1. sayfa -
2. sayfa -
3. sayfa -
4. sayfa -
5. sayfa -
6. sayfa -
7. sayfa -
8. sayfa -
9. sayfa -
10. sayfa -
11. sayfa -
12. sayfa -
13. sayfa -
14. sayfa -
15. sayfa -
16. sayfa -
17. sayfa -
18. sayfa -
19. sayfa -
20. sayfa -
21. sayfa -
22. sayfa -
23. sayfa -
(20. sayfa)
lıktır ki, hem hayat verir, hem de öldürür." demişti ki; hem hayatı
yaratır, hem ölümü demekti. Rivayet olunduğuna göre, Hz. İbrahim putları
kırdığı zaman Nemrud onu zinda n a atmış, bir süre sonra çıkarıp, "Sen kime
davet ediyorsun?" diye sormuş. O da böyle söylemişti. Buna karşı Nemrud,
"Ben de hayat veririm ve öldürürüm" dedi. Rivayete göre iki adam
getirtmiş, birini idam edip, birini salıvermiş, işte gördün mü demiş. Bu n unla
Hz. İbrahim'in anlattığı hayat verme ve öldürme deliline gereği gibi dikkat
etmemiş, güya kendince bir yandan
bir "üslûb-ı hakîm" (hikmetli ve bilge kişinin üslûbu) yapmış, bir
yandan da tehdid savurarak: "İşte o benim!" diye Rablık iddiasına
kalkmıştı. Bu cahilce müşrik cevabına karşı derhal ona haddini bildirmek için tam
yerinde bir bilge üslûbu, "üslûb-ı hakîm" ile, İbrahim: "Şu kesin
ki, Allah güneşi doğudan doğduruyor, sen de batıdan doğdur bakayım." dedi.
Deyince "kâfir tutuldu kaldı." Şaşkın ve yenik düştü. Buna kâfir
azgınlık yapmayıp da Hakk'ı kabul etseydi, hayat vermeyi ve öldürmeyi gerçek
biçimi ile alıp, ilâhî hidayeti reddederek zulmetmeseydi, bu zulmete (karanlığa)
düşmezdi. Fakat Allah da zalimler zümresine hidayet etmez. Onları d oğru yola
iletmez. Kendilerini Hakk'ın ta kendisi varsayıp da hak ve hakikate karşı gelen böyle
zalimler Hakk'ın nurundan nasıl yararlanabilirler? "Hayat" yaratmanın,
güneşin hareket yönünü değiştirmekten daha önemli, hayat olaylarının, mekanik
olarak mey d ana gelen olaylardan daha yüksek bir kudret delili olduğunu takdir etmeyen
ve onu oyuncak zannedip de hafife alan zalimler sonunda böyle gökten inen mekanik bir
tokatla yenilirler. Ancak hakkı kabul etmek arzusunda bulunmayan azgınlar böyle
şaşkın ve yeni k olurlar da yine imana yanaşamaz, karanlıktan çıkamazlar; kişiler
böyle olduğu gibi toplumlar da böyledir. Demek oluyor ki, tağut'un örneklerinden
biri, böyle, "Ben hayat veririm ve öldürürüm." diye Allah ile boy
ölçüşmeye kalkışan kâfirdir ve işte bir mü m in böyle bir azgına yağ çekmek
şöyle dursun, ona gerektiği gibi haddini bildiriverir ki, bu Allah'ın bir lütfudur.
Allah'a imanı olmayanlar, bunun yanında korkusundan tiril tiril titrerken bak İbrahim
ona ne yapmış, ne hale getirmiştir. Bununla şu da orta y a çıkıyor ki kâfir,
iktidar sahibi birisi olabilir ve fakat bir kimse iktidar sahibi olmakla hidayete ermiş
olmaz, iktidarın nimeti gereği onu kendi gönlüne ve hevesine göre kötüye kullanmak
değil, Allah'ın emrine ve hakkın gereğine göre idare ve takip et m ektir. Yani
Allah'ın hayat vermesi ve öldürmesi o kadar kesin ve açıktır ki, bunu pek değersiz,
pek aşağı bir şey gibi zannedip kendilerine mal etmek isteyen kimseler bile bulunuyor.
Fakat sözle ifadesiyle bu kadar sağlam ve sağlam yapılı olan bu gerçek ayrıntıya
geçildiği zaman kısa akıllar, hayatın tekrar edip duran örneklerini göremezler de
hayatın aslına inanırlarken, yeniden dirilmeyi ve mahşere gelmeyi inkâr ederler.
Kendilerini hak kanununun üstünde tanımak isteyen, emirleri ve iradeleri ile hakkı
ve gerçeği değiştirmek sevdasında bulunanlar mutlaka Hakk'ın sillesine
mahkûmdurlar. Kendilerine uyanlarla birlikte kendilerini de karanlıklara sürüklerler
ve uçurumlardan yuvarlanır ateşin diplerine tıkılırlar. Elbette haktan
kaçan, hakka karşı gelen, haksız olur, haksızın, hakka ermesi de bir
çelişkidir. Kuşkusuz iktidar ve hükûmet pek büyük ilâhî bir nimettir. Fakat
insanlar kendilerini bunun asıl ve gerçek sahibi değil, vekâleten ve mecazen sahibi
bilmelidirler. Nemrud bunu böyle tanımadığı için i l âhî hidayetten mahrum olan
zalimlerden oldu. Ve Allah'a dayanan İbrahim üstün gelerek Allah'ın izni ile onu
şaşkın ve perişan eyledi.
Ayrıntılı ve uzun tefsirlerde bütün ilmî yönleri incelenmiş olan bu ilmî
münazara (tartışma) örneği, Allah'ın iman edenlere yardımını ve bir müminin
tağuta karşı davranışını bir iki kısa cümle içinde o kadar açık ve belîğ bir
şekilde ifade etmiştir ki, ilâhî yardımın bu örneği bütün akılların
kavrayabileceği açık bir gerçeği kapsamaktadır. Başka bir tabirle bu âyet, ifa d
esiyle muhkem âyetlerden olan apaçık bir âyettir. Bununla birlikte Cenab-ı Allah'ın
gücü ve hayat vermesi bir defaya mahsus değildir. O mutlak gücü ile dilediği gibi
hayat verme gücüne sahiptir. Yok olanı var edip hayat verdiği gibi, ölüyü de tekrar
diril t ebilir ve hayat verebilir. Ve bu hayat vermenin ve öldürmenin çeşitleri
vardır. Bunlar normal nedenlere dayalı olarak meydana gelebildiği gibi olağanüstü
biçimlerde de olabilir. Zaten "hayat verme" sırrı başlı başına bir
harikadır. Bunun gibi Allah'ın müm i nleri karanlıktan nura çıkarması da
akılların kavrayabileceği derecelerden çok yüksektir. Onun öyle incelikleri, öyle
gizli yönleri ve öyle olağanüstü şekilleri vardır ki, onlar akılların,
tekniklerin kavrayamayacağı harikalara varır. Böyle olmakla birlik t e bunlar
akılların kabul edemiyeceği, reddine mecbur olacakları muhalâtdan (meydana gelmesi
mümkün olmayan şeylerden) değildirler. Aksine hayatın akışından elde edilebilecek
birer gerçektirler. Meydana gelmeden önce akılların tahmin etmeleri ihtimali olma y an
ve fakat meydana geldikten sonra da kabulünde tereddüt etmeye imkan kalmayan öyle
örnekler vardır ki, bunlar imanı olmayanlar için bir sır, müteşabih (karmaşık)
bir iş olarak kaldığı halde, iman edenler için diğer bir muhkem (sağlam) delil
oluştururlar. Cenab-ı Allah bunları da iki örnekle açıklayacaktır.
259-Birincisi: Şöyle ki, o örneğe yahut şu kişi gibisine baksana! Buradaki
yukardaki 'ye atfedilmiş (ulanmış) olduğuna göre "Ya da şu kişi gibisini
görmedin mi?" demek olur. Bu şekilde âyetteki (kâf) da harf-i cer olursa, harf-i
cerrin harfin başına gelmesi caiz olmayacağından, âyette denilmesi gerekirdi. Bunun
için bu kâfa yani sözü güzelleştirmek için gelmiş fazladan bir harf diyenler
olmuştur. Fakat bunun (misil) anlamına isim olan "kâ f" olarak "...o
kimse gibisini görmedin mi?" demek olduğu hatırlatılmış, ya da atıf anlamı
ile "veya buna benzer bir şey
gördün mü?" anlamına geldiği de söylenmiştir. Ancak atıf anlamı
açısından düşünülürse ifadesinin meâli, "Bu, şunun gibi" demek
olacağından, de buna atfedilerek "veya şunun gibi" demek olur. Bununla
birlikte her ne olursa olsun burada "kâf"ın açıkça getirilmesi öncekinden
daha çok olayın kendisine, burada benzer ve örneğine dikkat çekilmiş, yani
görülenden görülmeyene geçilerek (yaşan m ış olaydan yaşanmamış olaya
geçilerek) benzerlik kanunu gereğince önce "kıyas-ı temsilî" (temsilî
kıyas), ikinci olarak "kıyas-ı istikraî" yolu ile daha özelden daha genele
bir "istidlâl ilmi" gösterilmiş ve imanın prensiplerinden olan
"Allah'ın her şeye gücü yeter". gerçeği yerleştirilmiş ve böylece
imanla ilmin birleştirilmiş olduğuna dair bir hatırlatmayı içermiştir. Yani
müminlerin işlerini çekip çeviren Allah'ın onları, karanlıklardan, cehaletten,
olayları çözemeyip şaşkınlık içinde kalmaktan yakîni n (kesin bilginin) nuruna
nasıl çıkardığını ve O'nun öldürme ve hayat vermedeki sonsuz gücünü anlamak
için şu üzgün ve kederli şahsın olağanüstü olayını tek bir harika olarak
değil, çeşitli açılardan ibret verici olaylarla dopdolu olan hikâyesini bir örnek
olarak alıp benzerleriyle düşününüz ve bütün çeşitleriyle hayatın akışının
her an öldürmeyi ve diriltmeyi kapsayarak benzerlerinin tekrar edip durması içinde,
herkese özgü ve kişisel bir olay olduğunu anlayınız ve her tümel (küllî) kanunun
başlangıçta bir tek harikanın genelleştirilmesi bulunduğunu biliniz ki, o kişi bir
köye, bir şehre uğramıştı, o sırada bu köy damlarının üzerine çökmüş, o
dimdik ayaktaki binaların tavanları çöküp inmiş, altındaki duvarlar onların
üzerlerine yıkılmış altüst olmuş v eya bağlarına, bahçelerine rağmen harap,
bomboş, kimsesiz, ağlanacak bir durumda idi. Âyet metninde yer alan "Arş"
kelimesi, aslında tavan demek olup, üzeri damla örtülü olan yerlere ve her yana
gölge veren şeylere de dendiğinden burada birkaç tasvir (bakış açısı)
mümkündür. Hz. Ali, İbnü Abbas, İkrime, Ebü'l-Âliye, Said b. Cübeyr, Katâde,
Rebi, Dahhâk, Süddî, Mükâtil, Süleyman b. Büreyde, Nâciye b. Ka'b, Sâlim
el-Havâs demişlerdir ki: "Âyette kastedilen kişi Hz. Uzeyr idi." Fakat Vehb,
Mücâhid, Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr, Bekr b. Muzar: "Hz. Ermiyâ idi."
