1. sayfa -
2. sayfa -
3. sayfa -
4. sayfa -
5. sayfa -
6. sayfa -
7. sayfa -
8. sayfa -
9. sayfa -
10. sayfa -
11. sayfa -
12. sayfa -
13. sayfa -
14. sayfa -
15. sayfa -
16. sayfa -
17. sayfa -
18. sayfa -
19. sayfa -
20. sayfa -
21. sayfa -
22. sayfa -
23. sayfa -
(3. sayfa)
Peygamber Efendimiz hicret ettiler. Yesrib "dâru'l-hicre = hicret yurdu" oldu
ve Medine (yani şehir) ismini aldı. Peygamberimiz'in buraya yerleşmesinden sonra
İslâm kelimesi çabucak halk arasında yayıldı. Müslümanlık ve müslümanlar
çoğaldı, puta tapıcılara ve müşriklere karşı ezici bir çoğunluk oluştu.
Bununla birlikte Evs ve Hazrec kabileleri için d e iman etmeyen bir azınlık da vardı.
Yahudiler "kitap ehli" iseler de, tersine çoğunluğu çekememezlik sebebiyle
inkârcılıkta inat etmiş ve bununla birlikte en büyük âlimlerden Abdullah b. Selâm
hazretleri gibi bazı zatlar da âyetindeki öğülmelere mazha r olarak ezelî
imanlarını açıklamışlardı. İman etmeyen ve "Muhakkak ki inkâr edenler"
âyetinin nüzul sebebi olan yahudi âlimleri gizli gizli "gizli örgütler"
rolü oynuyordu. Bunlar, Peygamber'e ve müslümanlara düşmanlık etmek için
öbürlerinden iman e t meyen azınlık ile gizlice ittifak ederek İslam ortamında
onlardan zâhiren iman etmiş görünen bir münafıklar zümresi oluşturmuşlardı ki,
bunların başkanları Abdullah b. Übeyy b. Selûl idi. Allah'ın bildirmesi ile
Peygamberimiz onları tanıyordu ve ashabında n seçkin olanlara da bildiriyordu. Bu
sebeple bunların adları ve nesebleri bile rivayet olunmuştur ki, tefsirde anılmaları
lüzumsuzdur. Bu münafıklar, müslümanların ibadetlerine ve bütün dinî hususlarına
görünüşte ve daima iştirak ederler ve el altından da entrika çevirmeye
çalışırlardı. Dikkate değer ki bunlar, dıştan küfrü gerektiren bir şeyi
göstermemeye çalışırlar ve yalnız görüntüyü muhafaza ettiklerinden dolayı
-Allah Teâlâ'nın hikmetiyle- İslâm toplumundan çıkarılmazlardı. İşte açıkça
bilinen kâfirle r den daha çok bu gibilere karşı İslâmî emniyeti muhafaza etmek,
peygamberlik görevinde ve İslâm'da pek önemli bir mesele olduğundan Cenab-ı Allah
bunlar sebebiyle yukardaki on üç âyeti indirerek durumlarını bildirmiştir.
"Nâs" kelimesi, "insan"ın çoğulud u r, aslı
"ünâs"tır. Yahut lafzından başka olarak çoğul ismidir. Bazan
"halk" ve "ahâli" deyimlerimiz gibi "halk topluluğu"
mânâsına da kullanılır. Yani anlatılan kâfirlerden
başka insanların bir kısmı da vardır ki, Allah'a ve o son güne (yani ahirete)
iman ettik der. halbuki bunlar mümin (inanmış) değillerdir. Mümin olmadıkları halde
"âmennâ = inandık" diye yalan söylerler. Dikkat edilirse Peygamber'e imanı
çoğunlukla kâle bile almazlar da Allah'a ve ahiret gününe imanı söylerler ve güya
bu kadarla Peyg a mber'i tasdik ediyormuş gibi görünürler.
9-Niçin mi böyle yaparlar? Bunlar böylelikle Allah'a ve müminlere hîle yapmaya
kalkışırlar, onlara hîle yarışına çıkarlar, Allah'ı ve müminleri de hîle
yapıyorlarmış gibi zannederler. Bu da "" Nâfi', İbnü Kesir, Ebu Amr
kırâetlerinde şeklinde okunur. Halbuki hîleyi başkasına yapmıyorlar, ancak
kendilerine yapıyorlar, sonuçta kendilerini aldatmış veya kendilerini aldatmaya
kalkışmış oluyorlar, kendilerini aldatıyorlar da anlamıyorlar. Farkında deği l
ler, şuurları yok da ne yaptıklarından haberleri olmuyor.
"Hud'a" (hîle) kelimesi esasında bir gizlilik mânâsını içine alır. Ve
tarifi: Başkasına karşı görünüşte selamet ve doğruluk düşündüren bir işi
açıklayıp, içinde onu zarara sokacak bir şeyi gizlemektir. "Muhâdea", hile
yarışına kalkışmaktır ki, ikisi birden değil, önce bir taraftan başlamak
şarttır.
"Nefs", bir şeyin zatı ve kendisi demektir. Ruh ve kalp mânasına da
gelir. Şeriat örfünde şehvet ve kızgınlığın başlangıcı olan nefsanî kuvvete
de denilir. Buradaki öncekidir.
Şuur, açık duygu ile hissetmektir. Yani şu anda his halinde olan ve henüz
hafızaya ve akla tamamen geçmemiş bulunan açık bir ilimdir ki, dalgınlığın
zıddıdır. İdrakin ilk derecesi yani bir şeyin, düşünenin fikrine ilk varış
derecesi, ilk görünümüdür. Çünkü ilim, nefsin mânâya ulaşmasıdır. Ve bu
ulaşmanın birtakım dereceleri vardır ki, şuur bunların birincisi yani nefsin
mânâya ilk varış mertebesidir. O mânânın tamamına nefsin anlayışı hasıl olunca
tasavvur; bu mânâ şuur u n gitmesinden sonra tekrar geri döndürülebilecek şekilde
ruhda bakî kalmışsa hıfz (ezberleme), bunu istemeye hatırlama; tekrar bulan vicdana
zikr (anma) ismi verilir. Şuur bir bakıma ilmin en zayıfıdır, çünkü onda sebat ve
ihtiyatlı hareket yoktur. Bu seb e ple Allah'ın ilmine şuur denmez. Diğer bir yönden
de en canlı bir ilimdir. Çünkü o anda ve bizzat ince bir görüş anı ve huzurdur. Ve
ilahî ilmin kemalini anlatacak en güzel bir şahittir. "Ve bizim emrimiz yalnız
birdir, bir göz kırpması gibi (sür'atli)di r." (Kamer, 54/50). Her şuur, birlik
içinde bir ikiliği, ikilik içinde bir birliği ihtiva eder ve bir
anda iki şuur olmaz. Fakat genişliği olan bir şuur olabilir ve insan başlangıç
halinde şuur ile şuurun mânâsını, düşünen ile düşünüleni birbirinden
ayıramaz. Kalp, kendinden çok düşündüğüne dalmış olur. Ve bunun için şuur
(bilinç) daha çok açık duygular ile olan dış duyguya denir ve görünen duygulara
"hisler" denir. Ve buna karşılık nefsin kendindeki bir şuur olayına da,
"kendinde bulmak" demek olan "vicda n" adı verilmiştir ki, buna
"gizli his" veya "gizli şuur" da denilir. Ve doğrusu "açık
his" demek, yalnız görülen duyularla olan "dış his" demek değildir.
Vicdan da açık bir histir. Bununla birlikte vicdan daha çok bir "şuur
şuuru" demektir. Bu "açık his" v e "gizli his" deyimlerinde
izâfet veya sıfat mânâlarını, sırasına göre, ayırt etmelidir. Gizli his için
ayrıca bir gizli duyular aleti de zorunlu değildir. Şuur, şimdi ve anî olduğu için,
akıl şuurun dışında sayılır. Ve akıl, şuur kavramının analiz ve sen t ezi ile
özünü alır ve bundan sonuç çıkarmak suretiyle içinde ve dışında ilgili bulduğu
gerekli şeylere intikal eder. Şu halde akıl, ilgi şuurundan başlar. Bunun için onun
ilk kanunları butlan (bâtıllık), ayniyet (aynılık), gayriyet (başkalık), tenakuz
(çe l işki) şuurlarıdır. İzafet (iki şey arasındaki ilgi) de şuurun ilk
kanunudur. Çünkü şuurun hakikati, ruha kendisinin veya kendisindeki veya dışındaki
bir işin hazır olarak görünmesidir ki, bu görünme itibarî (gerçek dışı) veya
gerçek bir ilginin ürünüdür. F akat şuur, bu ilginin kendisi midir? Ruhun bundan bir
etkilenmesi midir? Yoksa ruhun bir fiili midir? Daha başka bir şey midir? Bu nokta
şüphelidir. Gerçek şuur, bir göz kırpma anı olan basit bir vahdet (teklik)
şuurudur. Bu da başlangıçta mutlak hakkın k e ndi görünme anı, ikinci olarak
nefsin kendine veya genel olarak dışarının nefse bir yansıması ile başlar ki, bu
iki şeyden hangisinin önceden olduğu henüz kestirilemeyen bir görüştür. Diğer
şuurlar hep bunun üzerinde yürür. Buna sahip olan nefse "ruh" vey a
"ruh sahibi" denilir. Şuur parıltıları önce birer nokta gibi gelir ve ruhda
az çok kalır ve kalmasına ezberleme denilir. Ezberleme bir zihin kuvvetidir ve bir
geçmiş kıymetini ifade eder. Şuur, sabit değildir, ezberleme ise sabittir. Bunun
için ezberleme unutmaya da yaklaşabilir. Ve o zaman ezberlenilenler anlaşılmaz olur.
Bundan da anlarız ki, ruhda şuursuz denilmese bile, anlaşılmayan işler ve hadiseler
de vardır. Hafızadaki işin ikinci defa anlaşılmasına hatırlama, hatıra getirme ve
anma ismi verilir. V e şuurun devam etmesi ve devamının kıymetleri de bu sayede
meydana gelir. Bu şekildedir ki şuurlar oluşur. Tasavvura, zihnî ve ilmî
görünüşlere kadar ulaşır. İlmin, aklın derinliği, bu sentezlerin büyümesi
nisbetinde karışacak ve çoğalacak nisbet şuurları n ın kat kat artarak
çoğalmalarındadır. Aklın bunlar üzerindeki seyrine, düşünme ve fikir denir. Asıl
bilme, bu sentezlerdeki son şuurlanma oranının gerçek nisbetine (yani
doğruluğuna) ait hüküm iledir. Yani şuurun başlangıcı, gerçek doğru olduğu
gibi; fikrin, aklın ve ilmin hedefi de belli olan hakdır. Demek oluyor ki, aklın
bütün cereyanına devamlı olarak sivrilen şuur olayları eşlik eder. Bu cereyanın
aleti akıl; mekanı kalp; ürünü de ilim veya hayaldir.
