1. sayfa -
2. sayfa -
3. sayfa -
4. sayfa -
5. sayfa -
6. sayfa -
7. sayfa -
8. sayfa -
9. sayfa -
10. sayfa -
11. sayfa -
12. sayfa -
13. sayfa -
14. sayfa -
15. sayfa -
16. sayfa -
17. sayfa -
18. sayfa -
19. sayfa -
20. sayfa -
21. sayfa -
22. sayfa -
23. sayfa -
(22. sayfa)
e sen açsın, ben tokum; sen açlıktan
inlersin, b en zevk u sefa ederim gibisinden bir gurur ve iftihar ile çalım satar.
Düşünmez ki fertlerin sefaleti, toplum düzeninin çökmesi demektir. Ve toplumun
çöküşü ve sefaleti de er veya geç bütün fertlere yayılır. Düşünmez ki bir
insanın çevresindeki sefalet ve ihtiyaç, aynı zamanda kendi sefalet ve ihtiyacıdır.
Serhatlar (sınır boyların)da açılan gedikler evdeki gedikler sayılır. Ailesinde,
akrabasında, komşusunda, hemşehrilerinde, hemcinslerinde bulunan açlıkların,
hastalıkların, perişanlıkların, felaketlerin h epsi insanın kendi varlığındaki
yaralardır. Fakir fukaranın gözleri önünde açık lokantaların süslü masalarında
veyahut velvelesi ve çığlıkları etrafı çınlatan gümbürtülü konakların yemek
salonlarında, çevrede yaşayanların çektiği sıkıntılara göz yumarak k a
hkahalarla yiyip içen, servetler israf eden gaflet sahipleri düşünmezler ki, fazla
kaçırdığı her lokma, belki bir fakirin bir iki günlük, ölmeyecek kadar gıdası
olurdu. Bir lokma belki binlerce kimsenin hayat hakkından sıyrılmış, sızdırılmış
bir emeğin ür ü nü bulunuyordu. Düşünmez ki, her kahkaha birçok ihtiyaç sahibinin
içindeki öfkeyi harekete geçirecek, iffet ve haya ehlinin tahammül gücünü
çatlatacak, namusluları baştan çıkarıp kötü yollara, çalmaya, çırpmaya itecek
bir tahrik ve heyecan sebebi olabilir.
Evet, kuvvet nedir bilmezsin ey mağrur-i nahvet sen,
Ezer bir müşt-i kudret beynini yevm-i mesarinde.
"Evet, kuvvet nedir bilmezsin ey gurura aldanan sen!
Ezer bir Kudret tokadı beynini sevinç gününde."
İşte genellikle insanlar, bu gibi gaflet özellikleri taşırlarken kayıtsız
şartsız infaka teşvik ve terğip etmek, itidâli temin etmekle birlikte bir toplum
içinde düzen ve dengenin kurulması hedefini de gerçekleştirir. Ondan sonra infakta
aşırı gidip te zenginlerin fakirleşmeye başl a ması söz konusu olacağı ve sosyal
dengenin bozulacağı zaman gelince, o zaman da, "Elinizi, avucunuzu sonuna kadar
açmayın!" (İsrâ, 17/29) uyarısına lüzum ve ihtiyaç duyulur. İnsan
düşünmelidir ki, hiçbir kimsenin kendi çabası, elde ettiği nimetin yeterl i sebebi
değildir. Bunda her şeyden önce yüce yaratıcının doğuştan ihsan ettiği kabiliyet
ve özelliklerin payı vardır. Her doğan çırılçıplak, fakir ve muhtaç olarak
doğar ve herkese açık olan bu nimetler sofrasına konuk olur. Bir sineği bile
kovalamaya güc ü yokken etrafında kendisine yine de kısmeti kadar nimet sunulur.
Sunulan nimetleri alıp hazmedecek güç ve kabiliyetler verilir. Feryatlarına çekici ve
etkili nağmeler konulur, etrafında bunlara karşılık verecek kimseler bulunur. Ne
suretle olursa olsun e l i ekmek tutacak yaşa kadar yaşamış olan hiçbir kimse yoktur
ki, bu gibi yardımları görmemiş olsun. Bundan dolayı ferdî emek, birinci derecede
kendi varlığını yüce yaratıcının bu gibi ihsan ve ikrâmlarına borçludur. İşte
böylece hayat defterinin ilk sayfal a rı borç ve zimmet hesaplarıyla açılır.
İkinci husus şu ki, insan hayatında her emek ve kazanç daha önceki birçok
kazançların elbirliğine borçludur. Hiçbir kişisel kazanç düşünülemez ki, ona
toplumun bir etkisi ve başkalarının bir kazanç ilişkisi bulaşmamış olsun. Tok,
kendi sofrasında karnını tıka basa doyururken, o sofrada oradan geçen bir aç
insanın hakkı bulunmadığı iddia edilemez. Meşru olmayan kazançları zaten kale
almıyorum; fakat en hukukî olan kazançların değişim esasına dayandığı
düşünüldüğü zama n, kâr ve kazanç zaruretiyle ilişkili olan değişimin tam bir
denge içinde yürümeyeceği ve dolayısıyla bu yüzden mal dağıtımında birçok
boşlukların birikmesi de kaçınılmaz olduğundan, kamunun servetinde daha önceden
emeği geçmiş bulunan pek çok kişinin çaba s ı ve hakkı ödenmemiş olan katkısı
bulunduğu düşünülmelidir. Bu emek ve katkılar olmadan dünya hayatında mal
değişiminin düzenli olamıyacağı da göz önüne getirilirse yenen her lokmanın çok
derin ilişkilerle haklara bağlı olduğu ve bu hakların yerine getiri l mesi, her emek
sahibine hakkını ödemiş olmanın ötesinde ancak hayır ve hasenat yapmak ve infakta
bulunmak yoluyla mümkün olacağını
anlamak zor olmaz.
İhtimâl ki, bir lokmanın karşısında yutkunacak fakir, onu kanıyla, canıyla elde
eden bir şehidin yavrusu veya babasıdır. Böyle olmasa bile hayatın yararına
yaradılmış olan malı tutup hapsetmek veya boş yere telef edip de yok etmek, hayatı
yok etmek demek olacağından ne büyük haksızlıktır. Gaflete dalıp bu ince ve derin
görevleri düşünmeyen zenginlerin bi r çoğu servetlerini boşu boşuna sarf etmekten
veya kilitli yerlerde kapalı tutmaktan zevk alırlar. Kendi çevresindekilerin
bütünüyle ve aynı vatanın evladı olan fakir fukara ile gereği gibi ilgilenmez,
zenginler ile fakirler arasında kavga ve didişmeye sebe p olurlarsa, böylece toplum
düzenini altüst etmiş olurlarsa sonuçta kendilerine yazık etmiş olurlar.
Burada özellikle bu gibi kötülüklerin düzeltilmesi mutlak surette gözetilmiş
olduğundan, toplumun bütünüyle uyumlu bir toplum haline gelmesini sağlamak için
âyet, ileri gelenlerin öncüsü durumunda olan büyüklerin "infak-ı küllî"
ile cömertçe vermeye yönelik "vilâyet makamı" üzere vârid olmuştur.
Kur'ân-ı Kerim'in daha birçok yerlerinde infakın değişik özelliklerini gösterecek
âyetler gelecektir. Burada K ur'ân infakı, ahlâk ve toplum düzeni açısından, daha
ziyade iktisadî açıdan öğretip, herşeyden önce bize şunu gösteriyor ki, kazanç
ve üretim yollarını düzene koymak için, işin başında üretimin gayesi olan
tüketimi ve harcamaları düzenleyip, mal ve hizmet dolaşımını hızlandırıp yaymak
gerekiyor. Zamanımızda ekonomi ilminin uzmanlarının istihlâk (tüketim, konsumasyon)
tabir ettikleri infak, genel anlamda ikiye ayrılır: Bunlardan biri, ferdî veya
ictimâî hiçbir faydayı gözetmeyen, abes veya zararlı, hatta çi r kin sayılan
harcamalardır ki, tamamen günah ve israf sayılan infaklardır ve Hak Teâlâ, bu gibi
harcamalardan insanları sakındırmış ve bunları yasaklamıştır. Diğeri, herhangi
bir ihtiyaç ve faydaya yönelik olarak yapılan hayırlı infaklardır ki, malları hay a
ta ve ihtiyaca sunmak demek olan bu infaklar, haddi zatında istihlâk (tüketim) değil,
üretimin esas hedefidir. Ve bu tüketim ne kadar geniş kapsamlı, ne kadar ahlâkî ve
ne kadar temiz olursa, değeri de o kadar yüksek olur. Emek ve çabasını Allah katında
e b edî hayata dönüştürüp de dünya ve ahiretin korkusundan ve hüznünden kurtulmak
isteyenler bu iyiliğe, bu ahlâka, bu toplum düzenine ve bu iktisat yoluna girmeli, buna
uygun bir kazanç ve üretime yönelmeli ve çaba harcamalıdır.
Bunun tam zıddına gidenlerin durumlarına gelince:
Meâl-i Şerifi
275- Riba (faiz) yiyen kimseler, şeytan çarpan kimse nasıl kalkarsa ancak öyle
kalkarlar. Bu ceza onlara, "alışveriş de faiz gibidir" demeleri
yüzündendir. Oysa Allah, alışverişi helal, faizi de haram kılmıştır. Bundan
böyle her kim, Rabbinden kendisine gelen bir öğüt üzerine faizciliğe son verirse,
geçmişte olanlar kendisine ve hakkındaki hüküm de Allah'a kalmıştır. Her kim de
yeniden faize dönerse işte onlar cehennem ehlidirler ve orada süresiz kalacaklardı r.
276- Allah faizi mahveder, oysa sadakaları bereketlendirir. Allah günahta ve inkârda
direnen hiç kimseyi sevmez.
277- İman edip iyi işler yapan, namazı dosdoğru kılıp zekatı verenlerin Rabbleri
katında elbette mükafatları vardır. Onlara hiçbir korku olmadığı gibi, onlar
mahzun da olmazlar.
278- Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve artık faizin peşini bırakın, eğer
gerçekten müminler iseniz.
279- Eğer böyle yapmazsanız, o zaman Allah ve Resulü tarafından size savaş
açılmış olduğunu bilin. Eğer tevbe ederseniz, sermayeleriniz sizindir. Haksızlık
etmezsiniz, haksızlığa da uğramazsınız.
280- Eğer borçlu darlık içindeyse, ona ödeme kolaylığına kadar bir süre
tanıyın. Ve bu gibi borçlulara alacağınızı bağışlayıp sadaka etmeniz eğer
bilirseniz sizin için, daha hayırlıdır.
281- Öyle bir günden korkunuz ki, o gün Allah'a döndürüleceksiniz. Sonra da
herkese kazancı tamamıyla ödenecek ve hiç kimse haksızlığa uğramayacaktır.
275-KIRÂET: Asım'dan Ebubekr Şu'be ile Hamze kırâetlerinde "hemze"nin
meddi ve "zâl"in kesri ile dur. kelimesi Nâfi kırâetinde "sin"in
zammı ile dir. kelimesi ise Hafs'ın dışındakilerce "sad"ın da şeddesi ile
dur. kelimesi Ebu Amr ve Yakup kırâetlerinde "tâ"nın fethi ve
"cim"in kesri ile okunur.