demişler. İbnü İshak da Ermiyâ'nın Hızır olduğunu söylemiştir. Bunlardan başka
Lût (a.s.)'ın kölesi veya Şa'ya dahi denilmiş. İlk başta bir kâfir kişi ve fakat
dirildikten sonra mümin olduğu da söylenmişti r. Âyet metninde yer alan
"KARYE"ye gelince, Vehb, Katâde, Dahhâk, İkrime, Rebi' buna "İlya"
yani "Beytü'l-Makdis" demişler, Dahhâk'tan "Beyt-i Makdis"e iki
fersah uzaklıkta, "Karyetü'l-İneb" veya "Arz-ı Mukaddes",
bazılarından Mü'tefike, İbnü Zeyd'den yukarda sözü edilen
ölümden kaçan "Binler şehri", İbnü Abbas'tan Dicle kıyısında
"Deyr-i Hirakl", Kelbî'den, "Şabur-âbâd", Süddî'den Selâmâd
diye de nakiller vardır. Bunların içinde en meşhuru bu şahsın Hz. Uzeyr b. Şerhiya,
"Karye"nin de İsrailoğulları devletinin yerleşip kurulduğu yer olan Kudüs
şehri olmasıdır ki, Buhtünnassar'ın savaşı ile işgal edilmiş ve tamamen
yıkılmış ve bütün İsrailoğulları üç bölüme ayrılıp, bir kısmı baştan
başa öldürülmüş, bir kısmı Şam'da yerleştirilmiş, bir kısmı da esir e dilip
götürülmüştü. Uzeyr bu esirlerin arasında olup, daha sonra kurtulmuş ve bir gün
eşeği ile Kudüs'e uğrayıp Kudüs'ü bu hâlde görmüştü. İbnü Abbas'tan, âyetin
iniş sebebinin bu olduğu tafsilatıyla rivayet olunmuştur. Bununla birlikte, yukarda
açıklandığı üzere, diğerleri hakkında da böyle birer öldürme ve diriltme
harikaları rivayet olunmuş ve hikâyenin genel anlamının her birine veya hepsine
ihtimali bulunduğu gibi, hikâyenin konusunun bir ümitsizlik karanlığı üzerine
gerçekleştirilmiş gibi görünmesin e, "ümitsizliğin" de bir
"inkâr" olması nedeniyle bu olayı, inkâr karanlığından imanın
ışığına, "ümitsizlikten" başarıya ve ümide bir geçiş örneği gibi
değerlendiren müfessirler olmuş ise de, âyetin gelecek ifadesi bunun, meşhur
anlamına uygun olarak "bir peygamberlik harikası'" olması daha yakın bir
ihtimaldir. Ve hikâyenin konusu, kâfirce bir ümitsizliğin değil, mümince bir
üzüntünün ve kederin sonuçlarını ve olağanüstü bir ortaya çıkış tarzını
kapsar. Her türlü hayat nedenlerini kökünden sökmüş görünen a cıklı bir yıkım
olayından acı bir ümitsizliğe düşerek, hayat vermeyi temenni, fakat hayat verme
gücünü gözünde büyütme ve bunun yolunu bilmekte kendisinin yetersiz olduğunu
itiraf edip, insan olarak güçsüzlüğü ile derin bir üzüntü ve kederle yanıp
yakılma içinde kalan ve bu halde Allah ile ilişkisini (muamelesini) kesmeyip isterse
hatalı bir dil sürçmesiyle olsun dertleşen bu acıklının geçirdiği imtihanı ve
nihayet gizli ve ince harikaları dirilmeyi isbata ve karanlıktan ışığa çıkarmaya
mükemmel bir örnek o larak almak için bir inkâr olan "mutlak ümitsizlik"
düşünmeye âyetin anlamı aykırıdır. Şu kadar ki Nemrud gibi zalimce ve azgınca
bir şekilde olmayan ve "Allah onların kalplerini mühürlemiştir." (Bakara,
2/7) hükmü üzere inkârı huy edinmemiş olanlar ha k kında küfürden imana
çıkarma, imanı harikalara erdirmek de "Allah'ın her şeye gücü yeter."
(Bakara, 2/20) hükmüne dahil olarak caiz olabilir. Ve kuşkusuz, "Allah iman
edenlerin dostudur." ifadesinin bu gibileri de kapsadığının düşünülmesi
gerekir. O h a lde âyetin iniş sebebi Üzeyr veya Ermiya olayı da olsa âyetin
mânâsı tahsis edilemeyerek hikâyenin birçok olaylara uygun düşmesi için
"Karye" nekire (belirsiz) olduğu gibi, de ahd-i
zihnî (zihnen bilinen) ile düşünülmelidir.
Demek olur ki -ismi gere kli değil o kişi uğradığı köyün bu acıklı durumunu
görünce, bu dehşetli ölümünden sonra Allah bu memleketi nerden diriltecek diyordu
ki, bu söz o şahsın durumuna göre şu anlamları ifade edebilir:
1- Allah bu memleketi diriltecek ama, acaba nerden di riltecek? Nasıl diriltecek, ne
zaman diriltecek?
2- Ben buna çok hızlı bir hayat temenni ediyorum, fakat acizim, yolunu bilmiyorum,
bilmem ki Allah bunu yapacak mı? Yaparsa da galiba geç yapacak, onu da ben görmem, ah
ne felâket ne felâket!..
3- Yapabilir ama, galiba yapmayacak.
4- Ölen dirilir mi? Giden geri gelir mi? Buna hayat verilmesine, öldükten sonra
dirilmesine imkân ve ihtimal yok, heyhat!.. Bu dördüncüsü tam bir ümitsizlik, bir
inkârdır. Bunun için bu sözü söyleyen bu amaçla söylememiş olsa da, bu ilham
dolayısıyla bir dil kayması, bir dil sürçmesi yapmış olur. Mümin hiçbir şeyden
ümitsizliğe düşmez. Ancak basit nedenlerin etkisi ile insanlık icabı, ümit
zayıflığı ile karşı karşıya gelebilir. Çünkü ümitsizlik inkâr olduğu gibi,
kend i durumu hakkında tam bir güven duymak da inkârdır. O da Allah'a gurur ile ondan
bir bakıma kopmak demektir. Bu nedenledir ki, "Ve şeytan Allah'ın affına
güvendirerek sizi kandırmasın." (Lokman, 31/33) buyurulduğu gibi,
"Gönderdiğimiz Peygamberler, ümm e tlerinden iyice ümit kestiklerinde ve
kesinlikle yalancı sayıldıkları sonucuna vardıklarında kendilerine yardımımız
erişiverdi." (Yusuf, 12/110) buyurulmuştur. Demek ki ümitsizlik değil, fakat
ümitsizliğe doğru bir zan ve kuruntu ile ümit kırıklığı ve bö y lece bir keder
ve acı, peygamberler hakkında bile mümkündür. Fakat peygamberler ilâhî ismet
(koruma) de bulunduklarından öyle bir noktada derhal ilâhî yardım kendini gösterir.
Müminlerin de böyle bir anda, "O'nun gücü herşeye yeter." (Hûd, 11/4),
"A l lah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin." (Zümer, 39/53), "Allah'ın
lütfundan ümit kesmeyiniz." (Yusuf, 12/87) diyerek imanın kulpuna daha çok
sarılıp sabır ve namazla yardım dilemesi, ümitsizliği andıran bir telâş ve
sızlanma göstermemesi, Allah'ın ö l ümden sonra da diriltmeye gücünün yettiğini
bilmesi ve onu beklemesi gerekir. İşte, "bu ölümden sonra Allah bu memleketi
nerden diriltecek,"
böyle üzgün, yardım isteyen bir ümit kırıklığı hâlinin ifadesi ise de, bunun
az-çok bir ümitsizlik havası vermesinden uzak kalmamış olması, bir "zelle"
(ayak sürçmesi) olacağından, o anda hem ilâhî yardım başlayacak, hem de bu
sürçmenin bir terbiyesi olmak üzere, arzu edilen şeye kavuşmak bir asırlık
"betaet" (hareketsiz kalma) ile ortaya çıkacaktır.
Bu bakımdan, Allah hemen o kişiye yüz sene süren sürekli bir ölüm verdi. Bu
sürede hayat namına bir şey tattırmadı. Rivayete göre o kişi bir uykuya dalmış o
uykusunda ölekalmıştı. Ve henüz gençti. Sonra da o ölüyü tekrar hayata
salıverdi. Önceki gibi canlı, a k ıllı, anlayışlı; ilâhî bilgide, düşünceye
ve delillere dayanarak sonuçlara varmaya (istidlâle) hazır bir ruh ile yeniden
dirilmeyi nasip etti. Bazı rivayetlere göre, bu yüz senenin yetmişinci senesi
"Yuşek" adında bir Fars (Acem) hükümdarı tarafından kala b alık bir
askerle Arz-ı Mukaddes fethedilip alınmış, Buhtünnassar yok olmuş, İsrail
oğullarının geriye kalanları yine Beytülmakdis (Kudüs mescidi) ve civarına
yerleştirilmiş, otuz yıl içinde Kudüs yeniden yapılmış ve işte "Bu,
ölümünden sonra Allah bu me m leketi nerden diriltecek?" diyen Hz. Uzeyr'i de
Allah bu sırada o karye (köy) gibi öldükten sonra diriltmiştir. Diriltince, "Ne
kadar kaldın?" diye sormuştu. O da bir uykudan uyanırcasına, "Bir gün veya
bir günün bir kısmı kaldım." demişti. Belli ki ilk kendine geldiğinde, ruhuna
bu soru yönelince, henüz gerçeği bilmediğinden ve zaman aralığı da kişiliğin
sürekliliğine engel olmadığından önceki hayatın uyku hakkındaki hatıralarının
kalıntısından yola çıkararak tahminen ve yalandan kaçınmak ve tedbirl i olmak için
böyle söyledi. Demek ki her gelecek, geçmişin hatırasına sahiptir. Gerek uyku ve
gerekse ölüm bile, ilk kendine gelmede insana kısaca (icmalen) bir hatıra bırakıp da
gidiyor. Öyle olmasaydı kalkan adam, o anda kendini geçmişe bağlayamaz,
varlığının o anda başladığını zanneder, "kalmadım yeni doğuyorum"
derdi. Böylece nice zaman aralıklarından sonra bile hayatın anlarını birbirine
bağlayabilir de geçmişte, şimdi ve gelecekte yaşar. Bu bağı kurma o kadar
hızlıdır ki, hayatta geçen yüz yıllık bir ö mür bile, sonunda insana bir gün
gibi gelir. Bütün bunlar insanlara ahireti ve dirilmenin sırlarını, gizli yönlerini
anlatmak için canlı örneklerdir.
Bu müttakice itiraf üzerine, Allah gerçeği anlatıp buyurdu ki: Hayır yüz sene
kaldın, şimdi yiyeceğine ve içeceğine bak, Allah'ın gücünü seyret ki, hiçbiri
yıllanmamış yani bozulmamış, hep eskisi gibi tazece duruyor. Eşeğine de bak,
onu da öyle bulacaksın. Ve seni ecelin geldiği için değil, sırf bir ibret için,
seni insanlara bir delil, Hakk'ın gücünün görülen bir delili kılmak için böyle
öldürüp dirilttik, bu harikaları yaptık. Sana bu kadar uzun bir ölümden sonra
insanî, bitkisel, hayvansal, kişisel, sınıfsal (sınıf ve cinsle ilgili) ruhsal,
bedensel hayatların tümünde diriltip hayat ve r meyi gerçekten gösterdik ki,
kuşkusuz bilginin tadına açıktan açığa eresin de insanlara peygamberlik veya
velilikle bir Hak tanığı olasın. O halde sadece haberlerle kalma, ilâhî gücü
açıkça anlamak için tekrar bak, o kemiklere yani kendinin veya eşeğini n kemiklerine
veya her ikisine veya genel olarak kemiklere de bak; hem gözle, hem de sezme gücü ile
seyret ki, biz onları nasıl çıkarıp birbirine bindiriyoruz ve yerli yerine koyuyoruz.
