1. sayfa -
2. sayfa -
3. sayfa -
4. sayfa -
5. sayfa -
6. sayfa -
7. sayfa -
8. sayfa -
9. sayfa -
10. sayfa -
11. sayfa -
12. sayfa -
13. sayfa -
14. sayfa -
15. sayfa -
16. sayfa -
17. sayfa -
18. sayfa -
19. sayfa -
20. sayfa -
21. sayfa -
22. sayfa -
23. sayfa -
(18. sayfa)
e edip, her ikisinin de rızasıyla
çocuğu memeden ayırmak isterlerse kendilerine bir günah yoktur. Eğer
çocuklarınızı başkalarına emzirtmek isterseniz vereceğinizi güzel güzel verdikten
sonra bunda da size bir günah yoktur. Bununla berab e r Allah'tan korkun ve bilin ki,
Allah yaptıklarınızı görür.
233- Nikâh altında olsun, boşanmış olsun bütün anneler çocuklarını tam iki
sene emzirirler, emzirmeleri gerekir, ilâhî hükme göre annelerin durumu budur. Bu
hüküm, emzirmeyi tamamlamak isteyen içindir. Şu halde tam iki sene emzirme süresi, en
çoğu olup, âyette açıklanacağı üzere bu sürenin azaltılması caizdir.
"Mevludünleh" yani çocuk kendisi için doğmuş ve onun doğmasına sebeb ve
nesebine sahip bulunmuş olan baba üzerine de, o ann e lerin ücretleri başta olmak
üzere yiyecekleri ve giyecekleri onlara vaciptir. Fakat kayıtsız ve şartsız değil,
mar'uf kadar, yani babanın imkanına göre, iki tarafın durumuna uygun olarak bir
hakimin uygun görebileceği ölçüde vaciptir. Çünkü hiçbir kim s e, gücünün
yettiğinden başkasıyla yükümlü olmaz, "teklîfi mâlâ yutak", insanı
gücünün yetmediği şeylerle yükümlü kılmak mümkün olsa da yapılmaz. İbn Kesir,
Nafi'den Verş ve Yakup kırâetlerinde "râ"nın şeddesi ve ötresi ile
şeklinde; Ebu Ca'fer kırâeti n de şeddesiz olarak "râ"nın sükunu ile
şeklinde, Aşere'nin kalanlarında "râ"nın şeddesi ve fethi ile şeklinde
okunur ki şeddelilerde dan ve müfaale babandan malum veya meçhul nehy-i hazır, sakin
okunan kırâette, den meçhul nehiydir. Ne çocuğu yü z ünden anneye, ne de çocuğu
yüzünden babaya zarar verilmeye kalkışılmaz. Zarar vermeye kalkışılmasın,
hiçbirine zarar verilmesin. "Zarara, zararla karşılık vermek yoktur".
Baba yaşıyorsa rızık ve elbise böyle, ölmesi durumunda, varis üzerine de onun
gibidir. Bu varis ya babanın varisi veya çocuğun varisidir. Önce ölen babasına varis
olan çocuğa, yeterli mal kalmış ise, o rızık ve nafaka ona; kalmadığı takdirde de
o çocuğa o sırada varis olabilecek durumda bulunan "zi-rahim-i mahrem"
yakınına (kend i sine nikahı haram olacak derecede yakın olan akrabasına) veya
asabesine (baba tarafından yakınlarına) vacip olur.
Şimdi ana ile baba iki seneden önce memeden kesmek isterlerse ikisinin biri
düşünüp, görüş alış verişinde bulunup hoşnut olmaları şartıyla, ikisine de
bunda bir günah yoktur. Ana ile baba birlikte görüş alış verişinde bulunurlarken
her halde yavrularının yararını gözetirler. Böyle ikisinin görüş ve
düşünceleri birleşip de hoşnut oldular mı, artık hata ihtimali pek az olur. Olsa
bile, iy i niyetle işin ehlinden ve yerinde meydana gelen içtihattaki hata
bağışlanmıştır. Fakat taraflar birbirleriyle görüş alış verişinde bulunmazlar
veya birinin rızası olmadan yapılmış olursa, günah olur. İşte yukarda
"emzirmeyi tamam yapmak isteyen kimse", b u görüş alış-verişinde emzirmeyi
kesmeye razı olmayandır.
Ey babalar! Bir de siz çocuğunuzu süt ana tutup emzirtmek isterseniz vermek
istediğiniz ücreti veya İbnü Kesir kırâetinde medsiz (uzatmadan) okunduğuna göre
İhsanı (ikramı) örfe uygun ve şer'an güzel görülen bir tarzda güzelce teslim
ettiğiniz takdirde, size bir günah yoktur. Demek ki baba, çocuğuna süt ana tutup
gerçek anneyi emzirmekten alıkoyabilecektir. Fakat süt anayı memnun etmelidir ki
çocuğa iyi baksın. Dikkat ediniz, ve Allah'ta n korkunuz ve biliniz ki her ne
yaparsanız Allah onu mutlaka bilir. Dolayısıyla size ona göre ceza veya mükafat
verir.
Nikâh hükümleri boşamaya; boşama iddete ve nikâhın sonucu olan doğuma,
emzirmeye ve nafakaya; nafaka da "varise düşen de aynen onun gibidir"
fıkrasında ölüme ve en sonunda âhiret hükümlerine ulaşmakla, şimdi de ölüm
iddeti (kocası ölen kadının bekleyeceği süre) ve bu nedenle yeniden bazı âdâb
(edepler) ve nikâh hükümlerinin açıklanması için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi:
234- İçinizden vefat edip de geride eşler bırakan kimselerin hanımları, kendi
başlarına dört ay on gün beklerler. İddet (bekleme) sürelerini bitirdikleri zaman,
artık kendileri hakkında meşru bir şekilde yapacakları hareketten size bir günah
yoktur. All a h, yaptıklarınızdan haberdardır.
235-Böyle kadınlara evlenme isteğinizi üstü kapalı biçimde çıtlatmanızda veya
gönlünüzde tutmanızda size bir vebal yoktur. Allah biliyor ki siz onları mutlaka
anacaksınız. Fakat meşru bir söz söylemekten başka bir şekilde kendileriyle gizlice
sözleşmeyin. Farz olan iddet sona erinceye kadar da nikâh akdine azmetmeyin (kesin
karar vermeyin). Bilin ki Allah gönlünüzdekini bilir. Öyle ise O'nun azabından
sakının. Yine bilin ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok yumuşaktır.
236-Eğer kadınları, kendilerine dokunmadan veya onlara bir mehir takdir etmeden
boşarsanız (bunda) size bir vebal yoktur. Şu kadar ki onlara (mal verip)
faydalandırın. Eli geniş olan hâline göre, eli dar olan da haline göre ve
güzellikle faydalandırmalıdı r. Bu, iyilik yapanlar üzerine bir borçtur.
237-Eğer onları, kendilerine dokunmadan önce boşar ve mehri de kesmiş
bulunursanız, o zaman borç, o kestiğiniz miktarın yarısıdır. Ancak kadınlar veya
nikâh akdini elinde bulunduran kimse bağışlarsa başka. Ey erkekler! sizin
bağışlamanız ise takvaya daha yakındır. Aranızdaki fazileti unutmayın şüphesiz
ki Allah, her ne yaparsanız hakkiyle görür.
238-Namazlara ve orta namaza devam edin ve Allah için boyun eğerek kalkıp namaza
durun.
239-Eğer bir korku hâlindeyseniz, yaya veya binekli olarak giderken kılın,
(korkudan) emin olduğunuz zaman da böyle bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği
şekilde Allah'ı zikredin (namazlarınızı yine her zamanki gibi huşû ile kılın).
234- Bilindiği gibi bu doğuşun bir de ölümü vardır. İçinizden vefat edip de
geriye eşler bırakan kimselerin hanımları da, kendi başlarına dört ay on gün
beklerler, diğerlerine nikâh edilmezler, süslenmezler, görücüye çıkmazlar. Sonra
bekleme sürelerinin sonuna erdikleri zaman, artık ke n di haklarında örfe göre, yani
şeriatın reddetmeyeceği bir şekilde yaptıkları hareketlerde, mesela süslenmek,
evlenmeye namzed olacaklara görünmek gibi iddet (bekleme süresi) içinde yasaklı
bulundukları kadınlık arzularını meşru şekilde açığa vurmalarında s ize bir
günah yoktur. Gerek toplum ve gerekse idareciler iddetten sonra bunları, bu gibi meşru
hareketlerden menetmeye kalkışmamalıdırlar.
İddetten sonra bunlar, tercih hakkına sahiptirler. Ancak gayri meşru hareketler
başka, o zaman iş değişir ve siz gizli, açık, iyi, kötü her ne yaparsanız, Allah
ondan haberdardır. Amellerinizin iyisine iyi, kötüsüne kötü karşılık
görürsünüz.
İddetin hikmeti, "Allah'ın, rahimlerinde yarattığını gizlemeleri kendilerine
helâl olmaz." (Bakara, 2/228) âyeti celilesinden açıkça anlaşıldığına
göre, rahmin temizliğinin ortaya çıkmasıdır ve bunda asıl olan da âdettir. Üç
âdet, çoğunlukla üç ayda meydana gelebileceği gibi, her kadın da âdet görür bir
durumda olmaz. Boşanmada kadının âdet görüp görmemesi de düşünmeye değe r bir
sebep olur. Bunun için boşanmada, âdet görenlerin iddetinin "kurû'"
(temizlik veya âdet hali) ile, âdetten kesilmiş olanların da ona bedel aylar ile
olması, sırf hikmet olur. Fakat ölüm, herkes için eşit bir sebeptir. Bundan
kaynaklanan ayrılıkta kadının âdet görüp görmemesinin hiç hükmü yoktur. Bundan
dolayı vefat iddetinin herkes için eşit ve peşipeşine olması da sırf hikmettir.
Âdetten kesilme gibi bunun üç ay ile takdiri, bu eşitliğe yeterli değildir. Bütün
âdet görenler açısından da eşitliği temi n için daha fazlasına lüzum olabilir.
Aynı zamanda ölüm iddetinin, boşanmadan daha fazla bir yas mânâsı taşıması da
yaraşır. Kadın için nikâh nimetinin yok oluşu, her halde sevinçle karşılanacak
bir olay sayılmamalıdır. Bununla beraber boşanmada teselli sebebi olacak bir nimet
yönü de düşünülmektedir. Ölüm ise, hiçbir kimse için ferahlık ve sevinç sebebi
değildir. Bunun tek tesellisi, "Biz Allah'ın kullarıyız ve gerçekten yine ona
döneceğiz." (Bakara, 2/156) imanıdır. Ölüm sebebiyle nikâh nimetinin yo k
oluşu, hassasiyeti ince ve iffet endişesi daha fazla olan kadın için boşanmadan daha
çok bir yas sebebi olması gerekir. Bu hikmetlere dayanarak denilebilir ki ölüm
iddetinin aylarla takdiri, âdet görenlerle görmeyenler hakkında eşitlik teminini
ifade ett i ği gibi; bunun dört ay on gün olması da çoğunlukla üç ayın, üç
âdete denk, geri kalan bir ay on gün de en azından rahmin temizliğinin ortaya
çıkması için bir ihtiyat ve durumu ortaya çıkarma olmakla beraber, ölüme ait yas
mânâsını ifade etmiş olma hikmeti y le de ilgili görünmektedir. Bu müddetin,
ceninin tam teşekkülü ve ruh üflenmesiyle ilgili bulunduğu da Eb'ü'l-Âliye'den ve
Hasan el-Basrî'den rivayet edilmiştir. Bununla beraber bu iddet müddeti, Fıkıh
bakımından "muallel" (bir sebebe bağlanmış) değil müt e abbed"dir
(kulluk ve Allah'ın emri gereği yapılacaktır).
