1. sayfa -
2. sayfa -
3. sayfa -
4. sayfa -
5. sayfa -
6. sayfa -
7. sayfa -
8. sayfa -
9. sayfa -
10. sayfa -
11. sayfa -
12. sayfa -
13. sayfa -
14. sayfa -
15. sayfa -
16. sayfa -
17. sayfa -
18. sayfa -
19. sayfa -
20. sayfa -
21. sayfa -
22. sayfa -
23. sayfa -
(21. sayfa)
Bütün
bunlardan anlaşılmaktadır ki; hem ilim, hem iş yapma hikmetin en esaslı mânâsını
teşkil eder. Bütün bunlardan dolayı hikmet kelimesi, aşağıda görüldüğü
çeşitli anlamlarla t efsir edilmiştir:
1- Sözde ve fiilde doğruyu tutturma (Mücahid'den İbnü Nüceyh). Söz, fikir ve
lafızdan daha geniş anlamlıdır. Fiil de, bu kalbin fiili, dilin fiili gibi diğer
amellerden daha geniş anlamlıdır. Herhangi bir hususta kalbinden geçirerek ve dil ile
söyleyerek, şu şöyledir demeli ve öyle yapmalı ve yaptığı işte isabet de etmeli;
işte bu bir hikmet olur. Şu halde yalnızca sözde doğru söylemek tek başına hikmet
olmadığı gibi, yalnızca işi doğru yapmak da hikmet değildir. Sözde isabet etmek, o
konu hakkında gerçek ve doğru olan hükmü vermek demektir; o hükmün gerçekten o
olayın hakikatına uygun düşmesi, yani gerçek bilgiye dayanması, içinde bilgisizlik,
hata ve yalan olmamasıdır. Harekette isabet de, o işin hem özüne uygun olması, hem
de gerç e kte kendisinden beklenen sonucun gereği gibi ortaya çıkması; yani
kötülüğü gidermek, iyiliği elde edebilmek
şeklinde sonuçlanmasıdır ki, bunlara o işin hükmü, hikmeti, gayesi, garazı veya
illet-i gâiyyesi denilir. Hasılı sözde isabet hakka, fiilde isabet hayra yöneliktir.
Hikmetin hakikatı, başlangıcında ilmî anlamda, sonucunda ise amelî anlamda her iki
yönünün birlikte bulunması demektir. Bu mânâ daha başka şekillerle de ifade
edilmiştir. Şöyle ki:
2- Hikmet hem bilgi, hem de iştir: Bilmek ve bildiğiyle amel etmektir. Bu ikisini
birlikte yürütemeyene hakîm denilmez. Mukâtil ile İbnü Kuteybe hikmeti böyle
anlamışlardır. Burada ilim, gerçek mânâsıyla ilm-i yakîn (kesin bilgi) demektir.
Yani bir şeyin özünü kavramış olmak demektir. Buna açıklık kazandırm a k için
genel olarak "ilimde ve amelde ihkâm ve itkan" veya "tahkîk-i ilim ve
ihkâm-ı amel" tabirini kullanmışlardır. Zira ilmin muhkemliği yakîniyet
derecesiyle, amelin muhkemliği kendisinden bekleneni sağlamasıyla ilgilidir. Bu önceki
tarif bize gösteriy o r ki hikmetli bilgi, tecrübe ile desteklenmiş ve uygulanabilir
özellikler taşıyan ilimdir. Hikmetli hareket de bilimsel temellere dayalı olan ve bir
ilmin ölçüsüne vurulduğu zaman doğru olduğu kesinleşen ameldir. Hasılı hikmet,
ilim ile iradenin karşılıklı işbirliği sonucu fiil sahasına çıkması ve o fiilin
de kendisinden bekleneni sağlamasıdır. Bir başka deyişle hikmet, ilim ile sanatın
birleşmesidir.
3- Hikmet; ilim ve fıkıh demektir (Mücahid). Bu tarif öncekilerden başka bir
şeymiş gibi kabul edilebilirse de öyle değildir. Fıkıh kelimesi esas itibariyle
hikmet kelimesinden çok farklı bir anlam taşımaz, aslında bu ikisi birbirinin benzeri
gibidir. Mesela: "şunun hikmeti veya sırrı veya ruhu veya hakikatı şudur"
demek yerine, "fıkhı şudur" denilir. Hi k met gibi fıkıh da birçok yönden
ve ayrıntılı sebepler bakımından derin bilgi ve faydalı iş anlamına gelir. Lügat
anlamıyla fıkıh, amaç ve maksadı kavramak demektir. O halde ilim katıksız bilgiyi,
fıkıh o bilginin amacını anlamaktır ki, bu anlam, işi de i ç ine alır. "Allah
kime hayır murad ederse onu dinde fakih kılar." hadisi şerifi dahi, bu âyetteki
hikmetten maksadın fıkıh olduğunu ortaya koyacak bir delil olarak gösterilebilir.
Dinde fıkıh ise, dinin amaçlarını kavramak demek olur ki, bunun hakikatı d a
insanoğlunun kendi yararına veya zararına olan hükümleri, haklarını ve görevlerini
bilme melekesidir. Bu da kendi kendini ve Allah katında kendisiyle ilgili olan hüküm ve
kuralları tanıması ve ona göre görev bilerek yapması ve bu gücü kendinde
bulmasıdı r. Şu halde fıkhı olmayan
ne kadar bilgili olursa olsun hakîm olamaz. Bu tarife göre, şu da muhakkaktır ki,
fıkıhtan başka ilmi olmayanlara da hakîm denilemiyecektir. Gerçekten de fakih
olabilmek için fıkhın dayandığı temellerin neler olduğunu da bilmek şarttır. Bu
da bütün ilim dallarıyla ilişkilidir. Fıkıh hem nazarî (teorik), hem amelî
(pratik) yanları olan bir ilim olduğu gibi, bir bakıma bildiğini yaşama işiyle de
yakından ilgili bir ilimdir. Yani ilmi ile amel etmeyene gerçek anlamda fakih adı
verilem e z. Bundan dolayı ilim, tevhid ilmi ve akaid gibi usûle ait, fıkıh da fürû'
ve amele ait kabul edilince bu tarif, hikmet-i nazariye (nazarî hikmet) ve hikmet-i
ameliyenin (amelî hikmet) tamamına uygun düşmüş olur ki; hasılı hikmet usûl ve
fürû'u, ilkeleri v e amaçları, özündeki bütün incelikleriyle bilip ne
yapacağını tayin etmek ve bu bilgilerin gereğiyle amel etmek anlamına gelir. Ancak
fıkıhta, yalnızca bilgi söz konusu edilirse o zaman bu tarif, hemen aşağıda gelecek
olan dördüncü tarif gibi olur.
4- Hikmet varlıkların özündeki mânâları anlamaktır (İbrahim Neha'î).
Mânâlar, âyân (cevher) karşılığı olduktan başka, erken devirlerdeki İslâm
âlimlerinin dilinde "sebep ve illet" kelimesi yerine kullanılmakla etkili
özellikler, sebepler ve sonuçlar, daha d o ğrusu sebepler ve amaçlar demek
olacağından bunun özeti, varlıkların içyüzündeki gerçeği ve o gerçeğin
gerektirdiği özellikleri tanımak ve en etkili özelliği tanımak, o özelliğin
değişik amaçlara nasıl yönlendirdiğini anlamaktır. Yani varlıklar arasındak i
sebep sonuç ilişkilerini ve etkileşim düzenini izleyip, varlıkların özünü ve
amaçlarını kavramak demek olur. Bu tarif, amel ve uygulamayı hesaba katmamış ve
hikmeti yalnızca bilgi yönüyle ele almış olduğundan öncekilerden daha geniş
kapsamlıdır. Çünkü iş ve hareket alanına uygulandığı takdirde de doğruluğu
ortaya çıkar. Fakat bilmeyi ve anlamayı, varlıkların taşıdığı mânâlar ile
sınırlayıp kavram ve kapsamını genişlettiğinden dolayı bir bakıma özel
anlamlıdır. Bilmek ve anlamak demek, mütkan ilim (kesin b i lgi) anlamında olup
tümevarım metodunu da dile getirmiş olur. Bununla beraber "vav" tertip
anlamını gerektirmeyeceğinden, aksine bir anlama da ihtimali vardır. Buraya kadar
verdiğimiz bilgilerin hiçbiri Allah'ın hikmet sahibi ve hakîm olmasıyla ilgili değ i
ldir. Zira Allah'ın ilmine ve hikmetine "fıkıh" denilemiyeceği gibi,
"ma'rifet ve anlamak" da denilemez. Çünkü bu deyimler, öncesindeki bir
bilgisizliği de îma ederler. Demek oluyor ki, her marifet hikmet olmaz, işin özünü
kavramak da şarttır. Anlamak dem e k, bir şeyin akılla ilgili yanını kavramaktır.
Eğer bu tarife amel şartı ilave edilmiş olsaydı, o zaman böyle bir hikmetin
sahibinin, herşeyi yapabilmesi gerekirdi. O zaman da âyette geçen hikmet sözüne uygun
düşmezdi. Marifet ve
anlamanın eklenmesiyle hikmet, Allah'ın sıfatının tarifinde sakınca doğururdu.
Bu tarif, bütün ilimlerin ve fenlerin bir temele irca edilmesiyle hepsini aynı düzeyde
ifade eden ve ilâhî hikmetin bilgisi denilen yüce bilgiye uygun düşer. Meşhur
olduğu üzere, hikmet bilgisinin "Va r lıkların hakikatını tanımak" diye
tarif edilmesi de buna benzemekle birlikte bundan daha dar anlamlıdır. Hakikatler,
tabiatüstü olduğu gibi, amaçları da kapsamına almaz. Lâkin insanoğlunda böyle bir
hikmet bilgisi mümkün müdür? Herşeyden önce marifet ve a n lamak bilfiil değil de
meleke ve kabiliyet olarak ele alınırsa belki bu tarif gerçeği ifadeye yarar. Ayrıca
Allah dilerse mümkün olur. Bu anlamda bir hikmet bilgisi peygamberlerde ve büyük
velîlerde bulunabilir. Gerçekten de Kur'ân'ın birçok yerinde "hikm e t"
peygamberlik kavramıyla birlikte bulunmaktadır ve çoğu zaman da onun yerine
kullanılmaktadır. Nitekim tefsir âlimlerinden Süddî bu âyette de hikmeti böyle
tefsir etmiştir. Zira peygamberlik hem ilmî, hem amelî yönden ilâhî ihsan eseri olan
hikmetin en y üksek mertebesini ifade eder. Bunun içindir ki, İbnü Rüşd,
"Tehâfüt" adlı eserinde, "Her peygamber hakîmdir, fakat her hakîm
peygamber değildir." diyerek bu hikmeti tarif etmiştir.
5- Hikmet, Allah'ın emrini anlamaktır (Zeyd b. Eslem ve oğlu). Bu tarifte de anlamak
için kullanılan akıl, aslında nazarî akıldan da, amelî akıldan da daha geniş bir
anlam taşıyorsa da, insanın kendi işlerini kapsam dışı bırakmaktadır.
6- Hikmet, anlamak demektir (Şüreyk). Bu bir lafzî tarif olmakla beraber diğer
tariflerin ortak yönünü almıştır. Demek ki, hikmetin en genel anlamı anlamaktır.
Mutezile bunu anlama gücü ve yeteneği şeklinde kabul etmişse de doğrusu anlama
yeteneği değil, anlamanın kendisidir. Aslında her ikisi de Allah'ın ihsanıdır.