Nâfi', İbnü Kesir, Ebu Amr, Ebu Ca'fer, Yakup kırâetlerinde noktasız "Râ"
ile dan okunduğuna göre, bak o kemikleri hayata nasıl atıyoruz da sonra onlara et
giydiriyoruz. O kemikler nelerden, nerelerden çıkıp geliyor, düzenine giriyor ve etler
nasıl oluşuyor, yeniden ortaya çıkıp gelişiyor, o kemikleri sarıyor da canlı bir
cisim oluşuyor? Gerçekten öldürme ve hayat verme sırrını, her anındaki
değişiklikler ve o değişiklikler içindeki kişiliğin değişmemesi ile gösteren bu
etlerin, kemiklerin ortaya çıkıp ayağa kalkmasına dikkat et. Şimdi her hayatta, var
olan yoklukla va r lığın, ölümle hayatın, yok olmakla yok olmamanın, aynılıkla
başkalığın bir çelişki gibi görünen anlayışlarını içeren bu olaylar, bu
harikalar akılla ve insan gücü ile ölçülecek olursa bunların meydana gelmesine
imkân olur muydu? "Parçalar" değişsin, "bütü n" değişmeden
sabit kalsın, bu nasıl şey? Demek ki bütün bunlarda değişmeyen ne o parçalar, ne
de bütündür; ancak Allah'ın gücüdür. Bu bakışlarla şu gerçek ortaya çıkar ki,
hayat her şeydir ve her şey, Allah'ın gücüyle ayaktadır. İnsan bunları
dalgınlıkla u nutursa, gerçekten içinde bulunduğu halde bile, dirilmeyi ve
canlanmayı anlayamaz da karanlıkta kalır. Bunlar ilk hayatta bile olup dururken bu
gözlemi dikkatten kaçırıp bunları yapıp duran Allah'ın gücünden şüphe etmek,
büyük bir sefilliktir. Dolayısıyla bu konuda asla tereddüt kalmaması için, içinde
bulunduğun şu zamanda bunlara iyi bak da Allah'ın gücünün canlı, bilinçli bir
delili ol. Bu hitap üzerine, hakkı anlayınca, o kişi, bilirim Allah'ın her şeye
gücünün yettiğinde şüphe yoktur dedi. Ham z e ve Kisaî kırâetlerinde emir kipi
ile okunur ki, bu şüphe üzerine Allah o kişiye bu kesin emri ("Allah'ın herşeye
gücünün yettiğini bil!" emrini) verdi demek olur. Bu bilgiye erenler, ilmî ve
aklî prensiplerinin başına ilmî delillerin tümünden daha açık olan bu gerçeği
koyanların akılları, fikirleri,
gönülleri göklerden ve yerden daha geniş olur. Hiçbir zaman karanlıkta kalmaz.
Kâmil aklın, ilim ve teknikte, ikinci derecede sebeplerin ve normal prensiplerin
itibarî olan hakkını vermek isterken, kâinatın saltanatına hakim, herkesi yöneten
Allah Teâlâ'nın mutlak hakkını unutmaması gerekir. Bunu unutanlar da bir zihniyet
içinde sıkışır kalırlar da akıl ve teknik adına hareket ediyoruz zannı ile bir
yudum suda boğulurlar, imkân ve meydana gelme alanlarını d a raltır, ümitsizliklere
ve gönül darlıklarına düşer, pek adi sebeplerden korkar, kuşkulanır, sabit
harikaları inkâra kalkışır, "hurafe" der geçer. Halbuki bunu derken,
takıldığı sebebin kapsamına dahil olmayan bütün kâinat onun gözünde bir
hurafedir. Sebeb i nin kendisi de zaten bir bilmecedir. Bunun için göklerin ve yerin
nuru olan Allah'ın gücüne tutunmayanlar, o sağlam kulpa yapışmayanlar yakîn
(kuşkusuz bilgi) ile aydınlanamazlar, aydınlanmış olamazlar; ışığa karanlık,
karanlığa "ışık" derler giderler.
260-Allah, "her şeye gücü yeter" olunca, bizzat kendisi dilediği şekilde
dirilttiği ve hayat verdiği gibi, bunu kullarına da ihsan edebilir. Hayat ve nur
(ışık) verdiği kullarına o hayat ve o nurdan diğerlerine dökecek bir hayat verme ve
aydınlatma gücü de verebilir ki, bu da "nurun alâ nur" (nur üstüne nur)
olur. Buna örnek olmak üzere de bir zaman İbrahim: "Ey Rabbim! Bana göster,
ölüleri nasıl diriltirsin?" demişti. Şüphe yok ki, "Benim Rabbim hayat
verir ve öldürür." (Bakara, 2/258) diyen İbr a him "Ey Rabbim!" dediği
zaman, "Ey hayat vermeye ve öldürmeye gücü yeten Rabbim!" diyor,
"Ölüleri nasıl diriltirsin?" demekle de "Bilirim sen ölüleri
diriltirsin, fakat nasıl yaptığını tamamen bilmediğimden, hayat feyzi gibi diriltme
feyzi de bende orta y a çıkabilir mi? Buna karar veremiyorum da düşünüyorum, bana
bunu göstermeni niyaz ediyorum." demiş oluyordu. Rabbi, İman etmedin de mi ki?
Yani nasıl olduğunun ayrıntısını bilmiyorsan, sırf söylenmesi (ıtlakı) ile
inanmadın da benim nasıl dilerse m öylece hayat vermeye, diriltmeye gücümün
yettiğini bilip iman etmedin mi? İman için görmek mi lâzım ki, "göster"
diyorsun, dedi. Bunda herhangi bir nitelik özel bir belirleme ifade eder. Mutlak ilâhî
gücün ortaya çıkışı ise sonsuzdur. Onlar tamamen görün m ez, ancak mutlak bir
imanla bilinir. Sen ise mükemmel bir müminsin, o halde neden "göster"
diyorsun ve hangi "nasıllığı" görmek istiyorsun? Burada, elbette ben
istersem sana da gösteririm, fakat bütün "nasıllıkları" değil,
bazısını gösteririm gibi, uyarı cilvesini andıran bir müjdeleme vardır. O zaman
sorduğu sorunun nedenini ve amacını belirlemekle
İbrahim, evet, ya Rabbi! İman ettim, sen dilediğin zaman hayatı bana, bende
gösterdiğin gibi diriltmeyi de gösterirsin, ancak kalbimin rahat etmesi için, o
imanın verdiği şevk ile kalbime düşen ümit heyecanını dindirmek, imandan bizzat
görmeye, kesin bilgiden kesin müşahedeye, hayattan hayat verilmesine geçmek için
istiyorum, dedi ve asıl amacının her türlü leke ve kusurdan temizlenmiş ve sürekli
b i r kalp hayatı olduğunu ve bu şekilde "makamı hullete" (içten sevgi ve
dostluk makamına) erip sonsuza dek Halilullah (Allah'ın dostu) olarak kalmaktan ibaret
bulunduğunu ortaya koydu. Bu âşıkane niyaz üzerine, Allah hayatın uçup giden bir
şey olduğuna işaret olsun diye buyurdu ki, öyle ise kuşlardan dördünü -rivayete
göre kelimesindeki elif-lâm ahd için olmak üzere tavus, horoz, karga, güvercin veya
kartal tut da bunları çevir, kendine meylettir, kendine bağla. Hamze kırâetinde
Sâd'ın kesresi ile , diğerlerinde zammesiyle okunur. Zammelisi dan, kesrelisi den gelir
ki, ikisi de, "imâle" (meylettirme, bir tarafa eğme) anlamına birer lügat
(sözlüktür) tır. Parça parça kesmek, biçim biçim kesip ayırmak anlamlarına da
gelir. Zammeli okunuşu, "imale" (meylettirme), kesrelisi (kesme) anlamına
olduğu açıklanmış ve iki şekilde de tefsir edilmiştir. Fakat kesme anlamı âyetin
daha sonrasından da anlaşılacağı için burada "imale" yeterlidir.
"İmale"nin ile kullanılması (sılalanması) da kendine bitiştirme, katma
anlamını verir veya bu anlamı gerektirir. Bunun için âyetin anlamı: Onları kendine
meylettir, evir, çevir, kendine bağla, biçimleriyle, kendilerine özel gerçekleri
(karekterleri) ile bil, tanı, demektir ki, bununla tutulacak kuşların, özelliklerini
ve kimliklerini oluşturan özel biçimlerini iyice düşünülerek, tasavvur edilerek,
kavranarak hayat sırrını elde eden kendilerine özel gerçeklikleri ile tanınıp
İbrahim'in ilmine katılması, gerçek biçimleri ve sabit olan varlıkları ile
İbrahim'in nefsine za m molunmaları (katılmaları) diriltme gücü için bir şart
olduğu gösterilmiştir. Bu şekilde tutulan kuşlar hayat şekilleriyle İbrahim'in
ilminde sabit olarak (yer ederek) İbrahim'in nefsine katılacak, İbrahim'in de Allah'a
kendi isteğiyle tam olarak dönmesi d o layısıyla bu nokta, diriltilecek ölülerin
Allah'a dönmesi prensibine bir örnek oluşturacaktır. Bu olduktan sonra da ilim ile
irade arasındaki ilginin ortaya çıkışından "ol" emrinin, bir anda meydana
gelişinden başka bir şey kalmayacağını anlamak kolay ol u r. İşte bu önemli
kurallara dikkat çekmek için buyuruluyor ki: Onları tut, kendine meylettir, nefsine
kat, özel varlıkları ile ilmine al, kendine bağla. Sonra nefsinde parça parça tahlil
et, parça parça ayır ve her dağın başına bunlardan bir parça
koy, sonra onları çağır, Allah'ın izniyle irade ve diriltmenin hükmü ortaya
çıksın da, sana koşarak gelsinler, sen de şunu bil ki, Allah mutlaka azizdir,
hakîmdir. Önce, bütün mümkinata (olabilen şeylere) gücü yeten, hakîm ve hiçbir
nedene mahkû m ve mağlup olmayan bir izzet sahibidir. Bununla birlikte fiilleri ve
bunların sonuçlarını birbirine bağlamış, onlara da bir diğerine sebeb olma ve onun
sonucu olma özelliği vererek, aralarına bir düzen ve tertip koymuş ve dolayısıyla
eşyanın parçalarını b i rbirlerine karşı da bağsız, ilgisiz bırakmamış,
hepsinin arasında özel düzenlemeler ve sonuç bağlantılarıyla da gücünü
göstermiş olan, işlerin sonuçlarını ve eşyanın amaçlarını bilen bir hikmet
sahibidir. Böyle fiillerinin normal nedenlere, düzgün kanunla r a dayalı olması, her
birini olağanüstü yollarla meydana getirmekten aciz olduğu için değil, her fiilinde
sonsuz hikmetler ve yararlar bulunduğu içindir. Sebeplerin yaratıcısı olan Allah, ilk
sebep ve en yüce fail olduğu için, hiçbir sebeb yaratmayıp her f iilini doğrudan
doğruya bir harika olarak yapmaya da gücü yeter. Ancak o zaman fiilleri arasında
kendinden başka hiçbir bağlantı yönü, münasebet ve eşyada bu sanat ve sağlam
yapı bulunmazdı. Kuşkusuz yalnız illetlere ve sebeplere bağlı sonuçlar yaratmak b a
şka, aynı zamanda o sonuçları, bir diğerine birbirini takib eden sebepler ve
sonuçlar hâlinde bağlayarak yaratmak yine başkadır. "Hayat verir, öldürür,
her şeye gücü yeter." (Hadîd, 57/2) olan Allah'ın ne izzeti hikmetine
aykırıdır, ne de hikmeti izze t ine aykırıdır. Bütün sebeplere ve onların
sonuçlarına hakim ve onları kontrolünde tutan (gâib) olan izzeti, onların hepsini
durdurmaya da kâdirdir. Sebeblere yapışıldığı zaman, O dilemezse hiçbir şey
olmaz. Hikmeti ile sebeblere geçerlilik verdiğinden dol a yı, izzetini, yaratılmış
olan sebeblere bırakmış da değildir. İşte Allah böyle bir aziz ve hakim
olduğundan, ölüleri de dilerse kendinden başka hiçbir sebebe bağlı olmayarak
diriltir ve dilerse hikmetiyle bilinen sebeblere dayalı olarak diriltir. Her olay d a hem
izzeti, hem hikmeti ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte ilk yaratması izzetine,
ikinci yaratması da daha çok hikmetine bağlıdır. Hikmetlerinden birisi de
kullarının imanlarına ve tercihlerine bile özel bir sebeblik vermiş olmasıdır ki,
bu sebeblik d irilmenin sırrına kadar çıkabilir. Ve bu sayede, insanlar, mecburi bir
dönüş ve mecburi bir dirilme ile ergeç zorunlu bir hayata atılacakları gibi,
isteyerek dönüş ve isteyerek dirilme ile de seçilmiş bir hayata ve hatta isteğe
bağlı bir dirilmeye nail ol u rlar ki, din ve ahiret mutluluğu bunun içindir. Demek
ki, "O'nun gücü yeter." icmal (kapalı anlatım), ve "çok güçlüdür,
hüküm ve hikmet sahibidir" ifadesi ise tafsildir (açıklamadır).
