1. sayfa -
2. sayfa -
3. sayfa -
4. sayfa -
5. sayfa -
6. sayfa -
7. sayfa -
8. sayfa -
9. sayfa -
10. sayfa -
11. sayfa -
12. sayfa -
13. sayfa -
14. sayfa -
15. sayfa -
16. sayfa -
17. sayfa -
18. sayfa -
19. sayfa -
20. sayfa -
21. sayfa -
22. sayfa -
23. sayfa -
(23. sayfa)
nra unutsa da o
deftere başvurduğu zaman zihninden iyice hatırlayabilirse şahitlik edebilir. Kendi
kendine içinden, "Ben buraya bir şeyler yazmışım, ama ne olduğunu iyice
hatırlayamıyorum." diyorsa şahitlik edemez. Şahitlerin hatırlatmaya uyması da
iyi olmaz, unutan şahit kendiliğinden hatırlayabilmelidir. Şahit sayısının en az
iki kişi olması da şüph e ve töhmeti, iftirayı, yanlışlığı ve unutmayı
bertaraf etmek, hata ihtimalini ortadan
kaldırarak zabtın ve adaletin kuvvetini açığa çıkarmak içindir. İşte
genellikle göz önünde bulundurulduğu zaman erkeklere nisbetle kadınlarda zabt denilen
akılda tutma gücü biraz eksiktir, unutma ihtimali daha fazladır. Böyle olmayanları
bulunabilirse de burada itibar kişiye değil cinsedir, cinsin de çoğunluğuna göredir.
Bunu şöyle de düşünebiliriz: Evvela kadınlığın yaratılışında duygusallık
ağır basar, duygusallığın ağı r bastığı kimseler de aşırı heyecan ve
etkilenme söz konusu olur, yani duygusallık etkilenmeyi gerektirir. Etkilenmenin
çokluğu ise unutma sebeplerindendir ve bir şeyi aklında iyi tutmak sadece bir zeka ve
hafıza meselesi de değildir. Pek çok zeki insan va r dır ki aşırı duygusallıktan,
fazla etkilenmeden dolayı hafızasına güvenilmez. Ayrıca kadında enfüsiyet
(sübjektiflik) daha ilerdedir. Dış çevredeki olaylar onu ilk anda ilgilendirir ve
telaşa sevkeder. Doğrusu ticarî işlemler ve insanlar arasındaki borçla n malar gibi
dışarıya ait olaylar ile ilgilenmek veya böyle şeylerle meşgul edilmek kadınlık
açısından arzu edilecek bir olgunluk değildir. Bu gibi işler esas itibariyle
erkeklerin işleri olmalıdır. Bundan dolayı mükemmel bir kadın olmak üzere
düşünüldüğü z a man, bu gibi dışarıya ait olayları tek başına takip ederek
şahitlik yapabilecek şekilde akılda tutmaktan ve hafızasını böyle şeylere
yormaktan uzak kalmak ve bu çeşit işlere doğrudan itilmemek gerekir. Üçüncü bir
husus olarak göz önünde bulundurulması ica b eden bir şey de şudur: Kadında haya ve
utanma duygusu kuvvetlidir ve kuvvetli olması gerekir. Onun bu değerli özelliği, en
küçük bir uğraşmayla büyük ölçüde gücünü kaybeder. Bunun için olayların
kadına anlattıkları erkeğe anlattığından daha azdır. Bu şar t lar altında bir
kadına şahitlik yükünü yükletmek, onu bir anlamda zarara uğratmak ve tedirgin
etmektir. Dördüncü olarak, kadının fıtratı ve kendi cinsinin olgunluğu erkeğin
zıddı olduğundan, erkekleşmek kadın için bir düşüş ve dejenerasyon demektir.
Bunda n dolayıdır ki, kadınlaşmış ve hünsalaşmış erkeklerin şahitlikleri
geçerli ve muteber olmayacağı gibi, erkekleşmiş ve yarıyarıya erkek gibi olmuş
kadınların şahitliği de caiz değildir. Bunların her ikisi de kendi nevinin
özelliklerini kaybetmiş ve düşüş gö s termişlerdir. Böyle kalbi yumuşaklığa
yönelik olanların şahitlikleri de hakkı tahrif etmek töhmetinden uzak kalamaz. Şu
halde yaratılış gerçeği kadının mükemmelliğiyle erkeğin mükemmelliğini ayrı
ayrı özelliklere bağlamış ve farklı kılmış olduğundan, kadı n ın dışarıda
olup biten olaylara ait ilgisini ve onlara ait hafızasını kısmen kapalı tutması,
kendi kadınlığının ve kadınlığındaki mükemmelliğin bir gereğidir. Bunun için
şahitliğe konu olan olayı kadın erkekten daha fazla unutabilir. Çünkü o gibi
olaylar, onun ilgi alanı değildir. Lakin unuttuktan sonra tekrar hakkiyle
hatırlayabilirse yine de şahitlik etmesi mümkün olur. Kadını doğrudan bu gibi
olayları hatırda tutmaya mecbur etmek, ona karşı haksızlık etmek olur. Bunun gibi
icabında üzerine yüklenilen şahitlik yükünü beşeriyet gereği olarak unuttuğu
zaman da onu dışarıdan yapılan telkin ve uyarılarla yeniden hatırlamaya zorlamak da
yine ona haksızlık etmektir. Bundan dolayı bir erkek karşılığında yalnızca bir
tek kadına şahitlik yükünü yükletmek de gerçeğ e ve hakkaniyete uygun olmaz. Ancak
bunlar iki kadın oldukları zaman birinin unuttuğunu diğeri, diğerinin unuttuğunu
öbürü unutmamış olabileceğinden, bunlar şahitlik yapmadan önce dışarıdan
hiçbir hatırlatmaya tabi olmadan ve muhtaç bulunmadan birbirleriyl e hasbihal ederek
kendilerine karşılıklı hatırlatmalar ile hafızalarında sakladıklarını
kuvvetlendirip tesbit edebilirler ve bu şekilde hem kendi haysiyetlerini, hem de hak
adına yüklenmiş oldukları şahitliği koruyabilirler. Şayet hiç unutmamış
bulunurlars a durumları daha da kuvvetli olur. Şu halde bu hatırlatma ve uyarma
mahkemede şahitliğin edası sırasında olacak diye önceden anlaşıp ağız birliği
etmemelidir. Çünkü bu hâl, şahitliğin kabulüne engel olabilir. İşte bir taraftan
kadının fıtratının ve hakları n ın, bir taraftan insanların haklarının
korunması ve yerine getirilmesi açısından erkeklerin daha iyi bilgi sahibi
olabileceği işlerde kadın şahit yapılmamalıdır. Kadınlara şahitlik görevi
yükletilmemelidir. Bu işlerde erkek bulunmadığı ve kadına başvurmay a ihtiyaç
duyulduğu takdirde de bir erkek yerine bir kadına değil, iki kadına yükletilmelidir.
Şu halde erkeklerin haberli olmaları caiz olmayan hususlarda yalnızca kadınların
bilgi vermesiyle ve hatta yerine göre yalnızca bir kadının bilgi vermesiyle de a m el
etmek caiz olur. Mesela kadınlar hamamında meydana gelmiş olan bir olayın şahidi
ancak kadın olabilir. Ve bir çocuğun annesinden doğması bir kabilenin, bir oymağın
haber ve şahitliği ile sabit olur.
Bir de şahitler ne vakit şahitlik etmeye çağırılırlarsa çekinmesinler,
şahitlik yapmamazlık etmesinler. Bundan dolayı gerek tahammül gerek eda olsun
şahitlik için davet edildiği zaman bu davete icabet etmek farzı kifayedir. Hiç kimse
gitmezse herkes günahkar olur. Giden bulunur da maksat hasıl olursa diğerleri de
günahtan kurtulur. Başkası bulunmaz da belli kimselerin gitmesine ihtiyaç duyulursa, o
vakit bunların şahitlik için davete icabet etmeleri kendilerine farzı ayn olur. Bazı
âlimler buradaki "şahitlik yapmamazlık etmesinler" emrinin yalnızca ta h
ammüle, bazı âlimler de bunun tahammüle ve edaya bağlı olmaksızın her ikisine de
ait olduğunu açıklamış iseler de "Ahkâm-ı Kur'ân" da beyan olunduğu
üzere, burada hüküm mutlaktır. "davet olundukları zaman" ifadesi de genel
anlamlıdır.
Bu âyetin nüzu l sebebinde Katade'den gelen bir rivayet şöyledir: "Bir adam
bu hususta oba oba dolaşır, ona kimse aldırmazdı, sonra bu âyet nazil oldu."
denilmektedir. Bundan dolayı eda farizası daha mühim olmakla beraber, ihtiyaç gerekli
kıldığında gerek tahammül ve gerekse eda bakımından şahitlik farzı ayn olur.