235- Vefat iddeti bekleyen kadınlara, isteme yani nikâh namzedliği cinsinden
kinayeli sözler söylemenizde veya ne kinaye yoluyla ne de doğrudan
doğruya açıklamayıp, gönlünüzde gizlediğiniz arzu ve nikâh fikrinde de size
bir günah yoktur. Gönlünüzden geçirebilirsiniz, "ne hoşsun, ne güzelsin,
beğendim, iyi kadınsın"; hatta "evlenmek istiyorum" gibi kinaye yoluyla
ifade edebilirsiniz. "Seninle evlenmek istiyorum, nikâhına talibim." gibi
açıkça sö y lemeyerek kinaye ile anlatmak caizdir. Allah müsaade etmiştir. Çünkü:
Allah biliyor ki iddet bitince siz onları anacaksınız, açıktan açığa nikâhlarına
talip olacaksınız. Bundan dolayı iddet içinde de düşünmenize veya sabretmeyip
kinaye yoluyla arzularınızı açığa vurmanıza izin vermiştir. Fakat bu izni görüp
de onlarla bir sırra, yani cinsel birleşmeye vaadleşmeyiniz. Ancak güzel ve meşru bir
söz söylemeniz, yani kinaye ile istemeniz veya diğer meşru konular hakkında
konuşmanız başka. Farz olan idd e t, sona erinceye kadar nikâh düğümünü
pekiştirmeyiniz. Yani nikâh akdini iddet çıkmadan yapma azminde bulunmayınız. İddet
içinde nikâh haramdır, yapmayınız. Ve biliniz ki her halde Allah, gönlünüzdekini
bilir. Bundan dolayı öyle harama azmedip, kara r vermekten sakınınız. Fakat iddetten
sonra nikaha, iddet içinde niyet "veya gönlünüzde gizlemenizde bir sakınca
yoktur, Allah biliyor ki (siz onları anacaksınız). " ifadesi gereğince helâldir.
Şunu da biliniz ki, her halde Allah'ın bağışlaması ve hilmi (yumuşak muamelesi)
çoktur. Eğer öyle olmasaydı yukardaki şekilde kinaye ile anlatmaya izin vermezdi.
İddet beklemekte olan bir kadına kinâye ile namzedlik ve hatta susup gönül bağlamak
bile bir çeşit kusur, bir sabırsızlık olduğu halde, iddetten sonrasın a ait olan
samimiyet ve menfaatinizi gözeterek onlara müsaade etmiştir. Bunlardan anlaşılır ki
kocalı veya ric'î talâk (dönüş yapılabilecek bir boşama) ile boşanmış bulunan
kadınlara gerek açıktan ve gerekse üstü kapalı olarak hiçbir şekilde söz atmak
caiz değildir. Ölüm iddeti beklemekte olan kadınlara üstü kapalı olarak evlenme
teklifi caiz olmakla beraber; bütün iddet bekleyen kadınların ve kocalı kadınların,
evlenme teklifi yapacak bir durumda bulunmaktan kaçınmaları vacibdir. Aksi takdirde
dulların huk u kuna tecavüzle zulmetmiş ve kendilerini de tehlike ile karşı karşıya
bırakmış olurlar.
Boşama ve iddet meseleleri, böyle evlenme arz ve talebi ile ilgili, ince bir takım
sosyal vazife ve adaba dayalı olunca, hukuk bakımından da bazı açıklamalara ihtiyaç
duyulur. Nikâhlı kadınlar ilk plânda iki kısımdır: Mehir takdir edilmiş olan,
olmayan. Bunlardan herbiri de iki kısımdır: Nikahtan sonra gerdeğe girilmiş olan,
olmayan. Buna göre boşanmış kadınlar da bu şekilde dört
kısımdır: Birincisi kendisiyle zifafa girilmiş ve mehir takdir edilmiş olan ki
bunların hükmü yukarıda anlatılmış; boşama üzerine haksızlıkla hiç bir şey
alınmayıp, mehirlerinin tam olarak ödenmesi ve üç "kur' " (âdet veya
temizlik süresi) kadar iddet beklemeleri gerektiği açıklanmıştı. İkin c isi
kendisiyle zifafa girilmiş olup mehri takdir edilmemiş bulunandır. Bunlara da aynı
şekilde, "Erkeklerin kadınlar üzerindeki meşru hakları gibi, kadınların da
hakları vardır." (Bakara, 2/228) âyeti kerimesi gereğince mehr-i misil (emsaline
ödenen me h ir miktarı) gerektiği bildirilmiştir ki bununla ilgili daha bazı
açıklamalar gelecektir. Üçüncüsü, kendisiyle zifafa girilmemiş ve mehir de
kesilmemiş olan; dördüncüsü de kendisiyle zifafa girilmemiş, fakat mehir kesilmiş
bulunandır ki bu ikisi de aşağıda gelecek iki âyet ile, bir de Ahzâb Sûresinde:
"Sizin için (dokunmadan boşadığınız) kadınlar hakkında sayacağınız bir
iddet yoktur." (Ahzab, 33/49) âyetiyle açıklanacaktır. Şöyle ki:
236-Mehirsiz nikâh veya zifafa girmeden önce boşamak caiz olabilir mi? Çok
bağışlayıcı ve yumuşak muamele edici olan Allah Teâlâ nezdinde bunların hükmü
nedir denirse, (Hamza, Kisâî ve Halefü'l-Âşir kırâetlerinde eklindedir.
Nikâhlınız olan kadınlara ne temas, ne de onlar için nikâhta farz olan bir mehir
takdir edi p söylemediğiniz; yani ne zifaf, ne de mehir takdiri, hiç birini
yapmadığınız müddetçe onları boşamanız caizdir. Sırf bundan dolayı size bir
günah yoktur. Mehri söylemeden nikâh sahih olabileceği gibi, zifaftan önce boşamak
da caiz ve geçerli olur. Fakat b u na da dînî bir vecibe gerekli olur: Bundan dolayı
onlara meşru şekilde bir mal verip yararlandırınız; öyle ki bu mal, durumu geniş
olana kudretince, dar olana da kudretince olsun. Bunu bahşetmek, iyilere gerçekten
vacibdir. İsterse mehir söylenmemiş b ulunsun, her nikâhın kadına mali bir menfaatle
sonuçlanması gerekir. Mehir söylenmeden nikâhın sahih olması, mutlak olarak hiç bir
şey lazım gelmez demek değildir. O zaman, "Erkeklerin kadınlar üzerindeki meşru
hakları gibi kadınların da hakları vardır." (Bakara, 2/228) âyeti mânâsız
kalmış olurdu. Buna göre mehir kararlaştırılmadığı halde zifafa girilmiş
olsaydı mehr-i misil gerekecekti. Zifaftan önce boşanmış olunca bu mahrumiyete
karşılık bir bağış olsun verilmesi gerekir. Bu da fıkıhta açıklandığı üz e
re en az baştan başa bir kat elbisedir ki bunun da en az ölçüsü bir baş örtüsü,
bir entari, bir çarşaf veya bunların bedelidir.
Ensardan bir zat, bir hanifiyye ile (İslâmdan önce Allah'ın birliğine inanan
ve Hz. İbrahim'in dininden olan bir kadını) mehir takdir etmeksizin evlenmiş, sonra
da henüz gerdeğe girmeden boşamıştı. Bu âyet, bunun hakkında inmiş ve Resulullah
(s.a.v.) buna, "Külahını satarak bile olsa o kadına bir mal (bağış) ver!"
buyurmuştur.
KADERUHU : Nafi, İbnü Kesir, Ebu Amr, İbn Amir'den Hişam, Asımdan Ebu Bekir
Şu'be, Yakub kırâetlerinde "dal"in sükunu ile şeklinde, geri kalanlarda
fethasiyle okunur.
CÜNÂH : Aslında bir şeyi basıp meylettiren ağırlık demek olup zorluk,
sıkıntı ve genel olarak günah ve vebal mânâsına da gelir ki "günah"
kelimesinin aslı budur.
KADINA MESS: Temas, dilimizde dokunmak dediğimiz gibi cinsel ilişkiden kinayedir. Bu
bir sır olduğundan açık delili bulunan halvet-i sahiha ile, yani engelden uzak olarak
tenhaca beraber bulunmakla bilinir ve buna duhul (gerdeğe girme) denir. Bu şekilde
gerdeğe girmeden önceki boşamada mehir kararlaştırılmamış bulunduğu takdirde
talak-i bâin (yeni bir nikâh olmadan kadının tekrar alınamayacağı boşama) meydana
gelir ve kadına bir mal verilmesi gerekir.
237- Ve eğer onlara dokunmadan önce boşar, ve bir mehir takdir edip
kararlaştırmış bulunursanız , borcunuz, takdir ettiğiniz kararlaştırılmış olan
mehrin yarısıdır. Ancak o kadınlar bunu bağışlayıp düşürürlerse veya nikâh
düğümü elinde olan, akdedilmiş nikâha ve onu çözmek hakkına sahip bulunan kimse,
yani boşayan koca fazlasını verirse o başka. Burada bu ifade ile muhataptan gıyaba
iltifat olunması (ikinci şahıstan üçüncü şahsa dönülmesi) bu özellikle fazla
teşvik içindir. Rivayet edilmiştir ki ashabdan Cübey r b. Mut'ım hazretleri böyle
tamamını vermiş: "Ben bağışlamaya daha layıkım." demiştir. (Allah ondan
razı olsun). Bununla beraber ilk bakışta bu kimseden maksat veli gibi görünür, veya
kadın küçük olduğundan dolayı evlendirme yetkisine sahip olan velisi o yarıyı
affetmiş bulunsun demek olur. Fakat önceki mânâyı desteklemek üzere buyuruluyor ki:
Ve affetmeniz (bağışlamanız) takvaya daha yakındır. Belli ki küçük bir kızın
hakkını düşürmekte bir takva ilgisi bulunamayacağından bunun mânâsı şudur:
Kadının af f etmesinden, sizin fazla vermeniz takvaya daha yakındır. Aranızda
iyiliği de unutmayın, birbirinize karşı iyilik ve faziletle muamele etmeyi elden
bırakmayın. "Erkekler için kadınlar üzerinde fazla
bir derece vardır." (Bakara, 2/228) âyetinin mânâsını hatırdan
çıkarmayın. Çünkü her ne yaparsanız Allah onu görür. Yaptığınız iyilik ve
ikramı zayi etmez. Kadın affederse bu fazileti o elde etmiş olur; erkek fazlasıyla
tamamını verirse, iyilik ve üstünlüğünü ispat etmiş bulunur. Bu bakımdan
evlenme, boşama v e mal derdiyle dünyaya dalıp iyilik ve fazileti unutmamalıdır.