RİBÂ: Sözlük anlamıyla ziyadelenmek, fazlalanmak mânâsına mastar olup, faiz
dediğimiz "artık değer"in ismi olmuştur. Şeriat dilinde, karşılıklı
faydaya yönelik bir sözleşmede karşılıksız kalan herhangi bir fazlalık demektir.
Ribâ bir muamelede, hem karşılık maksadıyla, hem de karşılıksız suretinde kendini
gösteren bir yalancılık, bir çelişkidir. Bundan dolayı bir karşılık gözetme
maksadı olmayınca ribâ tasavvur olunamaz. Cinsi ve ölçüsü bir olan şeyler
birbirleriyle değiştirildiği zaman ikisi arasında fiyat f arkından dolayı bir
fazlalık meydana
geleceğinden o vakit bir değer artışı gerçekleşir. Yani ribânın ölçüsü hem
cins, hem miktar veya birinden biri şeklinde kendini gösterir. Karşılıklı
sözleşmenin esası, malı malla terazide tartarak değiştirmek demek olan
alışveriştir ki, malın faydasının satışı demek olan kira da bunun kapsamı
içindedir. Gerçi satış bazı hallerde sadece kâr anlamı ifade eder. Fakat bu kâr,
tek taraflı değil, en az iki taraflı bir sözleşmenin ürünü olduğundan
karşılıksız sayılmaz. On kuruşa alınan bir mal on bir kuruşa satıldığı zaman,
o bir kuruşa kâr denilir. Ribâ ise bir sözleşme sırasında olur: Bir sözleşmede
cinsi ve miktarı birbirine eşit iki mal birbiriyle karşılıklı olarak
değiştirildiği zaman bir tarafa bedelsiz bir fazlalık söz k o nusu oldu mu işte bu
bir ribâdır ki, bu bedelsiz fazlalığın aslında karşılığı ödenmemiştir ve
karşılığı yoktur. Mesela, birine daha sonra almak üzere borç olarak on lira
verdiniz, o sizin verdiğiniz on lirayı harcadı; fakat bir süre sonra, sizin verdiğini
z o on liranın yerine size yine on lira getirip verdi. Verdiği anda da bu iki on lira
birbiriyle değiştirilmiş oldu demektir. Bunlar cins ve miktarca tamamen birbirinin
karşılığıdır. Fakat o borçlu on yerine mesela on lira on kuruş verirse, bu on
kuruş açı k tan ve bedelsiz verilmiş bir fazlalıktır. İşte bu âyet nazil olduğu
zaman böyle altın veya gümüş nakit borçlanmalar ile ribâ, cahiliyet devri Arapları
arasında bilinen bir şeydi. Hatta zenginlerinin genellikle yediği içtiği hep ribâ
demekti; biri öbürüne a ltın veya gümüş, belli bir para borç verirdi, aralarında
kararlaştırdıkları vâdeye göre, geçen süre için belli bir miktar da fazladan
ödeme yapılacağını önceden şart koşarlardı. Bu âyet indiği zaman aralarında en
yaygın olan ribâ bu idi. Herhangi bir borç t a vade geldiği zaman borçlu borcunu
ödeyemiyecekse alacaklısına, "veremiyeceğim, irbâ et", yani
"arttır" derdi, yine bir miktar daha ribâ eklenir ve böylece her vade
yenilendikçe borcun miktarı da artardı ve arta arta ana paranın bir veya birkaç
mislini b u lurdu. Borcun aslına ana para anlamına gelen "re'sü'l-mal" ve ona
eklenen fazlalıklara da "ribâ" adı verilirdi. Her vade yenilenişinde
eklenecek ribânın yalnızca ana para üzerine veya birikmiş faizlerle birlikte ana
paranın toplamı üzerine konularak tartı y a dahil edilirdi ki, zamanımızın deyimi
ile birincisi basit faiz, ikincisi mürekkep faiz demektir. Böylece ribânın ana paraya
eklenip katlanması mürekkep faizde daha hızlı olmakla beraber, faizin her iki
şeklinde de meydana gelmesi söz konusudur. İş ve ek o nomi dünyasında bu gün
yürürlükte olan faiz işlemleri de öz bakımından cahiliyet devrinde cari olan faiz
geleneğinden farklı bir şey değildir. Zaman zaman faiz miktarlarının ve
işlemlerinin çoğalıp azalması da bunun niteliğini değiştirmez. İşte Araplar ar a
sında geleneksel ribâ, tam anlamıyla zamanımızda nakit paralara ait faizin
veya nema denilen fazlanın kendisidir. Bunun "karz-ı hasen" denilen
"karşılıksız borç" dışındaki bütün borçlanmalarda uygulaması da
işte böyledir. Şüphe yok ki, işin aslına göre ve lügattaki anlamına göre, bunun
en uygun adı "ribâ"dır. Ziyadelik, mutlaka bir artık değer, bir fazlalık
anlamına gelir; buna "faiz" veya "nema" adı vermek
"alışveriş de ribâ gibidir" iddiasında görüldüğü gibi, ticarete
benzetilerek verilen yalan ve uyd u rma bir isimdir. Ribânın nakit paralarda ifade
ettiği bu fazlalık, anlam bakımından şeriatte diğer mallara ve "nesî"
adı verilen vadeli satışlara da uygulanmıştır. Nitekim "Nesîdeki de kesinlikle
ribâdır." hadis-i şerifi uyarınca soyut sarraflık işlemle r i de, veresiye
esasına dayanan vade farkları da başlı başına birer ribâdır. Bunun gibi
"Aynı cins ve kalitedeki buğdaya karşılık, aynı cins ve kalitede buğday
alınabilir, fazlası ribâdır. Aynı cins ve kalitedeki arpaya karşılık, aynı cins
ve kalitede arp a alınabilir, fazlası ribâdır..." diye buğdayı, arpayı,
hurmayı, tuzu, altını ve gümüşü, hasılı altı ayrı şeyi aynı şekilde tek tek
sayan meşhur hadis-i şerifte hem "yeden biyedin" yani peşin olarak elden, hem
de "mislen bimislin" değer ve kalite bakımınd a n eşiti ve eşdeğeri olarak
tam karşılığı demek olduğu halde; peşin olmadığı takdirde gerçekleşecek olan,
yani sırf veresiye olmaktan dolayı söz konusu olan fazlalığın bu hadisin hükmünün
kapsamı içinde olduğunda görüş birliği vardır. Bununla beraber bu ha d iste
ribânın altın ve gümüş gibi nakitler dışında kalan şeylerde dahi nasıl
gerçekleşeceği gösterilmiştir ki, bunlar o günkü geleneksel anlayışta ribâ
sayılan şeylerden değildi. Bundan dolayı ribâ kelimesi, geleneksel anlamı dışına
çıkarılarak daha geniş k apsamlı bir şer'î deyim olmuştur. Bunun böyle olduğu
şununla da desteklenmiştir ve kuvvet kazanmıştır ki, Hz. Ömer el-Faruk (r.a.):
"Ribânın gizli, kapalı olmayan birtakım bölümleri vardır ki, onlardan birisi
de hayvan alış
verişlerindeki selemdir."(3) buyurmuştur. Selem peşin para ile veresiye mal
alma, malı ucuza kapatma olduğuna göre; Hz. Ömer'in bu sözünden de anlaşılacağı
gibi, ribânın birtakım gizli yolları ve şekilleri de olduğu anlaşılmaktadır.
Nitekim lügatte ve örfte ribâ adı verilmeyen ve günü m üzde dahi faiz kapsamı
içine girmeyen bu çeşit hayvan alışverişlerindeki işlemin açıkça ribâ
sayılması gerektiğini kesin bir dille belirtmiştir. "Ahkâm-ı Kur'ân"da
açıklandığı üzere yine Hz. Ömer (r.a.) demiştir ki: "Ribâ âyeti,
Kur'ân'ın en son nazil ola n âyetlerindendir. Hz. Peygamber (s.a.v.), bunu bize bütün
yönleriyle açıklamadan göçtü. Bundan dolayı ribâyı ve rîbeyi bırakınız yani
mevcut açıklamalara göre ribâ olduğu iyice bilinen şeyleri bıraktığınız gibi,
ribâ reybi, ribâ şüphesi bulunanları da b ırakınız.
Bundan dolayıdır ki, İslâm'da "Helal olan şeyler apaçık, haram olan şeyler
de apaçıktır ve ikisi arasında birtakım şüpheli şeyler de vardır, iyice
şüpheden kurtuluncaya kadar, sana şüpheli gelenleri de bırak." hadis-i şerifi
gereğince, genel olarak şüpheli şeylerden uzaklaşmak mendup olduğu ve takva
sayıldığı halde, özellikle ribâ şüphesi bulunan şeylerden kaçınmak vacip
cinsinden bir görev olmuştur. Bundan dolayı fıkıh ilminde "ribâ şüphesi
ribâdır, zira ribâ konusunda şüphe geçerlidir" d iye bir kural vardır.
Müslümanların bunları bilmesi gerekir. Yukarıda sözü edilen ve altı şeyden örnek
göstererek ribâyı açıklayan hadis-i şerifiyle bu konuda mevcut diğer hadislerin ve
âyetlerin verilerinden elde edilen bilgilere dayanarak Hanefî mezhebi imamlarının
çıkardığı sonuçlara göre; gerek nakitlerde, gerek diğer mallarda ribânın sebebi
ve ölçü birimi iki şeydir: cins ve miktar. Fakat Şafiî fakihleri nakitler
dışındakilere bir "ta'm" denilen "yeme" anlamını, Malikîler
"kut" mânâsını ilave etmişler dir.
Ribâ ile ilgili hükümler, Peygamberlik yıllarının sonuna doğru ve Mekke'nin
fethi sıralarında nazil olmuştur. Ve hatta halka duyurulması ile ilk uygulaması da
Vedâ Haccı'na rastlamıştır. Bu sıralarda da "Bugün sizin için dininizi kemale
erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'a razı
oldum." (Maide, 5/3) âyeti gereğince İslâm dininin ikmal dönemleri
yaşanıyordu. Önce Âl-i İmrân Sûresi'ndeki "Ey iman edenler kat kat katlanmış
olarak faiz yemeyin!.." (Âl-i İmrâ n, 3/130) âyeti, sonra da işte bu âyetler
nazil oldu. Bu bize gösterir ki, ribânın ortadan kaldırılması bir tekâmülü ve
gelişmişliği hedef tutmaktadır. Sistem olarak faizin yer aldığı bir toplum düzeni,
henüz tam anlamıyla istenen düzeyde mükemmel ha l e gelmemiş demektir ve mükemmel
bir toplum düzeni ortaya koyamayan millet ve kavimlerden de ribâ kalkmayacaktır. Dine
ve inanca bağlı ahlâkları yükselmemiş, sosyal
yardımlaşma ve dayanışması sadece sözde kalmış, sosyal yapıları kuvvet ve
tahakkümden kurtulup kardeşliğe varamamış olan toplumlar ribâdan kurtulamazlar,
kurtulmadıkça da gerçekten Allah rızası olan ahlâk olgunluğunu ve sosyal düzen
sağlamlığını bulamazlar, kamu yararı ile kişisel çıkarların çatışmasını
ortadan kaldıramazlar. Herhangi bir toplum d a faizsiz yaşanamıyacağı inancı
yayılmaya ve faizin meşru olduğuna çareler aranmaya başladı mı, orada çöküntü
ve çözülme başgöstermiş ve cahiliyet devrine doğru dönüş başlamıştır.