Akıl, hâl-i hazırdaki şuurun gerisinden başlar. Onun, öncesi sonrası, içyüzü
ile ilgilenir. Bunlardan başka şuur, kısmen nefsin hoşlanmak, tiksinmek, genişlemek,
sıkışmak.. gibi bir olayı ile ortak olur ki, buna zevk ve his denir. Bu his, bir nokta
kadar basit ve belirsiz de olsa, o zevkin sebebine bi r dış kıymeti isnat edilirse,
buna "duyum" tabir edilir. Ve şuurun ilmî kıymeti bu itibarladır. Bir an
bakarsın sende bir keyf var, bunu duyuyorsun, bu keyfe bir bilincin var, bunu biliyorsun,
fakat bu yönü bırak, bu keyf neden geliyor? Ruhun kendi mi yapı y or? Sırf nefse ait
bir eser midir? Yoksa haricî (dışa ait) bir sebebin eseri midir? Buna dair hiç bir
şey sezemiyorsan, yalnız duygu halindesin, bu bir sarhoşluktur. Buna bir şuur
denilirse, histen ibaret bir şuur demek olur. Bizzat ilmî hiçbir değeri yok t ur.
Fakat bu hissin sebebine az çok bir haricîlik verebildiğin, mesela bedenine çarpan bir
sıcağın, bir havanın, gözüne çarpan bir ışığın, kulağına ilişen bir sesin,
burnuna dokunan bir kokunun eseri olduğunu da sezebildiğin anda bir duyum karşısında
bulu n ursun, asıl bilinç budur. Ve bu şuurun şuhûd (görüp müşahede etme) denilen
ilmî bir değeri vardır. İşte dıştan ilgiyi kesmek suretiyle, nefsindeki hadiseyi
bir sen bir de sendeki bir olay, bir iş mesela bir keyf olarak seçtiğin, yani sade
neşelenmekten fa z la bir şey yaptığın anda da bir iç duyum, bir vicdan vardır.
Kısaca dışa ait olsun içe ait olsun, her duygunun bir duyum yönü, bir de özel
duygu yönü vardır. İkisine de his denilir. Fakat ilmîlik ve idrak, asıl duyum
değeri olandadır. Ve şuur daha çok bunun adıdır. Yalnız zevke ait olan özel duygu
kıymetine his denilirse de, şuur ve ilim diye bilinmez. Buna Sûfiyye (tasavvuf ehli)
"hâl" tabir ederler. Hâl başka, hale şuur yine başkadır. İhtisasın
konusu yalnız "ene"dir. Şuur ve vicdan da "ene"den ta m amen
çıkamaz, akıl ise şuur ötesinden başladığı için "ene"nin zatı,
kendini akledemez düşünemez. "Ene" sade bir şuur veya vicdan ile kendini
tanır ve kendini tanıdığı için kendine gelen duyguları ve kendinden çıkan
duyguları tanır. Fakat bu tanıyışın her h âl anında bir istiğrâk (dalma)ı
vardır. Bununla bizzat "ene" şuurlu bir dalgınlık gibi gizli kalır da,
hemen ardından bir ilgiye muhtaç olur. Ve bunun için çocuğa "kendini
bilmez" denir. "Ene" şuuru hiç bulunmadığı veya açık olduğu, yani
hep
"ben, ben" ded iğimiz anlarda, ne dışardan ve ne durumlarımızdan hiçbir
şey bilmeyiz. Bildiğimiz zaman ise benliğimiz bildiğimize dalmış olur ki buna
"fenâ" (yok olma) tabir edilir. Demek ki ilim için "ene=ben" şuuru
gizlenmeli, kalp dış gözlem ve murâkabe-i nefs (nefsi kontrol) ile meşgul
olabilmelidir. Hak, bu ikisi arasında görülür. Ahlâkta nefis kontrolü, ilimde de
dış gözlem daha mühimdir. İkilik içinde bir bağlılık gibi görünen şuur
olayını, hareket, titreşim ve maddi intiba olaylarından ayırıp seçemeyenler, ruhu v
e kalbin sırrını bilemezler de, "kalp" ve "ruh" diyecek yerde
"dimağ" (beyin) derler dururlar. Göz ile fotoğrafı, gramofon borusu ile
kulağı, ağzı bir gibi zannederler. Beyin bir kütüphane olsun, onu okuyan kim? Bunu
aramazlar. İşte "onu düşünmezler" bu g erçeği gösteriyor.
10-"Münafıklardaki bu hileciliğin ve bu şuursuzluğun sebebi nedir?"
denilirse, onların kalplerinde, yani ruhanî kalplerinde hiç görülmedik yok edici bir
manevî ve ahlâkî hastalık vardır. Maraz (hastalık), bedeni sağlam
alışkanlığından döndürüp dengesini bozan ve görevini istenilen şekilde
yapmamasına sebep olan bir aksama durumudur. Fakat maddî şeylerde kullanıldığı
gibi, manevi hususlarda da kullanılır. Sıhhat esas, hastalık ikinci derecedir. İlk
yaratılışta kalp sağlamdır. Faka t bunlar kalbin sıhhatini muhafaza etmeye
bakmamışlar, kalplerinde büyük bir hastalığa mübtela olmuşlardır. Burada
"maraz" kelimesindeki tenvin, korkutmak içindir. Demek korkunç bir hastalık
var. Bütün ahlâksızlığın başlangıcı olan büyük bir hastalık var. İdrak ve
iradenin afeti olan bir hastalık var. Bu hastalık, rivayete ve dirayete dayanan
tefsirlerin ve bilhassa selef müfessirlerinin açıkladıkları üzere inançsızlık
hastalığı, şek, şüphe, kuşku hastalığı, özetle şüphe ve nifak
hastalığıdır. Bunlar bütün k ötü niyetlerin başıdır. Buna yakalanan kimse, hak
tanımaz, Allah'dan şüphe eder, Allah'ın emrinden şüphe eder. Allah'ın "onda
şüphe yoktur" buyurduğu kitabından şüphe eder. Allah'ın peygamberinden şüphe
eder. Allah'ın halis mümin kullarından ve onların d o ğru olan fiil ve
hareketlerinden şüphe eder. Her şeyden şüphe eder, hatta kendinden şüphe eder.
Bilginin kıymeti kalmamıştır. Fakat benlik, şuurundan da hiç çıkmaz. Onun gözüne
hak ve hakikat kendinden ibaret görünür. Bakar ki kendisi şek ve şüphe ile dol u
dur. Kendine benzeterek hükmeder. Herkesi ve her şeyi şüpheli görür. Yerler,
gökler, ağaçlar, taşlar, hayvanlar, insanlar, Allah, Peygamber, hep onu aldatıyor
zanneder. Kötü zan ile dolar. Her şeyden kuşkulanır. Fakat bütün fiil ve
hareketiyle yine kendis i ne karşı kendisini yalanlar. Zevkine, keyfine, şehvetlerine o
kadar tutkundur ki, onlardan
hiç şüphe etmez. "Acaba bunların aslı var mıdır, bunun sonu ne
olacaktır" demez. Hepsine atılır, sarılır. Onun için hak ve hayır hiç, zevk
her şeydir ve her şey kendisidir. Onu, ilmî şüphe içinde benlik derdi, kibir, mevki
hırsı, baş olma sevdası sarmıştır. Bunun için imansızken, kendini imanlıyım
zanneder. Aldatmayı, hile yapmayı, entrika çevirmeyi üstünlük ve başarı sayar.
Müminle mümin, kâfirle kâfir görü n ür. Bütün bunları ne zorunlulukla
yaptığını düşünmez. Böyle yapması, bütün uğraştığı bu şeylerin
kendisinden başka bir varlıktan yansıyan bir baskı olduğunu farketmez. Arada böyle
hile ve düşmanlık yerine bir temelli sevgi kurmak için samimi olmaya çalışm a k
kendisi için de daha kârlı olduğunu anlamaz. Bunlar dünya nimetlerine gömülseler,
yine iğneli beşikte gibi yaşarlar. Şüphe ve ara bozma hastalığı böyle can
sıkıcı bir şeydir. O münafıkların kalplerinde işte bu hastalık vardır. Ve her
hastalık huy ve tab i at olmadıkça tedavisi mümkündür. Bunlar ise bu hastalığı
tedavi etmek için gelmiş olan hak dine sarılmazlar da ondan da kuşkulanırlar.
Bunun üzerine Allah Teâlâ bunların hastalığını artırmıştır. Şöyle ki:
Allah Teâlâ insanlardan, insanlar içinde Arap'tan, Arap içinde Kureyş kabilesinden,
Kureyş kabilesi içinde Hâşim Oğulları'ndan Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib b.
Hâşim b. Abdimenaf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüey b. Fihr b. Mâlik b.
Nadr b. Kinâne b. Müdrike b. İlya s b. Mudar b. Nizar b. Mead b. Adnan isim ve
nesebiyle bir peygamber göndermiş ve ona "kendisinde şüphe olmayan" bir
kitap indirmiş ve onu doğup büyüdüğü Mekke'de bırakmayıp bütün dünyaya,
kıyamete kadar nur saçmak için buraya, onların bulundukları yere g e tirmiş ve
insanlar yavaş yavaş ona iman ederek büyük bir topluluk kurmaya başlamışlar,
eğriliği kaldırıp doğruluğu yayıyorlar, doğru yoldan başka bir şey istemiyorlar,
kuvvetlilerin zayıfları ezmesine imkan vermiyorlar, hak denildi mi, hatır gönül
tanımıy o rlar, herkesi eşit tutuyorlar; zor kullanmakla insanlardan faydalanmak yasak,
dalavere yasak, rüşvet ve adam kayırma yasak, fuhuş ve ahlâksızlık yasak, neler
neler yasak. Bunlardan başka vazifeler, görevler, mücahedeler, intizamlı şekillerde
muntazam vaki t lerde çalışmalar, uğraşmalar, neler neler var. Aç kal, sabreyle
fazilet saç; tok ol, şükret, yine fazilet saç. Putlara tapma, zevkine esir olma,
Allah'tan başka tapılan bir şey tanıma ve ancak ondan yardım iste. Bu olur mu? Bu hal
ile Abdullah b. Übeyy b. Selûl gibilerin hükümdarlığına nasıl imkan kalır? Sadece
para kazanma hırsına kapılanların ticareti nasıl döner? Allah'ın verdiği söz,
yapacağı bu muydu? "Bu tedavi değil, bir tuzaktır." diyorlar. Artık o
hastalık Allah katından
bunların kalplerine basılıyor. İkinci bir huy oluyor da gittikçe artıyor. Onlar
da bu yüzden Allah'a ve müminlere hilekârlık yapmaya başlıyorlar.
