1. sayfa -
2. sayfa -
3. sayfa -
4. sayfa -
5. sayfa -
6. sayfa -
7. sayfa -
8. sayfa -
9. sayfa -
10. sayfa -
11. sayfa -
12. sayfa -
13. sayfa -
14. sayfa -
15. sayfa -
16. sayfa -
17. sayfa -
18. sayfa -
19. sayfa -
20. sayfa -
21. sayfa -
22. sayfa -
23. sayfa -
(19. sayfa)
çevrilmesi için
mutlak yakınlığa ulaşan tevhid önderi olarak en mükemmel sistem üzere bir
peygamberler zinciri mevcuttur. Dikkat çekicidir ki İsa'nın fıkrasını bir taraftan
geri bırakıyor, bu bakımdan derecelere yakın gösterilerek değe r i yükseltiliyor.
Diğer taraftan, "sahib-i derecât" (üstün dereceler sahibi) ile
karışıklık olmaması için ile, ta yukardaki cümlesine atfolunuyor da diye ya
atfolunmuyor, bu şekilde "sahib-i derecât" (Hz. Peygamber)e değil, genel
olarak peygamberler zü m resine bağlanıyor. Bir de annesine nisbet edilerek ismi
açıktan söyleniyor ki bunlarda, hem İsrailoğullarının çirkin suçlamalarının tam
tersine davranma, hem de ona "ilâh" ve "Allah'ın oğlu" diyen
hıristiyanların iftiralarına açık bir red vardır. Ve aynı z amanda bu atıf
şekliyle, İsa'nın "sahib-i derecat" (Hz. Peygamber)tan zaman açısından
önce olduğuna da işaret olunmuştur. Bundan başka bu peygamberler topluluğunun elde
ettikleri makâmların ve derece derece üstünlüklerin, kendilerinde kendiliklerinden ve
ç alışarak elde etme olmayıp sırf Allah vergisi olduğu, iyice anlatılmak için, biz
üstün kıldık Allah konuştu, yükseltti biz verdik, biz destekledik buyrulmuş ve
bununla hem peygamberliğin anlamı açıklanmış, hem de bu konuda ifrat (aşırılık)
veya t efrit (ihmalkârlık) ile şirk çukuruna düşülmemesi hatırlatılmıştır ki,
âyetin daha sonra gelen ifadesi bu nokta üzerinde duracak ve sonu da Âyetu'l-kürsi ile
gerçek açıklığa kavuşturulacaktır. Kısacası peygamberler topluluğu, peygamber
olmakta bir ve aynı, çeşitli üstünlüklerle üstün kılınmış
olarak özel makamları ile yüksek ve muntazam, düzgün bir topluluk oluştururlar.
Bu arada üçü özellikle dikkat çekicidir; ikisi yan, birisi orta ve merkezdir. Bir
yanda Kelîmullah (Hz. Musa), bir yanda da İsa, Ruhullah vardır. Ortada kendisi tam
olarak belli olduğundan dolayı ismini açıklamaya gerek olmayan belli birisi
konulmuştur ki, diğerlerinin birçok derece üstünde yüksek bir Makâm-ı Mahmud'u
elde etmiştir. Bu noktada Cenab-ı Allah, habibini kendini beğene r ek övünmekten ve
böbürlenmekten korumak için, İsa'dan önce ve Musa'dan daha yüksek birine ve mesela
Hz. İbrahim'e işaret eder gibi, "bazısını da birçok derecelerle daha
yükseklere çıkardı." diye şereflendirmiş de, "O da sensin ey
Muhammed" diye açıkça be l irtmemiştir, fakat açıkça söylemekten daha beliğ
(belâgatlı) belirleme takısı ile (ahd) iltifat göstermiştir. Edebî sanatlarda
(belâgatta) bu çeşit açıklamanın bir çok örnekleri vardır. Nitekim Arap
şairlerinden Hutey'e'ye: "En yüksek şair kimdir?" diye s o rulduğu zaman,
Züheyr'i ve Nâbiğa'yı söylemiş de isteseydim üçüncüyü söylerdim demiş ve
bununla kendini kastetmiştir ki, eğer, "Kendimi söylerdim." demiş olsa idi
büyüklüğü olmazdı. Âlemlerin Rabbı olan Yüce Allah, burada peygamberlerin en
üstününe bu çeş i t açıklama ile makâmını bildirmiştir. Bunun için Allah'ın
habibi Hz. Peygammer, "Ben âdem oğullarının efendisiyim, fakat böbürlenme ve
övünme yok." hadisi şerifi ile, bu gerçeği açıkladığı gibi, hem bu nükteye
hem de, "Allahın peygamberlerinden hiçbirin i ayırmayız." (Bakara, 2/285)
âyetindeki peygamberlerinin eşit tutulması şeklindeki iman fıkrasına işaret için,
"Beni Yunus b. Metta'dan üstün tutmayın. Yani ben de peygamberim, o da
peygamber." buyurmuştur. Şu halde Peygamberlerin isimlerini söyleyer e k üstün
tutmaya kalkışmamak, iman terbiyesi gereğidir. İbnü Abbas (r.a.)in şöyle dediği
rivayet edilmiştir: Biz mescidde peygamberlerin üstünlüğünü konuşuyorduk, Nuh'u
uzun ibadeti ile, İbrahim'i dostluğu ile, Musa'yı Allah'ın kendisi ile konuşma
fırsatı v ermesi ile, İsa'yı göğe yükseltilmesi ile andık. Fakat Resulullah
hepsinden üstündür, bütün insanlara gönderilmiş, önü sonu bağışlanmıştır,
peygamberlerin sonuncusudur. dedik. Derken Resulullah (s.a.v.) geliverdi. "Neden söz
etmektesiniz?" dedi. Biz de sö y ledik. "Hiçbir kimseye Yahya b. Zekeriya'dan
hayırlı olmak gerekmez." buyurdu. Ve onun hiçbir şekilde günah işlemediğini ve
niyyet de etmediğini söyledi." phe yok ki bütün peygamberler arasında Musa ile
İsa'nın özellikle adlarının anılması bu iki peygambe rin mertebelerinin
büyüklüğüne dikkat çekmedir. Bu ise, bunların derece derece üzerinde
gösterilen Resulullah'ın mertebesinin yüksekliğine başka bir delil teşkil eder.
Zikrettiğimiz hadisi şerifler de bu mükemmelliğin ortaya çıktığı nezih
ifadelerdir. Yâ Rab! Bizi de bu günahkârların şefaatçısının şefaati ile arzusuna
ulaşanlardan eyle.
Şimdi bu ifadenin mânâsı şuna varıyor: İşte peygamberlerin makâmları, bu
arada sen de makâmını anla ve ona göre vazifeni yerine getir. Fakat şunu bilmeli ki,
bu çeşitli üstünlükler ve yüksek dereceler sırf Allah vergisidir. Bu yükseklik
kendi şahıslarında aslında var olan bir özellik değil, ilâhî ihsan ile elde
ettikleri ilâhî bir bağıştır. Bunları Allah vermiş ve kendilerini Allah
göndermiştir. Asıl peygamberlik görevi, ilâhî emirlerin bildirilmesi ve yerine
getirilmesine vekâlettir. Peygamberler ancak ilâhî emri temsil ederler. Özel
üstünlükleri, kişisel iradeleri ve vekâletleri, ilâhî emirde yok olmuştur. Onlar
kayıtsız ve şartsız kendi dilediklerini yapamazlar. Bizzat kayıtsız şartsız ve
mutlak bir iradeye sahip ve bütün olaylara hakim, vücudu zatının gereği zat ve
sıfatı ile ezeli olan, mutlak irade sahibi, yaratıcı ve yoktan var edici değildirler.
Ne Musa'nın yüce Allah ile konuşmuş olması, ne İsa'nın çocuk iken beşi k te
konuşmuş olması, ve Allah tarafından bir ruh olması ve hatta, bunların derece derece
üstünde olan Resulullah'ın makâmı, peygamber olma yakınlığının sınırından
çıkıp rablık sınırına giremez. Asıl irade Allah'ındır. Allah murad etmeyince
hiçbir şey yapam a zlar, görmez misin, Allah kesinlikle dilemiş olsaydı, bu
peygamberlerden sonra ümmetleri, kendilerine bu kadar hak deliller geldikten sonra,
birbirlerinin kanına girmezler, savaş etmezlerdi. Peygamberlerini tasdik ve ilâhî emri
açık olarak beyan eden n asların gereği ile amel eder, kardeş olurlar da onlara
aykırı hakeret edemezlerdi. Özellikle Musa'dan sonra, ne İsrailoğulları birbiri ile
boğuşurdu, ne de peygamberlerin kanına girip, İsa'dan sonra hıristiyanlarla
döğüşürdü. Hele İsa'nın delillerinden so n ra hıristiyanlar ne kendi aralarında,
ne diğer milletler ile hiçbir savaş etmemeleri gerekirdi. Çünkü onlara: "Bir
yanağına tokat vurana öbür yanağını da çeviriver." diyen İsa'nın ifadesi,
saldırıya bile karşılık vermekten yasaklama emrinde ne kadar samim i ve ne kadar
açıktı. Bundan sonra hıristiyanlıkta her ne sebeble olursa olsun, birinin kanına
girmek değil, hatta kimseye el kaldırmamak, hiç savaş yapmamak gerekmiyor muydu?
Onlara savaş yapmak haramdı. Fakat böyle olmadı, ihtilâf ettiler, çeşitli fırka l
ara milletlere ayrıldılar da kimi iman etti, peygamberlerin dinini benimsedi; kimi de
yüz çevirip, kâfir
oldu, olabildiğince birbirlerinin kanına girdiler. Nice savaşlar yaptılar ve hâla
yapıyorlar. O peygamberlerden ve o delillerden sonra da bunlar olabildi. Hak söz,
emirleri tebliğ ve peygamberlerin bunları yerine getirmeye yönelik kişisel iradeleri,
bu ihtilâf, inkârı ve aykırı davranmayı imkânsız hale getirmedi, kaldırmadı;
halbuki Allah dileseydi bunlar olamazdı. Demek ki her ilâhî emir, aksine h a reket etme
imkânını ortadan kaldırmaz, her emir aykırı davranmayı ortadan kaldırmayı irade
eden tekvinî bir emir, zorlayan bir irade değildir. Eğer böyle olsaydı, aykırı
davranmanın olmamasına ilâhî irade karışmış bulunur, Allah'ın peygamberlerine ve
açık l adığı emre dair açıklamalarına karşı inkâr ve aykırı davranmak
mümkün olamazdı. Oysa, gerçek böyle değildir. Demek ki Allah ihtilafın mutlak
olarak meydana gelmemesini dilememiştir. Dikkat olunursa peygamberlerin, birbirlerine
üstün tutulması, esasta bir o lmak üzere, bir çeşitleme ifade eder ki, bu
çeşitleme bizzat yüce Allah'ın iradesidir. Bunlarla çeşitli milletlerin meydana
gelmesi de yüce Allah'ın iradesidir. Bu az çok bir ihtilâf anlamını içerir. İşte
bu çeşitleme, genel bir ihtilâf gerektirmemek için, bunları derece derece
birleştirecek daha yüksek peygamberler ve hepsinin üstünde herkese gönderilen
"sahib-i derecât" (yüksek derecelere sahip bir peygamber) gönderilmiştir ki,
bu şekilde milletler çeşit çeşit ve bir çok olmakla birlikte, mutlak bir tevh i di,
(birliği) elde etsinler. Demek ki tevhid emri, tam olarak ihtilafa engel olmadığı
gibi, muhalefet imkânını da ortadan kaldırmış değildir. Ve bunların hepsi ilâhî
irade iledir. Çünkü ilâhî irade olmasa idi, hiçbir şey olamazdı. Şu halde
iradenin kapsa m ı emrin kapsamından, hakkın kapsamı da hayrın kapsamından daha
geneldir. Teklifî emir, zorlayan iradeyi değil, hayrı ve rızayı hedefler. Meydana
gelme ve gelmeme ise mutlak iradeye ve yaratma işine bağlıdır. Görülüyor ki ilmî
olarak belli olma, aklen vaci p olma ve yalnız teşri ifade eden emir, herkesin kişisel
iradesi, yapmanın veya yapmamanın tam sebebi değildir. Ne kadar kesin ve açık olursa
olsun mücerred emir, sırf ilim; ne kadar açık ve isabetli yerinde bulunursa bulunsun,
sadece irşadlar ve fikir yön ü nden aydınlatmalar, isterse peygamberlerden gelsin
herkesin kişisel iradeleri, herkesi kötülükten, isyandan, tecavüzden, inkârdan,
ihtilâftan engellemeye ve aralarında çarpışma ve savaşı kaldırmaya yeterli sebeb
değildir. Herşeyde olduğu gibi bu hususta a s ıl etkili sebeb ve tam neden bizzat
ilâhî irade ve yaratma emridir. Madem ki bu kadar açıklamalardan ve bu kadar ilmî
ilerlemelerden sonra Allah'ın teklifî emirlerine ve peygamberlerine karşı ihtilâf ve
ümmetler arasında çarpışma ve savaş yine meydana gel m iş ve gelmektedir; o halde
hepsi mümin olsun, ihtilaf ve savaş mümkün olmasın diye ilâhî irade taalluk
etmemiştir.