"Zaruretler mahzurluyu mubah kılar." kuralınca zaruretler, mubah görme kapı
s ını açar. Bugünkü insan toplumlarının ribâ devrinden kurtulabilmesi, ciddi ve
sağlam bir toplum düzeni kurmalarına bağlıdır. Fakirlik azalıp sosyal yapıdaki
düzelme ilerledikçe faizler kendiliğinden düşecek ve bir gün gelip ortadan
kalkacaktır. Fakat faiz devam ettikçe de servetler tekelleşmeden kurtulmayacak ve
fakirlik azalmayacaktır. Genel bakış açısından bakıldığında günümüz
dünyasında faizin ortadan kaldırılması bir ideal olarak düşünülmeye başlanmış
ise de, doğrusu hâl-i hazırdaki eğilimler henüz tam a mıyla ortadan kaldırılması
değil, aşağı çekilmesi konusunda yoğunlaşmaktadır. İşte bütün dünyanın
henüz gerçekleştiremediği bu ideoloji, Allah tarafından İslâmî toplum düzeninde
gerçekleşmişti. Bu suretle Kur'ân ve İslâm dini, hal-i hazırdaki bütün beşeri y
ete dahi en yüksek bir tekamülün ilhamını sunacak bir aydınlık kitap, bir ilâhî
kanundur. Toplumun iktisat düzenini güven altına almak için, hayır yolunda infakı
genelleştiren toplumlar fakirliği ortadan kaldırmayı en önemli hedef kabul ederler.
Bunun ak s ine mal bölüşümünde ribâ usullerini revaçta tutan toplumlar da servette
tekelleşme ile fakirliğin yaygınlaşmasını hedef tutarlar. Faizci, borç verip ribâ
alabilmek için daima bir muhtaç gözetir. Ve her ribâ bir bedel verilmeden alınan
açık bir fazlalık o l duğu için, ihtiyaç sahibinin ihtiyacını hafifletecek yerde
onun emeğini ve üretimini karşılıksız gasp eder, dolayısıyla borç yükünü daha
da ağırlaştırır ve gerçekte o toplum ribâcılara çalışmış olur. Fakir fukara
kısmı ne kadar dürüst ve faziletli olurs a olsun o toplumun dışına itilmiş ve
yabancı durumuna sokulmuş olur. Bu da o toplumu durmadan ihtilâllere sürükler. Meşru
olmayan art düşünceli maksatlardan doğan ihtilâl fikirleri ile fıtrî sebeplere
dayanan ihtilâl arasında ise çok büyük farklar vardır. İlâhî rahmet, zenginlerle
fakirlerin yaratılış sofrasından samimi bir yardımlaşmayla nimetlenmelerini
gerektirirken, bunun aksine hareket eden ve karşılarında fakirlik olmadan nimete
eremiyeceğini sanan toplumlar, hiçbir zaman ızdıraptan ve ihtilâl sancıla r ı
çekmekten kurtulamazlar. Böyle mal bölüşümünde ribâyı alışkanlık haline
getiren toplumun fertleri için ribâ, tiryakilerin afyonu gibi hasret
duyulan bir ihtiyaç halini alır. O zaman gerçekten faziletli sermaye sahiplerinin de
bundan sakınmaları zorlaşır. Hepsi ister istemez bu çarkın dişleri arasında ezilir
gider. O zaman bu zorluğu göğüsleyip de çevresindekilere biraz nefes aldırabilen
büyükler işte yukarıda açıklanan "Onlar için Rabbleri katında ecir vardır,
onlara korku yoktur ve onlar mahzun da ol m azlar." âyetinin verdiği müjdeye nail
olurlar. Ribâcılar ise ebedî bir ihtilâl sarasının çırpınışları içinde
kıvranır dururlar. İşte Hak Teâlâ bunların bu hallerini açıklamak üzere
buyuruyor ki: "faiz yiyenler" , yani faizcilik yapan ve böylece servet e l de
ediyoruz diye muhtaçların kazançlarını ellerinden alan ve üretimin hedefini kamu
yararından kişi çıkarlarına doğru kaydıran, gerçekte ise üretimden ziyade
tüketime hizmet eden, velhasıl hayır yoluna infak amacının tamamen zıddına
gidenler, saradan, cinnetten kalkamazlar, ancak kıyamet gününde şeytan çarpmış
saralı veya deli gibi perişanlık içinde kalkarlar. Esasen dokunmak demek olan
"mess" Arap dilinde "delirmek" anlamına da gelir, mecnûna ve
saralıya "memsûs" yani dokunulmuş, çarpılmış denilir. Bu n lar
anlaşılmaz gizli sebeplerden ileri gelen fena hastalıklar olduğu için cinlere ve
şeytana nisbet edilerek "cin tutmuş", "şeytan çarpmış"
denilegeldiği de herkesçe bilinen bir şeydir. Bunların böylece şeytana nisbet
edilmesi hakikat mı, mecaz mı olduğu m eselesi ayrıca tartışma konusu yapılmış
ise de, burada asıl mânâ aşikârdır ki, fenalığın dehşetini ve gizli sebeplere
dayandığını göstermektir. Bunlar ribâ ile emek ve iş sahiplerinin
çalışmalarının ürünü olan şeyi alıp, onunla geçindiklerinden tembellik i çinde
yatar, rahat ve hızlı bir şekilde uyanamazlar, hemen kalkamazlar; pekçoğu
yataklarında şeytan çarpmış gibi saatlerce gerneşerek, ağzını, yüzünü
buruşturarak, sendeleye sendeleye kalkarlar. Bütün hayatları ribâ düşüncesi ile ve
onun dedikodusu ile ge ç er, düştükleri zaman da bellerini doğrultamazlar. Fakat
asıl mesele bu değil, bunlar karınlarını ribâ ile doldurduklarından dolayı bir
hadis-i şerifte de beyan buyurulduğu üzere, kabirlerinden kalkarken genellikle saralı
veya deli halinde kalkacaklar ve b u hal onların belirgin özellikleri olacaktır. Mîrac
gecesinde Resulullah, ribâcıları bu âyetin tasvir ettiği şekilde görmüş, bunlar
kimdir diye sorduğu zaman da Cebrail bu âyeti okumuştur.
O ceza esasen şu sebeptendir ki, bunlar alış-veriş de başka birşey değil, ancak
ve ancak ribânın bir benzeridir. O da ribâya benzer, o da ribânın bir bölümüdür
diye inandılar. Alışveriş ile ribânın hakikatteki farklarına rağmen, ayrı ayrı
özellik taşıyan iki şeyi aynı
şeymiş gibi kıyaslayıp aynı işleme tabi tuttuklarından başka bununla da
yetinmeyip ribâyı asıl, alışverişi de ona benzer bir ayrıntı yerine koydular.
Sanki alışverişin de ribânın akıntısına kapılması gerekirmiş, onun izinde
olması icap edermiş gibi bir düşünceden hareket eylediler. İşte fena l ığın
başı, ribâyı alışverişe benzetmeleri ve böyle bir kıyas ile ikisini aynı
şeymiş gibi saymaları, daha önemlisi bu teşbih-i kalb, veya teşbih-i maklûb ile
ribâyı asıl ve temel kabul edip alışverişi de onun bir ayrıntısı yerine
koymalarıdır. Sadece "rib â alışveriş gibi değil", bilakis
"alışveriş ribâ gibidir" demeleri ve böyle bir mantık oyunu ile ribâyı
alışverişe bir esas, bir temel imiş gibi gösterip helal saymaları sebep olmuştur
ki, bunlar bir taraftan alışveriş ile ribânın farkını kaldırmak iddi a sında
bulunur, diğer taraftan bu farkı tersine çevirip, tersyüz edip ortaya koyarlar. Tefsir
âlimleri bu benzetmenin "teşbih-i maklûb" veya "teşbîh-i ma'kûs"
olması hakkında biraz ihtiyatlı davranmışlar ve idare-i kelâm etmişler, fakat
âyetin dış görünüşü bakımından "teşbîh-i ma'kûs" suretiyle bir
kıyas-ı ma'kûs olmasını tercih etmişlerdir ki birine göre, yani teşbih-i maklûb
olduğuna göre, ribânın mübalağa yoluyla asılmış gibi abartıldığı, diğerine
göre de asıl iddia edildiği anlaşılır.
Nakitlerin, he r çeşit malın hızlı bir şekilde değişim aracı olması,
alışveriş ve değişimin tekrarlanması ve sürüp gitmesi de sonuçta malların bir
kâr ve nemâ (artma) sebebi olması itibarıyla; nakitler durduğu yerde bilfiil nemâ
yapmasa da takdiren bilkuvve nemâya sebep sayılır. Bu şeriat açısından da
böyledir. Bu bahane ile ribâcılar birine bir para verdikleri zaman, verdikleri paranın
bilfiil olmayan nazarî nemâsını zihnen hesaba katıp, hayal edilen nazarî
menfaatını karşılık göstererek, onun yerine faiz denilen bir ke s inleşmiş
fazlalığı alırlar. Aslında mesele yine mal değişimi meselesidir. Fakat gerçekte
karşılığın birisi var, diğeri ise hayalî olarak var gibi görünmektedir. Yani
alınan faiz görünür, bilinir, belli bir maldır, bir değerdir; fakat onun
karşılığı farzed i len şey ise ne görülür, ne bilinir, ne de elle tutulur bir
şeydir, sadece çeşitli ihtimaller içinde gezip dolaşan bir hayaldir, şöyle
olabilirdi, böyle olabilirdi gibilerden bir hayalî kuvvettir, bir vehimdir. Hayal ise
hakikate dönüştüğü zaman bir hiçtir. Hayalin hakikat ile değiş tokuşu da bir
hayal değiş tokuşundan başka bir şey değildir. Alışveriş ise gerçek anlamda bir
değiş tokuştur. Gerçeğin gereği de hayale hayal, hakikate hakikat hükmünü
vermektir. Ribâcı hak gözetmediğinden, bu hayalî değişimi, b i r gerçek değişim
olan alışverişe benzeterek karşısındakine "Ribâ da alışveriş gibidir, ben
bu faizi karşılıksız almıyorum, alışveriş gibi bir değişim yoluyla
alıyorum." diye gösterir ve bunu malın kendisinin
değil de faydasının satışı demek olan kira akdi gibi bir şey olarak tanıtmak
ister. Oysa kirada fayda ortada ve gerçek ribâda ise nazarî olarak hayalde ve vehimde
vardır. Ribâcının değişim iddiası, altınların şıngırtısını altınla
satmaktan daha hayalî bir değişimdir. Ribâcı altınlarına şöyle b i r bakar,
"Ben bunları tedavüle çıkarsam da herhangi bir alışveriş etsem, neler neler
kazanmazdım. İşte şu on lirayı bütün bu faydalarıyla sana veriyorum. Haydi bu
kazançları şu kadar sürede sen kazan da süre sonunda bu on liramı ve sağladığı
faydalardan d a şu kadarını toplam olarak geri bana ver." der. Ayrıca "Bak,
ben sana ne kadar iyilik ettim." diyerek bir de minnet yükletir. O zavallı fakir de
belki kazanırım ümidiyle o parayı o şartlarla alır, kazanabilirse zaten kazancını
faizciye verir. Kazanamazsa d a mahvolur gider. Bununla beraber ribâcılar, "ribâ
alışveriş gibidir" demekle kalmış olsalar, hakikate karşı büyük iftira
anlamı taşıyan bu sözleri ve bu ruh halleri toplum için yine de nisbeten ehven-i şer
(ehven şer) olurdu. Çünkü o zaman alışverişin es a s olduğunu kabul ve itiraf
etmiş olacaklarından faiz işlemlerini mümkün olduğu kadar gerçek değişime
yaklaştırmaya çalışırlardı. O zaman bütün ticarî işlemlerde ribâ hakim olmaz,
faizsiz, sağlam ve gerçek anlamda kâr esasına dayalı ticaret de yapılabilird i. Emek
ve üretim sahipleri o kadar zarar görmez, servetler de sürekli olarak sermaye sahipleri
lehine (çıkarına) birikip durmazdı. Halbuki ribâcılar kendi zihniyetlerinde
"ribâ alışveriş gibidir" demekle kalmazlar. Onlar şu kanaattedirler:
"Ticarî işleml e rde ve her türlü girişimde asıl maksat, kamu yararı
değildir; en az emekle ve en az zahmetle çok kazanç sağlamaktır. Bol kazanç elde
etmenin en rahat, en kısa yolu da faizciliktir. Faizde kâr muhakkak ve kuvvetli;
ticarette ise riskli, zayıf ve vehim, yan i varsayımdır. Alışveriş gibi değişik
sözleşmelerin çeşitli çaba ve zahmetlerin arkasından gelecek olan kâr ile tek
sözleşmeyle ve bir hamlede elde edilecek kâr arasındaki fark çok açıktır. Sonra
gerçek değeri ve faydası olan malların değişiminden çıkacak k ârda fazla bir
fevkalâdelik yoktur; çünkü o kâr, o uğurda verilmiş zahmetlerin normal bir
karşılığıdır. İnsan hayalî bir şeyi, gerçeğe çevirdiği zamandır ki ciddi bir
kâr elde etmiş olur. Alışveriş kapsamı içine giren bütün işlemler, hep kazanç
ve kâr eld e etmek için araçlardır. Alışveriş yalnızca kazanç ve kâr içindir.