Kısacası siz işte böyle yapınız. İster büyük olsun, ister küçük olsun o borcu
veya onun ödeme gününü son süresine varıncaya kadar yazmaktan usanmayınız. Az
olsun, çok olsun yazınız ve vadesinin son taksidine kadar bütün yönleri ve bütün
ayrıntılarıyla yazınız; her bakımdan açık ve anlaşılır olsun, "Zaten
azdır, önemi yoktur, canım işin bu yönü zaten bellidir, yazmaya ne lüzum
vardır." demeyiniz, yazmaya ve ayrıntılarıyla yazmaya üşenip de işi baştan
savmayını z. Bu kısım daha önceki "yazınız!" emrinin bir açıklaması ve
pekiştirilmesi olmak üzere kâtiplere hitap ve tenbih gibi tefsir olunuyor. Fakat bunun
daha geniş kapsamlı olarak senet yazmaktan başka gerek borçlu, gerek alacaklı
tarafından borç miktarının v e ödeme şekillerinin kendi defterlerine de
yazılmasını, ayrıca şahitlerin dahi şehadetini yüklendikleri gerçeği unutmamak
için mümkün olduğu kadar yazmalarını hatırlatmakla hem taraflara, hem kâtiplere,
hem de şahitlere ait bir hitap olması da âyetin kapsa m ı içindedir. Ve gelecek
âyetlere göre bizce bu mânâ siyaka, yani konunun akışına daha uygun görünüyor.
Çünkü ey müminler böyle ayrıntılarıyla yazılması, üç türlü fayda getirir.
Evvela Allah katında en doğru olanı, adalete ve hakkaniyete uygun olanı, en ziyade
adalet ve doğruluk demek olanı budur. Esas belge demek olan takvanın gereğine en uygun
olandır. İkinci olarak şahitliğin yerine getirilmesini en iyi şekilde sağlayandır.
Üçüncüsü kuşkuya, şüpheye düşmemenize yardım eden en büyük sebeptir. Borcu v
e gerçeği bu şekilde iyice yazarak tesbit ettiniz mi, cinsinde, miktarında,
müddetinde, şahidinde, şehadetinde, birbirinize karşı ahlâkî ve hukukî
yükümlülüklerde ve sosyal hayatınızda güven hasıl olur. Şüpheden kurtulur, yakin
üzre bulunabilirsiniz. O ha l de bunları yapınız. Ancak yaptığınız iş aranızda
elden ele alıp vereceğiniz, tamamen peşin ve hazır bir ticaret işi olursa o
başkadır, yahut
meğer ki, iki taraftan aranızda hemen elden alıp elden vereceğiniz hazır bir
ticaret malı bulunursa o zaman mesele yoktur. O takdirde onu yazmamanızda size bir beis,
bir zarar ve bir sakınca yoktur. Demek ki, yine de yazmak fena bir şey değildir.
Müştereken bir kâtib-i adl, bir noter huzurunda senet ve sözleşme yazdırmaya lüzum
yoksa da her ihtimale karşı özel olar a k veya toplam olarak birbirine bir hatırlatma
olmak üzere, mümkün olduğu kadar yazılırsa fena olmaz. Lakin yazı bilmeyen pek çok
kimse için bunda zorluk, meşakkat bulunacağı, bunun da kolaylıktan ziyade, zarar
getireceği için yazmamanızda bir beis yoktur, buyuruluyor, amma velev peşin olsun, bir
alışveriş, bir alım veya satım yaptığınızda işhad ediniz, şahit getiriniz, yani
bu işleri şahit huzurunda alenen yapınız, herkesten gizli bir şekilde yapmayınız.
İşlemleriniz ve malınız şüpheden uzak olsun. Çünkü hırsızlık mal
satmıyorsunuz, normal ve meşru ölçüler içinde alışveriş yapıyorsunuz. Bunun
için alım ve satım işlemlerinin şahitlerin gözü önünde yapılması güven ve
hukuk açısından herhalde bir ihtiyattır. Bütün müfessirler açıkça bildiriyorlar
ki, bu âyet t eki mendubluk ihtiyaç içindir. Bir de ne kâtip, ne de şahit zarar
vermeye kalkışmasın; kendilerine müracaat edildiği zaman icabet etmemek veya yazıyı
ve şahitliği değiştirip tahrif etmek gibi ahlâksızlık yaparak hak sahiplerini
zarara sokmasın, yahut m e chul sîgası olduğuna göre; ne kâtip, ne de şahit bu
yüzden bir zarara uğratılmasın. Bunlara yazmak veya şahitlik gibi görev
yükletilirken, böyle dinî görev verilirken, kendilerince mühim olan işlerinden
alıkonulmak veya belirlenen hududun dışına çıkılıp z i yade tekliflerde bulunmak,
veyahut kâtibe ücretini vermemek gibi bir suretle zarar da verilmesin. Ve eğer zarar
verdirirseniz bu kesinlikle sizin için bir fısk, bir günah ve vebaldir. Hak Teâlâ'ya
karşı itaatsizliktir, Allah'ın itaatından çıkmaktır. B u nu yapmayınız, ve
Allah'dan korkunuz, ikab ve cezasından korununuz, O'nun koruması altına giriniz. Allah
size tane tane öğretecek, daha ziyade bilgiler ihsan edecek, işinize yarayacak,
işinizi kolaylaştıracak ilâhî hükümlerini ve irfanını belletecekt i r. Allah her
şeyi bilir. Bundan dolayı emirlerine itaat, nehiylerinden sakınmak, sözüne güvenmek,
kendisine ta'zim ve saygı ile hukuk ve ticarî işlerinizi, bütün işlemlerinizi yazıp
belgelendirin. Her şeyi yazıp belgeye bağlamanın, din ve dindarlığın, t a kvanın
temeli olduğunu unutmayınız.
283- Ve şayet yolculukta olur, bir kâtip de bulamazsanız, o zaman vesikalarınız,
aldığınız rehinlerdir. Gerçi rehin alınabilmesi bu zamana ve bu şartlara bağlı ve
münhasır değildir. Hazar zamanında
kâtip ve yazı mümkün iken de rehin almak sahih ve caizdir. Fakat kâtip
bulunmadığı, senet ve yazı ile belgelendirmeye imkan olmadığı zaman rehin konusu
kendini açıkça belli eder. Bundan dolayı bu şartlar rehinin sıhhatına ve cevazına
değil, belgelendirmek için be l irliliğin şartıdır. Yani bu şart, seferde
değilseniz ve kâtip bulursanız rehin alamazsınız anlamına değildir. Bunun böylece
mefhumu muhalifi muteber değildir. Mantık açısından da bellidir ki, bir önceki
hükmün geçersizliği, ondan sonraki hükmün de geçersi z liğini gerektirmez. Ancak
şart bulunduğu zaman o şartın gerekli kıldığı şey, yani meşrut gerekir. Şu
halde seferde olmak ve kâtip bulunmamak rehnin cevazının veya sıhhatının şartı
değildir, belki vücub veya mendubiyetinin şartıdır. Ve bu şart da esas itib a riyle
kâtibin bulunmamasından dolayı yazının imkansızlığıdır. Sefer bunun alelade
sebebi ve çokça meydana gelen durumu icabıdır. Başka bir deyişle "kayd-i
ihtirazî değil, kayd-ı vukuîdir". Diğer mazeret sebeplerinden biriyle dahi hazar
zamanında da kâtip b ulunmazsa, hüküm yine böyle olacaktır. Hazar zamanında rehinin
caiz oluşu Peygamber Efendimizin uygulaması ile de sabittir. Çünkü Resulullah hazarda
iken zırhını rehin vermiştir. Bununla beraber âyet şunu gösteriyor ki, senet ve
yazı ile belgelendirmek mü m kün oldukça, müminler arasındaki borç
alışverişlerinde rehin talep etmek caiz olsa da mendub olmayacaktır. Meğer ki bir
mazeret, bir sebep bulunsun. Bir de anlaşılıyor ki, rehinin tamam olması için onun
fiilen alınmış olması şarttır, sözü edilip de alınma m ış olan rehin belge
özelliği taşımaz. Zaten rehin kelimesinin mânâsında hapsetmek vardır. Şu halde
rehinin hisse-i şâyi'a (çok ortaklı mal) olması da doğru olmaz. İşte esas olmak
üzere borçlanmada ve diğer işlemlerde üç türlü belgelendirme vardır: Bunlar y
azı, şahit ve rehindir. Dindarlık ve takva anlayışı, gerçeği belgelendirmeye ve
hakkın yerini bulmasına hizmet eden bu gibi belgelendirmeye engel olmamalı, hatta buna
yardımcı olmalıdır. Müminler borçlanma ve ticarî işlemlerde ve bütün
muamelelerinde bu g i bi belgelendirmelere riayet etmeli ve bu surette helal malı
korumaya ve onu telef olmaktan, kayba uğramaktan kurtarmaya çalışarak, meşru
yollardan kazanç ve üretimi arttırmaya gayret etmeliler ki, insan bu sayede Allah
yoluna infaka güç yetirebilsin. Alla h 'ın gazabına uğrayan ribâ ve benzeri haram
şeylerden sakınsın da takvaya devamı mümkün olabilsin. Görülüyor ki, insan
hakları için bu arada en büyük güvence Allah Teâlâ'ya bağlılık ile, O'nun
emirlerine sarılmak demek olan din ve takva duygusudur. Bu olma y ınca diğer belgelerin
ve ayrıntı sayılan müeyyidelerin faydası pek sınırlı kalır.
