1. sayfa -
2. sayfa -
3. sayfa -
4. sayfa -
5. sayfa -
6. sayfa -
7. sayfa -
8. sayfa -
9. sayfa -
10. sayfa -
11. sayfa -
12. sayfa -
13. sayfa -
14. sayfa -
15. sayfa -
16. sayfa -
17. sayfa -
18. sayfa -
19. sayfa -
20. sayfa -
21. sayfa -
22. sayfa -
23. sayfa -
(2. sayfa)
#305;r. Fakat dinde,
İslâm'sız iman, imansız da İslâm olmaz. Bunlar bir şeyin dışı ve içi gibidir.
Din ise iman ve İslâm ile beraber bütün şeriatın ismidir."
İman, esasen masdar ve buna göre bir fiil olmakla beraber örfte ve dinde isim olarak
da kullanılır ve o zaman iman bizzat bu fiil ile başlayan bir sabit durumu ifade eder.
Bütün bunlardan da anlarız ki:
1. İslâm dini, yalnız bir iman meselesi değildir. İman ve amellerin toplamıdır.
Amellerle ilgili tatbikatı atıp da dinin bütün feyzini beklemek tehlikelidir.
2. Böyle olmakla beraber iman, amel demek değildir. Amelin farz oluşuna iman ile, o
ameli yapmak birbirinden farklıdır. Müslüman amel ettiği için mü'min olacak değil,
iman ettiği için amel edecektir. Şu halde amelini sırf aldırış etmeme ve
küçümsemeden dolayı terketmiş değilse kâfir olmaz.
3. İslam dininin imanında esasen kalp ve vicdan işi olan bir esas bulunduğu
şüphesiz olmakla beraber, Cenab-ı Hakk'ın isteği olan iman meselesi yalnız bir
vicdan işi olmaktan ibaret değildir. O, tam bir insan gibi kalbin içinden başlayıp,
bütün dışa yayılacak ve sonra kâinata güzel ameller saçacaktır. Müslümanın
imanı, âleme zarar vermeye sarf edilmiş olan baştan çıkarıcı düşüncele r veya
şeytanın dürtüleri değildir ki kalp ve vicdanda hapsedilmeye
mahkum olsun. Müslüman ancak bir zorlayıcı zaruret karşısında imanını sadece
bir vicdan işi olarak saklayıp hapsetmeye izinli olabilir. O da düşmanın kesin
zorlayışına uğradığı zamandır. O zaman da nefsini feda ederek imanını hapisten
kurtarması, imanını hapsederek kendini kurtarmasından daha faziletlidir. Ve bununla
beraber ikisi arasında serbestiye sahiptir.
İşte bu âyette Cenab-ı Allah, kendisinden hakkıyla korkanları açıklamada
"onlar gayba inanırlar" ile dinin iman kısmını özetledikten sonra amel
kısmını özetleyerek buyuruyor ki:
"Ve namazı kılarlar." Yani belli olan namazı dosdoğru kılarlar ve devam
ettirirler. Kur'ân'da namaz hakkında "yüsallûne", veya "sallû"
fiillerinden çok buyurulması dikkate değer bir husustur. Elbette, "namazı ikame
ederler" demekte, "namazı kılarlar" demekten fazla bir anlam vardır ki
bu, en az "doğru dürüst" yani "namazın şartlarına uymak, Allah'a
boyun eğmek ve tevazu göstermek suretiyle güzelc e kılmak ve hatta kıldırmak
mânâlarını ifade eder. Ve bunun için namazda ta'dil-i erkan (namazı erkanına uyarak
kılmak) vacip olduğu gibi, özellikle namaz için iyiliği emretmek ve kötülükten
sakındırmak, namazın gereklerini tamamlamak için gayret sarfetmek de dinin lüzumlu
gördüğü hususlardandır. Ana-babanın çocuklarına namaz terbiyesi; din kardeşlerin
birbirlerine tavsiye ve hatırlatması; amirlerin engelleri ortadan kaldırma ve
imkanları tamamlama suretiyle beğendirmesi ve teşvik etmesi; Cum'a namazına ve c
emaatle namaz kılmaya dikkat ve devam etmesi de bu cümledendir.
(İkame), "kıyam" veya "kıvam"dan "if'âl"
ölçüsünde olarak lügatta kaldırıp dikmek veya düzeltip doğrultmak veya
kıymetlendirmek ve devam ettirmek veya dikkat ederek yapma anlamlarına geldiğinden,
namazla ilgisinde bu mânâların birinden veya ortak noktalarından belîğ bir istiare
yapılmış ve bunun için bir kelimelik "namaz kılarlar" yerine, iki kelimelik
"namazı ikame ederler" seçilmiştir. İlk önce "dikmek" veya
"doğrultmak" mânâlarını düşünelim: Bu bize "Namaz dinin
direğidir." hadis-i şerifini hatırlatır. Bu hadiste din, yüksek bir binaya
benzetiliyor ve namaz aynı o binanın direği gösteriliyor ki, iman da o binanın
temelidir. Buna "istiare-i mekniye" ve "istiare bi'l-kinaye" (ki n aye
ile istiare) denilir. Bu âyette de namaz cemaat ile kaldırılabilecek büyük bir
direğe benzetiliyor ve onun güzelce dikilmesi veya doğrultulması suretiyle o yüksek
binayı dinin inşa, koruma ve devam ettirilmesinin
gereği anlatılıyor. Bir de bu binanın ilerde açıklanacak esasları, diğer
kısımları, süsleme ve güzelliklerinin bulunduğuna işaret buyruluyor. Bundan dolayı
"namaz kılarlar" demekle, "namazı ikame ederler" demek arasında ne
büyük fark vardır. Hakikatte din gayet büyük ve kudsi bir binadır. Ve b u binanın
kerestesi, malzemeleri, şekli ve planı (yani şeriat) bizzat Allah'ın yaptığı ve
koyduğu bütündür. Ona uygun olarak inşası, kurulup meydana gelmesi ve içinde
saadetle yaşanması da insanlara aittir. Temsilen (benzetme yoluyla) diyebiliriz ki, bu b
i nanın mimarı Allah, baş kalfası Peygamber, amelesi ümmettir. Bu binanın temeli
kalplerin derinliklerinde atılacak ve ağızlardan taşacak, direği tek başına
namazlarla hazırlanacak, düzlenecek ve cemaat ile görünme meydanına dikilecek, sonra
üzerine diğer kısımları inşa edilecektir. Fakat şurası unu tulmayacaktır ki, bu
bina cansız değil canlıdır. Bu, geçmişler tarafından bir kerre yapılmış olmakla
sonradan gelenler, yalnız bunun içinde oturup kalacak değillerdir. O, bir canlı bünye
gibi her gün yapılıp işle t ilecek, her gün büyüme ve inkişafına hizmet
edilecektir. Bu bina ve direk benzetmesi bize İslâm'ın sosyal durumunu ve bu konumda
namazın kıymet ve yerinin önemini anlatıyor. Hakikaten cemaatle namaz İslâm
toplumunun direğidir ve bütün İslâmî teşkilatın b i nasıdır. Ve cemaatle namaz
kılmak ve kıldırmak, o direği dikmektir. Tek başına kılınan namazlar da bu
direğin hazırlanması ve düzlenmesidir. Dosdoğru, içi-dışı temiz ve muntazam
olarak namaz kılmak, imanın büyüyerek bütün vücuttan fışkırması ve hayatın g i
dişatına muntazam ve doğru bir akış vermesidir. Bununla iç ve dış, mümkün
olduğu kadar, temizlenir; kalp ve beden mümarese (alışma) ile kuvvetlendirilir.
Herhangi bir kimsenin namazsız bulunduğu haliyle namazına devam ettiği halini
karşılaştırırsanız, nam a zlı bulunduğu zamandaki ahlâkını, herhalde
yükselmiş bulursunuz. "Muhakkak ki namaz kötü ve iğrenç şeylerden
vazgeçirir." (Ankebût, 29/45) âyeti, bu gerçeği anlatır. Bu
karşılaştırmadaki yanlışlıklar, ayrı ayrı şahısları mukayese etmekten doğar.
Bazı hu s usta ahlâklı farz edilen namazsız, namazına devam ettiği zaman hiç
şüphesiz ahlâk ve maneviyatça daha yükselir. Namazını kılan kimsenin hayatta en az
dört kazancı vardır: Birincisi temizlik; ikincisi kalp kuvveti; üçüncüsü
vakitlerin intizamı; dördüncüsü t oplumsal düzelme. Bu faydalar, devam şartıyla,
en resmî bir namazda bile vardır. Namazın büyük faydalarını hesap etmek mümkün
değildir. Fakat en ufak ahlâkî faydası bilfiil büyüklenmeyi kırmak, kardeşliğe
hazırlanmak, Allah rızası için iş yapmaya alışmaktır. Bunun için namazda
giyinebileceği en güzel ve en temiz elbisesini giymek ve kendine gurur vermesi
düşünülen bu hal içinde örtülecek nice
ayıpların bulunduğunu düşünüp, yüzünü yani alnını ve burnunu yerlere
koyarak, kalbinde iman ettiği Allah huzurunda o kibir ve gururu kırarak defalarca
secdeye kapanmak en mühim bir esastır. "Her cami(ye gidişiniz) de güzel
elbisenizi alın." (A'râf, 7/31). Namazda özellikle secdenin kibre olan bu mühim
tesiri dolayısıyledir ki, kibirliler en çok namazın secdesine itir a z ederler. O
süslü elbiseler içinde alınlarını Allah rızası için yere koyma zorunluluğu
onların kibir damarlarına, sinirlerine pek fena dokunur. "Şüphesiz bu, (Allah'a)
saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir." (Bakara, 2/45). Düşünmezler ki o
süsler, o alınlar hep Allah'ın vergisidirler. Ve zamanı gelince o yağlı alınlar
toza, toprağa karışacaktır. Hem o topraklar, o yerler o kadar hakaret edilmeye,
devamlı olarak çiğnenmeye layık değildir. Zaman olur ki onlar için kanlar
dökülür. Beşer hayatı oradan f ışkırır ve onu fışkırtan Allah Teâlâ'dır. O
süslere, o bedenlere emek vermiş birtakım Allah'ın kullarının da hakları
geçmiştir. Şu halde o topraklara, o yerlere, toprak ve yer oldukları için değil,
yaratıcısı olan Allah Teâlâ'nın büyüklük ve ululuğu adına hakkıyla secdeye
kapanıp, kibirden ve bencillikten sıyrılmak ve insanlar ile kardeşçe geçinmek için
onların topluluklarına karışmanın pek kudsî bir görev olduğunu unutmamak gerekir.
Namaz o kibir ve gururu kırarken, aynı zamanda insanın ruhî hürriyetine ö y le bir
yükselme verir ki bu yükselme en görkemli kralların huzurundaki saygı duruşundan
çok yüksektir. Bunun için namaz mü'minin bir mi'racıdır. Yani onu beşerî olmanın
sertliğinden, tek olan Allah'a ait arşa çıkartan bir merdivendir. Namazda bütün bir
beşer hayatının şekli ve dereceleri dürülmüştür. Allah'ın huzurunda bulunmak,
hazırlanmak, düşünmek, istemek, defalarca kalkmak, bükülmek, düşmek, rahat edip
oturmak nihayet selam ve selametle işini bitirmek, insanı, bütün hayatın
kademelerinden geçirterek, v arlığın sırlarını, dünya ve ahireti düşündürerek
Cenab-ı Allah'a kavuşturur ve büyük bir iman ve sevap ile yine âleme döndürür.
