rabb'-lerındandır. Ama
küfre saplananlar: "Allah böyle bir misal ile ne demek istedi?" derler. Allah
onunla birçokları n ı şaşırtır, yine onunla birçoklarını yola getirir. Onunla
ancak o fasıkları şaşırtır.
27- Onlar ki, söz verip andlaştıktan sonra Allah'a verdikleri sözü bozarlar.
Allah'ın birleştirmesini emrettiği şeyi (iman ve akrabalık bağlarını) keserler ve
yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. İşte zarara uğrayanlar onlardır.
26-Allah'a mesel yapmak, mesel söylemek yakışmaz mı sanırlar? şu muhakkaktır ki
Allah Teâlâ herhangi bir şeyi mesel olarak söylemekten çekinmez. o şey isterse bir
sivri sinek ve üstündeki kanat ve saire gibi ufak tefek de olsun. Diğer deyişle
küçüklükte üstünü (yani daha aşağısı) olsun. Bununla beraber Kur'ân'ın nazmı
bizim (aşağı yukarı) dediğimiz gibi daha yukarı ve daha aşağı demek de olabilir.
"Darb-ı mesel" (ata sözü) deyimi, "mesel-i madrûb" yani
"söylenegelmiş" meşhur mesel mânâsına da kullanılır ise de aslında
"mesel darbetmek" yani meseli yerinde kullanmak ve tatbik etmek, yerine göre
"iyice yapıştırmak" demektir ki, yeniden bir mesel koymak ve inşâ etmek
değildir. Temsil ise geneldir. Fakat Kur'ân'daki meseller, genel olarak bağımsız bir
şekilde kurulmuş temsiller olduğu halde, aynı şekilde tatbik de edilmiş olması
itibariyle "darb" tabir olunmuştur. Şu halde burada temsil yerine bu deyimin
ve aynı şekilde "istihya" (uta n mak) lafzının kullanılmalarında bile
aynı bir tatbikı vardır. Şunu unutmamak
gerekir ki, Cenab-ı Allah mesel ve misali (yani temsil durumunu) yapmamış olsaydı
insanlar hiçbir şey anlayamazlardı. Özellikle hissedilen şeylerden hiçbir şey
bilemezlerdi. Çünkü bütün hissî ve hatta aklî suretler (biçimler) gerçeğe göre
bir mesel, bir temsildir. Bunun içindir ki, insan kendini kendi nefsinde mücerred
(soyut) "ben" demekten başka bir şekilde bilmez. Zira ne hissî, ne aklî,
misalî biçimini kapsamış değildir. Onu a lırsa "İnsan insanın
aynasıdır." sözüne göre dışından alır. Demek ki maneviyatın ve aklî
gerçeklerin mesel ile anlatımında büyük hikmetler saklıdır. Bu sebepledir ki,
geçmişte inmiş olan kutsal kitaplarda mesel daha çoktu. Fakat Kur'ân, histen çok,
akla h i tap ettiği için tahkîki, açık hükümleri daha çok tercih etmiş ve bununla
beraber hisleri de mahrum bırakmamıştır. Ve bunların mühim bir kısmında
(özellikle geçmiş kitapların tahrife ve kötü tefsire uğrayan mânâlarını
tahkîk, düzeltme ve akla yakınlaştırma gibi)hikmetler mevcuttur. Böyle ilmin esası
ve mühim, terbiye ve hidayetin sırrı ile ilgili mesel getirmekten Cenab-ı Allah
çekinmez ve şu halde iman ehli olanlar her zaman bilirler ki, Allah'ın yaptığı
mesel, Rablerinden gelmiş olması itibariyle mutlak a haktır. Bunda ilâhî bir sır
muhakkak vardır. Ve ilâhî mesel, muhakkak bir denklik ve benzerlik tarafı içerir. Bu
benzeyiş açık ise onu bilirler; gizli ise "İlim, Allah katındadır." derler
ve doğruluğuna iman ederler.
Hak, aslında sabit ve aklın inkâr edemiyeceği derecede sabitliği kesin olan
demektir. Varlığı kendisinden olup, başkasından olmayan Hak Teâlâ'dır. O'nun
yardımıyle, onun dışında olanlar da zatında mümkün olanlardır. Bu mânâ ile hak
ve hakikat zaten birdir. İtibarî olarak ayrıdır, ikisi n in de çoğulu
"hakâik" gelir. "Hukuk"un tekili olan "hak" da, İslâm'da
bu mânâdan alınmıştır ki, lehde olarak sabit ve vacib olan demektir. Aleyhte olursa
görev ve vecîbe olur. Sözün kısası "hak" fikrin, sözün uyduğu olayın
ismidir. Bununla beraber bu ölç ü ile uyuşan söz ve inanca da söylenir.
Küfür ile nitelenmiş olanlara gelince Allah bununla, bu garip belirsiz mesel ile ne
demek istemiş sanki? Bundan kastı nedir? derler. Bir taraftan hafife almak, diğer
taraftan hidayeti kötü yorumlayarak sapıklığa düşmek isterler. Bunlar, Allah'ın ne
kastettiğini öğrenirlerse inanacaklar mı? İşte Allah bu sebeple birçoğunu
sapıklığa düşürür, onları sapkın yapar, istedikleri sapıklığı yaratır.