Maraz (hastalık), bedenin sağlam alışkanlığından sapması ve görevini istenilen
şekilde yapmamasına sebep olan aksaklık durumudur ki, buna "illet=dert" de
denilir. Demek ki şüphe, imansızlık, inançsızlık da insanda asıl değil ikinci
derecede bir şeydir. Ve hastalığa mahsus bir durumdur. Her çocuk doğarken iman ve
itikad fıtrat (yaratılış)ıyla doğar, şüphe nedir tanımaz. Bunun için Hak i
nancı, Allah'a inanmak fıtrîdir. Bu esas yaratılış, insana ilerde şüpheye
düşmesi için değil, şüpheleri atması, doğru yolu bulması ve geliştirme yoluyla
da imanı huy edinmesi için verilmiştir. Şu halde kalplerinde bu hastalık zorlayıcı
değildir. Bunu yap a n, tecrübe güzergahında nefislerin sağlam yaratılışı
gözetmemesi, kalbin sağlığını korumaması, ahlâkî hastalıkları tedavi etmemesi,
özetle zevk duygusuna çok düşmesi ve her şeyde kendini ve kendi zevkini görmek
istemesidir. Bazı insanlar tecrübede bunu ta m amen bulamayınca, hatalar ve
isabetsizlikler vaki olduğunu görünce, kendisinin "hakkın kendisi"
olmadığını takdir ve kendinden önce hakka iman edecek yerde, ilk yaratılışta
aldandığını söylemeye ve her şeyden şüphe etmeye başlar. Ve bu şüphe ile
mücadele e derek hakkı görmeye ve vücut cereyanının, kendisinin değil, Hak
Teâlâ'nın hükmünde bulunduğunu teslime ve kendisinin Allah için bir kulluk
görevine mahkum olduğunu itiraf etmeye benlik sevdası ve irade zayıflığı engel olur
da, şek ve şüpheyi esas kabul ed e r. Ve bu şekilde ancak şüpheye inanır ve şüphe
kendisi için hem huy ve hem gaye olur. Ve hayır adına da herkese onu tavsiye eder, bu
yönüyle Reybiyyûn (şüpheciler) ve Sofestaiye (safsatacılar) bile bir inanışın
esiridirler: Şüpheye inanmak. Bu inançta s a bit bir "ben" yoktur. Çelişme
yığını olan bir akıcı fikir, bir (ben) hayali, bir "" aşkı, bir
"" derdi. Yani hiç gizlenmek istemiyen bir "benlik" davası,
bencillik, hodgâmlık (kendini beğenmişlik) vardır.
Fen ve felsefe bakımından hak iman, hem fıtrî ve hem alıştırıcıdır. Fakat
şüphe inancı yalnız alıştırıcılığa ait yoldadır. Şüphe inancının böyle
alıştırıcı ve tecrübeye dayanan karakteri, bu gibilere inanç ve sağlam bilgi
hakkında bir kuşku telkin eder. Kitaba, dine bağlanmaktan çekinirler, istid l âle
(delil ile sonuç almaya), istintâca (delil ile sonuç çıkarmaya), akıl ve mantığa
küçümseyerek bakarlar, buna karşı koymak için terbiye, tecrübe, istikrâyı (tüme
varımı) benimsememek isterler. Güya bunları, şüphenin, inançsızlığın delili
imiş gibi iler i sürerler. Bu vesile ile: "Hayat adamı olmalı, hayat gibi her
gün değişmeli, hayatta
hiç bir örnek takip etmemeli." derler. Ahlâklı bir gidişat takip eden
seciyeli iman ve inanç sahiplerine genelde: "Mahdut fikirli, dar kafalı
adamlar" gözüyle bakarlar. Bilmezler ki dar görüşlüler, yalnız şimdiki hale
bağlananlar ve onun önünü ve arkasını görmeyenlerdir. Bilmezler ki
alıştırmanın, tecrübenin, kararlılığın gayesi de şüphe değil, tıpkı
istintâc gibi şüpheden kurtulmak, bir hak inanca ermektir. Bilmezler ki, z evkin
hikmeti, gelip geçici şeylerle boğulmak, hiçlere esir olmak değil, ebedî bir hakka
ulaşmak, bir irfan anı edinmektir. Sağduyusunu toplayanlar için çoğuldan tekile,
başlangıçtan sonuca, sonuçtan başlangıca netice çıkarmak suretiyle karar kılmak,
şüph e yi silmek için aklın biri diğerine kefil olan başlangıç ve sonucun
birliğini gösteren iki şahidi, birbirine bakan iki yoludur ki ikisinin ürünü, ilki
ve sonu hak inançtır. Vicdanın zevki de bu iman ile hakka açılan bir anlama
noktasıdır. Hakka iman yaratı l ışı ile doğ, bu iman ile tecrübe yolundan doğru
geç, hakka iman ile öl, ona dön! İşte İslâm'ın saadeti, işte kalpleri
hastalıklı o münafıkların hile yapmak istedikleri Allah'ın nuru!
Fakat onlar, bu hastalık ile ve bu hastalığın artmasıyle kalmayacak, onlar için
ahirette ve hatta dünyada pek elem verici, gayet acı bir azab da vardır. Bu azab
bilhassa " " Nâfi', İbnü Kesir, Ebu Amr İbnü Âmir, Ebu Ca'fer ve Yakub
kırâetlerinde tekzibden (yükezzibûn) okunur, yalan söyler olmaları veya doğruyu yal
a n saymaları sebebiyledir. Bunlar, devamlı yalan söylerler, imanları yokken
"imanımız var" dedikleri gibi, eğriyi doğru, doğruyu eğri gösterirler.
Azaplarına sebep de özellikle budur. Çünkü yalan, önce dünyada büyük bir vicdan
azabına sebeptir. Yalancılar, su üstünde bir yonga gibi çalkalanır ve her an bir
iğneli beşikte yatıyor gibi yaşar. Gerçi dünyada bu da bir alışkanlık olur ve o
azab git gide bir çeşit tatlılığa döner, onu -adeta- kaşındırır. Bununla beraber
bu kaşınmanın tadı bir uyuz hastalığının kaşıntıları gibi kanatan, boğucu
elemlerle karışık bir taddır. Fakat bunun ve bu yalan alışkanlığının ahiretteki
azabı büsbütün dehşet vericidir. Çünkü yalan söyleye söyleye kalp, devamlı
yalancı intibalarla kaplanır. Ruh artık bununla gelişir. Ruhî hayat bi r evham
(kuruntular) âlemi, bir batıllık sahası olur kalır. Hak nuru oraya, ara sıra yanar
döner bir yıldız böceği halinde görünen bir fener gibi gelir. Artık o kalp ve onun
gözleri, kulakları fayda ve zararı, hayır ve şerri seçemez olur. Kâr der, zarara k
o şar; iyilik der, şerre koşar; bahçeyi ateş görür kaçar, ateşi cennet sanır
atılır. Derken Hakk'ın rahmeti ile arasına kalın bir sur çekilir ve fakat bu surun
ara sıra açılır bir kapısı bulunur, o açılırsa Hak nuru rahmet ve saadet oradan
arasıra imrenmek i çin görünür ve kapanır.
"Müminlerle onlar (münafıklar)ın arasına bir duvar çekilir ki, onun bir
kapısı vardır; içerisi rahmet, dış tarafı ise azabtır." (Hadid, 57/13) âyeti
gereğince nihayet bir kapanır, bir daha açılmaz olur. Onlar bâtılın karanlığı
içinde sonsuzluğa kadar hasretle yanarlar, sönmek bilmez kara bir ateş ile yanarlar.
Bu âyette "Allah onların hastalığını artırmıştır." buyurulduğu gibi,
diğer bir âyette de "Kalplerinde (şüphe ve nifak) hastalığı bulunanların ise,
(indirilen sûre), inkâ r ları yüzünden murdarlıklarına murdarlık katar ve onlar
kâfir olarak ölüp giderler." (Tevbe, 9/125) buyurulmuştur ki, hastalık ile
pisliğin ilişkileri de açıktır ve bütün bunlar ilâhî kanunlardır. İman eden
kazanır, etmeyen de yanar, yakılır.
Bu münaf ıkları ortaya çıkartacak ve azaplarında şiddetlendirici sebepler
olacak, bozgunculuklarına dal budak salan bazı çirkin vasıfları daha vardır. Şöyle
ki:
11- Bu âyet yukardaki âyetine atfedilmiştir. Bunlara: "Şu yeryüzünde
fesatçılık yapmayın, fesat çıkarmayın, ortalığı ifsat etmeyin." diye uyarı
ve kötülükten yasaklama yapıldığı zaman "hayır biz fesatçı değil, ıslah
edici adamlarız, fesat değil, yalnız ıslah ve ıslahat yapan kimseleriz"
demektedirler, böyle demişlerdir ve böyle derler. Bilhass a Ebu's-Suûd'un da
açıkladığı üzere, bunu derken yaptıkları fesatçılıkları, inkâr ile örtmek
isterler. Bundan asıl maksatları ise yaptıkları şeylerin fesatçılık değil, bizzat
ıslah olduğunu iddia etmektir. Çünkü bunlar hak ve gerçeği seçemediklerinden ve s
e çmek istemediklerinden, bozmayı düzeltmek sanırlar. Yeryüzünün bozulması,
Allah'ın kullarının durumlarını bozan, gerek geçimleri ve gerek ahiretleriyle
ilişkili işlerini çığırından, hedefinden çıkaran fitneler, harplerdir.
Bozgunculuk da bunları ve bunlar a sevkedici olan şeyleri ortaya çıkarmaktır.
Münafıklar da böyle yapıyorlardı. Müminlerin içine karışıyorlar, sırlarını
kâfirlere açıklıyor ve onları iman ehli aleyhine teşvik ediyorlardı. İnsanları
tutuşturmak, müminleri bozmak, zarar vermek için fırsatla r icat etmek ve
fırsatlardan istifade etmek gibi kötülükler yapıyorlardı. Müminler de bunları
uyanıklıklarıyle gözden kaçırmıyorlar, gaflet etmiyorlar ve kötülüklerden
vazgeçirme hususunda dinî görevlerini yapıyorlar ve münasib şekilde nasihat ve
uyarmalar d a bulunuyorlardı. Fakat münafıklar ne öğüt dinlerler, ne de dinlemek
isterler. Bunlara karşı "biz ancak ıslah edicileriz"
derlerdi. Müminler, bunların yalan yanlış ıslahcılık davasına inansınlar mı?
İşte Cenab-ı Hak bu noktayı şu tenbih ile açıklığa kavuşturuyor:
12- Ey iman ehli! Sakın aldanmayınız, uyanık durunuz, bunlar fesatçılar
güruhunun kendisidirler, fesatçılar güruhu dedikleri ancak bu kısım kimselerdir. Bu
muhakkak, fakat bunlar böyle olduklarını hissetmezler, buna da bilinçleri olmaz.
Bunların bugün şuurları olmadığı gibi yarın da yoktur. Dedik ya kalp hastalığı,
şüphe hastalığı onlara herşeyi ters gösterir.
13- Bir de yalnızca laf ile mücerret (soyut): "Allah'a ve ahiret gününe iman
ettik." demekle iman olmayacağını hatırlatmak ve iyiliği emretmek için bunlara
"şu insanların, şu tam insanların iman ettiği gibi, Peygambere ve ona indirilene
ve ondan önce indirilene de açıkça ve gizlice, kalp ile ve dil ile iman ediniz"
denildiği zaman, "biz o beyinsizlerin, budalaların i man ettiği gibi iman eder
miyiz?" dediler, eşitliğe razı olmadılar.