Anlaması olmayan hakîm olamaz. Bu üç tarif (Yani 4. 5. ve 6.) hikmeti yalnızca bilgi
özelliğiyle ele almıştır. Bunlara karşılık, hikmeti yalnızca amelî değeri ile
ele alanlar da vardır. Şöyle ki:
7- Hikmet, icad demektir (Ta'rifat-ı Seyyid'den). Hikmet sebep ve illetlere irca
edilen ve onunla ilişkili olduğundan, illiyetin hakikatı da yaratmak ve icad etmek
olduğundan, asıl hikmet icad demektir. Fakat bu tarif, her şeyden önce Allah'ın
hikmetine uygun düşmektedir. Bir de mutlak anlamda yaratmak yalnızca Allah'ın işi
olduğun d an, hikmet yalnızca eserleri, sebep ve illetleri yaratmak değil, aynı
zamanda o sebepleri birbirlerine karşı çok yönlü fayda ve maslahatları da
gözeterek, bir uyum içinde ilişkilere yöneltmektir. Böylece birinci eser, ikinciye,
ikincisi üçüncüye ve sonsuz a kadar ilk sebep ve illetin etkisine
doğru uzanan bir yol olur da eserlerin hepsi birbirlerine perçinlenmiş bir halde
aralarında sarsılmaz bir düzen kurulmuş olur ve buna "sünnetullah"
(Allah'ın sünneti) adı verilir. İşte hikmetin bütün sırrı bu kurulu düzenin
içindedir. Bundan dolayı hikmetin çeşitli isimlerinden biri de "Sünnet-i
muhkeme"dir. Hakk'ın nizamı, Hakk'ın şeriati, Hakk'ın dini ve bunlara uymak,
uymakla birlikte hakikatın ortaya çıkmasına vesile olan her güzel haslet hep
hikmettir. Ve yine bund a n dolayı hikmetin bir mânâsı da sebeptir. İşte bu
yüzdendir ki, insanlarda dahi basit bir özellik kazandıran sebep ve illetler
bulunduğundan, bu hikmeti icad eden Cenab-ı Allah, dilediği insanlara da bundan bir
hisse bahşetmiş, yine kendi hikmetinin icabı olarak, insanlara da dış görünüşte
basit ve geçici bir düzen kurabilme gücü ve yeteneği ihsan eylemiştir. Bu demektir
ki, insanoğlu ortaya koyduğu düzende gerçek yaratıcı değilse de ilâhî
yaratışın ortaya çıkmasına bir araç olmak bakımından, aynı yolda O' n un bir
vekili durumunda olduğundan yine bir değer ifade etmektedir.
Özetleyecek olursak, Fahruddin Razî'nin beyanına göre, bu mânâca Allah'ın
hikmeti, her zaman her yerde, kulların yararına olacak şeyler yaratması demek olduğu
gibi, kulların davranış ve eserlerinde de bu böyledir. İnsanların hikmeti de başka
kulların yararına olacak şeyler yapmak ve ortaya koymak, sünnetullah denilen kâinat
düzenini anlayıp ona göre keşif ve icadlarda bulunmak demektir. Yani sadece kendisine
yarayacak birşey değil, başkalarına da yarayacak eserler ortaya koymasıdır. Ancak
insanların haddi zatında yaratılmış ve birtakım sebeplere bağlı olarak ortaya
çıkmış oldukları bilinip dururken, birtakım keşif ve icadlar ortaya koyan kimseler,
kendilerini ilk sebep yerine koyup öyl e sanırlarsa, ilim açısından sonuçtan sebebe
yol bulup geçememiş ve bir yerde takılıp kalmış olacaklarından, dışa bağımlı
olan zahiriyeden sayılırlar ve hikmet ehlinden olamazlar.
8- Hikmet, varlık düzeninde herşeyi yerli yerince koymak demektir ki, bu tarif de
görünüşte bütün varlığı açıklamaya yönelik olduğundan, bir bakıma ilâhî
hikmeti, ilâhî sıfatları topluca tarif sayılır. Ancak herhangi bir şeyi kendi
yerine koymak denildiği zaman, cüz'î hikmete de uygun düşeceğinden, insanların
hikmet özelliği i çin de geçerli olur. Ayrıca buradaki yerli yerine koymayı,
yaratılış anındaki ilk yerleştirmek veya yaratılmış olan mevcut düzendeki yerinin
ne olduğunu keşfedip kavramak şeklinde iki türlü anlamak da mümkündür. Bununla
beraber bu tarif, hikmetin, varlık d üzeni içinde çeşitli varlıkların yerini
ve değerini anlamanın gerekli olduğunu dile getirmektedir. Bundan dolayı, hiçbir
sıra ve düzen gözetmeden ortaya konan icad, hikmet kavramının dışına çıkmak
olur. Bununla beraber bu tarif, yaratılmış varlık düzeni içinde kulların ne gibi
düzenlemeler yapabileceği açısından daha ziyade adaletin tarifi olmak üzere meşhur
olmuştur. Şu halde pratik açıdan hikmet adalet demektir. Amelî hikmet denilen ahlâk
ilmi, ahlâkı, ifrat ile tefrit arasında adalet temeline dayandıran bu mânâyı
almışdır.
9- Hikmet güzel ve doğru işlere yönelmektir. Bu tarifte hikmetin, güzelliği ve
iyiliği hedef tuttuğu ve bu amacın sınırlı olmayıp sonsuza kadar durmadan
ilerlemeyi gerektirdiği ifade ediliyor. Bundan dolayı hikmetin bir meleke ve bir huy
olduğu kesin demektir. "Sonucu iyilik olan işi yapmaktır." şeklindeki tarifi
de buna çok yakın bir tariftir.
10- Siyasette, insanın gücü yettiği kadarıyla yüce yaratıcıya benzemeye
çalışmasıdır ki, bu da ilmini bilgisizlikten, icraatını zulüm ve haksızlıktan,
ikram ve ihsanını cimrilikten, hoşgörüsünü bunaklıktan arındırmak ile mümkün
olur. Fahruddin Razî'nin tefsirinden alınan bu tarife göre, siyaset deyimi bu tarife
bir özellik kazandırıyor gibi görünüyorsa da, "Hepiniz çobansınız ve her
çob a n sürüsünden sorumludur." hadîsi şerifinin anlamı derinden derine
düşünülürse, kapsamının genişliği iyice anlaşılır. Bununla beraber bu tarif,
daha ziyade hikmetin hakimiyet mânâsıyla olan ilişkisini ön plana çıkarıyor.
11- Hikmet, Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmaktır. Bu tarif de yine Fahruddin
Razî'ye aittir. Nitekim bir hadîsi şerifte, "Allah'ın ahlâkı ile
ahlâklanın." buyurulmuştur. Fâtiha Sûresinde ilâhî ahlâkın bir tecellisini
görmüştük. Nûn Sûresinde Peygamber (s.a.v.) efendimiz hakkında, " D oğrusu
sen büyük bir ahlâk üzere yaratıldın." (Kalem, 68/4) buyuruldu. Bu âyet de
bunun canlı bir örneğini göstermektedir. İlahî ahlâk veya büyük ahlâk adı
verilen şeyin Kur'ân ahlâkı olduğu da tefsirlerde açıklanmıştır. "Ben
ahlâk yüceliklerini kemale erdirmek için gönderildim." hadîsi şerifi gereğince
Hz. Peygamber'in peygamber olarak gönderilişinin sırrı da
bu noktada toplanmıştır. Şüphe yok ki akıl, anlayış, iman, marifet ve ilim
böyle bir ahlâklanmanın öğelerinden değilse bile şartlarındandır. "Bunu
ancak üstün akıllılar anlayabilir." meâlindeki âyeti de bu anlama açıklama
getirmiştir. Hikmetin kâh ilim, kâh amel, bazen de her ikisi birden olmak üzere ele
alınmış olması da bundan ileri gelmektedir. Bundan dolayı sebepler ile sonuçlar,
ilkeler ile amaçlar arasındaki inceliklere ve ilişkilere dönük olan gerçekleri,
hikmet ile uygulama arasındaki sebep sonuç düzeni içinde görmek ve göstermek
bakımından, ilk tariflerde dile getirildiği üzere; hikmet, ilimde ve amelde
sağlamlık, sözde ve işte isabe t diye tarif olunduğu zaman, hemen hemen bütün
tarifler gözetilmiş olur. Bunun gibi sebep durumunda olan birinci şıkkın varlıkta da
önceliği olduğuna göre ilim ile; sonra bu ilişkiden maksadın sonuç ve amaç
olması, varlıkta sonra gelen amacın bilgide öncel i ği bulunması bakımından
"amel" ile tarif edilmiştir. Fakat şunu gözden uzak tutmamak gerekir ki,
sebep sonuç ilişkisini ve bu ilişkide kötülükleri önlemek ve faydaları sağlamak
kavramını daima gözetmek durumunda olan hikmet, sonuçta amele yönelmeyen ve pr a
tiği gözetmeyen ilme, aynı şekilde ilimden etkilenmeyen amele ve her ikisinin birlikte
iyiliği elde etmek değil de kötülüğü hedef tutan kısmına uygun
düşmeyeceğinden, bu çeşit bilgiye hikmet denilmesi doğru olmaz. Bir bilgiye hikmet
denebilmesi için üzeri n de faydalı bir işin eserinin görülmesi gerekir. Herhangi
bir faaliyete hikmet adı verilmesi de hem ilmî temellere dayanması ve ilmin gereklerine
uygun olarak ortaya konması, hem de kötülüğü ve zararı amaçlamamış olması
gerekir. Bundan dolayı, uygulama ala n ı olmayan herhangi bir nazarî bilgi bizzat bir
hikmet olmadığı gibi, tesadüflere bağlı olarak meydana çıkmış olan herhangi bir
iş de öyledir. Bunun için ilâhî hikmetin içinde ne kuru ve nazarî bilgi vardır, ne
de tesadüfe dayanan bir hareket, bir oluş. Bu n dan dolayıdır ki, sebepler düzenine
dayalı olarak kurulmuş olan bilginin hakikatı, tesadüf eder. Çünkü tesadüf,
gerçeğe ve bilinene göre değil, sebebini bilmeyen bilgisizliğe göre tesadüftür.
Tesadüf nazariyesi daima bilgisizlik nazariyesidir. Böyle olduğu içindir ki,
varlığın başlangıcı konusunda tesadüfe dönüşmekten kurtulamıyan tabiat
nazariyesi, tabiatın ilk başlangıç ve ilk sebep olduğunu savunan görüş, her
yönüyle ilim dışıdır. Ve bütün ilimlerin ve fenlerin akışına ters düşen bir
cehalet nazariyesi d ir. Gerçekten de bütün olayları ve oluşları ve bütün
yücelikleri bir bakıma tesadüfe bağlayan bir fikrin, ne kendisinde, ne eserinde hikmet
nasıl olur da söz konusu olabilir. Hikmet ve varlık düzenindeki sağlamlık kesinlikle
ilme, ilim de "âlim-i kül" (h e rşeyi bilen) ve "hakîm-i mutlak"
(mutlak hakîm) olan bir ilk sebebe dayanır. Ve âlemde
görülen hikmet, mutlak hakîm olan Allah'ın gücüne ve hikmetine şahittir. Ve
insandaki hikmetin temeli de işte O'na iman etmek, O'nu tanımaktır. İnsan hikmetinin
amacı da O'nun kurduğu düzendeki incelikleri, o düzenin kanun ve kurallarını ve
sebep sonuç açısından işleyiş şeklini anlamaya çalışmak, ona uygun davranmak,
onun ahlâkıyla ahlâklanmak ve her işinde doğru ve faydalı olanı yapmaktır. Demek
ki ilk sebep olan Allah T eâlâ ile yaratılmışlardan her birinin iki türlü ilişkisi
vardır. Birisi O'na, doğrudan doğruya O'na bağlanan sebep ilişkisidir ki, her şeyin
kendine mahsus olan özelliği buna bağlıdır. Eğer bu özel sebep ilişkisi ve bağı
olmasaydı varlıkta hiçbir şey, diğ e rinden ayrıcalık kazanamaz, ferdî özelliği
ve ferdî kişiliği olan varlıklar gerçekleşemezdi. Bu nokta, müminin Allah'a
tevekkülünün, yüce gücüne ve mucizelere imanının temelidir. Burada akıl değil,
yalnızca iman hakimdir.