238- Böyle olabilmek için de bilinen namazları ve hele orta namazı üstlerine
düşerek muhafaza ediniz. Her birini dikkatle gözetip vaktinde eksiksiz olarak yerine
getirmeye devam ediniz. Ve Allah için ayağa kalkıp divan durunuz, yani Allah için
kalkıp, önünüze bakarak, ellerinizi güzel bir şekilde tutup oynatmayarak sessiz ve
sakin ve bir boyun eğme tavrı içinde Allah diyerek namaza durunuz.
KUNUT: Bir şeye öyle devam edip durmaktır ki taat, huşu, sukünet ve ayakta durmak
mânâlarını içerir ve dilimizde buna "divan durmak" denir. Bunun için kunut
taattir, kunut uzun süre ayakta durmaktır, kunut susmaktır; kunut huşu ve tevazu
kanatlarını indirmek ve azaların sükuna kavuşmasıdır diye çeşitli bakımlardan
tarif edilmiştir. Bir hadisi şerifte "Namazın en faziletlisi kunutu (kıyamı)
uzun olandır." buyurulmuştur ki kıyam demektir. Buna göre namazda kıyam ve
kırâeti, duayı veya huşû ve süküneti uzatmaya da kunut denir. Nitekim,
"Hazreti Pey g amber bir ay kunut yaptı, bunda Arap kabilelerinden biri aleyhine dua
ederdi." diye rivayet olunan Peygamber fiilinde kunut, duaya kıyamı (dua için
ayakta durmayı) uzatmak demektir. İşte bu "Allah için
kunut yaparak ayakta durunuz." emriyle namazda özel likle Allah için niyetin ve
iftitah (başlangıç) tekbirinin, kıyamın ve huşû ile dünya kelâmından sükut
etmenin farz oluşu anlatılmıştır. Bu şekilde kıyam (ayakta duruş) namazın ilk
rüknüdür (temelidir). "Okuyunuz", "Rüku ediniz", "Secde
ediniz" em i rleri gereğince kırâet, rükû, secdeler, kâde (oturma), sıralamada
bundan sonradır. Her namazda önce divan durmak vardır. Bu sebeple namaz aslında bir
kunuttur. Fakat vitir namazı gibi bazı namazlarda kıyam (ayakta durma) esnasında bir
tekbir i l e daha dua için kıyamı uzatmaya da özel mânâsıyla kunut denir ki kunut
içinde kunut demek olur. Bundan dolayı, "kânitîn" namaz kılanlar, huşû
içinde bulunanlar, susanlar demek olur. Asıl kıyam, "Allah için ayakta
durun." ifadesinden açıkça anlaşıldığı i çin "kunut yaparak"
ifadesi, daha çok Allah'ın zikri ile durup huşû ile susmak mânâsına
yorumlanmıştır. Ebu Amr eş-Şeybanî'den rivayet edilmiştir ki: "Biz
başlangıçta Resulullah zamanında namazda konuşurduk. Allah için kunut yaparak ayakta
durun." ây e ti indi, bize susmak emredildi." demiştir. Abdullah b. Mes'ud da
demiştir ki: Biz Habeşistan'a gitmeden önce Hz. Peygamber'e namazda olduğu halde
selâm verirdik, O da bize karşılık verirdi. Habeşistan'dan geldiğimde selâm verdim,
karşılık vermedi, sonra b u nu kendisine arz ettim. "Cenab-ı Allah dilediği emri
yaratır, namazda konuşmamanızı da kesinlikle emretti." buyurdu. Ebu Said
el-Hudrî'den rivayet edilmiştir ki: Bir adam Hz. Peygambere namazda selâm verdi. O da
işaretle aldı. Selâm verdikten sonra buyurd u ki: "Biz namazda selâm alırdık,
ama ondan menedildik. Muaviye b. el-Hakem es-Sülemî hadisinde de Peygamber (s.a.v.)
buyurmuştur ki: "Bizim şu namazımız yok mu, bunda insan kelâmından hiç bir
şey yaraşmaz. O tesbih, tekbir ve Kur'an kırâetidir. Bu âyetin i nişinden sonra
ashab-ı kiramdan her hangi birisi, namaza durduğu zaman, Allah korkusu ile uzağa
bakmaktan, sağa sola dönmekten, bir çakılı itmekten, gönlünde dünya işleriyle
ilgili bir kuruntu yapmaktan sakınırdı.
Kelimesinde, elif-lâm ahdi har ici içindir ki maksat, günde beş vakit bilinen farz
namazlardır. Bu ahd olmasaydı, bilinen bütün namazların farz olması gerekecekti ki
buna güç yetmezdi.
VUSTÂ : Evsat ın müennesi (dişili) olarak ism-i tafdildir ki orta veya en faziletli
demektir. Bunun için salat-ı vüstâ anlam itibarıyla orta namaz veya efdal (en
faziletli) namazdır diye ancak iki görüş vardır. İsm-i tafdil, fazlalık ve
eksikliği kabul eden şeylerden yapıldığı cihetle "mevt (ölüm)"ten
"emvet (daha çok ölüm)" denmediği gibi; bir ş e yin vasat (orta) olması da
fazlalık ve eksikliği kabul etmeyeceği için, "evsat" ve "vustâ"
kelimesinin tafdil mânâsında kullanılmasının doğru olmayacağı ve bu bakımdan
"evsat" en hayırlı, en mütedil demek olup, salatı vüstanın da "efdal
namaz" (en fazilet l i namaz) mânâsına olması gerekeceği de
hatırlatılmıştır. Bununla beraber ism-i tafdilin, fiilin asıl mânâsına gelmesi de
inkâr edilemeyeceği gibi, tavassutun (ortada olmanın) izafî veya hakikîsini
düşünmek de mümkündür. Şu halde salât-ı vustâ "namazların e n
ortası" veya "ortası" demek de olabilir.
İşin aslına gelince, atıf, tegayür (başkalık) gerektireceğinden
"orta namaz", "essalevat"tan yani bilinen namazlardan başka bir
namaz gibi görünürse de aslında "namaz", "namazlar" da dahil
olduğundan bu atfın, fazla itina göstermek için hassı âmma (özel olanı, genel
olana) atıf cinsinden bulunduğu en küçük bir düşünce ile anlaşılır ki genel
olarak tefsircilerin rivayetleri de böyledir. Şu halde bu atıf, "ve melâiketihî
ve Cebrail" (Allah'ın melekleri ve Cebrail) diye meleklere Cebrail'i atıf gibidir
ve farz namazlar içinde salat-ı vüstâ (orta namaz) melekler içinde Cebrail'e benzer.
Acaba bu hangi namazdır? Bunu kesin bir şekilde tayin etmek mümkün değildir.
Tabiin'in büyüklerinden Said b. Müseyyeb hazre t leri, salat-ı vüstâ hakkında
Resullullah'ın ashabı şöyleydi, demiş ve parmaklarını birbirine geçirmiştir. Bu
konudaki görüşlerin özeti şöyledir:
1- Bu, ikindi namazıdır. Bu görüş, Hz. Ali'den, İbnü Mes'ud'dan, Ebu Ey-yub'dan,
bir rivayette İbnü Ömer'den, Semre b. Cündeb'den, Ebu Hüreyre'den, Utayye rivayetinde
İbnü Abbas'tan, Ebu Said el-Hudri'den, bir rivayette Hz. Âişe'den, Hz. Hafsa'dan (R.
anhüm), birçok tabiînden, İmamı Azam Ebu Hanife'den, bir kavlinde İmam Şafiî'den,
Ahmet b. Hanbel'den ve Mali k 'in bazı arkadaşlarından rivayet edilmiştir ki
Resulullah Efendimiz "Ahzab" savaşı günü, "Bizi, orta namazı olan
ikindi namazından meşgul ettiler. Allah kalblerine ve evlerine ateş doldursun."
buyurmuştur. Çünkü düşmanların savaş için hücumlarından dolayı "korku
namazı" şeklinde olsun vaktinde kılamamışlar, güneşin batışından sonra
kılmışlardı. Hz. Ali de "Biz orta namazı sabah namazı zannederdik. Nihayet
Resulullah söyledi de bunun ikindi namazı olduğunu öğrendik." demiştir. Ebu
Malik Eş'ari ve Semre b. C ündeb hazretleri de Resulullah'ın, "Orta namaz, ikindi
namazıdır." buyurduğunu rivayet etmişlerdir. Bunun sebebi ve hikmeti olarak
denilmiştir ki ikindi namazı vakti, herkesin ticaret ve geçim için en çok meşgul
oldukları bir vakittir. Gece ve gündüz me l eklerinin toplanma zamanıdır. Bir de
şer'î günle, iki gündüz iki gece namazlarının ortasındadır. Bu bakımdan her iki
mânâsıyla ortadır.
2-Sabah namazıdır. Bu da Hazreti Ömer'den, bir rivayette Hz. Ali'den, Ebu Musa,
Muaz, Cabir, Ebu Ümame ve bir rivayette İbnü Ömer hazretlerinden ve Mücahid'den ve
İmam Malik'ten ve bir kavilde İmam Şafiî'den rivayet edilmiştir. Bunun hakkında da
Resullullah'ın, bir gün sabah namazını kılıp rukudan
önce kunut da yaptığı, elini kaldırıp dua ettiği ve sonunda: "İşte bu,
içersinde kunut yaparak (boyun eğerek) kılmamız emredilen orta namazıdır."
buyurduğu Ebu Reca Utaridî hazretlerinden rivayet edilmiş ve Fahreddin Razî,
tefsirinde daha çok buna atıfta bulunup delil getirmiştir.
3-Öğle namazıdır. Bu da İbn Ömer, Zeyd, Üsame, Ebu Said, Aişe hazretlerinden ve
bir rivayette İmam-ı Azam'dan rivayet edilmiştir. Zeyd b. Sabit (r.a.) şöyle rivayet
etmiştir ki: "Hazreti Peygamber, öğle sıcağında namaz kılar, insanlar da
kendilerini sıcaktan koruyacak barınaklarında bulunurla r, Cemaate gelmezlerdi.
Resulullah, bu hususta söylendi. Cenab-ı Allah: 'orta namazı' âyetini indirdi ki
maksat öğle namazıdır." Yine rivayet olunmuştur ki o zaman öğleyin Hz.
Peygamberin arkasında ancak bir iki saf cemaat bulunurdu. Resulullah: "Vallah i şu
namaza gelmeyen kavmin üzerlerine evlerini yakayım, diye gönlüme geldi. buyurmuş,
bunun üzerine bu âyet inmiştir; bir de öğle namazı, Resulullah'ın ilk defa
Cebrail'in imamlığı ile kıldığı ilk namazdır. Bundan başka cuma namazı bu
vakittedir. Bunun f azileti ise bilinmektedir.
4- Akşam namazıdır. Bu da Ebu Ubeyde es-Selmanî ve Kubeysa b. Züveyb (r.
anhüma)dan rivayet edilmiştir. Çünkü bu namaz, ikâmet halinde ve yolculukta hep üç
rekat olarak sabittir.
5- Yatsı namazı olduğu da bazı zatlardan nakledilmiştir.