Lügat itibariyle "sefeh", görüş ve gidişatda hafiflik ve yufkalıktır
ki, akıl noksanlığından doğar. Yani ucu budalalığa varan hafiflik, fikirsizlik,
temkinsizliktir ki zıddı ağır başlılık, tam akıllılıktır. Dînen de akıl ve
dinin gereği zıddına harekettir ki, karşıtı erginlik ve hatasızlıktır. Dilimizde
sefahat (aşağılık) da bu mânâda bilinmektedir. Özetle "sefeh" ve
"sefâhet", görüş ve fikirde zevk ve şehvetlere tabi olmak, akıl ile d
eğil zevk ile hareket etmektir. Bu da ya esasen budalalıktan veya aklın hükümsüz
kalması itibariyle budala halinde olmaktan doğar. Şu halde münafıklar, insanlık
gereği bunu budala mânâsında kullanıyorlar. Acaba münafıklar bunu söylemekle
küfürlerini açıkl a yarak bozgunculuktan çıkmış, açıktan kafir olmuş olmuyorlar
mı? İmam Vâhidî buna cevap olarak: "Bunlar bu sözü müminler arasında değil,
aralarında açıklıyorlardı. Cenab-ı Allah bunu haber veriyor." demiştir. Fakat
bu, sözün gelişinin zahirine aykırıdır. Ç ünkü ile nun aynı zamanda
bulunmasını gerektiriyor. "Gönüllerinden böyle dediler." mânâsı vermek
de metnin açıklığına aykırıdır. Doğrusu bu söz tam münafıkça, iki yüzlü,
tevriyeli bir söz olduğundan, "Biz budalalar gibi iman eder miyiz?" tabirinin
doğ r u bir yorumu da mümkündür. Buna göre bunu öğütleyenlere karşı
söyledikleri zaman da kesin bir küfür ilanı yapmış olmuyorlar, bu da
münafıklığın ve münafıkça küfrün bir çeşit özelliği oluyor ki "İşit,
işitmez olası." (Nisa, 4/46) demeleri gibidir.
Yu karda münafıklar diye insanlardan sayıldığı halde, burada
diye insanlara karşılık tutuluyor, onlardan ayırt ediliyor ki, bunda ne güzel
incelikler vardır: Münafıklar, insanlar ile eşitliğe razı olmuyorlar ve kendilerini
üstün ve aydın, akıllı bir ileri sınıf sanıyorlar ve bu zan ile onlara hile etmeye
kalkışıyorlar. karşılaştırma ve benzetmesi de onların beğenmedikleri insanların
onlardan daha olgun olduklarını ve kendilerinin de onlar gibi iman ederek eşitliğe
nail olmalarını ve böyle olması kendileri için gerileme değil, ilerleme olduğunu
anlatıyor ki, onlara : "Siz henüz insan değilsiniz, insan olunuz." meâlinde
bir hatırlatmayı içeriyor. Münafıklar da cevapta o insanları düşük görüyor,
"o budalalar" diyor, eşitliğe razı olmuyorlar ve böyle yaparken h em bu
ayırımda Allah'ın kendilerine iftira etmediğini halleriyle tasdik ediyorlar, hem de
iman hususunda kendilerine bir sivrilmişlik hakkı verilmediğinden dolayı eşit iman
teklifini reddediyor, fakat açıkça; "biz iman etmeyiz" de demiyorlar.
Kendilerinin özel ve başka bir imanları olduğuna ve olması gerektiğine işaret etmek
istiyorlar. İnsanlar, kanaatlarınca küçümsenmiş, budala oluyor. Bunun için Cenab-ı
Hak yukarda diye genelde insanlardan sayıyor. Burada da insanların olgunluğunu
göstererek, münafıkl a rı kendi ikrarlariyle insanlardan saymıyor.
Gerçekte Arap dilinde de "en-Nâs" ifadesi bulunduğu yere göre kâh
ta'zîm (büyükleme) ve kâh tahkîr (küçümseme) mânâsını ifade eder. Demek ki,
iman hususunda münafıkların, şüphecilerin saplandıkları özel fikir, imanın insan
için bir tuzak olması ve buna göre sırasında yalnız halkı gemlemek için
kullanılması noktasında toplanır ve bunun için kâfirlerle beraber yaşamak
imkanını gördükleri zaman, imanın lafından bile sıyrılırlar. Mü'minler içinde
yaşamaya mecb u r kaldıkları zaman da imandan bahsederler. Lâkin havass
(seçkinler)ın imanıyle halkın imanı arasında zaruri bir fark ve yükselme
bulunacağı davasından vazgeçmezler. Halbuki İslâm dininin teklif ettiği imanın
şartları, hak ve gerçeğin en genel ve en kapsam l ı esas çizgileri olduğu için,
imanın aslında ve şartlarında seçkinler ve halk farkı bahis konusu olamaz. Bu fark,
o imanın amellerinde ve kemalinin derecelerinde bahis konusu olabilir. Genel prensiplerde
eşitlik başka, bunda ilerleme meselesi yine başkadı r. Halbuki şüpheciler,
imanının esasını, kalbin saflığını, ihlası budalalık saydıklarından
müminlere, aldatılmaya hazır, safdil, budala gözüyle bakarlar. Fakat Allah Teâlâ
buyuruyor ki: şunu muhakkak biliniz ki, beyinsiz, budala, ancak o münafıkların ken d
ileridir, fakat bilmezler. Gerçi onlar kendilerini, ilim ve bilgi ile herkesten yüksek
görmek isterlerse de, onların ilim ile ilgileri yoktur.
İlim bir yakîn işidir. Hele geleceğe ait olan ilim, sağlam bilgili bir mantık ve
delillerle netice çıkarmak işidir ki, başı hak iman, gayesi Hakk'a ulaşmaktır.
Onlar ise, baştan sona kadar şüphe ile doludur. Yukarda münafıkların önce
"anlamazlar" nefy-i hâl (şimdiki zaman olumsuz fiil), ikinci olarak
"anlamayacaklar" nefy-i istikbâl (gelecek zaman olumsuz fiil) ki p leriyle
duygu ve şuurları; burada da "bilemezler" diye ilimleri olumsuz
kılınmıştır ki, bunda hem başlangıç ve gaye itibariyle yerme ve azarlama
açısından derece de rece bir yükselme vardır ki artması hastalık ile uyumludur. Hem
de ilim ile şuurun konu f arklarına işaret vardır. Din ve iman, düşüklük ve
yükseklik meselelerinin sadece his ve şuur ile değil, ilim ile ilgili olduğunu ifade
ediyor.
14-Bu münafıkların mümin olmadıklarını ve ahlâk bakımından ne kadar düşük
olduklarını şununla daha iyi anlarsınız: bir de bunlar müminlere rastgeldikleri
zaman genelde "âmenna=inandık" derler. Budala zannettikleri müminlere
yaltaklanırlar. Yüzden samimiyet, riyakârlık ederler, kendi şeytanlarına, gizli
anlaşmalarla, gizli meclislerde kendilerine gizli gizli fitne ve fesat dersi veren donuk
kafalı, çıfıt, şeytanlık ustalarına tenhaca varıp yalnızca kaldıkları zaman da
"Biz her halde sizinle beraberiz, bundan emin olunuz." derler. Şeytanlıkta
beraber olduklarına söz verirler ve mü'minlere karşı yaptıkları yo l daşlıktan
kuşkulanmasınlar diye gizli soruya cevap yerinde şunu da ilave ederler: şüphe yok ki
biz başka değil, hep alaycı takımıyız, hep böyle alay eder dururuz derler ve
ahlâksızlıklarıyle öğünürler. Sadakat arz ederken hainliklerini, şecaat (cesaret)
arz ederken hırsızlıklarını söylerler. İşte ilim ve inançta hafife alma ve alay
etmenin küfrün gereği olması hakkındaki genel kural bu gibi âyetlerin
muhtevasıdır.
Rivayet olunduğuna göre Abdullah b. Übeyy yardakçılarıyle bir gün sokağa
çıkmışlar, Ashab-ı kiramdan birkaç kişinin karşıdan gelmekte olduklarını
görmüşlerdi. İbn Übeyy yanındakilerine: "Bakınız ben şu gelen budalaları
başınızdan nasıl savacağım." demiş ve yaklaştıkları zaman hemen Hz. Ebu
Bekir'in elini tutmuş, "Merhaba Temîm oğullarının e fendisi, Şeyhu'l-İslam,
Resulullah'ın mağarada ikincisi olan, kendini ve malını Resulullah'a vermiş bulunan
Hazreti Sıddîk" demiş, sonra Hz. Ömer'in elini tutmuş: "Merhaba Adiy
oğlullarının efendisi, dininde kuvvetli, nefsini ve malını Resulullah'a vermiş
bulunan Hazreti Faruk" demiş, sonra Hz. Ali'nin elini tutmuş: "Merhaba
Resulullah'ın amca oğlu ve damadı, Resulullah (s.a.v.)'dan sonra bütün Hâşim
oğullarının efendisi" demiş ve işte o zaman bu âyet-i kerime inmiştir. Daha
ayrıntılı diğer bir rivayette Hz. Ali: "Ey Abdullah Allah'tan kork, münafıklık
etme, çünkü münafıklar Allah'ın en kötü kullarıdır." demekle: "İzin
ver ey Hasen'in babası benim hakkımda böyle mi söylüyorsun? Allah'a yemin ederim
bizim imanımız, sizin imanınız gibi ve bizim tasdîkımız, si z in tasdîkınız
gibidir." demiş ve ayrılmışlar. Abdullah b. Übeyy arkadaşlarına: "Nasıl
yaptım gördünüz ya! İşte siz de bunları görünce böyle yapınız." demiş,
onlar da: "Sağ ol, sen bizim içimizde hayatta oldukça hep böyle hayırlı
istifadeler ederiz." diye k endisini övmüşler, müslümanlar da varıp Hz.
Peygamber'e haber vermişlerdi ve arkası sıra bu âyet indi denilmiştir. Bu rivayete
göre "âmenna=inandık" diyen esasen İbn Übeyy b. Selûl oluyor ve bu sözle
arkadaşlarını da temsil ediyor. Yukarda diye tekil ş e klinde başlanması da buna
işaret ediyor. Fakat âyette bunların hepsinin beraber varıp, tenhada yalnız
başlarına görüştükleri şeytanların, şeytanlık öğretmenlerinin bunlardan ve
İbn Selûl'den başka ve birden fazla bir çoğul olduğu açıkça söylenmiş olması v
e kısımlarının gönderiliş şekli bu şeytanların, münafıklar güruhunun
arkasında ve onlardan başka ve fakat onlarla gizli bir ilişkiyi taşıyan gizli bir
kuruluşu gösterdiği açıktır. Âyet-i kerime, olayın daha derin, daha gizli
kaynaklarda cereyan ettiğini g ö stererek Resulullah'ı ve müminleri
aydınlatmıştır. Bunun için birçok tefsir bilgini, bu şeytanların, münafıkların
reisinden başka müşriklerin reislerine ve (Yahudi hahamları)na da işaret olduğunu
nakletmişlerdir.