Birçoğuna da hidayet verir, onlara da hidayet yaratır. Zira h âlık (yaratan) birdir,
o da her şeyin yaratıcısı olan Allah'tır. Hidayetin yaratıcısı Allah olduğu gibi,
sapıklığın yaratıcısı da Allah'tır. Allah yaratmasaydı ve herkesi hidayete mecbur
etseydi, sapıklık denen şey insanların istemesiyle var olamazdı. Halbuki
sapıklık da bir hak etmedir. Ve Allah Teâlâ'nın sapıklığı yaratması, onu isteyen
mahluklarının -sorumluluk kendilerine ait olmak üzere- isteklerini yerine getirmek gibi
bir ilâhlık ve rablık şânıdır. Yoksa başlangıçta hidayet yaratılışıyla
yarattığı k u llarından hiç birini Allah zorla sapıtmaz, mutlak yasaklama ve tam
zorlama da Allah'ın merhametli olmasına yakışmaz. Bunun için sapıtma, sapıklığı
yaratma Allah'ın şanına nasıl yaraşır? O'nun güzel isimleri arasında
"mudıl" (saptırıcı) isminin bulunmasını akıl nasıl kabul eder? diye
hatıra gelmesi düşünülen bir mukadder (takdir edilmiş) soruya cevap olarak derhal
şu başlangıç cümlesi ilave buyurulmuştur: fakat Allah bununla fasıklardan
sapıklığı hak etmiş olanlardan başkasını saptırmaz
27- o fasıklar ki antlaşmalarını bozarlar, hem de Allah'ın anlaşmasını
bozarlar, bunu da antlaşma ile belgeledikten sonra yaparlar. İlk yaratılışta
"ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz" kavramı üzere akıl
ve yaratılış olarak, Allah ile araların d a yapılmış olan ezeli antlaşmayı, iman
ve kulluk antlaşmasını, bu yaratılışa ait genel kanunu, yukarda görüldüğü
üzere, her iki taraftan antlaşma ile belgelenip te'kit edildikten; bir taraftan kitaplar
indirme ve peygamber gönderme ile takviye, diğer tara f tan kalb ve dil bakımından
iman ve ikrar ile kuvvetlendirdikten sonra bu ilâhî antlaşmayı ve misakı kendi
kendilerine bozmaya ve kaldırmaya, çözmeye kalkışırlar. İman etmemeye veya imandan
çıkmaya çalışırlar. Fıkıhda: "Bir kimse kendi tarafından tamam ola n bir
şeyin bozulmasına çalışırsa, çalışması reddedilir." kaidesi bu gibi
âyetlerden alınmıştır.
ve Allah'ın birleşmesini emrettiği şeyi keserler, güzel amel yapmazlar, kurtuluşu
temin eden emirlerinin ve ilâhî hükümlerin tersine hareket ederler. İsyanlar ve
büyük günahlarla daima yeryüzünde de fesat çıkarırlar. İşte Allah böyle
fasıkları sapıklığa düşürür. Şimdi bunların durumlarını da anlayınız:
bunlar işte bütün zarara uğrayanlar güruhudurlar. Kazançtan mahrum, işi, gücü
zarar ve ziyan olan kimseler diye asıl bunlara denir.
"Fısk", asıl lügatta "huruc" (çıkmak) anlamındadır. Nitekim
delikten çıkan farelere "fasıklar" denir. Din dilinde, "büyük günah
işlemek suretiyle Allah'a uymaktan dışarı çıkma" mânâsınadır ki, küçük
günahlarda ısrar etmek de bu cümledendir. Ve şer'î bakımdan fıskın üç derecesi
vardır: Birincisi günahı çirkin saymakla beraber, ara sıra günah işlemek. İkincisi
üzerine düşerek devamlı yapmak.
Üçüncüsü çirkinliği inkâr ederek yapmaktır. Bu üçüncü tabaka küfür
derecesidir. Fasık bu duruma gelmedikçe Ehl-i sünnet mezhebinde mümin adı kendisinden
alınmaz. Şu halde fasık vasfı içinde kafirler bulunabileceği gibi, imanını
kaybetmemiş olanlar da bulunabilir. Mu'tezile mezhebindekiler, bu kısmı ne mümin, ne
kâfir, ikisi orta s ı saymışlar; Hâricîler ise üçünü de kâfir saymışlardır.
Bununla beraber bu âyet-i kerimede, ile nitelenen fasıkların küfürlerinde, dinden
çıkışlarında söz yoktur. Çünkü bunda üç vasıf zikredilmiştir. Allah'a
verdiği sözü bozup inancını bozmak, ilâhî emr i n aksini yapmak, yasaklananları
yapmakla da yeryüzünü fesada vermek. Bunun üçü birleşince de küfür gerçekleşir.