Gerçi Allah dilemiş olsaydı ümmetler hiçbir zaman iman ve inkar ile birbirlerinden
farklı oldukları halde bile birbirlerinin kanına girmezlerdi, giremezlerdi. Allah
savaş olmamasını dilemiş olsaydı, bazı durumlarda yaptığı gibi, onu yapacak
insanlara irade ve kudret vermez veya irade ve kudretlerini hükümsüz bırakır da
hepsini zorla ve mecburen barışa ve anlaşmaya sevk eyler, çarpışma v e savaşa dair
hiçbir hareket yaptırmaz ve o zaman bunlar üzerinde cebriye mezhebi cereyan eder ve
fiillerinde hür değil, mecbur ve zorlanmış olurlardı. Ve o zaman Allah'ın,
dilediğini yapan (fail-i muhtar) olduğu da bilinmezdi. Fakat öyle değil, All a h ne
dilerse yapar, dilediğine koruma, dilediğine yenilgi verir. Mutlak irade O'nun, tam
tercih O'nun, mutlak kudret O'nundur. İradesini durduracak hiçbir kudret yoktur,
kudretine karşı koyacak hiç bir şey düşünülemez. O hiçbir hususta mecbur değil,
tam m â nâsı ile fiillerinde hürdür ve her tercihi hikmettir. Genel olarak
yarattıklarında sırf eşitlik ve benzerlik irade etmemiş, eşitlik içinde üstünlük
ve çeşitlilik, çokluk içinde "birlik" murad etmiş ve insanlarda mutlak
zorlama istememiş, teklif (mükellef k ılma) murad eylemiştir. Dolayısı ile
çarpışma imkânını ortadan kaldırmamış; aksine bunun varlığını takdir
buyurmuş ve peygamberlerin makâmlarında görüldüğü üzere, çeşitlilik içinde
birlik, emreylemiştir. Bunun için iradeye göre ihtilaf ve çarpışma durumu m eydana
gelmiştir ve bunun hayır yönü de vardır, kötülük ciheti de. İkisi de Hakk'ın
irdesinin dışında olmamakla birlikte, emir ve Allah'ın rızası hayır yönündedir.
Bu suretle mümkün ve meydana gelmiş bir iş olan ihtilaf ve savaşın kötülüğünü,
fesadını sav m ak ve gidermek, saldırgan veya saldırıya hazır, hak ve tevhid
düşmanlarının tecavüzden engellenmesi için Allah yolunda cihad, büyük bir hayır
ve ilâhî emir ile müminlere bir farz olmuştur. Şu halde cihaddan Allah'ın muradı,
çeşit çeşit olma ve ihtilafın m u tlak olarak ortadan kaldırılması değil, inkâr
ve muhalefeti mağlup ederek ve yenerek, çeşitli ve muhtelif insanlar üzerinde Hakk'ın
emrini galip kılmak, Hakk'ın tevhidine, genel barışa aykırı ihtilaflara ve
tecavüzlere karşı Hakk'ın hakimiyetini sağlamaktır. Tekvin (yaratma) konusunda
savaş nasıl yer alan bir emir ise, teşri (kanun koyma) ve teklif (mükellef kılma)
konusunda da cihad verilmiş bir emirdir. Ve artık cihadın hakkın delillerinden fiilî
bir delil olduğunda şüpheye yer yoktur. Diğer delilleri di n lemeyen ve hiçbir söz
(ahid) tanımayan kâfirlere, azgınlara, zalimlere bu fiilî delil uygulanır. Fakat
bunun uygulanması için yukarlarda da hatırlatıldığı üzere daha önce bir farzoluş
vardır:
254- Ey Allah'a ve bütün peygamberlerine iman ede n Muhammed ümmeti! (İbn Kesir,
Ebu Amr, Yakup kırâetlerinde 'nın ve "ta"ların tenvinsiz üstün
okunması ile okunur. Bir kıyamet günü gelecek ki onda ne alım satım, fidye ve
mübadele (değişme), ne dostluk, ne şefaat hiçbiri bulunmayacak o gün gelmeden önce
alım-satım yapmak, Allah için kardeşlik ve dostluk sağlamak, şefaatçı ve
yardımcı bulmak mümkün olan dünyadaki günlerde gerekli hazırlıkları yapmak üzere
size herhangi bir sebeble bölüştürdüğümüz mallardan Allah yolunda nafakalar
veriniz. Yani m allarınızın üzerinize farz olan haklarını eda etmek için
zekâtlarınızı yerli yerine harcayınız, kâfirler gibi mallarınızı keyiflere,
arzulara göre harcamayınız ve boşuna telef etmeyiniz veya farz olan hakları gizleyip
de kendinizi cezaya uğratmayınız, unutmayınız ki Allah'a, peygamberlerine ve
dehşetli güne ve bu emirlere iman etmeyen o kâfirler hep zalimdirler. Hakk'ın emrine
bakmaz, hakkı yerli yerine koymaz, ilâhî sınırları aşarlar, neye güçleri yeterse
çiğnerler, mücerred (soyut) delilleri dinl e mezler, fiilen bir engelle
karşılaşmadıkça hak-hukuk gözetmez saldırırlar, verilen sözleri mi bozmazlar,
canlar mı yakmazlar, ırzlara mı geçmezler, gönüllerinin hükmettiği kadar vergiler
mi almazlar, ibadethaneleri, hayır kurumlarını tahrib mi etmezler kı s acası fiili
bir direniş görmedikçe her haksızlığı yaparlar. Siz ise haksızlığın, inkârın
ve zulmün giderilmesi ile görevlisiniz. Öyle ittifaklarla, bunlara karşı gereken
savunma ve karşı koymayı hazırlamalısınız. Bunu yapmayanlar kendilerini ilâhî
ceza il e yüzyüze getirirler. Ceza gününden korunmazlar da nihayet zulmü kendilerine
yapmış olurlar. O gün herhalde gelecek, o kâfirler o zaman alışveriş ile fidye ve
mübadele ile hiçbir iş göremeyecekler; ne dostları bulunacak, ne şefaat edenleri.
Tapınıp sakladı k ları ve Allah yolunda harcamadıkları altınlar, gümüşler
ateşten damga olacak, alınlarını, böğürlerini dağlayacaktır. "Allah'a saygı
duyup kötülükten sakınanlar müstesna olmak üzere (dünyada iken kötülükte) dost
olanlar o gün birbirlerine düşman kesilir l er." (Zuhruf, 43/67) âyetinin
delâletince o gün bütün dostlar birbirlerine düşman kesilecek, şefaat kapıları
kapanacak, bu felâketlerden ancak iman edip görevini yapan ve önceden korunan
müttakiler müstesna olacaklardır. Bu bakımdan bu mertebe takvayı (k o runmayı) elde
etmek ve felâketten sakınmak için müminler o gün gelmeden önce görevlerini
yapmalı; Allah yolunda harcamalar yapmalı, seve seve zekatlarını vermeli,
kardeşliklerini güçlendirmeli, toplumlarını düzene koyarak hazırlanmalı, uyumayıp
uyanık bul u nmalı, kâfirler gibi Allah'ın emrine aykırı davranıp da kendilerine
yazık etmemelidirler. Bakınız Allah nasıl bir Allah'tır:
255- Allah o biricik hak mabuddur ki, gerçekte ondan başka hak mabûd yoktur,
çünkyok olmaktan ve ölümlü olmaktan uzak, hayy ve kayyûm (diri ve bütün kâinatın
idaresini bizzat yürüten) ancak O'dur. Ezelden ebediyete (sonsuza) kadar bütün hayat
ve ebedilik O'nun zatı ile zatından dolayı kaim, vâcibülvücuttur, (varlığı
zatının gereğidir) ve her an tüm varlık âlemini idare e d en ve herşeyi ayakta
tutan ancak O'dur. O olmasaydı ne hayattan eser olurdu, ne de varlık âleminden. ilâhî
hayat, ilim ve iradenin başlangıcı olan ezeli bir sıfattır.
KAYYÛM: Kıyamdan "Fey'ul" vezninde (kalıbında) bir mübalağa kipidir ki,
kendi kaim, diğerleri mukim (ayakta tutan) ve mukavvim (yöneten) demektir. Ve bunda
eşyanın ayakta durmasının ilâhî kıyamda fani olduğuna lafzında bir ima (işaret)
vardır. İbni Sina bunun vâcibü'l-vücud kavramına eşit olduğunu söylemiş ise de,
buna vâcibü'l-vücud k avramının, kendinden başka, ondan ayrılmaz bir kavramı olan,
külli mucid (herşeyi yoktan var eden) külli müdebbir (herşeyi idare eden, yöneten)
gibi diğer kemal kavramlarının hepsi de anlam itibariyle dahildir. Âyetin devamı
bunun açıklamasıdır. Ve bu isi m lerin "İsm-i A 'zam" olduğu da
söylenmiştir. O öyle bir hayy ve kayyumdur ki, O'nu ne gaflet basar, ne uyku; daima
âlim, daima habir (her şeyden haberli)dir. Göklerde ve yerde, yukarılarda, aşağıda
ne varsa O'nun; görünür, görünmez, bütün varlık O'nun m ülküdür. Tüm sebeb O,
tüm gaye O, herşeyin maliki olan O; Allah'ın mülkü olan bu yaratıklardan kimin haddi
ki Allah'ın izni olmaksızın yüce huzurunda şefaat edebilsin, bu halde hangi
budaladır ki Allah'ın emri olmadan bunların birinden şefaat dilenebils i n. Çünkü
Allah yukarıların aşağıların, önlerindekini ve arkalarındakini, geçmişlerini,
geleceklerini bildiklerini ve bilmediklerini bilir, O'nun ilminden gizli hiçbir şey
yoktur. Bunlar ise O'nun bildiklerinden hiçbirini bilemezler. Ancak dilediği k a
darını kavrayabilirler. Bu bakımdan bizzat O'nun izni ve emri olmadıkça herkes
başından korkmadan nasıl şefaate kalkabilir. Herhangi bir şeyde ister bir parça
tasarrufa kimin yetkisi olabilir. Ancak bu, O'nun iznini ve emrini almış sevgililerinden
olabili r. Bilindiği üzere şefaat hürmete layık birinin kendinden düşük bir
diğeri hesabına rica ve yakarma ile yardım ederek O'na katılması demektir ki, bu bir
bilinmezi bildirmek veya bir isteği ortaya çıkarma ile bir beraberlik anlamını
kapsar. Bunu da kendini v e kıymetini bilen ve şefaat olunan kimseye şefaat istenenden
daha çok bir ilişkisi bulunan ve zarar getirmeyeceğinden emin olan kimseler yapabilir.