ŞEYTAN: Şeytan herhangi bir azgın, yani azgınlıkta, şer ve kötülükte fevkalade
bir yükselişle kendi sınıf ve benzerlerinin dışına çıkmış kötü, inatçı
mânâsında bir cins ismidir ki, gerek insandan, hayvandan, yılan gibi görünen
yaratıklardan ve gerekse diğer gizli mahluklardan ruhî ilişkisi bulunan kötülere
söylenir. İnsan şeytanı, hayvan şeytanı, cin şeytanı denilir. Nitekim Kur'an'da
insan şeytanları ve cin şeytanları ifadeleri çok defa gelecektir. İnsan görünür,
fakat kötülük esasları ve şeytanlıkları görünmez, eserleriyle belli olur. Şu h
alde insan şeytanında bile şeytanlık bir gizli iştir. Bunun için şeytan ismi gizli
kötü bir kuvvet, kötü bir ruh düşüncesine döner. Ve insan şeytanı, cin
şeytanına bağlı demektir. Melek karşıtı olan cin şeytanı, yani gizli şeytan
bazı filozoflara göre yal n ız mücerredât-ı maneviye (manevî soyutlar) olarak
açıklanmış ise de, bunun maddi değerini de inkâr etmek doğru olmayacağından, buna
kötü olan maddî kuvvetleri de katmak gereklidir. Ehl-i sünnet'in açıklaması
böyledir. Bu şekilde şeytan cins ismi, bilhassa görülmeyen ruhlar ve kötü
kuvvetlere isim olmuştur ki, yaratılışta her cins bir tek ferd ile başlamış
olduğundan, şeytan denilince bu
cinsin babası olan o ilk fert, yani iblis akla gelir ve o zaman özel isim gibi olur.
Şeytana Farsça'da "diyv" denilir ki, bu kelime Batı'ya dolaşmış, aksine
"ilâh" mânâsına "diev" olmuştur. Dil bilginlerinin
açıklamasına göre şeytan kelimesi, anlayış bakımından bir vasfî mânâyı
içerir. Ve bunun türemesinde iki görüş vardır. Birisi Sibeveyh'in dediği gibi
uzaklık mânâsına m a ddesinden (fe'yâl) vezni (ölçüsü)ndedir ki "baîd =
uzak" demektir. Gerçekte de şeytan haktan uzaktır. Ondan da uzaklaşmak
gereklidir. Diğeri yanma veya batıllık mânâsında kökünden (fa'lân) ölçüsünde
olmasıdır ki, yanmış ve batıl demektir. Gerçekte ş e ytan da böyledir. Bu şekilde
kelime isim olmadığı için çekimli olmuştur. kökünün Arap dilinin dışında da
bulunduğu bahis konusu oluyor. Şu halde şeytan bir cins ismidir. Bundan cin şeytanı
cinsi anlaşılmakla beraber, insan şeytanına da hakikat olarak söy l enir ve hatta
hayvana bile. Nitekim Hz. Ömer Şam'a geldiklerinde bir ata bindirilmiş idi. Biner
binmez at çalım atmaya başlayınca hemen inmiş ve: "Beni bir şeytana
bindirdiniz." demişti. Bu âyette ise insan şeytanları olduğunda tefsircilerin
fikir ayrılığı görülmüyor.
Bu yedi âyette münafıkların durumları, ruh halleri, vasıfları ve sabit
kötülükleri tam bir belağat ve îcaz yoluyla özetlenerek haber verilmiş, baştaki
âyetinin mânâsına bakarak, onu her yönden ayrıntılarıyle anlatan ve açıklayan bu
yedinci âyet ise onların bütün ruhlarını kendi tasdikleriyle iki kelimede
özetliyerek gösterivermiştir.
15-Şüphe yok ki bu kötülükleri işitenlerin hemen kızgınlıkları kaynar ve
onların acıklı azabı hak ettiklerini teslim etmekte hiç tereddüt etmiyerek,
"kahrolsunlar!" diye bağırmak hususunda acele eder ve Cenab-ı Allah'ın hemen
bunları yok etmesini veya "asınız, kesiniz" gibi bir emir vermesini hırs ile
gözetir ve bu hırs ile bir an geri bırakılmalarını görmemek ister. İşte Cenab-ı
Hak, İslâmî hassasiyeti n böyle heyecanlı bir dereceye geldiği nazik bir dakikada
bütün bu heyecanı yatıştırma ve endişeleri ortadan kaldırmak için derhal
buyuruyor ki: Allah onlarla alay ediyor ve daha edecek, yani kendilerini maskaraya
çeviriyor ve daha çevirecek de. Böyle ka l p körlüğüyle şuursuzluk, dikkatsizlik,
anlayışsızlık içinde şımarıklık etmelerine adeta medet ve yardım ediyor ve
azgınlıklarına meydan veriyor, diğer deyişle körü körüne tuğyanlarında
sürükleyip götürüyor.
Bu ilâhî alay cümlesinden olmak üzere bunlar a dünyada müslüman muamelesi
yapılır, İslâm toplumu dışında tutulmazlar. Münafık olmayan gayr-i müslimler
gibi âyinlerinde, dine mahsus hükümlerinde serbest değillerdir.
Münafıklara, gerek ibadet ve gerek muamelelerle ilgili dinî hükümlerin hepsi
müslümanlar gibi tatbik edilir. Mü'minler bunlara dikkat etmeye, bu hususta gözlerini
açıp mücahede etmeye, nizamı, hükmü ellerinde tutmaya yükümlüdürler. Bunda
başlıca üç hikmet vardır: Birincisi İslâm'ın sabır ve sükunu, terbiyesinin
yüksekliği, ruhî hoşgörüsüdü r. İkincisi bu sayede bunların İslâm muhitinde ve
İslâmî hükümler altında yetişecek olan çocuklarından ciddi müminlerin
yetişmesine imkan bırakmaktır. Üçüncüsü de bu münafıkları kalben iman
etmedikleri ilâhî hükümlerin tatbikatına zorlamak suretiyle her an gönül azabı
içinde bırakmak ve maskaralıklarının cezasını dünyada da çektirmektir. İlahî
alaydan biri budur. Ahirete gelince "Doğrusu münafıklar, ateşin en aşağı
tabakasındadırlar." (Nisa, 4/145) âyeti gereğince onlar, ateşin en aşağı
tabakasında olduk t an başka, bunların orada da alay muamelesine maruz kalacakları,
cennetin kapıları kendilerine gösterilip gösterilip de kapatılıvereceği hadislerde
açıklanmıştır. Bu gibi muamelede Cenab-ı Hakk'ın "ben" ve "biz"
gibi mütekellim (birinci şahıs) kipiyle hita p etmeyip de gâib (ortada olmayan,
üçüncü şahıs) gibi "Allah'ın" buyurması, büyüklük ve ululuğunu
açıklamak içindir. Mesela bir komutanın, emri altındakilere hitap ederek "ben
şöyle istiyorum" demesiyle, "komutanınız böyle istiyor" demesi
arasında ne büyük fark vardır.
İstihzâ (alay) bir kimseyi şaka içinde maskara etmek, şeref ve onurunu kırmak
istemektir. "Kırmak" veya "seri halinde öldürmek" mânâsına den
alınmıştır. Burada, "Allah Teâlâ'ya alay yakışır mı?" diye akla derhal
bir soru gelir. Fakat Allah'a isnat olunan çoğu fiillerde ve sıfatlarda istenilen
gayeler olduğunu Fâtiha'nın tefsirinde görmüştük. Bilinen bir şeydir ki, alaydan
maksat şaka değil, şeref ve haysiyeti kırarak maskara etmek ve budalalığı gizlice
anlatıp sezdirmeden hakaret etmek v e hafife almak, bunlardan da bir hoşnutluk
duymaktır. Halbuki münafıklar gibi alaycıların çoğu, alay ettikleri kimselere
hakikaten hakaret etmeye güçleri yetmez de, çoğu zaman, budalalık, hakaret,
alaycıların kendilerinde kalır ve onunla eğlenirler. Halbuk i Cenab-ı Allah, rızası
olmaksızın hareket edenler hakkında ilâhî adaletini açıklamak için, böyle bir
hakaret ve hor görmeyi istediği zaman, onları hakkıyle hor görür ve rezil eder. Ve
bütün kâinat nazarında onu rezil eder de, o, bir deli gibi kendisinin b u halinden
haberdar bile olmaz. Ayıplarını gizliyorum zannederken, bütün âleme sergiler de
farkında olmaz. Dünyada şuurun bu sıyrılma tarzı en büyük bedbahtlık olduğunda
ise şüphe yoktur. İşte Allah'ın alayı ki, bunu ancak Allah yapabilir ve bu bir
ilâhî a d alettir. Ve her adalette Allah'ın rızası vardır. Birisi süslenmek ister
ve karşısında altın yaldızlı bir kağıt görür. Okumasını bilmez, zinet diye
göğsüne yapıştırır. Sokağa çıkar ve bununla çalım satmak ister. Görenler ise
bakarlar levhada "hâzâ rezîl = bu rezildir" yazılmış, zavallının haberi
yok, olmak ihtimali de yok. İşte -Allah korusun- bu bir ilâhî alay olur. Allah Teâlâ
münafıkları taşkınlıklarında böyle maskara eder. Bu mânâlar dolayısıyladır ki
şer'î bakımdan Allah'a "alaycı" denilmez, fakat "ala y eder"
denilir.
16- Bunlar öyle kimselerdir ki doğruluk karşılığında sapıklığı satın
almışlardır. Hidayet tam ellerine değmiş, malları olmuş gibi iken onu vermişler,
dalaletle trampa etmişlerdir de ticaretleri kâr etmemiştir. ve kâr yolunu bulmak
ihtimalleri olmamış, kâr yolunu tutamamışlardır. Bunlar, hidayet ve başarı nasip
olanlardan değillerdir. Çünkü ticarî ilişkilerde başlıca iki maksat vardır.
Birisi sermayenin selameti, diğeri kârdır. Halbuki bunlar sermayelerin sermayesi olan
hi d ayeti vermiş, yerine onun kayıbı demek olan sapıklığı almışlardır. Bundan
dolayı ne kâr kalmış, ne kâr ihtimali ne kâr yolu. Bu âyet müttakîler hakkındaki
âyetinin karşılığı olarak, ibaresiyle münafıkların son hallerini
açıklamaktadır. Ve bununla berabe r âyet, işaretiyle bunların şeytanları olan
kâfirlerin sonlarını da içerir. Cenab-ı Hak bunların hallerini, dünyada her şeyden
en önde bildikleri, başlıca gaye edindikleri ticaret ve tefecilik ruh hâletine göre
bir temsîlî istiare ile açıklamış ve dinî hid a yetin şahsında mühim olan
dünyaya ait ticaretten daha önce ve onun selameti için de zorunlu bir şart olduğunu
anlatmıştır. Bu tasvirde ticaretin büyük bir övgüsü vardır. Fakat ticaretten
önce onun gerçek ve lüzumlu bir yolu bulunduğuna ve bu yolun iyi anl a ma ve doğru
yol olduğuna ve ticarette yalan, hile, entrika yolunun hakiki bir kâr yolu olmadığına
tenbih ve bundan dolayı doğruluk kanununa sarılabilmek için dinî hidayete ermek en
önde gelen şart olduğuna işaret buyurulmuştur.