Nitekim üst tarafında da "Ama küfre saplananlar; Allah böyle bir misal ile ne
demek istedi?" derler." buyurulmuştur. Ve işte Kur'ân'a mahsus temsilleri
kötü yorum ve hafife alma ile ilâhî saptırmayı hak eden zarara uğrayanlar
bunlardır. Bu kıssada en dikkate değer olan noktalardan birisi, yukardaki âyetlerde
yalnız iman ve küfür karşılığı esas iken, burada hem iman ve hem güzel amel
toplamına k arşılık olmak üzere ayrıca da fısk ve fasıkların bahis konusu
edilmesi ve Kur'ân'a ait temsillerin kötü bir yorum ile ele alınması meselesinin
bilhassa küfür, sapma ve fısk hasletleriyle ilgili gösterilmesidir. Demek ki fısk,
biri ilmî, diğeri amelî iki y ö nü içerir. Asıl küfür, ilmî yönündedir. Bu da
bilir bilmez kötü yorum meselesine dönüşür. Buna da en çok temsiller ve
müteşabihler vesile yapılır. Ve bu çoğunlukla amelî küfür ile de beraber olur. Bu
gibileri red ve korkutmak için Cenab-ı Hak ilâhî kelamı n da hakikatlar asıl olmakla
beraber, yerine göre temsillerin de varlığını ve bunun esası olan hak nokta-i
nazarına muhalif değil, belki gerekli olduğunu ve şu halde bunları esasen hak bilmek
de iman cümlesinden birisi olduğunu bir esas, bir inanç kaidesi h a linde açıklamış
ve bu şekilde Kur'ân'ın üslubu hakkında önemli bir açıklama yapmıştır.
"İlle onun te'vilini mi gözetiyorlar? Onun te'vili geldiği gün, önceden onu
unutmuş olanlar derler ki: "Doğrusu Rabbımizin elçileri gerçeği getirmiş.
Şimdi bizim şefa a tçilerimiz var mı ki bize şefaat etsinler. Yahut tekrar geri
(dünyaya) döndürülmemiz mümkün mü ki (orada eski) yaptıklarımızdan başkasını
yapalım?" Onlar, kendilerini ziyana soktular ve uydurdukları şeyler kendilerinden
saptı." (A'râf, 7/53). Şu halde ha k olan temsillere inan; istenilen ameli işle;
yorumunu geleceğe, olayların cereyanına bırak, zamanı gelince anlarsın.
Özetle fısk, ya küfrü veya küfrân (İslâmı inkâr)ı ihtiva eder ve sonucu
zarardır.
Bunun için Cenâb-ı Allah bunu gayb şeklinde ve güya bir nazariye (varsayım)
halinde ve bununla beraber olayı gören bir nazariye halinde çirkin gösterdikten sonra
şimdi irşad makamında bir iltifat ile genel hitabına bir özel parıltı veriyor.
Şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
28- Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, ölü idiniz sizleri diriltti. Sonra sizleri
yine öldürecek, sonra yine diriltecek, sonra da döndürülüp ona götürüleceksiniz.
29- O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı . Sonra göğe yöneldi,
onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şe yi bilir.
28-Bu iki âyette bütün dünya ve ahiret ilimleri saklıdır. Hayat, hayatın
akışı, hayatın gayesi gösteriliyor. İnsana ait yaratılışın, Allah katındaki
kıymeti anlatılıyor. İnsanın yer ve gökyüzü, hepsinden faydalanma hakkı
kaydediliyor. Yaratılışın ve yaratıcının delilleri özetleniyor. Allah'ın
yaratması, acıması, lütuf ve keremi isbat olunuyor. Özet olarak beşerin ruhu,
yeryüzünden gökyüzüne, hissolunandan düşünülene yükseltiliyor ve bu gerçekler
karşısında küfür ve inkâra nasıl sapılabileceği bir istifhâm-ı inkârî ile
soruluyor ki, bu iltifat (sözü çevirme)daki belağatın, nezahatin, ulviyetin,
ilmîliğin, gerçeğin, ahlâkın parlaklığına ve hoşluğuna hayran olmamak mümkün
değildir. Küfür ve küfrânı kötülemek ve insanları ondan uzak tutmak için b u
sorudaki etkinin şiddeti ne kadar büyüktür!