6- Beş vakit namazın tamamıdır ki Muâz b. Cebel (r.a.) bu görüştedir. Gerçekte
namaz, imanın aslı ile diğer ameller arasında ortada bulunan bir ibadettir. Bu
itibarla "vüstâ" (orta oluşu) sıfat-ı kâşifedir (açıklayıcı bir
sıfattır). Diğer taraftan namazda tertip sahibi olmanın, daha faziletli olduğunda
söz yoktur. Bu ise, her gün beş vakit namazın tamamı itibariyledir.
7- Beş vakit namazdan, belirsiz olarak bir tanesidir. Tabiînin büyüklerinden Said
b. Müseyyeb ve Ebu Bekir Varrak bu görüşe sahip olmuşlardır. Cenab-ı Allah, Ramazan
ayında kadir gecesini, Esmâ-i Hüsnâ'sında (en güzel isimleri içersinde) İsm-i
Azam'ını (en büyük ismini), cuma gününde icabet saatini gizlediği gibi; namazlar
içinde de orta namazını gizlemiş ve bununla b eraber muhafazasını emretmiştir ki;
namazların hepsine devam ve muhafazasına itina gösterilsin.
Böyle olduğunu Nafi, İbn Ömer'den rivayet etmiş, Rebi' b. Heysem de bu görüşe
sahip olmuştur. Bir de bu âyet önce, "orta namazını, ikindi namazını..."
diye inmişti. Hz. Hafsa'nın, kölesine yazdırdığı ve bu âyete gelince özellikle
imla suretiyle yazdırdığı mushafta ve yine Hz. Aişe'nin mushafında böyle ve bir
rivayette: "o ikindi namazıdır" şeklinde olduğu, fakat bunun daha sonra
neshedilip (kaldırılıp) yalnız, kırâetınin kaldığı mütevatir kırâetlerle
sabit ve Bera' b. Âzib hazretlerinden de özellikle rivayet edilmiş bulunduğu cihetle
anlaşılıyor ki bu önce ikindi namazı olmak üzere tayin edilmiş olduğu halde, daha
sonra tayini neshedilip kapalı bırakılmıştır. Tefsirci Kurtubî demiştir ki, sahih
olan budur; çünkü deliller, birbirine zıt ve tercih şekli de yoktur.
Meşhur olan görüşler bunlardır. Bunlardan başka:
8- Cuma günü cuma namazı, diğer günlerde öğle namazıdır. Bu da Hz. Ali'den
rivayet edilmişti r.
9- Yatsı ve sabah namazlarıdır ki Ebu Hayyan'ın anlattığına göre Hz. Ömer ve
Hz. Osman bu görüşe sahiptirler.
10- Sabah ve ikindi namazlarıdır ki Malikî fıkıhçılarından Ebu Bekir
Ebherî'nin görüşüdür.
11- Özellikle cuma namazıdır.
12 - Farz namazların hepsinde cemaattir.
13- Korku namazıdır.
14- Vitir namazıdır. Ebu'l-Hasan Ali b. Muhammed es-Sehâvî bunu tercih etmiştir.
15- Kurban bayramı namazıdır.
16- Ramazan bayramı namazıdır.
17- Kuşluk namazıdır.
Tef sirci Ebu Hayyan Endelûsî, bunları özetleyerek der ki: "Bu görüşlerden
her biri söylediği namazın fazileti hakkında vârid olan hadislerle, bir de
bazısının, şu ve şu arasında ortada bulunmasıyla tercih edilmesi istenilmiştir.
Halbuki bu bir delil değildir. Belirli bir namazın özel bir faziletinin bulunması; ne
hepsinden faziletli olmasına, ne de orta namazdan Allah'ın muradının, o namaz
olduğuna delâlet etmez. Bütün bu rivayetler arasında itimada en uygun olan
görüş; Hz. Peygamberin salat-ı asır (ikindi namazı) diye
açıklamasıdır..."
İbn Cerir Taberî de tefsirinde bunu doğru göstermiştir. Hanefîlerin de en çok
taraftar olduğu görüş budur. Böyle olmakla beraber, bu kadar ihtilaf içinde bunun
kesin bir tefsir olduğu iddia edilemez. Çünkü âyetten "salâtü'l-asr"
(ikindi namazı) açıklamasının, okunuşunun neshedilmiş olarak kalması, belirleme
hükmünün kaldırılmış olmasına yorumlanır. Yalnız okunuşun neshedilmiş olması,
orta namazın bilinmesinin, beş vakit namaz gibi yerleşip tevatürle bilinmesine ve
tayin edi l miş olmasına bağlıdır. Halbuki görüldüğü üzere beş vakit namaz,
kesin olarak bilindiği halde bu öyle değildir. Bu ancak genel anlamı ile
bilinmektedir. Gerçi "Ahzab" günü (Hendek savaşı günü) hadisi, en
kuvvetli bir açıklamadır. Fakat bunun, o günkü ikind i namazına mahsus olması da
muhtemeldir. Çünkü en çok engelle karşılaşan o olmuştur. Ve çok meşguliyet
hikmetine bakılarak orta namazın, çoğunlukla ikindi namazı olduğunun söylenmesi,
insanların çoğu için ikindi namazının, meşguliyetin çok olduğu bir zaman a
rastlamış olmasından ve böylece ortada kalmasındandır. Halbuki genel duruma
bakılırsa, meşguliyetin çokluğu ve engeller, diğer namazlara da rastlayabilir. Bu
bakımdan denilebilir ki her şahıs için engellerin çokluğu sebebiyle kılınması zor
ve en çok orta d a kalıp geçmesi muhtemel olan namaz hangisi ise, onun hakkında
namazların en faziletlisi ve orta namazı da odur. Ve yukarıdaki şekilde her namaz
hakkında rivayet bulunması, bu şekilde izah edilebilir ve ilk inişteki
"salâti'l-asr" (ikindi namazı) açıklama s ının, neshedilmiş bulunması da
bunu teyid etmektedir. O halde orta namazı hakkında en sahih ve en itidalli söz, beş
vakit namazdan herhangi birisinin olmasıdır.
239- Bütün namazlara itina gösterilmesini temin için, orta namazı kesin olarak
tayin edilmemiş, ancak açık ve kesin buyurulmuştur ki:
Namazların hepsini ve hele orta namazı muhafaza ediniz ve Allah için kalkıp divana
durunuz, eğer korkarsanız; düşman veya yırtıcı hayvan gibi bir sebepten ötürü
şiddetli bir korkuya düşerseniz, yaya veya binekli, nasıl durabilirseniz öyle
kılınız. Yani durum neyi gerektiriyorsa ona göre nasıl ve ne tarafa durmak mümkünse
öylece, isterse hayvan üzerinde ima ile olsun tek başınıza kılınız ve her halde
mümkün olduğu kadar kılınız, terk etmeyiniz.
Bu şekilde gelişine göre namaza, "korku namazı" denir ki en şiddetli
korku zamanındadır. Korku namazının, cemaatle kılınabilen diğer bir şekli vardır
ki Nisâ sûresinde gelecektir. Onda korku, bundan azdır. Fakat düşmanla fiilen savaş
sırasında bunların hiçbiri yapı l amaz; hareket namazı bozduğundan, o zaman namazı
kazaya bırakmak zorunlu olur. Nitekim Hendek savaşında "Ahzab" günü güneş
batıncaya kadar böyle olmuş da Resulullah: "Bizi orta namazı olan ikindi
namazından meşgul ettiler..." buyurmuş, dört namazı kaza y a bırakmış ve
güneş battıktan sonra sırasıyla kaza etmişti.
Artık korkuyu atıp emniyet ve selâmete çıktınız mı, size o bilmediğiniz
hükümleri ve bu arada namazın hükümlerini nasıl öğrettiyse, öylece Allah'ı
zikrediniz, namazlarınızı yine tam olarak kılınız ve diğer hükümlerini de yerine
getiriniz ki şükretmiş olasınız. O hükümler içinde namazlara devam, bu üstünlük
ve fazileti unutturmaz. Demek ki namazlar içinde orta namazı nasılsa, bütün şer'î
hükümler içinde namazlar da öyledir ve bunu an l atmak için nikâh ve boşama
meseleleri henüz bitmeden arada özellikle bu emirler verilmiştir. Ölümün ve
boşamanın bahis konusu olduğu ve olacağı bir sırada fazilete sevk ve namazı
emretmek ve korku ve güvence ile cihadı hatırlatmak ne kadar beliğ (belagatlı)dir! Bu
uyanışla o hükümlerin geri kalan kısmını dinleyiniz:
Meâl-i Şerifi:
240-İçinizden hanımlarını geride bırakarak vefat edecek olanlar, eşleri için
senesine kadar evlerinden çıkarılmaksızın kendilerine yetecek bir malı vasiyet
ederler. Bununla birlikte eğer kendileri çıkarlarsa, kendi haklarında yaptıkları
meşru bir hareketten dolayı size bir sorumluluk yoktur. Allah çok güçlüdür, hüküm
ve hikmet sahibidir.
241- Boşanmış kadınlar için de meşru ve geleneğe uygun şekilde bir meta'(intifa
hakkı) vardır ki verilmesi, Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur.
242-İşte akıllarınız ersin diye, Allah size âyetlerini böylece açıklıyor.
240- KIRÂET: Ebu Amr, İbnü Âmir, Hafs rivayetiyle Âsım ve Hamza kırâetlerinde
mansub şeklinde, diğerlerinde ise merfu şeklinde okunur. Abdullah b. Mes'ud
kırâetinde de şeklindeydi.
Tefsircilerin büyük çoğunluğu bu, âyetinin inişinin, evvelki âyetten daha önce
olduğunu, fakat okunuşta geri bırakıldığını söylemişlerdir. Bununla beraber
tarih açıklanmış değildir. Önceki iddet, bu da nafaka içindir.
Yine içinizden vefat edip de acıklı hanımlar bırakanlar, eşleri için senesine
kadar evden çıkarılmayarak geçinecekleri bir malı vasiyet edip bırakırlar.
Bunların, hanımları için böyle bir vasiyet hükmü vardır ki vasiyet yapılmasa bile
hüküm verilir. Bunun üzerine o hanımlar, kendiliklerinden çıkarlarsa, o zaman kendi
haklarında meşru bir şekilde yaptıkları hareketlerde size bir günah yoktur. Nafaka
haklarını, kendileri düşürmüş olu r lar. Allah azizdir, hakimdir (çok
güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir); meşru olanın aksine hareket edenleri veya
meşru olan harekete müdahale edenleri hesaba çeker.
Burada nekre (belirsiz) olarak "ma'ruf", öncekinde (belirli bir kelime
olarak) "bi' l-ma'ruf" buyurulması; bunun inişinin önce, öbürünün
inişinin ise daha sonra bulunmasından dolayı olduğunu tefsirciler açıklıyorlar.
Çıkış halinde günahın olmayışı gösterir ki bu bir sene tamamen iddet değildir.