Tüccarlık kamu yararına hizmet değil, kamu yararını kendine çekmektir. Hasılı
alışverişin asıl özü değişim ile onun bedeline sahip olmak demek değildir,
yalnızca kazanç ve kâr elde etmektir. Bundan dolayı da ticaretin özü alışveriş
değil kârdır. Halis kâr ise ribâdır. Bu anlamda ribâ alışverişe benzer
değildir, ancak alışveriş ribâya benzemektedir. "Alışveriş de ribâ
gibidir." formülüne göre; alışveriş helâl ise,
ribâ öncelikle helâl olmal ıdır derler. Ve hiçbir üretim yapmadan paralarını
durmadan arttırmak isterler.Bunun için paranın sağladığı fayda derken yalnızca
ribâyı düşünürler. Paralarının getireceği faizi düşünmeden hiçbir işe
girişmezler. Faiz kalkarsa ticaret durur derler. Kendile r ini tüccarların en
büyüğü sayarlar. Faiz işine bulaşmadan ticaret yapanlara tüccar bile demezler.
Halbuki tüccarı yaşatan faizciler değil, faizcileri yaşatanlar tüccarlardır. Faiz
düşünmeyen bir kimse, mesela yüzde beş kârla işe girişmek isterse ribâcılar,
yüzde on ile bile iş tutmaya razı olmazlar, fakat başkalarını iflas ettirmek ve faiz
piyasasını yükseltmek için türlü türlü entrikalar çevirerek bir süre için
zarara bile katlanırlar. Bir kerre ticarî işlemlerin aslı esası faizdir şeklinde
karar verildi m i, artık ribâ bütün alışverişe hakim olur. Ribâya benzetilmeden,
faiz hesabı karıştırılmadan hiçbir alışveriş yapılamaz. Esas hedef olan mallar
ile onu elde etmeye araç olan para arasındaki denge, araya giren ribâ ile, malların
aleyhine ve paranın lehine b ozulmaya başlar. Emek ve çalışmanın karşılığı,
faiz kanallarından ribacıların ellerinde toplanır, derece derece ve gitgide servet
tekelleşmeye başlar, lüks ve zararlı tüketim meydanı alır, sermaye sahipleri lehine
tüketim önem kazanır. Bizzat üreticiler h e sabına üretimin değeri düşer,
aracılar da bu ikisi arasında durmadan bocalar durur. Bakarsınız hem mal vardır, hem
de sermaye, bununla beraber ihtiraslar ve kıvranmalar arttıkça artmıştır. Toklar
azalmış, açlar çoğalmış, gülenler eksilmiş, ağlayanlar artmıştır. Dünyalar
kadar mal yığılı olsa, parası olmayan yine fakirdir. Derken çalışan ve üretime
katkıda bulunan emek sahipleri ile, sermaye sahipleri arasında kin ve öfke başlar. Bir
taraftan sermaye sıkıntısı çeken üreticilerde paranın değişim aracı olması
aleyhine fikirler ve duygular gelişmeye başlar ve onlar malların, parasız ve
aracısız değişimini arzu etmeye başlarlar. Öbür taraftan da para kaynaklarını
ellerinde tutanlar, bütün imkanlarını kullanarak bunları ve bütün ekonomik hayatı
kontrol altına alm a ya, bunları saf dışı etmeye veya esaret altına almaya
çalışırlar. Gitgide sermayeden de, üretimden de yoksun olan işsizler çoğalır.
Bunlarda da bir yağmacılık hissi uyanır. Dışardan bakıldığı zaman mutlu ve
muhteşem sanılan bir toplum, oysa artık içinden çürümüş ve kurtlanmıştır.
Sükûn içinde kımıldanmak ihtimali bile yok gibi görünen kesimler, ruhlarındaki
acının telaşı ile artık patlamaya hazır hale gelmiştir. Şeytanlar da bundan
istifade etmeye kalkışırlar. Bütün bu fenalıklara sebep olan ribâcıları, k o
rkunç bir cinnetin sarsıntısı sarar da bütün gerçekleri hayal, bütün emelleri
altüst olur. Bu sara onlara da dedikleri zaman zihinlerine gizlenen cinnet eserinin bir
anlamda dışa vurması demek olacaktır ki, küçük veya orta kıyamette olmasa da
büyük kıyamet mutlaka bu cezayı göreceklerdir. İnançlarını düzeltip tevbe
etmedikçe bu kötü sondan kurtuluş yoktur. Kur'ân'ın belağatı, ne kadar hayret
verici bir şeydir ki, bir tahsis ve hasr edatı altında bir teşbîh-i ma'kûs ifade
eden veciz cümlesi içinde b u kadar çok mânâyı özetlemiş ve halkın ihtiyacını
karşılamış, iyilik ve takva yolunda yardımlaşmak için kapsamlı ve meşru olan
bütün değişim usullerini ve ticarî ilişkileri ribânın tekeline vermek ve bununla
ilgili olarak bütün hukukî ve sosyal düzeni, nor m al mecrasından hayra ve halka
hizmet hedefinden çevirmek ve çalışanların, üretenlerin ve tüketenlerin emek ve
işgücünü, şahsî ihtiraslarına hizmetçi kılmak ve gerçekleri hayale
dönüştürmek isteyen ribâcıların bir nevi cinnet anlamı taşıyan bütün ruh halle
r ini gösterivermiştir.
Evet ribâcılar demekte ve bu kanaatla hareket etmektedirler, halbuki Allah,
alışverişi helal, ribâyı haram kıldı. Bunlar birbirine benzer şeyler değil,
tamamen zıttırlar. İlâhî nassın hükmü böyle iken aralarındaki fark nasıl olur
da görmezlikten gelinir ve aksine ortaya konulan bir batıl benzetme ile alışverişi
ribâya veya ribâyı alışverişe kıyas etmeye kalkılır. Bunları birbirine
karıştırıp haramı helal, helali haram yapmaya kimsenin hakkı yoktur. Allah,
birbirinin zıddı ol a n yalan ile doğruyu, hayal ile hakikatı nasıl ayırmış ve bu
farklılığı kaldırmak yetkisini hiçbir kimseye nasıl vermemiş ise gerçek ve
sağlıklı bir değişim olan alışveriş ile yalan ve vehim ürünü bir değişim olan
ribânın birbirine zıt olduğunu ortadan kal d ırmaya, haramlığını ve helalliğini
karıştırmaya kalkışmak da böyledir. Birbirinin zıddı olan nur ile karanlığı
birbirinin aynı saymak nasıl bir cinnet ise, ribâ ile alışverişi benzer şeyler
saymak da öyledir.
Akıl ve idrakleri olgunluğa ulaşmamış ve henüz ilâhî irşad kendilerine
ulaşmamış bulunanlar haydi neyse, fakat böyle açık seçik rabbanî uyarıların
gelişinden sonra da bu sevdadan vazgeçmeyip böyle batıl duygu ve düşüncelerde
ısrar edenlerin, ahiretteki halleri şeytan çarpmış deli ve saralı gibi o l maz da ne
olur? Bundan dolayı kendisine Rabbinden böyle bir öğüt, bir nasihat ve uyarı gelip
de derhal ribâcılıktan vazgeçen her kim olursa olsun geçmişte kalan ribâ artık
onun kendisinindir. O fesh olunmaz, geri alınmaya da kalkışılmaz, hüküm öncesi n e
şamil olmaz ve değildir. Ve onun hükmü sırf Allah'a kalmıştır. Şimdiki halde
ilâhî emri dinlediğinden dolayı, artık ihlas ve nedamet derecesine göre, Allah ona
ecir verir; geçmiştekileri de dilerse bağışlar, dilerse bağışlamaz, onu ancak O
bilir. Şu
ka dar var ki, tevbe hakkındaki vaadine bakılırsa, o kulun affedilme ümidi
fazladır. Her kim dönerse, yani eskiye döner de yine ribâyı helal görmeye başlarsa
işte onlar ateş, yani cehennem ehli ve ashabıdırlar. Cehenneme gönderilirler ve orada
ebediyyen k alırlar.