Ey insanlar, insan adını taşıyanlar ve özellikle ey kâfirler,
ey münafıklar, ey fâsıklar! Allah'a nasıl nankörlük eder de ilmî ve amelî
küfür ve inkâra sapabilirsiniz? Az çok irfan ve ahlâkı olanlar için bu nasıl
düşünülebilir? halbuki siz hepiniz, gerek her biriniz, gerek tümünüz başlangıçta
hep ölü idiniz, ölüler halindeydiniz, hayatınız yoktu. O zaman şahsî olarak
neyiniz vardı? Şimdilik haydi ilerisi dursun, fakat en az bir toprak ve nihayet b
abanızın belinde bir nutfe, bir sümük olduğunuzu hatırlarsınız ya? Gerçekten siz
böyle cansız ölüler halindeydiniz. Ölülerin kabre taşındığı gibi öteye beriye
taşınıp duruyordunuz. Böyle iken Allah size hayat (canlılık) verdi. Nefes alıp
verir, gıdalanır, ürer, duyar, düşünür, ister, istediği yere gider, istediği işi
yapar, çevresindeki dışa ait olaylara fizikî ve ruhî kuvvetleriyle dayanır, karşı
koyar, etli, canlı, akıllı, fikirli birer insan yaptı. Bunları yapan kim ise, işte
Allah odur. İyi düşününüz, bu hayat sizin kendinizin midir? Kendi şahsî malınız,
mülkünüz müdür? Elbette değil, o kadar değil ki, bir kılınızın rengini
değiştiremezsiniz. Malum ya, ne de olsa, siz hayatı seversiniz ve ona herşeyi feda
etmek istersiniz. Hayatınıza faydası dokunacağı n ı sandığınız kimselerin
karşısında takla atarsınız. Onlara kul köle olursunuz. Halbuki kendinizi, bundan
önceki halinizi, geleceğinizi düşünecek olursanız, bu hayatın sizin kendi malınız
olmadığını anlarsınız. O halde bu hayatı size bahşeden Allah Teâlâ'yı nasıl
inkâr eder ve O'na nasıl nankörlük edersiniz? Ediyorsunuz? Allah size hiçbir şey
yapmamış ve yapmıyacak olsa bile hayatınızın sahibi olduğu için, sizin O'na iman
ve kulluk etmeniz, hayat sevdasıyla Allah'ı unutmamanız gerekir. Hem siz bu hayatı o k
a dar benimsemeyiniz. Çünkü Allah bundan sonra sizi yine öldürür, öldürüyor ve
öldürecek. Şimdi diyeceksiniz ki: "İşte biz de buna kızıyor ve bundan yüz
buluyoruz ya! İman ve kulluk etsek de, etmesek de verilen hayatımızın sonra elimizden
alındığını görüyo r uz. Madem ki öleceğiz ve madem ki Allah verdiğini alıyor, o
halde hayat elimize geçmişken iyi kötü mümkün olan ne zevki varsa görelim, diyoruz.
Ölüm derdi, o evleri yıkan, zevkleri perişan eden, çocukları yetim, kadınları dul
bırakan, hayatlara kıyan, hay a tları pençesinde kıvrandıran o ölüm musibeti madem
ki nasıl olsa yakayı bırakmıyor, artık dünyaya bir daha gelecek değiliz ya! Şu
geçici hayata bütün ihtirâs (aşırı istek) ile sarılalım ve keyfimiz için ne
yapabilirsek yapalım" demekten kendimizi alamıyor u z ya! Fakat bu ne kadar
yanlıştır ve ne bedbaht bir zevktir! Böyle olsaydı bile, hayatın bu zevklerini
böyle körü körüne ve çılgıncasına değil, meşru (dine uygun) yoluyla istifadeye
çalışmak ve Allah Teâlâ'ya ihlâs ve teşekkürü en büyük bir zevk bilmek ve O'na
büyük bir sevgi ve korku beslemek gerekirdi. Ve bunun o zaman hayatta da
genel ve kapsamlı faydaları görülürdü. Halbuki iş bu kadar değil, bunun ilerisi
de var. O sizi öldürdükten sonra yine diriltir ve diriltecektir. Size önce verdiği
gibi ve hatta ondan daha yüksek yine bir hayat verir ve verecektir. Ba'sü ba'de'l-mevt
(öldükten sonra dirilmek) de haktır. Görmez misin olan yine olur. Eğer olmasaydı sen
kâinatta hiçbir kanun göremezdin. Bir yaptığını bir daha yapamazdın. İlimden,
sanattan hiçbir hi s sen olmazdı. Sen bu sayededir ki hangi şeyi iyi bilirsen onu bir
daha ve bir daha yapabilirsin. Tohumlarını bu sayede eker, çiftlerini bu sayede sürer,
hasılatını bu sayede kaldırırsın. Atlara, arabalara, trenlere, otomobillere,
vapurlara, uçaklara bu say e de biner; onları da bu sayede yapabilirsin. Sen hayat
kanununu tamamen bilseydin, bu konuda hiçbir şüphe taşımazdın. O zaman sen bile bir
hayat sahibi yapabilir ve onu bozduktan sonra tekrar yine yapabilirdin. Şimdi
yapamıyorsan ilim ve fennin, kudret ve s anatın buna yetişmiyorsa, henüz hayat
kanununu bilemediğinden, henüz maddelerin, ruhların ilk sırlarına nüfuz
edemediğinden, daha esasında yaratmak, halketmek kudretine bizzat sahip
olamadığındandır. Zaten sen maddenin aslını, kuvveti göremezsin. Gördüğün
onların sonuçları, görünüşleridir. İlmin, fennin, kudretin de bunlara uygundur.