Oysa Allah'ın
mülkü olan şu yaratıklardan herhangi biri ile Allah'tan daha çok birlikte
bulunmaya ve O'na bilgiçlik satmaya ve ilerisini gerisini tamamen idrak etmeden ve
önünü ardını hesap etmeden ilâhî huzurda kendine bir mertebe verip de şefaate
kalkışmak, gerek şefaat eden ve gerek şefaat olunan için ne kadar tehlikelidir? Eğer
Allah bildirmemiş ise şefaat e decek olanın hâli, şefaat edilecek olandan daha çok
endişeye değer olmadığı nereden bilinir? Bu hâl içinde, isterse melekler ve
peygamberler olsun, kimdir o ki Allah'ın izni ve güç vermesi olmadan önünü ardını
hesaplamayıp Allah'ın kullarına Allah'tan dah a çok sahip çıkma, koruma yetkisini
kendinde görsün de şefaate cesaret edebilsin. Ancak Cenab-ı Hak dilerse, özel veya
genel şefaate ilâhî irade çıkar da kendilerine bildirilmiş bulunursa o başka...
Demek ki yüce Allah'ın ululuğundan şefaat umulamaz değild i r. Fakat şefaat da
herkesten önce O'nun kendi elindedir ve O'nun izni ve emri ile gerçekleşebilir. O zaman
şefaat kapısı açılır. Ve şefaat etmesine izin verilenler kendi dilediklerine
değil, yine Allah'ın dilediklerine şefaat imkânını bulabilir. Bundan an l aşılır
ki önce, hak tanımayan Allah düşmanlarının kendilerine şefaat etmesi umulan bir
Allah dostu bulabilmelerine, bunun gibi müşriklerin putları gibi ilim şanından
olmayanların şefaatçı olabilmelerine, asla ihtimal yoktur. Sonra kendisine izin
verilebil e cek her şefaatçinin şefaat sınırı da Allah katındaki derecesi ve o
oranda elde edebileceği izin ve gücün kapsamı ile uyumlu olabilecektir. Bu bakımdan
eninde sonunda izin çıktığı zaman en genel biçimde şefaat sahibi, yukarda
peygamberlerin makâmları hakkı n daki ilâhî açıklamadan anlaşıldığı üzere,
hepsinin üstünde "sâhib-i derecât" (dereceler sahibi) olan Resulullah,
peygamberlerin en üstünü olabilecektir. Bu konudaki naslara göre, Cenab-ı Hak O'na
şefaat için izin isteme yetkisini de bahşetmiş ve en yüksek peygamberlik makamı,
"Şefaat-ı uzmâ" en büyük şefâat makâmı olmuştur ki, Makâm-ı Mahmud'a
şefaat hadisi gelecektir. Allah öyle bir ilim ve saltanat sahibidir ki, hükmünün
tecelli yeri olan kürsüsü bütün gökleri ve yeri geniş geniş tutmuştur. Yerlerde
ve g öklerdeki bütün varlıklar ve cisimler içinden, dışından hep bu kürsü ile
kuşatılmıştır. Herbirinin kıyamı (ayakta durması) onun içindedir. Bu arada
hiçbir nokta bulunmaz ki, orada yüce Allah'ın kürsüsünün hükmü geçerli olmasın.
Yeryüzünün içinden çıkamaya n insanlar onun yerleri, gökleri kuşatmış
kürsüsünü nasıl kavrarlar. "Onlar Allah'ı, gereği ve lâyıkı biçimde takdir
etmediler. Halbuki kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun tasarrufundadır. Gökler O'nun
kudretiyle dürülmüş olacaktır. O müşriklerin ortak koşm a larından yüce ve
münezzehtir". (Zümer, 39/67)
Gökler ve yeryüzü denince hapsedilmiş birisi gibi bunlarla her taraftan
kuşatılmış olan insanlar madde ve kuvvetin, duygunun, hayalin, kuruntunun, aklın,
tasavvurun, hükmün ve bütün itibarî belirlemelerin içinden son sınırına dayanır.
Bunların ötesi deyince kayıtsız şartsız, kalbî bir merakla sonsuz bir ortama,
sınırsız mutlak bir emel sahasına geçmek için çırpınırlar. İnsanlar
kendilerince, yerkürenin küçük bir parçası üzerinde bile bir devlet ve hükümet
ele g eçirip idare ve muhafaza etmenin ne kadar zor bir iş olduğunu ve asırlardan beri
gelen nice nice devletlerin, milletlerin bu yüzden memleketlerini koruyamayarak
yıkılıp gittiklerini görüp bildiklerinden nihayet tasavvur edemedikleri bu göklerin
ve yerin b i r kabza-i tasarruf (tasarruf avucun)da vahdet kürsüsünden bir saltanat ile
idare olunur bir memleket olduğunu düşündükleri zaman, "koruması ne kadar zor
ve ağırdır" gibi bir zanna düşebilirler. Fakat o ilâhî kürsü, bütün
gökleri ve yeri tutmuş olmakla bir l ikte, bu gökleri ve yeri o vahdet (birlik)
kürsüsünden tasarruf avucunda tutup muhafaza etmek ve korumak Allah'a ağır da gelmez.
O'nun için bu hiçbir şey değildir. O şanı yüce Allah pek yüksek, pek büyüktür.
Biricik yüce, biricik ulu olan ancak O'du r. Bu bakımdan bundan başka gerçek bir ilâh
nasıl mümkün olur? Ve buna karşı başkalarına tapılıp da şefaatleri nasıl
umulur? Ve böyle yapan kâfirler ne kadar bedbahttır!
Bu âyete " Âyetü'l-Kürsî" denilir ve bundan dolayı bu sureye
"Sûretü'l-Kürsî" de denilir. Görüldüğü üzere bu âyet, ilâhî
saltanatın ve hükümdarlığın son derece açık ve özet anlatımını ve Allah
Teâlâ'nın zatını ve sıfatını hem tarif ve hem gökler ve yeryüzünün ve
çevrelerinin yaratılması, ayakta durması ve düzeni, miktar ve genişliğini m
uhafazası, hayat sırrı, ilim sırrı, hakimiyet sırrı vb. gibi maddî ve manevî
kuvvetlerinin son derece açık şahitliği ile isbat ederek bütün ilâhiyat
meselelerinin ana noktasını, Allah'ın kürsüsü gibi geniş bir kapsam ile kapsamış
bulunduğundan bütün Kur'â n âyetleri arasında konusu ile uygun olmak üzere en
yüksek bir şeref ve kıymete sahiptir Nitekim Resulullah (s.a.v.): "Kur'ân'da en
büyük âyet, âyetü'l-kürsidir. Bunu her kim okursa, Allah o saat bir melek gönderir,
ertesi güne kadar iyiliklerini yazar ve g ünahlarını siler. Bu âyet bir evde okunsun
da şeytanlar onu otuz gün bırakmasın, olmaz ve kırk gün ona ne sihirbaz kadın, ne
sihirbaz erkek girmez, ey Ali bunu evladına ve ailene ve komşularına öğret, bundan
büyük bir âyet nazil olmadı"; "Her kim farz na m azların her birinin
arkasında âyetü'l-kürsîyi okursa onu ölümden
başka cennete girmekten engelleyecek hiçbir şey kalmaz. Yani ölünce doğru cennete
gider ve ona ancak sıddık veya abid olanlar devam eder. Ve bunu her kim yatağına
yatarken okursa Allah onu kendisine ve komşusuna ve komşusunun komşusuna ve
etrafındaki evlere emin kılar"; "Günlerin efendisi cuma günü, sözlerin
efendisi Kur'ân, Kur'ân'ın efendisi, Bakara Sûresi, Bakara Sûresinin efendisi de
âyetü'l-kürsîdir." buyurmuştur.
KÜRSİ: Sözlükte, üzerine tek başına oturulan belli bir şeydir ki, aslında taht
ve şerefli ilmin ayni şekilde olan özel ve seçkin makâmı demektir. İlmin kendisine
ve âlime de denir. Daha sonra iskemle ve sandalye gibi şeylere de bu isim
söylenmiştir. Dilimizde en çok ilim ma k âmında kullanılmıştır. Herhangi bir
şeyin aslına ve toplandığı yere de kürsi denir. Nitekim memleket kürsisi,
"başkent" anlamına gelir. Bunun aslı olan "kürs" kelimesinde bir
araya toplanıp karışma ile keçe gibi giriftleşip sağlamlaşmak mânâsı vardır.
Kıs a ca gerçek mânâsıyla kürsi, ancak bir kişinin oturabildiği en yüksek bir
çeşit sandalyedir. Bundan dolayı, yerleri gökleri kaplamış bir kürsi
düşüncesinin, bu bilinen mânânın aynı olmayacağı da şüphesizdir. Aynı zamanda
bu kelimenin bize bir hakimiyet (ege m enlik) ve saltanat, bir ilim, bir şeref ve
büyüklük ve söz geçerliliği anlamı ifade ettiğinde de şüphe yoktur. Biz bir
memlekette bir kürsi, bir taht düşündüğümüz zaman, önce bir memleket, ikinci
olarak onun içinde bir başkent, üçüncü olarak o başkent içi n de bir arş, bir
saray, dördüncü olarak o saray içinde bir taht, beşinci olarak o taht üzerinde
hükmü elinde bulunduran bir hükümdar, altıncı olarak bu hükümdardan bütün
memleketi kapsayan bir nüfuz tasavvur ederiz ki, bunda hükümdar, zarf zarf içinde meml
e ketle tamamen kuşatılmış ve aynı zamanda nüfuzuyla o memleketi kuşatmıştır.
Bunda en çok hayrete değer nokta da, bir şeyin hem kuşatan ve hem de kuşatılan
olabilmesindeki sırdır ki, ilmin kendisinde de vardır. Ve bu nokta insanlara, Allah'ın
birliğini en g üzel şekilde telkin edecek olan bir işarettir. Âyetü'l-kürsî, bize
bu mânâyı telkin etmekle beraber gösteriyor ki, Allah'ın mülkü göklerle yerdir.
Fakat Allah'ın kürsisi, bunlarla kuşatılmış değil, onları kuşatmaktadır. Bizim
kürsi düşüncemizin aksinedir. Allah'ı düşünürken hep kuşatılmış olanlardan,
kuşatıcıya doğru geçmelidir. Taht veya başkent, göklerle yer memleketini
kuşatmış; Arş, tahtı kuşatmış; Rahmân olan Allah, Arşın içinde değil,
üzerinde ve Allah hiç kuşatılmış değil, hep kuşatıcı ve yöneticidi r ve
öbüründeki
zıtlığı kaldıran budur. Şu halde Allah'ın kürsisi, bize ancak bir isim ve
kuşatılandan kuşatana geçerek, nihayet gökler ve yer tasavvurunun ötesinden, kapalı
ve tahayyülü imkânsız bir büyüklük kavramıyla bilinebilir. Bunun gerçek
mahiyetini tayin edebilmemize imkan yoktur. Bununla beraber tefsirciler, bunun tarifinde
birkaç şekil rivayet etmişlerdir. Şöyle ki:
1- Kürsi, gökleri ve yeri kaplamış büyük bir cisimdir. Buna "Arş'ın
kendisi" diyenler de olmuştur. Fakat sahih haberler, "Kürsi, Arşın altında
ve göklerin üzerinde bir cisimdir." diye gelmiştir. Kürsi, iki ayak yeridir.