Bu Kur'ân âyeti, ribânın niteliği ile kâr gözeten alışverişin niteliğini
öylesine kesin bir şekilde ayırmış ve ikisi arasındaki farkı ve tezadı öylesine
tesbit etmiştir ki, bu karşılıklı ayırım kelimesindeki "elif lamı"
ahd-ı haricîye hamledip, ribânın "kat kat ve katmerli", yani mürekkep olan
bir tek çeşidine aitmiş gibi göstermeye imkan bırakmamıştır. Bundan dolayı
"ribâ" kavramı ile "alışveriş" kavramı iyice anlaşıldıktan
sonra bunları birbirine karıştırmaya imkan yoktur. Allah katın d a alışveriş,
"alışveriş" olduğu için helal; ribâ da "ribâ" olduğu için
haramdır. Kendisine ribâ karıştırılarak yapılmış olan alışverişlere gelince,
bunların da temiz ile pisin karışmasından çıkacak olan belli hükme bağlı
olacağı bilinmektedir. Midesi temi z olanlar, bir damla pislik karışmış olan suyu
nasıl içemezlerse işte bu da öyledir. Nitekim bir hadis-i şerife göre: "Haram
ile helal birleşince haram öne geçer" kuralı bunu bildirmektedir. Ribâ haram ve
batıl olunca, ribâ ve benzeri pislikler karışan alışveriş de fasit olur ki, bunun
ayrıntıları ve açıklaması fıkıh ilminin konusuna girer. Yukarıda görüldüğü
üzere, şeriat açısından ribâ kavramı oldukça genel bir kavramdır. Bunu mümkün
olduğu kadar Hz. Peygamber'in açıklamalarından anlamak ve ayrıntılarını o nun
hadislerinden çıkarmak gerekir. Ancak geleneklerde ve dilde yaşayan ve bilinen bir
ribâ örneği vardır ki, o da nakit paralarda kendini gösteren faizdir ve bunun
âyetteki ribâ kavramının içinde yer aldığı her türlü şüpheden uzaktır.
Âyetin bunun dışınd a kiler hakkında genel ve mücmel şer'î anlamı ve delaleti,
başlıcaları ismen zikredilen ve yukarıda geçen meşhur "eşyayı sitte"
(altı şey) hadisi ile ve bir de "Nesîde de ribâ vardır." hadis-i şerifi
ile tefsir edilmek gerekirse de belli bir vadeye bağlı olarak verilen nakit borçtan
dolayı alınan meşhur faizin haram olduğu, bizzat âyetin kesin hükmünden çıkan bir
sonuçtur. Şu halde gerek âyette geçen uyarı ve gerek ribâcılara Allah'ın savaş
ilan ettiği şeklindeki tehditler topluca göz önüne getirildiği z a man, hiçbir
müminin şüphe etmemesi gerekir ki, toplum düzeninin iyiliğini ve mutluluğunu
gözetecek yerde onu gözardı edenler, Kur'ân'ın bu kesin açıklamalarına rağmen
ribâ için cevaz yolları aramaya kalkışırlarsa, bunda toplum için, toplumun
geleceği iç i n büyük faydaların değil, büyük zararların ve
tehlikelerin mevcut olduğunu hesaba katmamış olurlar. Çünkü ribâda toplum için
büyük zarar vardır. Ancak konuya kişisel açıdan yaklaşıldığı zaman, herhangi
bir ferdin toplumdaki gidişatı tek başına durdurmaya veya o gidişatın yönünü
değiştirmeye gücü yeteceği iddia edilemiyeceğinden bazı hallerde ve bazı kimseler
için bunun "Kim başkasının elindekine saldırmaksızın ve haddi aşmaksızın
mecbur kalır da yerse..." (Bakara, 2/173) âyetinin hükmüne göre, zaruret ha l
inde ölmüş hayvanın etinden yeme cinsinden bir hükme tabi olabileceği söz konusu
olmuş ve bunun için bir vakitler yetim, dul ve kimsesizler için ve onlara benzeyen
sakat ve yatalaklar gibi muztar durumda bulunanlar için, "hîleyi şer'iyye"
adı verilen "dev i r" usûlüne göre çare bulunduğu sanılmış idi ki, bu
da herhangi bir sû-i istimal ve kötü niyet söz konusu olmaksızın, denilebilir ki,
özden ziyade bir şekil işidir. Böyle bir zaruret durumuna düşmek kimse için temenni
edilecek bir şey değildir. Ancak şu da çok iyi bilinmelidir ki, ribâ hastalığı,
ferdî bir dert olmaktan çok sosyal bir dert, toplumsal bir hastalıktır. Bundan dolayı
sosyal yardımlaşma ve dayanışması pek kısır olan gelişmemiş toplumlarda hızla
yayılır ve toplumu etkisi altına alır. Gelişmeye d o ğru güvenli adımlarla
yürüyen toplumlarda bunun tam tersi meydana gelir ki, İslâmiyetin başlangıcında
Muhammedî feyiz sayesinde yirmi sene içinde bu gelişme meydana gelmiş ve kısa zamanda
ribâ belası toplumdan silinip atılmıştır ve ribâsız bir ticaret uyg u
lanmıştır.
Tefsir âlimleri, ribânın haram kılınmasının sebeplerini aşağıda
görüldüğü üzere tek tek zikretmişlerdir:
1- Yukarıda daha öncede anlatıldığı üzere ribâ, insanın malını
karşılıksız olarak almaktır. Yüz lirayı, yüzbir liraya peşin ya da veresiye
satmak, bütün çıplaklığıyla açıktır ki, o bir lira fazlayı karşılıksız
almaktır. İnsanın malı da kendi ihtiyacıyla ilgili olduğundan bunun gasbedilmesi
haramdır. Nitekim Hz. Peygamber "İnsanın malının hürmeti, yani haramlığı,
kanın hürmeti gibi d ir" buyurmuştur. Bundan dolayı insanın malını
karşılıksız olarak almak haram olmak gerekir. Acaba o yüz lira sermayenin bir müddet
zimmette beklemesi, o bir lira fazlanın karşılığı değil midir? Bir de bugün peşin
olarak on kuruşa satılacak bir şeyi, bir a y sonra veresiye olarak onbir kuruşa satmak
da caiz olmuyor mu? Hayır. Verilen o bir lira gerçek ve sağlam bir liradır. Yüz
liranın zimmette durması ise vehim ve nazarî, dolayısıyla itibarî bir duruştur ki,
bu duruş bir menfaat olabileceği gibi, aynı zaman da bir zarar olabilir.
Hatta bundan dolayıdır ki, ribâ yalnızca insanın malını karşılık almakla
kalmayıp, karşılık adını vermek gibi bir ahlâksızlığı ve bir çeşit
sahtekârlığı da içermektedir. Buna karşı gösterilen karşılıklı rızanın bir
tarafı hakikatte rıza değil, bir hoşnutsuzluktur. Bundan dolayı bir lirasını
doğrudan doğruya hibe veya sadaka olarak veren kimse ile faiz olarak veren kimsenin
kalbindeki duygularda ne büyük farklılık vardır. Birisi en yüksek haz ve zevke
erişmiş bir kalb olarak gayet fera h ve sevinçli olurken, diğeri malını
çarptırmış bir zavallı durumunda ve acılar içindedir. Alışverişteki peşin ve
veresiye farkına gelince, eğer alınan verilen her iki bedel bir cinsten değilseler,
bunlar herhangi bir sözleşmede birbirleriyle karşılaştırıl d ıkları ve yalnızca
birbirleriyle ölçüldükleri zaman aralarındaki üstünlük farkının ortaya
çıkmasına imkan yoktur. O üstünlük farkı bu değişimde değil, sözleşmenin
dışında kalan üçüncü bir değer ölçüsünün yardımıyla ortaya çıkabilir.
Bunun için yalnızca bi r satış sözleşmesi hiçbir zaman kârlılık ifade etmez.
Satışta kâr, işte o üçüncü şey üzerine yapılan sözleşmenin bir sonucudur.
Tüccar da böyle sürekli sözleşmelerle iştigal eden kimsedir. Mesela, on kuruş şu
anda ve şu sözleşmede bir okka buğdaya tam karşılık olabildiği gibi, başka bir
günde ve başka bir alışveriş sözleşmesinde on okka buğdaya karşılık olabilir.
Ve kuruş ile buğday arasında cinslerinin ve faydalarının değişmemesinden dolayı
her iki taraf, yani alan ve satan taraflar, her zaman için seve se v e hakiki bir
değişme yapabilir. Ve hiçbiri kendi amacına göre birşey kaybetmiş olmaz. Bu durum,
taraflardan birine bir kâr ve fayda sağlamışsa; söz konusu o kâr, sırf bu satış
sözleşmesinden doğmamıştır, bu sözleşmeyle daha önceki bir satış
sözleşmesinin a rasındaki farktan doğmuştur. Yani on okka buğdayı on kuruşa satan
adam, ihtimal ki, daha önce onu beş kuruştan almıştır. Aksine bir okka buğdayı on
kuruşa satan da daha önce yirmi kuruşa almış olabilir. Alışveriş yoluyla ticarî
işlerde görülen kâr ve zara r da hep böyledir. Yoksa değiştirilen çeşitli mallar
arasındaki bir tek değişim doğrudan doğruya söz konusu olduğunda tek başına ne
kâr, ne de zarar düşünülemez; ancak birbirine denk olup olmadığı
düşünülebilir. İşin içyüzü de böyledir. Diğer sebepler ve a r aya giren bozucu
unsurlar önlenirse alışverişin niteliği böyledir. Ancak bu alışveriş, buğdayın
buğdayla, altının altınla değiştirilmesi gibi aynı cinsten olan şeylerde ise o
zaman her birinin miktarı, öbürünün ölçüsü olacağından; bunlar gerek peşin,
ger e k veresiye olsun aralarındaki fazlalık, bir okka un ile iki okka unun, yine bunun
gibi bir lira ile iki liranın değişiminde olduğu gibi, derhal kendini belli eder ve
göze batar. Bunun için bunlar eşit bile olsalar biri bir gün sonra verilmiş olunca,
bir g ünlük gecikme veya öncelik bir
fazlalık teşkil eder ve bu artık alışveriş olmaz sırf faiz olur. Zaten borç
verme de böyle olduğundan dolayı ribâdır. Bundan dolayı ribâyı buna benzeterek
tahlil etmek bir gasptır, bir müsaderedir. Bunun içindir ki, meşhur "eşyayı
sitte" hadisiyle bu mânâ, örfteki ribâ kavramına ek olarak ayrıca
açıklanmış bulunmaktadır.
2- Ribâ insanları cidden çalışıp kazanmak ve üretim ile meşgul olmaktan uzak
tutar. Çünkü herhangi bir sûretle beş on kuruş para sahibi olmuş bulunan bir kimse
faizcilikle parasını peşin veya veresiye arttırmak imkanını bulunca artık geçimini
kazanmak için az veya çok kolay bir yol elde etmiş olur. Ve o zaman zahmetli olan
ticaret veya sanatlarla çalışıp kazanmak zorluğuna ve sıkıntısına dayanamamaya
başla r. Bu durum, yüksek üretim yapmaya kabiliyetli birçok kimsenin
çalışmalarından iş dünyasının mahrum kalmasına ve bundan dolayı da halkın genel
çıkarlarının kesilmesine sebep olur. Halbuki dünya ve toplum düzeni ticaretler,
üretimler, sanatlar ve bayındırlık faaliyetleri ile gerçek boyutunu kazanır. Yüksek
çalışmanın, yüksek sermayelerin dahi yakından ilgili olduğu bu açıdan bakılınca
sermayeyi arttırmak için ribânın da bu anlamda kamu yararına hizmet edebileceği
iddia olunamaz. Çünkü bu arttırma, yalnızca r ibâdan beklenecek olursa emek ve
çalışmaya hiç önem verilmemiş ve iltifat edilmemiş olur. Halbuki bayındırlık ve
kamu yararı paraya, bir araç olarak bağlı gibi görünüyor ise de, emek ve
çalışmaya bizzat geçerli bir sebep olarak dayalıdır. Bundan dolayı se r maye
sahiplerinin nakitleriyle birlikte kendi emek ve çalışmaları da üretime eklendiği
takdirde meydana çıkacak sonuç ile, bunların emek ve çabalarını kısmen de olsa
ribâya terketmeleriyle diğer çalışanların ve üretenlerin ortaya koyduklarını
tüketmekten doğacak sonuçlar arasındaki fark pek büyüktür. Eğer ticaret ve iş
dünyasında ribâ sayesinde iktidar ve güçlerini sürdüren sermaye sahiplerinin
faizcilikleri ellerinden alındığı zaman bunların ticaretteki kıymetlerinin
kalmayacağı düşünülüyorsa, o zaman da bunların zaten faydalı ve kıymetli bir
kesim olmadıklarının ve işe yaramadıklarının kabul edilmesi ve bu yüksek
sermayeleri ellerinde hapsetmeye haklarının olmaması lazım gelir. Yok eğer bu sermaye
sahipleri cidden ticarî gücü yerinde ve kabiliyetli kimse l er ise o zaman da
ribâcılık, bunların gerçek değerlerini engellediği ve mesaîlerinden ticaret
dünyasını mahrum bıraktığı için, onlara ve kamuya zarar veriyor demektir.