İmdi bir kısmınız, bir kısmınızdan, yani bazı alacaklılar bazı borçlulardan
güven içinde olur, rehin almaz ve bu gibi belgelerden hiç birine lüzum görmezse
güvenilen kimse de emanetini gecikmeden tediye etsin, borcunu ödesin. Güvenilmeye
değer ve layık olduğunu isbat eylesin. Demek oluyor ki, yukarıda emrolunan üç
türlü belgelendirmeden hiçbirini yapmayıp da mutlak olarak güvenmek dahi caizdir. O
halde yukarıda geçe n "yazınız!", "şahit gösteriniz!" emirleri
ile "rehin vermek" şeklinde gerekler vücub için değil, mendûbiyet içindir.
Zira bunlar vücub için olursa, o vücûbun bu ikinci şıkla mensuh olması gerekir.
Gerçekten de Hasan, Şa'bî, Hakem b. Uyeyne gibi bazı müfessirler bu son hükmün
öncekileri neshettiğini kaydetmişlerdir. Ancak Abdullah ibni Abbas hazretleri
"Müdayene âyetinde nesih yoktur, âyet muhkemdir" diye açıkça bildirdiği
ve bu âyetin nüzulünün öncekinden daha sonra olduğuna ilişkin bir açıklama da b
ulunmadığı, halbuki tarih muahhar olmadıkça nesih bulunmayacağı yönünde bütün
tefsir âlimlerinin ittifakı ile burada nesih olmadığı söz konusu ise de, bununla
beraber birçoğu yine de buradaki güven şartının nâsih (neshedici) değil, fakat
nedbe bir karine o lduğunu söylemişlerdir. Ata, İbni Cüreyc, Nahaî ve daha
birçokları bu cevaz "Eğer seferde iseniz ve kâtip de bulamıyorsanız..."
ifadesine göre, sefer şartına ve kâtip bulunmaması durumuna bağlı olduğuna göre,
rehnin mendubiyetine karine olursa da imkan o lduğu takdirde bu emirlerin mendubiyete
hamlini gerektirmeyeceğinden, imkan hasıl olduğu takdirde bu emirlerin, yani yazmayı
ve şahit bulundurmayı öngören emirlerin vacip olduğuna kail olmuşlardır. Ahkâm-ı
Kur'ân'da Ebubekr Razî'nin açıklamasına göre, "Fı k ıh mendub olduğu
görüşündedir, fakat her ne olursa olsun kendisine emniyet edilip senetsiz, şahitsiz
borç verilen kişiye emaneti hakkıyle eda etmek farzdır." Kendisine güvenilen
insan boynunda bir farz olduğunu bilsin ve Rabbi olan Allah'dan korksun da o güveni
hiçbir şekilde kötüye kullanmasın. Siz de şahitliği gizlemeyin. Ey şahitler,
ihtiyaç olduğu anda şahitliğinizi eda etmekten hem kaçınmayın, hem de görüp
bildiğiniz gerçekleri gizlemeyin. Ey borçlular siz de içinizde bildiğiniz, görüp
durduğunuz b o rcunuzu inkâr eylemeyin. Zira her kim şahit olduğu gerçeği gizlerse,
muhakkak ki, o kötü kalbli günahkâr bir kimsedir. Şahitliği gizlemek, bildiğini
söylememek öyle dış veya iç uzuvların işlediği günah gibi değildir; bizzat
imanın karargahı olan kalbi n ve ruhun işlediği bir günahtır. Bundan dolayı da en
büyük günahlardandır, kâfirliğe ve inançsızlığa en yakındır. Nitekim Abdullah
ibni Abbas'dan rivayet olunmuştur
ki: "Büyük günahlardan en büyüğü şirk, yalancı şahitlik ve şahitliği
ketmetmektir." Şahitliği ketmetmek böyle bir kalb günahıdır. Allah ise
şahitlik veya şahitliği gizlemek gibi açık, belli veya gizli kapaklı her ne
yaparsanız hakkiyle ve tamamiyle bilir. Sırası gelince de cezasını verir. Sakın
kalbde kalan gizli şeyleri kim bilecek, demeyini z. Zira:
Meâl-i Şerifi
284- Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Siz içinizdekileri açığa
vursanız da gizli tutsanız da Allah onunla sizi hesaba çeker. Sonra dilediğini
bağışlar, dilediğine de azab eder. Allah her şeye kadirdir.
284-KIRÂET: Nâfi, İbnü Kesir, Ebu Amr, Hamze, Kisaî ve Halefi Âşir
kırâetlerinde nın cezmiyle ; İbnü Âmir, Âsım, Ebu Cafer ve Yakup'dan başkasında
nin cezmi ile ve mim'e idğam ile, = , ancak Verş'in kırâetinde idğamsız sadece cezm
ile okunur. Bütün bu okuyuşlarda mânâ farkı yok gibidir.
NÜZUL SEBEBİ: Bu âyetin nüzul sebebinde iki rivayet vardır: Birisi şahitliği
ketmetmek ve doğruyu olduğu gibi söylemek hakkında nazil olmuştur, diğeri ise
müminlerden kâfirleri dost edinip, onları taklid eyleyenler hakkında nazil olmuştur.
Zira kalbin günahının küfür ile yakın ilişkisi sözkonusudur. Göklerde ve yerde
bulunan her şey kayıtsız şartsız Allah'ındır. Bütün gerçekliğiyle ve var olan
düzenleriyle O'nun mahluku, O'nun mülküdür. O'nun tasarrufu ve te d biri altındadır.
Bütün kâinatta Allah'ın ilminden gizli hiçbir şey düşünülemez. O hepsini bilir.
Siz de bunlara dahil olduğunuz için sizin de içinizde ve dışınızda ne varsa, ne
yaparsanız onu da bilir
Ve siz içinizde bulunanı açıklasanız da, gizli tutsanız da, her iki durumda da
sizi onunla Allah hesaba çeker. Bundan dolayı ne açık, ne de gizli olarak hiçbir
fenalık yapmayınız. "içinizde ne varsa" ifadesi mutlak olduğuna göre,
nefsin her türlü hallerini ve hareketlerini kapsamı içine almaktadır. İrade,
yöneliş ve duyuş, düşünüş ve hayal ediş ve her çeşit hatıra ile vesveseler,
şüpheler, inançlar, huylar ve meleler ve bunlarla ruhsal tepkiler, ister ihtiyarî ve
isterse gayri ihtiyarî, sürekli veya gelip geçici, iyi ve kötü nefiste (iç dünyada)
bulu n an her şey buna dahildir. Fakat her şeyden önce âyetteki siyak, yani sözün
gelişi, şahitliği gizlemek ve bildiğini söylememek gibi fena şeylere ait
olduğundan, iyi olanlar dış görünüşüyle sanki hesaba çekilmenin dışında gibi
görünüyor. İkinci bir husus " i çinizde bulunanlar" zarf-ı müstakar
olduğundan, içinizde iyice yer etmiş, karar haline gelmiş olan duygu, düşünce ve
niyetler için açık bir anlam taşıdığından, bir var, bir yok olan gelip geçici ve
kararsız duygular bunun dışında gibi görülüyor. Üçün c ü olarak gizli tutmak ve
açığa vurmak ihtiyarî fiillerden oldukları için insanların iradeleriyle ilgili olan
işlere ve davranışlara, yine kendi içinde bulundurduğu niyet ve tasavvurlara ait
olup, gayri iradî olanlar bunun dışında kalır. Zira hesaba çekilm e k mutlaka
açığa çıkmaya ve gizli kalmaya ait değildir, çünkü niyetlerinin açığa
çıkması da, gizli kalması da kendi takdirlerine kalmış bir şeydir. Bu ise
kesinlikle kasıt ve niyetle olur. Yani iradeli olarak yapılan bütün işler ve ruhî
haller hesaba çekil m eyi gerektirir. Böyle olmayanların gizli kalması da açığa
çıkması da Allah Teâlâ'nın isteğine bağlıdır. Lakin kötülük kötülük
olduğundan, haddi zatında azap ve acı sebebidir. Bunun için her ne şekilde olursa
olsun onun açığa çıkması insanlara başka türlü b ir azaptır. Hele zarurisi
zaruri bir azaptır. Bunda hesaba çekilmek de felahı, yani ruhsal kurtuluşu sağlamaz.
O zaman bunu sağlayacak olan ancak Allah'ın gizli tutması ve bağışlamasıdır. Bunun
için insanlar Allah'ın mağfiret ve affına muhtaç olmaktan kur t ulamazlar. Hasılı
insanların hiçbir şeyi Allah'dan gizli kalmaz. Bundan dolayı insanların açığa
vurmaları ve gizli tutmaları bir önem taşımaz, kendi hür iradeleriyle ve isteyerek
yaptıkları tercihler ve seçimlerle yaptıkları işlerin hepsi hesab kapsamının
içine girer ve hepsinin hesabını Allah sorar ve sorumlu tutar. Tutar da sorumluluk
kesinleştikten sonra dilediğini bağışlar, mağfiret eder, dilediğine de azap eder.