Çünkü iddet olsaydı, çıkışları günah olurdu. Şu halde bu âyet, birincisinden
inişte de önce olsaydı, dört ay on gün iddet müddetiyle çelişkili olmazdı. O
halde önce
olduğundan dolayı nafakaya ait olan bu müddetin, iddet müddetiyle neshedilmiş veya
tahsis edilmiş olması gerekmezdi. Fakat şurasını unutmamak gerekir ki bu bir sene
kadar intifa hakkı, vasiyet veya vasiyet hükmünde olarak sabittir. Halbuki ileride
görüleceği üzere karı da kocasına dörtte bir veya sekizde bir hisse ile varis
olacaktır. Bu şekilde miras âyetlerinin inişinden sonra varise v a siyet neshedilmiş
(kaldırılmış) olduğundan, bu vasiyet de neshedilmiştir. Bundan dolayı kocası vefat
eden eşlere kendi miras paylarından başka bir de nafaka vacib değildir. Bu âyet,
İslâm'ın başlangıcında karıya miras yokken inmiş ve daha sonra miras ile hükmü
kaldırılmıştır. Ve bu hükmün kaldırılması, karının aleyhine değil, lehine
(yararına) olmuştur. Bir sene de iddet mânâsı düşünenler, bu neshin, sonradan inen
iddet âyetiyle olduğunu da söylemişlerdir. Demek ki her iki takdirde neshedilmiştir.
Ancak M ü cahid'den mesken hakkında neshedilmediğine dair ayrı bir görüş vardır.
İmam Şafiî de o görüşü benimseyerek, bunlara nafaka yoktur, fakat bir sene meskende
oturma hakkı vardır demiştir. Mesken de nafakadan sayıldığı için, bu düşünce
rivayet ve dirayet bakı m ından zayıftır.
241- Kocası vefat edenlerin nafakaları böyle. Bu açıklamanın sonunu, baş
tarafına bağlamak için bu hususta ilk bahis konusu olan boşanmış kadınlara gelince:
Boşanmış kadınlar için de şer'î bakımdan ve gelenekler açısından uygun şekilde
bir mal, bir intifa hakkı (faydalanma hakkı) vardır ki, verilmesi, Allah'tan
korkanlara, takvanın en geniş mânâsıyla müminlere vacibdir. Koca onu vermeli;
vermezse, müslümanların hakimleri alıvermelidir. Bu mal, gerdeğe girmiş olanlar
için iddet naf a kası, girmemiş olanlar için de bir bağıştır (müt'adır). Fakat
müt'a, yukarda geçmiş bulunduğundan burada asıl konunun iddet nafakası olacağı
açıktır. Bunun geleneklere uygun olanı da kocanın gücüne göre, karının durumuna
uygun olmasıdır. "Hiç bir kim s e, gücünün yettiğinden başkasıyla mükellef
tutulmaz." (Bakara, 2/233), "Eli geniş olan kendi gücüne göre, eli dar olan
da kendi gücüne göre" (Bakara, 2/236).
242- İşte böyle Allah, hükümlerine delil olan âyetlerini size açıklıyor ki,
aklınız ersin, akıl ve anlayış sahibi olasınız. Allah'ın hükümlerini güzelce
anlayıp lâyıkıyla tatbik edesiniz de "ölüm" denince, akıllarını
kaçıranlar gibi olmayasınız:
Meâl-i Şerifi
243- Görmedin mi o kimseleri ki kendileri binlerce kişi iken ölüm korkusuyla
yurtlarından çıktılar. Allah da kendilerine "ölün!" dedi, sonra da onlara
bir hayat verdi. Şüphesiz ki Allah, insanlara karşı bir lütuf sahibidir. Fakat
insanların pek çokları şükretmezler.
Çoğunlukla taaccüb ve takrir için kullanılır ki dilimizde "görmedin
mi" ifadesi de böyledir. Rü'yet (görme) de gözle veya kalble olur. İkisi de ile
sılalanmaz (ulanıp bağlanmaz). Bundan dolayı
243- denildiği zaman bakmak veya ulaşmak mânâsını ifade eder ki, "Bakıp
görmedin mi? Görmüş gibi bilmedin mi? İlmin, bu bilinen şeye daha yetişmedi mi? Ne
garip. Hayır, sen onu bilirsin." yahut "Haberin yok mu baksana ne acayip!"
demek olur.
Görmedin mi? Haberin yok mu? Ne acayip, baksana şunlara ki, binlerce kişi oldukları
halde ölümden kaçınmak için yurtlarından çıktılar. Allah da onlara
"ölün!" dedi sonra bunlara yeniden hayat verdi. Öldükten sora dirilmeye
erdiler. Ölmeyelim diye kaçtıkları zaman korktukları başlarına geldi, öldüler
fakat ölüm içine düşüp âdete göre "öldük!" dedikleri b i r anda akla
ve hayale gelmez bir şekilde tekrar hayat buldular. Demek ki Allah'ın hükmünden
kaçılmaz ve hiç bir zaman Allah'tan ümit de kesilmez. Rivayet olunmuş ki vaktiyle
Irak'ta Vasıt tarafında (Dâverdân) denilen bir kasaba varmış. Orada veba hasta l
ığı ortaya çıkmış, halk bundan kaçmak için memleketlerinden çıkmışlar fakat
hep telef olmuşlar, sonra Allah yine hayat vermiş. Bir de İsrail oğullarından,
kendilerine cihad emredilmiş olan bir kavim savaştan korkup vatanlarından
çıkmışlar, kaçmışlar. Faka t yine ölmüşler, perişan olmuşlar. Nihayet Allah,
onlara tekrar hayat vermiş, Allah yolunda savaşmalarını emretmiş. Bir gün Hz. Ömer
namaz kılarken geride iki yahudi varmış. Hz. Ömer rükûa varırken hava yapar, yani
rükûda kollarını bögürlerine kısmayıp ser b est ve aralıklı tutarak dizlerine
kor ve karnını çekkin tutar ve bu şekilde rükûda mertçe
ve güçlü bir vaziyet alırmış. Bunu gören yahudilerin biri, diğerine "Bu o
mu?" der. Hz. Ömer, namazı bitirince birisinin "Bu o mu?" dediğini
söylemiş. Yahudiler: "Biz kitabımızda Allah'ın izniyle ölüleri dirilten
Hazkil'in verdiğini verecek demirden bir boynuz (karn) buluyoruz demişler. Ömer'in:
"Biz kitabımızda Hazkil ve İsa'dan başka Allah'ın izniyle ölüleri dirilten
bulmuyoruz." demesi üzerine, "Biz, Allah'ın kitabında sana nakletmediği
peygamberler buluyoruz demişler. Ömer de "evet" der. Bunun üzerine Yahudiler,
ölüleri diriltmeye gelince, "Sana şunu söyleyeceğiz ki İsrail oğullarında
veba meydana gelmişti. Bunlardan bir kavim çıktılar, bir mil gider gitmez A l lah,
bunları öldürdü. Bunlara bir duvar çevirdiler. Kemikleri çürüdüğünde Cenab-ı
Allah, Hazkil'i gönderdi, üzerlerinde bir müddet durdu, Allah da bunları bu yüzden
ölümden sonra tekrar hayata kavuşturdu." dediler diye de rivayet edilmiştir.
İşte bu âyet, bu kıssaların biri veya hepsi dolayısıyla inmiştir. Ve deniliyor
ki Hazkil, Zülkifl (A.S.)dır. Âyetin gelişi, savaş kıssasına daha münasip gibi
görünürse de âyette ölüm korkusu mutlak olduğu için gerek taun ve veba, gerekse
savaş, her hangi sebeple o l ursa olsun, ölüm korkusuyla Allah'ın hükmünden kaçmak
isteyenlerin hepsini içine almaktadır. Taun ve veba gibi salgınlarda herkes bulunduğu
yerden kaçmaya kalkışmamalı, savaş gerektiği zaman da binlerle halk korkup
vatanlarından kaçmamalıdırlar. Ölüm kork u suyla vatanlarını müdafaa ve Allah'ın
emrini yerine getirmekten kaçınarak, sürü sürü yurtlarını terk eden binlerce
kavimlerin, çok geçmeyip mahvoldukları, perişan oldukları ve sonradan Allah'ın
izniyle yine hayat buldukları hakkında insanlık tarihi örnekl e rle doludur. Burada
Cenâb-ı Allah, bütün bunları hatırlatırken ölümden, Allah'ın hükmü olan
vazifeden kaçıp kurtulmanın imkanı bulunmadığını ve böyle yapanların,
korktuklarına daha çabuk ve daha feci bir şekilde uğrayacaklarını ve hatta
Allah'ın, dileyinc e hükmünü yerine getirmek için ölüleri bile dirilteceğini ve
dolayısıyla, ölmekle kurtulacaklarını zannedenlerin de kurtulamayacaklarını
anlatmış kısaca Allah'ın hükmünden kurtulmak için, ne ölümden kaçmanın, ne de
ölüme koşmanın akıl işi olmadığını bildir m iştir.
Şüphe yok ki Allah'ın insanlara lütuf ve ikramı çoktur. Böyle her türlü
sebeplerin kesilmiş, artık hayata imkan kalmamış zannedildiği bir sırada bile
yeniden hayat verir. Fakat insanların pek çoğu şükretmezler. O'nun emirlerine karşı
gelir ve kaçmakla kurtulacağız zannına düşerler. Ne budalalık! Ey müminler! Siz
böyle olmayın:
Meâl-i Şerifi:
244- O halde Allah yolunda çarpışın ve bilin ki Allah, her şeyi işitir ve bilir.
245- Kimdir o adam ki Allah'a güzel bir ödünç ve rsin de Allah da ona birçok
katlarını ödesin. Allah darlık da verir, genişlik de verir. Hepiniz de O'na
döndürülüp götürüleceksiniz.
244- KIRÂET: : Nâfi', Ebu Amr, Hamza, Kisâi, Halefi Âşir kırâetlerinde nın
zammesiyle şeklinde, İbnü Kesir ve Ebu Cafer kırâetlerinde nın zammesi ve
"ayn"ın şeddesiyle elifsiz , İbnü Âmir ve Yakub kırâetlerinde
"fa"nın nasbı ve "ayn"ın teşdidiyle , Asım kırâetinde ise,
râ'nın nasbı ve elif ile okunur. Nâfi', Bezzî, Ebu Bekir Şu'be, Kisâî, Ebu Cafer
ve Ravh kı râetlerinde "sin" yerine "sâd" ile okunur.
Siz, bunlardan ibret alıp şükredin ve Allah yolunda savaşın, vazifenize bakın.
Anlaşıldı ki korkunun ecele faydası yok. Kesinlikle takdir edilmiş olanın da reddine
çare yok. Ecel geldiyse Allah yolunda ölmek, gelmediyse kıymetli zaferler elde edip
sevablar kazanmak var ve biliniz ki, Allah mutlaka işitir, bilir. Gidenlerin ve
kalanların ne söylediklerini işitir, kalblerinde neler gizlediklerini bilir.
245- Şimdi kimdir o yiğit ki, Allah'a bir karz-ı hasen, yani gönülden koparak iyi
niyet ve ihlâsla dişinden, tırnağından güzelce kırpıp bir ödünç versin, Allah
yolunda mal harcasın da, o da yarın ona, birçok defa katlayarak kat kat fazlasıyla
versin, yahut her kim öyle ödünç verirse, Allah da ona b ö yle kat kat verir. Bu
katların miktarını ancak Allah bilir. Bununla beraber, "...bir tanenin hâli
gibidir ki yedi başak bitirmiş, her başakta yüz tane var..." (Bakara, 2/261)
hesabıyla bire yedi yüz de denilmiştir.