Yine bir hadiste açıklandığı üzere "Namaz, İslâm ile küfrün
ayırıcısıdır".
Biz burada namazın dünyaya ve ahirete ait, maddî ve manevi, bütün faziletlerini ve
faydalarını sayacak değiliz. Çünkü o sonsuzdur, sayılması mümkün değildir.
Bunun bütün toplamı din dilinde "büyük sevap" adıyle anılır. Fakat
burada namazın, imandan sonra nasıl bir ahlâkî ve sosyal prensip olduğunu ve o n un
üzerine ne kadar büyük bir sosyal bina kurulacağını kısaca ifade etmek istedik. O
büyük binanın direği işte öncelikle ferdî namazlarla hazırlanır, düzene sokulur
ve cemaatle dikilir. Ondan sonra da geri kalanı yapılır. İşte "namazı ikame
etme" tabiri b u mühim mânâyı çok açık bir şekilde ifade ediyor ve hidayete
aday müttakileri "namazı kılarlar" diye değil, "namazı ikame
ederler" diye tarif, vasf ve medh ediyor. Bunlardan anlaşılır ki, bunun meâlinde
"namaz kılarlar" tabiriyle yetinmek doğru değildir. Burada kelimesinin
"elif-lâm"ı ahd içindir ki durumu ve sınırı bilinen "İslâm
namazı" demektir. Ve bu durum yani namazın nasıl kılınacağı, şartları ve
rükünleri (namazın içindeki farzları), sünnet ve edepleri, mekruhları ve namazı
bozan şeyler ile sı f at ve durumu "Namaz kılarken beni gördüğünüz gibi namaz
kılınız." hadis-i şerifi gereğince, Peygamber'den görülen fiilî, sözlü ve
takrîrî olarak alınan sıfat ve niteliktir ki, bu nitelik ve durum ta başlangıçtan
beri müslümanlar arasında amel ile kesin b ir şekilde bilinir ve din kitaplarında
yazılmıştır. Ve "yüsallûne" buyurulmayıp da "ahid lâmı" ile
"yükîmüne's-salâte" buyurulmasında bu mânâ da açıktır. Yani
"yükîmüne's-salâte", "dosdoğru namaz kılarlar" demek değil;
"namazı, dosdoğru kılarlar" demek ol d uğundan gaflet edilmemelidir.
"Salât" kelimesinin Arap dilinde iki kaynağı vardır. Birisi genel olarak
dua mânâsıdır ki, "Peygamber'e salât ve selâm" dediğimiz zaman özellikle
bunu anlarız. Diğeri (salv) maddesinden gelen "sallâ" fiilinin masdarıdır
ki, iki uyluğu hareket ettirmek demektir. Araplar bu mânâca "sallâ"
dedikleri zaman "iki uyluğunu hareket ettirdi" mânâsını anlarlar. Aynı
şekilde "at (veya kısrak) kuyruğuyla iki uyluğunu sağa sola çarptı"
denilir. Salveyn uylukların başındaki iki tüm s ek kemiktir. "Sallâ"nın bu
hareket ettirme mânâsı tabirine benzer. Yahudiler birbirine selam ve saygı sırasında
başını eğer ve kıçını oynatıp kasığına doğru bir yan bükerlermiş ve bu
şekildeki selama Arapça'da "iki uyluğu hareket ettirme" mânâsına
"tekf î r" denirmiş. Buna göre "keffera'l-yahûdiyyü",
"Yahudi uyluklarını oynatıp bükerek reverans yaptı." demek olur.
"Kâfire" kıçdaki kaba ve tıknaz iki etin ismidir ve "kâfire-teyn"
tesniye (ikileme)dir. Bu şekilde "iki uyluğu hareket ettirme" mânâsına
"sallâ" da rükû (namazda eğilme) ve secdelerde yapıldığı gibi, bizim
"belini eğmek" dediğimiz "iki uyluğu hareket ettirme" mânâsına
kullanılırmış. Demek ki Araplar, hem yahudilerin yaptığı reveranslı baş kıç
selamlarını tanırlarmış, hem de yerlere eğilerek "kandi l li temennâ"
usûllerini. İşte lügat bakımından (biri kalp ve dil işi olan dua, diğeri de bir
bedenî hareket işi olan belli fiil) iki anlama gelen "salat" kelimesi, dinde
Peygamberimizden görülegeldiği üzere kalbe, dile ve bedene ait fiiller ve özel
esaslar d an oluşmuş gayet intizamlı,
kâmil (eksiksiz) bir ibadetin ismi olmuştur ki, necâset (pislikler)ten temizlenme,
hades (manevi pislikler)den temmizlenme, setr-i avret (avret yerlerinin örtülmesi),
vakit, niyyet, kıbleye dönmek adıyle altısı dışından başlayan şart; iftitah
(başlangıç) tekbiri, kıyam (ayakta durmak), kıraet (Kur'ân okumak), rükû
(eğilmek), sücûd (secdeler), teşehhüd miktarı (şehadet kelimesi getirecek kadar bir
zaman) kâde-i ahîre (son oturuş) adıyle içinde yapılan altı esas olmak üzere en az
o n iki farzı; Fâtiha, zamm-ı sûre (Fâtiha'ya eklenen sûre), tâdil-i erkân
(namazın esaslarına hakkıyle uyma), kâde-i ûlâ (ilk oturuş) ve diğerleri gibi bir
takım vacipleri; bunlardan başka birçok sünnetleri, müstehapları, edepleri,
mekruhları ve müfsidâtı ( namazı bozan şeyler) vardır. Sonra beş vakit ve Cuma
gibi farz, vitir ve bayram gibi vacip ve diğer müekket sünnet ve gayr-i müekket
sünnet, nafileler olmak üzere çeşitleri ve kısımları vardır ki, açıklaması
fıkıh kitaplarına aittir. Cemaatle kılmak da Cu m a'da farz, diğerlerinde vacip veya
müekked sünnettir. Ve burada "salât"dan asıl maksat, farz olanlardır.
"Salât" kelimesinin "lâm" harfi ince de okunur, kalın da. Kalın
okunmak itibariyle "vav"la yazılır, Verş kırâetinde de kalın okunur.
O müttakî (Al lah'tan hakkıyle korkan)ler sadece iman ile ve yalnız namazı
dosdoğru kılmak gibi bedene ait ibadetlerle de kalmaz, mâlî (malla ilgili) ibadetlerde
de bulunurlar. Kendilerine nasip ve kısmet ettiğimiz rızıktan, maddî ve hatta manevî
şeylerden az çok har ç ve infak eder, Allah yolunda harcamada da bulunurlar.
idğâm ile 'dır, "mâ" kelimesinin Türkçemizde en güzel karşılığı
"nesne"dir. Fakat biz bu kelimeyi kaybetmek üzere bulunduğumuzdan
"şey" diyoruz. Gerçi "mâ" genelde veya çoğunlukla
"şey" mânâsına da kullanılabilirse de, asıl mânâsı "akılsız olan
şey" veya şeylerdir. Yani nesnelerdir. Akıllıya "men" denilir. Ve bunun
için eskiden "mâ" nesne, "men" kimesne (kimse) diye ayırt edilirdi.
"Rızık", aslında Arapça'da "haz" ve "nasip"
anlamında isim olup, nasip etmek, rızıklandırmak mânâsında masdar dahi olur ki onun
fiilidir. Ve bu karine ile "mâ" isim olan rızıktan ibaret olur. Ehl-i
Sünnet'e göre şer'î mânâsı da lügat mânâsının aynıdır ki, "Cenab-ı
Allah'ın canlıya zevk ve faydalanma nasip e ttiği şey" diye tarif edilir. Şu
halde mülk olsun olmasın, yenilen, içilen ve diğer şekillerde kullanılmasından
faydalanılan mallara uygun olduğu gibi evladı, eşi, gayret ve işi, ilim ve bilgileri
dahi içine alır. Fakat hepsinde istifade edilmiş olmak şar t tır. Bu faydalanma,
dünyaya ve ahirete ait faydalanmadan daha geneldir.
Buna göre dinî ve dünyevî bilfiil faydalanılamayan mal, mülk, evlat ve aile, ilim
ve bilgi rızık değildirler. Bu şekilde birşey, çeşitli faydalanma şekillerine
göre farklı kimselerin rızkı olabilir. Fakat malından, gücünden, ilminden
faydalanmayanlar rızıklanmış değildirler.
"İnfak", malın elden çıkarılması, harç ve sarfedilmesi demektir. Dinî
bakımdan farz, vacip, mendub kısımları vardır. Bu "infak" karinesiyle ya
"rızık" mala tahsis edilmek veya "infak" mecaz yoluyla maldan
başkasına da genelleştirmek gerekecektir. Açık olan birincisidir, fakat ikincisi de
muhtemeldir. Şu halde âyetin bu kısmı, ilk bakışta zekat ve diğer sadakalar
bağışlar, yardımlar ve vakıf gibi, fakirlere, diğ e r çeşitli hayırlara, aileye
yardım gibi bütün mal ile yapılan ibadetleri içine alır ki, ilerde "Sana (Allah
yolunda) ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: 'Verdiğiniz hayır, ana-baba,
yakınlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Yaptığınız h ayrı,
muhakkak, Allah bilir." (Bakara, 2/215) gibi âyetlerle açıklanacaktır. İkincisi
ilim öğretme ve diğerleri gibi manevî şeyleri de içermektedir. Bununla beraber
bunların hepsinin başında, İslâm'ın binasından biri olan zekat vardır. Ve bunun
için birç o k tefsirciler burada ilk önce ve bizzat kastedilen şeyin zekat olduğunu
açıklamışlardır. Fakat kurtuluşun kendisine tahsis edilmesi bakımından, namazda
olduğu gibi burada da farz olan infak kastedilmek gerekirse de, infakın farz oluşu
yalnız zekata tahsis edilmediğinden muhakkıkîn-i müfessirîn (araştırmacı
tefsirciler) bunu genelleştirme taraflısıdırlar. Ancak bu ortamda zekatın birinci
mevkii işgal ettiği de unutulmamalıdır. Çünkü İslâm binasının ikincisi de
zekattır. Bir hadis-i şerifte de görüldüğü üzer e "Zekat İslâm'ın
köprüsüdür.". İslâm'ın bir köprüsü, bir geçididir. Dinin, iman ile temeli
atılıp, namaz ile direği dikildikten sonra, geçilecek mühim bir geçidi vardır ki,
zekat işte o geçidi geçirecek bir köprü olmak üzere kurulacaktır. Çünkü dünya
ve a h irette korunmak için yapılacak olan görkemli İslâm binasının, dünyadaki
"dâru'l-İslâm" (İslâm yurdu), ahiretteki "dâru's-selam" (esenlik
yurdu)ın yapımı için birtakım malî masrafları vardır ki, bunlar malî ibadetler
ile yapılacaktır ve bunun en zarurisini de zekat teşkil eder. Zira "Ancak sana
ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz." (Fâtiha, 1/5) diye bir tevhid
üslubu içinde sadece Allah'a kulluk etmek ve kardeş topluluk ile namaz kılabilmek
için safları doğrultmak ve o saflarda bir eşitlik duygu s u ile devamlı bir şekilde
bulunmak gereklidir. Bu ise, o toplum
içinde günlük azıkla yetinme durumunda olan kimselerin kalmaması ile mümkün
olur. Bir aç ile bir tokun bir safta kurşunla kenetlenmiş binalar gibi bir sevgi ve
kardeşlik duygusuyla birbirine kalben perçinlenmesi kabil değildir. Şu halde cemaatin
hakiki bir ibadet birliği içinde olması, gerçekten fakir ve kimsesiz olanların
gözetilmesi ve çalışabileceklerin çalıştırılması için ilk önce zekat ve
fıtır sadakaları ile, zenginlerle fakirler arasınd a ki uçurumu kapatarak bir sevgi
bağının kurulması, hem de hepsinin mevlası (efendisi) Allah Teâlâ olduğunu
bildiren bir duygu ve iman ile kurulması büyük bir görevdir. Bu görevin, bu niyetle
yapılmasında müslüman artık yalnızlığında beşerî bayağılıktan sil k inecek,
Allah Teâlâ'nın bir halifesi (yani bir vekili) olmak rütbesini kazanacak ve elindeki
malın Allah'ın malı olduğunu ve kendisinin onu, muhtaç olan Allah'ın kullarına
ulaştırmaya görevli bulunduğunu anlayarak: "Al kardeşim, bu benim değil, senin
hakkındır, bende bir emanettir, ben sana Allah Teâlâ'nın gönderdiği şu çıkını,
postalanmış koliyi teslim etmeye görevlendirilmiş bir dağıtıcıyım." diyerek,
aynı şekilde alçak gönüllülüğü ile fakirin, sabırlı fakirin hakkını vererek
kalbini okşayacak ve bununla o topluluğun mümkün olduğu kadar açıklarını
kapatacaktır. İşte Kitap ve Sünnet'in araştırılmasına göre fıkıh usûlü ve
fıkha ait kitaplarımızın zekat görüşü özet olarak budur. Bu şekilde zekat,
müslümanı, beşerî düşüklüklerden ilahî vekilliğe geçiren bir k öprüdür.