İşte bundan dolayıdır ki, O'nun azabı bile katıksız adalettir; mağfireti de
katıksız ih s an ve inayettir. Gerçi burada önce mağfiretten söz edilip, azabın
önüne alınmıştır. Lakin bunlar O'nun istemesine (meşiyyetine) ait işlemler ve
hükümler olduğundan mağfiretin
kime, adaletin kime nasip olacağını yine Allah'dan başka kimse bilmez. Bu gerçek
karşısında insan olanlar kısmetlerine adalet çıktığında, haklarına düşen
şeyin azab olmaması için, açıkta ve gizlide her türlü fenalıktan sakınıp, kâmil
imanla hayır hasenata sarılmalı, iyilikleri ve faziletleri alışkanlık haline getirip
güzel huylarla do n anmalı, kendilerinde çirkin şeyler huy, meleke ve ahlâk olarak
değil, hal olarak dahi bulunmamalı, kendi içindeki her fenalığı söküp atmaya
çalışmalıdır. Bunlar nasıl gerçekleşir, demeyiniz. Allah her şeye kâdir, hem de
pek ziyade kâdirdir. İnsanları ve bütün içinde bulunanlarla gökleri ve yeri
yaratan, bilerek vücuda getiren Allah, hepsini bir anda yok etmeye ve öldürmeye kâdir
olduğu gibi, ölenleri tekrar diriltmeye, gizli veya açık geçmişin hesabını
sormaya, iyilere iyi, kötülere kötü karşılık ve m ü kâfat vermeye, azabı hak
etmiş olanları bağışlamaya da kâdirdir.
Allah, kendi zat ve sıfatlarına, enfüs (insanların iç dünyaları)ü ve bütün
dış dünyayı, bütün âlemleri şahit getirip ve böylece hükmettirdikten ve herşeyi
bildiğini ilân ettikten sonra, "Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi
Allah'ındır." cümlesiyle "âyetelkürsî"ye yeniden bir göz atma
anlamına gelen bu âyet-i kerime, kalbin günahı olan şahitliği ketm etme işinin ne
kadar ağır cezayı gerektireceğini isbat sadedinde ve dolayısıyla yuka r ıdan beri
sûrenin içine aldığı âyet ve delillerin, mükellefiyet (sorumluluk) ve hükümlerin
genel bir icmalini (özetini) ve toptan bir muhasebesini yaparak, esas açıklamanın
hedefi olan iman ilkelerinden özellikle ahirete iman meselesine getirerek, bunu da dinin
temeli olan Allah'ı tanıma meselesine ve bilhassa ilâhî sıfatlardan ilim, irade ve
kudret sıfatlarına bağladığı sırada tekrar sağlam ve edebî bir "terci-i
bend" neş'e (neşve)si veren "Allah her şeye kadirdir." fasılası ile
sûrenin sonunu ta başın d aki genel bir hitap olan "Ey insanlar! Sizi yaratan
Rabbinize ibadet ediniz!" (Bakara, 2/21) âyetinin öncesine bağlayan ve böylece bu
kadar çeşitli açıklamaların ve değişik hitapların tamamını başı ve sonu aynı
hizada olan bir genel hitapta birleştiren e stetik ve beyan dokusu oluşturmaktadır.
Bundan dolayı bununla sûrenin baş tarafında o genel hitaptan önce olan giriş
kısmına karşılık bir sonuç kısmına başlanmış oluyor ki, bu sonuç da üç
âyetten ibaret olacaktır. Bunlara "havatimi sûreti'l-Bakara" denili r. Bu
üç âyetten birincisi, sûrenin baş tarafında yer alan ve kâfirlerle münafıklar
hakkında olan onbeş âyete (âyet 6-20) dönüktür. Bunu izleyen son iki âyet ise, hem
bu âyetin bazı izaha muhtaç yönlerini açıklamakta, hem de sûrenin en başındaki
mümin ve muttakilerle ilgili kısımla uyum sağlamaktadır. Bu uyumu göstermek ve
bütünüyle gözler önüne sermek için
orada iman ve daha başka özelliklerden sadece nazarî olarak söz eden tasvirler
burada o mümin ve muttakilerin kim olduklarını bilfiil tesbit etmektedir. Şöyle ki:
"Bu kitabın müttakiler için hidayet olduğunda hiç şüphe yoktur... ve işte
onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir." (Bakara, 2/2-5) âyetlerinin
içeriğine göre, hidayet ve ilâhî tebliğin nasıl bir feyiz kaynağı olduğu ve onun
nasıl bir son u ç verdiği, buna bağlı olarak o imanın gerçeğe, o gaybın
görünüre nasıl dönüştüğünü belgelere dayalı olarak anlatmak ve nihayet Fatiha
sûresindeki "Ey Rabbimiz! Sen bizi doğru yola ilet." (Fâtiha, 1/6) duasının
nasıl kabul olunup ne gibi gelişmelere yol a çtığını gözler örüne sermek üzere
buyuruluyor ki;
Meâl-i Şerifi
285- Peygamber, Rabbi'nden kendisine ne indirildiyse ona iman etti. Müminlerin de
hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. "Biz
Allah'ın peygamberleri arasında ayırım yapmayız, duyduk ve itaat ettik. Ey Rabbimiz,
bağışlamanı dileriz, dönüş ancak sanadır." dediler.
286- Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Herkesin
kazandığı hayır kendisine, yaptığı kötülüğün zararı yine kendisinedir. Ey
Rabbimiz, eğer unuttuk ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz, bize
bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz, bize gücümüzün
yetmeyeceği yükü de yükleme! Bağışla bizi, mağfiret et bizi, rahmet et bize! Se n
sin bizim Mevlamız, kâfir kavimlere karşı yardım et bize.
285-KIRÂET: Hamze, Kisaî ve Halefi Âşir kırâetlerinde müfred olarak okunur.
Yakup kırâetinde ile okunur.
NÜZUL SEBEBİ: Rivayet olunduğuna göre, "Siz içinizdekini açığa vursanız
da, gizleseniz de" (Bakara, 2/284) âyeti nazil olunca, bu ashaba pek ağır geldi,
toplanıp Resulullah'ın huzuruna vardılar, diz çöktüler: "Ey Allah'ın Resulü,
namaz, oruç, cihad, sadaka gibi gücümüzün yeteceği amellerle mükellef olduk. Şimdi
ise bu âyet i ndirildi. Halbuki bizim buna gücümüz yetmiyecek." dediler ve
"Herbirimiz, kendi gönlünde öyle şeyler konuşur ki, dünyaları verseler
bunların kalbinde bulunmasını arzu etmez." diye insanın elinde olmadan içinde
bulunan duygu, düşünce, tasarı ve hayallerden söz ettiler. Peygamber (s.a.v.) onlara:
"Siz de sizden önceki Kitap ehli gibi, duyduk ve karşı koyduk mu demek
istiyorsunuz? 'duyduk ve uyduk, ey Rabbimiz ğufranını dileriz, dönüş ancak sanadır,
deyiniz!' buyurdu. Bunu hep birlikte okumaya başladılar, o kudukça dilleri alıştı ve
gönülleri yatıştı. O zaman âyeti nazil oldu. Böylece Allah'a tazarrû ve niyaz ile
yalvarıp yakardıklarından, istiğfar edip Allah'a sığındıklarından dolayı bir
süre sonra arkasından âyeti nazil oldu ve güçlerinin yetmiyeceği ve e llerinde
olmayan şeylerden hesaba çekilmeyecekleri bildirilerek, endişeleri giderilmiş oldu.
Demek ki, Ashab-ı Kiram "Siz içinizdekini açığa vursanız da gizleseniz de Allah
onunla sizi hesaba çeker." nazmı celîlinin gizli ve açık yönleriyle bütün
ihtimal l erini dikkate almışlar ve bu âyetin gerekli kıldığı sorumluluğun akla
doğan düşünce ve duyguları da kapsamı içine alma ihtimalinden korkmuşlar ve
kendilerince âyetin insan gücünün üstünde bir sorumluluk yüklediğini düşünerek,
bunun böyle olmaması gerektiğ i ne hükmedip Hz. Peygamberden, her ihtimale karşı bu
hükmü
yorumlayacak bir açıklama aramışlardı. Buna karşı her şeyden önce kayıtsız
şartsız itaat, istiğfar ve yalvarma ile emrolununca derhal itaat gösterdiler.
İçlerinde kaçınılmaz olarak mevcut bulunan endişe ve korkuya rağmen, ilâhî
sorumluluğa ve Hz. Peygamber'in emrine boyun eğdiler ve hiç itiraz etmeden olduğu gibi
kabul ettiler. Allah Teâlâ da evvela bunların kâmil imanlarını, bu söz
dinlemelerini ve emre uymalarını, alçak gönülle yakarmalarını, "Ra b bena,
Rabbena" diye yalvarmalarını ve yalnızca kendisine sığınmalarını övgüyle
dile getiriyor. Onları medh ü sena ederek bu şekilde dua etmeye devam etmelerini
teşvik ediyor ve destekliyor. Ayrıca bir müddet sonra lütuf ve merhametini açığa
vurup, "Allah hiç kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez." şeklinde
iltifatta bulunuyor. İstek ve ihtiyaçlarına uygun olarak hüküm göndermiş ve
ızdıraplarına sebep olan hayal ve hatıra sorumluluğundan doğan endişeyi
gidermiştir ki, işte itaatın ve Allah'a sığınmanı n ürünü daima böyledir.