3- Ribâcılık insanlar arasında ihtiyaca göre "karz-ı hasen" suretiyle
iyilik ve yardımlaşmanın kesilmesine sebep olur. Çünkü ribâ haram ve yasaklanmış
olunca, insanların yüz yüze gelip birbirlerine faizsiz borç vermesi; onların hem
hoşuna gider, hem de bu durum ahlâk ve sosyal güvenin gelişmesine, yaygınlaşmasına
ve neticede de sosyal düzenin sağlamlaşmasına sebep olur. Herkes ihtiyacı
ölçüsünde tüketmeye, tükettiği ölçüde ödemeye mecbur olacağından borcunu
ödemede titiz davranır, vaktinde ödemeye daha çok gayret gösterir ve borcuna dört
elle sarılır. Şüphe yok ki, on yerine onbir ödemey e mecbur olanlar arasında batan
borçların çoğu batmaktan kurtulmuş olur. Ribânın yürürlükte olduğu yerlerde
muhtaç olanların ihtiyacı bir lira yerine iki lira borçlanmaya sebep olabilir. Bu
imkanı bulan para sahipleri de bunu vesile yaparak "karz-ı hasen"d e n
vazgeçmeye başlarlar. Bu şekilde halk arasında iyilik, ihsan, yardımlaşma ve
dayanışma duyguları silinmeye; yerine hırs, kin, öfke ve saldırganlık fikirleri
yayılmaya yüz tutar. Bu da toplumun felakete sürüklenmesi demek olur.
4- Ribâyı caiz kabul etmek, zenginlere fakir fukaradan fazla bir mal çekmek
imkanını bağışlamak demektir ki, bu da Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın rahmetine
aykırı düşer. Bu sayılan birkaç sebep bile; ribânın infaka, hayır denilen kamu
yararına ters düştüğünü açıkça göstermeye y eter.
5- Bunların her biri ribânın çirkin ve kötü bir şey olduğunu ifade eden
zararlarını göstermekle beraber, Allah katındaki haramlığının hikmetini tam
anlamıyla anlatmaya yine de yetmez. İhtimal ki ribânın bilinmeyen daha birçok kötü
yönleri vardır. Ribânın haram oluşunun asıl sebebi bunun ilâhî nass ile sabit
olmasıdır. Ve bütün mükellefiyetlerin ve yasakların sebepleri ve hikmetleri,
mükellef olan halk tarafından bilinmeleri de gerekli değildir. Binaenaleyh biz, sebep
ve hikmeti bilemesek bile, ri b ânın kesinlikle haram olduğunu tanımamız gerekir.
276-Sonuç olarak ribâ, bir çok yönüyle hakkı ve hukuku rayından çıkarmaktır.
Bunda aracı amaç, amacı da araç zannettiren bir göz boyama; bir şeyi kendisiyle hem
mukayese etmek, hem de kendine intibak ve eşitliğini ortadan kaldırmaya çalışmak
gibi bir çelişki bulunmaktadır. On lira, on lira ile hem ölçülmek, hem de onbir lira
yerine konulmak gibi hak ve hakikatın zıddına bir çelişki vardır. Bunun için ribâ,
gerçekte hakka değer vermek ve hayat hakkı ta n ımak istemeyen ve nihayet kendi
çıkar ve isteklerini hakkın gerçek ölçüsü ve temeli saymak isteyen kısır
görüşlü kimselerin şiarıdır. Bunun için ribâya taraftar olanlar, daima hukukî
mevzuatı, Hakk'ın ölçüsüyle ölçmeyip beşeriyetin kanunlarını, hakkın ve g
erçeğin yegane ölçüsü sanan ve her şeyi kendi kişisel çıkarları
açısından görenler arasında bulunur. Cenab-ı Allah da ribânın, insanların
koyduğu kurallarla değil, ilâhî hükümlere dayalı olarak haram olduğunu ve bundan
dolayı bunu helal sayanların saradan kurtulamıyarak en sonunda cehennemi
boylayacaklarını ve yalnızca tevbe edip bundan vazgeçenlerin kurtulma ümitleri
olduğunu beyan buyurmuştur. Artık bu kadar büyük bir zarar olan ribâyı bir kâr,
bir kazanç sanıp da arkasından koşmamalıdır. Sonra ribâcıların zannettiği gibi,
ribâ malı arttırır da sadakalar eksiltir değildir. Tam tersine, Allah, malı
arttırır sanılan ribâyı derece derece eksilte eksilte nihayet mahveder. Ribâ içinde
ayın on dördü gibi parlak görünen servetleri, hilal gibi küçülte küçülte n i
hayet gözle görünmez hale getirir de buna karşılık; malı eksiltir sanılan
sadakaları "irba" eder, yani gitgide büyütür ve çoğaltır, nemalandırır.
Ribâ, mal üretecek hayatları kurt gibi yiye yiye bitirir, nihayet sermayelerin de
batmasına sebep olur. Halbu k i sadakalar ecir, hayat ve bereket olur. Ve Cenab-ı Allah,
haramı helal tanımakta ısrar eden çok kâfir, çok günahkâr kimselerin hiç birini
sevmez. O tevbe edenleri sever, onlardan razı olur. Ribâ ise pek kâfirane ve pek
günahkârane bir iştir.
277 -Buna karşılık iman edip iyi işler, salih ameller yapan ve özellikle
namazlarını doğru dürüst kılıp zekatlarını veren kimseler yok mu? Her zaman
bunların Rableri katında ecirleri vardır. Bunlara gelecek bir korku yok, bir kayıptan
dolayı mahzun ol a cak da değiller.
278- Ey iman ehli Allah'dan korkun, O'nun azabından korunun! "Geçmişte
yaptıkları kendisine aittir" âyetinin hükmüne göre, geçmişte kalan ribânın
sahibinin zimmetinde bulunduğundan gaflet etmeyin. Henüz alınmamış, elde edilmemiş
ve kalmış olan ribâdan geriye kalanları bırakın, terkedin. Eğer siz gerçekten
mümin iseniz, böyle yaparsınız. Zira imanda olgunlaşmak, gereğini yerine getirmeyi
gerektirir.
279- Şayet yapmazsanız, yani Allah'dan korkmaz, ribânın haram olduğuna inanmaz
veya inanır da yine terketmezseniz Allah ve Resulü tarafından bir harbe maruz
kalacağınızı bilmiş olasınız. Yahut kırâetine göre, Allah ve Resulü tarafından
kendinize harb ilan ediniz.
Burada ribâyı terketmeyenleri, gerek ribâ helaldir inancına dönmüş mürted veya
ahdini bozmuş kâfir olsun, gerekse haram olduğuna inandığı halde o inançla amel
etmeyip ribâya devam eden fasık mümin olsun; her ikisine de Allah
Teâlâ, savaş ilan etmeyi emretmiştir. Çünkü bunlar, zekatı inkar eden veya
inandığı halde vermemekte direnenler gibi, ya mürted veya bâğî ve âsîdirler.
Dışardaki kâfirlere her zaman için savaş açmak zaruri ve gerekli olmadığı halde,
bunlara savaş açmak kayıtsız şartsız vacip kılınmıştır. Demek olur ki, ribâdan
sakınmak, İslâm tabiiyetinde bulunanların hepsine farzı ayn bir ferdî görev
olduktan başka, genelde ribâ işlemlerini kaldırmak da mühim bir ictimaî farizadır.
Çünkü ribâ öyle bir sosyal hastalık ve öyle bir toplumsal fitnedir ki, toplumda
sürüp gittiği müddetçe tek tek k i şilerin ondan kaçınmaları çok zor, belki de
imkansız olur. Gerçi küfür diyarında bulunan bir müslümandan, müslim ile gayri
müslim arasındaki ribânın haramlığı sakıt olacağı Hanefî mezhebinde açıkça
ortaya konmuştur. Bilhassa bu hikmetten dolayı olsa gerek ki, Asr-ı Saadet'te
müslüman ümmeti kemal derecesini bulup da savaş edebilme güç ve kabiliyetini
kazanmadıkça ribânın haram oluşu ilan edilmemiştir. Bundan dolayı İslâm devleti,
ribâ işlemleri yapan kişileri uyarır ve terbiye eder. Bunlar fert veya cemaat halinde
devlete karşı koyarlarsa o zaman onlara savaş ilan etmek bütün müslümanların dinî
görevleri gereğidir. Bununla beraber bugünkü müslümanlar bu vazifelerini unutmuş ve
bunun uygulanması hususunda sosyal güçlerini yitirmiş, bir kararsızlık ve karışık
l ık içine düşmüş bulunduklarından pratik hayatta ribâdan kaçmak sırf ferdî bir
görev gibi kalmış; ribânın toplum hayatında revaç bulmuş olması da ona karşı
koymak isteyenlerin durumunu güçleştirmiştir. Kur'ân böyle ribâyı terketmeyenlerin
Allah tarafından s avaş ilanını hakkettiklerini anlatıyor ki, Kur'ân dilinde
"Allah ve Resulü'nün harbi" deyimi, bazen gerçekten savaş anlamında, bazen
de günahın büyüklüğünü ve zararını tasvir için uyarı makamında mecaz olarak
kullanılır. Ve burada her iki tefsirle ilgili o larak görüşler öne sürülmüştür.
Demek ki biri olmazsa, diğeri muhakkak olacaktır. Faiz yiyen veya yedirenler maddî veya
manevi anlamda ilâhî savaştan kurtulamıyacaktır. Bunun için bir hadis-i şerifte
"Allah, ribâ yiyeni de, yedireni de lânetlemiştir." v e ya lânet etsin,
buyurulmuştur.
Bu böyledir. Ve eğer siz ribânın haram olduğuna inanır, ribâya tevbe ederseniz,
ana paranız sizindir. Ana paralarınızın hepsini alırsınız, o şekilde ki, zulüm
etmezsiniz, zulüm de edilmezsiniz, yani ne fazla alırsınız, ne de eksik alırsınız.