Namaz, hayat kademelerinden ilahî huzura çıkaran bir mi'rac olduğu gibi, zekat da o
mi'racda alınan bir ilahî görevin köprüsüdür. Ve her müslüman, bu köprüyü
yapıp geçmeye, yani zekat vermek için helâl mal kazanıp zekat verecek dereceye
çıkmaya ç a lışacak ve henüz verecek halde değilse, en az onun yüksekliğine iman
ile dolu olacaktır. Yani müslümanın gözü, zekat almaya değil, vermeye dönük
bulunacak ve ancak çaresiz kaldığı zaman zekat ve sadaka alabilecek ve tersi durumda
aldığının haram olduğunu u nutmayacaktır. Bu şekilde kurulan İslâm toplumunun
namazında ne büyük bir birlik kuvveti bulunacağı ve bunların o görkemli İslâm
binasını tamamlamak ve bitirmek için nasıl bir aşk ve şevkle çalışmaya
atılacakları düşünülürse, İslâm dininin esasındaki yüks e klik ve bu âyetlerle
o müttakîlere verilen öğme değerinin önemi derhal anlaşılır ki, ilerde
açıklanacak olan orucun da bu noktayı her kalbe hissettirmek için mühim bir terbiye
özelliği bulunduğu açıktır. Görülüyor ki bu âyette İslâm binasından, imandan
so n ra iki amel zikredilmiştir ve dinde bunlar diğerlerinden önce farz
kılınmıştır: Namaz, zekat. Çünkü bunlar, bütün ibadetlerin aslıdırlar ve
burada bilhassa anılmaları özelliklerinden dolayı değil, diğerlerinin
çeşitliliğine işareti de içine alıcı olduklarından dolayıdır. Zira bütün
ibadetler iki çeşide ayrılmıştır.
Biri bedene ait ibadetler, diğeri de mala ait ibadetlerdir. Hac gibi hem bedenî ve
hem de malî olan üçüncü bir kısım dahi bu iki değerin birleşmesidir. Şu halde
namaz, bütün bedenî ibadetlerin asıl temsilcisi; zekat da bütün malî ibadetlerin
asıl temsilcisidir. Ve bunlar imanın ilk müeyyidesi (yaptırımı) ve amel ile ilk
gelişmesidirler. Buna göre bu âyet-i kerimede bütün iman prensipleri gaybde; bütün
amellerin esasları da namaz ve infak (Allah y o lunda harcama)da özetlenerek, İslam
dininin ilmî, amelî, esasları ve dalları kısaca anlatılmıştır ki, bunlar Fâtiha
sûresinde "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz." (Fâtiha,
1/5) antlaşmasıyla doğru yol ve en son "hamd" başlığında t oplanmış
idi.
4-Bundan sonra gaybda özetlenen imana ait esaslar vahiy ve nübüvvet (peygamberlik)
meselesi olması bakımından bir derece daha açıklanarak buyuruluyor ki; ve o
muttakîler ki, hem sana vahiy ve inzal edilen ve edilmekte olan Kitap ve şeriata, hem de
senden önce vahiy ve inzal edilmiş bulunan (yani Tevrat, İncil, Zebur, Suhuf gibi)
kitaplara iman ederler ki, bu iman da Muhammed (s.a.v.)'nin peygamberliğine ve bütün
geçmiş peygamberlerin peygamberliklerine iman ile mümkündür. Çünkü habere ima n,
haber verene imânâ bağlı bulunduğu gibi, onlara tüm indirilenlerden birisi de
peygamberlikleri davasıdır. Önceki âyet, bütün müslüman müminler; bu âyet de
önce Ehl-i kitaptan olup da müslüman olan müminler hakkında indi deniliyor. Bununla
beraber böyle o lması iki âyetin birbirini tamamlayıcı ve açıklayıcı olmasına
engel değildir. Ve geçmişe iman, geçmişi hikayeden ibaret zannedilmemelidir. Şu
halde bütün inzal edilmiş kitaplara ve geçmiş peygamberlere, esas itibariyle iman da,
İslâm iman ve inancından b i r parçadır ki "Allah'a inandık deyiniz..."
(Bakara, 2/136) gibi âyetlerde bu durum açıklanacaktır. Bunun için Müslümanlık
bütün semavî dinlerin şahididir. Zira imana ait meselelerde nesih (iptal etme) yoktur,
tamamlama vardır. Nesih, amele ait hükümler i tibariyle cereyan eder. Bu ve benzeri
Kur'ân âyetleri ve Peygamber'in sünnetleri bize özellikle şunu gösterir ki,
Müslümanlık
dini geneldir. Bütün insanları içeren ve vahye dayanan dinlerin hepsine hürmetkâr
bir dindir. Diğer dinler ise tâbi bulundukları bayrak altında, din işleri
bakımından, kendilerinden başkalarını yaşatmazlar, vicdanlarının sınırı dar ve
kısadır. Bunlar, kendilerinden başkasına hayat hakkı tanımamayı dinin gereği
bilirler. Tanırlarsa yalnız politik bir zorlama ile tanırlar. Yakın zaman l ara kadar
hristiyan devletlerin içinde kendilerinden başka bir millet yaşattığı görülmemiş
ve bu sebeple bunlar başka dinden olan kavimlere hakim olamamıştı. Son zamanlarda bu
vicdan darlığındaki politik hastalığı gören Avrupa devletleri Katoliklik ve Pro t
estanlık kavgalarından doğan bir vicdan hürriyeti davasıyla Fransız inkılâbından
sonra liberallik, laiklik ve insanlık kelimeleri altında Hıristiyanlık kelimesinden
sapmaya doğru yürümüş ve o zamandan beri diğer milletler üzerinde hükümet kurmaya
yol bul a bilmişlerdir. Fakat bu kelimeler olumlu ve merhametli, genel bir hak vicdanı
kurulmasını değil, dinsizliğe ve bencilliğe doğru olumsuz bir gidişi hedef
aldığından, ilme ve sanayiye ait gelişmelerini gerçeğe bağlayacak yerde,
insanlığı haktan uzaklaşmaya, v icdansızlığa ve ihtiraslara sürüklemiş ve sonucu
da İslâmiyet'in gösterdiği gerçek ve olumlu hürriyet hakları ile insanlığa temin
ettiği ve yaydığı gerçek evrensel hayattan uzaklaşmak ve hayatın ızdıraplarını
artırmaktan ibaret olmuştur.
Bu bakış açısıyla denilebilir ki, şimdiki insanlar, Peygamberimizin
gönderildiği zamanda olduğu gibi, İslâm'ın nurunun genel bir gelişmesini ve
herkesin selameti için, gerçeğin bütün insanlık üzerinde kuvvetli bir egemenliğini
görmek derdiyle kıvranıp çabalamaktadırla r. İnsanlığın şimdiki sapıklığı,
beşeriyetin doğru üzerinde egemen olması fikrinde toplanıyor. Bu ise, insanlar
arasında en kuvvetli görünenlerin "tapılan bir yaratıcı" gibi kabul
edilmesine sebep oluyor. Bu, tutkuların kuvvetlenmesiyle hukukun (hakların) ç
iğnenmesini, herkesin selamet ve emniyetinin bozulmasını doğuruyor. Halbuki insanın
saadeti gerçekte insanlığın hakka egemen olması davasında değil, hakkın
insanlığa egemenliği esasındadır. Ve İslâm'ın eşit yaşamak için "Ancak
sana ibadet ederiz ve anca k senden yardım bekleriz." (Fâtiha, 1/5) antlaşmasıyla
öğrettiği "yaratılış kanunu" da budur. Şu halde insanlık, ya hakka
(doğruya) üstün gelmek davasıyle ihtiras ve ızdırap içinde birbirini yiyip gidecek
veya Hak Teâlâ'ya iman ile onun mutlak egemenliğin e uymak için İslâm dinine ve
Muhammed (s.a.v.)'in bildirilerine sarılacaktır. Hakk'ı, insanın emri altında gören
dar vicdanların kurtuluşa ereceklerini ve beşeriyetin dairesi için bir olumlu kutup
olabileceklerini zannetmek ne büyük hatadır! Büyük vicdanla r, Hakk'ı bir bilir ve
haktan gelenin hepsine, her birinin kendi derecesine göre kıymet verir.
İşte İslam'ın kalbi, bu büyük iman ve vicdanın sahibidir. O, herkese bu imaniyle
göğsünü açar. Bütün beşer vicdanını bu genişlik ve anlayışlılıkla hakka
yaklaştırmaya çalışır. Bunu kavrayamayan, bu yüksekliğe eremeyenleri de hakkın
birlik ve kapsamına saldırmamak ve hakka az çok uymayı kabul etmek şartıyle kendi
dinî sahalarında hür tutarak göğsünde yaşatır ve onların yaşama haklarına
hürmeti de yalnız görünüşe ha s bir siyasetin değil, gerçek dinin gereği bilir.