İtaat vesvese ve endişeyi yok eder. Hasan ve Mücahid ile İbnü Sirin'den, bir
rivayette de İbnü Abbas'dan naklen anlatıldığına göre, den itibaren bu son iki
âyet, Cibrîl vasıtasıyla nazil olmamış, Resulullah bunları Mirac gecesinde v
asıtasız olarak işitmiştir. Bundan dolayı Bakara Sûresi Medine devrinde nazil
olmuştur, ancak o takdirde bu iki âyet müstesna olarak daha önce nazil olmuş
demektir. Bununla beraber bir başka rivayette İbnü Abbas, İbnü Cübeyr, Dahhak ve
Ata: "Bunlar da Med i ne'de Cibrîl ile nazil oldu." demişlerdir. Gelelim
mânâsına:
O Peygamber, yani bu indirilmiş kitabın tebliğiyle görevli olan peygamber, o özel
muhatap, yukarıda "kulumuz" (Bakara, 2/23), "Muhakkak ki sen
peygamberlerdensin", (Bakara, 2/252), "Peygamberlerin bazısını yüksek
derecelere erdirmiştir." (Bakara, 2/253) özellikleriyle bilinen o muhteşem
peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.), Rabbinden kendisine indirilmiş olanın hepsine iman
etti, peygamberliğini şüphe ile değil, bu iman ve bu y akîn ile yaptı. Rabbinden
gelene hem kendisi inandı hem de onun ümmeti olan ve yukarıda genel özellikleri
açıklanan o müminler. Onların hepsi, Allah'a ve Allah'ın meleklerine, kitaplarına
-yahut kitabına-, peygamberlerine, onlar da Allah'ın peygambe r leri olmalarından
ötürü, inandılar, iman getirdiler. "Allah'a, bize indirilene ve bizden önce
indirilene... inandık, deyiniz" (Bakara, 2/136) gibi emirlere uyarak biz Allah'ın
peygamberlerinden hiç birisinin arasını ayırmayız. Birinin peygamberliğini k a bul
ve tasdik edip, bir diğerini inkâr ederek aralarında fark gözetmeyiz,
hepsini kendi derecelerine göre peygamber olarak tanırız. "İşte bunlar
peygamberlerdir, bir kısmını bir kısmına üstün kıldık." (Bakara, 2/253
âyetine bakınız). İşte böyle iman ettiler ve bu iman ile dediler ki: dinledik ve
itaat ettik, Hak'tan gelene kulak verdik, iyice dinledik ve anladık; kerhen değil
tav'an, kendi rızamızla, seve seve söz tuttuk, emre uyduk. Ğufranını (affını)
niyaz ederiz ey Rabbimiz! Ne kadar itaat eder s ek edelim yine de kusurumuz çok. Hele
nefse doğan, içe dolan duygu ve düşüncelerden kurtuluş yok. Akibet varılacak yer,
son durak ancak sensin. Senden geldiğimiz gibi, dönüp dolaşıp yine sana geleceğiz.
Ölüm, ahiret, yeniden diriliş, bunların hepsi hak v e gerçektir ya Rabbi! Öldükten
sonra dönüp sana varılacak, sana hesap verilecek, sen de dilediğine mağfiret ihsan
edip, dilediğine azap edeceksin; işte biz şimdiden sana sığınıyoruz ve senin
bağışlamanı diliyoruz.
286-Bu müminler Allah'ın emirlerini ve onlara yüklediği görevlerini böyle güzel
bir itaat ile kabul edip ahirete yakînen iman ve bu iman ile Allah'dan gufran talep
eylediklerinden dolayı, ilâhî rahmetten şu iltifat ile cevaba nail oldular:
Allah kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez, yükleyemez değil,
yüklemez. Allah'ın kendi kullarına yüklediği sorumluluk, kulların güç yetireceği
kadardır ve hatta onun çok altındadır. Allah insanları zora koşmaz, güçlerini son
sınırına kadar zorlamaz, sıkıntıya sokmaz, müşkülat ve meş a kkat vermez.
Mükellef olan kullar o görevleri güçleri rahat rahat yetecek şekilde yapabilirler.
Nitekim "Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez..." (Bakara, 2/185)
buyurmuştur. Hak din kolaylıktır, onda zahmet yoktur. Böyle olması da güç yetmez
bir s orumluluğu yüklemeye Allah'ın kudreti olmadığından değildir, sırf fazl u
kereminden ve rahmetindendir. Bu suretle Allah'ın kullarına bahşettiği güç ve takat
onlara emrettiği görevlerden daha fazladır. Bu sayede onlara görevlerini yaptıktan
sonra dinlenece k, gezip dolaşacak, dünya ve maişet işlerinde çalışacak, hatta daha
başka emredilmemiş olan hayır ve hizmet işleriyle ilgilenecek zaman ve imkan
kalabilecektir. Nitekim kullar farzları yaptıktan sonra daha neler neler yapabilirler.
Mesela günde beş vakit n a mazdan başka daha ne işler görebilirler. Gerçi sorumluluk
iradeye bir anlamda zahmet yüklemek demektir, her zahmet de bir enerji tüketimini
gerektirir. Bu hikmetten dolayı her yükletilen sorumluluk ona güç yetirebilme
şartına bağlıdır. Fakat o yükün bu gü c ü zorlamaması da şarttır. Yani her bir
ferdin sorumluluğu gücüyle ve kapasitesiyle ölçülmek gerekir. Bundan dolayı
kişilerin güç ve takatleri farklı olduğundan, gücü ve kapasitesi fazla olanların
sorumluluk dereceleri de fazla olacaktır ki, adalet ve eşit l ik de bunu gerektirir.
Mesela, malı olmayan zekatla mükellef olmayacağı gibi, çeşitli
zenginlerin zekatları da bir ölçü çerçevesinde değişik olur. Zenginlik
derecesine göre kimi on, kimi yüz verir. Fakat hepsi de aynı nisbet dahilinde, mesela
kırkta birdir. Kudret hesaba katılmayarak, nüfus başına eşit olarak şu kadar
verilecek demek, bu temele aykırı düşer. Yine bunun gibi, ümmete toptan yönelik olan
farzı kifayenin fertlere ilişkisi de böyledir. Ayrıca bir şahsın uhdesine düşen
sorumlulukların toplamı he s ap edildiği zaman dahi onun gücünü aşmamalıdır.
Bunun için bazı sorumluluklarda zahmetsiz ve külfetsiz kudret-i mümekkineden başka
bir de kudret-i müyessire denilen, yani daha da kolaylık esasına dayanan bir kudret de
şart olmuştur. Velhasıl bu âyet, hikm e t-i teşrî'in en büyük esasını özet
olarak ifade etmiştir. Sorumluluk onu yüklenecek olanın kapasitesi ile orantılıdır.
Herkesin kesbettiği (kazandığı) kendi lehine (çıkarına), iktisap ettiği de kendi
aleyhine (zararına)dir. Kesp ve iktisap lügatte, Kur'ân'da bir ve aynı mânâya
kullanıldığı gibi, farklı olarak da kullanılmıştır. Kamusta dahi gösterildiği
üzere, evvela kesib, iktisab, tekasüb, rızık aramaktır; yani faydalanacak, hazz
alacak bir şey istemek ve aramaktır ki, bulmak ve ele geçirmiş olmak şart değildir.
İrade-i cüz'iyye, bir güç sarfetmek demektir. Türkçesi çalışmak, çaba harcamak
demek olur. Kesp ile iktisabın farkı olmayınca birinin lehe, öbürünün aleyhe
olması ancak ilgi alanlarından kaynaklanabilir. Bu açıdan kelimesindeki ile ke l
imesindeki nın anlamları birbirinden ayrılarak birincisi Allah'ın teklif ettiği
hayır, ikincisi Allah'ın nehyettiği şer ile tefsir edilmiştir. İkinci olarak kesb,
isabet demektir; yani hedefini vurdurup, istediğini elde etmektir ki, Türkçe kazanmak
an l amına gelir. İktisab ise gerek isabet etsin, gerek etmesin mutlak anlamda tasarruf
ve gayret göstermek, yani çalışıp çabalamaktır. Bundan dolayı bir bakıma kesibden
daha genel, bir bakıma da daha özel bir anlam taşır. İşte bundan dolayı bu iki
kelime birb i rinin yerine kullanılabilir. Üçüncü olarak, kesib kazandırmak
mânâsına gelir ki, o zaman iki mef'ûl alır: "Filâna mal kazandırdım."
denilir. Şu halde iktisap bu mânâya karşılık olduğu zaman, dönüşümlü fiil olur
ve kazanmak, yani başkasının kazandırmasıyl a kazanmak demek olur. Bu mânâya esas
olmak üzere Rağıb İsfehanî şunu da beyan eder ki: "Kesib hem kendisi, hem
başkası için kazanıp aldığına, iktisab ise sırf kendisi için istifade ettiğine
denilir. Bundan dolayı her kesib iktisab değildir, fakat her ikti s ab kesibdir. Bunlar
gibidir..." Bunun için iktisab şehvet ile, kesb ise hikmet ile ilgili olur. İşte
bu mânâların her biri bakımından değişik anlamlar ifade edebilir. Bu cümleden
olmak üzere:
1- Her nefsin istediği, yaptığı iyilik, kendi lehine, kendi iyiliğine, kendi
yararınadır. Sonunda da sevabı ancak kendisinin olacaktır. Aksine yaptığı
kötülük, yüklendiği vebal de yine kendi aleyhine, kendi zararınadır. Sonuçta o
yaptığının azabı kendisine aittir. "Kim bir iyilik yaparsa kendi lehinedir, ki m
bir kötülük işlerse kendi aleyhinedir". (Fussilet, 41/46) Yani herkesin
yaptığı iyilik kendine, yaptığı kötülük yine kendinedir. Allah'ın emrettiği
görevler de iki kısımdır: Birisi dışarda ve içimizde veya her ikisinde
yapılmasını emrettiği şeylerdir. Bu n lar hayır, hasenat ve iyi hizmetlerdir.