Bunların içinde düşündüğün ilk maddeyi bulsan, onların sırlarına da nüfuz
etsen acaba bütün kuvvetleri, ruhları, melekleri keşfetmiş olacak mısın? Yaratma
gücüne esasından sah i p olacak mısın? Hayır! Maddeyi veya kuvveti aslından yok
edecek veya meydana getirebilecek misin? Kendi kendine hayır. Fakat onları olduğu kadar
alıp, Hak Teâlâ'nın verdiği ruhunla tasarruf edebileceksen ve bizzat Hak Teâlâ'ya
daha hususî bir ilgi kurabil i rsen, o zaman Allah'ın izniyle yaşama ve yaşatma
sırrına da vâkıf olabilirsin. Sen bunları henüz bilemiyor, yapamıyorsan hayat
kanununun aslına eremiyorsan, ortada var olan yaşamayı ve yaşatmayı da inkar
edemezsin ya? Gerçekte bir hayatın ve bir hayat kan u nunun akışında şüphe
edemezsin ya? Ve hele bu kanunun sende, senin kendinde tatbik edilmiş bulunduğunda
şüphe etmenin hiç mânâsı yoktur ya? O halde bu delil ile şunu zorunlu olarak
bilirsin ki, bu hayatı yapan ve bunun kanununu bilen bir yüksek zat vardır. Hayat ve
hayat kanunu hak ve onu yapan ve bilen Hak Teâlâ'dır. Şu halde olan yine olacak, ölen
yine dirilecektir. Ve bunu ancak Allah yapabilecektir. Nasıl ve nerede yapacağına
gelince onu kendi bilir. Bize bildirdiği yapacağı ve her halde yapacağıdır. D i
lerse yerde yapar, dilerse göğe çıkarır, dilerse kabirde yapar, dilerse kıyamette.
Her halde bu bizim diğer bir halimiz, diğer bir hayatımız olacaktır ki, onun
durumlarını açıklamaya bugünkü akıllarımızın yeteneği yoktur. O, ahiret
âlemidir. Onunla aramız d a geçilecek "berzah" vardır. Kabir âlemi, kabir
hayatı Cenab-ı
Hak cümlemize yardım etsin, bu geçitleri kolaylıkla, tatlılıkla geçirtsin,
kâmil iman, güzel amel ile hüsn-i hâtime (güzel son) nasip etsin. Buradaki
"sonra sizi diriltir" kabir hayatı ile de tefsir edilmiştir. Kıyametten sonra
dirilme ile de tefsir edilmiştir. Hangisiyle olursa olsun işler bununla da
kalmayacaktır. sonra hepiniz ona döndürüleceksiniz. Bu ilk hayatta ne huy
kazandınızsa, ona göre tartıdan geçecek, mükâfat veya cezasına e r eceksiniz.
"Kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim zerre
ağırlığınca şer yapmışsa onu görür." (Zilzâl, 99/7-8) sırrı ortaya
çıkacaktır. Ve o zaman cennet ve rıdvan ehli: "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a
hamdolsun." (Zümer, 39/75) diyec ektir.
29-Sonuç böyle. Bir de Allah Teâlâ'nın dünkü ve bugünkü lütuflarını
dinleyiniz: O Allah, o şan sahibi Yaratıcıdır ki, bakınız size neler ihsan etmiş:
önce şu altınızdaki yeri ve bu yerde bulunan şeylerin hepsini: unsurları,
bileşiklerini, denizleri, karaları, dağları, dereleri, ovaları, çölleri,
ormanları, ırmakları, pınarları, madenleri, otları, ağaçları, çiçekleri,
meyveleri, hayvanları, kuşları, hasılı denilen şeylerin hepsini sizin için, sizin
hayatınız ve ölümünüzde faydalanmanız iç i n yarattı. Hep bunları, insanı
yaratmak ve yarattıktan sonra mesut yaşatmak için yarattı. Hepsini insanlara itaatlı,
çekici ve mübah kıldı. Şu halde esas itibariyle bunların hepsinden insanlar için
bir faydalanma hakkı ve bir faydalanma şekli vardır. Ve b u faydalanma şekli
bazısında müsbet ve bazısında menfi bir durumdadır. Hepsinin faydalı olması, her
birinin, her şekilde ve herkes için faydalı olması demek olmaz. Bir kısmında
zararlı olma durumu da vardır. Bu yönden yine Allah'ın ikinci derecede ayrı tu t
acağı zararlı bazı haram kılınan şeyler ve kötülükler gibi hususlardan ve bir de
birbirinize göre kazanılmış hak olmuş mallar ve mülkler gibi şeylerin dışında
faydalanma sizin için mübah kılınmıştır. Buna Fıkıh ilminde "ibâha-i
asliyye = aslî mübah etme" denir. Ve bu serbest kılmanın delili yalnız akıl
değil, bu nasstır. "Canlar, ırz ve namusun dışında eşyada aslolan mübah
olmaktır. Özel bir haram olma delili bulunmadıkça mübah ile amel olunur."