Durumları bilinen, diye haklarında iki defa uyarma ve dikkatli olmaya davet vaki olan
ve bu iki âyet ile de sonuçları, ziyanları anlatılan münafıkların, içten içe
İslâm'ın gayesini ve İslâmî hayatın güzel akışını çığırından çıkarmak
nokta-i nazarından zararları açık olduğunda n, bir taraftan bunlar hakkında
kâfirden daha çok dikkat nazarını çekmek suretiyle müminleri aydınlatmak, diğer
taraftan bu münafıkların bizzat hasar ve akibetlerini belli bir şekle sokarak,
kendilerini korkuya düşürmek ve herkesi münafıklıktan sakındırmak için bu konuda
temsil olarak dört ayet daha indirilmiştir. Şöyle ki:
17- "Mesel", aslında "misil" ve "nazîr" yani bir şeyin
benzeri, eşi mânâsınadır ki, "Kâmus" mütercimi "bektaş" (eş,
akran) diye göstermiştir. "Şebeh",
"şibih", "şebîh" denildiği gibi, "mesel",
"misil", "mesîl" denilir. İkinci olarak vaktiyle bir olay ve bir
tecrübe münasebetiyle söylenmiş olup, "atalar sözü" diye dilden dile
dolaşan güzel sözlere, "darb-ı meseller"e ad olmuştur. Çünkü bunların
kaynağı denilen ilk hadiseler, üz e rine söylenilen son hadiseye benzer sayılarak
temsil edilmiş bulunur. "Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfler de yer." gibi.
Üçüncüsü şaşılacak ve garib bulunacak tuhaf ve ibretli bir hale veya bir sıfata
veya bir kazıyye (önerme)ye ve hikayeye de "mesel" denil i r ki, darb-ı mesel
gibi, dilden dile dolaşmaya ve her yerde söylenmeye layık olduğu cihetle ondan istiare
edilmiştir. Bu, sadece nakil ve hikaye olunur. Darb-ı mesel gibi her söylenişinde bir
teşbih ve temsil mânâsı gözetilmez. Fakat ilk söylenişi hakika t de olabilir, bir
temsilî istiare de olabilir, buna "destan" da denir. "Dillere destan
oldu." deriz. Destan şiirleri bundan alınmıştır. Bu mânâdan, delil ve hüccet
mânâsına da gelir. Çünkü bu gibi meseller, gerek bir nadir hakikat olsun ve gerek
bir tahyi l (akla getirme) ve temsil, yani sırf bir masal olsun bir yaygın şöhreti
içerdikleri zaman, bazı gerçekler onlara benzetilerek söylenir. Mesela "Bu iş,
kurt ile kuzu masalına benzer." denilir. Biriyle diğerine temsil edilerek delil
getirilir. İşte edebiyat t a bir hakikati, diğer bir hakikate veya bir hayale veya
meşhur bir mesele benzeterek örneğe ait bir şekilde ifade etmeye "temsil"
adı verilir ki teşbih veya istiare, hakikat ve mecaz kısımlarına ayrılır.
Edebiyatta anlatma ve cazibe nokta-i nazarından temsilin, beyan ile ilgili büyük
önemi vardır. Çünkü çoğunlukla akıllar, kuruntuların müdahale ve
saldırılarına maruz olduklarından, gizli düşünceleri iyice anlamaktan mahrum
kalırlar. Temsil ise, kuruntuları akla bağlar da, hakikati, cahil ve anlayışı k ıt
kimselere bile anlatmaya sebep olur. Çünkü temsil, ince ve düzenli gizli
düşüncelerin perdelerini atarak, onları açık hissedilen şeyler kisvesi içinde
açıklar, tanınmadık şeyleri tanınmış, görülmedik şeyleri görülmüş gibi
ortaya çıkarır ve anlatır. İş b unun yerini bilmek ve güzel kullanabilmektir.
Zamanlar olmuş ki, geçmiş dinlerin akla uygun düşüncelerinin ruhu, karinesiz
temsiller ile anlatılmış ve yayılmış; temsili, tersîm (resmetme) ve tecsîm
(cisimlendirme) ile semboller de takip etmiş ve bu şekild e ruhlar unutulup, putlara,
sembollere tapılmıştır. İşte İslâm dini âyetinde olduğu gibi imanı, hissedilen
ve görülenden önce, doğrudan doğruya aklî ve kalbî olan gaybe ve hakikatin
başlangıcı ve sonucu bulunan tek hakka dayayarak, insana ait ruhu mesel d en hakikate,
temsilden tahkike yükseltmiş ve Kur'ân bu yükselmeyi temin için gerçekleri aklî ve
kalbî değerleriyle sağlam bir şekilde açıkladıktan ve tebliğ ettikten sonra, o
akla uygun düşünceleri temsiller ile de anlayışa yaklaştırmış ve telkin
etmiştir. Ve bunu yaparken tahkik ile temsil arasına açık bir karine koyarak,
doğru ile yanlışı birbirine benzemekten saklı tutmuştur. Bu sebeple Kur'ân'ın
açıklama üslubunda tahkik karşılığında temsiller ve muhkemler karşılığında
müteşabihler dahi bulacağız. İşte üslub-i beyanda tahkik ve temsil üstünlüğüne
ilk olarak bu âyetten başlıyoruz. Bundan önce münafıkların halleri tahkik yoluyla
tesbit edilmiş olduğu halde, şimdi de temsilî yönüne geçiyoruz. Bundan ve bir sayfa
sonraki âyetinden o kadar açık bir şekilde anlarız ki, Kur'ân temsil üslubunu da
içermekle gerçeklerini rümûz ve temsile boğmamış, zahirin hakkını hak, temsilin
temsil olarak karine ile anlaşılmasını tercih ve temin etmiştir. Şu halde bu konuda
sözlü ve duruma ait karine bulunmayan yerlerde çelişk i ile zata ait imkanı
seçebilen akıl karinesinin delaletine başvurulur. Ve böyle bir temsil karinesi
bulunmadıkça Kur'ân'ın zâhiri, yalnız vehmî anlayışa ait uzak görme ile te'vil
edilemez. Bakınız bu âyette temsil karinesi lafzan bile ne kadar açık ve çok t ur.
şu halde bu esas itibariyle bir teşbihdir. Ve "mesel"i, "mesel"e
teşbihtir. Burada "mesel", şaşılacak hal, garib olay mânâsınadır. Yani
bunların halleri ve özellikle hidayeti verip sapıklığı satın alma durumları şu
ateş yakan ve ateş yakanlar kıss a sına benzer ki, birisi bir ateş yakmak istemiş
ateş parlayıp da yakanın etrafındaki şeyleri aydınlatınca Allah o kimselerin
bütün ışıklarını, daha doğrusu göz nurlarını alıvermiş de onları karanlıkta
bırakmış ne aydınlık, ne bir şey, hiçbir şey gö r mez olmuşlar, görmez bir
durumda kalmışlar. Ateş mi sönüvermiş? Bir hayli tefsirci öyle açıklamışlar.
Fakat ateş sönmeden, aydınlık devam ederken Allah'ın, onların görecek göz
nurlarını alıvermiş olması daha açık ve daha güzeldir. "Keşşâf
tefsiri" sahibi "Yaratılışın kastedilmesi en uygunudur." derken bunu
seçmiş gibidir ki, devamı da bunu gösteriyor.
18-Buyuruluyor ki bunlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bu halden dönüp
önceki nurlu hali bulamazlar. Daha açığı: Artık kendilerine gelemezler, tamamen
sersem, şaşkındırlar. Şu halde yolu nerede bulacaklar? Bu şekilde sönen yalnız
göz nurları değil, bütün şuur nuru, idrak nuru olduğu anlaşılıyor ki, bu mânâ
ifadesindeki mühürleme ve basımın daha kuvvetlisidir. Bu şekilde hikayedeki ateş
yakan, n urları gidenlerin dışında kalır. ve zamirlerinin lafız ve mânâ itibariyle
müfred (tekil) olması açıktır. Resulullah'ın davet ve hidayeti (doğru yolu
göstermesi) karşısında münafıkların durumlarının da, tıpkı ateş yakıcının
parlattığı ışık karşısında g ö zleri Allah tarafından görmez oluverenlerin
durumu
gibidir. Araplarda ateş yakmak, ışıklandırmak maksadıyle de yapıldığından, bu
mânâlarda kullanılır. Aynı şekilde yangın çıkarmak gibi suikastla da
olabileceğinden fitne ve fesat çıkarmak mânâsına da gelir. Ve burada ikisine de
ihtimali vardır. Bundan başka davet, hayra da olur, şerre de. Şu halde yangın
çıkarmak ve kötülüğe davet etmek mânâlarına alındığı zaman, nurun alınması,
ateşin söndürülmesi demek olacağı açıktır. Ve bu şekilde ateş yakan karanlıkta
k alanlardan olur ki, bu ateşi yakan münafıkların başıdır. tekildir veya çoğuldur
ve çoğul mânâsınadır. Ve birçokları böyle tefsir etmişlerdir. Fakat ateş
yakmak, aydınlatmak ve hayra davet etmek mânâsına düşünüldüğü zaman, gerek
ateş yakıcı ve gerek olan akıl sahibinin nuru sönmemiş olduğu halde kavramında
dahil olan hayvanlar takımının nurları sönmüş ve o ışıktan ancak bunlar mahrum
kalmış olurlar. Bu takdirde ancak zamiri, "mâhavlehû" daki içinde bulunan
hayvan gibi insanlara döner. Birinci şek i lde "mesel" için büyük bir
güzellik ve fevkaladelik yok gibidir. Gerçi yanan bir ateşin birden bire sönüvermesi
garip ise de, şiddetli bir rüzgar gibi bir sebeple az çok yine alışılmış
görünür. Fakat ışık dururken şuurun, görme kabiliyetinin esasından kay b
oluvermesi ilâhî bir harikadır. Ve meselin en güzel noktasını teşkil eder. Bundan
başka birincide temsil basittir; bir bütünü, diğer bir bütüne benzetmektir.
İkincide ise iki bütünün düşünülmesinden meydana gelen bir bütünü, diğer
böyle bir bütüne benzetm e k suretiyle bir derece daha tamlama vardır: Peygamberin
davet ve hidayeti karşısında münafıkların, "ateş yakıcı" karşısında
etrafındakilerin bir kısmı. Muhammedî davet ve onun irşadı ebedî, fakat
münafıkların anlayış nurlarını Allah almıştır. Ve belki bun l arın içinde
başlangıçta kalbî iman da nasip olduğu halde, sonra bozgunculuğa sapan, kalben
dinden dönerek imanının nurunu kaybedenler bile bulunmuştur. Kur'ân'ın nazmı işte
bu temsili, böyle mânâ tabakaları ile, çok yönlü olarak açıklamıştır ki, her
birin i n bir sahih yönü vardır. Muhammedî davetin ateş yakma ile gösterilmesi ise
ikinci temsilde görüleceği üzere şunu anlatır: Bu davet, bir taraftan müjdeleme,
diğer taraftan korkutmayı ihtiva eder. Bu davet, cennetin karşısında bir de cehennem
ateşi gösteriy o r. "Bu ateşten kaçın, şu cennete koşun." diyor.
Münafıkların da bu müjdelere ağızları sulanıyor; korkutmadan da başları
dönüyor, ağızdan "âmennâ=inandık" diyorlar, hidayet buraya kadar geliyor,
fakat kalplerine iman girmiyor. Çünkü anlayışlarının nuru sön m üş, fenalığa
ceza veren adil bir Allah'a inanmak istemiyorlar. Her türlü emellerine kul gibi hizmet
edecek adalet etmekten aciz bir ilâh istiyorlar.