Diğeri ise şimdiki zamandan ezele, ezelden ebede doğru zincirleme olarak akıp giden
bir sebepler ve sonuçlar ilişkisidir ki, bunda bütün varlıklar birbirlerine tutunarak
bir bütün hâlinde yaratılışın başlangıcı ve sonucu itibariyle Allah'a dayanır.
Bu da ilâhî hikmet meselesidir ve a k ıl ile ilmin alanıdır. İnsanoğlunun hikmeti,
genel ve özel karakterli bu iki türlü ilişki ve bağlantının gözetilmesine uygun
düşecektir. Bu ikisi birlikte gözetildiği takdirde akıl ile kalb birleşecek ve o
zaman insan, insan-ı kâmil olacaktır. Ve insan-ı k âmil olanlar ebediyete kadar
varlıkta bir hakimiyet sırrına nail olurlar da hiçbir zaman bunu kendilerinden
bilmezler ve kendilerine mal etmezler, kendilerinde meydana gelen o hâli, ilâhî
hakimiyetin bir akışı olarak tanırlar. Nitekim Hz. İbrahim ölüyü di r iltme
sırrına erdiği halde, "Ben diriltiyorum, ben öldürüyorum." demedi de
"Rabbim diriltiyor, Rabbim öldürüyor." (Bakara, 2/258) dedi. Halbuki Nemrud,
bir mülke nail olmakla, "Ben diriltirim, ben öldürürüm." şeklinde iddiaya
kalkıştı. "Üstün a k ıllılardan başkası düşünüp anlayamaz."
İnsanlarda hikmetin başı olan akıl, yalnızca ilâhî bir ihsan olduğu gibi,
şeref ve güç kaynağı olan kalb de yine ilâhî bir ihsandır. Bunlar doğrudan
doğruya Allah'a dayanırken, bunların eserleri olan fiil ve hareketler de kesb (kazanma,
çalışma) sebeplerine bağlı olarak hem doğrudan doğruya, hem dolaylı olarak yine
ilâhî ihsan eseridir. "O dilediğine hikmeti verir." ifadesi, kayıtsız
şartsız her iki ilişkiyi birlikte ifadeye yöneliktir. âyeti de zekâ itibariy l e
vehbî olana, düşünme itibariyle kesbî olanla vehbî olana, her ikisine birlikte bir
uyarıdır. Demek ki sırf kendi kerem ve
fazlından Cenab-ı Allah, dilediğine hak ile batılı, şeytanî olanla rahmanî
olanı anlayıp ayırd edebilecek ve ona göre doğru olanı yapacak, kötülüğü
giderip iyiliği elde edecek bir hikmet ve hakimiyet bahşeder. Hikmet ise bir sonuca
birçok sebebin etkili olabileceğini gerektirdiğinden "çok hayır" demek
olur. Fakat bilgi ve anlayış, sağlam iş için bir sebep ve şart olmakla beraber, yine
tam ve yeterli bir sebep değildir. Bundan dolayı akıl ve anlayış sahiplerinin, kendi
kesb ve gayretleriyle düşüncelerini ve iradelerini kullanmaları da hikmet
açısından, bu hakimiyete ve çok hayra erebilmek için şarttır. Bu şekilde her akıl
sahibinin kend i akıl derecesine göre hikmetten bir hissesi vardır. Her zaman
insanoğlu, şeytanî telkin ile rahmanî telkini anlayıp ayırd edebilmek için, işin
başlangıcında aklını ve düşüncesini uyanık tutmak zorundadır. Daha sonra bu
düşünce ve o hikmet ilâhî feyzin de y ardımı ile insanda bir meleke oluşturur ve
nihayet insan derecesine göre, ilâhî ahlâk ile ahlâklanır. Pratik aklı gelişir,
kuvvetlenir; dolayısıyla bildiği ve yaptığı şeyler gerçekten ve doğruluktan
şaşmaz olur. Şu halde düşünceyle pratik bilgiye sebep ol m ası bakımından,
hikmetin ön şartı sayılabilir. Bunun için nazarî ilim, hikmetin başlangıcı
sayılarak "nazarî hikmet" adını almıştır. Lâkin yalnızca nazarî
bilgiye saplanıp kalmak, yolunu şeytana kestirmek demektir; bu olsa olsa filozofluktur.
Yani hikmeti n kendisini değil, hikmetin lafını etmektir. Sırf felsefe ile
uğraşmanın ayıp sayılması da bundandır. Bunların pek çoğunun sözü işine
uymaz. O zaman sözü doğru ise, yaptığı yanlış; yaptığı doğru ise söylediği
yanlış olacağından, bunların varlıkları bir çel i şki ortaya koyar. Bu tutumları
yalnızca kendilerini perişan etmekle kalmaz, başkalarını da yoldan çıkarır, bunlar
şeytan ve şeytanlık kavramının kapsamı içine girerler. Bundan sakındırmak için,
"Siz faydalı bilgiyi isteyiniz ve faydasız ilimden Allah'a s ığınınız!"
buyurulmuştur. İşte birçok âlimlerin, hikmeti tarif ederken amelde ısrar etmeleri,
bilgiyi abesle iştiğalden ayırd etmek ve faydalı olanı elde etmek amacını
gerçekleştirmek içindir. Zira ilim ve marifet pek yüksek bir şey olmakla beraber,
lafta ve uygulama dışı kaldıkça ya da uygulamada onun tam zıddı ortaya kondukça,
boşuna bir uğraştan başka birşey olmaz. Amel denilen şey olmasaydı, bilginin bilgi
olduğu gerçekleşemezdi. Allah Teâlâ bile kâinatı bilip de yaratmasaydı hikmeti
mevcut olmazdı. Al l ah'ın ahlâkı ile ahlâklanmak sözü de bu noktada çok
önemlidir. Buna karşılık diğer bir kısım âlimlerin, tarifte ilmi ön plana
almaları da ilimsiz amelin hikmet olamayacağını bilhassa vurgulamak içindir. Yoksa
herhangi bir işi ve faaliyeti hedef tutmayan, v arlıkta gerçekleşmesi hayır hedefine
yönelik olmayan
ilme de hikmet demek için değildir. Demek ki asıl hakikat ikisinin
birleşmesindedir. O halde önceki tarifleri esas olarak almak, sonrakileri de onların
birer yönden açıklaması görmek gerekmektedir. Bundan dolayı, ilim ile ameli,
hikmetin birer çeşidi gibi değil, birer parçası olarak kabul etmek gerekir. Yani
hikmet denilen şey, ya gerçek bilgi, ya doğru hareket değil; doğru bilgi ile doğru
hareketin bütünüdür. Bunların her birine tek başına hikmet denilm e si mecaz, ya da
ıstılahtır. Bu açıklama ile amelin imandan bir cüz (parça) olmadığı halde,
dinden cüz olmasının önemi de ortaya çıkar. Böylece akıldan sonra, anlamak ve
düşünmek hikmetin şartı olduğundan pratik bilgiden önce nazarî bilginin dahi insan
hik m etinin bir cüz'ü değilse bile bir başlangıcı olacağı ve bunun mutlaka pratik
bilgiyi, onun da faydalı ve hayırlı olan ameli hedef tutması ve "Ben cinleri ve
insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zâriyat, 51/56)
âyetinde de işaret buy u rulduğu gibi, bilgiden kulluğa geçilmesi gerektiği
yolundaki ilâhî hikmetin gerçekleşmesinin önemi anlaşılır ki, İslâm fıkhının
üslubu da zaten budur. Herhangi bir konuda nazarî bakımdan derinleşmek ve orada
saplanıp kalıp amel ve faaliyet alanına geçemem e k hüsran demektir. Aslında nazarî
anlamda hikmet, objektif ve sübjektif yönleriyle varlıktaki ilâhî kanunların akış
şeklini gözlem konusu yapmak ve onlardan düşünüp bir sonuç çıkarmaktan meydana
gelir. Kâinat bir hikmet kitabıdır. Kur'ân ise bu hikmetin i l âhî dille oluşumunu
anlatır ve hatırlatır. Kâinat bir hâl, Kur'ân ise bu hâlin başı ve sonudur; akıl
sahipleri şimdiki hâli görüp, öncesini ve sonrasını da akılla kavramaya
çalışmalı ve böylece hikmete ermelidir. Şimdiki hâli görmemek veya onun içinde
boğ u lup kalmak, ondan öncesine ve sonrasına intikal edememek veyahut edip de bir
yerde yine takılıp kalmak, baştan sona kadar hikmet düzenini takip etmemek, ettikten
sonra da onun icabına uygun olarak hareket etmeyip aksine davranmak, işte bunların
hepsi hikm e te aykırı düşen şeylerdir. Bu şekilde hikmetin başı ve başlangıcı
varlıklara dikkatli bir gözle bakabilmek, tanıyabilmek, kavrayıp üzerinde
düşünebilmek ve bir sonuca varabilmektir. Bu bakımdan hikmetin başlangıç noktası
ilim, ortası din, ibadet ve tâat, s onu da ahiret mutluluğudur. Bunun içindir ki
hikmet çok hayrı içine alır. Bu mânâları tesbit için de denilmiştir ki:
12- Hikmet, Allah'ın emirlerini düşünmek ve ona uymaktır. (İbn Kasım'dan
Kuşeyrî).
13- Hikmet Allah'a tâat, fıkıh ise din ve ameldir (Kuşeyrî).
Buraya kadar verdiğimiz bu onüç tarif, hikmetin mânâsını, efradını cami',
ağyarını mânî bir şekilde anlamaya yeter. Fakat daha ziyade aydınlanabilmek
için şunları da gözönünde bulundurmalıyız ki, her birinde başka bir fayda
bulunmaktadı r:
14- Hikmet bir nurdur ki, vesvese ile gerçek makâm arasındaki fark bununla
kestirilir. (Ebu Osman).
15- Doğru ve hızlı karar verebilmektir. (Bündar İbni'l-Hüseyn).
16- Doğruya iletmektir. (Fadıl).
17- Ruhların sükûn ve güvenliğinin son durağıdır. (Kettanî).
18- Sebepsiz işarettir. Yani öncesinde herhangi bir illet ve sebebe bağlı olmadan,
Hak Teâlâ'dan kayıtsız şartsız vârid olan, içinde şek ve şüphe, zaaf ve fesat
ihtimali bulunmayan, niçin ve neden diye sormaya hacet bırakmayan işarettir.
19- Bütün hallere hakkı tanık tutmaktır.
20- Din ve dünya düzenidir.
21- Ledünnî ilimdir.
22- İlham vârid olması için sırrı saklamaktır.
23- Bunların hepsidir.