Gerçekten "Ahirete ait kuvvetli bilgi sahibi olacak olanlar da ancak bunlardır,
bu genişçe imana sahip olanlardır." Mesela "Hazreti Musa peygamberdi ama,
İsa değildi; Tevrat, Allah'ın kitabıdır, İncil değildir; yahut Musa ve İsa (a.s.)
peygamber idiler, ama -hâşâ- Muhammed (s.a.v.) değildir; olsa bile bizim değil,
Araplar'ın peygamberidir; Tevrat ve İncil Allah'ın kitabıdırlar, fakat Kur'ân
değildir." gibi sözlerle Allah'ın peygamberlerini farklı göre n, kimine inanıp
kimine inanmayarak Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğini ve ona inen Kitap ve dini
tanımayanların ahiret hakkında birtakım zanları, bazı kanaatları bulunsa bile
yakînleri (kuvvetli bilgileri) yoktur. Gerçi her felsefede, her dinde bir ahire t fikri
vardır. Fakat bunların çoğu delilsiz birtakım emellerden, ideallerden ibaret kalır.
Çünkü meseleler ve ahiret yolunun varlığının imkanı akıl ve kalp ile her zaman
sabit olursa da, gerçekleşmesinde aklî delil, varsayımlar ve kalbî temenniler yeterli
değildir. O ancak Allah tarafından gelen saygıdeğer peygamberlerin sadık haberleri
ile bilinebilecek gaybe dair haberlerdendir. Bunu sona erdiren ve tamamlayan ise
peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafa (s.a.v.)'dır. Şu halde peygamberlere iman
et m iyenlerin, ahirete doğru imanları olamayacağı gibi, geçmiş peygamberlere iman
edenler bile son peygambere ve ona indirilen Kitap ve şeriata iman etmedikçe, ahiret
hakkındaki iman ve kanaatleri yakîn (kesinlik) derecesini bulamaz; hak vakıa (olgu)ya
uygun o lamaz. Mesela Yahudiler: "Cennete ancak yahudi olanlar girecektir."
(Bakara, 2/111) ve "Bize cehennem ateşi olsa olsa sayılı birkaç gün
dokunacaktır." (Bakara, 2/80) derler. Hıristiyanlar da aynı sözü kendileri
hakkında söylerler. Kendilerinden başkasına d ünya ve ahirette hayat ve saadet hakkı
tanımazlar. Ve sonra cennetin nimetleri, dünya nimetleri cinsinden midir? Devamlı
mıdır, değil midir? O, bir ruhun ebedî olması meselesi, midir, değil midir? diye
ihtilaf ederler. Halbuki Allah'ı bir bilip, bütün pey g amberleri tasdik ve ahir zaman
peygamberinin peygamberliğine ve ona indirilen Kitap ve şeriate de iman ettikleri zaman
şahsî ve kişisel olan o gibi bozuk kanaatları, gerçeğe uymayan inanışları
Muhammed (s.a.v.)'e ait tebliğlere imanla gider de,
ahiret hakk ında gerçeğe uygun kuvvetli bilgi elde ederler. Dünya hak, ahiret de
hak, hayat hak, ölüm ve kıyamet de hak, öldükten sonra dirilmek de var. O da hak,
haşir (kıyamet günü toplanmak) hak, sual hak, hesab (hesaba çekilmek) hak, mîzan
(tartı) hak, sırat hak, sevap hak, ıkâb (ceza) hak, cennet hak, cehennem hak. Ve
hepsinin üstünde rıdvan-ı ekber (en büyük Allah rızası) ve Allah'ın cemalini
görmek de hak, Allah'ın izniyle müminlere şefaat da hak; cennet ebedî, cehennem de
ebedî. Bununla beraber o ebedî cehenne m e girdikten sonra kurtulup çıkacak ve nihayet
cennete gidecek olanlar da var. Ahiret nimetlerinde, dünya nimetlerine benziyenler de
var, dünyada görülmedik, işitilmedik, hatıra gelmedik şeyler de var. Şu fark ile
ki, ahiret nimetleri sonsuz ve elemsiz. Dü n yanın ilmî kanunları, ahiretin bütün
incelikleriyle ayrıntılarını anlamaya elverişli de değil. Onu hakikatiyle bilmek,
hakkın (gerçeğin) temelini bilmeye bağlıdır. İlmin kanunları, bize onun akla
uymayan bir imkansızlık olmadığını ve nihayet mutlak bir ga y b âleminin
bulunduğunu ve bugünün her halde bir yarını olduğunu ve ona hazırlanmamızın
gereğini isbat eder ve anlatır. Fakat o yarının nasıl olacağını ancak Allah bilir
ve gaybtan haberi olan şerefli peygamberler haber verebilir.
"Ahiret" kelimesi esa sen "âhir" kelimesinin müennesi
(dişisi)dir ki, "son" ve "sonraki" mânâsına sıfat iken şeriat
dilinde "ahiret yurdu" ve "ahiret hayatı" ve "ahiretin
neş'eti" tamlamalarının hafifletilmişi olarak isim olmuştur. Karşıtı olan
"dünya" kelimesi de böyledir. "A h iret", kâh "dünya" ve
kâh "ûlâ" (ilk) kelimesinin karşıtı olarak kullanılır. Ahiret yurdu tam
bir hayat, ebedi hayattır. Tam hayatı insanların kimisi yalnız aklî ve ruhanî kabul
eder, kimisi de duygusal ve cismanî (bedene ait). Fakat gerçeğini henüz bilme d
iğimiz hayatın bizce kemali (olgunluğu), hem aklî ve hem hissî oluşundadır.
Kur'ân'ın bize bildirdiği ahiret hayatı ise "hayatın en mükemmeli"
olduğundan biz ona inanırız, felsefî derinlikleriyle uğraşmayı lüzumsuz sayarız.
Ben, "ben" dediğim zaman ruh ve bedenimin birliği noktasına basıyorum ve
hayatı da bunda biliyorum. Gayb âleminin bugünkü görünen âlemden sonsuz derecede
geniş ve mükemmel olduğunu bilyoruz ve her halde yarın için daha üstün bir hayatın
muhakkak olduğu kuşkusuzdur. Buna "acaba!" diyenle r kalpleri kör
olanlardır. Maddemiz erir, genel maddeye karışır; kuvvetimiz dağılır, genel kuvvete
karışır, hepsi erir Hak Teâlâ'ya döner. Önce Allah'tan kendime geldim, yine Allah'a
gideceğim. Gidersem, Rabbımın bir âleminde daha niçin kendime gelemiyeyim? Niçin
rahmetlerine eremiyeyim? Hemen Cenab-ı Hak güzel sonuçlar nasip etsin. Felsefenin,
"olan yine olacaktır" diyen "ıttırat = uyum, ritim" kanunu,
"illiyyet = nedensellik"
kanunu bile bu kat'î bilgimi zaruri kılmaz mı? Peygamber efendimizden rivayet
olunuyor ki şöyle buyurmuşlar: "Şaşmak, bütün şaşmak ona ki Allah'ın
bütün halkını (yarattıklarını) görüp dururken Allah hakkında şüpheye düşer.
Şuna şaşılır ki ilk doğuşu tanır da, son doğuşu inkâr eder. Şuna da
şaşılır ki, her gün, her gece ölüp dirilip du r urken öldükten sonra dirilmeyi ve
kıyameti inkâr eder. Şuna da şaşılır ki, cennete ve cennet nimetlerine inanır da
yine aldatıcı dünya için çalışır. Şuna da şaşılır ki, başlangıcının
bulaşık bir nutfe (sperme), sonunun çirkin bir leş olduğunu bilir de yin e
büyüklük taslar ve öğünür." Bu hadis, ahiret hakkında ilim ve fen
açısından başlıca iki gerçeği gösterir. Birincisi ilk doğuş ve son (doğuş)
deyimiyle, hem ahiretin gerçekliğine ve hem devamlılık ve tekrar etme kanununa
işarettir. İkincisi dış görünüşü i l e uyku uyanıklığı gösteren her gün,
her gece ölüp dirilmek meselesidir ki hayatın hakikatı ve ahiretin hakikatı
açısından çok önemlidir. Biz her gün gıdaya, uyuyup uyanmaya niçin muhtaç
oluyoruz? Çünkü bedenimiz, bedenimizin kısımları her gün ve hatta her saat, her an
devamlı bir şekilde ölüyor ve yerine yenisi yaratılıyor ve bu yaratılış işi
olurken biz uyuyoruz. Bunun için uyku sadece görünürde değil, gerçekten de bir
ölüm oluyor. Çıkardığımız bütün salgılarımız, bedenimizin kısımlarının
cenazeleridir. D e mek ki hayat, ancak benzerlerin yenilenmesi ile yeni yaratma sayesinde
devam ediyor. Devam eden nedir? Benim birliğim nedir? Bu da bir ıttırad (ritim) kanunu,
benzeyiş ve gelişme görüntüsüdür. Bundan dolayı, dünyaya ait hayatımın zamanı,
esasında benim ru h umun ve cismimin sabit olması değil, Allah'ın yaratması ve bâkî
kılmasıdır. Ve işte ahiret hayatı da böyledir.
"Îkân", yakîn sahibi olmaktır. "Îkân", "istikân",
"teyakkun", "yakîn" hepsi bir mânâya gelir. "Yakîn",
gerçeğe uygun ve herhangi bir şüphe ile ortadan kalkmayacak şekilde şek ve
şüpheden uzak olan sabit ve kesin bir inanış demektir. Diğer bir deyişle
"yakîn", şek ve şüphe bulunmayan kesin bilgi, şüphe karışmayan ilim,
bozulması ihtimali olmayan ilimdir. Bununla beraber "kalbin kararı" anlamın a
da "yakîn" denildiği olur. "Şu anda şüphem yok ki bu böyledir. Şimdi
ve ilerde şüphe edilmez bu böyledir. Başka türlü olmak mümkün değil, bu
böyledir." Bunun üçüne de yakîn denilir fakat asıl "yakîn" ikinci
ile üçüncüdür. Yani birinci tariftir. Allah'a a i t ilme, "yakîn"
denilmez. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi; Allah'ın isimleri ve sıfatları vahye
dayanır. Kitap ve Sünnet'te ise Allah'ın ilmine "yakîn" denildiği
görülmemiştir. İkincisi: "Yakîn" ve "îkân" şek ve şüphe
edilebilen şeyler hakkında kullanı l ır. Bunun için zorunlu
bilgilere, yani apaçık olan şeylere, gün gibi aşikar gerçeklere
"yakîn" denilemiyeceğini söyleyenler bile vardır. "Yakîn"de
istenilen şey, gerçeklik ve şüphesizliktir. Fakat bu olayın zaruri olması değil,
ancak vâki olması şarttır. Şu halde görülenler, tecrübe edilenler, tevatürle
nakledilenler ve doğru istidlaller de yakîn (kesinlik) ifade ederler. Bazı Batı
filozoflarının iddia ettikleri gibi "yakîn" yalnız zarurî ve huzurî ilim
demek değildir. Yakînin dereceleri vardır. Mesela mat e matik bilgileri, mantık
bilimine ait sonuçlar yakînî ve zarurî olduğu gibi, normal ve tecrübeye dayanan
ilimler, tabiat ilimleri yanında Kimya ve Fizik ilimleri zarurî olmayarak
yakînîdirler. Ancak bunların tecrübe edilmiş olaylarından yanlış istidlaller i le
sonuç çıkarılan özel görüş ve varsayımların hepsi yakînî değildir. Aynı
şekilde Hayat Bilgisi, Tıb ve benzerleri henüz yakînî değildir. Bu sebeplerden
dolayı uçakları yaparız, fakat bir çimeni, bir böceği, serçenin bir tüyünü
yapamayız. Acaba mümkün değil midir? Mümkün olmasaydı vücuda gelmezdi. Allah
Teâlâ onları öncelikle ve bizzat ve sonra maddeleri, tohumları aracılığıyla
yarattığı gibi, bizim elimizle de yaratabilir. Nitekim peygamberlerin ellerinde
yapabileceğine dair örnekler de gösterdiğini Kur' â n haber veriyor. "Benim
iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyor, içine üflüyordun, benim iznimle
kuş oluyordu." (Maide, 5/110). Bunun için ilimler ve tabiat ilimleri, bizim,
Allah'ın kudreti hakkındaki kesin inanışımızı ve imkanın kendisi hususun d aki
imanımızın genişliğini yıkacak değil, kuvvetlendirip genişletecek deliller kabul
edilmek gerekir. Fenleri kendi sınırları içinde takip etmeli ve geliştirmeliyiz.