Rivayet olunuyor ki Ebu'd-Dehdah (r.a.): "Ya Resulallah! Benim iki bahçem var,
birisini tasadduk edersem bana cennette iki misli var mıdır?" demiş.
"Evet" buyurulmuş, "Dehdah'ın anası da yanımda mı?" demiş,
"Evet" buyurulmuş, "Sabiyye de beraberimde mi?" demiş,
"Evet" buyurulmuş. Bunun ü zerine bahçelerinin en güzeli olan Huneyniyye
adındaki bahçesini tasadduk etmiş, dönüp çoluk çocuğuna gelmiş, onlar da o
bahçede bulunuyorlarmış. Hemen bahçenin kapısına durmuş, hanımı Ümmü Dehdah'a
bunu nakletmiş. O da "Satın aldığın bahçeleri Allah müba r ek etsin!"
demiş. Çıkmışlar, bahçeyi teslim etmişler, bu âyet inmiş. Resulullah, "Ebu
Dehdah için Cennette nice hurma ağaçları saçak atıyor." buyurmuş.
Bu ne lütuftur ki Allah kullarına böyle bir ödünç alma işi ilan ediyor ve bu
bereketin, ihlas ve iyi niyetle kulun iradesine bağlı olduğunu da gösteriyor. Buna
talip olunuz. Allah bu katlı ihsanı önceden niye yapıvermiyor, demeyiniz. Çünkü,
Allah sıkar ve açar, gerek fertlere ve gerekse toplumlara bazen darlık verir, bazen de
genişlik. Darlıkta ümit s izliğe düşmemeli, genişlikte azıtmamalı her iki
takdirde herkes hâline göre iyiliğe rağbet göstermelidir. Dişinden, tırnağından
güzelce kesip Allah'a mal ve bedence isterse sıkıntılara tahammül etmek ve hiçbir
şey bulamazsa "Allah'ı tesbih ederim, Alla h 'a hamd olsun, Allah'tan başka hiç
bir ilâh yoktur. Allah büyüktür." demek suretiyle olsun karz-ı hasen yapılmalı
"Allah'a güzel bir ödünç verilmeli" dir ki sonu genişlik olsun. Ve siz ne
kadar kaçınsanız, sonunda o Allah'a döndürüleceksiniz. Mükafat ve y a cezanızı
mutlaka bulacaksınız.
Bunların gelişmesini aydınlatmak için:
Meâl-i Şerifi:
Meâl-i Şerifi
246- Baksana, İsrail oğullarının Musa'dan sonra ileri gelenlerine! Hani onlar, bir
peygamberlerine: "Bize bir kumandan gönder de Allah yolunda savaşalım..."
dediler. O da: "Size savaş farz kılınırsa, acaba yapmamazlık eder misiniz?"
dedi. Onlar: "Bize ne oldu da yurtlarımızdan çıkarıldığımız ve
çocuklarımızdan ayrıldığımız halde Allah yolunda savaşmayalım?" dediler.
Bunun üzerine savaş k endilerine farz kılınınca da onlardan pek azı hariç, yüz
çevirdiler. Ama Allah, o zalimleri bilir.
247- Peygamberleri onlara: "Allah, size hükümdar olmak üzere Talût'u
gönderdi." demişti. Onlar: "Ona bizim üzerimize hükümdar olmak nereden
geldi? Oysa hükümdarlığa biz ondan daha lâyıkız, ona maldan bir genişlik, bir
bolluk da verilmemiştir." dediler. Peygamberleri de "Onu sizin başınıza
Allah seçmiş ve ona bilgi ve vücut bakımından bir güç, bir genişlik
vermiştir." dedi. Hem Allah, mülkünü dilediğine v e rir. Allah'ın rahmeti
geniştir, o her şeyi bilir.
248-Peygamberleri, onlara şunu da söylemişti: Haberiniz olsun, Onun
hükümdarlığının alâmeti, size o tabutun gelmesi olacaktır ki onda Rabbinizden
bir sekine (sükûnet, gönül rahatlığı), Musa ve Harun ailelerinin
bıraktıklarından bir bakiyye (kalıntı) vardır. Onu melekler getirecektir. Eğer iman
etmiş kimselerden iseniz, bunda sizin için kesin bir ibret, bir alâmet vardır.
249-Talut, ordu ile hareket edince dedi ki: "Allah sizi mutlaka bir nehirle im
tihan edecek. Kim ondan içerse, benden değildir. Kim de onu tatmazsa, işte o bendendir.
Ancak eliyle bir avuç alan başka (bu kadarına ruhsat vardır)." Derken içlerinden
pek azı hariç, hepsi de varır varmaz ondan içtiler. Talut ve beraberindeki iman eden k
i mseler nehri geçtiklerinde. "Bizim bugün, Calut ile ordusuna karşı duracak
gücümüz yok." dediler. Allah'a kavuşacaklarına inanıp, bilenler ise şu cevabı
verdiler: "Nice az topluluklar, Allah'ın izniyle nice çok topluluklara galip
gelmişlerdir. Allah, sabı r lılarla beraberdir."
250-Calut ve ordusuna karşı savaş meydanına çıktıkları zaman da şöyle
dediler: "Ey Rabbimiz! Üzerlerimize sabır dök, ayaklarımızı sabit tut ve
kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!"
251-Derken, Allah'ın izniyle onları tamamen bozdular. Davud, Calut'u öldürdü ve
Allah, kendisine hükümdarlık ve hikmet (peygamberlik) verdi ve ona dilediği şeylerden
de öğretti. Eğer Allah'ın, insanları birbirleriyle savması olmasaydı, yeryüzü
mutlaka bozulur giderdi. Fakat Allah, bütün âleml e re karşı büyük bir lütuf
sahibidir.
252-İşte bunlar, Allah'ın âyetleridir. Onları sana hakkıyla okuyoruz. Şüphesiz
ki sen o gönderilen resullerdensin.
246-KIRÂET : Nâfi, "sin"in kesresiyle şeklinde, diğerleri fethasiyle
şeklinde, okurlar. Nafi', İbnü Kesir, Ebu Amr, Ebu Cafer "gayın"ın
fethasiyle , diğerleri zammesiyle okurlar. : Nafi', Ebu Cafer, Yakub, şeklinde okurlar.
MELE' : Kavim, raht (cemaat, topluluk) gibi tekili olmayan bir çoğul isimdir ki
toplandıkları zaman göz veya yer dolduran bir cemaat veya cemiyet anlamıyla
insanların eşrafına; yani ileri gelen, görüş, fikir ve itibar sahibi olan, işleri
bitirip, çözüm ve sonuca bağlayacak nitelik ve yetkiye sahip bulunan heyete denir.
İbnü Atiyye demiştir ki: kelimesinin asıl kullanılışı, kavmin tamamınadır.
İleri gelenlere denilmesi, benzetme yoluyladır. Yani ileri gelenlere, bütün bir
kavmi temsil edebilmeleri bakımından onlar gibi mele' denir. Onun için ilerde
göreceğiz ki sözler, fikir ve görüş sahiplerine nisbet edilmekle beraber, sorumluluk
tamamına yöneliktir. Kısaca iki bakımdan kavmin büyük çoğunluğu demektir. Ferrâ
açıklıyor ki bütün Kur'an'da kelimeleri erkekler demektir, içlerinde kadın yoktur.
Ey görüş ve fikir sahibi! Görmedin mi, baksana, Musa'dan sonra İsrail
oğullarından o kalabalık topluluğa. Bir vakit bunlar bir peygamberlerine<D> bize
kumanda edecek bir emir (kumandan) gönder, Allah yolunda savaşalım, dediler. O
peygamber, size savaş farz kılınırsa yapmamazlık etmeyesiniz dedi, damar l arına
bastı, gerçeği gördü, tesbit etmek istedi. Cevap olarak bütün topluluk, biz niye
Allah yolunda savaş etmiyelim? Halbuki yurtlarımızdan çıkarıldık ve
çocuklarımızdan olduk, dediler.
İntikam duygusu ve Allah'tan zafer ümidiyle savaş sebeplerinin fazlasıyla mevcut
olduğunu söylediler. Bu sırada Mısır ile Filistin arasında yerleşmiş bulunan
Amalika'nın başında Imlîk oğullarından Calut adında zorba bir hükümdar
bulunuyormuş. Bunlar İsrail oğullarına galip gelmişler, vatanlarının birçoğunu za
p tederek çocuklarını, hatta şehzadelerinden dört yüz kırk kişiyi esir edip
götürmüşler, kalanlara vergiler bağlamışlar ve Tevratlarını bile almışlar. Bu
sırada İsrail oğullarının bir peygamberleri yokmuş. Nihayet Allah'a yalvarmışlar.
Allah Teâlâ bunlara p e ygamber sülâlesinden kalma tek bir kadından bir çocuk
vermiş ve buna peygamberlik ihsan etmiş; bu sayede ümitlenmişler, bir taraftan onun
peygamberliğini imtihan, bir taraftan da zafer ümidiyle savaşmak arzusuna
düşmüşler. Bu sebeple ondan bu talepte bulu n muşlar ve böyle söz vermişler. İmam
Kuşeyrî, bu noktada demiş ki, fakat iyi niyetlerine mal ve evlad endişesini
karıştırarak hareket etmiş ve sırf Allah yolunda tam bir
samimiyetle ilâhî emre boyun eğmeyip, yiğitlik göstererek harbe coşturmak için
ayaklanmış bulunduklarından, maksatları tamam olmamış ve çoğunlukla rahata
alışmış kimselerin âdeti olduğu üzere başlangıçta intikam duygusuyla yiğitlik
göstermişler ve sonra iş sıkıya gelince davranışları sözlerine uymamıştır.
Gerçek şu ki, ne zaman ki savaş yazıldı, emir verilip iş kesinlik kazandı, geri
döndüler. Hareketleri, sözlerine uymadı, sözlerinde durmadılar, emre riayet
etmediler. Savaş alanına gelirken yüz çeviriverdiler. Ancak içlerinden birazı
müstesna bir makâm kazandılar ki yakında gör ü leceği üzere bunlar, bir avuç su
ile yetinenlerdi. Azlıklarına bakmadılar, sebat ettiler ve muzaffer oldular.
Bir hadisi şerife göre bu azınlıkta olanlar, "Bedir" ashabının sayısı
kadardılar ki üç yüz on üç kişilermiş, demek olur. Sözlerinde duran ve başarıya
ulaşan bu azınlıktan başkaları, başlangıçta harbe çoşturdular da savaş
alanında bunları yalnız bırakıp çekiliverdiler. Allah da böyle zalimleri bilir,
dolayısıyla onlara yapacağını da bilir. Bu tezyîl (ilave) cümlesi, sözlerinde
durmayan ve öze l likle savaşa talip olup da sonradan dönenler hakkında büyük bir
uyarıyı içermektedir. Burada "Benim ahdim (vadim) zalimlere ulaşmaz."
(Bakara, 2/124) ilâhî sözünü hatırlamak gerekir.
247-Harbin nasıl kesinlik kazandığına gelince:
Onlar öyle söylediler, o peygamberleri de onlara, Allah size Talut'u emir
(hükümdar) olarak gönderdi, dedi. Buna karşı o topluluk, o bize karşı nerden
hükümdar olacak? Yahut bizim üzerimize onun hükümdar olması nasıl olur? Halbuki
biz, hükümdarlığa ondan daha layıkız, hükümdar olmak, ondan daha çok bizim
hakkımız, ona bir mal genişliği, bolluğu da verilmiş değil, diye itiraz ettiler.