Görülüyor ki bunların bir kısmı hikmet, ilim ve ameldir derken, bir kısmı da
meseleyi kalbe ve vicdana dayamışlardır. Gerçekten de ilim ve amel, akıl ve irade
söz konusu edilirken, hakikatte ikisinin birleşme noktası olan vicdandaki duyguları
hesaba katmamak doğru olmaz. Çünkü, "Bunu lüb sahibi (üstün anlayışlı)
olanlardan başkası anlayamaz." âyetindeki "lüb" kavramıyla aklın bu
özüne işaret edilmiştir. Bilincin bilinci demek olan vicdan, nefsin kendini kendinde
olduğu gibi bulmasıdır ki; bunun aşamaları nefsin, zamanın akışı içinde kendi
varlığını tanımasını sağlar. Her nefis, kendi vicdanına bir göz atışta, kendi
varlığının ikilik içindeki birliğini görür ki; biri bulan nefis, öbürü bulunan
nefistir. Bulan kim, bulunan kimdir? Burada hayret verici bir vahdet (birlik) sırrı
kendini gösterir. Kalb denilen şey de işte nefsin bu birlik merkezidir. Yürek denilen
cismanî kalb, bedendeki dolaşım sisteminin, sinirlerin ve adelelerin çeşitli
dokularına sahip olduğu gibi; ruhanî kalb de böyle bir çalışma ve iletişim
sisteminin merkezidir. Cismanî kalb nasıl periyodik h areketlerle sürekli olarak bir
açılıp büzülme nöbetini tekrarlıyor ve cismanî hayat onun bu açılıp büzülmesi
sayesinde sürüyor ve ona borçlu bulunuyorsa, ruhanî kalb de böyle bir manevî
açılıp kapanmanın sürüp gitmesi içinde varlığını sürdürür. Manevî hay a t
bu bir anlık atışların merkezi olan vicdana borçlu olarak varlığını sürdürür.
Her iki mânâsıyla hayatın kökü, kalbin temayüllerine ve atışlarına
bağlı kalır. Cismanî kalbin açılıp büzülmesi, akciğerlerin havadan nefes
alıp vermesinden görünüşte nasıl bir güç alıyorsa; iç dünyamızda ruhanî kalb
de açılıp büzülmesinde "ruh-ı emrî" ile rahmâniyetin nefeslerinin
yardımından feyz alır. Rahmânî nefeslerin çekilmesi bir büzülme, akışı ise bir
genişleme ve ferahlama ifade eder. Buna ruh ilminde "kabz ve bast hal i" adı
verilir: "Allah kabzeder, bast eder." (Bakara, 2/245) âyeti buna işaret eder.
İnkıbazın inbisata (büzülmenin genişlemeye) dönüştüğü vicdan ışıltıları
ruhta bir haz ve ferahlık, inbisatın inkıbaza dönüştüğü vicdan anları da ruhta
bir elem ve sıkın t ı doğurur. İnkıbaz, ruhî kalbin kendine dönüşü, duyduğu
acı da bu dönüş içinde yok oluştan azıcık tadışıdır. İnbisat ise kalbin,
rahmânî nefeslere kavuşması, aldığı haz ve lezzet de bu kavuşma içinde varoluşu
tadışıdır. İlâhî kabz, insan ruhuna bir önceki imdadı yutturup, asıl hasleti
olan yokluğu tattırmak üzere, kalbi kendine döndüren bir terk ve yöneltmedir.
İlâhî bast ise, bunun aksine kalbi kendinden alıp varlığı tattıran bir imdattır.
Bunun içindir ki, insan kendi kendine terk edildiği zaman pek ziya d e kabz hâline
dönüşür ve acı duyar da kendisini her şey zanneden o azgın insan o anda Hak'dan
azıcık bir imdat almak için kıvrandıkça kıvranır. Hasılı hayat gerek dışta,
gerek içte Hak ile böyle sürekli bir alış veriş içindedir. İnkıbaz hâlinin
sürüp gitm e si bir hastalık (melankoli) demek olduğu gibi inbisat hâlinin de sürüp
gitmesi yine bir hastalıktır. İnkıbaz-ı küllî de, inbisat-ı küllî de ölüm
demektir. Biri boğar, biri çatlatır. Sağlıklı hayat kalbdeki inkıbaz ve inbisatın
nöbetleşe olarak sürüp gitme s inde; kâh elem, kâh haz şeklinde durmadan
değişmesindedir. Geleceğe göre hikmet, ümitsizlik ile ümidin dengede durmasında,
ümitle korku arasında (beyne'l-havfi ve'r-reca) kurulan uyumdadır ve bu uyumun
sağlamlığındadır.
Hikmetin mastar mânâsı açıklanırken, isim anlamlarından birçoğu da bu arada
dolayısıyla anlatılmış oldu ki, bunların bir kısmına özel olarak, bir kısmına
da genel olarak hikmet adı verilir. Bundan dolayı sağlam bilgi, güzel huy, faydalı
sanat, herkesin faydasına olan hizmet, sebep ve s e bebiyet, bir kötülüğü önlemek
veya bir iyiliği elde etmek için yapılan herhangi bir şey, ibret ve ders almayı
gerektiren herhangi bir söz ve nasihat, tuhaf bir şeyin sırrını anlamaya yönelik
çaba, peygamberlik, sağlam gelenekler, Allah'ın değişmez kanunla r ı, Peygamber'in
sünnetleri, şeriat, din, kitap, Kur'ân, İncil. İşte bunların her biri hikmetin
çeşitli mânâlarından birer tanesidir.
Mukatil'den rivayet olunuyor ki, "hikmet" Kur'ân'da dört türlü tefsir
edilir:
1- Kur'ân'ın öğütleri mânâsına ki, Bakara Sûresi'nde, "Ve Allah'ın size
indirdiği kitap ile size öğüt vermek için indirdiği hikmet..." (Bakara, 2/231)
bu mânâyadır.
2- Anlamak ve bilmek anlamına hikmet ki, "Andolsun ki, Biz Lokman'a hikmet
verdik." (Lokman, 31/12) âyetinde olduğu gibi.
3- Nübüvvet (peygamberlik) mânâsına hikmet ki, "Gerçek şu ki, Biz İbrahim
soyuna kitap ve hikmet verdik." (Nisa, 4/54) ve
"Ve Allah Davud'a hükümdarlık ve hikmet verdi." (Bakara, 2/251)
âyetlerinde bu anlamadır.
4- İnce sırları ile Kur'ân demektir ki, "Rabbinin yoluna hikmetle davet
et." (Nahl, 16/125) ve yine bu âyetteki "Her kime hikmet verilmişse ona çok
hayır verilmiş demektir." bu anlamdadır.
Fahruddin Razî de bu dört mânânın, iyice araştırılınca "ilim"
mânâsına geldiğinin anlaşılacağını söylemiştir. İbnü Mes'ûd, Dahhâk ve daha
başkalarından bu âyette hikmetten muradın Kur'ân olduğu rivayet edilmiştir. Ayrıca
Abdullah İbnü Abbas'dan gelen bir rivayette, "Kur'ân'ın nâsih ve mensuhunu,
muhkem ve müteşabihini, mukaddem ve muahharını bilmektir." diye; İbrahim,
Ebu'l-Âliye ve Katade'den, "Kur'ân anlayışı" diye; Hasen'den "Dinde
takva = " diye; Rebî' b. Enes'den "haşyet" diye tefsir edildiği de
nakledilmektedir. Bunlar da daha yukarıda kaydettiğimiz mânâlara eklenince topla m ı
yirmi dokuz çeşit tefsire ulaşır. Bunların bir kısmı masdar, bir kısmı hasılı
masdar, bir kısmı da isim cinsinden kelimelerdir. Tariflerin bir kısmı ilme, bir
kısmı amele, bir kısmı da her ikisine birden raci olduğundan buraya kadar yapılan
açıklamalar d a kısmen tarife, kısmen misale ait olmak üzere tariflerin toplamından
üç farklı tefsir şekli çıkar:
1- Faydalı amele götüren bilgi,
2- Bilgiye dayalı olarak ortaya konan faydalı amel,
3- İlimde ve amelde ihkâm (sağlamlık).
Bir başka deyişle, sözde ve işte isabet veya ilim ve fıkıh mânâlarıdır. Bu
mânâlar birbirlerinin yakını ve gerekçeleri durumundadırlar, hikmeti bunlardan
birine mahsus kılmaya hiçbir ipucu yoktur. "Lâm"ın ahde hamledilmesi ile
hikmetin, nübüvvet ve Kur'ân mânâları iht i mal dahilinde, ve , yani
"dilediğine..." ve "çok hayır" gibi ifadeler buna bir ipucu gibi
ise de âyetin gerek
yukarısı ile bağlantısı, gerekse "bunu üstün akıllılardan başkası
anlamaz" şeklindeki sonucu ve ayrıca bunun kesbî ilimlere de işarette bulunması,
genel anlamda hikmet cinsinden olan herşeyi kapsamı içine aldığında şüphe ve
tereddüde yer kalmaz. Tefsir ilminde otorite sayılan âlimlerin tercihleri, bu üç
mânâdan mastar veya hasılı mastar olarak hiçbirine tahsis etmeden tefsir
etmişlerdir. "Çok h ayır" diye övgüye layık kılmaktan da anlaşılacağı
gibi, yukarıda açıkladığımız şekilde çok hayır, ancak ilimle amelin
birleşmesinden doğar. Kötülüğü önlemek, iyiliği elde etmek şeklindeki esas
anlamının bilfiil gerçekleşmesi de buna bağlıdır. Her çeşit hi k met Allah'ın
ihsanıdır, fakat "çok hayır" kâmil hikmettedir. Ekmel hikmet de
"hayr-ı kül"dür.