Fakat onlara inanırken, hiçbir zaman Allah'ın kudretini terkettik, dünya ve ahireti
bitir d ik zannetmemeliyiz. Normal yakînlere, zarurî yakînleri feda etmemeliyiz. Biz
var isek, bizim ilmimiz varsa, Allah Teâlâ ve O'nun ilim ve kudreti daha önce var.
Bugünkü görülen âlem varsa, yarınki gayb âlemi de tabiatıyle vardır. Bugün
olmayanlar, yarın ol u r. Bugün inanmadıklarımıza yarın inanmak mecburiyetinde
kalırız. Hiç yanılmamak, hiç şaşmamak, sonsuz ümitsizliğe düşmemek istiyorsak
hiçbir hadisenin yıkamayacağı, hiçbir şüpheciliğin yıkamayacağı en hak ve en
temelli esaslara iman etmeliyiz ki, kesin im a n dairemiz daralmasın; ilim ve fenni
boğmayalım; imkan sahasını kısıtlamayalım; mümküne, imkansız demiyelim; hayır
yerine şerre koşmayalım; imkânsız zannettiklerimizin imkanını, hatta ortaya
çıkışını gördüğümüz zaman perişan oluruz. Sudan ateş, ölüden dir i çıkar
mı? Allah'ın izniyle çıkar. Hayat yapılır mı? Allah'ın izniyle yapılır. Göklere
çıkılır mı? Allah'ın izniyle çıkılır. Kabirde soru sorulur mu? Allah'ın izniyle
sorulur. Ölen dirilir mi? Allah'ın izniyle dirilir. Fakat "İki kere
iki, tek olur mu?" Ol maz. Bir şeyin parçası kendisinden büyük olur mu?
Olmaz. İlletli illetini geçer mi? Geçmez. İnsan bizzat yaratıcı ve bizzat mabud
olabilir mi? Olamaz. O, Allah'ın izniyle, kuş da yapsa, ölüleri de diriltse yine
kuldur, yine kuldur. Bütün imkanlar, Allah'ı n kudretindedir. Ve istikbal (gelecek)
dediğimiz zaman sonsuzdur ve o sonsuzda bizim nice başımıza gelecekler ve
sorumluluklarımız olacaktır. Ve işte Hazreti Muhammed (s.a.v.) bize mutlak olan bu tam
imanı, bu tevhid inancını ve buna göre güzel işler işlem e yi öğretmek için
gönderilmiştir. Ona iman edenler hiçbir zaman aldanmazlar, her zaman yakîn (tam iman)e
sahip olurlar.
5- kelimesi "işaret ismi" çoğul, "zâ"nın çoğulu, "
" hitap harfidir ki " " gibi önce Peygamber'e has hitap, ikinci olarak
genel hitap olabilir. Meâli: "Sana söylerim bunlar, o gördüklerin, o
vasıflarını işittiklerin" demektir. Yani, ya Muhammed! Böyle kalbe ait olan ve
sadece görünene bağlanmayıp aklın anlayabileceklerine dahi topluca iman ve tasdik
ettiği bedenî ve malî iba d etleri yerine getirmekle, duyma yolundan başka imkan
olmayan hususlara da genişçe, detaylarıyle iman etmek ve edebilmek kabiliyet ve
üstünlüklerini toplayan o müttakîleri işittin ya, işte bunlar kendilerinin Rabbi
tarafından,<D> onların tek Rabbi olan A l lah Teâlâ tarafından hidayet (doğru
yol) üzeredirler. Yani onun hidayetine aday ve o hidayet üzere yürüyecek olan ve
yürümekte bulunanlar, derecelerine göre onlardır. Doğru yola uymayı bunlar dinler,
derece derece doğruyu yapmaya bunlar erer. "Bizi doğr u yola ilet." (Fâtiha,
1/6) diyecek olan veya diyenler bunlardır. Bunun sözlü ve fiilî cevabını alacak ve
doğru yolda yürümede başarılı olacak olanlar yine bunlardır.
Ve işte herkesin fikrinde ve zikrinde "müflihûn müflihûn" diye duyup
andıkları ve fakat tayin edemedikleri bahtiyarlar, ciddi ve ebedî olarak kurtuluşu
bulanlar, bulacak olanlar, gazab ve sapıklıktan kurtulmuş olarak Allah'ın ebedî
nimetlerine erecekleri kat'î olanlar, ancak bunlar, bu hidayet üzere bulunanlardır.
Allah Peygambe r tanımıyanlar değil, yalnız önceki peygamberlere iman etmiş olanlar
da değildir. İman edip beden ile ve mal ile ibadet ve güzel işler yapmayanların
halleri de tehlikeden uzak değildir. Bunların kurtuluşları mümkün olsa bile tam ve
kâmil değildir. Madem ki, imanları vardır, ilahî rahmet ile kurtuluşları kâbil ise
de olağanüstü kabilindendir, Allah'ın sünneti değildir. Bununla beraber onlar
hakkında imansızlar
gibi sonsuz ümitsizlik de caiz olmaz. Zira Allah katında imanın zerresi de
kaybolmaz.
"Müflih", "iflah"dan "felah bulan, kurtulan" demektir.
"Felah" aslında "felâhat" gibi "yarmak" mânâsıyle
ilgilidir ki, önündeki engeli yarıp, kendini kurtarmak ve istediğine ermek yani zafer
bulmaktır. Müminler de dünya ve tabiat ve şehvet engellerini yarıp, gaybd a gizlenen
dileklerine eren ve ahirette sonsuz kurtuluşa erenler olacaktır. Arap dilinde böyle
haber "elif lâm" ile "belirli" olursa "tahsis" ifade eder.
Burada "hüm = onlar" zamir-i fasıl (ayırma zamiri) denilen bir kelimedir ki,
haber ile mübtedâ arasını sıfattan ayırır. Mühim bir hüküm bağlayıcısıdır.
Bundan da bir kasır (tahsis) anlaşılır. Açıkladığımız mânâ bu tahsislerle
tarifin mânâsıdır. Benzerlerinde uygulansın. Bu gibi tariflerde iki çeşit anlam
düşünülür. Birisi: Öteden beri "müflihûn" vasfıyla ş ö hret bulmuş
birtakım belirsiz kişiler vardır, bunları duyarsınız, fakat tayin edemezsiniz. Eğer
duydunuzsa, işte bunlar ancak o müttakilerdir. İkincisi: Eğer duymadınızsa, bu
kavramı iyi tasavvur ediniz ve gerçeğini araştırınız ve araştırdığınız zaman
bil i niz ki bunlar ancak onlardır, demek olur. 'nin tekrarı, hidayet ile felahın ayrı
ayrı birer haslet olduklarına işarettir. Aradaki atf (bağlaman)ın "vav" ile
yapılması da hidayet ile felahın anlayış ve maksat bakımından ayrılıklarına
işarettir diyorlar. B u nunla beraber birinci o imanları yapan müttakilere, ikinci de
sınırlamasından sonra onlara dönmüş olması ve bundan dolayı mânâ bakımından
tekrar bulunmaması daha uygundur. Görülüyor ki, hidayetin müttakilere tahsisi yoktur
ve fakat felahın hidayettekil e re tahsisi vardır ve bu nokta mühimdir. Düşün. Sonra
felâhın hidayete, hidayetin takva (Allah'dan çok korkma)ya ait olması da illiyet
(nedensellik) yoluyla değil, âdet yoluyla sürdüğüne ve gerçekten hükmünü
yürüten Allah Teâlâ'nın lütuf ve rahmeti olduğun a işaret için arada harfi gibi
sebeb ifade eden bir harf geçmemiştir.
Kur'ân işte derece derece bu müttakilere hidayettir. Acaba burada niçin
"hüden li'n-nâs = insanlar için" denilmedi de "hüden li'l-müttakin =
müttakiler için" denildi? diyeceksin. Çü nkü:
Meâl-i Şerifi
6- Şu muhakkak ki inkâr edenleri uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir. Onlar
inanmazlar.
7- Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde
bir de perde vardır. Ve büyük azab onlaradır.
6-TAHLİL VE MÜNASEBETLER: Arab dilinde, dilimizde karşılığı bulunamayan bazı
harfler vardır ki de bunlardandır. Bu harf, fiile benzeyen altı harften biri olup,
yerine göre "elbette", "her halde", şüphesiz", "lâ cerem
=besbelli, muhakkak" gibi bir tahkîk (gerçeklik) ve te'kîd (pekiştirme) mânâsı
ifade eder. Râzî'nin naklettiğine göre Arab'ın ilk filozofu sayılan Kindî, dil
imamlarından İmam Müberred'e gitmiş ve: "Ben Arap kelamında bir gereksiz söz
buluyorum. Mesela "Abdullah ayaktadır" diyor, sonra "Muhakkak Abdullah
ayaktadır" diyor. Daha sonra "Muhakkak Abdullah, gerçekten ayaktadır"
diyor. "Bunların hepsi mânâ bakımından bir, arada fazla kelimeler var."
demiş. Müberred: "Hayır" demiş, "Lüzumsuz söz yok, kelimeler
değiştikçe mânâ da değişir. Bi r incisi doğrudan doğruya ayakta durmayı haber
veriyor. İkinci, bir sorunun cevabı oluyor. Üçüncü de bir inkârcının inkârına
cevap oluyor." diye açıklama yaparak, dildeki incelikler konusunda filozofun
bilgisizliğini gösterivermiştir. Bu bir harf bize bir n a zım altındaki mânâların
inceliklerini anlatmayı ve bundan gafil olanların düşünceye ait yargılamalarda
uygunsuz durumlara düşeceklerini ne güzel anlatır. Belağat imamı Abdülkâhir
Cürcânî der ki: "Gerçekten te'kit (pekiştirme) içindir. Bir haber muhatabın
kanaatının zıddına değilse " "ye ihtiyaç yoktur. Fakat dinleyenin
kanaatının tersine bir haber verildiği zaman ona ihtiyaç vardır. Ve haber ne kadar
uzak görülürse, nin güzelliği o kadar artar..." İşte bu âyette de böyledir.
Burada öncelikle "hüden lîl müttekîn" sınırlamasına karşı akla gelen
bir soruya isti'nâfen (başlangıçta) bir cevap vardır. İkinci olarak bu âyette
açıklanacak olan haberin mânâsı uzak görülebileceğinden, onu te'kit ve pekiştirme
vardır. Buna göre bu âyetin "hüden lîl-müttekîn" kısmı ile çok
kuvvetli bir tezat ilgisi ve karşılaşması vardır. Ve bu şekilde bu iki âyet
öncelerin
karşılığı olan bir sınıflandırma ifade eder.