(Uzeyr), icmal makamında, izzet hükmü ile mecburi diriltmeye, İbrahim, makam-ı
tafsîlde (açıklama makamında) izzet ve hikmet hükmü ile hem mecburi diriltmeye, hem
isteğe bağlı diriltmeye ermiştir. O Halilullah (Allah'ın dostu)tır. Bu açıklamadan
anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim bu emirlere sarılıp muradına erdi mi, ermedi mi d iye
düşünmeye gerek yoktur. Gerçi bu noktayı âyet açıkça belirtmiyor. Fakat bu
emirler ya emr-i tekvînî (yaratmaya ait emir) veya emr-i teklîfî (yükümlü kılma
emri) veya emr-i ta'cizî (âcizliğini ortaya çıkarmak için emir)dir. Tekvînî emir
olduğuna göre b u nun gereklerinin, meydana gelecek bir iş olacağında kuşku yoktur.
Teklifî emir ise, İbrahim'in bunlara aykırı davranıp isyan etmesi söz konusu olamaz.
Ta'cizî emir olmalarına ise hiçbir gerekçe ve işaret bulunamayacağı gibi, âyetin
devamındaki ifadeler bu n a aykırıdır. Çünkü âyet Cenab-ı Allah'ın, müminleri
karanlıklardan nura (ışığa) çıkarmasını ve diriltme gücünü temsil ve Hz.
İbrahim'i övmek için gelmiş bulunmasının bir sonucu olarak, Allah İbrahim'i bu
emirlerle âciz ve mahrum bıraktı demek açıkça batıl d ır. Dolayısıyla Hz.
İbrahim tarafından bu emirlere uyulmakla diriltmeyi ve hayat vermeyi gözlemleyerek
kalbin tatmin olmasının gerçekten meydana geldiği, sözün anlamından tam olarak
ortaya çıkmaktadır. Ve bu konuda önceki (selef) ve onlardan sonra gelen b ü tün
tefsircilerin görüş birliği ve rivayetlerin ittifakı da vardır. Bizce doğrusu, bu
emirler teklifî emirler olmakla birlikte, tekvinî emri de içermektedir. Hz. İbrahim'in
Rabbine kâmil imanla tam bir dönüş yapması, Allah'ın izni ile diriltmenin
nasıllığından bazısının kendisinden ortaya çıkışını gözlemleyerek, kalbini
tatmin eylemesine neden olmuştur. Bir taraftan harikalarla dopdolu olan, diğer taraftan
en yüksek ilmi ve hikmetli kanunları kapsayan şu iki hikâyenin akıllara durgunluk
verecek yönlerini a n latıp açıklamakla tüketmek mümkün değildir. Bunlarda ilâhî
Kürsi'nin hakimiyetinin tecellisi (ortaya çıkması) kadarı gayet açık ve bununla
birlikte onun gibi kavranması mümkün olmayan marifet sırlarını da içine
almaktadır. Bunlardan herkes kendi derecesin e göre nura dalar. En genel olmak üzere
şunu söyleyebiliriz ki, bu âyet bize hiç söz götürmez bir yakîn (kesin bilgi)
sırrını telkin etmektedir. Hayatın gerçek yönüne dair gerektiği kadar bilgi elde
edilir ve en yüce başlangıç noktasına ulaşma, bağlanma sağlanırsa, diriltmenin ve
hayat vermenin bir irade meselesine, bir "ol" emrine bağlı olacağı
görülecektir. Bunu akıllarına sığdıramayanlar şu örneği düşünebilirler: Bir
insan nefsinde ilmî şekli var olan bir şeyi kalbinde dilediği gibi parçalasın,
birbirin d en ayırsın, parçalarını duman gibi her yöne savursun; sonra dönüp yine
kalbinden o şeye önceki gibi aynen "gel" diye irade yöneltsin, o anda Allah
aksini isteyip de ona
bir unutma veya diğer bir arıza vermezse derhal görür ki, o dağılmış parçalar
bir anda aynen önceki gibi toplanır, gelir karşısına dikilir. İşte iç (enfüsî)
âleminde her zaman olup duran bu hafıza ve akılda canlandırma işi bize bir vücudu, o
vücud da bir diriltmeyi ve hayat vermeyi simgeler. Ve bizim ruhumuza göre iç âlemin
(sübjektif âlemi n) sırları ilâhî ilim ve iradeye göre sübjektif ve objektif
bütün varlıklar âleminin sırlarına en açık örnektir. Bizim zihnimizdeki
şekillerin değişmelerindeki tahliller (analizler), terkipler (sentezler) her gün bize
bu varlıkta binlerce diriltme ve hayat verme örnekleri arz ederler ki, birçokları
irademizin sonucudur. Her hatırlama bir diriltmedir. Bunlar bizim nefsimizin kürsisi
olan, kalbin ve beynin hâkimiyet alanıdır. Bütün subjektif ve objektif kürsileri,
gökleri ve yeri kuşatan Allah Teâlâ'nın ilâhî ilim ve iradesi altında
bulunduğundan buna, karşı ufuklar tasavvuru söz konusu olamaz. "Oysa kıyamet
günü yeryüzü bütünü ile O'nun avucu içindedir, gökler de O'nun kudretiyle
dürülmüştür." (Zümer, 39/67) âyeti gereğince bütün canlar ve bütün
varlık âle m i bir avuç içinde dürülüdür. Allah'ın diriltmesi ve hayat vermesi,
bizim zihnimizde bir şeyi hatırlamamızdan daha hızlıdır. Dolayısıyla bütün
yaratma alanında her şey O'nun bir "ol" emrinin sonucudur. O emir, bize
yöneldiği zaman biz de O'nun hükmünü k e ndimizde ve kendi dışımızda görürüz.
Ve nitekim dışarda yapabildiğimiz şeyleri de bu sayede yaparız. İşte Hz. İbrahim,
Allah'a dönme ile dostluk makâmında bir tekvînî emri de kapsayan bu emirler üzerine,
o kuşları Allah'ın izniyle tutup kendine katıp bağl a yabildiğinden dolayı öyle
bir kalb hayatına ermiştir ki, sübjektif diriltme örneği üzere, bir irade ile
objektif diriltmeyi kendinde gözleyebilmiştir. Allah'ın, yalnız "Hayy"
(diri) değil, "Muhyî" (dirilten) olduğunu ve yarattığını görmüş; hem
aziz, hem h a kim olduğunu anlamış, izzetine kendini teslim ederek hikmetinden
Halilullah (Allah dostu) olmuş, zorunlu dönüşten sonra, zorunlu dirilme nasıl mutlaka
olacaksa, tam bir istekle O'na dönüş üzerine de isteğe bağlı dirilmenin
gerçekleştiğini görmüş, bu sayed e Nemrud'un ateşini söndürüp gül bahçesi,
gül tarlası yapmıştır. Allah böyle işleri çekip çevirendir. Ve peygamberlerin
mucizelerinde ortaya çıkan harikalar ve hayat verme sırları hep böyle demektir.
Bunları akla sığmaz görmek, kendinin karşısındaki dış dü n ya gibi, Allah'ın
karşısında ufukların birtakım ortakları (şürekây-ı âfak) veya O'nun üstünde
bir şey var saymaktan doğar ki, şirk ve inkâr da bu demektir. Allah derken, böyle bir
tasavvurda bulunmak ise çelişkidir. Bu çelişkiden çıkamayanlar ise ebedî ol a rak
karanlıklara mahkûmdurlar. Bundan ancak Allah çıkarır. O da zorla değil, iman ile
çıkarır.