Süddi'den nakledilmiş olduğu üzere, gökler ve yer Kürsi'nin içinde, Kürsi, Arşın
altında ve iki ayağının yeridir. Burada iki ayak yerinin, Arş'ın ayağının yeri
olduğu açıktır. Bunu en büyük Ruh'un veya hamele-i Arş'tan (Arşı taşıyan
meleklerden) büyük bir meleğin iki ayağının yeri diye gösterenler de vardır.
İşte bu iki ayak yeri tarifi, Kürsi'nin başkent, yani hükümet karargâhı
mânâsıyla ilgili olduğunu açıkça göste r iyor. Gökler ve yer, bilinen bütün
cisim âlemlerinin ifadesi olduğuna göre, bunları kaplamış olan Kürsi'nin içinin
bir cisim olması, göklerde ve yerde bilinen cisimlerin, cisimliklerinden başka bir
cisimlik demek olduğunu da unutmamak gerekir. Yani Kürsi, boşlukta yer tutan bir cisim
değil, yerin kendisi olan bir cisim (bir boşluk) demek oluyor ki, bunun cisimliğinin,
madde ile değil, mutlak uzunluk, diğer bir deyimle genel olarak yer ve mekân denilen
soyut bir uzaklık ve bütün bir boşlukla tasavvur edilme s i mümkündür. Çünkü
mutlak mekân denilen soyut uzaklık, feza, madde uzantısının mahiyetini ifade eden
soyut bir uzantıdır. Boyut ve uzantı ise cisimliğin en genel mânâsıdır. Fakat
maddî cisimler burada yer tuttuğu halde, bu başkaca bir yerde yer tutmuş değ i ldir
ve diğer cisimlerle iç içe bulunması mümkündür. Fakat şu madde âleminde görülen
maddî güçler ve varlığa ait işlerin ortaya çıktığı yer de budur. Bütün
yüksek cisimler burada yerleşmiş ve aralarındaki esirî âleme (fezada gök cisimleri
arasında ışık ve sıcaklığı nakleden, havadan daha hafif cisimlere) varıncaya
kadar bütün toplu dalgalar burada bulunmaktadır. Hareket ve sakinlik burada meydana
gelmektedir. Ancak zaman ve ruhlar âlemi bundan daha geniştir. Bir zamanlar fen
bilgilerine sabit bir kıymet is n ad eden ve Allah'ın indirdiklerinin sınırının, fen
sınırlarından daha geniş bulunduğunu düşünmeyerek, Kur'ân âyetlerini zamanının
fen bilgilerine göre açıklayıp yorumlamaktan zevk alanlar, o zaman kâinatın şekli
hakkında Batlemyus'un astronomi ilminin, en yüksek fen bilimi yerinde bulunması ve
kendilerinin de bu ilmin mütehassıslarından olmaları dolayısıyla gökleri ve yeri
ona göre düşünüp yorumladıkları gibi, Kürsi'nin
cisimliği hakkındaki haberleri de o fennin teorileriyle (varsayımlarıyla)
açıklamaya çalışmışlar ve dolayısıyla "Kürsi, sekizinci gök olan sabit
gök cisimlerinin bulunduğu gök, Arş da dokuzuncu gök olan Atlas göğü (en büyük
gök) dür." diye tevil etmişler (yorumlamışlar), "Kürside yedi gök, bir
kalkan içine atılmış yedi para gibidir.", "Arş't a Kürsi, büyük bir
sahraya atılmış demir bir halka gibi bir şeyden ibarettir." meâlinde rivayet
edilmiş olan iki hadisi şerifi de buna delil gibi kabul etmişlerdir. Bugün görüyoruz
ki, fennin bu dokuz gök varsayımı gücünü kaybetmiş olduğu halde, Kur'ân âye t
leri ve Peygamberimizin hadisleri, gönüllerde yine bugünkü gökler ve yer gibi bütün
kıymetiyle ortaya çıkıp durmaktadır. Şu halde bunları, mutlaka kendi bilgilerimizin
çerçevesi içine alarak açıklamaya çalışmak, ilmin gereklerine de dinin gereklerine
de u y gun değildir.
Bu iki hadisi şerif, bize Kürsi'nin, sekizinci gök veya sabit yıldızların
bulunduğu gök olduğunu değil, nihayet göklere ve yere göre büyük bir yer, Arş'a
göre de pek küçük bir daire olduğunu misal yoluyla anlatmaktadır. Bu yüzden
asrımızdaki fen bilimlerine göre buna bir mânâ vermek gerekirse, Kürsi'yi mutlak bir
yer mânâsıyla tasavvur etmek, elbette daha uygundur ve bu bizim kendi düşüncemiz
değildir. İmam Fahreddin Razi, bu âyette değil, fakat Fatiha tefsirinde Kürsi'yi
mekân, Arş'ı da zaman teorileriyle ele almıştır. Çünkü mutlak mekân, gökleri ve
yeri içine almış, kaplamıştır. Halbuki bütün mekân uzunlukları, şu andaki bir
anlık zamanın içine sığmış, geçmişin ve geleceğin, aralıksız cereyanı içinde
bu hâl dairesi (şimdiki zaman çerçev e si) tıpkı büyük bir sahrada küçük bir
halka gibi kalmıştır. Bununla birlikte diğer taraftan Kürsi ve Arş'ın manevi
değerleri hakkında da rivayetler vardır. İnsan şu görüşleri düşünürken bile
farkına varır ki, gökleri ve yeri mekândan başka kuşatan, kuvvet ve kudret, akıl ve
ilim ve bunların üzerinde ruh vardır. Ve hatta zaman, mekânı kuşatmış
görünürken bunun da ruhta meydana gelen bir durum olduğu ve buna göre ilim ve ruh
âleminin, zamanı da kaplayan bir deniz olduğunu takdir eder. Nitekim Kürsi, en büyük
Ruh'un veya diğer büyük bir meleğin iki ayağının yeri denilmişti. Şu halde
bunların aslı, Arş'ın sınırına dahil ise de, Kürsi'nin Kürsi olması, sırf
cisimlikten ve bir uzantıya sahip olmasından değil, bu manevi kuvvetlerin de bir
tesellisine sahne olmasın d andır. Ve Allah'a nispet edilmesi de bundan olmalıdır.
Buna göre:
2- Kürsi, saltanat, kudret ve mülk demektir. Çünkü ilâhlık, ancak kudret ve
var etme ile ortaya çıkacağı gibi, dilde de taht ve Kürsi dendiği zaman,
doğrudan doğruya egemenlik gücünün kastedildiği vardır.
3- Allah'ın kürsisi, Allah'ın ilmi demektir. Çünkü ilim Kürsisi, taht
mânâsından daha çok bilinmektedir ve bu münasebetle ilmin kendisine de mecazî olarak
kürsi denilir. Bu rivayet, İbnü Abbas hazretlerinden nakledilmiştir. İbnü Cerir
et-Taberi gibi birçok tefsirciler, bunu tercih etmişlerdir.
4- Bu sözden maksat, sırf Allah'ın yücelliğini ve büyüklüğünü anlatmaktır.
Cenab-ı Allah, halka zat ve sıfatlarını tarif ederken, insanların hükümdarlar ve
büyükler hakkında alışmış oldukları şekillerle hitap buyurmuştur. Nitekim
Kâbe'yi kendine ev yapmış, tavaf ve ziyaretini emretmiştir. Çünkü insanlar,
hükümdarlarının saraylarını ziyaret ederler. Hacerü'l-esved'in yer yüzünde
"yeminüllah" (Allah'ın eli) olduğunu söylemiş ve öpme yeri kı l
mıştır. Nitekim insanlar, hükümdarlarının ellerini ve eteklerini öperler. Yine bu
türden olarak kıyamet günü kullarının hesaba çekilmesi hakkında, meleklerin,
peygamberlerin, şehitlerin huzurda bulunacaklarını ve mizanlar konulacağını
söylemiştir. İşte bu n lar gibi kendisine de Arş isbat etmiş, "Rahmân olan
Allah, Arş'ın üzerine hükmetti." (Tâhâ, 20/5) buyurmuş ve bunu anlatarak,
"Meleklerin, Arş'ın etrafını kuşatarak Rablerini hamd ile tesbih ettiklerini
görürsün." (Zümer, 39/75), "O gün Rabbinin Arş'ını, onların üzerinde
sekiz melek taşır." (Hâkka, 69/17), "Arş'ı taşıyanlar ve onun etrafında
bulunanlar..." (Gâfir, 40/7) buyurmuş, sonra kendine Kürsi de isnad etmiş,
"O'nun kürsisi gökleri ve yeri kuşatmıştır" (Bakara, 2/255) buyurmuştur.
Bunda n anlaşılır ki, Arş ve Kürsi gibi, benzetmeyi andıran lafızlar (sözler)
Kâbe, tavaf ve Hacerül-esved hakkında daha fazlasıyla mevcuttur. Halbuki bunlar da
mesela Kâbe'nin "beytullah" (Allah'ın evi) olmasında, Allah'ın, geceyi orada
geçirmesi gibi bir benze t me ve cisim mânâsı kastedilmiş olmadığı hususunda
nasıl görüş birliği varsa; Arş ve Kürsi hakkında da maksatın, Allah'ın yücelik
ve büyüklüğünü anlatmaktan ibaret olduğunda tereddüt edilmemesi gerekir.
"Kaffâl" ve "Keşşaf" tefsircileri gibi araştırmacılar da bunu
tercih etmişlerdir. Buna göre Kürsi'den maksat nedir, ve nasıl bir şeydir, diye
düşünmeye lüzum yoktur. Bu açıklama Cenab-ı Allah'ı cisim olma şüphelerinden
tenzih için pek güzel olmakla beraber, Allah'ın Kürsi'sinin gerçekle delâlet ettiği
bir şe y in bulunmadığını kabul etmek de zahire (bu konudaki açık ifadelere)
aykırıdır. Evet bilinen gerçek mânâsıyla bir Kürsi, bir taht kastedilmediği
yukarda
geçtiği üzere muhakkaktır. Bununla birlikte bir beytullah (Allah'ın evi)
bulunduğuna iman etmek gerektiği gibi Allah'ın bir Kürsisi bulunduğuna iman etmek de
gereklidir. Bunun az çok cisimle ilgili bir kavramı içermesi Cenab-ı Allah'a -haşa-
bir cisimlik isnadını gerekli kılmaz. Meselenin ruhu, Kürsi'nin Allah'a nisbetini
lâyıkiyle düşünebilmekte, bunun bir "oturma nisbeti" olmayıp bir
"Rablık nisbeti" olduğunu anlamaktadır. Âyetten anlaşıldığına göre
Allah'ın Kürsisi, bir taraftan maddî cisimler toplamı olan göklerin ve yerin hepsini
kaplayıp tutan, cisimleri kuşatan birşeydir. Biz bunun "Kürsi" ismiyle var l
ığına iman eder ve gerçek mahiyetini idrak edip tam olarak bilemeyeceğimizi anlarız.