şeklindeki fıkıh kaidesi bu nasdan alınmıştır. Yalnız akılla r a kalsaydı, kimi
hep mübah der, kimi hep haram der, kimi de şaşırır kalırdı. Nitekim öyle olmuş ve
olmaktadır. Burada şuna dikkat etmek gerekir ki, bu serbestlik, insanların tümüne
eşit olarak yapılmış; insanlar insan için yaratılmamış ve birbirlerine müb a h
kılınmamıştır. Bunun için insanların canları, ırzları, birbirlerine mübah
değildir. Hatta bir insan kendi canını, ırzını bile dilediği gibi kullanmaya izinli
değildir. İnsanlar, kendileri için değil, Allah'a kulluk için yaratılmışlardır.
"Ben cinleri v e insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."
(Zâriyât, 51/56). Şu halde insanların kendini öldürmeye, kendini veya ırzını
başkasına satmaya hakkı yoktur. Ancak Allah'ın emrine ve hükümlerine uygun meşru
nikaha izinlidir. Tersinde günahkâr olur. İnsanların amelleri, malları, mülkleri de
birbirlerine karşı kendilerine bağlanmıştır. Bunlar da diğerlerine
yasaklanmıştır. Fakat kendileri için mübah olduğundan kendi rızalarıyle
diğerlerine de terkedebilir ve verebilirler. Akidler (anlaşmalar) ve malî işlemler bu
esas üzerine yürür. Hâsılı hayat hakkına, hürriyet hakkına ve namus hakkına
hiçbir kimsenin karışma hakkı yoktur. Bunlar insanın doğrudan doğruya Allah hakkı
olan esasa dair haklarıdır. Ve bunlara saldırma, tecavüz büyük günahlardandır.
Akıl v e din de böyledir.Canlarda, ırz ve namusda, akılda, dinde aslolan, mübah olma
değil haram olmadır.
İşte Cenab-ı Allah insanları bu kadar yüksek yaratmış ve böyle yaratmak ve
böyle yaşatmak için önce bütün yeryüzünü ve yeryüzündeki bütün şeyleri
yaratıp onların faydalanmasına hazır kılmış, bunları onlar için yaratmış ve
hatta bu kadarla da kalmamış, sonra yukarıya da geçmiş, gök yüzüne doğrulmuş,
iradesini göklere çevirmiş ve bunun üzerine gökyüzünün parçalarını, bunlardan
özellikle "yedi sema"yı dü z eltmiş, yeryüzünün yaratılması üzerine
bunlarda da değişiklik yapmış, ortaya çıkan değişim bunalımını nizama koymuş,
bunlardan da yeryüzüne ve insanlara faydalar sağlamıştır. Bu sayededir ki insanlar
bu görkemli bina içinde yaşarlar, yerler, içerler, sula n ırlar, nefes alırlar,
ışık, ısı alırlar, Hakk'ın alametlerini görerek, ilimler, fenler edinirler.
Bakışlarıyla, ruhlarıyla ve hatta Allah nasip edince cisimleriyle çıkarlar, mirac
yaparlar kısmı zamirinden bedeldir ve bedel-i bâz olduğu açıktır. Çünkü
buyurulmayıp parçalara ve fertlere veya çeşitlere işaret ederek buyurulması
kısımlara ayırma karinesidir.
Burada insanların hayattan önce ölüler ve hatta insan cinsinin yok olduğu
devirlerin bir özeti, (Bakara, 2/22) âyetinin bir açıklaması ve vasfının bir
isbatı ve beşer hayatının şimdiki ve geçmişteki şartlarının bir tasviri ve insan
yaratılışının kıymet ve yüksekliği, nihayet ilâhî yardım ve rahmetin
genişliği ile Allah'ın zat ve sıfatlarını inkârcılara isbat ve teşekkür ile
kulluk görevine d avet vardır ki, Şeyh Sadî merhum "Gülistan"ında bu
kavramı şöyle ifade etmiştir:
"Bulut, rüzgar, ay, güneş, felek hepsi işlerinde çalışıyorlar. Tâ ki sen
eline bir ekmek geçirebilesin ve gafletle yemeyesin."
Demek Allah Teâlâ insanı yalnız, yerde yaşayacak ve yerdeki şeylerden
faydalanabilecek bir halde yaratmamış, ona gökyüzünden de bir faydalanma hissesi
ayırmış ve hatta bununla ilgili olarak göklerin yedisinde değişiklik yapmıştır.
Şu halde insan yalnız yeryüzüne has bir yaratık değild i r. O, yerlerde daralırsa
göklerden faydalanmaya izinlidir. Fakat bunun için önce ruhu semâvîlik hislerini
duymalı ve Allah'ı tanımalıdır. Yeryüzünün şehvetli ve hayvanî
düşüklüklerinde boğulanlar ise bu yükselişten mahrumdurlar. "Yarın yerdeki
nimetler tü k enecek biz aç kalacağız." diye ağlar dururlar.