Allah'a iman etmek aklın başıdır. Akıl herhalde bir kaynak, bir başlangıç
noktası, bir tutamak arar. Onu Hakk'ın izzetine teslim edip O'nun sağlam kulpuna
yapışmalı, hikmetine uymalıdır. Din ve imanın hikmet düzeni üzere ne büyük
meyveler vereceği ve imanın esaslarından olan öldükten sonra dirilme ve hayat
vermenin bütün çeşitleriyle mümkün ve meydana geleceği, hayatın yürümesinin
bununla mümkün olduğu, ebe d î hayatın da bununla olacağı ve her dirilmede ikinci
hayat, birincinin meyvelerini taşıyacağından, sonsuz gelecekte ahiret mutluluğu
hayatı, dünyadaki kazançların Allah'ın hikmeti ile, onun sonucu, meyveleri gibi
ortaya çıkıp gideceği ve dolayısıyla diril m e gününde, ancak ilâhî izzet hakim
olurken, insanların birinci hayatta din konusu olan kendi istekleri ile yaptıkları
fiilleri de hikmet gereği, daha önce geçen normal sebeblerden olacağı ve herhalde
insanlar için ahiret sebepler âlemi değil, sırf bir net i celer âlemi
olabileceğinden, onların ahirete, ahirette değil, ancak dünyada Allah'ın emri ile
hükmedebilecekleri ve bunun için, "Ne alışverişin ne dostluğun, ne de
iltimasın söz konusu olmadığı." (Bakara, 2/254) özelliğinde olan o dirilme
günü gelmede n, isteğinizle o sağlam kulpa yapışıp Allah yolunda "infak"
(harcama) ve mücahede (cihad) ile Allah'a dönenlerin Allah'ın dostluğu ile
karanlıklardan ışığa, kesin ölümden ebedî hayata nasıl geçecekleri ve bunları
yapmayıp tağutların ellerine düşenlerin nef i slerine pek büyük bir zulüm yapmış
olacakları öteden beri, Hakk'ın delilleriyle hem haber verilmiş, hem ispat edilmiş,
hem de bu hikâyelerle akıllılar tam anlamı ile aydınlatılmışlardır. İlâhî
Kürsiden ortaya çıkan, din ve imanın niteliğini ve meyvelerini açıklayan ve
aydınlığa kavuşturan bu kesin deliller yukardaki, "Ey müminler, ne
alışverişin ne dostluğun ve ne de iltimasın söz konusu olmadığı gün gelmeden
önce size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın." (Bakara, 2/254)
âyetinin hükmî sebeble r i ile açıklamasından başka daha yukardaki hükümlerin ve
özellikle, "Kimdir o ki, Allah'a karşılıksız (güzel) borç verir de Allah da o
borcu ona kat kat fazlasıyla öder." (Bakara, 2/245) âyetindeki bildirinin ve
ilâhî sözün ezelî ve ebedî kesin güvences i ni de kapsadığından, bu
açıklamanın ona bağlı olduğunu göstermek için azîz ve hakîm olan Allah hayat
vermenin nasıllığının ardından hikmet gereği bu borç vermenin ve harcamanın elde
edilecek kazanç ve artışının nasıl olacağını ve kabul olmasının şartlarını
da açıklamak için buyuruyor ki:
Meâl-i Şerifi
261- Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, bir tanenin durumu gibidir ki,
yedi başak bitirmiş ve her başakta yüz tane var. Allah, dilediğine daha da katlar.
Allah'ın rahmeti geniştir. O, her şeyi bilir.
262- Allah yolunda mallarını infak eden, sonra verdiklerinin arkasından başa
kakmayı, gönül incitmeyi uygun görmeyen kimselerin Rableri yanında mükafatları
vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar, üzülmeyeceklerdir.
263- Bir tatlı dil ve kusurları bağışlamak, arkasından eza ve gönül bulantısı
gelecek bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir,
halimdir, yumuşak davranır.
264- Ey iman edenler! Sadakalarınızı, başa kakmak, gönül kırmakla boşa
gidermeyin. O adam gibi ki, insanlara gösteriş için malını dağıtır da ne Allah'a
inanır, ne ahiret gününe. Artık onun hâli, bir kayanın hâline benzer ki, üzerinde
biraz toprak varmış, derken şiddetli bir sağnak inmiş de onu yalçın bir kaya
halinde bırakıvermiş. Öyle k imseler, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler.
Allah, kâfirler topluluğunu doğru yola iletmez.
265- Allah'ın rızasını aramak, kendilerini veya kendilerinden bir kısmını Allah
yolunda sabit kılmak için mallarını Allah yolunda harcayanların hâli ise, bir
tepedeki güzel bir bahçenin hâline benzer ki, ona kuvvetli bir sağnak düşmüş de
yemişlerini iki kat vermiştir. Böyle bir bahçeye yağmur düşmese bile mutlaka bir
çisenti vardır. Allah, yaptıklarınızı görür.
266- Hiç biriniz ister mi ki, kendisi nin hurmalık ve üzümlüklerden bir bahçesi
olsun, altında ırmaklar aksın, içinde her türlü ürünü bulunsun da, kendi üzerine
de ihtiyarlık çökmüş ve elleri ermez, güçleri yetmez küçük, zayıf çocukları
olsun. Derken ona ateşli bir bora isabet ediversin de o b ahçe yanıversin. İşte
Allah, âyetlerini size böylece açıklıyor. Umulur ki, düşünürsünüz.
261-Dirilmenin sırrı ve hikmetin feyzi iledir ki, Mallarını Allah yolunda, din
uğrunda gönüllerinden gelen kendi tercihleri
ile ve tam bir hoşnutlukla harcayanların, yani gerek farz ve vacip, gerek nafile ve
sırf sevap amacı ile (tatavvu') olsun, hayır ve iyi amellere mal harcayanların durumu
ve kazancı öyle bir tanenin durumuna benzer ki, ekilmiş, yedi sünbül (başak)
bitirmiş, Allah'ın hikmetiyle bir kök t e çatallanarak yedi başak bitmesine sebeb
olmuş, hem nasıl başaklar, her başakta yüzer tane var. Kısacası bire yedi yüz
tutmuştur. Müminler bir taneyi bile küçük görmemeli, yok etmemeli ve Allah'tan
hiçbir şeyi kıskanmamalıdır. Eğer bunu eken, elimde b i r tanecik var toprağa
atarsam bu da gidecek diye düşünürse ne kazanır? Hiç değil mi? Öyle ise, Allah'ın
hikmet düzenine dikkat etmeli, harcayacakları şeyleri
262-Allah yolunda harcamalı ve bundan çekinmemelidir. Hikmetin düzeni ve dirilmenin
sırrı olmasaydı, o bir tane çürür gider; ne filiz verirdi, ne başak. Bunların her
anında ilâhî izzet de hükmünü göstermekle birlikte, daha çok ilâhî hikmet ortaya
çıkar. İşte kulların fiilleri de böyledir. Böyle olduğu içindir ki, insanın ekme
fiili, bir tane nedeniy l e Allah'ın hikmeti ile yüzlerce taneye bürünür. Allah
yolunda yapılan infaklar da ahirette böyle çok fazla olarak karşımıza çıkacak ve
teraziye konacaktır. Artık Allah yolunda koşacak insanlar Allah için harcanan, ekilen
tanelerin feyzini (bereketini) anl a malı, acaba bu örnek verme olayı
"varsayım" cinsinden bir şey midir? Yoksa kesin midir? Tane ne cinsten olursa
olsun, herhangi bir taneye denildiğine göre, verimli tarlalara ekilen çekirdek, darı
gibi bazı tahıllarda bu irfan gözlenebilir şeylerdendir. Fa k at tane dendiğinde daha
çok buğday anlaşıldığına göre, bu örneğe ender rastlandığı söyleniyor.
Verilen örneğin gerçek olması için bu kadarı da yeterli ise de, bize özellikle
şunu anlatıyor ki, Allah'ın hikmeti en az olmak üzere, bu kadarına uygundur. Bun u n
böyle üretilememesi hikmet düzenine göre ekin yapılamamasındandır. Dolayısıyla
insanlar bozulmayı ortadan kaldırıp, tarımı da ilerletecek olurlarsa bu kadar ürün
alacakları müjdelenmiştir. O zaman yeryüzünün rızıkları bize yetişmiyor diye
kavga etmezler, yetişmeyecek diye ümitsizliğe düşmezler. Ancak örneğe dalıp da
asıl hedefi unutmayalım. Maksat buğday toplamak değil onları yerinde, Allah yolunda
harcamaktır. Bu ekinin ürünü ise asıl cennette biçilecektir ki, işte o zaman bire
yedi yüzden aşağısı yok. Allah dileyeceğine böyle veya daha çok katlar da katlar.
Yedi yüzü sade iki kat değil, daha fazla katlar artırır. O'nun artırma kanunu,
sonsuza kadar gider. İbnü Kesir'den Bezzî kırâetinde okunur ki, anlamı aynıdır.
Zamanımızda tarım deneyleriyle uğraş a nlar bir buğday tanesinden çıkan çimleri
çatallandıktan sonra ayırıp fide halinde dikerek bir taneden iki bin taneyi aşkın
ürün alınabildiğini
gözlemlemişlerdir. Bunlar bir kez daha aynı şekilde ekilecek olsa nelere erişir.
Fakat biz "Habbeyi kubbe yapmaktan" (işi abartmaktan) vaz geçelim de şunu
bilelim ki, hayatın kanunları her halde "kat kat prensibine" göre
işlediğinden hayatta, canlıların yararlanması ve Allah'ın hükmünün yükseltilmesi
için Allah yolunda, Allah'ın kullarına ve özellikle mücahitlere ve r ilen
harcamaların ve sadakaların Allah katında sonsuz verimlere ve sevaba sebeb olacağı
şüphe ve kuşkudan uzaktır. Ve Allah'ın rahmeti geniştir. O'nun yolunda ne kadar çok
harcama yapılırsa yapılsın artık yetişir ben bunların kârını ve sevabını
vermem de m ez. Bununla birlikte "alîm"dir de. Harcama yapanın niyetini,
harcadığı miktarı, kendisine vadedilen ürünü (sevabı) bilir hiçbirinin sevabını
şaşırmaz.
SEBÎLULLAH: Allah yolu, din demektir. Fakat dinin güvencesi, dindarların zorlamadan
korunması demek olan Allah yolunda cihat, hareketlerin en önemlisi olduğundan,
"Fî-sebîlillah" (Allah yolunda) deyimi, şeriatta daha çok cihad anlamında
örf haline gelmiştir. Bunun için bazı tefsirciler burada "Fî-sebîlillah"
örf olduğu üzere, cihad demek olup, bu âyet, bizzat cihada giden ve kendi mallarını
harcayan mücahidler, bundan sonraki âyet de kendi gitmeyerek diğer mücahitlere
harcamada bulunanlar hakkında inmiştir. Diğer iyi amellerden Cenab-ı Allah, bire on
vaad ettiği halde, kendi malını harcayarak cihad eden l ere en az bire yedi yüz sevap
vaad etmiş demişlerse de, diğerlerinin açıklamasına göre bire on, genel olarak,
iyiliklerin en az sınırı olup, cihad ve diğer bazı ameller gibi, harcamanın başka
bir üstünlüğü olduğundan, bu âyet genellikle harcamaya (infa k a) teşvik ve her
çeşit hayır şekillerine, yerlerine infakın sevabını açıklamıştır. Bundan
sonraki de onların kabul şartlarını açıklayacaktır. Ebu Hayyan tefsirinde İbnü
Ömer'den rivayet edilmiştir ki, bu âyet indiği zaman, Resulullah: "Ey Rabbim!
Ümmeti m e daha artır" diye dua etmiş, sonra, "Ancak sabredenlere
mükafatları hesapsız ödenecektir." (Zümer, 39/10) âyeti inmiştir.
Allah yolunda harcamanın sevabı ve feyzi bu kadar yüksektir. Ancak her infaka da bu
sevap verilmez. Çünkü asıl neden tohumun, infakın kendisinde değil, Allah'tandır.
Bunun için, mallarını Allah yolunda harcayıp infak edenler, sonra da harcamalarına ne
başa kakma, ne eziyet takıştırmayanlar, gururlanmayanlar, tiksindirmeyenlerdir ki,
Allah yanında ancak onların sevapla r ı vardır. Ve yalnız Allah'tan korkup ve ancak
ondan sevap
beklediklerinden dolayı bunlara ne başka bir korku gelir ne de üzülürler. Bir
zarar yerine kat kat mükafat alırlar.
Dikkat edilsin ki, bazı âyetlerde bazılarında da burada olduğu gibi
buyurulmuştur. Bunun sebebi şudur: Sebeblik ifade eder. Sebebliğin açıklanmasının
istendiği yerlerde "fâ" getirilir. Olmayan yerde de bırakılır. Yukarda
hikmet temeli üzerine infakın sevaba sebeb olması gösterilmişti. Bunda ise, gerçek
sebeplik, tam sebeplik a nlaşılması ihtimali vardır. Bu âyet de bu yanlış anlamayı
ortadan kaldırmakla asıl gerçek sebebin Allah olduğunu ve hikmetin ilâhî izzeti yok
etmeyeceğini anlatarak infakın Allah katında kabul şartlarını açıkladığından
getirilmiştir.