Diğer taraftan az çok bir tasavvur edinebilme gereğine kanaat getirirsek, Allah'ın
Kürsisinde saltanat tahtı ile ilim kürsisi kavramlarındaki mükemmellik içeriklerini
bir araya toplama, kısaltma ve fani olma anlamlarını, "Daima diridir, evrenin
yöneticisidir.", "O'nun misli gibi bir şey yoktur." ifadelerinin
delâletleri gereğince dürüp katlayarak onu mutlak bir ilim ve saltanatın tecelli
edeceği (ortaya çıkacağı) bir y er olmak üzere ele alıp düşünürüz. Ve bu
bakımdan aslında yüce Allah'ın büyüklüğünün soyut bir tasavvuru değil,
kudretinin ortaya çıkış biçiminin de bir ifadesini içine almış bulunduğunu tasdik
ederiz. Bütün cisimler, yüksek ve alçak kütleler, Kürsi'nin i ç inde
kaldığından, onun üzerinde hüküm yürüten ilim ve saltanat sahibinin, cisim
olmanın üzerinde çok yüce bir varlık olduğunu da kesin olarak anlarız. Ve daha
açık olması için Kürsi'nin büyüklüğünü anlatan haberlere bakarak diyebiliriz
ki, Allah'ın Kürsis i, göklerde ve yerde görünen bütün maddelerin, kuvvetlerin
kaynaşıp durduğu mutlak bir boyut, yani ilim, irade ve kuvvetten soyutlanmış olan
sadece mücerret feza değil, bunların tecelli ettiği bir ayna bulunması bakımından
mekân ve her şeyin yeri olması mu htemeldir.
Burada yerleşmiş olan Allah değil, gökler ve yer denilen cisimler ve yer işgal
eden kütleler toplamıdır. Bunun üzerinde daha geniş olarak zaman uzantısı, akıllar
ve ruhlar âlemini içeren ve mukarrep (Allah'a yakın) meleklerle kuşatılmış olan
Arş vardır. Ve burası mekân üstüdür. Artık burada cisimlik mânâsı yoktur. Ve
"Rahmân olan Allah Arş'a hükmetti." (Tâhâ, 20/5) ifadesinin delâlet
ettiği üzere Allah Teâlâ Arş'ın içinde değil, rahmânlık sıfatıyla üzerindedir
ve bu üzerinde bulunma, mekâ n la ilgili olmayan bir üstünlüktür. "Ey Rabbimiz
sen her şeyi rahmetinle ve ilminle kuşattın. " (Gâfir, 40/7) âyeti gereğince de
Allah'ın kuşatması, rahmet ve ilim yönüyledir. Kürsi, bu ilim ve rahmetin, bizim
âlemimize bir tecelli yeridir. Bu bakımdan ne Kürsi'nin, ne Arş'ın Allah'la ilgisi
bir yer tutma şeklinde değildir.
Hükümranlık ve tasarruf, zapt etme ve emre hazır tutma, hüküm ve emir gibi
tecellilerle bir rablık ilişkisidir. Bu ilgi, bu tecelli sayesindedir ki, ruhlarla
cisimler, zihin ile dış âlem birleşerek gerçekleşme noktalarında Hakk'ın
varlığının bir parıltısına ayna olurlar da yerlerin, göklerin, mekânların,
zamanların, Kürsi'nin, Arş'ın, kuşatamadığı Allah'ın varlığını, müminin
kalbi, eşyanın her zerresinde, mekânın her noktasında, zamanın h er anında marifete
(Allah'ı tanımaya) yol bulur ve her şeyi anlamayı ancak bununla başarabilir. Hak
demeden hiç bir şeyi bilemez ve Hakk'ın zatı ile ilgili en yüksek marifeti (bilgisi)
de, ""Seni gerçek bir şekilde tanıyamadık." ifadesidir. Bunun iç i n
de sadece marifeti, iman olamaz. İmanın kapsamı, marifetin kapsamından geniştir.
Marifette bir kayıt vardır. İman ise kayıtsız, şartsız bir teslimiyet, ilâhî bir
ilgidir ve en büyük temaşa ondadır. Bunun yeri olan müminin kalbi de yerlerden
göklerden ge n iştir. Bunun için mutlak mekânın, tecelli eden kuvvetleriyle beraber
gökler ve yer cümlesinde dahil olması daha çok muhtemel bulunduğundan en sağlam
iman, Allah'ın Kürsüsüne, Allah'ın açıkladığı şekilde iman edip, marifet
taslamamaktır. İşte gökler ve yer ne kadar açık ise, Allah ondan daha açıktır.
Onları kuşatmış olan Kürsi ve onun ötesi ne kadar gizli ise, Allah ondan daha
gizlidir. Bununla beraber O, diridir, varlığı kendi zatiyle kaim olup her şeyi
yönetmektedir; hem evveldir, hem sondur. O halde bund a n başka mabud, bundan başka
ilâh nasıl düşünülebilir? Seçme yeteneği ve irade gibi ilâhî bir lütfu kötüye
kullanıp, o geniş kalbi daraltıp da Allah ve O'nun emirlerini inkâr edenler zalim
olmaz da ne olur? Bunlardan çok kendilerine zulmeden nasıl düşünüle b ilir? Bunlar
hep mecburiyet ve zorlamak isterler, dine davet edildikleri zaman, "Allah istiyorsa
bizi zorla dindar yapsın." derler.
256-Fakat dinde zorlama yoktur. Allah onu zorla kimseye vermez. Dini, kişinin kendi
tercihi ile dilemesi gerekir. Dinde zorlama kanunu yoktur. Bunu böyle anlamalıdır.
Çünkü "fi'd-dîn" (dinde) ifadesi, "ikrah"a müteallik değil
(zorlama ile ilgili değil) haberdir. Mânânın aslı "zorlama, dinde yoktur"
demek olur. Yani sadece dinde değil, her neye olursa olsun, zorlama cinsind e n hiçbir
şey, hak din olan İslâm dininde yoktur. Din çerçevesinde zorlama kaldırılmıştır.
Dinin konusu, zorunlu fiiller, davranışlar değil; isteğe bağlı fiiller ve
davranışlardır. Bunun için isteğe bağlı hareketlerden birisi olan zorlama dinde
yasaklanmış t ır. Kısaca kaldırılan veya yasaklanan zorlama, yalnız dinde zorlama
değil; herhangi bir şeye olursa olsun, zorlama türünün hepsidir. Yoksa dinde dine
zorlama yoktur, ama dünyaya zorlama olabilir demek değildir. Belki dünyada zorlama
bulunabilir; ama dinde, dinin hükmünde, dinin dairesinde olmaz veya olmamalıdır. Dinin
özelliği, zorlamak değil, bilakis zorlamadan korumaktır. Bundan dolayı İslâm
dininin gerçekten hakim olduğu yerde zorlama bulunmaz veya bulunmamalıdır.
Zorbalık ve zorlama olursa onun dışında olur. Şu halde din,
"zorlayınız" demez, zorlama meşru ve muteber olmaz. Zorlama ile yapılan
amelde dinin vaad ettiği sevab bulunmaz, rıza ve iyi niyet bulunmayınca hiçbir amel
ibadet olmaz. "Ameller, ancak niyetlere göredir." Dinin isteklerinin hepsi, z o
rlamasız, iyi niyet ve rıza ile yapılmalıdır. Zorlama ile itikat (iman) mümkün
değildir. Zorlama ile gösterilen iman, gerçek iman değil, zorlama ile kılınan namaz,
namaz değildir. Oruç da öyle, hac da öyle, cihad da öyledir...
Bundan başka bir kimsenin, diğerine saldırıp da her hangi bir işi zorlama ile
yaptırması da caiz değildir. Kısaca İslâm'ın hükmü altında herkes görevini
isteyerek yapmalı, zorlama olmadan yapmalıdır. Cihad da bu hikmetle meşrudur. de
zarflık değil, sebeblik mânâsı düşünülürse, m ânâ şu olur: Zorlama, din için
yoktur, yahut zorlama, din için, dine sokmak için yapılmaz. Çünkü zorlama, bir
kimseye hoşlanmadığı bir işi fiili bir tehditle zorunlu olarak yaptırmaktır.
Halbuki din, hoşlanılmayacak bir şey değildir. Dinin aslı olan imanı n kökü tasdik
ve kalbden inanmaktır. Bu ise sırf bir rıza ve seçenek işidir. Bunu "Dilediğini
yapar." (Bakara, 2/253; Hac, 22/14) olan Allah'tan başka kimse zorunlu hale
getiremez. Allah'ın iradesiyle iman ve hatta iman ile salih amel, zorlamaya değil, g ü
zel bir seçime ve gönül rızasına bağlı bulunduğundan din için zorlama mümkün
olmaz. Ancak tebliğ ve teklif edilir. "Eğer Rabbin dileseydi, yer yüzünde
bulunanların hepsi iman ederdi. Öyle ise sen, iman etmeleri için insanları zorluyor
musun?" (Yunus, 1 0 /99) Şu halde dine girmesi için kimseye zorlama
yapılmamalıdır. Çünkü zorlanan kimsenin açığa vuracağı iman, Allah yanında
gerçek iman olmaz. Zorlama ile gerçek bir dindar kazanılmaz. Bununla beraber kalbe
Allah'tan başkasının bakışı, geçerli olmayacağınd a n ve bu zorlama hâlinde
olsun iman edene de, "Sen zorlama ile iman açıklıyorsun, yine kâfirsin."
denilemez, kâfir muamelesi edilemez. Durumu ortaya çıkıp, şüphe ortadan kalkıncaya
kadar bakılır. Çünkü o imanı açığa vurması da az çok bir irade eseridir. Hi ç
istemeseydi onu da yapmazdı. Demek ki imanın zevkinden bir zerre olsun tatmıştır. Bu
bakımdan: Zeccac'ın dediği gibi savaşla müslüman olduğunu açıklayan,
"kerahete" nisbet edilmez demek olabilir ki bu, ikrahın (zorlamanın) bir
sözlük mânâsıdır.
Zorl amaya ne hacet? Zorlama beklemekte mânâ nedir? Akılların hepsinin,
dine sarılması gerekmez mi? Çünkü doğru yolda bulunmak, azgınlıktan; doğruluk,
sapıklıktan iyice ayrılmıştır. Bu kadar peygamberlerden ilim ve amel ile ilgili bu
kadar delilller ve nihayet ilâhî saltanatın, bu kadar büyük tecellisinden (ortaya
çıkışından) sonra, iman ve dinin insanlara kurtuluş ve mutluluk sebebi, inkâr ve
dinsizliğin ise azab ve felaket sebebi olduğu kesin olarak ortaya çıkmış; hak
batıldan, hayır şerden ayrılmıştır. Be l li ki din ehli, muhakkak mutlu olacak,
küfür (inkâr) ehli de muhakkak ceza ve azab görecektir. Bunlar her nereden gelse kendi
istekleriyle, kendi kazançlarıyla olacak ve o zaman bu mecburiyet, bir zorlama
mânâsını içermeyecektir. Bu özellikle şunu gösteri y or ki, "dinde zorlama
yoktur" deyince, hiç kimseye sorumluluk, ceza ve azab yoktur, demek şeklinde
anlaşılmasın; elbette doğruluğun sapıklıktan kesin olarak ayrılmış bulunması,
dine aykırı hareketlerde muhakkak bir azabın ortaya çıkmış olmasındandır.