270- Cenab-ı Allah'ın lütuf ve rahmeti işte böyle geniştir. Fakat Allah
Teâlâ'nın bu irşadlarını ancak "ülü'l-elbâb" olan, yani ilmiyle âmil
olan hikmet ehli ve derin düşünceliler anlar. Bunlardan başkası ilâhî telkinler ile
şeytanî telkinlerin arasındaki farkı anlayıp ayırdedemezler. Allah'ın infak
emrindeki ve diğer emirlerindeki incelik ve hikmetleri, ilâhî ihsan ve ikramların
genişliğini takdir edemezle r. Onlar şeytanın vesvesesine aldanabilirler; çünkü
kalbleri bozuktur, düşünceleri çürüktür, lübsüzdürler, yani işin özünü
kavrayamazlar. Ayrıca Allah, "alîm" olduğu için, az veya çok, iyi veya
kötü, gerek Allah yolunda, gerek şeytan yolunda her ne niyye t le, her ne türlü
nafaka harcar veya infak ederseniz veya ister ibadet ve taat, ister masiyet ve günah
uğruna ne adak adarsanız, nezir yaparsanız, onu da şüphesiz Allah bilir. Ona göre ne
yapacağını da bilir; iyiye iyi, kötüye kötü ecir ve ceza verir. Bu n dan dolayı
Allah'dan bir şey gizlenir sanıp da kötülüğü ibadet ve taat, ibadet ve taatı da
masiyet yerine koymamalıdır. Allah'ın hakkını, kulların hakkını hiçe sayarak ve
çiğneyerek insan, ne başkalarına, ne de kendi kendine zulüm ve haksızlık
etmemelidir. Çünkü genellikle zalimler çıkarına yardımcı cinsinden bir kişi, bir
şefaatçi yoktur. Allah'ın azabı o zalimleri yakaladığı gün, hiçbir taraftan bir
kimse çıkıp da onlara yardımcı olmaz ve olamaz. Zulüm herhangi bir şeyi, hakkı
lâyıkı olan yerin dışına k oymak demek olduğundan, iyilik tohumu ekmek için
yapılması gereken infakları günah ve kötülük uğruna harcayarak şer tohumu ekmek
veya ibadet ve taata harcanması lazım gelen adakları, masiyetlere harcamak, mal
varlığını gizleyip borcu olan vergileri ve zek â tları vermemek veya adayıp da
adağını yerine getirmemek veya kötü ve işe yaramaz şeyler infak etmek veya daha
başka yollarla insanların haklarını yemek suretiyle zulmedenler en çok kendilerine
yazık etmiş ve zulmetmiş olurlar. Allah'ın kurduğu hikmetli dü z en, bir gün
bunları elbette yakalar
ve cezaya çarptırır. İşte o gün onlara bir taraftan bir yardımcı çıkıp da el
uzatmasına ihtimal bile yoktur. Allah'ı saymayan o zalimlerin, her şeye gücü yeten
Allah Teâlâ'dan imdat beklemeye de hakları yoktur. Allah'ın herşeyi kuşatmış olan
bilgisi, onların hiçbir niyetini, hiçbir hareketini kaçırmayacağından, hikmet
gereği olarak lâyık oldukları cezalarını bulurlar. Burada, "Hikmetin başı
Allah korkusudur." hadisinin anlamına işaret vardır. Zira Allah'dan korkmayanla r
her zaman korkulacak akıbete uğrarlar. Hikmetin, iyiliği elde etmek mânâsı, Allah
sevgisine bağlı olduğu gibi, ondan daha önce gelen kötülüğün önlenmesi mânâsı
da Allah korkusuna bağlıdır. Saygısız bir ilişki; severken sevilmek arzusundan ve
sevilmemek k o rkusundan etkilenmeyen, kaybolmasından korkulmayan ve endişe duyulmayan,
laubali ve ciddiyetsiz bir ilişki; sevgi değil, bir eğlencedir. Sevdiğinin rızasını
gözetmeyen ve onu her fenalığa razı olur sanarak, hiçbir hareketten nefret ve
iğrenmesini hesaba k a tmayan ve bütün bu tarz düşüncelerinden dolayı, ona karşı
hiçbir edepsizlikten korkup çekinmeyen bir kimsenin seviyorum iddiasında bulunması,
bir oyun ve eğlenceden başka ne olur? En yüksek, en hassas sevgi, en küçük bir
karşı gelmeye meydan vermemek iç i n itreyen ve bu titreyişten en yüksek bir edep ve
terbiye ilhamı alan kalbin sevgisidir. Ayrıca izzetinefsi olmayan sevgilinin ne
seveninde, ne de sevgisinde bir değer ve anlam yoktur. İzzet ve şerefin ilk hükmü ise
heybet, vakar, saygı ve korku telkin et m esidir. Sevginin gereğini yerine getirmeye
lâyık, muhabbeti küstahlığa çevirmeye engel olacak böyle bir ihtişam ve korkudan
yoksun olan muhabbet iddiaları, yalandan ve tehakküm etme duygusundan başka bir şey
değildir. Hiçbir sevgi tasavvur edilemez ki, on d a en derin elemlerin ve lezzetlerin
çatışmasından çıkan ateşli bir heyecan bulunmasın. Gerçek aşığın kalbi en
büyük savaş meydanlarından daha fazla heyecanlı, en büyük zevk meclislerinden daha
neşelidir. Hicran (ayrılık) ile visâl (kavuşma)ın çarpışmadığı hiçbir sevgi
anı düşünülemez. Elektrikte müsbet (artı) ve menfi (eksi) iki zıt akım
birleşmedikçe faydalı bir akım meydana gelmediği gibi, kalbde de elem ile haz, korku
ile muhabbet kaynaşmadıkça sevgi akımı meydana gelmez. Göz yaşıyla
temizlenmedikçe hi k met nuru hasıl olmaz. Bundan dolayı Allah sevgisi, hem bilgiyi,
hem ameli güzel bir sonuca ulaştıran hikmetin bir kanadı olduğu gibi, Allah korkusu
da ilim ve ameli her türlü kötülükten ve bozukluktan koruyan hikmetin başıdır.
Ayrıca aşkta sevgi ve muhabb e t yükseldikçe korku ve endişe de yükselir.
Yükselmenin zevk ve heyecanı, düşmenin korkusuyla orantılıdır. Huzurun şartı,
gıyabın şartından ayrı olduğu
gibi, yakın olmanın şartları ile uzak olmanın şartları da başka başkadır.
Bunun içindir ki Allah sevgisine mazhar olan ve yalnızca sevmiş değil, ayrıca
sevilmiş olduklarını da bilen büyükler, "Onlar için hiçbir korku yoktur,
mahzun da olmayacaklar." (Yunus, 10/62) müjdesini aldıkları halde, "İyiler
için hasenat sayılan birtakım hâl ve hareketler vardır ki, bunların en yakınlardan
sudur etmesi kabahat sayılır." endişesinden dolayı onlar, her an hasenatlarının
kabahat sayılması tehlikesini bildiklerinden, söz konusu yakınlığın gereği olan en
yüksek korku derecesinde bulunurlar. Öyle işler vardır ki, küçükler d en sudur
etmesi onlara derece kazandırırken, büyüklerden sudûr etmesi -Allah korusun- büyük
bir cinayet sayılır. İşte Cenab-ı Allah hikmeti açıkladıktan sonra, bu korku
mertebelerine işaret etmek üzere önce, "Bunu üstün akıllılardan başkası
anlamaz." s o nra, "Muhakkak ki, Allah onu bilir." daha sonra da
"Zalimlere hiçbir yardımcı bulunmayacak." diye işaret ve delâletten
sarahata doğru üç dereceli birer ihtar ve uyarıda bulunmuştur.
271-Şimdi gelelim sadakaların veriliş şekline: sadakaları nasıl vermeli, gizli mi
yoksa açık mı diye bir soru akla gelebilir. Gerçekten de işbu âyeti indiği zaman
Peygamber Efendimize, "Sadakanın gizlisi mi efdal, açığı mı?" diye sual
sormuşlardı. Buna cevap olarak şu âyet nazil oldu: Eğer sadakaları açıkça, a l
enen verirseniz, <D> bu sadaka, riya olmamak şartıyla, ne iyi, ne güzel bir
şeydir. Ve eğer onları gizler ve gizlice fukaraya verirseniz, bu gizleyiş, bu gizlice
veriş sizin için bir hayırdır veya daha hayırlıdır. Ve sizin seyyiatınızdan,
günahları n ızdan, çirkinliklerinizden bir kısmını örter, yani Allah'ın
örtmesine ve mağfiretine sizin tarafınızdan bir sebep, bir keffaret olur. İbnü
Kesîr, Ebu Amr, Asım'dan Ebubekr Şu'be ve Ya'kub kırâetlerinde ile okunur. Nafi,
Hamze, Kisaî, Ebu Cafer ve Hal e f-i Âşir kırâetlerinde de ile ve nın cezmi ile
okunur ki, o zaman "Biz de sizin seyyiatınızdan bir kısmını örteriz."
demek olur.
SADAKA: Farza da, nafileye de sadaka denilir. "Sen onların mallarından sadaka al
ki, onları tertemiz yapmış olasın." (Tevbe, 9/103) ve "Hiç şüphesiz
sadakalar fakirler... içindir." (Tevbe, 9/60) âyetleri farz olan sadakalar
hakkındadır. Bunun gibi, "Kişinin evlâd ü iyaline nafakası da sadakadır."
hadisi ile bildirilen nafakanın
da farz olan nafakalardan olduğuna hükmedilmiştir. Fakat zekât tabiri yalnızca
farza aittir. Dilbilimciler demişlerdir ki, sadakanın aslı olan maddesi, bu tertip
üzere bir sıhhat, doğruluk ve mükemmellik anlamına gelen bir köktür. Bu maddenin
sıdk (doğruluk), sadîk (dost, arkadaş), sâdık ( doğru olan) bütün türevlerinde
bu anlam bulunmaktadır. Hatta, nikâhtaki mehre sadaka denilmesinin sebebi de nikâhın
bununla tekemmül etmesi dolayısıyladır. Zekâta sadaka denilmesi de iki bakımdandır:
Birisi malın arındırılması ile sıhhata ve kemâle delâl e t etmesidir, diğeri de
zekâtı verenin imanda sıdk ve samimiyet sahibi olduğuna delâlet etmesidir. Her
sadakada bu anlamlar vardır. İşbu daki lâm-ı târifin istiğrak veya ahd-i haricî
mânâlarından hangisi olduğu hakkında birkaç görüş vardır. Müfessirlerin
birçoğu ahd için olup yalnızca nafile sadakalara ait olduğu görüşünü öne
sürmüşlerdir. Çünkü farzlarda açıkça vermenin daha efdal olduğu bilinmektedir.
Bu arada bir kısım müfessirler de ahd için olmakla beraber yalnızca farz sadakalara
ait olduğu görüşünü savunmuşlardır. Bu takdirde, ifadesi de "daha
hayırlı" demek olmayıp "sizin için bir hayırdır" mânâsına
yorumlanmıştır. Fakat başta Hasan Basrî hazretleri olmak üzere diğer bir kısım
müfessirler "istiğrak lâmı" olarak farzdan da, nafileden de daha geniş k
apsamlı olduğu görüşünü ileri sürmüşlerdir ki, muhakkikin (kritikçiler) adı
verilen otoritelerin görüşü de budur. Ebu's-Suûd ile daha bir kısım müfessirlerin
açıklamasına göre, âyette bu mânâ üzere güzel bir taksim üslubu vardır.
Açıkça vermenin güzel bir şey olduğunu bildiren birinci şık, farz olan sadakalar
hakkında, gizli vermenin daha hayırlı olduğunu bildiren ikinci şık da nafile olanlar
hakkındadır. Ayrıca bir insanın zekâtının hepsini açıktan vermesi, servetinin
tamamını belli edeceğinden, bazı zama n lar, hele bazı şahıslar hakkında birtakım
insanların haset ve kıskançlıklarını çekeceğinden, onları tahrik ederek zarara
sebep olabilir. O zaman malını gizlemek efdal olacağından, zekâtını da gizli vermek
efdal olur. Bu bakımdan mal, mülk dahi iki kısımdı r: Birisi hayvanat ve ekili,
dikili araziler gibi genellikle gizlenmesi kabil olmayan mallardır ki, bunlara emvâl-i
zahire (açıktaki mallar) denilir. Bunların farz olan sadakalarını gizlemek de zaten
bir fayda yoktur. Diğeri nakit paralar gibi gizlenmesi m ü mkün olan mallardır ki,
bunlara da emvâl-i bâtına (gizli mallar) denilir. Bir sakınca bulunmadıkça bunların
zekâtını da açıkça vermek daha faziletlidir. Fakat işaret olunduğu üzere bir
sakınca bulunduğu ve mesela açıktan verildiği zaman lâyık olan yere gi t meyeceği
takdirde bunu da nafile sadakalar gibi gizli vermek efdal olur. Yoksa nafile sadakaları
gizli vermek, açıkça vermekten yetmiş
kat daha efdal; farzda da açıkça vermek, gizli vermekten yetmiş kat efdal olduğu
açıkça beyan olunmuştur ki, âyet de bediî bir üslup ile bu taksimî ifadeye
yöneliktir. Allah da açık, gizli her ne yaparsanız haberdardır. Bundan dolayı
Allah'a bildirmek için sadakalarınızı dünyalara ilan etmeye kalkışmakta bir mânâ
yoktur, gizlemek daha samimî olur.