İkincisi de yapılmamasını emrettiği, yani yasak kıldığı şeylerdir ki; bunlar da
şer, kötülük cinsinden olan şeylerdir. Öncekileri yapmak faydalı, yapmayıp terk
etmek zararlıdır. Sonrakileri yapmak zararlı, yapmayıp t erketmek faydalıdır.
Bunların yararları ve zararları da Allah'a değil, mükellef olan kullaradır. Bundan
dolayı ilâhî teklifler kapasiteye göre olmak gibi bir kolaylık sağladıktan başka,
her mükellefin sarfedeceği emeği zararına harcatmayıp tamamen onun ya r arına tahsis
ettirmek gibi bir özel faydayı, bir ilâhî rahmet ve merhameti de içine almaktadır.
Bunun için Allah kullarına hiçbir görev yükletmese, hiçbir teklifte bulunmasa acaba
daha büyük bir rahmet olmaz mıydı gibi bir vesvese hatıra gelmesin. İlâhî r a hmet
ve inayet, hırs ve şehvetin itmesiyle zarara sürüklenmekten nehyetmeye ve ebedî
menfaat ve kazanç elde etmek için mükellef tutmamaya elverişli olmaz. O'nun rahmeti
kullarını başıboşluğa terketmeye müsait olmaz. Zararlar ve faydalar karşılıklı
olarak d engelidir. Zarar söz konusu olmasa idi, fayda da söz konusu olmazdı. Allah'ın
kulları mükellef kılması onlara zarar vermek için değildir, zararlardan korumak
içindir, faydalı olana yönlendirmek içindir. Külfet nimete göredir. İşte bu
hikmetten dolayıdır k i, Allah verdiği güç ve kudretin üstünde yük yükletmez.
Yükletirse o zaman faydadan ziyade zarar, nimetten ziyade külfet yükletmiş olur. Bu
ise mükellefiyet olmaktan çıkar ceza olur. Bunu da Allah'ın adaleti ve rahmeti, ancak
görevi kabul etmemenin bir cez a sı olarak tayin buyurmuştur. Bundan dolayıdır ki,
buyurulmuştur. Bu cihetle ilâhî emirle yükletilen görevlere tamamen "duyduk ve
uyduk" demeyen ve Hakk'ın koyduğu kurallar çerçevesinde kesib yapmayanlar
sonuçta böyle bir cezalandırmaya uğrarlar. Niteki m ahirette "Cehennemin
kapılarından haydi girin bakalım!" (Zümer, 39/72) emri, böylelerine
takatlarının üstünde yapılmış olan bir cezalandırma şeklidir. Hakkın koyduğu
kanunlar ile amel etmeyen milletler veya kişiler bu şekilde nelere uğramışlardır.
Bund a n sonraki duaların öğretim tarzı da bu hikmetle ilgilidir.
Allah Teâlâ kullarının daha işin başında böyle zararlara uğramalarına razı
olmadığından onları mükellef tutmuş ve teklife uygun bir kapasite ile yaratmış ve
adaleti sayesinde nimetle külfeti karşılıklı olarak dengede tutmuştur. Madem ki bu
böyledir, o halde insanlara da nimete göre külfete katlanmak ve hatta Allah'ın
mükellef kıldığı görevlerden artan gücü ve takatı boş yere harcamıyarak, nafile
ibadetlere hayır ve hasenat işlerine sarfedip nimet v e menfaati arttırmaya çalışmak
yaraşır. Böylece "Yaptığı iyilik lehine, yaptığı kötülük de
aleyhinedir." formülü, hem emir ve teklifteki faydayı açıklamış ve onu
kabullenip yapmaya sevketmiş, hem de farz olan görevlerden başka hayırlara ve
nafilelere de teşviki kapsamı içine almış olur ki, buna "nedb" tabir
olunur.
2- "Her nefsin kazandığı, yani yolunca isteyip elde ettiği kendi yararına,
aksine veya körü körüne çalışıp boğuştuğu da kendi zararınadır". Bundan
dolayı kapasiteye göre teklif, o faydayı elde etmeye ve bu zararı def'etmeye ilişkin
hikmete dayanmaktadır. Zira teklif olmazsa insan atıl ve tembel olur. Teklif kapasiteye
göre olmazsa o zaman da çabalar, boğuşur durur, bir şey elde edemez. Her ikisi de
zararlı olur. Bir de Allah kapasiteye gör e sorumluluk vermemiş olsa, hayra ve nimete
varmak için; ya yol göstermemiş, ya da yolun ne olduğunu belirlememiş olurdu. O zaman
insanlar boş durmak istemedikleri takdirde, yanlış yollara sapmış veya boşu boşuna
uğraşıp didişme durumunda kalmış olurlardı. Takattan fazla teklif yapsa ona takat
yetişmez ve kazanç olmaz ve çabalar boşa giderdi. Her iki halde de Allah kullarının
hayrını istememiş, zararlarını istemiş olurdu ki, bu da Rahmân ve Rahîm olan
Allah'ın merhametine aykırıdır. Bu mânâya göre, kesb ve i ktisabın kapsamına
giren konularda esasen "şer" hiçbir şekilde sözkonusu olmayabilir. Her iki
da hayırdan ibaret olabilir ki, biri ele geçen, elde edilen hayır; öbürü de ele
geçirilemiyen hayırdır. Yani yoluna ve usulüne uygun olarak hayır kazanmak bütün ü
yle faydadır. Şer öyle dursun hayır kazanacağım diye körükörüne çabalamak,
boğuşup durmak bile zarardan başka bir şey değildir. Çünkü sonuç boşa çıkarsa
emek heder olur gider ve ihtimaldir ki, daha büyük tehlikelere ve şerre kadar gidilir.
Bilgisizlik bun u n için zararlıdır. İşte kapasiteye göre olan ilâhî teklif
hayrın yolunu göstermekle o menfaatı temin etmiş ve enerjiyi telef etmeyerek bu
zarardan korumuştur.
3- "Her nefsin hem kendisi, hem başkaları için kazanıp elde ettiği sırf
kendi lehinedir. Asıl kazanç böyle kazançtır ki, hayır buna derler. Hayır her
halükârda sahibinindir. Bunun aksine şehvet ve hırsına mahkûm olarak ve yenik
düşerek
'ben, ben' diye yalnızca kendisi için kazandığı da zararınadır." Zira o tek
başına yaşayamaz. Kazanmak için başkalarının varlığına muhtaçtır. Bundan
dolayı Allah'ın teklifi, bu faydaları sağlamak ve o zararı önlemek içindir. Bunda
bencillikle diğergamlığın güzel bir ayırımı vardır.
4- "İnsanın kazandırdığı sırf kendi lehinedir . Ona hak ve menfaat sağlar.
Fakat başkasının kazancıyla yaşaması, başkasının sırtından geçinmesi de
aleyhinedir". Görev borç sayılır, fakat borçlu açısından yenilgiyi ve
ezikliği gerektirir. Veren el, alan elden hayırlıdır. Bundan dolayı teklifin
kapasiteye göre olmasında mükellefi, el a ç maya muhtaç olmaktan korumak ve onun
haklarını savunmak anlamı vardır. Bunun için yüce Allah, hayır yollarına infakı,
alışve-rişte sağlamcı ve gerçekçi olmayı teklif etmiş, dilenmekten, ribâdan ve
saldırganlıktan nehyetmiştir.
Çoğunlukla tefsir âlimleri, bu dört mânâdan birincisi üzerinde durmuşlar.
Diğerlerinin her birini birer yönden ona eklemişlerdir. Bundan dolayı birincisi asıl
tefsirdir. Zira ilâhî teklifin bütün inceliklerini içine almaktadır, ayrıca çok
açıktır.
Şimdi Cenab-ı Allah "işittik, emre uyduk, ey Rabbimiz ğufranını dileriz,
dönüş yalnızca sanadır." diyen müminlerin yakarışına ve sığınmasına
karşılık olmak üzere işte bu cevabı verdi. Kolaylık ve yükü hafifletmeyle ilgili
olan bu açıklamasıyla onların telaşlarını giderdi. Bu sur e tle Allah kelâmı
yalnızca Resulü ile değil, yukarıdan beri yapılan açıklamalar çerçevesinde ona
iman eden ümmeti ile de bir konuşma ve münacat şeklinde tecelli eyledi ki, bu üslup
özellikle Fatiha sûresinde de böyle geçmişti. Bu, Kur'ân okuyan veya dinley e n
müminlerin ara sıra kendilerini bizzat Cenab-ı Allah ile konuşma halinde bulmaları
gibi büyük bir nimeti dile getirmeyi de içine alır. Bu derece ihlasla ve itaat
duygusuyla kendilerini Allah huzurunda hissedenler, yalnızca Allah'a muhatap olmak
şerefin e ermekle kalmıyacaklar; o yüce huzurda söz söyleyebilmek için kendilerine
izin verileceğinden, bizzat Allah'dan dilek dileyebilmek şerefine de erecekler. İşte
bu visal makamının kuvvet ve şerefini göstermek için Cenab-ı Allah, yeni baştan bir
cevap demek o lan bu kelâmını bir fasıla ile ayırmakla beraber, bir taraftan da yine
onların sözleri ve onlardan hikaye olunuyormuş gibi bir üslupta ifade buyurmuştur.