"Küfür", "kâf"ın ötrüsü ile lügatta "küfrân"
gibi nimeti örtmek, yani nankörlüktür. Bunun aslı da "kâf"ın üstünü
ile "kefir"dir ki, mutlaka örtmek demektir. Üstün ile olan bu mânâdandır
ki, tohum eken ziraatçiye, aynı şekilde geceye "kâfir"; meyve tomurcuğuna
"kâfur", kalça etlerine "kâfire" denilmiştir. Şu halde üstün
ile "kefr", mutlak örtmek genel; ötrü ile "küf r", nimeti örtmek
özeldir. Dinde küfür ise, imanın zıddıdır, imansızlık demektir. Yani bir kimsenin
iman şanından olduğu halde iman etmemesidir ki, yalanlama ve inkârı, tasdiki
terketmeyi, zorlama ve engel bulunmadığı zaman ikrarın terkini de içine alır. İ m
andaki tasdik gibi, küfürde tekzib (yalanlama) de, kalbî, kavlî (sözlü) veya fiilî
olur. Kalp ile yalanlama nasıl küfür ise, zorlama olmaksızın sözlü yalanlama da
öyledir. Hatta böyle bir sözlü yalanlama daha çirkin bir düşmanlığı açığa
vurmak olur. Aynı şekilde fiilî yalanlama da böyledir. İman edilmesi arzu edilen
mukaddes şeylere fiilen hakaret ve alay etmek, küçümsemek ve hafife almak, bunları
bozmaya çalışmak en çirkin küfür olduğunda şüphe yoktur. Yalnız kalpte gizlenen
küfre küfür denip de, sözlü ve y a fiilî olarak açıklanan ve ilan edilen küfre
küfür denmemek nasıl mümkün olur? Meğer ki o, sözlü veya fiilî "Kalbi imana
yatışmış olduğu halde (inkâra) zorlanan değil." (Nahl, 16/37) şer'î
istisnayı bildiren bu âyet gereğince zarurî bir zorlamaya da y anmış olsun. Fiilî
tekzib, iman ile bir araya gelmesi mümkün olmayan fiili yapmaktır. Ancak fiilî
yalanlama ile, fiilin yokluğu arasında büyük fark vardır. Mesela namaz kılmamak
başka, haça tapmak yine başkadır. Namaz kılmamak küfür değilse bile, haça tap m
ak küfür olur. Bu bakış açısından amelin terkinin, fiilî yalanlama olup
olmadığı şüpheli olduğundan küfrü gerektiren bir durum olup olmayacağında
ihtilaf edilmiştir. Halbuki hakaret ve hafife almayı ifade eden, aynı şekilde
Mushaf'ı çirkefe atmak, güneşe s ecde etmek, zünnar bağlamak, küfür neşretmek,
günahı ve haramı helal, helalı da haram saymak... gibi bizzat küfür eseri şeyler;
küfür delili olduğu belli bulunan yalancıların fiilleri -bir zorlama zarureti yoksa-
küfür olduğunda hiç ihtilaf edilmemiştir. B iz, yukarda açıklama yapıldığı
üzere, ameli terketmenin ve her günahın küfrü gerektirdiğini söylemiyoruz. Fakat bu
mesele de pek kötüye kullanılmıştır. Burada dikkat edilecek bir nokta vardır ki o
düşünülürse, Hâricîler ve Mu'tezile bir yana bırakılmak şa r tıyle, gerçekten
yine fikir ayrılığı bulunmadığı ortaya çıkar. Ameli terketmek iki türlüdür:
Birisi cüz'î (kısmen) terk, diğeri küllî (tamamen) terk. Yani biri terk, biri de
terketmeyi alışkanlık edinmektir. Mesela bazan namaz kılmayan ile, namazı terketm e
yi alışkanlık haline getiren arasında büyük fark vardır.
Namaza imanı olan, onu vazife tanıyan kimsenin -insanlık hali- ara sıra bazı
üşengeçliğinin bulunabilmesi akla uygundur. Şu halde cüz'î terk küfür
olmayabilir. Fakat amelleri terki alışkanlık edinen, namaz kılmayı hiç hatırına
getirmiyen ömründe hiç kılmayan ve hatta kılmamaya azmetmiş bulunanların kıble
ehli (müslüman) olduklarına, Allah'a, Peygamber'e ve peygamberlere, Kur'ân'a ve
ahirete, farz olan vazifelere imanı bulunduğuna nasıl hükmedilebilir? Özetle iman,
tevhid tertibiyle bütün inanılacak şeylere bölünmez bir bağlılıkla uymak; küfür
de onlardan birinin bile olsun, bulunmamasıdır. Yani küfür için iman edilecek
şeylerin hiç birine inanmamak şart değildir. Birine veya bir kısmına inanmamak da k
üfürdür. İman, bir bütünlüğü gerektirir. Küfür ise onun tersi olduğundan, bir
kısmı inkâr ile vâki olur. Tamamının inkârına bağlı olmaz. İman ile küfür
sade zıt değil, birbirinin tersidirler. Ne toplanırlar, ne yükselirler; arada vasıta,
iki menzil arasın d a bir menzil (menzile beyne'l-menzileteyn) yoktur. Bir insan ya
kâfirdir, ya mümin. Fâsık (günahkâr) da işlediği suça göre bunlardan biridir.
İman ile küfür iki görüş açısından düşünülür. Birisi insanın yalnız Allah
Teâlâ'ya karşı vaziyeti. Diğeri de mümi n lere karşı vaziyetidir. Birincisinde
mümin, yalnız Allah Teâlâ'nın ilmini düşünerek imanını ve kendini ona göre
kontrol ve teftiş eder. Bu noktada hem içinden ve hem dışından sorumludur.
İkincisinde insanların ilmi ve onlara kendini ve ne şekilde tanıttığını ve ne gibi
muamele yaptığını ve onların ilmine karşı kendisinin ne gibi bir muameleye tabi
tutulması gerektiğini düşünerek, imanını ve kendini ona göre kontrol ve teftiş
eder. Çünkü İslâm imanının, bir Allah'ın hakları, bir de kulların hakları
yönü; bi r ferdî, bir de sosyal durumu vardır. "Allah'a, Peygamber'e kalbimde
imanım var." deyip de insanlara karşı hep küfür muamelesi yapmak İslâm
imanının şiarı değildir. Din ve imana muhtaç olan Allah değil, insanlardır.
Küfretmek, dilimizde kaba bir şekilde sö v mek mânâsında da âdet olmuştur ki, bu
Arapça'da yoktur. Fakat daha çok İstanbul dilinde, halk arasında yaygın olan bu
mânâ, esasında dinî mânâdan alınmıştır. Önceleri dine sövmek, imana sövmek,
ağıza bilmem ne yapmak gibi küfrü gerektiren söğmelere kullanılırken, biraz
genişletilmiştir. Bunun için "küfretmek" tabiriyle, "kâfir olmak"
tabiri arasında bir fark sezilir.
"İnzar" korkulu bir şeyden sakındırmak için bildirmek, yani "ilerde
şu fenalık var, sakın!" diye doğru yolu göstermek.
"Hatm", "tab" gibi basmak mânâsınadır. Ve "ketm" ile
de ilgilidir. " " ile geçişli kılındığı zaman üzerini mühürlemek, yani
bir şeyi veya içindekini sağlamlaştırmak için üzerine mühür veya damga basmak,
bir çıkını, bir odayı, bir
zarfı mühürlemek gibi. Bir de bir şeyi sona erdirmek anlamına gelir. Fakat bunda
gibi bizzat geçişli olur. Şu halde burada birinci mânâdan bir istiâredir.
"Kalp", yürek ve gönül mânâlarına gelir, yani "kalp" iki
mânâya kullanılır. Birisi göğsün sol tarafında, sol memenin altına doğru
konulmuş bir çeşit çam kozalağı şekline benzer bir durumda (sanavberiyyüşşekil)
ve bedendeki etlerin hiç birine benzemiyen, hem sinir ve hem kas dokularının
esaslarını toplayan belli bir et parçasıdır ki, atar ve toplar bütün damarların
köküdür. İçinde karı n cıkları ve kulakcıkları vardır. İnsanın aza ve
organları içinde kendi kendine hareket eden odur. Ruha ait iticilik ondan başlar. Bu,
motoru kendinde, kendi kendine açılıp kapanan bir tulumbadır. Kan dolaşımı buna
borçludur. Ve bununla beraber bu hareketin solunum ve akciğer hareketi ile de bir ilgisi
ve paralelliği vardır. Bu kalp, beden ilimlerinden olan Tıp ilminin ve doktorların
meşgul olduğu bedeni ve yeri belli olan kalptir. Buna biz dilimizde yürek tabir ederiz.
Nitekim mideye de kursak deriz, "kursa k aşını, yastık başını ister".
İkincisi, ruhanî, ilahî bir lütuf olan ve bütün şuur, vicdan, duygu ve
sezgilerimizin, düşünme kuvvetimizin kaynağı yani manevî âlemimizin merkezi
bulunan, yeri belli olmayan kalptir ki, "insan ruhu" da denilir. İnsanın asıl
g erçeği bu kalptir. İnsanın anlayışlı, bilgin ve arif olan bölünmez kısmı;
konuşulan, azarlanan, talepte bulunulan ve sorumlu olan özü budur. Bütün benliğimiz
öncelikle bundadır. Bunun için anlayan "ben", anlaşılan "ben"in
içindedir. Ben ruhuma, cismime, a k lıma, irademe bundan geçerim. Bu sanki ruhumuzun
bir gözüdür. Sezgi bunun bakışı, akıl bunun ruhu, irade bunun kuvvetidir. Bunu,
ruhumuzun kendisi şeklinde anlayanlar da çoktur. Dilimizde buna yine "kalp"
deriz. Yukarda "gönül" denildiğini de söylemiştik. Çünkü
"gönlümden geçti", "kalbimden geçti", "zihnimden
geçti", "aklımdan geçti" dediğimiz zaman hepsinde aynı mânâyı
kastederiz. Bununla beraber kalp ile gönlü ayırdığımız noktalar da vardır. Mesela
"kalbin çürük" deriz de, aynı mânâda "gönlün çürük" deme y
iz. Bazan yürek kelimesini de bu mânâda kullandığımız olur ki, "yürekli
adam", şecaatli ve kuvvetli kalbe sahip adam demektir. Şüphesiz mekansız olan bu
ruhanî kalbin bütün beden ve cisim olan kalp ile bir ilişkisi vardır. Fakat âlimler
ve filozoflar bu i l ginin şeklini, nasıllığını önceden ve bizzat bedenin hangi
noktasıyla ilgilendiğini tayin etmede hayrete düşmüşlerdir. Bu ilgi önce cisim olan
kalbe midir? Akıla mıdır? Bütün sinirlere midir? Bütün sinir ve kaslara mıdır?