Bu yüce âyetin mazmu nu üzere sadakaların açıklanması, gizli tutulmasından her
birinin durumuna göre, hangisinin daha efdal olduğu hakkında genellikle şer'î
delillere dayandırılarak elde edilen sonuçlar aşağıda görüleceği üzere
müfessirler tarafından açıklanmıştır:
Nafile sadakalarda gizliliğin efdal olduğu: Önce gizli vermek, riyadan ve
"desinler" düşüncesinden uzaktır. Peygamber (s.a.v.) efendimiz, "Allah,
ne desinler diye hayır yapan süm'acıdan, ne gösteriş yapan mürâîden, ne de minnet
altında bırakan mennândan hiçbir şey kabul etmez..." buyurmuştur. Sadakasını
söylemeye ve elâlem ortasında vermeye kalkan da riyâ ve süm'a peşinde dolaşır,
susmak ve gizlice vermek ise bundan kurtarır. İslâm büyükleri arasında
sadakalarını verecekleri fakire bile kendilerini bildirmemeye çalışan kimseler
çoktur. Kimi, sessiz sedasız bir âmânın eline bırakır; kimi, fakirin geçeceği
veya oturacağı yere onun görebileceği şekilde gizlice koyar, fakat kendini
göstermez; kimi, fakir uyurken, onun cebine koyar veya elbisesine bağlar; bir kısmı d
a başkaları aracılığıyla fakirlere ulaştırırlardı ki, hepsinden maksat, riyadan,
süm'adan ve minnet altında bırakmaktan sakınmaktır. Zira fakirin kendisine sadaka
vereni görmesinde bir gösteriş ve minnet izi bulunabilir. İkinci bir husus şu ki
sadakası n ı gizlediği zaman, insanlar arasında şöhret, medih ve saygınlık gibi
birşey meydana gelmez; bu da nefse zor gelir. Bundan dolayı sevabı da çok olur.
Üçüncü olarak, Peygamber (s.a.v.) efendimiz, "Sadakanın en faziletlisi, az bir
şeyi olanın, fakire gizlic e verdiği, gücünün son yettiğidir." buyurmuştur.
Bir başka hadiste, "Kul gizlice bir amel yapar, Allah da onu gizlice yazar. Sonra bu
ameli açıklarsa, Allah onu gizli amellerden nakleder, açıkça yapılan ameller
listesine yazar. Sonra bunun lâfını ederse, A llah da onu gizli yapılan ameller
listesinden de, açıkça yapılan ameller listesinden de çıkarır, riyaya yazar."
buyurulmuştur. Yine bir meşhur hadiste, "Kıyamet günü, Allah gölgesinden başka
bir gölgenin bulunmadığı o gün, Allah Teâlâ yedi kişiyi kendi gö l gesiyle
gölgelendirir. Bunlardan birincisi bir sadaka verip de sağ elinin verdiğini sol eli
bilmeyen kimsedir...." Bir hadis-i şerifte, "Gizlice verilen sadaka, Rabbin
öfke ateşini
söndürür." buyurulmuştur. Dördüncü olarak, sadakayı açıkça vermek, alan
kimseye birtakım zararlar getirebilir ki, gizlice verildiği zaman böyle bir şey söz
konusu olmaz. Bunun sakıncalarını da şöylece sıralayabiliriz: Birincisi, açıkça
verildiğinde fakirin şeref ve haysiyetine dokunulmuş, onun fakir olduğu ilan edilmiş
olur ki, o fakirin gönlü buna razı olmayabilir. İkincisi, açıkça verildiği zaman,
az sonra gelecek olan âyette methedilen iffetli hâlden onu çıkarmak, ahlâkını
bozmak tehlikesi vardır. Üçüncüsü, bir kısım halk, sadaka almasını onun sadakaya
muhtaç olmadığı hâlde aldı zannederek, hakkında kötü düşüncelere kapılabilir.
Böyle fakir aşağılanmış, onun hakkında kötü düşünenler de gıybet yapmış ve
günah işlemiş olurlar. Dördüncüsü, "veren el, alan elden daha hayırlı"
olmak bakımından açıkça vermekte fakiri bir aşağılama ve ihanet etme mânâsı da
gizlidir. Halbuki bir mümini küçük düşürme caiz değildir. Beşincisi, sadaka
hediye cinsinden birşey sayılır. Halbuki bir hadisi şerifte "Her kime bir hediye
sunulduğunda yanında bir cemaat varsa, onlar da o hediyeye ortaktırlar."
buyurulmuştur. Bundan dolayı açıkça bir sadaka verildiği zaman, o fakir ondan
yanındakilere bir şey vermezse, bu yüzden yakışık almayan ve hoş olmayan bir duruma
düşmüş olur ki, buna sebep olmak da hoş bir şey değildir. İşte bütün bu akla
uygun ve n akle dayanan sebepler, nafile olan sadakanın gizlice verilmesinin daha
faziletli olduğunu ortaya koyar.
Sadakanın açıktan verilmesinin caiz olması meselesine gelince: Bir insan
sadakasını açıkça verdiği zaman, onu görenlerin de ona uyup sadaka vereceklerini ve
bu yüzden fakirlerin faydalanacağını bilirse, o takdirde açıkça vermek gizlice
vermekten daha faziletli olur. Nitekim Abdullah b. Ömer (r.a.)den rivayet olunduğu
üzere Hz. Peygamber (s.a.v.): "Gizlice vermek, açıkça vermekten efdaldir.
Açıkça v erdiğinde kendine uyulmasını isteyen kimse için de açıkça vermek
efdaldir."<D}> buyurmuştur. Hakîm, Tirmizi, Muhammed b. İsa demiştir ki,
"İnsan halktan gizliyerek bir amel yapar ve içinde onu halkın görmesini isteyen
bir arzu bulunduğu halde o arzuyu yen e rse, bu sefer şeytan yine ona halkın görmesi
isteğini telkin eder de onun kalbi onu çirkin bulur yine itmeye çalışır durursa,
işte bu insan şeytanla savaş hâlindedir. Bundan dolayı onun bu gizli ameli, açıkça
yapılan amellere göre sevabı yetmişe katlanır." Sonra Allah'ın öyle kulları
vardır ki, nefislerini arındırıp terbiye etmişler ve bundan dolayı da Allah
kendilerine çeşitli hidayet
ihsan etmiştir de kalblerinde marifet nurları birikmiş, kalblerinden nefis
vesveseleri gitmiştir. Çünkü şehvetleri ölmüş, kalbleri Allah Teâlâ'nın azamet
der -yasına dalmıştır. Böyle bir insan açıkça bir iyilik yapacağı zaman nefsiyle
savaşmaya bile muhtaç olmaz. Zira nefsin şehveti kırılmış, vesvese ve çekişmesi
yenilmiş, perişan edilmiştir. Bu insan açıkça bir amel yaptığı zaman,
başkalarının kendisini görüp uymalarından ve onların da sevap kazanmaları
arzusundan başka bir maksat beslemez. Bu, kendisi kemale ermiş de başkalarını kemale
erdirmeye çalışan ve bu şekilde tam ve hatta tamın da üstünde olmak isteyen bir
kuldur. N itekim Allah Teâlâ, kitabında bir kısım insanları medh ü sena etmiş,
onlara "Rahmânın kulları" adını vermiş, "İşte bunlar cennet
köşkleri ile mükâfatlandırılacaklar." (Furkan, 25/75) diye bunlara cennetin en
yüksek derecelerini vaad eylemiştir. Bunların dualarında istedikleri özellikleri de
"Bizi müttakilere önder yap (derler)." (Furkan, 25/74) diyerek beyan
buyurmuştur. Musa ümmetini methederken "Musa'nın kavmi içinde öyle bir ümmet
vardı ki, hakka yol gösterir ve hak sayesinde adaleti sağlarlardı." (A'râf,
7/159) buyurduğu gibi, Muhammed (s.a.v.)'in ümmetini methederken de "Siz iyiliği
emreyler, kötülükten nehyeyler olduğunuzdan insanların hayrı için ortaya
çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz." (Âl-i İmrân, 3/110) buyurmuştur.
Sonra gerçeği iy i ce dile getirmek ve vurgulamak için, "Yine bizim
yarattıklarımızdan hak yolu gösteren ve onunla adaleti yürüten öyle bir ümmet
vardır ki..." (A'râf, 7/181) buyurmuştur.
İşte bunlar hidayet önderleri, din bayraktarları, halkın efendileridir ki, halk
Allah'a giderken bunlara iktida etmek sayesinde yollarını bulurlar...
Farz olan zekatın açıkça verilmesinin efdal olmasına gelince: Önce bu konuda
"Sen onların mallarından sadaka al!" (Tevbe, 9/103) diye açıkça almaya emir
verilmiştir. Bu ise açıktan almayı göstermektedir. İkinci olarak: Bunun
gizlenmesinde kendi üzerine birtakım töhmetleri çekme, halkı da "bu adam zekat
vermiyor" şeklinde sû-i zanna düşürme tehlikesi vardır. İşte açıkça vermek
bunu ortadan kaldıracağından daha faziletli olur. Nitek i m Hz. Peygamber, nafile
namazlarının pek çoğunu evde kıldığı halde, farz namazlarının hepsini açıkça
ve cemaat halinde kılmıştır. Namazda töhmeti ortadan kaldırmak için farz ile
nafilenin durumları nasıl değişik ise, zekatta da öyledir. Üçüncü olarak: Açı k
ça vermek, ilâhî emre ve teklife uyduğunu gösterir, gizlemeye kalkışmak ise emre
uymadığı şüphesini doğurur. İlâhî emir dururken,
başka art düşüncelere değer vermek, esasen doğru değildir. Bundan dolayı
farzlarda açıklık, nafilelerde gizlilik evladır.
272-Zekat yalnızca müminlere verilir. Çünkü o soyut bir ihsan değil, belli bir
hak olan borcun ödenmesidir. Fakat buna kıyas edilerek sırf ihsan demek olan nafile
sadakalar da böyle zannedilebilirdi. Nitekim rivayet olunduğuna göre Hz. Ebu Bekr'in
kızı Esma (r.anha)nın anası Kuteyle ile ninesi müşrike oldukları halde Hz. Esma'dan
bir şey istemek için yanına gelmişler; o da Resulullah'dan izin almadan size bir şey
vermem, çünkü siz benim dinimde değilsiniz, demişti. Bir de Ensar'dan bir kısım
insanların, Beni Kurayza ve Beni Nadir yahudilerine yakınlıkları vardı. Böyle iken
onlara sadaka vermezler ve müslüman olmadığınız sürece size birşey vermeyiz
derlerdi. Bir rivayete göre, müslümanlar arasında fakirlerin çoğaldığı bir
sırada, Hz. Peygamber, müslümanl a rı müşriklere sadaka vermekten menetmiş ve
müşriklerin ihtiyaç yüzünden İslâm'a girmelerini arzu etmişti. Bu sebeplerden biri
veya hepsi dolayısıyla şu âyet inmişti: Ya Muhammed! Onları bilfiil hidayete, doğru
yola getirmek üstüne görev değildir. Sen an c ak kötülüklerden sakındırmak,
iyiliğe irşad ve teşvik etmeye memursun. Bilfiil hidayete, yani kalblerde hidayet
yaratmaya gelince, onu sen yapacak değilsin, ve lakin Allah, her kime hidayet dilerse,
ona bilfiil hidayet de nasip eder. Yol gösterdiği gibi, yola da iletir; o yolda ona
güç verir, başarı ihsan eder. Düşünce nasip ederek gönüllerini hidayete yöneltir
ve onların gönüllerinde hidayet sevgisi yaratır. Ve siz her ne hayır, yani hayır
adına her ne mal infak ederseniz kendiniz içindir. Hayrın ve i nfakın sevabı alana
değil, yapana aittir, size aittir. Muhsin olacak, o ihsanın ecrine erecek olan sizsiniz.