(Kemeseli sayyibin), yahut
(Kemeseli zî sayyibin) takdirindedir ki, birincide münafıklar kıssası, toptan
yağmur kıssasına benzetilmiş ve kıssaların ayrıntılarında benzerlik
gözetilmemiş bulunduğundan, yalnız "mürekkeb teşbih"; ikincide ise
kıssaların birimlerinde dahi teşbih gözetilmiş bulunacağından, buna da
"mefrûk" veya "müferrak teşbih" denir. "Sayyib" kelimesi
aslında "isabet" kelimesinin sülasîsi (üç harflisi) olan masdarından
sıfat-ı müşebbehe olup, şiddetle dökülen yağmura, bir de şiddetli buluta isim
olmuştur. "Semâ", özel mânâsıyla "gök" dediğimiz şu kubbe,
başımızın yukarı tarafında d i reksiz, telsiz açılmış koca şemsiyedir ki,
Peygamberimizin dilinden "yükseltilmiş tavan" ve mevc-i mekfûf (hapsedilmiş
dalga) diye rivayet edilmiştir. Esas mânâsı yüksek demektir ki, insanın üst
tarafına gelen her yüksek şeye söylenir. Ve her ufkun bir s e ması olur. Ruhlar ve
akıllar âlemi de bir veya daha fazla semalardır. Şu halde (semâ) kelimesi esasen
izâfî (bağıntılı) bir mânâyı içeren bir cins ismi olup, küllî ve cüz'î
belirleme kastedildiği zaman (es-Semâ') denir. Burada yağmur denildikten son r a,
gökten geldiği belli iken denilmesi, bütün bir ufku kaplayan bilinen semayı
açıklayarak, bu yağmurun bir taraftan değil, semanın her tarafından geldiğini
anlatmak ve meselde yağmurla beraber bütün o semanın manzarasını tasvir ettirmek ve
bir de "say y ib"in önce yağmur mânâsını akla getirme nüktelerini
içerir.
19-Mânâya gelelim: Yahut o münafıkların hali bir yağmur kıssasına, diğer
ifadeyle yağmura tutulanlar kıssasına benzer ki, semanın her tarafından
"bardaktan dökülür gibi" boşanmış kuvvetli bir yağmur, onda türlü
türlü karanlıklar var. Gece karanlığı, kara yağmur bulutu dünyayı kaplamış,
yağmurun yoğunluğu da bunlara eklenmiş, insanın içini sıkıyor mu sıkıyor; göz,
gönül kararıyor mu kararıyor. Şu halde karanlıklar katmerlenmiş, iç dış zifiri
karanlık, bundan başka dehşetli bir gök gürültüsü, titretici bir patlayışı,
gürleyişi var ki, beyinlerde çatlıyor, ufuklarda gürlüyor, bir de şimşek, şimşek
çakışı. Çakıp şakıdıkça, parlayıp yıldıradıkça bir ümit ışığı gibi
karanlıkları yarıyor, yürek l eri ağıza getiren bir halecan (yürek çarpıntısı)
veriyor. Bunlara tutulanlar parlayarak geldiği için yıldırım, çarptığını
mahvettiği için sâika (ve çoğulunda savâık) denilen, gözlere şimşek, kulaklara
gök gürültüsü halinde gelen, ucu nereye dokunursa yo k eden, insanı ve hayvanı bir
anda mahveden, madenleri eriten, demiri mıknatıslayan, mıknatısların
kutuplarını alt üst eden, özetle (es-Savâık) denilince her türlü felaket ve yok
ediciliği ile bilinen o âteşîn kamçılardan, o dehşetli kıvılcımlardan,
yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar, bunu da ölüm korkusuyla,
ölümden sakınmak için yapıyorlar. Fakat kulak tıkamak neye yarar, korkunun ecele
faydası ne? Allah bütün kâfirleri her taraflarından, içlerinden, dışlarından,
dünyalarından, ahire t lerinden kuşatmıştır. İlâhî kudretin kuşatmasından
dışa çıkmak mümkün mü? Allah'ın izni olmadıkça bundan kurtulmalarına ihtimal mi
var? Yıldırımdan korkulmaz mı? Ölümden sakınılmaz mı? Evet ama bunlardan daha
önce Allah'dan korkmak ve O'nun azabından sakı n mak gerekir. Yıldırımları yapan
kim? Bütün bu alâmetleri belirten kim? Bulutların arasından, o su hazinelerinin
içinden bu ateşleri çıkartan kim? Onları tâ uzaklardan kulaklara işittiren,
gözlere gösteren kim? Sakınmak hissini veren, ona göre tedbir almak kabiliyetini ihsan
eden kim? O yıldırımların çıkış noktalarını, isabet noktalarını tayin eden ve
bulutları ona göre sevk ve idare eden kuvvetler, melekler kimin? Hepsi hepsi Allah'ın,
yıldırımlar da Allah'ın bir belası, azabının bir örneğidir. Bunlardan k o rkup
sakınmak istiyenlerin daha önce Allah'tan korkmaları ve onun emirlerine, kanunlarına
uyarak felaketten sakınmanın, nimetine ermenin yolunu bilmeleri gerekir. Bir Allah
korkusu, insana bütün korkuları attırır. Allah'ın izniyle her korkudan kurtulmanın
bir çaresi vardır. Fakat Allah'tan kurtulmanın imkanı yoktur. O da iman ve kulluk etme
ister; kanunlarının, emirlerinin tatbikini ister. Ona bununla yaklaşılır;
azablarından bununla korunulur, kurtuluş bulunur. Yoksa gök gürültüsü ve şimşeği
gördükten son r a yıldırımdan korkmanın, kulak tıkamanın hiçbir faydası yoktur.
Şimşek çakınca olan olur, yıldırım yerini bulur. Gök gürültüsü işitildiği
zaman da bunlar beş on saniye önce olmuş bitmiştir. Ümit ve müjde şimşeğin
yaldızlı çakışında değil, gök gürültüsünün gümbürtülü gelişindedir.
Bilmeyenler gök gürültüsünü şimşekten sonra, yıldırımı da bu gürültü ile
beraber gelir zannederler. Halbuki yıldırım şimşekle düşer. Esas itibariyle gök
gürültüsü de onunla beraber patlamıştır. Daha esasında gök gürültüsü, o
yıldı r ımı çıkaran sarsıntıda, sadmede, vuruştadır. Bulutlara, havaya bu
darbeyi vuran bir kuvvet, onu idare eden bir melek vardır ki, gök gürültüsü ismi ona
kadar dayanır. Bu kuvvet, bu melek buluttan buluta, buluttan havaya darbeyi indirdiği
zaman sarsıntıdan b ir gürültü ile bir ateş, bir kıvılcım çıkar, şimşek bu
kıvılcımdır, yıldırım bundadır. Ses ağır gelir, sonra işitilir ve geldiği
zaman, "Size geçmiş olsun, Allah'ın izniyle yıldırımı düşürdüm, siz
kurtuldunuz." der. Şu halde olay dıştan zannedildiği gibi şimşek, sonra gök
gürültüsü ve
yıldırım değil, gerçekte ve Allah katında gök gürültüsü, şimşek ve
yıldırım şeklindedir. Size de şimşek, yıldırım ve gök gürültüsü şeklinde
görünür ve işitilir. Bunu bilmeniz, anlamanız gereklidir. Bunun için Allah Teâlâ
(ra'dün ve berk) buyurmuş. Gök gürültüsünü öne almakla beraber, aralarını
"mutlak cem' " için olan "vav" ile bağlamış, (şimşek sonra gök
gürültüsü) buyurmamıştır. Bunu Fen Bilimlerini okumamış ve ümmî olan Hz.
Peygamber, kendi kendine elbette bilemezdi. A l lah bildiriyor, ilim ve fen ehli de bunu
tasdik edeceklerdir. Ederken ilâhî vahyin hakikatini anlamaları gerekir. Hele elektrik
olaylarıyle delil getirerek görülmeyen esir (cevher)i bulmaya çalışanlar, Allah'ı
daha önce anlamalı, Peygamberine vahyinin hak olduğunu da hiç olmazsa bu gibi ince
noktalardaki fennî te'yitlerle itiraf etmelidirler. Gök gürültüsünün bir tesbih
olduğunu, bunu işitenlerin hamd ve şükretmesi gerektiğini de unutmamalıdırlar.
Yıldırım hakikaten müthiştir. Bir ilâhî beladır. Ve şimşek i le beraberdir.
Fakat bundan korunmak, önceden, maddî ve manevî bir yıldırım siperi bulmak gerektir.
O da Allah'ı, emirlerini ve kanunlarını tanımakla olur. Şimşek çaktıktan sonra
kulak tıkamanın hiçbir mânâsı yoktur. O zaman insan kurtulursa sırf Hakk'ın y
ardımı ile kurtulur ve gök gürültüsünü işittiği zaman da kurtulmuş olduğunu
bilir. O zaman Allah'ın kudretine hamd ve şükretmesi gerekir. Bunlar ve bunları
anlatan Kur'ân hep hak âyetlerdir. Bu davetlere ve bu irşadlara kulak tıkamak ne
bedbahtlıktır!
Gök gürültüsü ve şimşeğin, yıldırımın maddî ve manevî gerçeğini
açıklamak için lügatta, dine ve felsefeye ait tarifler vardır. Lügata göre ra'd
(gök gürültüsü), buluttan çıkan korkunç sesin ismidir ki başlangıçta ani bir
patlayış ve sonra hayli devam ede n bir gürültü olur. Biz buna gök gürlemesi deriz.
Bu kelime aslında titremek veya titretmek, diğer deyimle zangırdamak ve zangırdatmak
mânâlarıyle ilgilidir. Şimşek parıldamak, yıldıramak mânâsıyla ilgili olup,
buluttan ani olarak çıkıp yıldırayarak, şakıy a rak sönüveren bir parıltının
ismidir ki, dilimizde şimşek denir. Bunun çakmasına da denir. Yıldırım, gayet
şiddetli, çok çabuk bir sadme, bir çarpıştır ki, bir ateş parçasıyla
çarptığını yok eder, bu münasebetle ölüm, şiddetli azab mânâlarına da
kullanılı r. Dilimizde buna yıldırım denir ki, yıldırma ve yıldırama
mânâlarıyla ilgisi açıktır. Râğıb der ki, gök gürültüsü, şimşek ve
yıldırım aslında bir şeyin üç çeşit tesirleridir.
Dinî izahı: Bulutları Allah Teâlâ'nın iradesine göre yağmur yağacak yerlere
sevk ve idare eden bir melek (yani anlayışlı ve hareket ettirici bir kuvvet) vardır
ki, ismine "gök gürültüsü" denir. Bu melek rüzgar meleklerinden başka
olarak bulutları özel şekilde zorlar ve sevkeder. Bunun sevki, rüzgarın sevki gibi
taş yuvarlarcasına değildir. Bu tıpkı bir çobanın şarkı söyleyerek deve
sürmesine benzer. Diğer deyişle ruhun bedeni idare etmesi, sözün, nağmenin diğerine
tesir yapması gibi içten tesir eden ruhanî ve dinamik bir tesirdir. Bu melek bulutlarda
bir uygunsuzluk gördüğü zam a n çarpar, haykırır, bu haykırış onun Allah'ın
kudretini ilan eden bir tesbih ve tekbiridir. İşitilen gürültü, zahirî gök
gürültüsü budur. Haykırırken hiddet ve şiddeti çoğaldıkça ağzından ateş
saçar, diğer bir deyişle nurdan ateş kamçıları çalar. Görülen şimşek bu
kamçılardır. Yıldırım, bunun yani ateşin vuruşudur. O kamçının ucu nereye
dokunursa yok eder. Bunun hepsi o meleğin yani "ra'd"in bir vuruşundan
ibarettir. Bu darbenin havaya ve dolayısıyle insan ruhunun işitme gücüne tesir ve
tezahürü, gök gürü l tüsünün sesi; daha inceden ve daha çabuk gözüne tesir ve
tezahürü şimşek; dokunduğu şeye dokunma tezahürü yıldırım adını alır.