Şüphe yok ki önce yerdekilerin yaratılışı, sonra da göklerin düzeltilmesi
meselesinde sonralık (yani nin mânâsı) zaman itibariyle değil, rütbe bakımından
(yani ifade nokta-i nazarından) bir sonralıktır. Zira bu konuda açıklamanın gayesi,
insanların aydınlatılmasıdır. Halbuki beşer idraki bakımından âlemin merkezi
insanın kendisidir. Bütün dış idraki bu merkezde toplanır. İdrakin çekiciliği
"ben"den başlar. Buna birinci derecede yakın olan da ayağının al t ındaki
yer ve sonra göktür. Çünkü insan yeri önce dokunuculuğu ve kendi ağırlığıyle
tanır. Dokunma ise diğer duyulardan öncedir. Ve idraki en yakındandır ve hatta bu
seviyeden pek yükselememiş olan nice insanlar vardır ki, kendisini sadece yerle
ilgilenen bir yaratık sanır. Ve semadaki menfaatlerinden gafildir. Cenab-ı Hak da
uyarmalarını, beşer idrakinin bu akışına göre açıklamıştır ki, bunun dış
görünüşünden yer, semadan önce yaratılmış gibi anlamamalıdır. Bununla beraber
burada semaların düzeltilmesinin hakiki ve zamanla ilgili bir gecikmesine işaret yok
demek de doğru değildir. Bazı tefsircilerin anladıkları üzere (sonra) hakikat olarak
alınabilir. Gerçi yer mutlaka semadan önce yaratılmış değildir "Yerle gök
bitişik idi." (Enbiya, 21/30). Fakat y e rin hilkat fezasında bir özel cisim
olarak yaratıldığı zaman ile ondan önceki semaya ait tesviyenin aynen kalmaması
gerekirdi. Bugün fen bilimleri bakımından düşünebiliriz ki, yeryüzü oluştuğu
andan itibaren özel ağırlığı, çekiciliği, iticiliği bakımından mensub olduğu
gök cisimleri sisteminin durumlarında ve arada hapsedilmiş dalgada, esire ait dumanda,
genel çekim nizamının bir değişimi, bir inkılâbı olmuştur. Şu halde yer çekimi
ile ilgili olan yedi semanın tesviyesi ve nizamı, yerin yaratılmasından önc e değil,
sonra olması gerekir. Ve bu şekilde yer çekiminin ortaya çıkmasından asla müteessir
olmayan semanın yönü bu tesviyede dahil olmaz ve onlar bu yedi semanın arkası kalır.
Bugünkü fen, astronomi ilmi henüz gök cisimlerinin ikisinden fazlası arasındaki
çekim değişimlerini hesap edebilmekten aciz kaldığı için, Kur'ân'daki bu
tesviyenin sınırlarını tayin edebilmekten uzaktır.
Bu "yedi sema"nın tefsir ve yorumunda başlıca iki düşünce vardır:
Birisi yerden Venüs'e kadar bir; Venüs'ten Merkür'e kadar iki; Merkür'den Güneş'e
üç; Güneş'ten Merih'e yahut yine yerden Merih'e dört; Merih'ten Jüpiter'e beş;
Jüpiter'den Satürn'e altı; Satürn'den daha ilerisine kadar yedidir ki, sonradan
keşfedilmiş olan Üranüs ve Neptün gezegenleri ve daha keşfedilmesi mümkün o lanlar
hep bu yedinci hudud içinde demektir. Çünkü bu takdirde bu "yedi sema"
özellikle yerin yaratılması üzerine tesviyeye dahil olanlardır. Bugün bu tesviyenin
daha ileri gittiği isbat edilemez. Bu düşünce çoğunlukla, astronomi ilmi
görüşünü takip edenl e rindir ki, zamanımızın astronomi görüşüne de aykırı
değildir. Zira bunda bahis konusu yerin merkezliği değil, yere göğe gök kelimesinin
tatbikidir. Güneş sisteminde dünya merkez olmamakla beraber bizim tahtımız, idrak ve
düşüncemizin başlangıcı da bizzat k endimiz ve yerin çekimi olduğundan, bu tertip
o itibarladır ve izafîdir. Başka bir gezegende bulunsak, o zaman bunu o yer tasavvur
etmemiz gerekirdi. Mesela Güneşte bulunduğumuzu farzedersek Merkür bir, Venüs iki,
Dünya üç, Merih dört, Müşteri beş, Satürn altı, ilerisi yedi deriz ve bu misale
göre yedi tane de yer tasavvur etmemiz gerekir. Eski Batlamyus astronomisini takip
edenler Ay'ı birinci gezegen saydıklarından, ondan başlarlardı ve yedincisi Satürn'e
dayanırdı ve Kur'ân'daki sema âyetlerini o astron o miye tatbik etmek için fen
derdiyle zahmetler çekerlerdi. Gerçekte astronomi ilminin matematikle ilgili olan hesap
meseleleri ve çok eski zamanlardan beri ay tutulması ve güneş tutulması
hesaplarındaki isabetlerin inkâr edilmemesi gerekirdi. Fakat bunla r la astronominin
ilmî prensiplerini teşkil eden nazariyat (varsayımlar) ve hatta faraziyeleri ayırmak
lazım gelirdi. Mesela Batlamyus astronomisinin bütün esası şu görüşte
toplanıyordu: "Gezegenlerde iki hareket görülüyor. Bunun biri tabiî ise, diğeri
her h alde zorla olması gerekir. Bu da her birinin bir yörüngede saplanmış olmasına
ve onun hareketiyle müteharrik (hareketli) olmasına bağlıdır. Şu halde yedi
gezegenin bir yörüngesi, sabit gök cisimlerinin de bir yörüngesi ve tümünü
kapsayan bir de Atlas yörü n gesi vardır. Ve günlük hareket bu Atlas
yörüngesinindir." diyorlardı. Buna karşılık Tefsir âlimleri ve hatta Kelâm
bilginleri de bu görüşün kat'î olmadığını, diğer bir sebebin
düşünülebileceğini söylüyorlardı. Ve hatta ilk önce filozoflardan Sabit b. Kurr e
bir "çekim nazariyesi"ni bile açıklamıştı. Gerçekten sonradan "genel
çekim nazariyesi" geliştirildi ve onun üzerine çok eski olan
"skut (düşme) nazariyesi"nin te'yidiyle yeni ve mükemmel bir astronomi
ilmi kuruldu. Fakat bu astronomi, eskisi gibi bütün âlemin tümünü kapsama
davasından vazgeçerek ciddi meşguliyet sınırını Güneş sistemi içine tahsis etti.