Bundan dolayı kendi menfaatiniz için sadaka verdiğiniz kimselere minnet yükleyip eza
etmeye hakkınız olmadığı gibi, başka dinden olduğu gerekçesiy l e müşriklerin
fakirlerine sadaka verilmesini engellemeye kalkmanız da doğru değildir. Siz, yani sen
ve ümmetin, hele hele ashabın Allah'a sunulmak arzusundan başka bir maksatla veya O'nun
rızasını gözetmenin dışında başka bir amaçla infak da etmezsiniz. O halde
insanları, Allah'ın herhangi bir kuluna sadaka vermekten nasıl engellersiniz veya
Allah'a sunulmaya layık olmayan kötü bir şeyi nasıl verirsiniz? Siz herhangi bir
hayır, bir mal infak ederseniz, o, nihayet size kat kat sevabıyla birlikte fazlasıy l a
geri ödenecek, siz hiçbir şekilde zulme de uğramayacaksınız. Size kat kat
fazlasıyla vaad olunan ecirlere ve sevaplara nail olacaksınız. Allah'ın verdiği
sözden dönmediğini, size ödenecek sevapta bir eksik, bir noksan
olmadığını göreceksiniz. Yahut böyle iyi niyete dayalı olarak, hiç fark
gözetmeksizin bütün insanlara yaptığınız iyilikler ve yardımlar sayesinde siz
hiçbir zaman zalimlerin eline düşmeyecek, zulme uğramaktan korunmuş olacaksınız.
Bundan dolayı gerek müslüman, gerek gayr-i müslim herhangi bir fakire sadaka
vermekten, verdiğiniz zaman da en iyisini vermekten sakınmayınız. Madem ki Allah,
mümin veya kâfir herkesin Rabbidir, madem ki sadakalarınız Allah içindir; o halde
mümine de, kâfire de Allah rızası için nafile ve tatavvu' olarak sadaka v e rebilir,
her ikisine verdiğiniz sadakalardan ayrı ayrı sevap kazanabilirsiniz. Fakat en iyisi
hangisidir? Ve vermekle emrolunduğunuz farz olan sadakalar kimlerin hakkıdır?
273-Bu noktaya gelince, vermekle emrolunduğunuz, borcunuz olarak ödemekle yükümlü
bulunduğunuz infak ve sadakalar, Allah yolunda tutunmuş, din uğrunda ilme, cihada
kendini adamış, yeryüzünde gezip dolaşamayan, şuraya buraya gidemeyen, yani Allah
yolunda meşguliyetlerinden veya hastalık ve düşkünlük gibi sebeplerden dolayı
geçimini kazanmaya gücü yetmeyen fakirler içindir ki, halden anlamayan cahil kişi,
onları iffetli ve haysiyetli olmalarından, yani kimseden birşey istemeye tenezzül
etmeyip, yokluğa katlanmalarından, seve seve göğüs germelerinden, izzet-i nefislerini
korumalarından dolayı zengin sanırlar. Sen onları simalarından tanırsın. Dikkat
edildiği zaman hallerinde görülecek yoksulluk alâmetlerinden bilirsin. İnsanlardan
birşey isteyemezler, hele hele ısrarla ve bıktırırcasına hiç isteyemezler,
dilencilik edemezler. O l sa olsa pek zor durumda kaldıkları zaman, dolaylı yollardan
hallerini anlatmaya çalışırlar.
Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'dan rivayet olunmuştur ki; "Allah iffetli olan ve
iffetini korumaya çalışanları sever. Çok verilince övgüde aşırı giden, az
verilince sövgüde aşırı giden, yırtık, yüzsüz, dilenci ve ısrarcı olanı da
sevmez."<D> Bir başka hadis-i şerifte: "Herhangi bir kimse bir
dilencilik kapısı açtı mı, Allah da ona bir fakirlik kapısı açar. Ve her kim
açgözlülükten uzak durursa, Allah da onu zengin eder. Her kim iffetli olmaya
çalışır, yüzsüzlükten sakınırsa Allah da onun iffetini arttırır. Her birinizin
bir ip alıp sırtında odun getirerek onu azıcık hurmaya satması, dilenmesinden
daha hayırlıdır."(2)
Sadakaların kimlere verileceğini bildiren bu âyet "Ashab-ı Suffe" adı
verilen fakir muhacirler hakkında nazil olmuştur ki, bunların sayısı dörtyüz kadar
olduğu zamanlar olmuştur. Medine'de ne kalacak yerleri, ne aşiret ve akrabaları, ne de
kazanç getirecek bir meslekleri vardı. Hep Hz.Peygamber'in M escid'ine devam ederler,
Mescid'in sofasında oturur, orada yatar kalkarlardı. Kur'ân öğrenirler, Hz.
Peygamber'in sohbet ve konuşmalarını dinlerler, genellikle oruç tutarlar ve
vakitlerini ibadetle ve İslâmiyeti öğrenmekle geçirirlerdi. Bunlar Peygamber d e
rsanesinin, kendilerini Allah yoluna adamış öğrencileriydi. Bundan dolayıdır ki,
İslâm Dünyası'nda medreseler ve öğretim yuvaları hep camilere bitişik
yapılmıştır. Medrese öğrencisinden de Suffe Ashabı'nın ahlâkı ve davranış
biçimi beklenmiştir. İlim öğre n mek ibadettir. Din uğrunda her türlü sıkıntıya
katlanmak ve iffetini koruyup dini yaymaya hizmet etmek, icabında cihaddır. Bununla
beraber ilerde Tevbe Sûresi'nde "Müminlerin hepsinin savaşa çıkmaları gerekmez.
Her topluluktan bir cemaatin dini iyi öğre n meleri ve kavimleri kendilerine
döndüklerinde onları uyarmaları için savaştan geri kalması daha doğru olmaz mı?
Gerekir ki böyle yanlış hareketlerden sakınırlar." (Tevbe, 9/122) âyetiyle ilim
öğrencilerinin hepsinin cihada gitmemesi ve öğrenime ara ver i lmemesi gerektiği de
açıklanmıştır.
Abdullah b. Abbas hazretlerinden gelen bir rivayete göre; bir gün Hz. Peygamber
(s.a.v.) Suffe Ashabı'nın başında durmuş, onların hallerini gözden geçirmiş idi.
Onların fakirliklerini ve çekmekte oldukları zahmetleri gördü ve gönüllerini almak
için buyurdu ki: "Ey Suffe Ashabı! Size müjdeler olsun ki, her kim şu sizin
bulunduğunuz durumda olur, halinden razı olarak bana kavuşursa işte o benim
arkadaşımdır." İşte bu âyet de bunlar dolayısıyla nazil olmuştur. Şu kada r
var ki, hükmü umuma aittir. Allah rızası için düşmana karşı nöbet bekleyen veya
Allah rızası için medreselerde dirsek çürüten veya Allah rızası için halka hizmet
uğruna kendini vakfeden ve bu durumda malı, mülkü olmayan, geçimini kazanmaya vakit
bulamaya n veya vakit bulduğu halde gücü yetmeyen, yoksul ve fakir müslümanlar,
nerede ve ne zaman yaşamış olursa olsunlar bu âyetin kapsamı içine girerler. Bunlar
infak ve sadakaların verilecek en güzel yeri olarak tercih sırasında daima başta
gelirler. Bununla b e raber, gerek özel olarak bunlara, gerekse genel olarak bütün
ihtiyaç sahiplerine herhangi bir mal infak ederseniz, yahut maldan, çabadan, bilgiden,
nasihattan, irşaddan ve hizmetten bir şey ikram ederseniz, hatta saygı, sevgi
gösterisi ve selamdan herha ngi bir iyilik gösterirseniz, iyi biliniz ki,
Allah onu bilir; emeğinizi boşa çıkarmaz, karşılığını verir. Bundan dolayı
veriniz efendiler, veriniz! Özellikle Allah yolunda kendilerini hizmete adamış olan
fakirlere, yoksullara veriniz. İhlasınız ve olgunluğunuz size gece veya gündüz,
gizli veya açık vermenin farkını hissettirmeyecek kadar yüksek olsun.
274-Minnet yüklemek, başa kakmak suretiyle fakire ezadan, riyadan ve nifaktan
sakınıp Allah rızasını gözeterek ve kendinizi Allah yolundan ayrılmayan biri
yapabilmek için gönül hoşluğuyla, gücünüzün yettiği kadarıyla en iyisinden
vermek âdetiniz, huyunuz, melekeniz olsun da her zaman ve her çeşitten veriniz.
Çünkü, mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık infak edenler, yani, her vakit ve
her suretle inf a k edebilme melekesini kazanmış olanlar yok mu bu infakları sebebiyle
bunların Rableri katında kat kat ecirleri vardır. Ve bunlara bir korku olmadığı
gibi, hiçbir zaman mahzun da olmazlar. Verdiklerini dünyada ve ahirette kat kat geri
alırlar, bütün ko r kulardan selamet bulurlar. Dünyada verdiklerine hüzün ve esef
duymayıp, memnun oldukları gibi, ahirette de cimriler mahzun olurken, bunlar her türlü
hüzün ve kederden uzak kalırlar ve mutlu olurlar.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) sahip olduğu kırkbin dinarın onbinini gece, onbinini gündüz,
onbinini gizli, onbinini de açıkça olmak üzere birden tasadduk etmiş idi ve bu âyet
bunun hakkında inmiştir deniliyor. Hz. Ali (r.a.) dahi dört dirhem gümüşten başka
hiçbir şeye malik değil iken bunun birini gece, biri n i gündüz, birini gizli, birini
de açıkça olmak üzere hepsini tasadduk etmiş idi. Hz. Peygamber, "Niçin böyle
yaptın?" diye sorduğunda, "Rabbimin va'dine hak kazanmak için," demiş,
bunun üzerine kendisine "O, senin" buyurulmuştu ki, bu âyetin nüzul sebeb i
nin bu olduğu da böylece rivayet edilmiştir. Bir başka rivayette bu âyetin Allah
yolunda cihad için atlar besleyip masraf yapanlar hakkında indiği söylenmiştir. Hz.
Ebu Hüreyre (r.a.) besili bir at gördüğü zaman bu âyeti okurmuş. Bunlardan başka
bu âyetin bütün zamanlar ve bütün durumlar içinde sadaka veren ve herhangi bir
ihtiyaç sahibinin durumunu gördüğü vakit, hiç gecikmeksizin derhal onun o
ihtiyacını gideren ve başka bir zamana ertelemeyen kimseler hakkında, bütün
müslümanları hayra koşmaya teşvik iç i n indiği de nakil yoluyla gelen bilgiler
arasındadır ki; Fahruddin Razî, "Nüzul sebebine dair anlatılan çeşitli
rivayetler içinde en güzeli budur. Çünkü bu âyetin infakla ilgili hükümleri
bildiren âyetlerin sonu olduğunda hiç şüphe yoktur. Bunda infak çeş i tlerinin en
mükemmel şekli açıklanmıştır." diyerek bu sonuncu rivayeti tercih etmiştir.