Cevap olarak o peygamber dedi ki: Allah onu seçip ayırarak üzerinize kesin bir şekilde
tayin etti ve ona ilimde v e vücutta, maddi ve manevi bir çok gelişmeler ve güç
verdi. Vücutca iri, güçlü, kuvvetli, güzel; manevi bakımdan da din ilmi, siyaset,
idare tekniği ve savaşta sizden yüksek yarattı. Fiilen hükümdarlık ve kumandanlık
için esas olan şartlar da bunlardır. Y o ksa varislik ve soy, asıl şart değildir.
Deniliyor ki İbrâni olan "Talut" ismi, Arapça maddesiyle de ilgili olarak
kuvvet ve uzunlukta mübalağa mânâsını içermektedir. Bu bakımdan ilim
ve vücut kuvvetine bir ünvan gibidir. Aslında ucme (yabancı) bir özel isimden
ibaret olsa da Kur'ân, Arapça açısından mânâsına işaretle bunu bir genel kural
hâlinde tarif ve tesbit etmiştir. Talut'un ismi Süryanice Sayil ve İbranice Savil b.
Kays imiş. Demek ki Talut lakaptır.
Şimdi, biz dururken Allah bunu niye böyle yapmış mı denecek? Allah, mülkünü
dilediğine verir. Mülkün sahibi o, asıl mülk (hükümranlık) O'nundur.
Hükümranlığa kavuşanlar, asaleten değil, ondan vekaleten kavuşurlar. Hem Allah'ın
rahmeti geniştir, o her şeyi bilir. Rahmet ve ihsanı çoktur, d ilediğini yapar.
Daraltmasını, genişletmesi takip eder. Fakiri, zengin kılar, mülksüze mülk verir,
vereceğini vermek için de hiç bir kayıt ve şarta tabi değildir, bilgisizlikten
münezzehtir, yücedir. Hükümdarlığa layık olup olmayanları, kimlere niçin ve n e
kadar müddet vereceğini de bilir. Buna karşı, "Biz dururken mülkünü Talut'a
niye verdi? denemez. Ancak habere itimat edemeyecek kimseler, mantık açısından bu
davanın önermesi (suğra) olan seçme meselesini (kaziyye), "ne malum?" diye
reddedip, delil istey ebilirler. Bunu tamamlamak için, Bir de peygamberleri onlara dedi
ki:
248- Talut'un hükümdar olmasının görünürdeki alâmeti ve peygamberliğin
mucizesi, size tabutun gelmesidir.
TÂBÛT: Sandık demektir. Bununla birlikte müracaat demek olan "tevb"
maddesinden mübalağa sığası (kipi) olması bakımından dönüp dolaşıp gelinecek
olan herkesin dönüş yeri meâlinde bir anlam da ifade eder. Bu tabuttan maksat da
Tevrat sandığıdır ki Hz. Musa'dan sonra İsrail oğullarının isyanıyla ellerinden
çıkmış, (Allah tarafı n dan) kaldırılmıştı. Haberciler demişlerdir ki:
"Allah Teâlâ, Hz. Âdem'e bir tabut indirmiş, içinde çocuklarından gelecek
peygamberlerin suretleri (resimleri) varmış. Şimşir ağacından eni boyu üç iki
(3x2) kadarmış. Âdem (a.s.)in vefatına kadar yanında kal m ış, ondan sonra birer
evladı miras yoluyla devralmışlar, nihayet Yakub (a.s.)'a intikal etmiş. Sonra İsrail
oğullarının elinde kalmış, Musa (a.s.)'ya kadar gelmiş. Hz. Musa, Tevrat'ı buna
kor, savaş yaptığı zaman öne geçirir, İsrail oğullarının gönülleri b ununla
huzur bulurdu. Vefatına kadar yanındaydı. Ondan sonra İsrail oğulları arasında
elden ele geçti. Bir hususta muhakeme olacakları zaman buna müracaat ederler,
aralarında hakim olurdu. Savaşa gittiklerinde önlerinde götürürler ve bununla
teberrük eder e k (bereket umarak) düşmanlarına karşı zafer ümid ederlerdi.
Melekler bunu askerin başında tutar, savaşa girişirler, sonra tabuttan bir ses
işittikleri zaman gâlip geleceklerine kesin bilgi edinirlerdi. Ne zaman ki İsrail
oğulları isyana
başlamışlar, fesada düşmüşler, işleri çığırından çıkmış; Allah,
başlarına Amalika'yı musallat etmiş, bunlar galip gelmişler, tabutlarını da
almışlar, götürmüşler, bir pisliğe, bir helaya bırakmışlar. Cenab-ı Allah,
Talut'u hükümdar yapmak isteyince Amalika'ya bir bela vermiş, hatta tabutun yanında
abdest bozanlar basura tutulur olmuş, diğer taraftan ülkelerinden beş şehir de
mahvolmuş, kâfirler bu belânın tabut yüzünden olduğu kanaatine varmışlar, onu
çıkarmışlar, iki öküze yükletip koyuvermişler. Allah da bunun için dört me l ek
görevlendirmiş, sürmüşler, Talut'un evine getirmişler. İşte İsrail oğulları,
Talut'un hükümdarlığına delil istedikleri zaman peygamberleri, onun
hükümdarlığının alâmetinin, tabutun gelmesi olduğunu söylemiş..."
Demek oluyor ki İsrail oğullarında tabut, mukaddes emanetlerden olup
Hıristiyanlıktaki "haç" gibi bir mevkide tutulurmuş. Nitekim
Hıristiyanların büyük haçları da buna benzer bir olay geçirmişti. Tabutun ta Hz.
Âdem'den beri gelmesi, içi resimli bir sandık olması, bunun insanların babası ola n
Hz. Âdem olmasıyla uyumu güçtür; aynı zamanda bu yaygın haberleri düşünmeksizin
hemen yalanlamak da haksız olacağından İbnü Abbas hazretlerinden rivayet olunduğu
üzere bunun zayi olmuş "Tevrat sandığı" olmasıyla yetinmek ve şu kadar ki
bunu Hz. Musa yaptırmış olmayıp, daha eski tarihi bir sandık olduğunu da kabul etmek
uygun olacaktır. Bununla beraber Ragıb'ın naklettiği gibi, "Tabut, kalb, Sekîne
(huzur) ise ondaki ilimden ibarettir." de denilmiş. Çünkü kalbe: "İlmin
düşüp biriktiği yer", "hikmet e v i", "ilim tabutu",
"ilim kabı", "ilim sandığı" isimleri de verilir. Gerçi bu,
meşhur ve zahir olan görüşlere aykırı görünürse de onun gereği olan önemli
iş'arî (işaret yoluyla çıkarılan) bir mânâ olduğu da inkar edilemez. Buna göre
meâlin özeti: Onun hükümdarlığının gerçek alâmeti, isyan ve gururla zayi olmuş
ve sizi perişan etmiş olan kalbinizin yerine gelmesi ve hakikate iman ederek huzur ve
sükünete ermenizdir. Gerçek delil, objektif olmaktan çok sübjektiftir. Siz,
bozgunculuk düşüncesiyle zayi olm u ş kalbinizi bulup, davayı bırakarak ona biat
ettiniz mi (uydunuz mu) mesele biter. Aksi halde Allah'ın ona verdiği kudret ve
vereceği başarı, size hükümdarlığını, karşısında aciz bırakarak kabul
ettirir. İşte onun hükümdarlığına kesin delil, bu zahirî (a ç ık) ve batınî
(gizli) tabutun gelmesidir. O tabutta veya gelişinde Rabbinizden bir sekine, Musa
ailesiyle Harun ailesinin bıraktıklarından bir kalıntı vardır.
SEKÎNE: Aslında sukûnet gibi (sukûn) kökünden ve vakar, sebat, güven,
gönül rahatlığı demektir ki dilimizde de sekinet (huzur) denir. Hafifliğin ve
telaşın zıddıdır. Bir de tanınan ve kendisiyle huzur ve rahatlık hissedilen
herhangi bir işarete, bir alâmete "sekine" denir. Mesela bir ordu için sancak
bir sekinedir. Burada bunun ne ol d uğu hakkında çeşitli rivayetler vardır ki
bazıları maddî ve bazıları manevîdir: Özel bir resim, hoş bir rüzgar, konuşan
ilâhî bir ruh, cennetten altın bir tas ki, içinde peygamberlerin kalbleri yıkanır,
rahmet, levha kutusu, belirli bir âyet. Bunların öze t i başlıca şöyle
toplanmıştır:
1- Sekine, İsrail oğullarında zebercedden veya yakuttan iki kanatlı ve kedi gibi
başı ve kuyruğu bulunan bir resimmiş, bir inilti yaparmış, inledikçe tabutu alıp
düşmana doğru giderler, durdukça dururlarmış.
2- Hz. A li'den: insan yüzüne benzer yüzü olan bir "rih-i heffafe = hoş,
hafif bir rüzgar."
3- Sekine, Hz. Musa ve Harun ile onlardan sonraki İsrail oğullarının
peygamberlerine inmiş kitaplardan Cenab-ı Allah'ın, Talut ve askerlerine yardım ihsan
edip, düşmanları savacağına dair bazı müjdeler.
4- Ne olduğu bilinmeyen bir şey.
BAKİYYE'YE GELİNCE: Diyorlar ki bu da levhaların kırıkları, Musa'nın asası ve
Tevrat'tan bir parça idi. Birinci mânâ üzere tabut'un, bir sakinlik sebebi olduğu da
rivayet edilmiş tir.
Mânânın özü: O tabutta veya gelişinde size Rabbinizden bir sukûnet, bir gönül
rahatlığı ve Musa ailesiyle Harun ailesinden kalma kutsal şeylerden bir kalıntı
vardır ki siz bununla huzur bulur, güven ve gönül rahatlığına erer, onlar gibi amel
edersiniz, demek olur. Bu durumda tabut, içindekilerle kendisi bir sekinedir
(rahatlıktır). "Peygamberler ne bir altın, ne bir gümüş miras bırakmamış,
ancak ilim miras bırakmışlardır." hadis-i şerifi gereğince peygamberlerden
kalma yadigâr kalıntısı ise ilm e, din ve şeriata ait şeyler olur.
Fakat bu kalıntıyı ve o sekine ve huzuru içeren tabut nasıl gelir? Onu melekler,
Allah'ın elçileri, kuvvetleri getirir. Yerden getirir, gökten getirir, nasıl getirirse
getirir, siz o tarafı düşünmeyin de gelirse bilin ki Talut hükümdardır. O tabutun
gelişinde sizin için mutlaka bir gerçek alâmeti, ilâhî bir delil vardır. Eğer siz
iman etmiş kimseler
iseniz veya iman şanınızdan ise bu böyledir. Bu bölüm, şunu da gösterir ki iman
ehline yaraşan, hafiflik değil, vakar (ağır başlılık) ve sakinlik, kararlılık ve
gönül rahatlığıdır. Bunda da peygamberlerin mirasının, ilim ve dinin büyük
önemi vardır. Mukaddes emanetlerin de kalbin kuvveti için bir feyiz ve bereketi
bulunduğu inkar edilmemelidir.