Bilinmektedir ki zorlama, fiilden önce gelir de o fiil için iradeyi kaldırır veya
bozar ve o fiil, böyle rızasız yapıldığı için fiilî sonucu, hayır veya şer,
yapanın kazanılmış bir hakkı olmaz. Sorumluluğu, zorlayana ait olur, zorlayanın
elinde zorlanan, b ir alet olur. Artık kazanç, maksat zorlananın değil,
zorlayanındır. Fakat zorlama olmadan yapılmış olan inkâr ve zulmün, fasıklık ve
isyanın, isteyerek kazanılmış müktesep bir fiil olduğunda da şüphe yoktur. Artık
bu yapıldıktan sonra onun gerekli bir son u cu olan ceza ve azab da yapanın kendi
kazancı, kendi hakkıdır ki, bunda zorlama mânâsı düşünülemez, o kendi kendine
zulmetmiş olur. Allah Teâlâ ise rahmetinin genişliğinden dolayı kullarının ne
kendilerine, ne de başkalarına zulüm ve tecavüz etmelerine ra z ı olmadığından,
onları korumak için sınırlar tayin etmiş, din ve hükümlerini bildirmiş,
"Dinde zorlama yoktur." buyurmuştur. Bu delil gereğince zorlama, ehliyetin
engellerindendir. İslâm yurdunda zorlama yasaklanmıştır. Hatta hiçbir kimseye
İslâm dinine girmek için bile zor kullanılamaz, herkes dininde serbest ve seçme
hakkına sahiptir. İslâm hükümleri altında müşrik, kitap ehli, (yahudi,
hıristiyan), hepsi, din hürriyetleriyle yaşayabilirler. Mesela bir müşrik, dilerse
yahudi veya hıristiyan olabilir; h i çbirine müslüman ol, diye zor kullanılmaz,
ahdinde durmak ve vergisini vermek şartıyla dininde bırakılır. Fakat her kim olursa
olsun, ahdinde (sözünde) durmayanlar da suçuna göre cezasını görür. Kendi
rızasıyla İslâm'ı kabul ettikten, Allah'a ve Peygamber i ne söz verdikten sonra
döner, irtidad eder (dinden çıkar) da tevbe etmezse cezalandırılır ki, bu bir
zorlama değil, verdiği sözden caymanın zorunlu bir sonucudur. Bu noktada İmam
Şâfiî gibi bazı âlimler, müslüman olmaya söz vermiş bulunan mecusi veya
hıristiyanlardan birisi, eski dininde kalmayıp da mesela yahudi olacak olsa, ben onu:
"Ya eski dinine dön veya müslüman ol, diye zorlarım." demiştir. Fakat
Hanefiler ve diğerleri demişlerdir ki, "Küfür, bir tek millettir." ifadesi
gereğince o şekilde din değiştirmede, verilmiş bir sözü bozma mânâsı yoktur.
Buna göre, "Ya dön veya müslüman ol!" diye zor kullanılmaz. Ancak İslâm
dinine girdikten sonra dönen, ahdini bozmuş olur ve yalnız bu, tevbe etmezse cezası
verilir. Bundan başka ibadet ve diğer muameleler g ibi rıza şart olan amel dallarında
da zorlama geçerli değildir. Fiilin geçerliliğine engeldir. Ancak fiil, şer'î bir
fiil olmayıp, hisse bağlı bir fiil olursa o başka. Ve herhalde zorlama bir
saldırıdır, derecesine göre cezayı hak ettirir. İşte hak dinde v icdan hürriyeti,
ahd (söz verme), andlaşma ve hukuk bu kadar yüksektir. Hatta bundan dolayıdır ki,
cihad ilanında bile düşmana ya hak dini kabul etmesi veya mağlubiyeti kabul ederek
dininde kalıp, hakları saklı olmak üzere İslâm uyruğunda vergi vermesi ar a sında
kendi arzusuna bırakılan bir teklif yapılır. Bunlardan birini kabul ederse, andlaşma
ile ahdine riayet edilir; kabul etmediği ve savaş yoluyla mağlub olduğu takdirde de
yine din değiştirmeye zorlanmayıp, adalet ölçüleri içersinde bir vergiye, bir in t
izama mecbur tutulur. Demek cihad, din değiştirmek için zorlayıcı bir vasıta değil,
hak dinin yüceliğini fiilen ispat eden hak bir delildir. Çünkü zorlama ile din olmaz.
Fakat aklî ve ilmî delilleri dinlemeyen kâfirlerin ve zalimlerin saldırıları da
böyle fiilî bir delil olmadan durdurulmaz, herkes her türlü haksızlık ve zorlama ile
karşı karşıya gelir. Bununla beraber cihad ve savaş, bir zorlama değil, bir
yarıştır. Hangi tarafın tehdidini yerine getireceği bilinmeyen bir imtihandır. Bir
de cihad, dinin h ü kmü geçerli olan İslâm yurdunun dışında cereyan edeceğinden
zorlamanın kaldırılmış olduğu din çevresinden dışardadır. Dâr-ı harb (kâfir
yurdu) zaten zorlama yurdudur. Böyle iken yukarıdan beri Allah'ın beyanı dikkatle
incelenirse anlaşılır ki, "Dinde zo r lama yoktur." açık ifadesi, cihad
emrinin gayesini tesbit etmektedir. Yani cihadın hikmeti, insanları zorlamadan korumak,
zorlama kabul etmeyen dini hakim kılarak Allah'ın kelâmını yükseltmek, yani herkesi
mensub olduğu inançtan zorla çıkarmaya çalışmayıp, hakkın isteyerek kabul edilip
yayılmasına set çekmek isteyen ve gücünün yettiğince zor kullanan hak
düşmanlarının savulması ve engellerin kaldırılması ile sağlam bir kalb ve
güçlü bir akıl için açıkça ortaya çıkmış bulunan doğruluk yolunu, hakkın
egemenl i ğini herkese arz ve ilân etmek ve böylece Muhammed ümmetini, peygamberler
cemaati arasındaki Hz. Muhammed'in makâmı ile uyumlu olarak çeşitli milletlerden
teşekkül eden sosyal bir toplum üzerinde genel barışı üstlenen, kamunun kalbi gibi
egemen ve orta yol u tutmuş bir ümmet yapmak ve peygamberlerin hiç birini
ayırmayıp hepsine derecelerine göre iman etmekle Allah'ın birliğine dayanan İslâm
dinini, bütün dinlerin genel bağlantısı ve ilerleme hedefi olan genel bir din olarak
savunup açıklamaktır. Bunun için İslâm'da savaşın gayesi, intikam, öldürmek, din
değiştirmeye zorlama değil; hasmı mağlub etmek ve zorlayıcı gücünü alıp,
dininde serbest olarak hakkın hükmüne tabi tutmaktır ki, Allah'ın kelâmını
yükseltmek bundadır. Bu sebeple her ne zaman müslümanlara bi r zayıflık gelir, hak
din savunulmazsa fitneler kopacak, zorlama çoğalacak, bütün insanlık allak bullak
olacaktır.
Fakat bu açıklamadan sonra bir soru kaldı. Yukarda, "Fitne ortadan kalkıncaya
ve din yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 2/193)
âyetinde görüldüğü üzere Mekke ve hatta Arap yarımadası müşriklerine kitap ehli
gibi din hürriyeti verilmemiş, bunlar hakkında, "Bana, Lâilâhe illallah
(Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur) deyinceye kadar insanlarla savaşmam emredil d i.
Bu sözü söyledikleri zaman canlarını ve mallarını benden korumuş olurlar."
hadisiyle ya İslâm, ya ölüm ilan edilmiştir. Bu ise, "Dinde zorlama
yoktur." hükmüne ters değil midir? Bunun cevabı şudur: Eğer bunlar birbirine
zıt ise, iki âyet, birbirini n esh veya tahsis eder, onların buraya dahil olmadığı
anlaşılır. Bununla beraber şu da bilinmelidir ki, onlara din hürriyeti verilmemesi
özellikle, "Dinde zorlama yoktur." hükmünün tatbiki içindir.
Bu münasebetle tefsircilerden birkaç görüş vardır:
1- Bu "Lâ ikrâhe" âyetinin önceden genel bir şekilde indiği, daha sonra
cihad ve savaş âyetleriyle neshedilmiş bulunduğu Zeyd b. Eslem'den rivayet
edilmiştir. Fakat bu görüş genel olarak doğru görülmemiştir. Aslında
"Doğruluk, sapıklıktan ayırd edilm i ştir." âyeti, bunun inişinin, dinin
tam olarak ayırd edilmesinden sonra olduğunu göstermekte ve böyle bir düşünceye
engel görünmektedir. Bir de, görüldüğü üzere cihad meselesi aslında buraya dahil
değildir ki, onunla nesih bahis konusu olsun. Fakat şunu b ilmek gerekir ki, her nesih,
neshedicinin alış derecesine göredir. Şu halde bu, cihad ile neshedilmiştir demek,
diğer durumlarda muhkem (neshedilmemiş, hükmü açık) demektir. Ve bu sebeple
zorlamanın, cihadı da içine aldığı görüşüne sahip olabilecekler içi n
bu rivayet önemlidir. Demek oluyor ki bu âyette böyle bir ihtimal olursa, bu ihtimal
neshedilmiştir. Ve nesih rivayeti ancak bu yöne mahsustur. Yoksa cihad âyetleriyle geri
kalan kısmın neshedilmiş olmasına imkân yoktur. Âmm (genel hüküm), nesihten sonra
geri kalan kısımda yine kesindir. Kısaca nesih âyetin tamamiyle ilgili değil,
kısmîdir.
2- Bu âyet kitap ehli hakkında inmiştir. Dolayısıyla müşrikler, bunun genel
hükmünden hariçtir. Gerçi "şu peygamberler..." âyetinden başlayan
sözlerin gelişi, bunu teyid ettiği gibi, iniş sebebi hakkındaki rivayetler de bunu
desteklemektedir. Rivayet ediliyor ki Hz. Muhammed'in peygamberliğinden önce Ensar'dan
bazıları, çocuklarını Yahudiliğe veya Hıristiyanlığa sokmuşlardı. İslâm dini
gelince bunlara zor kullanma k istediler. İslâm'dan önce Ensar'dan bir kadının
çocuğu yaşamadığı durumlarda, şayet çocuğu yaşarsa onu kitap ehli ile beraber ve
onların dini üzere bulundurmayı adardı. Bu sebeple Ensar çocuklarının bir kısmı
kitap ehlinin dininde bulunuyorlardı. Dolayısıyla İslâm'a geldikleri zaman dediler
ki: "Biz vaktiyle bunların dinlerini, bizim dinimizden daha üstün görürdük ve
çocuklarımızı onun için o yola sevkederdik, mademki İslâm dini geldi, her halde biz
bunları zorlarız." dediler. Bu cümleden olarak Salim b. A vf oğullarında Husayn
adında Ensar'dan birinin iki oğlu vardı. Önceleri Şam tüccarlarının telkinleriyle
hıristiyan olmuş gitmişlerdi. Hz. Muhammed'in peygamberliğinden sonra Medine'ye
geldiklerinde babaları bunlara: "Vallahi sizi bırakmam, mutlaka müslüma n
olmalısınız." diye sataştı. Onlar da çekindiler, üçü birlikte Resulullah'a
müracaat ettiler. Bunun üzerine bu âyet indi, babaları da onları bıraktı. Bu
olaylar, gerek cihada izinden önce olsun ve gerekse sonra, her iki takdirde nüzul
sebebi, müşrikleri i ç ine almamaktadır. O halde hükmünün genelliği de kitap
ehline aittir ve neshedilmiş değil, muhkemdir (hükmü açık ve geçerlidir). Bu
güzel! Fakat sebebin özel oluşu, hükmün genel oluşuna mani değildir. "Dinde
zorlama yoktur." hükmü ise daha geneldir. Son r a bu hüküm yalnız kitap ehline
mahsus olsaydı, dâr-ı İslâm'da (İslâm yurdunda) kitap ehlinden başkasına taahhüd
ve güvence (emân) verilmemesi gerekirdi. Halbuki Arap yarımadası müşriklerinden
başkasına bu muamele yapılmamıştır. Şu halde bu âyet, mutlak ol a rak neshedilmiş
olmadığı gibi, genel hükmü kitap ehline de mahsus olmamalıdır. Nitekim Hz. Enes:
"Nüzul (iniş) sebebi, Resulullah, birisine 'Müslüman ol' buyurmuştu. O da
'kendimi hoşlanmaz buluyorum' demişti. Bu âyet bunun hakkında inmiştir." diye ri
v ayet etmiştir ki, bu sebep daha mutlak olmakla hükmün genel oluşunda daha
açıktır.