Fakat tevbe etmezseniz, dinden çıkmanızdan veya zulmünüzden dolayı ilâhî harbe
muhatap olmakla her türlü zarara uğrar, ana paralarınızı ve hatta bütün
mallarınızı bile kaybedebilirsiniz ve kendinize yazık etmiş olursunuz.
'dan buraya kadar bu âyetin, müslüman olup da daha önce yaptıkları ribâ
işlerinden henüz alamadıkları alacakları kalmış olan bir takım kimseler hakkında
nazil olduğu anlaşılıyor. Daha özel anlamda olmak üzere ve aşağıda
açıklanacağı şekilde daha başk a birkaç nüzul sebebi de rivayet edilmektedir:
Mukatil'in rivayetine göre, Taif'deki Sakif kabilesinden Amroğulları denilen
oymaktan Mes'ud, Abdi Yaley, Habib ve Rabi'a adlarındaki dört kardeş hakkında nazil
olmuştur ki, bunlar Mekke'de Beni Mahzûm'dan Beni Muğire'ye faizle borç verirlerdi.
Hz. Peygamber Taif'i fethettiği zaman bu kardeşler müslüman olmuşlar, sonra Beni
Muğire'deki alacaklarının faizlerini istemişlerdi. Beni Muğire de müslüman olmuş
ve İslâm'a rağmen faiz vermek istememişlerdi. Fetih't e n sonra Mekke valisi olan
Attab ibni Üseyd'e müracaat olundu ve bir rivayete göre, Sakif'in Hz. Peygamber'le Taif
antlaşmasında hak üzerinde ribâdan olan gerek alacak ve gerekse vereceklerinin mevzu',
yani metruk ve sakıt olduğuna ilişkin hüküm de yer alm a ktaydı. Attab ibni Üseyd
(r.a.) Hz. Peygamber'e yazdı, o zaman işte bu âyet nazil oldu. Bundan dolayı Hz.
Peygamber, cevap olarak bu âyeti yazdı ve altına da şu notu ekledi: "Onlar buna
razı olurlarsa ne âla, yoksa onlara savaş ilan et!" Ata ile İkrime'n i n verdiği
bilgilere göre, Hz. Peygamber'in amcası Abbas ile damadı Osman b. Affan (r.a.) ortak
olarak hurma bahçesi kiralamışlar, yani vakti gelince hurmaları toplamak üzere peşin
para vererek selem yoluyla bir alışveriş sözleşmesi yapmışlardı. Toplama va k ti
gelince, hurmanın bir kısmını toplayıp kaldırmışlar, geriye kalanını da faiz
karşılığı olarak toplamak istemişlerdi. Bu da faizin karşılığı demişlerdi.
Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Süddî'nin rivayetine göre, Hz. Abbas ile Hz. Halid
bin Velid, cahi l iyet devrinde ortak olarak faizcilik yapıyorlardı. İslâm'a
girdikleri zaman eskiden kalma pek çok faiz alacakları vardı. Bu âyet bunlar hakkında
nazil oldu.
Hadis kitaplarında sahih rivayetlerle yer almış bulunan bilgilere göre, Abdullah b.
Ömer ile Cabir (r.a.), bizzat Hz. Peygamber'den şöyle rivayet etmişlerdir ki;
Resulullah, Vedâ Haccı günü Mekke'de, yani Cabir'in açıkça bildirmesiyle
Arafat'taki meşhur hutbesinde "Cahiliyyet devrindeki ribâların hepsi batıl ve
sakıttır. İlk iptal edeceğim ribâ d a Abdulmuttalib oğlu Abbas'ın
ribâsıdır" buyurmuş idi. Mekke ve Taif'in fetihleri hicretin sekizinci senesinde,
Veda Haccı ise onuncu senesinde olmuş ve hacdan birkaç ay sonra da Hz. Peygamgamber
vefat etmişti.
Bundan anlaşılmaktadır ki, bu ribâ âyetinin ilk uygulaması bu hutbede ilan
buyurulmuş ve âyetin hükmüne göre; o güne kadar alınmış olan ribâlara
dokunulmamış ve alınmamış olanlar da iptal edilmiştir. Bundan dolayı Hz. Abbas'ın
faiz alacakları âyetin özellikle nüzul sebebi değilse bile genel olarak â y etin
hükmünün ilk uygulandığı alacaklar olmuştur. Bu âyet, sonradan müslüman olan
kâfirlere uygulanacak hüküm hakkında da büyük bir temel olmuştur. Bu gibi
kimselerin müslüman olmadan önceki zamanlarında, İslâm dininin hükümlerine
aykırı ve fakat kendi ar a larında muteber ve geçerli olmak üzere yapmış oldukları
işlemler temelden fesih ve iptal edilmez; lakin İslâm'a girdikten sonra ortaya çıkan
sonuçları, İslâm'ın hükümlerine göre çözüme kavuşturulur. Mesela, kendi
aralarında caiz ve fakat İslâm'a göre caiz olmayan bir nikah yapmış bulunsalar, bu
nikah geçerlidir, fakat İslâmiyete aykırı düşüyorsa onda devam olunamaz. Kâfir
iken süt kardeşiyle nikahlanmış ve onunla yatmış ise, bu nikah eskiye göre muteber
ve geçerlidir. Verilen mehir geri alınmaz. Fakat İslâ m 'a girdikten sonra onda devam
olunamaz. Boşanmaları gerekir. Mehir verilmemiş ise mehr-i misil ödettirilir. İşte
ibaresi yalnızca ribayı ilgilendiriyor gibi görülen bu âyet, kapsamı ve delaleti
bakımından birçok işlemlere ait hükümleri de içine almaktadır. Bunun gibi, Veda
Haccı Hutbesi de birçok hükme temel teşkil eder. Bu cümleden olmak üzere, bu şuna
da delalet ediyor ki; dar-ı harpte yapılmış olan sözleşmeler, aslında İslâm'a
göre fasit yapılmış olsalar bile, fetihten sonra onlar temelden feshedilmez. Z ira
biliniyor ki, âyetin nüzulü ile Mekke'de tahsil edilmemiş ribâların iptalini fiilen
ilan eden bu hutbe arasında, Mekke fethinden önceye ait akitlerin uzantısı olarak
devam edip gelen birtakım ribâ sözleşmeleri vardı. Demek ki, bir dar-ı harpte
müslüma n larla diğerleri arasında yapılmış olan sözleşmeler, orayı
müslümanların fethinden sonra bile esasından feshedilmez. Alınmış olanlar iade
olunmaz. İşte bu ribâ konusunda görüldüğü gibi, fasit kısım, yani İslâm
hükümlerine uygun olmayan kısım devam da ettir i lmez. Yani fethin hükmü, daha
öncesine şamil olmaz, ancak sonrasına dönük olur. Bu açıklamalardan şu sonuçları
alabiliriz: Evvela şunu belirtmek gerekir ki, bu âyetin inişi, sadece Veda Haccı'ndan
değil, Mekke fethinden de önce imiş. Ayrıca ribâ için, onu inkar edene veya haram
olduğunu kabul ettiği halde ribâ işine devam edene savaş açmanın faraz olması
dâr-ı harpte değil, dâr-ı İslâm içinde ve Müslümanlığı kabul etmiş olanlar
için geçerli olan bir hükümdür. Müslümanların vazifesi, dâr-ı harbde bulunan kâ
f irlere, ribâdan vazgeçmeleri için savaş ilan etmek değil, kendi ülkelerini müslim
veya gayri müslim, kim
olursa olsun ribâ fitnesine uğratacak olanlardan korumaktır. Bunun için "Ey
müminler Allah'dan korkun!" diye hitap buyurulmuş, "Ey insanlar" diye
buyurulmamıştır. Müminlerin hükümranlığı ve vilâyeti de dâr-ı İslâm'a
aittir. Dâr-ı harb için geçerli değildir. Bu mânâdan dolayıdır ki, Hz. Peygamber,
İslâm uyruğunda bulunmayanlara ribâyı terk etmeleri gerektiğini teklif etmediği
halde, İslâm'ın zimmetin i kabul eden Necran Hıristiyanları'na ribâ yememek ve ribâ
yedikleri takdirde zimmetin sağladığı haklardan mahrum olacaklarını bildirmek üzere
onlara söz vermiş ve onlara, "Ya ribâyı terkedersiniz veya Allah ve Resulünden
harb açılacağını bilmiş olunuz." d iye yazarak bu âyetin içerdiği hükmü
tebliğ etmiştir. Zira dâr-ı İslâm'da zimmet ehlinin sözleşmesi, hukuk açısından
müslümanların imanı yerindedir. Ve zimmet ehli, ibadet ile yükümlü değil, fakat
muamelat ile yükümlüdür.
Velhasıl dâr-ı İslâm'da ribâ işlemleri yapanlar, gerek dini inkârlarından ve
dinden çıkmak niyetiyle yapsınlar, gerekse sırf günah ve isyan niyetiyle yapsınlar,
her iki şekilde de Allah'ın ve Resulünün harbine muhatap olmuş olurlar. Fakat tevbe
edenlerin de ana paraları, eksik ve fa z la olmadan aynen korunur. Şu kadar ki, bunun
hemen ödenip ödenmiyeceği de borçlunun kolay ödeme şartına bağlıdır.
280- Ve eğer borçlu züğürt durumda ise o halde ödemeye ilişkin hüküm, çaresiz
olarak onun kolay ödeyebileceği zamanı beklemeyi gerektirmektedir. Borçluya,
ödeyebilecek duruma gelinceye kadar süre tanımak gerekir. Ve bu gibi borcunu
ödeyemiyecek borçlulara alacağınızı sadaka edip bağışlamanız, sizin için onlara
süre tanımaktan daha hayırlıdır. O parayı bağışlamanın sevabı daha çoktur. E
ğer bilirseniz böyle yaparsınız. Bu âyetin hükmü, delaleti ve kapsamı açısından
her çeşit borç için geçerlidir. Hükmü bütün borçlara şamildir. Bu husus da
borçlanmayla ilgili hükümler arasında temel hükümlerden biridir. Bundan dolayıdır
ki, borçlunun gerç e kten sıkıntı içinde olduğu kesin olarak ortaya çıkarsa
hapsine hüküm verilmez, hapsedilmez. Borçlu olan fakirlere borçtan kurtulmaları için
yardım etmek ve alacağını ona olduğu gibi bağışlamak da büyük bir hayır teşkil
eder.
281-Ey iman ehli! Bunları yapınız ve öyle bir günden korkunuz ki, o gün Allah'a
döndürüleceksiniz, yahut döneceksiniz. Sonra herkese kazandığı aynen ödenecek. Ve
onlar zulüm görmüş de olmayacaklar. Onlar kıyamette ebedî cezaya ve azaba uğrasalar
da asla zulüm görmüş olmay a caklar, çünkü kendi kazançları neyse
onu almış olacaklar.