Buluttaki tesirinin mahsulü de itaattir. Ve bunların hepsi Allah'ın emrini icra
etmekten ibarettir. Bu âyette ra'd, gök gürültüs ü nün sesi mânâsına olmakla
beraber, aslına da işarettir. "Gök gürültüsü, övgüsüyle O'nu tesbih
eder." (Ra'd, 13/13), Bu meleğe, gök gürültüsü meleği, zorlayıcı melek,
ateş tutuşturma meleği; şimşek fiiline de melek darbesi, meleğin parlaması
denilmiştir.
İşte Ashab devrinden itibaren en eski kıymetli tefsircilerden rivayet edilen
açıklamalara göre gök gürültüsü, şimşek ve yıldırım olaylarının gerçeği
böyle kuvvet prensibine döndürülmüş, fakat kör kuvvet değil, dinamik, ruhanî
idareci ve idrak sahibi bir hareket ettirici olan melek kuvvetine döndürülmüştür.
Fennî izahların hiç biri buna aykırı olmamış ve bu daireden çıkmamıştır. Ancak
kör kuvvette sıkışıp kalanların anlayışı buralara varamaz. Şu halde felsefî
tarifine gelelim: Vaktiyle en meşhuru, b u lutların çarpışması, yani sürtme ve
dokunma ile çakmak taşından çıkan ses ve kıvılcım şeklinde açıklanmış idi.
Fakat İbnü Sina "Şifa"sında bunu pek beğenmemiş, bulutların ta
denizlerden, göllerden su buharı halinde çıkarken tamamen saf olmayıp, az çok dum a
n buharı ile ve biraz da ısı ile çıkmaları ve yükseldikçe su buharının daha
önce soğuması hasebiyle öbürlerini arada sıkıştırmaları ve nihayet bu
sıkışmanın şiddetlenmesi ile onların püskürmesi ve parlaması hususlarını ileri
sürerek uzun uzadıya açıklamış ve özetle şöyle demiş: "Çoğunlukla gök
gürültüsünün ve şimşeğin sebebi, rüzgara ait harekettir ki, ses çıkarır,
parlar ve bazan şimşek ve parıltı da gök gürültüsüne sebep olur. Çünkü...
Çünkü..."
İbnü Sina'dan çok önce olan İbn Cerir et-Taberî tefsirinde diyor ki: "Diğer
birtakım ilim ehli, gök gürültüsü, bulutların altında boğulan rüzgarın
fırlamasıdır.
Ses bundandır. İbn Abbas hazretleri Ebu'l-Huld'e bir mektup ile "Gök
gürültüsü nedir?" diye sormuştu. O da "Gök gürültüsü bir
rüzgardır." diye cevap vermişti. Fakat İbn Abbas hazretleri kendisi "Gök
gürültüsü meleklerden bir melektir." diyordu. Demek İbnü Sina'nın rüzgar
teorisi de eski bir teori olmakla beraber, bunun sebebini ta denizlerden gelen duman
buharı ve ısıya kadar götürmek nokta-i nazarı havanın ve bulutların
elektriklenmesi hakkında kararlaşmayan görüşler yanında şimdiki tabiat ilmi de
mevcut bulunuyor. Bugünkü felsefî açıklamaya gelince, bunları elektrik olaylarına
tatbik etmişlerdir.
Öteden beri Yunanca elektron denilen elektrikte görünen bir cezb (kendine çekme)
özelliği vardı. Sonradan bu özelliğin, az çok her cisimde bulunduğu anlaşıldı.
Ve buna elektriklenme denildi. Fizik bilginleri tabiat olaylarında âdet olarak etkili
olan ısı, ses, ışık, çekicilik gibi bazı etkenler sayarla r ki, elektrik de
bunların beşincisi oldu. Ve bunun çeşitli sürtünmelerden meydana gelen kimyevî
etkileri veya diğer vasıtalarla meydana gelip dinamik elektriklenme denilen kısımları
bulundu. Bugün sanayide birçok tatbikatı yapılan, altın, gümüş yaldızlama,
eritme, kalıba dökme ve kuyumculuk, telgraf, telefon, aydınlatma, yakma ve tedavi gibi
birçok hususlarda istifade edilen elektriğin elde edilmesi ve kullanımı için
çeşitli aletler, cihazlar, makineler yapıldı. Bununla beraber elektriğin esası ve
mahiyeti, ne olduğu tamamen anlaşılamayıp, ateşe ve ışığa ait madde gibi
varsayımlarda kaldı. Nihayet ısı ve ışık gibi cisimlerin atom denilen en küçük
parçalarının özel bir şekilde hareketinden veya bunların arasını işgal eden bir
esir (cevher)in hareketinden mey d ana geldiği göz önünde bulundurularak daha çok bu
sonuncuya önem verildi. Ve özetle bütün kuvvetlerin esasında bir hareket enerjisine
dönüşmesi fen ilimlerinin en kuvvetli görüşü oldu. Hakikaten elektrikte de hareket,
ısı, ışık değişiklikleri hep görülüyo r. Şu halde elektrik, fennin en önemli
bir kuvvetidir. Bu da biri erkek, biri dişi gibi pozitif (artı) negatif (eksi) iki cinse
ayrılıyor. "Ne yücedir o (Allah) ki, bütün çiftleri yaratmıştır."
(Yâsîn, 36/36) Bunların bir cinsten olanları birbirlerini i t iyor, def ediyor; ayrı
cinsten olanları da birbirlerini çekiyor, birleşiyor. Ve cisimlerin yüzeyleri bunlarla
doluyor ve boşalabiliyor. Bunların birleşmeleri gizli ve açık olmak üzere iki
türlü oluyor. Mesela silindir biçiminde uzunca bir şey, bir elektri k yüklüsüne
yakın bulunduğu zaman, bu silindirli şey de etki ile ayrı cins iki akımı
taşıyıcı oluyor ve havanın bunun üzerindeki baskısı bunların
birleşmesine engel oluyor. Fakat bir vasıta ile bu baskının şiddeti azalır veya
iki akımın gerilim kuvvetleri ona üstün geliverirse, bundaki artı, eksi iki cins
elektrik birbirleriyle hemen birleşerek üzerinden yok oluyorlar ki, buna elektrik
boşalımı denilmiştir. Bunlar bu birleşim esnasında bazan çakmak gibi bir vuruş
yapıyor ve bir kıvılcım da çıkarıyorlar ki, böyle gürültü yaparak
birleşmelerine gök gürültüsüne ait birleşme deniliyor. Bu kıvılcımları biz
tramvaylar işlerken -çoğunlukla geceleri görürüz. İşte bu aletlerde görülen bu
olay, epeyce bir zaman önce hava ile ilgili eserlere uydurularak gök gürültüsü,
şimşek ve yıldırım bunlarla izah edilmiştir. Bunun için yıldırım şöyle tarif
ediliyor: "Çeşitli cinste elektrik taşıyan iki bulutun elektriklerinin, yahut bir
bulut ile yer küresi elektriklerinin gerilişleri havanın karşı koymasına üstün
geldiği anda iki ç eşit elektriğin birbirleriyle birleşmeleri sonucu vaki olan bir
elektrik boşaltım ve tahliyesidir ki, gök gürültüsü bunun sadmesi ve gürültüsü,
şimşek bunun kıvılcımıdır."
Vaktiyle İbnü Sina "Şifa"sında diyordu ki, şimşek ile gök
gürültüsü aynı zamanda vaki olurlar. Fakat ses, zamanla ilgili olduğu için geç
işitilir. Işık ise zamanla ilgili olmayıp ani olduğundan daha önce görülür.
Bugünkü fen de diyor ki gök gürültüsü ve şimşek aynı zamanda vaki olur. Gerek
ses ve gerek ışık ikisi de zamanla ilgilidi r. Fakat sesin hızı saniyede 337 veya 340
metre; ışığın hızı ise -az çok ihtilaf ile beraber- üçyüz sekizbin kilometre
olduğundan, daha az mesafelerde ani olarak görülür. Yani yıldırım şimşekle
beraber düşmüş, varacağı yere varmıştır. Gürültüsü de sonradan beş ila on
saniye kadar fark ile işitilir. Mesafeyi tahminen bilmek isterseniz, bir şimşek
çakınca saate bakınız ve dinleyiniz, birkaç saniye sonra gök gürültüsünü
işitirsiniz. Aradan kaç saniye geçmiş ise onu 340 ile çarpınız, (mesela 7X340 =
2380). Bu 2 3 80 metre size o fırtınalı bulutla aranızdaki uzaklığı gösterir ki,
ışık hızına göre bu bir an meselesidir. Çünkü ışık bu mesafeyi bir saniyenin
yüzyirmibeşte bir bölümü kadar bir zamanda katedecektir ki, bunu biz hissedemeyiz. Bu
ifadeye göre, "Yıldırım m u tlaka gökten yere düşer." şeklinde olmayıp
tersine de olabilir. Çünkü elektirik akımı her tarafa yayılabilir. Fakat
çoğunlukla elektrik nakledici cisimlere saldırdığından ve yer ise pek çok elektrik
nakledici olduğundan genellikle yıldırım gökten yere düş m ektedir. Fakat haricî
bir sebeple yer artı elektrikle ve kendisine yaklaşan bulut eksi elektrikle dolu olduğu
zaman hücum daima artıdan eksiye olduğu için yıldırımın yerden göğe doğru
çıkması da mümkün ve olmuş bir şeydir deniliyor.
Akıcı elektrik, el ektrik nakleden cisimleri çekmek veya onlara hücum etmek
özelliğine sahip olduğundan, nakledici olan ağaçlara, binalara ve özellikle
madenden yapılmış eşya üzerine düştüğü görülmüştür. Bunun için böyle
fırtınalı havada ağaç altlarında ve bu cümleden olarak nakledici olan çınar ve
kavak ağaçları altında saklanmak çok tehlikelidir. Çam ve fıstık ağaçları pek
nakledici olmadığından bunların altında korunmak nisbeten mümkündür. Paratoner
(yıldırım kıran) ve halk arasında yıldırım demiri denilen demirin dairesi en emin
yerdir. Bu da Hakk'ın bir kanunudur. Fakat bunlar da gök gürültüsü ve şimşekten
önce ve ecel gelmediyse mümkün olabilir. Yıldırım ne yapar? Çok şeyler yapar,
Allah korusun insanı ve hayvanı bir anda yok eder. Ve yanması kabil olan cisimleri
yakar. Madenleri eritir. Nakledici olm... devamı... (4. sayfa)