3- Bilinmektedir ki Arap müşrikleri hakkındaki muamele,
"Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla
savaşın." (Bakara, 2/193) emrine dayanmaktadır. "Dinde zorlama yoktur."
hükmünün ise "Arapların Müslüman oluşundan sonra dinde zorlama yoktur, vergi
yeterlidir." meâlinde olduğu Tefsir-i Kebîr'-de açıklanır.
Demek ki doğruluğun sapıklıktan ayırd edilmesi o zamandır. Ve bu hüküm, daha
öncesini kapsamaz, bu mânâca bu âyet, "Fitne ortadan kalkıncaya kadar onlarla
savaşın..." âyetinden sonra inmiş demek olur. Önce inen, sonra ineni ne nesih,
ne de tahsis edemeyeceğinden "Lâ ikrâha = zorlama yoktur" hükmü genelliği
üzere kalır. Bu d u rumda aralarında bir yönden çelişki varsa, sonradan inen, önce
ineni neshetmiş olacaktır. Halbuki bunun, öncekini neshettiğine dair hiçbir görüş
yoktur ve olamaz. Çünkü bunun tarih itibariyle sonradan indiği açıkça belli
değildir. Yukarda görüldü ki, aksi n e rivayet bile vardır. Bu bakımdan usûl
itibariyle birbirlerine yakın olarak yorumlanması gerekir. Böyle olunca da birbirlerini
karşılıklı olarak tefsir (izah) ve tahsis edebilirler. Şu halde İslâm'ın
doğruluğunun ortaya çıkıp ayırdedilmesini Araba ve zor l amanın olmayışını
ondan sonraya tahsis de doğru olamaz. Önce İslâm'ın başlangıcında zorlama değil,
misliyle karşılık bile verilmediği bilinmektedir. Şimdi Arapların müslüman
oluşundan sonra da zorlama olmadığı kabul edilmiş, bu arada müslümanlar arasında b
ulunan Arap müşriklerine de bu olaya kadar hiç bir zorlama yapılmadığı
bilinmektedir. O halde, âyetinin bütün kapsamıyla mânâsı, "İslâm dininin,
hüküm dairesinde zorlama yoktur." demek olur. Savaş ve savaş hâlinde bulunan
düşman meselesi, bu hükümden esa s itibariyle hariç olduğu gibi, zorlamaya
karşılık vermek ve suça ceza da bunun dışındadır. Ancak bu, "Fitne ortadan
kalkıncaya ve din de yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın."
(Bakara, 2/193) âyetiyle beraber düşünmek lazımdır. Buna göre â y etin sonunun da
delâlet edeceği üzere İslâm dininin hüküm dairesinde zorlama bulunmaması, tahsis
yoluyla iki kayıt ile bağlanmıştır ki; biri fitne bulunmaması, biri de İslâm
yurdunda diğer dinlere mensup olanların tebalığı (uyruğu) bozmamalıdır. Âmm (gene
l lik ifade eden hüküm) ise tahsisten sonra zan ifade eder. Burada fitneden maksat da
şirkti. Fakat genel mânâsıyla alınması da caizdir. Bu şekilde ikinci kaydı da
içine alacağından, bu bir kayıt, diğerinden müstağni kalır (ona ihtiyaç
duyurmaz). Demek ki kısaca mânâ şu olur: "Fitne yoksa dinde zorlama yoktur,
çünkü doğruluk, sapıklıktan iyice ayrıldı. Bunları karıştıranlar,
belalarını bulurlar".
Bundan dolayı, her kim tağuta, azgınlara veya azgınlıklara küfredip (inkâr
edip), Allah'a iman ederse, yani samimi bir kalb ile, "Allah'tan başka hiçbir ilah
yoktur." diyerek önce o tağutları kökünden siler, sonra da bütün varlığıyla
Allah'a iman eder ve dolayısıyla Allah'ın gönderdiği peygamberleri, Hakk'ın
indirdiklerini tasdik ederse, o mutlaka en sağl a m kulpa yapışmıştır ki, kopmak
onun için değil. Bu sağlam ipin kulpu, o tutamak ne kopar, ne kırılır. Ancak
bırakılırsa fena düşülür. Bu ilmî ve amelî delillerden, hak ve batılın bu
ortaya çıkışından sonra akıl ve doğruluğun gereği artık bugün var, yarın yok,
gelip geçici olan fani, batıl, koyu gölge kırılıp dökülecek, nihayet kendine
tutunanı düşürüp bırakıp gidecek olan tağutların, Firavunlar, Nemrudlar,
sihirbazlar, kâhinler, şeytanlar gibi azgın, sahte mabudların çürük kulplarına
yapışmak değil, " E zelden sonsuza kadar dirisi, her şeyin yöneticisi"
şaşmaz, yanılmaz, uyumaz, ımızganmaz, göklerin ve yerin hükümranlığının
sahibi, izni olmadan huzuruna yanaşılmaz, şefaate cesaret gösterilmez, büyüklük
sahibi, gizli açık, cüz'î (kısmî), genel her şeyi b i len, her şeyden haberdar,
ilminin gerçek mahiyetine erilmez, o bildirmedikçe bir şey bilinmez, büyüklük
kürsisi yerleri, gökleri tutmuş, yerler, gökler kudret avucunda bir hiç kalmış o
yüksek, pek yüksek kudretinin yüceliği, şanı, büyüklüğü sonsuz, kendi s inden
başka hiç bir ilâh bulunmayan Allah Teâlâ'nın kopmaz, kırılmaz, sağlam kulpuna
iki eliyle seve seve canı gibi koruyup yapışmak, yani misal olarak o ilâhî kürsiden
uzatılmış, kopmaz, kırılmaz sağlam bir ipin kulpuna, tutamağına benzeyen ve dinin
başı olan Hakk'ın tevhidine (birliğine) güzelce inanmak, inanıp gereğince amel
etmek ve onu hiç bırakmamaktır. İşte, bu imanı yapan, böyle bir kulpa yapışmış
olur. Fakat bu iman ve itikat, yalnız sözde ve yalnız kalbde kalmamalı, ağız,
gönül bir, iç ve dış bir olmalıdır. Çünkü Allah her şeyi işiten ve bilendir.
Hem sözleri işitir, hem de niyetleri bilir. Ağzından, deyip, içinde inkâr saklayan
münafıkların ve aksine içinden hakkı bilip, ağzından küfür ve inkâr savuran
kâfirlerin yaptıklarından Allah gafil ve habersiz değildir.
TAĞUT: "Tuğyan" (azgınlık) kökünden mübalâğa kipiyle bir cins
ismidir ki, aslı "ceberût = zorbalık" gibi "tağavut" olup, yer
değiştirmekle "tavagut" yapılarak "vâv", "elif"e
çevrilmiştir; tekile, çoğula, erkeğe, dişiye söylenir. Tuğyanın (azgınlığın)
kendisi kesilmiş, isyankâr, azgın, azman, azıtgan demek gibidir.
İbnü Cerîr et-Taberî'nin tarif ettiği gibi, Allah'a karşı isyankâr olup zorla,
zorlama ile veya gönül rızasıyla kendisine tapınılıp mabud tutulan, gerek insan,
gerek şeytan, gerek put, gerek dikili taş ve gerekse diğer herhangi bir şey demektir.
Bunun tefsirinde "şeytan veya sihirbaz, yahut kâhin ya da insanların ve cinlerin,
inad edip büyüklük taslayanları veya Allah'a karşı mabut tanınıp buna razı olan
Firavun ve Nemrud g i biler veya putlar diye çeşitli rivayetlere rastlanır. Ebu Hayyan
der ki: "Bunların birer örnekle açıklanması gerektir. Çünkü tağut bunların
her birine hasredilmiş (mahsur)tir.." Yukardaki tarif, bunların hepsini içine
almaktadır. Bununla birlikte Kâdî Bey d avî bu hususa: "Allah yolundan
menedenler" fıkrasını da ilave etmiştir ki, daha genel bir tarifi içerir.
Çünkü bunu yapanlar, mabud tanınmış olmayabilir. Şu kadar ki, bu da "Heva ve
hevesini ilâh edinen kimseyi gördün mü?" (Câsiye, 45/23) âyeti gereği n ce
kendi hevasına uyup kendi kendine mabut rütbesi vermiş sayılabileceği
düşünülürse önceki tarife dahil olacaktır. Bu açıklamadan birkaç fayda elde
edeceğiz: Önce, tağutun çeşitli tefsirleri (açıklamaları) örnek veya
çeşitlerini gösterebileceği gibi "şey t an, sihirbaz, kahin, batıl mabud,
insanların ve cinlerin büyüklük taslayıp inad edenleri" kelimelerinin her biri
tağut kelimesiyle tarife benzer ve uygun düşecek bir tarzda ifade edildiğine göre
bunların, mânâ itibarıyla tam eş anlamlı değilseler bile pe k yakın veya birbirini
gerektiren şeyler olarak kullanıldıklarına da işaret edebilir. İkinci olarak demek
oluyor ki, tağutun açığı da, gizlisi de, görünürü de, görünmezi de vardır.
Üçüncü olarak, tuğyan (isyan, azgınlık) kavramından anlaşılıyor ki, putlar i
kinci derecede tağutlardır. Bakılırsa akıl sahibi olmayan putların ve dikili
taşların tağutlardan bile sayılmaması gerekirdi. Çünkü bunların kendileri Allah'a
karşı bir azgınlığa sahip olamazlar ve azgınlığa rıza gösteremezler. Fakat red
de edemezler. Bu s ebeple nihayet bir azgınlık sebebi olabilirler. Bu sebebi de
azgınlar bulurlar. Putlar, aslında erkek veya dişi tağutların hayalleri ve
azgınların azmanlarıdır. Gizli veya açık azgınlar, bunlarla kendi
azgınlıklarını ileri sürerler. Bu yönüyle putlar, ası l tağut değil,
tağutların temsilcileridirler. Böyle "Kim tağutu inkar ederse..." ifadesi
şunu bildirmiş oluyor ki, tevhid emrinde ilk iş, putlardan önce ona sevk eden azgın
isyankârlara küfretmek (onları inkar etmek)tir. Dördüncü olarak, Allah'a karşı is
y ankâr olmayan ve şirke razı olma ihtimali bulunmayan ve bununla beraber birtakım
isyankârlar tarafından ilâh diye kabul edilen Hz. İsa ve Üzeyr gibi büyük
insanların kendileri tağutun tarifinden ve kendilerine tağut denilenlerden
hariçtirler. Tevhid emrin d e, "başka hiçbir ilâh yok" derken bunların
ilâhlığını da olumsuz kılıp inkar etmek, ibadet etmemek farz
olduğu halde, diğer taraftan bunları inkâr caiz olmayacak, bilakis Allah'a imanın
gereklerinden olarak peygamberlere iman ve saygı da imanın şartlarına dahil
bulunacaktır. Bu çok önemli nükteye işaret edilerek "kim tağutu inkâr
ederse..." buyurulmuş da diğerlerini inkâr şart koşulmamıştır. Demek ki
tevhidin şartı Allah'tan başkalarını inkâr etmek değil, Allah'tan başkalarından
ilâhlık vasfını kaldırma k ve bu arada tağutları inkar etmek, yani onları hiç
tanımamak, diğerlerinin de ilâhlık altındaki derecelerine göre haklarını
tanımaktır. Çünkü hak Allah'ındır. Nihayet şunu da kesinlikle ifade ediyor ki,
Allah'ın birliğine inanan bir mümin olmak için, A l lah'a imandan önce küfre tevbe
etmek şarttır. Ve bu tevbenin şartı da tağutları asla tanımamaya kesin karar
vermektir. Bu durumda, "kim tağutu inkar eder de Allah'a iman ederse..."
ifadesi, "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur." kelime-i tevhidinin bir
tefsiri demektir. İşte böyle içi ve dışı ile iman eden mutlaka sağlam kulpa
yapışmış olur ki, buna tutunanların Allah'ın Kürsisine, cennetin en yüksek
tabakalarına doğru çekilip, götürülecekleri ve giderken bırakıverenlerin de
dehşetli bir şekilde düşecek l eri kelâmın mânâsından anlaşılıyor. Şimdi hem
bunu daha çok aydınlatmak, hem de acaba hiç tutunmasak, hiçbir kulpa yapışmasak ne
lazım gelir, diyebilecekleri irşad için buyuruluyor ki:
TMeâl-i Şerifi
257- Allah, iman edenlerin velisidir. Onla rı karanlıklardan aydınlığa çıkarır.