Şu halde bunda bu sistem dışına çıkılarak yapılan düşünceler sırf faraziyedir.
Genel çekim kanunu bugün adeta herkesçe bilinen bir gerçek halini almış bir ilmî
konu olmuştur. Ve gerçekten semalar (gökler)ın direksiz durmalarını açıklamak
bakımından da Kur'ân'a ait beyanlara çok uygundur. Ve henüz bu konuda istikrâî
(tüme varım) ve tecrübeye ait bir bozma örneği de görülmemiştir. Ancak
"cazibe" kelimesi o ka d ar mücerred (soyut) ve o kadar mânevî bir kavram
ifade ediyor ki, bunu bir "melek" kelimesiyle tasavvur etmek ve bizzat ilâhî
kudrete bağlamak daha ciddi ve daha hikmetli olurdu.
"Yedi semâ"daki diğer düşünceye gelince: Dünyanın üstünde bütün
yıldızların süslediği maddî âlemin hepsi bir semadır. Yedi semanın birincisidir.
Ve bunun ötesinde bundan başka altı sema daha vardır. Bunlar ruhanî ve akla uygun
olarak düşünüldükleri zaman fezanın cisimlere uygunluğu gibi aralarında uyma ve
uygunluk kavramı da h a açıktır. "Biz dünya semasını yıldızların zinetiyle
süsledik." (Saffât, 37/6) ifadesi de bunda açıktır. Ve İslâm'da tefsir
âlimlerinin en büyüklerinin kanaatları budur. Sonra mi'rac hadiselerinde de semaların
böyle ruhanî mânâlarına işaret vardır. Cen a b-ı Hak her an bunların çeşitli
durumlarını tesviye etmektedir. Ve bu tesviye maddî şeylere bağlı değildir ve hiç
şüphesiz yeri yaratması üzerine de bunlara bir özel tesviye vermiş ve arz üzerinde
yaratacağı insanların yaratılması ve sonra onların faydala n maları için
meleklerine emirler vermiş, tesirler yaptırmış, âlemin fezasında cereyan eden yeni
bir sünnet açmıştır. Şimdi bazıları burada diyebilir ki, "acaip, olayların
cereyanı böyle ilmî midir? Bunları kör bir kuvvet, gelişi güzel, tesadüfe bağlı
olara k gerektirivermiş değil midir? Bu kadar sonsuz şeyler ilme nasıl sığar? Ve
insan yaratılmadan önce, onun yaratılacağı bilinip, hesap edilerek yer ve gök ona
göre nasıl hazırlanır?" Buna cevap olarak da buyuruluyor ki, siz bunları uzak
görmeyin O Allah he r şeyi bilendir, ezelî ve ebedî olarak bilendir. Onda bütün
ilimlerin ilmi vardır. Onun ilmi olmasaydı ilim nereden çıkardı? Sebepler ve
müsebbeb (sonuç)lar birbirine nasıl bağlı olurdu? Fen ilimleri nasıl kurulurdu? Yer
ve gök hayata önceden hazırlanmış o l masaydı hayat nasıl ortaya çıkardı? İşte
Allah böyle bir Allah'tır. Ve insanları böyle yüksek bir ilim ve kudretle, böyle
geniş bir rahmetle yer ve göğün bir ürünü, bir küçük nüshası ve belki büyük
nüshası olarak yaratmıştır. Ve bütün saadetlerinin sebepl e rini de
hazırlamıştır. Artık bu düşük, miskin hayattan silkininiz,
bu devirleri, bu nimetleri hatırlayınız. Ruhunuzun ne gibi yüksekliklere aday
kılındığını düşününüz. Bu yerde ve göklerde araştırmalar yapınız,
menfaatiniz için yaratılmış ve hazırlanmış olan şeyleri bulunuz ve Allah yolunda
bunlardan fayd... devamı... (5. sayfa)