Çünkü mutlak anlamda "duyduk ve uyduk" diyen o müminler, aradıkları bu
cevabı, bu kolaylığı ve bu rah m eti öncelikle ve hemen kabul edip ikrar eyleyecekler
ve aynen tekrarlayacaklardır. Esas içeriği de kendi düşüncelerine uygun olduğundan
bu
âyet dahi onların sözleri gibi olacaktır. Bu nükte ile bu âyet dahi onların
dilinden hikaye ediliyormuş veya onların duaları arasındaki bir ara cümlecik olarak
bulunuyormuş gibi bir tarz-ı müteşabih olarak sevk buyurulmuştur. Bu üslup ile
mükellefiyetin inceliğini açıklayan bu cevap kendilerine güçlerinin üstünde yük
yükletilmeyeceğini ve aksine kapasiteye göre kolaylığın murad edilmiş olduğunu
müjdelerken aynı zamanda güç yetirilemeyecek bir mükellefiyetin haddizatında
mümkün olduğunu dolaylı olarak ifade etmiştir ve bununla beraber kesbin, yani
çalışıp kazanmanın değerini ve nimetin külfete göre olduğunu anlatarak, mük e
llefiyetten arta kalan güçlerin, emredilmemiş ve farz kılınmamış olan hayırlı
işlere harcanmasını teşvik ederek "Mümin kulum bana nafile ibadetlerle durmadan
yaklaşır." kudsî hadisin içeriğini de anlatmış olduğundan özendirmesiyle
uyarısının etkisi a l tında tekrar ve yeniden bir itaat azmi ve günah korkusu ile,
dua ve yakarmaya yol açmakla bu cevap cümlesi aynı üslupta ve bütün arzularına
uygun olarak gayet önemli ve maksada elverişli dualarla sona erdirilmiş, şimdi de
şöyle deyiniz diye emir verilmeks i zin bu da önceki dualarının devamı ve sonu
şeklinde öğretilmiştir. Bundan dolayı burada Nahiv ilmi (dil bilgisi) açısından
üç vecih vardır. Birisi dan başlayarak sûrenin sonuna kadar tamamı nun
"mekûlü" olmaktır. İkincisi yine böyle olup, ancak kısmı arada bir ara
cümlecik (cümle-i mu'teriza) halinde bulunmaktır. Üçüncüsü de bundan sonra yine
bir "deyiniz" takdir edilmektir. Yani, ey müminler şu halde duadan
ayrılmayınız da şöyle deyiniz; Ey Rabbimiz! Unutursak veya hata edersek bizi sorumlu
tutma. Yani, kapasitemiz ölçüsünde teklif ettiğin vazifeleri en iyi şekilde eda
etmeye, hatta gücümüz yettikçe daha fazla hayırlar kazanarak ileri gitmeye, yeni
baştan bir itaat ve iştiyak duygusuyla azmettik; fakat farz kıldığın vazifelerden
birini beşeriyet i c abı unutur veya iyi, meşru bir şey yapmak isterken yanlışlıkla
haram kıldığın, yasakladığın şeylerden birine bilmeyerek düşer de hata edersek,
bu da hayrı terketmek veya şer olan bir şeyi işlemek cinsinden bir iktisab
olabilecektir, ise mutlak olduğunda n bunlardan sorguya çekilmek ihtimal dahilindedir.
İşte bundan dolayı ne unutma ve hatanın kendisinden, ne bizi unutma ve hataya
sürükleyen sebeplerden, ne de bunlardan biri sebebiyle iktisab etme durumunda olduğumuz
hayrın terkinden veya şer fiilinin işl enmesinden biz Muhammed ümmetine dünyada ve
ahirette ceza verme, azab eyleme.
Unutma ve hata iki türlüdür: Birisi sahibi mazur görülebilir cinstendir ki, bunda
sahibi mazur görülebilir, diğerinde görülmez. Mesela bir kimse üzerinde bir pislik
görse de bunu temizlemeyi geciktirse, sonra unutup namaz kılsa, mazur olmaz. O pisliği
görür görmez temizlemediğinden dolayı kusurlu hareket etmiş olur, lakin görmezse
mazurdur. Yine bunun gibi, bir kimse bir ava tüfekle ateş etse de bir insan vursa, orada
insan b ulunabileceğini ve bulunduğu takdirde ona isabet edip etmiyeceğini hesaba
katmamış ve bu hususta gerekli önlemlere riayet etmemiş ise mazur olmaz. Yine aynı
şekilde insan dinî emirleri ve şer'î görevleri bellemeye çalışmaz ve belledikten
sonra da unutmama k için tekrar tekrar mütalaa eylemez de unutursa, böyle bir unutmadan
dolayı mazur olmaz. Bunun için yukarıda belgelendirme usulleri gösterilmiş ve
borçların yazılması gerektiği üzerinde durulmuştur. İşte bundan dolayı bazı
unutma ve hatalardan kaçınmak, i n sanoğlunun gücü dışında ise de bazılarında
durum böyle değildir. Yine bundan dolayıdır ki, "gücünün yettiğinden
başkası..." ifadesi genel anlamda bütün hata ve unutmalardan sorguya
çekilmeyeceği anlamına gelmez. Âyet sorguya çekilme ihtimalini bütünüyl e ortadan
kaldırmış değildir. Bunların elde olanlarının in kapsamı içinde bulunduğu da
gözden uzak tutulmamalıdır. Demek ki, mesele müşkildir. Unutma ve hata ile
yapılmış olan fenalıklar haddi zatında zararlı, gayri meşru ve insanın gücüne
bağlıdır. Unu t arak veya hata ile yutulmuş bir zehirin zararı yoktur denilemiyeceği
gibi bunlar da böyledir. Kötülükler ve günahlar tıpkı zehir gibi zararlıdır.
Hasılı hiç unutmamak ve hiç hata yapmamak insanın gücünün üstünde bir şey de
olsa, bunlar sebep oldukları işi n Allah katında, yani özünde sonucunu değiştirmez,
hepsi de hükmüne dahil olurlar. Bunun için insanlar bunlardan mümkün olduğu kadar
uzak durmak ve sakınmak ile de yükümlüdürler. Hata ile adam öldürmede olduğu gibi,
hata konusunda bazı mükellefiyet hüküm l eri vardır. Unutmak ve hata etmek kul
hakkındaki zararın tazminine engel olmaz. Bunlara işaretledir ki, "bizi mükellef
kılma!" denilmemiş, "bizi sorumlu kılma!" denilmiştir. Bu şekilde
gerek hatadan, gerek unutmadan, gerekse bunların ön şartlarından ve s ebeplerinden,
hatta gerekse sonuçlarından mükellefiyetsizlik değil, sorumlu tutulmamak niyaz
edilmiş ve istenmiştir. Böyle bir öğretim iyilik ve adaleti de içine almıştır.
Nitekim "Hata ve unutmadan doğan sorumluluk ümmetimden kaldırılmıştır."
hadis-i ş e rifi bununla ilgilidir. Evet hataya düşmemiz ve unutmamız da kötü bir
şeydir, fakat lütfunla bunlardan dolayı bizi sorumlu tutma!
Ey Rabbimiz! Bize bizden önceki ümmetlere yüklettiğin gibi ağır yük de yükleme.
Bizi asâ ve isyan milletleri gibi yapma! Yani bizi diğer milletlere yaptığın gibi
yerinden kımıldatmaz, sıkıştırır, zor dayanılır ağır boyunduruklar, şiddetli
mîsaklar, ağır tabiiyetler, meşakkatli buyruklar, katı kanun ve kurallar ve
uygulamalar altında bulundurma, sonuçta mükelleflerini meshederek (suretlerini
değiştirerek) maymunlara, domuzlara çevirecek sıkıntılara koşma. Bizim
kurallarımızda ve sosyal hayatımızda zorluklar, zorlamalar, baskılar olmasın
Rabbimiz.
İSR : Lügatte esas anlamı esaret ve hapis mânâsıyla ilgili olup, altındakini
ezen ve yerinden kıpırdatmayan ağır yük ve bağ demektir ki, boyunduruk gibi, ağır
misaka, zor dayanılır ahde ve bağımlılığa, yine bunun gibi akrabalık ve
yakınlığa da denilir. Anlaşılıyor ki, tarihlerde görüldüğü üzere, yahudi ve
hıristiyanlar g ibi önceki ümmetlerde katı hükümler ve yükümlülükler vardı.