263-MENN VE MİNNET: Sözlükte iki anlama gelir. Birisi nimet verme ve nimet
anlamınadır ki, dilimizde "memnun olmak" bundan alınmıştır. Diğeri de
hakkı eksiltmek, kesmek, kısacası ihsan ettiği kimseye karşı ihsanını bir şey
saymak ve az çok ihsanı ile gururlanmaktır ki, g önül bulandırır ve ihsanın
değerini eksiltir veya keser. Burada kastedilen budur. Dilimizde minnet (başa kakma) bu
anlamdan alınmıştır.
EZA: Tiksindirmek, iyiliğe balgam atmaktır ki, in'amı (iyiliği) dolayısıyla bir
kusur yüzünden şikâyet etmek, el, dil uzatmak, yaptığı iyiliği yüzüne vurmak,
başa kakmak hep "eza"dır.
Dilimizde "minnet" ikisinden daha genel olarak kullanılır ve bunlara
katlanmaya minnettarlık denilir. Minnet çekmem, minnettarlık etmek yerine de
"Minnet etmem" denildiği vardır. Kısacası iyiliği bir görev diye yapmalı
ve unutulmalı; yaptığı bir iyiliğe göz dikmek, onu kendine yapmamış saymaktan
doğar. Sevap ise, niyyete bağlıdır. Bundan dolayı "iyiliği yap, denize at,
balık bilmezse hâlık (yaratıcı) bilir." Tebuk gazası (savaşı) i ç in
hazırlanan ve "Ceyş-i usret" (sıkıntı ordusu) diye isimlendirilen ordunun
hazırlanmasına Hz. Osman (r.a.) odunlarıyla, çullarıyla bin deve, Abdurrahman b. Avf
(r.a.) hazretleri de dört bin dirhem sadaka vermişlerdi. Bu âyetin bunların
gönüllerini hoş e t mek için indiği rivayet edilmiştir. Hükmün, âyetin iniş
sebebine özel olmadığı da bilinmektedir. Bilmeli ki, gönül alan hoş bir söz,
tatlı dille reddetmek (geri çevirmek) ve kusura bakmamak ayıp örtmek, saygısızlığa
karşı bağış ile muamele etmek ar k asından eza gelen, veya bir gönül bulantısı
ile birlikte olan bir sadakadan hayırlıdır. Çünkü Allah ki hiçbir şeye muhtaç
değildir. O'na kirli şeyler sunmak, felaket sebebi olabilir. Zengin olan (kimseye
muhtaç olmayan) Allah, fakirlerine başkalarının
mi nnet yükünü yüklemez, onları hatır ve hayale gelmez öyle yönlerden
rızıklandırır ki, gün gelir fakiri o başa kakıcıya sadaka verecek derecede zengin
eder. Bununla birlikte Allah halîmdir, her günahkârı derhal paylamaz. Eza yapanlara da
cezayı hak etmedikl e rinden dolayı değil, fakat tevbekâr olsunlar diye hilminden
dolayı mühlet verir, geri bırakır.
264-İnfak ve sadakaların kabul şartları bilindikten sonra, Ey müminler!
sadakalarınızı yüze vurmak, başa kakmakla iptal etmeyiniz, bunlardan biriyle
sevabını kesmeyiniz, başa kakma ve eza karışan sadakalar sevapsız kalır. Ne Allah'a
ve ne de ahiret gününe inanmayıp, malını insanlara gösteriş, iki yüzlülük için
harcayıp infak eden münafığın sadakası gibi hiçe gider. Çünkü bunun hâli,
üzerinde az b i r toprak varken başına şiddetli bir yağmur yağmış da cascavlak
bırakmış, bir toz bile kalmamış, yalçın kayanın bu hâli gibidir. Öyle bir sadaka
böyle bir taş üstüne atılmış tohum gibi zayi olur gider de imkânsızlıkla
harcama, riya ile başa kakma v e eziyet verme ile sadaka verenler yaptıkları bu
amellerden hiçbir şey elde edemezler. Allah kâfirler zümresini hayra erdirmez. Bunun
için sadakalarını başa kakma ve eziyet ile kâfirlerin gösteriş yaparak ve
riyakârca harcamasına benzeten müminler de o n lar gibi sevaptan mahrum kalırlar.
265- Mallarını, Allah'ın hoşnutluğunu istemek ve böylece kendilerini veya
kendilerinden bir kısmını, canlarının bir nafakası olan mallarını, amellerini,
kardeşlerini bozuk eğilimlerden ve her türlü sarsıntıdan koruyarak Allah yolunda
vermek ve hayır ve iyilikleri kendilerine değişmez bir huy kılmak ve ondan sonra her
çeşit fazilet ve ibadetleri kolaylıkla yapmak, kısacası ekecekleri tohumu tutturmak
için cân ü gönülden harcayanların durumları ise, yüksek bir tepedeki güzel bir
bahçenin şu hâline benzer ki, buna kuvvetli bir yağmur yağmış da meyvelerini iki
kat vermiştir. Normal bir durumda meselâ bin veren bu bahçe, bu yağmur nedeniyle
ikibin vermiş bulunuyor. O kayayı cascavlak bırakan yağmur, bu tepede rahmetin ta
kendisi olur. Bu benzetme yukardaki, bire yedi yüz ve daha kat kat vaadini aşağıya
indirmiş değil, aksine bir daha katlamıştır. Böyle bir bahçeye şayet yağmur
yağmazsa, hafif bir yağmur, az bir nem de yetişir. Vereceğini yine verir. Unutmamalı
ki, Allah amellerinizi görür ve bilir. Sakın gösteriş yapmayın, gizlide ve açıktan
açığa da ihlâstan ayrılmayın.
266- Hiçbiriniz ister mi ki,
altından ırmaklar akan, hurmalık, üzümlükleri içeren gönül alıcı hoş bir
bağı, bağlık bahçelik bir yeri , ve bunun içinde kendinin her çeşit meyveleri
olsun, üstüne de ihtiyarlık çöksün ve bu durumda elleri ermez, güçleri yetmez
yavrucukları dahi bulunsun da, o gönül alan bağa ateşli bir bora gelsin, baştan
başa bir anda yansın mahvolsun... Böyle felaketi kim ister? İşte iman ile iyiliklerin
karşılığı ve sevabı böyle bahçeler (cennetler), bunların ihlasına ve Allah
rızası için olmasına engel olan imansızlık, riyakârlık, başa kakma ve eziyet etme
ve diğer kötü amaçlar gibi kötülükler de kıyamet gününde o ateşli bora gibidir.
Ahiret cennetlerinin bir yolu, ebedi, sonsuz nimetlerin tarlası olan ve içinde
zorlamasız yaşanması gereken İslâm yurdu da böyle güzel infak (harcama) ve salih
amellerin meyvesi bir bağa, bir cennete; cebbar (zorba), zorlayıcı, kâfir, zalim d
üşmanların ve bunun gibi fasıklığın ve günahkârlığın, ahlâksızlığın,
gayretsizliğin çabasızlığın onu kuşatması da bu ateşli boralara, kasırgalara
benzer; hem dünyayı yakar, hem ahireti. Bunu anlattığı gibi, Allah size başka
âyetler açıklayacaktır ki, düşünesiniz. Yani ibretler alasınız, güzel güzel
benzetmelere yol bulasınız, bunların her birini delil, asıl, düstur, büyük prensip
edinip hikmet kuralları üzere düşününüz. Durumunuzu, menfaatlerinizi bunlara
vurarak her birine uygun önermeler bulup net i celer alasınız ve o sonuçlarla amel
edip muratlara eresiniz. Çünkü fikir, belli işleri tertip ile düzene koymakla
bilinenden bilinmeyeni bulmaktır.
Şimdi düşünüp de o infakları nerden yapacağız, zekâtları, sadakaları nerden
ve nasıl, kimlere vereceğ iz mi diyeceksiniz?
Meâl-i Şerifi:
267- Ey iman edenler! İnfakı gerek kazandıklarınızın, gerek sizin
için yerden çıkardıklarımızın temizlerinden yapın. Kendinizin göz yummadan
alıcısı olamıyacağınız fenasını vermeye yeltenmeyin. Biliniz ki, Allah
sadakalarınıza muhtaç değildir ve hamde layık olandır.
268- Şeytan sizi fakirlikle korkutup çirkin çirkin şeylere teşvik eder. Allah da
lütfundan ve bağışlamasından birtakım vaatlerde bulunuyor. Allah'ın lütfu
geniştir. O herşeyi bilendir.
269- Dilediğine hikmet verir, hikmet verilene ise pek çok hayır verilmiş demektir.
Ve bunu ancak üstün akıllılar anlar.
270- Her ne çeşit nafaka verdinizse veya ne türlü bir adak adadınızsa, Allah onu
kesinlikle bilir. Ve zalimlere hiçbir şekilde yardım olunmayacaktır.
271- Sadakaları açıkça verirseniz o, ne iyi olur; yok eğer onları gizler de
fakirlere öyle verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızın
birçoğunun bağışlanmasına sebep olur. Bilin ki, Allah, her ne yaparsanız hepsinden
haberdardır.
272- Onları yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dilediğini yola
getirir. Yaptığınız her iyilik sırf kendiniz içindir. Siz yalnızca Allah
rızasını gözetmenin dışında infak etmezsiniz. İyilik cinsinden ne infak ederseniz
o size aynen ödenir. Size hiçbir şekilde haksızlık yapılmaz.
273- Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna adamış olan fakirlere veriniz. Onlar
yeryüzünde gezip dolaşmaya güç yetiremezler. Utangaç olduklarından dolayı,
bilmeyenler, onları zengin sanırlar. Oysa sen onları yüzlerinden tanırsın.
Yüzsüzlük yapıp kimseden birşey de isteyemezler. Ne türden bir iyilik yaparsanız,
şüphe yok ki, Allah onu bilir.
274- Mallarını gece ve gündüz, gizlice ve açıkça infak edenler yok mu, işte
onların Rableri katında ecir ve mükafatları vardır. Ve onlara herhangi bir korku
yoktur, onlar hiçbir zaman mahzun da olmazlar.
267- Ey müminler! Kazandıklarınızın temizlerinden; kaynağı ve elde edilme yolu
helâl olan, helâl kazanç ile ele geçirdiğiniz her çeşit mal varlığınızın iyi
ve hoşlanılanlarından, bu cümleden olmak üzere ticaret mallarından ve nakit paradan
ve size yerden çıkarıverdiğimiz ürünlerden; tahıl, meyveler ve madenler gibi yerden
çıkan
şeylerden, bunların iyilerinden infak ediniz. Açıkçası zenginlik kaynakları
ikidir: Birincisi, kazanç adı verilen genellikle kişinin kendi emek ve gayretiyle bilgi
ve sanatıyla doğrudan veya dolaylı olarak elde ettiği gelirlerdir ki, miras da bunun
içindedir. İkincisi yerden çıkanlardır ki, bunda kara, deniz v e hava da dahildir.
Denizden çıkan balık, inci ve benzeri şeyler de yerden çıkmış hükmündedir.
Geriye bu iki kaynağın birlikte harekete geçirilmesi sonucunda elde edilen kazanç
şekli kalır ki, onda da kısmen emeğin, kısmen de yerin payının büyük olduğu gör
ü lür. Hangisi daha ağır basıyorsa o tarafa bakarak durum değerlendirmesi yapılır.