Abdullah b. Abbas hazretlerinden rivayet ediliyor ki, bu âyet Kur'ân-ı Kerîm'in en
son nazil olan âyetidir. Şöyle ki: Hz. Peygamber, hac farizasını ifa ettiği zaman
"kelâle" âyeti, yani "Sana soruyorlar, de ki, Allah size kelâle
hakkında hüküm bildiriyor..." (Nisa, 4/176) âyeti nazil olmuştu. Sonra Arafat'ta
vakfede iken "İşte bugün size dininizi ikmal ettim..." (Maide, 5/3) âyeti
nazil oldu. Sonra da işte bu âyeti nazil oldu. Ve Cebrail A l eyhisselâm "Ya
Muhammed! Bunu Bakara'dan ikiyüz sekseninci âyetin başına koy." dedi. Ve bu
âyetten sonra Resulullah seksenbir gün yaşadı ki, yirmi yirmibir gün veya yedi gün,
yahut sadece üç saat yaşadığı da söylenmiştir.
İyi veya kötü amellere ileride verilecek ecir veya ceza, sahiplerinin kendi kazancı
olmak üzere Allah katında defterlerine geçirilecek bir karşılık, bir yükümlülük
derecesinde bulunduğundan son nazil olan bu âyetin, ölümü veya kıyamet gününü
ihtar ederek nazil olması çok anlamlıdır. A yrıca özellikle ribâ konusunu izleyerek
borçlanmayla ilgili hükümlerin arasında yer almış olması da çok açık seçik ve
anlamlı bir uyarıdır.
İnfak ile ilgili hükümler, kazanç yollarından olan alışveriş ve ribâyla ilgili
hükümlere, bu da borçlanmayla ilgili hükümlere müncer olmuştur. Borç ise her
şeyden önce yükümlülük ve zimmet denilen insan haysiyeti ile ayakta duran bir
özellik olduğundan, Cenab-ı Hak, bunu bizzat kendi ezelî misakı altına alarak ve
nihayet en büyük müeyyidesi (yaptırımı) olan dindar l ık ve takva duygusuna
bağlamış ve fakat takva duygusunun helal kazanca engel olacak olumsuz bir yöne
sapmaması için bundan sonra genel olarak borçlanmaların yazılı belgelere
bağlanmasını ve nasıl yazılması gerektiğini, ikinci derecedeki ayrıntı sayılabil
e cek açık belgelerini ve diğer temel hükümlerini beyan ederek buyurmuştur ki:
Meâl-i Şerifi
282- Ey iman edenler! Belli bir vade ile karşılıklı borç alış verişinde
bulunduğunuz vakit onu yazın. Hem aranızda doğruluğuyla tanınmış yazı bilen biri
yazsın. Yazı bilen biri, Allah'ın, kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın
da yazsın. Bir de hak kendi üzerinde olan adam söyleyip yazdırsın ve herbiri yazarken
Rabbi olan Allah'dan korksun da haktan birşey eksiltmesin. Şayet borçlu bir bunak veya
küç ü k bir çocuk veya söyleyip yazdıramıyacak durumda biri ise velisi doğrusunu
söyleyip yazdırsın. Erkeklerinizden hazırda olan iki kişiyi şahit de yapın. Şayet
iki tane erkek hazırda yoksa, o zaman doğruluğuna güvendiğiniz şahitlerden bir
erkekle iki kadın k i, birisi unutunca, öbürü hatırlatsın, şahitler de
çağırıldıklarında kaçınmasınlar; siz yazanlar da az olmuş, çok olmuş, onu
vadesine kadar yazmaktan usanmayın. Bu, Allah katında adalete daha uygun olduğu gibi;
hem şahitlik için daha sağlam, hem şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir.
Meğer ki, aranızda hemen devredeceğiniz bir ticaret olsun, o zaman bunu yazmamanızda
sizin için bir sakınca yoktur. Alım satım yaptığınız vakit de yine şahit tutun.
Ayrıca ne yazan, ne de şahitlik eden bir zarar görmesin. Eğer onlara zarar verirseniz,
o işte mutlaka size dokunacak bir günah olur. Üstelik Allah'dan korkun. Allah size
ayrıntılarıyla öğretiyor ve Allah her şeyi bilir.
283- Şayet siz sefer üzere olur bir kâtip de bulamazsanız, o vakit alınmış bir
rehin belge yerine geçer. Yok eğer birbirinize güveniyorsanız kendisine güvenilen
adam Rabbi olan Allah'dan korksun da üzerindeki emaneti ödesin. Bir de şahitliğinizi
inkâr edip gizlemeyin, onu kim inkâr ederse mutlaka onun kalbi vebal içindedir. Her ne
yaparsanız A llah onu bilir.
282-KIRÂET: Hamze kırâetinde "hemze"nin kesriyle dir. İbnü Kesir, Ebu
Amr ve Yakup kırâetlerinde in sükûnu ve şeddesiz olarak okunur. Hamze kırâetinde de
nın zammiyle dir.Î ise Âsım kırâetinden başkasında ref' ile şeklinde okunur.
kelimesi Ebu Ca'fer kırâetinde şeddesiz; kelimesi İbnü Kesir ve Ebu Amr
kırâetlerinde ve nın zammiyle elifsiz okunur.
Bu birinci âyete (âyet 282) "Müdâyene Âyeti" denilir ki, Kur'ân'daki en
uzun âyet budur. Bir rivayete göre; nüzul sebebi "selem" denilen
alışverişlerdir. Yani peşin para ile veresiye mal almak demek ise de her çeşit
alışverişe ve borçlanmaya şamildir. Ancak dil âlimleri demişlerdir ki,
"karz" ile "deyn" birbirinden farklı şeylerdir. Bundan dolayı bu
âyetteki şartın, aslında karzı içine almaması gerekir. Fıkıh açısından da karz
başlangıçta emanet, sonuçta da satış demektir. Onun ödenmesi belli bir süreye
bağlı değildir.
"Ey iman edenler! Bir ecel-i müsemmaya, yani gün, ay gibi belirlilik ifade eden
ve bi linmezliği ortadan kaldıracak şekilde belirlenmiş olan bir vakte kadar herhangi
bir borç ile işlem yaptığınız zaman o borcu yazınız. Allah ribâyı haram kıldı
diye borç ile veresiye muamelelerin hepsini haram kılmış sanılmamalıdır.
Birbirinizle borç alıp verebilirsiniz, fakat alışverişte borçların vadesi belli
olmalı, bir de yazılarak belgelenmelidir. Ve bunu iki taraftan birine meyil
göstermeyecek, eşit olarak her iki tarafın da haklarını olduğu gibi gözeterek
yazabilecek tarafsız ve âdil bir kâtip ya z sın. Birbirinizin yokluğunda her biriniz
kendi kendine veya özel kâtibi ile kendi defterine ve yalnızca kendi hesabına
yazdırabilirse de bununla yetinilmesin. Kendisine yazması için başvurulan hiçbir
kâtip de yazmaktan imtina etmesin, çekinmesin. Allah'ı n kendisine öğrettiği gibi,
yani senet ve belgelerdeki yazılış usûl ve geleneklerine uygun olarak, yahut demin
bildirildiği üzere adalet ve hakkaniyet çerçevesinde, yahut kendisine ilâhî bir
lütuf demek olan yazı bilmenin şükrü olarak hiçbir şekilde yazmak t an çekinmesin
de öylece yazsın. Borçları yazmak farzı kifayedir, yani herhangi bir yazı bilen
insana farzı kifayedir. Fakat bu işle görevlendirilmiş biri olunca ona farzı ayn
olur. Bundan dolayıdır ki, hükûmetin "Kâtib-i vesâik", başka bir deyimle
"Kâtib - i adl" denilen "noter" tayin etmesi de görevleri
arasındadır. Böyle kâtiplerin bir müracaat olduğunda yazmaları onlara farzı
ayndır. Ve üzerinde hak bulunan, yani borçlu olan taraf söyleyip imlâ ettirsin.
Çünkü yazılacak olan senedin muhtevası onun ikrarı olacak, şahitler de onun
aleyhine şahitlik edecekler. O halde yazıya geçecek ifade ikrar sahibinin ifadesi
şeklinde olmalıdır, senedi borçlu olan taraf vermelidir.
İMLÂL: İmlâ kelimesinin aslı veya eşanlamlısıdır, ezbere söyleyip yazdırmak
demektir. Bundan şu da anlaşılır ki, böyle bir borçlanmada borcun senede
geçirilmesini asıl borçlu olan taraf teklif etmeli, o yazdırmalıdır. Bunun için
tamamen imlâ etsin, yazdırsın ve imlâ ederken, yazdırırken kâtipten, vesaireden
değil, rabbi olan Allah'dan kor ksun da o
haktan zerre kadar bir şey eksik etmesin, ifadesinde hileye ve art düşünceye
saparak veya araya bazı engelleyici ifadeler katarak, borç olayının hâlde ve gelecek
zaman içinde hukukî şeklini ve akışını değiştirmesin. Şimdi üzerinde hak
bulunan borçlu malını israf ve telef eden cinsten kafası az çalışan bir sefih,
yahut küçük çocuk veyahut bunak bir zayıf, bir zavallı, yahut da dilsizlik,
tutukluluk, bilgisizlik vesaire gibi herhangi bir sebepten dolayı bizzat söyleyip
yazdırmaya gücü yetmeyen b ir kimse ise, velisi, yani onun yerine, işine bakan
kâhyası, veliyy-i umûru, vasîsi, vekili, tercümanı, yahut veliyy-i deyni olan
alacaklısı, adalet ve hakkaniyet çerçevesinde imlâ ettirsin, o yazdırsın,
yaptığınız borçları böyle yazınız. Ayrıca siz müm i nlerin erkeklerinizden en
az iki şahit getirip, gerektiğinde buna şehadet etmelerini onlardan talep ediniz. yani
"...erkeklerden" buyurulmayıp, "erkeklerinizden" buyurulması,
çocukların ve müminler aleyhine gayri müslimlerin şehadetinin yeterli olmadığı n
ı anlatıyor. Yani sizin erkeklerinizden, mümin erkeklerden olmayan erkeklerin, siz
müminler aleyhindeki şahitlikleri geçerli olmaz. Eğer iki erkek olmazsa, o zaman da
bir erkekle iki kadın şahit olsunlar, öyle ki, bunlar şahitliklerine razı olacağı n
ız, sizce adalet ve güvenilirlikleri belli şahitlerden bulunsunlar, yoksa gelişigüzel
bir erkekle iki kadının veya iki erkeğin şahitliği muteber ve geçerli olmaz. Başka
bir âyette "Sizden iki adaletli kimseyi şahit yapın" (Talak, 65/2)
buyurulduğu için â d il kimselerden olmaları da şarttır. Sonra bir erkek yerine iki
kadın olsun ki, birisi unutacağından, öbürü ona hatırlatsın, yahut Hamze
kırâetinde olduğu gibi, birisi unutur, şaşırırsa diğeri ona hatırlatır.
Görüldüğü gibi, şahitliğe ehliyet ve liyakat i n şartlarından biri de hakkıyla
zabt ve hıfzetmek, yani akılda iyi tutmak ve unutmamaktır. Ahlâk açısından
güvenilir olmayanların da şahitliği geçerli değildir, fakat akılda tutmak için
olayı başından sonuna kadar her an hafızasında tutmak, aklından çıkar m amak şart
değildir. Elverir ki, şahitlik edeceği sırada hakkiyle hatırlasın ve aklına
getirmiş bulunsun. Demek ki, bir olayı defterine yazan bunu bir süre sonra unutsa da o
deftere başvurduğu zama... devamı... (23. sayfa)