Tefsir âlimlerinin açıklamalarına göre, meselâ yahudiler günde elli vakit namaz
kılmak ve mallarının dörtte birini vergi vermek, pislik bulaşan elbiseyi kesmek,
vatanlarından sürülüp çıkarılmak, b irçok konuda hemen idam cezası uygulanmak,
tevbe etmek için intihar ile yükümlü olmak, bir isyan üzerine hemen ceza verilmek,
herhangi bir hata meydana gelirse helâl olan yiyeceklerden bazıları yasak kılınmak
gibi hükümler vardı. Kaffal Tefsiri'nde denilm i ştir ki, "Yahûdilerin ellerinde
Tevrat diye iddia ettikleri kitabın beşinci sifri iyice gözden geçirilirse, onların
ne kadar katı hükümlere, ne kadar çetin misaklara tabi tutulmuş oldukları daha
birçok acaip hükümlerle birlikte görülür. İşte müminler bu g i bi
sıkıntılardan, zorluklardan korunmalarını niyaz ettiler ki, Allah da fazl u keremi
ile ileride gelecek olan "Üzerlerindeki ağır yükü kaldıran ve bağları
çözen..." (A'raf, 7/157) âyetiyle bunları giderdi.
"Allah kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez" buyurulduktan sonra
bu duaya ne hacet vardı? denilmesin. Çünkü önce vüsu' yani kapasite kelimesinin
anlamı takat kelimesinin anlamından daha geniş kapsamlı ise de onun takat yerine
kullanıldığı da meşhurdur. O halde mükellefiyetin takat ile oran t ılı olması da
ihtimal dahilindedir. Bu da baskı ve şiddetten başka bir şey değildir. Önceki
ümmetlerde bunun meydana gelmiş olduğu da sabittir. Bundan dolayı bu mücmel
mânânın ortadan kaldırılıp, vüs'un açık olan kolaylık anlamına olması
dilenmiştir. İkin c i olarak, amel, yükümlülük kelimesinden bir bakıma daha geniş
kapsamlıdır. Bunların bizzat ilâhî teklifin ve teşrî'in eseri
olarak değil, tam aksine bunların zıddına hareket eden Firavun vesaire gibi
azgınların tasallutu ile terbiye olması da mümkündür. Bunun için yerine
denilmiştir. Sûrenin başından beri sürüp gelen İsrailoğulları kıssalarında her
iki yönden de uyarılar olmuştur. Aynı mânâ şu duada daha ziyade
düşünülebilmektedir.
Ey Rabbimiz! Bize gücümüz yetmeyen şeyleri de yükletme; hiç çekilmez, takat
getirilmez, yükletilecek olursa yerine getirilemez, isyan ve ihtilale sevkeder,
uygulanacak olursa cezalandırma olur, mahveder, helak eder, takat yetişmez belalar,
sevdalar altında inletme ey Kâdir Rabbimiz! Çünkü Sen herşeye kâdirsin. Bunu
rahmetinden dolayı yükümlülük olarak yapmazsan da imtihana çekmek için ve
isyankârlara gazabından dolayı cezalandırmak için yapabilirsin. Her şey senin istek
ve iradene bağlıdır. Bundan dolayı bize yükümlülük olarak, ne imtihan olarak, ne
de ceza olarak g üç yetmez şeyleri yükletme, hasılı müjden Muhammed ümmetinedir.
İşte sağladığın bu kolaylık, bu hafifletme, bu ümmete bahşettiğin iman feyzi,
itaat duygusu, ihlas, irade gücü ve Hakk'a bağlılık gibi güzel hasletler ile
bağlantılıdır. Elbette bu kanunu t anımayanlar, bunun çerçevesinden dışarı
çıkmak isteyenler, genel anlamda bu yükümlülüğün çerçevesi dışına
çıkabilecek değiller, o zaman onlara birbirlerinin gereği olan, hak ve hukuk
tanımayan kapasite ve güç dinlemeyen yükümlülükler koyduracaksın; kâfir, kâfir
olmakla mükellefiyetsiz yaşayamayacak, fakat hakka uymadığından halka haksız ve
yersiz yükümlülükler getirecek ve karşılığında da haksız tepkiler alacaktır ki,
bu da aynı zamanda adalet ve hakkın gereği olarak yine Senin yükletmiş olduğun bir
yük ol a caktır. Bu açıdan bakılırsa âlemde her kavmin kendine göre bir kanunu
olduğu görülür. Ve o kanun kaçınılmaz şekilde ilâhî bir yüklemenin varlığına
dayanır. Şu kadar ki, müminlerinki müstakimdir ve ilâhî rahmet eseridir;
kâfirlerinki gayr-i müstakimdir, do l aylı olarak ilâhî adaletin ve gazabın
eseridir. Müminlere adalet olan şey kâfirlere adalet olmaz, kâfirlere adalet olan şey
de müminlere adalet olmaz. Bütün bu liyakat ümmetin ruhunda ve kalbindedir. Kalbler
ise "Ya Rab! Sen Rahmân ve Zülcelal'in iki parm a ğı arasındadır. Onu
dilediğin gibi evirir çevirirsin. Bundan dolayı bizi, İslâm dininin kolay
hükümlerinin yükümlülüğünden ve doğru yoldan ayırma! Bundan ayrılmaya ve
rahmetinden uzak düşmeye dayanamayız. Bizi böyle dayanılmaz dertlere uğratma
Rabbimiz! O şekilde sorumlu tutmayı ve bu şekilde yük yükletmeyi yapma da
günahlarımızın izlerini bizden gider. İtiraf ederiz ki, biz Senin koyduğun
hükümlere itaat etmeyi bütün gücümüz ve ihlasımızla taahhüt
etmiş olduğumuz halde yine de kusurdan, günahtan uzak kalabilmiş değiliz, bütün
çalışmalarımız esas itibariyle Senin bir nimetinin bile şükrünü edaya yetmez.
Sarfettiğimiz ve edeceğimiz güç ve vüs'at esasen Senin bize ihsan ettiğin bir
nimettir. Onun kullanılmasından doğacak faydalar da yine bize bahşedilmiş ol d uğu
halde, bizim de onu tamamen Senin yolunda kullanmamız gerekirken, biz tutuyoruz da onunla
Senin rızana aykırı olarak kendimize zararlar bile verebiliyoruz. Kesb ve kazanç
sermayesi olarak verdiğin irade ve gücümüzü, akıl ve fikrimizi tamamen bir araya
getirip hepsini kendi menfaatimizle ilgili yollara kullanamıyoruz. Bunun için Senden
dilediğimiz dilekleri, hak etmiş olduğumuzdan dolayı değil, fazl u rahmetinden ümid
ederek diliyoruz. Halbuki olacak, olacaktır: Bizden herhangi bir şekilde sadır olmuş o
l an günahlar, Senin ilâhî bilginde zaten belli ve sabittir. Onların oradan silinmesi
imkansızdır. Fakat Sen, yüce kudretinle onların bize yönelik olan sonuçlarını
istersen silebilirsin. Zira sebepleri yaratan ve gerçekten etki sahibi olan ancak Sensin.
Biz i m kötü işlerimizle onların doğuracakları sonuçlar arasındaki ilişkiyi sen
dilersen mahvedebilirsin, bizden onları affettikten başka bize mağfiret de et!
Ayıplarımızı ilâhî ilminde gizle, örtbas eyle, eller içinde bizi rezil ve rüsvay
eyleme, ayrıca rah m etinle muamele et, rahmetinle bize ihsanda bulun, Sen bizim
Mevlâmız'sın, sahibimiz, malikimiz, yardımcımız ve işlerimizin tedbircisisin.
"Allah, inananların dostudur." (Bakara, 2/257) buyurdun. İşte bundan
dolayıdır ki, o kâfirler güruhuna karşı b i ze yardım et, nusret ihsan eyle;
maddeten ve manen hakkın savunulmasında ve Allah adının yüceltilmesinde bizi üstün
getir ve zaferlere ulaştır, muzaffer eyle!.
Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bu dualarla dua ettiği zaman, Allah tarafından
"peki yaptım" buyurulduğu Müslim ve Tirmizî'de rivayet edilmiştir.
İlerideki sûrelerde de bu dualara çeşitli yönlerden verilmiş cevaplar göreceğiz;
bu cevaplardan biri olmak üzere Âl-i İmran Sûresi, bu nusret duasına bir cevap olarak
başlayacaktır.
Kütüb-ü Sitt e'de Abdullah b. Mes'ûd'dan rivayet olunan bir hadis-i şerifte
buyurulmuştur ki: "Her kim geceleyin Bakara Sûresi'nden bu iki âyeti okursa ona
yeter".
Hakim ve Beyhakî'nin Ebu Zer'den naklen tahric ettikleri bir diğer hadis-i şerifte
de Fahr-i Risâlet Efendimiz buyurmuştur ki: "Allah Teâlâ, Bakara
Sûresi'ni iki âyetle sona erdirdi ki, bunları bana arşın altındaki bir hazineden
verdi. Bunları öğreniniz, kadınlarınıza, oğullarınıza belletiniz, öğretiniz.
Çünkü bunlar hem salattır, hem duadır, hem Kur'ân'dır".
Hz. Ömer ile Hz. Ali (r.anhümâ)'den rivayet edilmiştir ki, her biri: "Aklı
başında bir adam görmezdim ki, Bakara Sûresi'nin sonundaki bu âyetleri okumadan
uyusun." demişlerdir.
"Cibrîl, Hz. Peygamber'e Bakara Sûresi'nin sonunda 'âmin' deme yi telkin
etti." diye de Ebu Meysere'den gelen bir rivayet bulunmaktadır.
Cenab-ı Allah, biz kullarını da daima bu duaların mânâlarını duyan, anlayan ve
gereğini yerine getirerek, vaad ettiği icabetinin feyzinden büyük büyük nasiplerle
pay alan kullarından eylesin. Amin.