Sonuçta bütün kazanç yolları bu iki sebepten birine dönüşür. Öne alınmış
olmasından anlaşılıyor ki, kendi emeğine dayanan kazanç yolu insanlar için daha
yakın bir sebeptir. G e nellikle yerden mal çıkarmak dahi bir anlamda yine buna
bağlıdır. Fakat aynı zamanda kazanç, doğanın zenginliği ile de yakından
ilgilidir. Çünkü bu şekilde emek ve gayret, yaratılıştan ihsan edilmiş olan sebep
ve aletlerin kullanılması demek olduğundan, b u nlar da bir anlamda hiçbir emek
karşılığı olmadan doğuştan ihsan edilmiş güçler, kabiliyetler ve sebeplerdir.
Emek dediğimiz şey de işte bu güç ve kabiliyetlerin geliştirilmesi ve yerli yerinde
kullanılması anlamına gelir. Bundan dolayı kesb, hiçbir zaman tek başına kazanç
için bağımsız bir sebep olmadığı halde, yerden çıkanlar bağımsız ve yeterli
kazanç sebebi olabilir. Demek ki kesb, aslında bir katılıma da yönelik olduğundan
kesb yolu ile yerden çıkanın birleşmesinden meydana gelen üçüncü bir kazanç yol u
ndan söz etmeye gerek yoktur. Bu zaten sözün sonucundan çıkan bir şeydir. Bu konuda
insanların başlıca iki türlü hata yaptıkları görülür: Birincisi servette emek ve
çalışmayı, tek başına yeterli bir sebep gibi kabul edip, öteki bütün sebepleri ve
sermayel e ri buna borçlu saymak ve onların hepsini geçersiz sanmaktır ki, bu hataya
genellikle emek harcayıp, zahmet çeken ve sermaye kullanmayan çalışan insanlar
düşer. Bunlar sermaye sahipleriyle derin ve köklü bir didişmeye girerler. Bunlar emek
ve çalışmanın, k a zanmanın değerinin, aynı zamanda sermayenin değeri demek
olduğunu görmek istemezler. Eğer çalışıp kazanmanın amacı sermaye biriktirmek
olmasaydı, tek başına çalışmanın bir değeri olmazdı. Kendi amacını gözardı
eden her fikrin boş bir çelişki olduğu aşikâr d ır. Para biriktirmenin, sermaye
elde etmenin çalışmanın hedefi ise yalnızca tüketim açısından değil, yukarıda
açıklanan, değerlerin karşılıklı olarak birbirine bağımlılığı kanunu
gereğince, üretilen malın yeni yeni işlemlere malzeme teşkil etmesi ve kazan ç
yollarını çoğaltması ve kolaylaştırması açısından da önemli olmasından
dolayıdır. Bunun için emekleriyle geçinen insanların, sermayeye düşmanlık
duyması, kendi zahmet ve yoksulluklarının
daha da artmasını istemesi demektir. Bunun içindir ki, emekten sonra özellikle
yerden çıkarılanlardan da sözedilmektedir. Üstelik emeğe karşılık olarak
zikredilmiştir. İkinci hata, sermayeyi mutlak kazanç sebebi olarak kabul edip, emek ve
çalışmayı geçersiz saymaktadır. Bu hataya da bizzat çalışmak ihtiyacını
duymayan ve b aşkalarının emek ve çalışmalarından zahmetsizce yararlanmak isteyen
sermaye, yani para sahipleri düşerler. Bunlar paraya öncelikli kaynak olarak bakarlar
ve her türlü kazancın, onun eseri olduğuna inanırlar ve çalışmadan yaşamak
mümkünmüş gibi zannederler. Bunun için çalışanları küçümseyerek ve kendi
paralarına fazlaca önem vererek, emekleri zora koşmak ve sermayelerinin
karşılığını fazla fazla almak, daha doğrusu sermaye gücüyle çalışanların
emeklerini ucuza almak ve gasbetmek suretiyle kendileri hiç çalışmadan ve yorulmadan
yaşamak isterler. Düşünmezler ki, bunların elindeki değerler aslında sermaye olarak
doğmuş değil, emek ve çalışmanın birikiminden oluşmuş olan kazançlardır. Para,
emek ve çalışmayı kolaylaştırıp geliştirmeye hizmet eden bir maya ise de,
kaynağı bakımından yine de sermaye değil, birer emek birikimidir. Sermayenin, emeği
sıkıştırması ve onu hareketsiz bırakması, kendi bindiği dalı kesmesi ve
dayandığı temeli yıkması demektir. Gerçi asıl sermaye büsbütün yok değildir,
fakat o, olsa olsa ye r in zenginliği ve yaratılışın ihsanı olan şeydir. Bundan
dolayı para sahiplerinin hiç çalışmadan yaşama sevdasına kalkışmaları ve
çalışanları sıkıntıya sokacak bir tutum izlemeleri büyük bir hatadır. Herhangi
bir toplumda para ve sermaye bu duruma gelir, p a ra ve para sahipleri mutlak hükümran
kesilirse, buna tepki olarak birinci hata kendini gösterir. O zaman sermaye ile emek
arasında kavga başlar. Cemiyet düzeni altüst olur. İşte sermaye adı verilen
paranın, kaynağı bakımından sermaye olmayıp, kazanç bir i kimi olduğu, hatta iyi
yollarla elde edilmişse kazançların en hoşa gideni olduğu, en temizi bulunduğu
gerçeğini hatırlatmak için, "kazandıklarınızın en güzelinden"
buyurulmuştur. Asıl sermayenin yeryüzü zenginlikleri olduğu, öteki bütün
zenginliklere gö r e emeğin de bir anlamda sermaye durumunda bulunduğu ve hatta bunun,
yerin sermayesinden daha önce gözönünde tutulması gerektiği gösterilmiştir.
"Kazandıklarınızın en güzelinden" ilâhî sözü, şunu da anlatıyor ki,
kazançların bir temizi ve güzeli, bir de b unun zıddı olan kötüsü vardır. Her
kazanılmış olan şey iyi ve temiz olmaz. Bu da ya kazanılan şeyin doğrudan doğruya
kendisine veya elde edilme yollarına göre maddî veya manevî anlamda iki bakımdan ele
alınır. Yukarıda açıklandığı üzere, infak sonsuz bir b ereketin tohumu ve ebedî
hayatın bir parçası olduğundan, bu tohumun en temizinden seçilmesi lazım gelir.
Bunun için bunları iyi düşünüp akla ve şeriate uygun olarak çalışınız da
kendi emeğinizin ve yerin sermayesinin ürünü olan gelirlerin temiz ve iyilerinden
infak ediniz. Ve öyle habîsini, yani kötüsünü veya haramını vermeye yeltenmeyiniz
ki; siz onu başkasına infak edersiniz de kendiniz gözünüzü yummadan, sıkılmadan
hediye diye veya hoşgörüyle alacağınızın yerine almazsınız. Böyle kötü,
bayağı ve değ e rsiz şeyleri kendiniz almayı düşünmezken, Allah'a olan borcunuzu
bu aşağılık şeylerden vermeye kalkışmayınız.
Rivayetlere göre, başlangıçta sadaka ile ilgili emirleri bildiren âyet indiği
zaman ashabdan bir kısmı hurma salkımlarını getirir, muhtaç olanlar yesin diye
Mescid'e asarlardı. Bir kısım ashab da caiz zannıyla döküntü, bozuk, çürük
çarık şeyler getirmişlerdi. Sonra bu âyet indi. Bununla verilecek vergilerin, zekât
ve sadakaların ne gibi mallardan verileceği böylece açıklanmıştır. Her malın vac
i p olan vergisi kendi cinsindendir. Mesela altına altın, gümüşe gümüş, paraya
para, hayvana kendi cinsinden hayvan, deveye deve, sığıra sığır, davara davar, ata
at; tahıl ürünlerinde de böyledir, buğdaya buğday, arpaya arpa... Madenler ve daha
başka gelirl e r için hep böyledir. Hepsi de daha aşağı kalitede olmamak şartıyla
malın vergisi kendi cinsinden ödenir. Bunların değer bakımından düşük
kalitelisini ve yüksek kalitelisini birbirinin yerine vermek, ancak kıymet ve fiyatını
iyice hesap edip tam karşılığını vermek suretiyle yine caizdir. Bu husus,
mükellefin seçimine aittir. Bu şekilde esnek ödeme tarzı halk için kolay bir yol
olduğundan dolayı İslâm dini bunu emretmiş idi. Bunun, İslâmiyetin yayılmasına ve
İslâm adaletinin kök salmasına büyük katkıları o l muştur. Başka ülke
insanlarından mutlaka nakit olarak vergi topladıkları ve toplama masraflarını da yine
halkın üzerine yıktıkları için, diğer devletlerin harcama yerleri de yine
İslâmın gösterdiği sarf yerleri gibi tamamen hayra yönelik olmadığından dola y
ı, İslâm dininin infakı böylece tam bir adalet uygulamasına dönüşmüş olup
"Allah size kolaylık diler." (Bakara, 2/185) ilâhî hükmünün yerine gelmesi
demek olduğundan, çeşitli devletlerin tebaası durumunda bulunan insanlar bu kolaylık
ve adaleti yakından gördükleri zaman büyük bir memnuniyetle bunu kabul etmişlerdir.
Fakat bunun bir devlet için böyle büyük bir yarar sağlaması, bir şarta bağlıdır
ki, o da bunu uygulayacakların Allah'ı tanıyan, dindar ve ahlâklı vergi memurları
olması, ellerine verilen göre v i, kendi öz mallarından daha fazla bir özenle yerine
getirmeleri ve emaneti iyi korumaları meselesidir. Bu olunca toplanan malların bir
çoğu değiştirmeye gerek kalmadan devlet ve milletin ihtiyacına harcanabileceği gibi,
değiştirilmesi gerekenler de
en iyi şekilde değerlendirileceğinden hiçbir şekilde kötüye kullanılması söz
konusu olmaz. Böyle olunca da hem milletin masrafı azalır, hem de devletin gelir
kaynakları sürekli olarak gelişir. Ancak böyle olmayıp gerek vergi mükellefleri,
gerek vergi toplayan m e murlar arasında ahlâksızlık yayılır, görevler gereğince
yapılmaz, emanetler korunmaz ve suiistimal edilirse, adam kayırma, çalma çırpma,
israf, aldırmazlık ve ciddiyetsizlik meydanı almış bulunursa, malın cinsinden
alınan vergiler pek çok kayba ve suiisti m ale elverişli olduğu gibi, masraf ların
artmasını ve gelirlerin azalmasını gerektireceğinden, hükümetler ayniyatı
bırakıp vergilerini nakit yoluyla toplamayı daha uygun bulurlar. Nakit para ise mal ile
değişime tabi tutulmadan hiçbir iş göremiyeceğinden, yine mal değişimi olacak ve
yine olan olacak demektir. Devletin harcamaları durmadan artar, arttıkça da milletin
vergi yükü artar ve herkes sıkıntıyı çeker, fakat sadece para hükümran olur. Bu
arada en çok kazananlar da para işleriyle uğraşanlar olur. Fa k at yine de diğer
üretim alanlarında çalışanlar sıkıştırıldıkça para ile uğraşanların da
geleceği tehlikeye düşer. Bütün bu gibi tehlikelere sebep olan şey ise, bu gibi
hizmetlerde çalışan görevlilerin, görevlerini kötüye kullanmaya elverişli olan
ahlâksız l ıklarıdır. Bunu gerçek anlamda ortadan kaldıracak ve yok edecek olan da
din ve dindarlıktır. Bunun için insanların dinden ve dindarlıktan kaçınmaları,
infak görevlerini en iyi şekilde yerine getirmekten ve en iyi şekilde idare etmekten
uzak kalmaları, ilâ h î hikmetin gereği olarak acı çekmelerinin ve felâketlerinin
başlangıç noktasını oluşturur. Bundan dolayı bu ilâhî emir gereğince hareket
etmeyenler, ilim ve hikmet iddiasında ne kadar ileri giderlerse gitsinler, hikmetin tam
aksi olan bir yöne gitmiş olur l ar ve kendi elleriyle geleceklerini tehlikeye atarlar.