İlâhî hikmete ve ilâhî sünnete göre, böyle gece gündüz, gizli ve açık
demeyip her zaman ve her durumda infaka devam edebilmek az olsun, çok olsun infak
çeşitlerinin en mükemmeli olan bu tarzı, sahibinin kazanç yollarına göre, çeşitli
derecelerde değerlendirilmesi ihtimali bulunmaktadır. Bunun temelinde malların
faydalanılmaya sunulmasıyla, istifçilik ve karaborsadan korunması ve dolaşımının
hızlandırılması gibi hay a tî, malî, iktisadî hikmetler vardır. En dikkat çekici
nokta ise ferdî ekonomi ile genel ekonomiyi içiçe kaynaştırmasıdır. Toplum
düzeninin genel yapısı, servetin topluca dolaşımını engellemeye yönelik
istifçilikten aşırı kâr hırsına yardımcı olduğu zaman ç öküntünün
başlamış olduğunu bilmek gerekir. İşte o dönemlerde iman ehlinin mal ve mülk
sahibi olan zenginlerine yüksek görevler düşer ki, bunlar bütün mal varlıklarının
hepsini sarfetme durumunda kalabilirler. Bununla beraber bu şekilde bütün mal
varlığını harcamak âyetin öngördüğü bir şey değildir. Tam aksine daha
yukarılarda geçtiği üzere "Sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar.
De ki: 'İhtiyaçtan fazla olanı." (Bakara, 2/219) âyetinin anlamı gereğince farz
olan sadakalarda nisabın dikkate a lınacağı gibi; nafile olan sadakalarda da o
kazancın devamını sağlamaya yarayan sermaye, tezgâh, işletme masrafları gibi
şeylerle, ihtiyat sermayesi gibi şeyler, söz konusu infakın dışında tutulacak ve bu
husus hiçbir zaman gözden uzak bulundurulmayacaktı r. Yani en mükemmel şekilde infaka
devam edebilmek, o infakın kaynağını kurutmadan gerekli şartları esnek ve ekonominin
şartlarına uygun olarak kullanabilmek ayrı bir mesele olarak karşımıza çıkar.
Fakir fukaranın ihtiyacını karşılamak, Allah'ın rızasını k a zanmaya vesile olur;
fakat o insanın yardıma muhtaç bir duruma düşmesi Allah'ın murad ettiği ve kuldan
istediği bir şey değildir. Nitekim İsra Sûresi'nde ki, "Eli boynuna
bağlıymış gibi yapma, eli sıkı cimri biri olma, eli büsbütün açık olup israf da
et m e..." (İsra, 17/29) âyeti zaten bu noktayı açıkça ortaya koymuştur. Bu
hikmete dayalı olarak ifade edilmiş olsa gerektir ki, İbn Ceriri Taberî'nin nakline
göre, işbu âyeti hakkında Katade şöyle rivayet etmiştir: "Bunlar cennet
ehlidirler, bize nakledil d i ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) 'Müksirler, yani çok servet
toplayanlar alçaktırlar' buyuruyordu. Ashab 'Ey Allah'ın Resûlü, istisnaları
kimlerdir?' diye sordular, o yine 'Çok mal toplayanlar alçaktırlar.' buyurdu. Onlar 'Ey
Allah'ın peygamberi,
ist isnaları kimlerdir?' dediler. O yine 'Çok mal toplayanlar alçaktırlar.'
buyurdu. Onlar 'Ey Allah'ın peygamberi istisnalar kimler?' diye sordular ve dönüşü
olmayan kesin bir durumun ortaya çıkmasından da korktular. Nihayet Hz. Peygamber,
mübarek elle r iyle işaretler yaparak, 'Ancak malıyla sağından ve solundan şöyle
şöyle, önünden şöyle şöyle, arkasından şöyle şöyle diye dört bir yanına
infak ederek malına hükmedebilen müstesna, bunlar da pek azdır. İşte bunlar
Allah'ın farz kıldığı ve razı olduğu yold a israfsız, sıkıntısız, döküp
saçmadan ve kötülüğe yönelmeden infak edenlerdir.' buyurdu."
Demek oluyor ki, ölçülü ve aşırılıktan uzak bir şekilde infakta bulunmak, bu
âyette de söz konusudur. Fakat bizzat âyetin kayıtsız şartsız olarak mutlak
mânâda infakı ortaya koyması, az veya çok elde bulunan bütün malın infakını
gerektirmemekle birlikte buna engel de görünmüyor. Nitekim nüzul sebebinde
görüldüğü gibi, Hz. Ali'nin yaptığı infak, eldeki avuçtaki şeyin hepsini vermek
şeklindedir. Bu bakımdan kemmiy e t, yani verilen miktar hiç söz konusu değildir.
Bunun için âyetteki bu ıtlakın (kayıtsızlığın), iktisadî şartlara bağlı
olarak bir takım kayıtlara tabi tutulması veya bir kısmını zikrettiğimiz diğer
âyetlerden birisiyle veyahut daha başkalarıyla anlamının şu veya bu yöne tahsis
edilmesi, bir cihetten de olsa neshini gerekli kılacaktır. Bunun için bir kısım
müfessirler 'dan buraya kadar olan âyetler, Tevbe Sûresi'ndeki ayrıntılı zekat
âyetleri (âyet 60) nâzil olmadan önce yürürlükte olup, sözkonusu âyetle r nâzil
olunca hükmün onlara tahsis edildiğini nakletmişlerdir. Fakat buradaki sadakât
(sadakalar) deyimi, kabul edilen görüşe göre, zekat ve nâfile sadakalardan daha
geniş kapsamlı olduğundan böyle bir açıklama yeterli olmayacaktır. Şu halde
buradaki infa k farz, vacip, nâfile her çeşit infakı içine almakta, aynı zamanda
infakın en üstün şeklini de göstermiş bulunmaktadır. Bundan dolayı âyetin kendi
mutlak anlamı ile alınıp, infak sebebi olan ihtiyaçların gereğine göre, zamanın ve
yerin, kişilerin ve duruml a rın icabına göre uygulamasını infak sahiplerinin hikmet
ve kemâldeki derecelerine uygun irfan ve ictihatlarına bırakmak daha elverişli
olacaktır. Zaman olur ki evlâdu iyal, din ve millet uğrunda bütün mal varlığının
harcanıp infakı gerekir ve böyle yapmak iktisat kurallarının bile çerçevesine
girer. Sonra mal denilen şey, olsa olsa canın bir yongasıdır. Halbuki Allah yolunda
canını bile feda etmekten çekinilmemesi gerekli olan öyle görev zamanları vardır
ki, bu gibi durumlarda infak-ı küllî adı verilen her şeyini harcamak bile hafif
kalabilir. İşte bundan dolayıdır ki, "hayırda israf olmaz" dahi
buyurulmuştur. Fakat bu yüce derece, en büyük olgunluk sahibi kimselerin işidir ki,
bunlar
"Kendileri darda olsalar bile başkalarını kendilerine tercih ederler."
(Haşr, 59/9) medh ü senâsına mazhardırlar. Bundan ders alabilecek derecede sabır ve
tahammül gösteremeyip yaptığı hayra sonradan pişman olacak olanların bütün mal
varlıklarını infak etmeleri, kendi dindarlıkları açısından tehlikeli olacağından
haklarında hayırlı olmaz. Allah korusun o türlü bir pişmanlık onları küfre kadar
götürebilir. Zira bu gibiler hakkında da "Neredeyse fakirlik küfür
olacaktı." buyurulmuştur. Bu hususta şahsî kıymet kadar ve hatta daha çok
sosyal çevrenin de büyük etkisi vardır. Ç ünkü faziletli davranışlara düşman
olan ve kişilerin kendi şahsî çıkarlarından başka bir endişe taşımayan bir
çevre içinde, iyiliksever ve faziletli insanlar boğulup boğulup gitmeye ve bozulmaya
mahkum olurlar. Bu zorluğun üstesinden gelmek için, Allah ta r afından ihsan olunacak
bir ruh gücüne ihtiyaç vardır. Ve işte Kur'ân'ın başından beri devam edip gelen
infak hakkındaki yüksek açıklamaları da ilâhî hikmet gereğince insanlar arasında
böyle feyizli, kalıcı ve sarsılmaz bir cemiyet düzeni ortaya koyacaktır. "Ve
Allah yolunda infak ediniz ve geleceğinizi kendi elinizle tehlikeye atmayınız."
(Bakara, 2/195) âyetinin hükmü gereğince nice nice tehlikelerin önüne geçecek bir
kutsal ahlâk öğretimini dile getirmektedir ki, ahirette vaad olunan ecir ve sevap, il
â hî ahlâk ile ahlâklanarak, Allah'dan vekalet şerefini bağışlayacak olan bu gibi
özellikleri kazanmaya bağlıdır. Bundan dolayı, önderlik ve eğiticilik edebilecek
ileri gelenlerin, daha doğrusu bunlara örnek sayılan en uluların yüce hasletleriyle,
onların i z inden gidecek avam (halk)a örnek olacakları ve böylece onlara iyi
alışkanlıklar ve yüce değerler uğruna fedakarlıklar öğretebilecekleri ve bu iki
çeşit insan arasında birtakım farklılıklar olabileceği gibi; ıslahat devirleri ile
durulmuş, oturmuş ve istik r ar kazanmış salâh devirleri arasında da uygulanacak
hüküm ve kurallar arasında birtakım farklılıklar bulunabilir. Meseleye bu açıdan
bakılınca infak-ı küllî denilen bütün mal varlığının infakı, halk için hayır
yerine şer ve zarar doğurabilir. Ancak velî r u hlu ve üstün ahlâklı bazı
iyiliksever kimseler için baştanbaşa hayır, hatta görev bile olabilir. Şunu da
unutmamak icap eder ki, sırf infak yüzünden iflas etmiş, perişan olmuş bir zengine
tesadüf olunmamıştır. Halbuki nefsanî arzular yolunda harcanmış ola n gayr-i
meşrû infaklar ile nice hanümanlar sönmüş olduğu her zaman görülmüştür. Hatta
ticaret sahasındaki iflasların pek çoğu bir taraftan daha fazla kazanmak hırsıyla
girişilen yanlış muamelelerin, diğer taraftan da yine daha çok kazanç hırsıyla
yapılan i stifçiliğin ve karaborsacılığın geri tepmesiyle uğranılan zarar ve
ziyanlar
yüzündendir ki, bunların hepsi de "Şeytan size fakirliği ve kötülüğü
emreder." anlamının kapsamı içindedir. Malların serbest dolaşımını sağlayan
ve hızlandıran hayırlı harcama ve infaklarda ise bu gibi tehlikelerin hiçbiri yoktur.
Bunlar da "Allah size mağfiret ve kendinden bolluk vaad eder." âyetinin
hükmü geçerlidir. Yani hayır yollarına yapılan harcamalar daima faydalıdır. Şu
kadar ki, bunun faydalarındaki bereket ve zevk, kişilerin ve durumların değişmesiyle
değişik olabileceği gibi, birtakım insanlarda bu faydaların doğmasını bekleyecek
kadar sabır ve tahammül bulunmayabilir. Bunun için genel olarak infaktan bahsolunduğu
zaman yukarıda da belirtildiği gibi, yoksul ve kims e siz kalmak ve muhtaç duruma
düşmek endişesinden uzak bir şekilde tutumlu ve dengeli olmak gerekir. Fakat zavallı
ve gafil insanlar, genellikle heva ve hevesler uğruna faydasız, sonuçsuz ve anlamsız
harcamalar, bir hiç uğruna yapılan israflarda aşırıya git m ekten sakınmaz da,
sıra hayırlı yollara yapılan harcamalara gelince, bunda iktisat ve itidale riâyet
şöyle dursun, kırkta bir olan zekatını vermekten bile kaçınır. Öyleleri vardır
ki, kumar ve oyun masalarında avuç avuç paraları havaya savurmaktan korkmaz da, beri
tarafta devlet ve milletin eksiğini düşünmez, karşısında yoksulluktan kıvranan
komşusunun, akrabasının kursağına bir lokma ekmek vermekten tiksinir, kıskanır.
Fazla olarak ona karşı görüyor musun işte sen açsın, ben tokum; sen açlıktan
in... devamı... (22. sayfa)