Yoksa kalp ve şuur, damarlar, sin i rler, kaslar ve uzuvlariyle bedenin tek suretine
midir? Sonra bu ilgi, fizikî özelliklerin cisimlere, vasıfların vasıf sahiplerine
ilgisi gibi midir? Bir aleti kullananın, alete ilgisi gibi midir? Bir yerde oturanın, o
yere ilgisi gibi midir? Her ikisini i çine alarak bir kaptanın gemiyle ilgisi, bir
devlet başkanının memleketiyle ilgisi gibi midir? Özetle madde ile kuvvetin ilgisi
nedir? Ve sonra maddî kuvvetle, manevi kuvvetin ilgisi nedir? Bunlar, felsefecileri,
psikoloji ilmiyle uğraşanları yoran, hayre t ler içinde boğan noktalardır. Ancak
önceden olsun, sonradan olsun, önceden ve bizzat olsun, ikinci ve vasıtalı olsun,
yapıcılık yönünden olsun, kabiliyet cihetinden olsun, her halde bunun cisim olan kalp
ile de bir ilgisi olduğu açıktır. Hissî etkenlerde h areketin önemi büyük
olduğuna ve bütün tabiî etkenlerin harekete dönmesi çağımız fenninin en büyük
eğilimi bulunduğuna göre, bedenimizde, dışa ait hareketlerin izlenimlerinden
etkilenen ve onları alan aletlerimiz, açık duygularımız, sinirlerimiz, beynimiz
olmakla beraber bunların cereyanının, bedendeki kendi hareketimizin kıymetine borçlu
olduğu ve bu şahsî hareketin bizzat hareket eden bedene ait kalbde bulunup, ondan
başladığı ve bunun hastalığı durumunda hissî üzüntülerin, gizli kederlerin
ilgisinin de a çıkça görüldüğü yönden harekete başlayarak şuurun kaynağını
birleştirmiş olmak için, ruhanî kalbin ilk ilgisini de cisim olan kalbe bağlamak hem
tabiî, hem de -hemen her dilde denecek derecede- ikisinin de bir isim ile anılagelmiş
bulunmasından anlaşılan, genel bir fikir birliğine uygun olduğunda şüphe yoktur. Bu
durumu kabul etmemekte ısrar edenler olursa, onların, her iki ismin biri diğerinden
teşbih (benzetme) ve istiâre yoluyla alınmış olmasını, yani bedende cisim olan
kalbin yeri ne ise, ruhta da ruha n î kalbin yeri o gibi olduğunu düşünebilirler.
Akıl ile kalbin ilgisini de akıl kelimesine bırakalım. Kur'ân'da, Kur'ân
ilimlerinde, din ilminde, ahlâk ilminde, edebiyatta kalp denilince bu ikinci mânâ
kastedilir. "Temiz kalpli adam", "kör kalpli adam", "k a lbi
bozuk", "kalpsiz" gibi ifadelerde kalpten ne anlıyorsak, burada kalpten de
onu anlıyacağız ki, gaybe imanda, Allah'ı bilmede bu kalbi sezmenin, tanımanın
büyük önemi vardır. Her şeyi bu kalp ile duyup da bundan, bunun varlığının
şeklinden habersiz ola n lar, bunu düşünemiyenler, din hususunda puta tapıcılıktan,
göz önündeki cisimlere tapmaktan ileri geçemezler. Mühürlü kalpler işte onlardır.
"Ğışâve" perde demektir.
7-TEFSİR VE TE'VİL: Şüphesiz ki küfürleri tam ortaya çıkmış olanlar
kendilerini ha (Allah'ın azabından) korkutmuşsun, ha korkutmamışsın onlar için
aynıdır. iman etmezler. Fakat bu inzâr (korkutma) ve adem-i inzâr (korkutmama) senin
için aynı değildir, "senin için eşit" değil, "onlar için eşit"
dir. Zira sen görevini yapmış ve A llah'ın delilini göstermiş ve açıklamış
olursun, sevap senin, günah onların olur. O eşitliğin, iman etmediklerinin sebebine
gelince: Çünkü
yüce şân sahibi Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir.
Gerçeği kendiliklerinden sezip, düşünüp bulmaya, olmadığı halde dinleyip
işitmeye, güzel kabul göstermeye kabiliyet (yetenek)leri kalmamıştır. Aslî kalp
vardır fakat ilk yaratılıştaki sağlamlıklarını yitirmişler, kötü
alışkanlıklarıyla onu örten ikinci bir alışkanlık kazanmışlardır. Bu kazancı
da A l lah Teâlâ yerine getirmiştir. Artık onlar kendiliklerinden; kendi istek ve
arzularından, şahsî ve nefsî gayelerinden başka hiçbir şeye dönüp bakmazlar.
Gerçeği anlamak için yaratılmış olan o kalplerin bütün faaliyet ve yetenekleri
nefse ait arzularla boğu l muş, isterse gelecekteki menfaatleri adına olsun,
kendilerinden şimdiki isteklerinden başka gayba ait gerçeklere karşı inat ile
kaplanmışlar, onlar "Öğüt alacak olanın, öğüt alacağı kadar bir süre sizi
yaşatmadık mı?" (Fâtır, 35/37) âyeti gereğince All a h Teâlâ'nın verdiği
düşünme devresini tamamlamışlar ve artık küfür, onların tam ortaya çıkmış
kazançları, huyları ve ikinci yaratılışları olmuştur. Onlar ne hakikatı, kalp
gibi nefse ait delilleri, ne de Kur'ân gibi daima açık manevî ve aklî bir mucizeyi d
üşünürler ve hatta ne dinlerler, ne dinlemek isterler, bilmek işlerine gelmez,
bilseler de kabul etmezler. Bunlardan başka gözlerinin üzerinde de bir perde vardır...
Görülen âlemde, âlemin şekli, madenlerin oluşumu, bitkilerin ve hayvanların durumu,
an a tomi gibi gözle görülebilen doğru delilleri, bakmak isteseler bile göremezler,
çünkü o gözler perdelidir. Onları gaflet, şehvetler, kötülükler, bencillik
perdesi bürümüştür. Mesela her gün gökyüzüne bakar, o gönülün hoşlandığı
manzarayı görür de, şu yerde k i, şu bedendeki, şu küçücük gözün, küçücük
göz bebeğine uyan bir anlık ışık ile dışardan o kadar uzak ve geniş uzaklık ve
mesafe içindeki büyük dış manzaranın nasıl ve ne ile anlaşıldığını görmez ve
düşünmez. Acıktığı zaman ekmeğe koşar da, dışındaki ekmeği nasıl idrak
ettiğini ve ona nasıl ve ne sayede isabet ve uyum sağlayabildiğini düşünmez ve
görmez... Böylece onlar, gerçeği anlamak için şart olan kalp ve akıl, sağlam
duyular, haberi duyma denilen üç ilim sebebinin üçünden de mahrum bir haldedirler.
Görülüyor ki âyette "kulûb (kalbler) ile "ebsâr" (gözler) çoğul
ve aradaki "sem" (kulak) ise müfred (tekil) olarak getirilmiştir. Bunun
hakkında çeşitli görüşler söylenmiştir. Fakat bizim anladığımıza göre bunun
sebebi, imanda kalbe ait âyetler ve cihan a ait âyetler, düşünce ve görmeye ait
yolların çeşitli ve çok olmasıyle beraber, dinde duyma yolunun, naklî delilin bir,
yani "nübüvvet merkezi" olduğuna işarettir. Şurasının hatırlatılması
gerekir ki, Arapça'da "üzün" (kulak) ile "sem' ve sâmia' ",
"ayn" ile "basar" ve "basîre" pek güzel grup
laştırılmış
ve ayırt edilmişlerdir. Fakat Türkçemizde hem "üzün"e, hem
"sâmia"ya sadece kulak dediğimiz gibi, "ayn" ile "basar"ı
ayırmıyarak, ikisine de "göz" deriz. Halbuki cisim olan kulak işitende ve
sağırda, cisim olan göz bakar körde de vardır. Burada ruh ve cisim tahliline ihtiyaç
vardır. Ve bu eksikliği dilimizde Arapça ile tamamlamaya mecbur olmuşuzdur.
Kalp nasıl mühürlenir? Malum ya üzeri mühürlenmek; zarf, kap, örtü ve kapı
gibi şeylerde olur. İnsanların kalpleri de, ilimlerin ve bilgilerin zarfları ve
kapları gibidir. Ne kadar anlayışlarımız varsa orada saklıdır. Kulak da bir kapı
gibidir, duyulan şeyler oradan girer. Bilhassa geçmişteki, gelecekteki ve şimdiki
gaybla ilgili haberler, kitaplardaki kavr a mlar duyma yoluyla bilinir. Şu halde kalbin
mühürlenmesi, zarfın mühürlenmesine; kulağın mühürlenmesi, kapının
mühürlenmesine benzer. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hadislerinde şu meâlde
buyurmuştur ki: "Günah ilk defa yapıldığı zaman kalpte bir siyah nokt a yani
kara bir leke olur. Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfar ederse kalp yine parlar.
Etmez de günah tekrarlanırsa, o leke de artar, sonra arta arta bir dereceye gelir ki,
leke bir kılıf gibi bütün kalbi kaplar ki Mutaffifîn sûresinde "Hayır, on l
arın işleyip kazandıkları şeyler, kalplerinin üzerine pas tutmuştur."
(Mutaffifîn, 83/14) âyetindeki "rayn" da budur." Bu hadis gösteriyor ki,
günahlar devam ettikçe kalpleri bir kılıf gibi kaplar. İşte o zaman bu âyetinde
buyurulduğu gibi Allah tar a fından mühür ve baskı yapılır. O salgın leke o kalbe
basılıp tabedilir. Başlangıçta âharlı parlak bir yazı kağıdı üzerine
dökülmüş, silinmesi mümkün olan bir mürekkep gibiyken, bundan sonra matbû ve
silinmez bir hale gelir. Diğer bir deyişle, alışkanlıkla bir ikinci huy olur. Ne
silinir, ne çıkar ve o zaman ne iman yolu kalır, ne de küfürden kurtulmaya çare. Bu
mühürleme ve baskının kazanılması kuldan, yaratılması Allah'tandır. Şu halde
burada hatm (mühürleme)in Allah'a isnadı, aklî mecaz değil, Ehl-i sünn e t'in
anladığı gibi hakikattir ve cebir (zorlama) yoktur. Bu hadis ve âyet ahlâkta
alışkanlık meselesini ne güzel açıklar. Ahlâkın ve dinin kıymeti, devam ve
alışkanlıkta olduğunu ne güzel anlatır. Bu nokta terbiye meselesinin sırrıdır.
Dinî bakımdan bir g ü nahta ısrar etmekle etmemenin farkı da bundandır. Günahı
helal saymanın, haramı helal saymanın küfür olması da bununla ilgilidir. İman
meselesinde kâfirler için bu alışkanlığın sonucu, bu ikinci huy, bu sağlam meleke
ne ise, amel konusunda müminler için d e böyledir.
İyiliklere âdet edinmekle alışılır. Kötülükler de alışkanlık ile içinden
çıkılmaz bir ikinci huy olur. Hayatın akışı bu alışkanlığın kazanılması
demektir. İlk yaratılışta beşer iradesinin ilgisi yoktur. Fakat alışkanlıkta ilk
hissesi önemlidir. Bununla beraber bunun üzerine sonuç olarak yaratma yine
Allah'ındır. Şu halde bu meselelerde ilk yaratılış gibi zorlama yoktur. Aynı
zamanda insanın yaratıcılığı da yoktur, yalnız kazancı vardır. İnsan bir
taraftan yaratılmışı alır, diğer taraftan ya r atılacağı kazanır, onun kalbi,
Allah'ın yaratığı ve halkının (yaratmasının) güzergahıdır. İnsan asıl değil,
vekildir. Allah Teâlâ onlara başlangıçta kalp vermeseydi veyahut kendiliğinden
mühürlü olarak verseydi, o zaman zorlama olurdu. Halbuki âyet öyle d e miyor. Şu
halde bazı Avrupalıların yaptığı gibi bu âyetlerle cebir (zorlama) isnadına
kalkışmak, âyeti anlamamaktır. Yalnız Allah Teâlâ bu gibi kâfirlerin iman
etmiyeceklerini bildiği halde yine iman ile sorumlu tutmuştur. Halbuki Allah'ın ilminin
tersine bir şey olmayacağından dolayı, "bu iman, üstesinden gelinemiyecek bir
iman değil midir?" sorusu sorulmuştur. Fakat bunu da şöyle anlamak gerekir: Bu
teklif ilk yaratılışa göre güç yetmiyecek değildir ve onun için yapılmıştır.