Bu âyet, bu gerçekleri de gözeterek zekât ve sadakası gerekli malların usulünü
açıklamış, bununla beraber bunun nafile cinsinden olan sadakaları da kapsamına alıp
almadığı söz konusu olmuştur. Yani aş a ğılık ve haram şeylerden, farz cinsinden
vergi yoktur ve verilemez. Lâkin nafile olarak sadaka verilebilir mi? Burası
ihtilaflıdır. Doğrusu haramdan nafile sadaka dahi caiz olmaz. Bunun Allah katında bir
sevabı olmaz. Fakat aşağılık yani, düşük kaliteli m a ldan nafile sadaka caiz
olur. Ancak mendub olan en iyisinden vermektir. "kötüsünü vermeye
yeltenmeyin!" yasağı farz olan sadakalarda haram, nafile olanlarda ise kerahet
demektir. Âyetin zahiri her çeşit maldan zekât verilmesi gerektiğini gösteriyor
gibid i r. Fakat malın nisabı ve miktarı hakkında hiçbir açıklama yapmadığı
gibi, "tayyib ve habis" gibi özelliklerle belirgin olduğundan hangi malları
içine aldığı da mücmel ve açıklamaya muhtac bulunduğundan, bu mallar Hz.
Peygamber'in uygulaması ve çeşitli had isler ile
açıklığa kavuşmuştur. Daha geniş bilgi edinmek isteyenler, fıkıh
kitaplarının zekâta tabi mallar bölümüne başvurabilirler.
Hasılı, Allah buyuruyor ki: Ey müminler, sizin kazandıklarınızın ve bizim yerden
çıkardıklarımızın temizlerinden infak ediniz ve kendinizin gönül rahatlığı ile
almadığınız, kabul etmediğiniz kötü şeylerden zekat ve sadaka vermeye
kalkmayınız! Ve biliniz ki, Allah, kesinlikle zengindir, sadakalarınıza muhtaç
değildir, sadakalarınız kendi faydanız, kendi menfaatiniz iç i ndir. Ayrıca Allah
hamîddir, yani övgüye lâyıktır. Herkes O'na şükür ve hamd borçludur. İşte
böylesine zengin ve övülmüş olan Allah'ın rızasına ermek için kötü ve bayağı
şeyler nasıl olur da sunulabilir? Diğer bir mânâ ile Allah hamîddir, kendi adına
yapı l an hayır ve hasenatı daha yüksek ikram ve ihsanlarla karşılar. Rızası
uğrunda ortaya konan emekleri ve çabaları makbul ve meşkûr eder. Böyle bir Allah
adına en temiz, en güzel şeyler sunulmalı değil midir?
268-Ey nisab sahibi olan zenginler! "Bu emi rlere karşı elimize geçenlerin en
iyilerini vere vere kendimiz fakir düşmez miyiz," gibi bir düşünceye
kapılırsanız, bunun bir şeytan vesvesesi olduğunu biliniz. O şeytan, Allah'ın
rahmetinden ümidini kesmiş olan o karamsar iblis veya hayırlı işlere k a rşı
gizlice veya açıkça ümitsizlik telkin ederek, yanlış ve aldatıcı fikirler ve
duygular saçan her çeşit şeytanlar veya insanın içindeki nefs-i emmare, size hep
fakirlik vaad eder, "Aman hayır yapmayın, sonra züğürt düşersiniz." der,
ve size çirkin h a sletler emreder, sizi cimriliğe ve hasisliğe sevkeder,
mallarınızı fenalıklara, fuhşiyata, anlamsız şeylere, isyanlara harcamanızı
teşvik eder, Allah ise, size, tarafından bağışlama ve lütuf ve ihsan vaad ediyor. O
sadakalarla ahirette günahlarınızı bağışlamayı, dünyada da yaptığınız
harcamaların yerine kat kat kârlar, dünyada ve ahirette ecirler ve sevaplar ihsan
ederek sonsuz mutluluğunuzu güvence altına alıyor. Ve Allah vâsîdir, alîmdir. Yani
kerem ve ihsanı bol, ilmi de çoktur. İnfakınızın kadri n i bilir, ecrini verir,
sözünü yerine getirmekte hiç güçlük çekmez. Her şeyin önünü, sonunu bilerek
emir verir ve ona göre vaadde bulunur.
269-Allah vâsî olduğu içindir ki, kime dilerse ona hikmet verir, vermek için
hiçbir şarta ve kayda bağlı değildir. Kötülükleri engelleyecek ve önleyecek,
faydaları sağlayacak sebepleri ve hikmetleri, hükümranlıkları, gerçeğin bilgisini,
iradeye bağlı olan sevap kazandıracak işleri yapabilme gücünü ve faydalı şeyler
yapmayı yalnızca kendine ait kılmakla yetinmez d e
akıl sahiplerinden dilediğine dahi verir. Ve her kime hikmet verilirse, yahut Yakub
kırâeti üzere "tâ"nın kesriyle, Allah kime hikmet verirse o muhakkak ki,
birçok hayra erdirilmiş olur. Çünkü hikmetsiz binde bir hayra erilirse, bir hikmet
ile binlerce hayra erilir. Hikmet dünya ve ahiretin hayrını içine alır. Hikmetsiz
hayır ise bir vardır, bir yoktur. Ve fakat aklı temiz, özü sağlam olanlardan
başkası bunu düşünemez. Hak ile doğrunun ne olduğunu, ne kendisi düşünüp
hatırlar, ne de uyarı kabul eder. Bizzat Allah Teâlâ âyetiyle ihtar edip uyarır da o
yine aklını başına almaz, aklını yormayınca da ilâhî hikmetten faydalanamaz.
Demek ki hikmete ermek için vermek yetmez, almak da gereklidir. Veren Allah keremi geniş
olduğundan, herhangi bir şarta da bağ l ı ve muhtaç değildir, ama alacak olan kul
şarta bağlıdır. Hikmete ermenin başlangıcı düşünmedir. Bu da temiz akıl ve
temiz kalb ile olur. Allah'ın verdiği aklı şehvetlere ve şeytanın vesveselerine
kaptıranlar ne kendi iç dünyalarındaki ilhamları, ne de dış dünyada olup biten
ibretli sahneleri düşünüp anlayamazlar, kavrayamazlar. Zihinlerinde güç bulamazlar.
Ya hiç düşünmezler veya düşünseler bile hatıralarına dönüp göz atarken, neyin
gerçek, neyin hayır olduğunu kestiremezler; çünkü hakkın ve hayrın al â metlerini
bilemezler, onu seçip belirleyemezler. Bunu yapamayınca da hikmet yolunda
ilerleyemezler. Bu suretle büyük bir ilâhî lütuf olan hikmet, ancak temiz yürekli,
temiz düşünceli gerçek akıl sahiplerine nasip olabilir. Bundan dolayı akıl ve iyi
seçim h ikmetin şartı, düşünce de başlangıcıdır. Bunlar hep Allah vergisi ve
ilâhî iradenin eseri olan kabiliyetlerdir. Ancak şu kadar var ki, ilk şartlar ve ilk
sebepler, kayıtsız şartsız bir ön iradenin bağış eseri iken; hikmet düzeninde
olayların cereyan şekli, kulun istek ve iradesi yanında ilâhî iradenin de o yönde
tecellî etmesiyle meydana gelir. Bir bakımdan vehbî, (Allah vergisi) bir bakımdan
kesbî (kazanmakla ilgili) sayılır. Kulun iradesi adî sebep, ilâhî irade gerçek ve
geçerli sebeptir. Önünde ve sonun d a ilâhî irade bulunmadan hiçbir şey meydana
gelmez. Kulun iradesi bağlantı kurmaya yarayan bir küçük yoldur. İlahî iradenin
çok değişik şekillerde tecellî etmesi, işte Allah'ın vâsi' (geniş) adıyla
anılmasının bir sonucudur. Bundan dolayı hikmetin aslı ih s andır, hikmet eseri olan
şeyler hem ihsandır, hem de kesbdir.
Hikmet ne demektir? Bu kelime hüküm, hükûmet ve sağlamlaştırmak demek olan
ihkâm mânâlarıyla ilişkili olarak mastar ve isim olur. Bundan dolayı manevî ya da
lafzî alanda anlam ilişkileriyle birçok mânâlarda kullanıldığından yerine göre
tefsir edilmesi gerekir. Mastar olması bakımından, aslında kötülükleri ortadan
kaldırmak, iyilikleri elde etmek mânâsı vardır ki; hüküm ve
hükûmet, sağlamlık ve muhkemlik hep bu kökten alınmıştır. Her nerde
kötülüğü gidermek ve iyiliği elde etmek varsa, işte orada hikmet mânâsı vardır.
Bundan dolayı bir şeyin içinde gizlenen ve sonuç bakımından ortaya çıkacak olan
fayda ve iyiliğe o şeyin hükmü ve hikmeti denilir ki, hikmetin birçok anlamından
biri de budur. B u nda bütünüyle nihâî (son) hedef mânâsı olmasa bile, bunun az
çok bulunması gerektiği söylenebilir. Buna göre, anlam bakımından hikmet sözü,
fayda sözünden daha özel bir anlam ifade eder. Sebep kelimesinden daha geniş
anlamlıdır. Zira hikmet, sebepten önce olabildiği gibi, nihâî hedeften sonra da
olabilir. Yani sebebin sebebi, amacın sonucu şeklinde ortaya çıkabilir. Bundan dolayı
hikmet denildiği zaman, mutlaka ya bir sebep sonuç ilişkisi veya daha genel olarak bir
sebebin nedeni ve buna benzer gerekçeli b i r mânâ söz konusudur. Yani hikmet,
kesinlikle sonucun sebebe irca edilmesi, tutarlı ve sağlam bir ilişki anlamı ifade
eder. Nitekim bir işi, bir başka işe isnad etmeye hüküm denildiği gibi, bilimsel
veya amelî herhangi bir doğru karara da hikmet denilir. H asılı böyle içerikli veya
gerektirici çeşitli anlamlardan her biri dolayısıyla hikmet, çok yönlü mânâlar
için çok anlamlı bir isim olmuştur. En genel anlamda hikmet, fayda, yarar ve ihkâm
anlamlarından dolayı her güzel bilginin ve her faydalı işin ismi ol m uştur. Bununla
beraber pratik ilimlerle ilişkisi, teorik ilimlerden daha fazla olduğu gibi, doğrudan
doğruya amele tahsisi de ilimden daha fazladır. Güzel ameller içindeki yeri de ilme
yöneliktir. Yani bir işi körü körüne değil de, önünü sonunu düşünerek ve
ondan doğacak bütün tehlikeleri bertaraf etmeyi gözeterek yapmak demektir. Bütün
bunlardan anlaşılmaktadır k... devamı... (21. sayfa)