İnkâr edenlerin velileri de tağuttur, onları aydınlıktan karanlıklara
çıkarırlar. İşte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî olarak kalırlar.
258- Allah, kendisine hükümdarlık verdi diye, Rabbi hakkında İbrahim'le
tartışanı görmedin mi? Hani İbrahim, ona: "Benim Rabbim odur ki, hem diriltir,
hem öldürür." dediği zaman: "Ben de diriltir ve öldürürüm."
demişti. İbrahim: "Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen onu batıdan
getir!" deyince o inkâr eden herif şaşırıp k a ldı. Öyle ya, Allah zalimler
topluluğunu doğru yola iletmez.
259- Yahut o kimse gibisini (görmedin mi) ki, bir şehre uğramıştı, altı
üstüne gelmiş, ıpıssız yatıyordu. "Bunu bu ölümünden sonra Allah, nerden
diriltecek?" dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz sene öldürdü, sonra diriltti,
"Ne kadar kaldın?" diye sordu. O da: "Bir gün, yahut bir günden eksik
kaldım." dedi. Allah buyurdu ki: "Hayır, yüz sene kaldın, öyle iken bak
yiyeceğine, içeceğine henüz bozulmamış, hele eşeğine bak, hem bunlar, seni insanl
a ra karşı kudretimizin bir işareti kılalım diyedir. Hele o kemiklere bak, onları
nasıl birbirinin üzerine kaldırıyoruz? Sonra onlara nasıl et giydiriyoruz?"
Böylece gerçek ona açıkça belli olunca: "Şimdi biliyorum ki, Allah her şeye
kadirdir." dedi.
26 0- Bir zamanlar İbrahim de: "Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana
göster!" demişti. Allah: "İnanmadın mı ki?" buyurdu. İbrahim:
"İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın diye istiyorum." dedi. Allah buyurdu
ki: "Öyle ise kuşlardan dördünü tut da onları k endine çevir, iyice
tanıdıktan sonra (kesip) her dağın başına onlardan birer parça dağıt, sonra da
onları çağır, koşa koşa sana gelecekler ve bil ki, Allah gerçekten çok
güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir."
257- Allah iman edenleri, ezelî ilimde i man etmesi kararlaştırılmış olanları
sever, onların dostu ve kayırıcısıdır. Onları, hidayeti ve başarılı kılması
ile karanlıklardan (zulümâttan) aydınlığa (nura) çıkarır. Burada,
"zulümât"ın çoğul, "nur"un tekil getirilmesi ne kadar dikkate
değerdir. Dem e k ki dünyada çok "zulmet" (karanlık) vardır. Bütün bu
karanlıkları ortadan kaldıracak "nur" (aydınlık) ise, birdir ki, o da,
"Allah göklerin ve yerin nurudur." (Nur, 24/35) hükmü gereğince, Hakk'ın
nurudur. Herhangi bir konuda Hakk'ın nuru bulunmadı mı insanı her tarafından
sayısız karanlıklar kaplar. Hakk'ın nuru ortaya çıkınca da o karanlıklar kalkar.
Hakkın nuru bulunmadı mı, yerler ve gökler hiç, gündüz gece, güneşler zifir,
gözler kör, kulaklar sağır olur; kalpler bin türlü hayal ile buhranlar için d e
çırpınır kalır; aranan bulunmaz, ne aranacağı bilinmez; gönüllere kuruntular,
acılar, azaplar çöker; çevreyi kuruntular, umacılar (öcüler) kaplar; cinler,
şeytanlar, başa toplanır. O zaman insana var olmak bir belâ kesilir de, "Ah
keşke ben de bir hiç o l saydım!" diye haykırır, o sırada herhangi bir sebepten
Hakk'ın nuru ortaya çıkıverirse, gökler güler, yıldızlar doğar, baharlar
açılır, neşeler, sevinçler sunulur, acılar silinir, sıkıntılar unutulur,
gönüller ferahlık ve sevinçle dolar, var olmanın tadı d uyulur. Ve zaten işte
Hakk'ın nurunun bu bir
zevk pırıltısıdır ki, insana: "hayat, hayat!" dedirtir. Bu tadı sonsuza
dek sürdürmek isteyen akıllı kimseler de kendini kendine bırakmaktan vazgeçip,
Hakk'ın nuruna ermek için onun sağlam kulpuna yapışmalıdır. Bilindiği üzere her
şeyin ancak bir doğru yönü vardır ve Allah'a ancak o yönden gidilir. Buna
karşılık her şeyde batıl yönler sonsuzdur. Mesela bir şey yitirdiniz, o bir
yerdedir ve ancak oradadır. O anda bu şey için doğru yön budur. Fakat siz bir kez onu
bilmiyor ve hele o yeri bildiğiniz halde, o, orada yoktur diye inanmış bulunuyorsanız,
oradan başka hangi taraf aklınıza gelse, oralar hep batıl olan yönlerdir,
bulamazsınız. Bu bir şeye karşı dünyanın bütün yönleri batıl kesilir. Bu
şekilde herhangi b ir şeyde bir hak yöne karşılık, sonsuz batıl yönler vardır.
Hakk'ın nuru olan marifet doğunca bu karanlıklardan çıkılır. Şu halde karanlıklar
çok, nur birdir. Nur (aydınlık) var olmaya, bütün karanlıklar yok olmaya adaydır.
Bir varlığa, sonsuz yokluk karşılık olur. Bütün varlıklar üzerinde idareci olan
da ancak Allah Teâlâ'dır. Bunun için Allah'a iman, Hakk'ın nurunun, kuşkusuz
bilginin, mutlak ferahlığın doğmaya başlaması ve şafağıdır. İman ve marifete
karşı veya muhalif olan yokluk, ümitsizlik, küfür, kuşku, kuruntu, sapıklık,
cahillik, eksik bilgi, fasıklık, heveslere uyma, terbiyesizlik, nankörlük,
ahlâksızlık, haddini bilmemezlik ve benzerleri hep birer karanlıktır. Demek oluyor ki
buradaki "zulümât" (karanlıklar), küfür ve isyanların zulümâtından (kar
a nlıklarından), kuşku ve şüphe zulümâtından, istidlâl (bir delile dayanarak bir
şeyden bir sonuç çıkarma, delil ile anlama) ilimlerinin güçlü mertebelerine
nispetle zayıf mertebelerinden ve hatta "keşif" ve iyana (gözle görmeye)
nispetle fikir ve istidlâl i limlerinin hepsini kapsar. "Nur" ise her birine
derece derece karşılık olan "marifet" ve "kuşkusuz inançtır" ki,
iman îkanı (kuşkusuz bilgisi)nden, ıyan îkanına (açıktan açığa görürcesine
kuşkusuz imana) kadar gider.
İşte Allah Teâlâ iman edenlerin ellerinden tutar, zulmetlerden (karanlıklardan)
çıkarır, yakîn nuru (kuşkusuz imanın ışığı) ile işlerinde başarı, ruhlarına
terbiye, gönüllerine huzur bahşeder. Doğru yolda sonsuz mutluluğa erdirir. Buna
karşılık, o sağlam kulpa yapışmayan ve tağutları (d o ğru yoldan çeviren
azgınları) inkâr edecek yerde, Allah'ı inkâr eden, tevhid ile iman kulpuna
sarılmayan kâfirler ise, (ki bunların bir kısmı) Allah'a az çok inansa bile, aynı
zamanda tağutlara inanırlar. Bir kısmı Allah'a inanmaz, tağutlara inanır, bir
kısmı da ne Allah'a inanır ne tağutlara, ancak kendine tutunmak ve başka hiçbir şey
tanımamak ister ve tağutlar, çoğunlukla bu kısımdandır. Artık bunları yönetenler
tağutlardır. Başlarına azgınlar çöker, zorlama, dayatma ile, hile ve aldatma ile
her taraf l arını kıskıvrak bağlar, yularlarını
ellerine alırlar. Onları nurdan, Allah'ın yaratılıştan verdiği iman nurundan,
doğru yoldan çıkarır, karanlıklara çekerler. Çünkü tağutlar dosdoğru
aydınlıkta iş görmesini istemezler, her tuttuklarını aksine, tersine sürüklerler,
sürekli karanlığa, gidilmedik yollara giderler, aklı, ilmi sevmez, fikirleri,
istekleri fesada verir, ahlâkları bozar, Allah'a, Peygamberlere yarış etmek zan ve
iddiasıyla yapılamayacak şeyler yapar, keyfini yerine getirmek için nerde Allah'tan
korkmaz varsa peşine takar ve taktığını karanlıklara, içinden çıkılmaz belalara
sürükler. Sonra ne olur? Bunlar ortada kalırlar da tağutlar kurtulur mu? Hayır
tağutları ile birlikte bütün kâfirler nur içinde kalanlar değil, nâr (ateş)
içinde kalanlardır, Allah tarafından o sonsuza kadar yanacak olan ateşe mahkûmdurlar.
Hepsi o cehennem ateşinde sonsuza kadar kalırlar. Görülüyor ki, Allah'a iman etmeyen
kâfirler, tağutları inkâr etmiş bile olsalar, yani hiçbir kulpa yapışmak
istemeyip, kendi kendileri n e kalmak isteseler bile, yine tağutların sataşmasından,
kurtulamayacak, her halde tağutlara takılmaya mecbur olacaklardır. Çünkü insanın
toplumsuz, emirsiz, yasaksız, yaşaması mümkün olmadığından, Allah'ın teklifini
(koyduğu yükümlülüğü) Allah'ın emirleri n i dinlemeyenler, mutlaka tağutların
emirlerine mahkûm olacaklardır. "Zorlama yoktur" diyen dini tanımayıp, zor
kullanan zorba tağutlar da, sonuç olarak kendilerini kurtaramayacak, sonunda ebedî
olarak ateşlerde kalacaklardır. Şüphe yok ki hak tanımaya n kuduz nefislerin
sürükleyeceği yer cehennem ateşidir.
258-Bakınız Allah'ın yardımı ile bir mümin bir tağuta neler yapmış ve Allah
müminlere ne gibi şeyler gösterebilir. İşte tarihî bir örnek: Görmedin mi Allah,
kendisine 'mülk' yani devlet ve hükümdarlık verdiği için gururlanarak veya
hükümdarlığının şükrünü tam aksine olarak, nankörlük ile yerine getirmeye
kalkışarak, "Halîlullah" (Allah'ın dostu) olan İbrahim'le Rabbi hakkında
tartışmaya girişen, onu yenerim zannı ile tartışmaya çıkışan o tağut u (o
Nemrud'a baksana!) O zaman İbrahim, "Benim Rabbim O en yüce ve en ulu olan
varlıktır ki, hem hayat verir, hem de öldür... devamı... (20. sayfa)