Gerçi ikinci huya göre güç ye t mezdir. Fakat onun için yapılmamış, sadece
bilinmiştir.
Kur'ân'ın hikmeti ve İslâmî esaslara göre ilimde zorlama fiili yoktur. Bundan,
"aklî zaruret yoktur" diye de bahsederler. Cebir (zorlama) ve icâb (gerekli
kılma), iradenin ve yaratmanın eseridir. Allah'ın, önden veya sondan bir şeyi
bilmesi, onu yapması ve yaptırması demek değildir. Ne bilen yapmaya mecburdur, ne de
bilinen yapılmaya mecburdur. İsteğin fiile çıkması bile kudret (güç)e, güçle
beraber bir de yaratmaya bağlıdır. Bunun içindir ki biz, kendimizde iradeye
bağlanmayan ilimler ve hatta güç bulunduğu halde bile fiile çıkmamış nice iradeler
buluruz. Bütün bunlar bize gösterir ki bilmek, istemek, güç, yaratma bir grup
sıfatlardır. Bundan dolayı Allah Teâlâ'nın bilmiş olması da zorla yaptırmış
olması demek değildir. Ve Allah Teâlâ mühürü, ikinci huyu kulun istemesinden ve
bahsettiği gücünden sonra yaratmıştır ve anılan teklif nihayet geçici ve
değişken bir şekilde güç yetmez olmuştur. Bu ise hem mümkün ve hem olagelendir. Ve
öyle olması yakışı r. Özetle kader, zorlama değildir. Bunlar, Allah bildiği için
kâfir olmamış, kâfir olduklarından ve olacaklarından dolayı Allah öyle bilmiş,
öyle takdir etmiştir. Yanılmayanın takdirinin mânâsı düşünülürse, bu pek kolay
anlaşılır.
Bunlar için kurtuluş da yok, büyük bir azab vardır. Çünkü bunlarda, yukarda
anlatılan iman ve ahirete şeksiz inanma yoktur. Allah, Allah'ın kitabı, peygamber,
ahiret denildikçe o mühürlü kalpler kıvranır, çarpınır, o mühürlü kulaklar
uğuldar, o perdeli gözler depreni r etrafa yalpa vurur.
Öldükten sonra da cehennem azabını boylarlar. Bunun genişçe açıklamasını da
ilerde görürsünüz.
NÜZUL (İNİŞ) SEBEBİ: İbn Abbas hazretlerinden birkaç yol ile elde edilen
rivayetin özeti meâlen şudur: Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bütün insanların iman
etmesini ve Allah'ın doğru yoluna uymalarını çok arzu ederdi. Medine'ye şeref
vermelerinden sonra da etrafındaki yahudi ve yahudi reisleri bile bile çıfıtlık
ediyorlar, inkâr ve olumsuzlukta ileri gidiyorlardı. Bunun üzerine Cenabı Alla h, bir
taraftan ilk anışta, ilm-i ezelî (ezelî bilgi)de herkesin iman ve saadetinin karara
bağlanmış olmadığını, bazı kalplerin takdir edilmiş olan iman kâbiliyeti
devresinden istifade edemiyerek kapanacağı da Allah katında takdir ile bilinmiş
bulunduğunu v e ilâhî ilmin şaşmayacağını haber vermiş, bildirmiş ve teselli
eylemiş; bir taraftan da onları azarlamış ve tekdir etmiştir. Ve bu şekilde Bakara
sûresinin başından yüz âyetin, yahudi haberleri ile, Evs ve Hazrec kabilesinin
münafıklarından birtakım kimse l er hakkında indiği ve İbnü Abbas (r.a.)
hazretlerinin bunları isimleriyle, şahıslariyle, nesebleriyle naklettiği rivayet
olunmuştur. Rabî' b. Enes'den vâki olan rivayette de bu iki âyetin nüzulü
"toplulukların önderleri" ve özellikle Bedir harbinde öldü r ülenler ile
ilgili olduğu söylenmiştir. Gerçi nüzul sebebinin özelliği, hükmün genelliğine
engel değilse de, bu âyetteki "küfredenler"den genel kapsamı ile mutlaka
kâfirler kastedilmediği de görünen deliller ve diğer karineler ile bilinmektedir. Bu
cümle d en olarak bundan önce âyetlerinde her türlü şirk ve küfürden imânâ
geçenler de dahil bulunuyordu. Ve bunların iniş sebepleri de onlar olmuştu. Buna göre
başlangıçta kâfirler iki kısımdır. Bir kısmı kalpleri mühürlenmiş olanlardır,
bunlar iman etmezler. D iğer kısmı ise henüz öyle değildirler. Sonra müslüman
olurlar ve hatta ümmetin seçkinlerinden ve etkıyâ (Allah'tan son derece korkanlar)dan
olurlar. Şu halde sözün gelişi ve öncesi karinesi ile doğruya uygunluğundan tahsis
edilmiş, fakat yalnız nüzul se b eplerine mahsus zannedilmemelidir. Meâl bakımından
mukayyed kuvvetindedir. Bunun için yukarda yalnız küfredenler, "bir defa
küfretmiş bulunanlar" diye değil, "küfürleri ortaya çıkıp yerleşmiş
olanlar" diye açıklama yapılmıştır. Böyle kâfirler yine olabili r.
Buraya kadar iki zıt olan düşünce halindeki veya gerçekteki iman ile küfre göre
insanlar, aralarında vasıta bulunmayan iki karşıt kısma ayrılmıştır. Bundan sonra
da ikinci taksimde kâfirlerin en zararlı cinsi olan ve küfür ile iman arasında
dolaşır gibi görünen münafıklar vasıflandırılacaktır ki, öncekilere
"inatçı kâfirler", bunlara da ilmen veya amelen "şüpheci
kâfirler" diyebiliriz.
Bunlar ayrı bir kıssa ile kâfirlerin kıssasına bağlı olarak açıklanıyor.
Fakat mü'minler hakkında dört âyet; sözleri ve fiilleri bir olan belli kâfirler
hakkında ancak iki âyet indirildiği halde, sözleri fiillerine benzemiyen bu
münafıklar hakkında on üç âyet indirilmiş ve bu şekilde kâfirler sınıfının
âyetleri on beşe ulaşmıştır. Ve bütün bunlar, ilk önce Allah'ın Res u lünü,
ikinci olarak da mü'minleri irşad içindir.
Meâl-i Şerifi
8- İnsanlardan öyleleri de vardır ki, inanmadıkları halde, "Allah'a ve ahiret
gününe inandık." derler.
9- Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki sırf kendilerini
aldatırlar da farkına varmazlar.
10- Kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını arttırmıştır.
Yalan söylemelerine karşılık onlara elem verici bir azab vardır.
11- Hem onlara: "Yeryüzünde fesat çıkarmayın." denildiğinde: "Biz
ancak ısla h edicileriz." derler.
12- İyi bilin ki, onlar ortalığı bozanların ta kendileridir, fakat anlamazlar.
13- Onlara: "İnsanların (müslümanların) inandığı gibi inanın."
denilince, "Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?" derler.
İyi bilin ki, asıl beyinsiz kendileridir fakat bilmezler.
14- Onlar iman edenlere rastladıkları zaman: "İnandık" derler. Fakat
şeytanlarıyle yalnız kaldıkları zaman: "Biz, sizinle beraberiz, biz sadece
(onlarla) alay ediyoruz." derler.
15- (Asıl) Allah onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde serserice
dolaşmalarına mühlet verir.
16- İşte onlar o kimselerdir ki, hidayet karşılığında sapıklığı satın
aldılar da, ticaretleri kâr etmedi, doğru yolu da bulamadılar.
17- Onların durumu, bir ateş yakanın durumu gibidir. (Ateş) çevresini aydınlatır
aydınlatmaz Allah onların (gözlerinin) nurlarını giderdi ve onları karanlıklar
içinde bıraktı, artık görmezler.
18- (Onlar) sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık (hakka) dönmezler.
19- Yahut (o nların durumu), gökten boşanan, içinde karanlıklar, gök gürlemesi
ve şimşek(ler) bulunan bir yağmur(a tutulmuşun hali) gibidir. Yıldırımlardan ölmek
korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa Allah, inkârcıları tamamen
kuşatmıştır.
20- O şimşek nerdeyse gözlerini (n nûrunu) kapıverecek. Önlerini aydınlattımı
ışığında yürürler, karanlık üzerlerine çöktümü de dikilip kalırlar. Allah
dilemiş olsaydı işitmelerini, görmelerini de alıverirdi. Şüphesiz Allah her şeye
kâdirdir.
8-NÜZUL SEBEBİ: Bu âyetlerin Medine ve civarındaki birtakım münafıklar hakkında
inmiş olmasında fikir birliği vardır. Rivayet edildiğine göre bunlar Evs ve Hazrec
kabilelerine mensup bazı kimselerle, onlarla birlikte olanlardır ki, başkanları
Abdullah b. Übeyy b. Selûl'dür. Peygamberimizin ensarı (yardımcıları, dostları)
olan Evs ve Hazrec kabileleri o zaman Yesrib denilen Medine'nin en esaslı unsuru idiler
ki, ikisine birden "ma'şeri Hazrec" (Hazrec topluluğu) de denilirdi. Bunlardan
başka Medine yakınlarında Kurayza, Benî Nadîr, Benî Kaynuka gibi yahudi kabileleri
vardı. Medine içinde oturan yahudiler de bulunuyordu. Büyük bir peygamberin gelmek
üzere bulunduğu yahudi bilginleri arasında söyleniyor ve Medine halkı arasına
yayılıyordu. Yahudiler, Hz. Musa'nın "bana
benzer pe ygamber" dediği peygamberi, o peygamberi Arapça "en-Nebî,
er-Resul" ismiyle bekliyorlardı. Ve tahminlere göre bunun zamanı geldiğini
seziyorlardı. Fakat bunu kendilerinden bekliyorlardı. O sırada Abdullah b. Übeyy de
kendini Evs ve Hazrec içinde Yesrib kr a llığına aday gibi görüyordu. İçerde ve
dışarda bu durumlardan, Allah Teâlâ'nın hikmetiyle en önce uyanan Evs ve Hazrec
oldu. Hac mevsiminde Mekke'ye gidip "ilk akabe"de on iki, ertesi sene
"ikinci akabe"de yetmiş kişi Hz. Peygamber'e biat ettiler, onun "e n
sar"ı (yardımcıları) olmaya başladılar, Allah'a ortak koşmaktan kurtulup gaybe
iman ettiler. Hatta birçokları Hz. Peygamber'i görmeden iman ettiler. En sonra da
Peygamber Efendimiz hicret ettiler. Yesrib "d... devamı... (3. sayfa)