249- Ne z aman ki bunlar tamam olup, Talut askerleriyle hareket etti, askerlerine
hitaben şöyle dedi: Allah sizi mutlaka bir ırmakla imtihan edecektir. Dolayısıyla
ondan her kim içerse benden değil, ve her kim ona ağzını sürmezse o şüphesiz
bendendir, benim askerlerimden veya beni sevenlerdendir. Ancak eliyle bir avuç alan
içlerinden müstesna, bu kadarına ruhsat vardır. Doğrudan doğruya ağızla içmeye
izin yoktur. Talut bir hükümdar sıfatıyla bu emri, bu talimatı vermişken ırmağa
gelince askerleri n birazı hariç, hepsi de ondan içtiler, emri dinlemediler.
Rivayet olunuyor ki, bir adam bir avuç alır, kendine ve hayvanına yetermiş, fakat
saldırıp içenlerin dudakları morarır, hararetleri artarmış. Bu bakımdan onlar
ırmağın berisinde dökülüp kaldılar da Talut ile iman eden beraberindeki kimseler
ırmağı geçince kalanlar geriden bu gün bizim Calut ve askerleriyle savaşacak
gücümüz yok dediler. Yahut bunlar değil de ırmağı geçmiş olan müminlerin zayıf
kısmı düşmanın çokluğunu görünce, ümitsiz l iğe düşüp birbirlerine böyle
söylediler. Çünkü müminlerin de imanda dereceleri farklıdır. Söylediler de ne
oldu? Her halde Allah'a kavuşacaklarını bilen ve bunu bekleyenler, yani ölümden
kaçmanın mümkün olmadığını, bugün bu savaşta ölmezse diğer bir gün mutlaka
öleceklerini ve nihayet Allah'ın huzuruna varacaklarını bilen, bundan dolayı da
sözünde duran veya zafer ümidiyle ya şehid veya gazi olmaya karar veren kesin iman
sahipleri, nice defalar azıcık bir bölük, birçok bölüklere Allah'ın izniyle galip
g eldiler. Allah sabır ve sebat edenlerle beraberdir, dediler. Zayıfların kalplerine de
kuvvet verdiler.
250- Ne zaman ki Talut ve beraberindeki bu müminler, Calut ve askerlerine karşı
savaş alanına çıktılar ve düşmanın çokluğunu ve hazırlığını gördüler,
hepsi birden kalb kuvvetiyle Allah'a yalvarıp şöyle dediler: Ey Rabbimiz! bize sabır
yağdır, bizi sabit kıl, ayaklarımızı denk ve yerinde tut, titretme,
kaydırma, azim ve hedefimizden şaşırtma ve o kâfirler topluluğuna karşı bize
yardım ve zafer ih san et.
251-Bunun üzerine, çok geçmeden o kâfirleri Allah'ın izniyle bozdular ve Davud,
Calut'u öldürdü ve Allah ona -yani Davud'a- hükümdarlık, hikmet ve peygamberlik
ihsan etti. Talut kendisine kızını vermiş ve daha sonra Arz-ı mukaddesin (Filistin ve
Kudüs civarı) doğusunda ve batısında büyük bir devlete kavuşmuştu.
İsrailoğulları, Davud'dan önce hiçbir hükümdarın etrafında bu kadar
toplanmamıştı. Bunlardan başka ona daha dilediği bazı şeyler de öğretti. Bu
cümleden olarak, demirleri yumuşatıp zırhlı elbiseler yapma sanatını ve
başkalarının bilmediği kuş dilini, güzel nağmeleri ve diğerlerini öğretti ve
işte o zalimlerin zulmüne rağmen bir azınlığın azim ve imanı, gayret ve duasıyla
Allah Teâlâ böyle ümit edilmez büyük başarılar ihsan etti.
Şimdi, buna karşı, iyi ama Allah savaşa hiç meydan vermese ve hükümetin
baskısına müsaade etmese daha iyi olmaz mıydı, dememeli. Çünkü Allah insanların
bazısını, bazısıyla savmasa veya müdafaa etmese, bozguncu ve saldırganları, ıslah
ediciler ve mücahit l erle savıp barış ve düzen taraftarlarını, çocukları ve
kadınları korumasaydı, yeryüzü bozulurdu, dünyanın menfaat ve düzeni dağılır,
çoluk çocuktan, ilim ve sanattan, din ve imandan eser kalmazdı. Çünkü
uzaklaştırıp karşı koyma kanunu olmasaydı, insanla r ın çoğu, uyum içinde,
itaatkar ve boyun eğmiş bile olsa, saldırganların devamlı olarak hücumuna uğrarlar,
çiğnenir, mahvolurlardı. Sosyal eşitlik bulunmaz, nihayet herkes saldırgan olur;
herkes saldırgan olur da, direnme de varsayılmazsa hepsi mahvolur. C e nab-ı Allah,
insanları irade sahibi olarak yaratmıştır ve böyle yaratması, sırf rahmet ve
kudrettir. Fakat bu iradeler mutlak bırakılır da birbirleriyle ölçülü hâle
getirilmez ve hiçbir direnişle karşılaşmazlarsa, çalışma zahmetine katlanmaz,
önüne geleni çiğnemeye çalışır. Savunma ve karşı koyma olmayınca da saldırı,
yolların en kısası ve doğru yol olmuş olur; o zaman da insan adına bir şey kalmaz,
yeryüzünün düzeni bozulur. Fakat Allah, bütün âlemlere ve bu arada özellikle akıl
sahipleri âlemine bütün b ir lütuf ve rahmet sahibidir. Bu fesada razı olmaz, o
yeryüzünü imar edecek, üzerinde insanları lütuf ve ikramıyla yaşatacak, ebedî
mutluluklara, yüksek mertebelere erdirecektir. Şu halde sonradan gelen fesat batıldır.
Allah'ın istediği düzendir. Bu bakım d an düzenin, fesadı ortadan kaldırması
için; düzen ve hayır sahiplerinin, bozgunculuk ve kötülük çıkaranları defetmesi
lazımdır ve zaten karşı koyma ve savunma, bütün dünyada hak olan
bir kanundur. İradeden, akıl ve şuurdan nasibini almayan yaratıklar, bu
direnişlerini, Hakk'ın zorlamasıyla mecburen ortaya koyarlar. İstediğini, dilediğini
yapanlarda bunun tatbikinin de akıl, irade ve imanlarıyla yapılması gerekir. İşte
Allah, savaşı ve hükümeti bu hikmetle meşru kılmış ve insanların bozguncu ve
saldırgan kı s mını, ıslahatçı kısmıyla defetmek ve güzel bir şekilde
çalışacak korumak için emretmiştir. Düzen ve fazilet sahipleri, bu noktayı göz
önünde tutmayıp ve savunma kaydıyla meşgul olmayıp da saldırganları serbest
bırakacak olurlarsa, bütün güç onların eline g eçer ve onlar da dünyayı ele
geçrimek sevdasıyla yer yüzüne bozgunluk verecekler ve buna meydan verenler, sorumlu
olacaklardır ki yukarda buna bir, "Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın"
(Bakara, 2/195) hatırlatması geçmişti.
Şu halde iki savaş vardır: Birisi ıslah savaşı, diğeri ifsad (fesat ve
bozgunculuk) savaşıdır. İman ehline emredilen de Allah yolunda ıslah savaşıdır ki,
bu da zulüm ve bozgunculuğun ve zulmün kaynağı olan küfür ve şirkin yok edilmesi
ve genel barışı sağlamaktır. Düzene v e İslâma sahip çıkanlar, bunu yapmazsa,
küfür ve bozgunculuk ortalığı kaplayacak; o zaman da insanlar, kökünden kazınıp
kıyamet kopacaktır.
252- Ey Muhammed! Şunlar, binler kıssasından Davud kısmına kadar olan şu
kıssalar, Allah'ın ibret alınacak âyetleridir. Biz bunları sana her türlü şüphe
ve hatadan, bozup değiştirme ve yanlış kuşkusundan uzak, sırf hak ve gerçek olarak
okuyoruz, Cebrail ile sana devamlı bir şekilde okuyoruz. Sen de gerçekten mutlaka
gönderilmiş olan resullerdensin, o büyük peygamberlerden birisin. Bunu bil, vazifeni
yap.
O gönderilen peygamberlerin makamlarını anlamak ister misin?
Meâl-i Şerifi:
253- O işaret olunan resuller yok mu, biz onların bazısını, bazısından üstün
kıldık. İçlerinden kimi var ki Allah, kendisiyle konuştu, bazısını da derecelerle
daha yükseklere çıkardı. Biz Meryem oğlu İsa'ya da o delilleri verdik ve kendisini
Rûhu'l-Kudüs (Cebrail) ile kuvvetlendirdik. Eğer Allah dileseydi, bunların
arkasındaki ümmetler, kendilerine o deliller geldikten sonra birbirlerinin kanına
girmezlerdi. Fakat ihtilâfa düştüler, kimi iman etti, kimi inkâr etti. Yine Allah
dileseydi, birbirlerinin kanına girmezlerdi. Fakat Allah dilediğini yapar.
254- Ey iman edenler! Kendisinde hiçbir alış verişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir
şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan Allah
yolunda harcayın. Kâfirlere gelince, onlar zalimlerdir.
255- Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O daima diridir (hayydır), bütün
varlığın idaresini yürüten (kayyum)dir. O'nu ne gaflet basar, ne de uyku. Göklerde
ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmadan huzurunda şefaat edecek olan kimdir? O,
kullarının önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir. Onlar ise, O'nun dilediği
kadarından başka ilminden hi ç bir şey kavrayamazlar. O'nun kürsisi, bütün gökleri
ve yeri kucaklamıştır. Onların her ikisini de görüp gözetmek O'na bir ağırlık
vermez. O çok yücedir, çok büyüktür.
256-Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklıktan ayırd edilmiştir. Artık
her kim tâğutu inkar edip, Allah'a inanırsa, sağlam bir kulpa yapışmıştır ki, o
hiçbir zaman kopmaz. Allah, her şeyi işitir ve bilir.
253-Ey Muhammed! O peygamberler, o işaret olunan peygamberler şunun bunun seçimi ve
tayini ile değil, bizzat Allah'ın gönderdiği O Allah elçileri, içinde bulunduğun
Peygamberler kafilesi yok mu, biz onların bir kısmını diğer bir kısmına üstün
kıldık; evet hepsi peygamber, peygamber olmak bakımından hepsi eşit, fakat böyle
olmakla birlikte bazısına ve hatta her birine bir üstünlük, özel bir fazilet, ayrı
bir rütbe verdik. Kimisine Allah bizzat söz söyledi." Kelîmullah" (Allah ile
konuşan) yaptı, nitekim Musa Tur'da ve belirlenmiş gecelerde Allah'ın aracısız ve
elçisiz sözünü dinledi. Bazısını da birçok derecelerle daha y ükseklere
çıkardı. Sidre-i münteha'dan (bütün varlıkların ilminin son bulduğu nokta)
geçirip, "İki yay kadar yahut daha yakın" (Necm, 53/9) sırrı ile, mutlak
yakınlık makamında âlemlere rahmet olarak herkese gönderilen peygamber, Allah'ın
sevgilisi en s o n peygamber yaparak, Makâm-ı Mahmud'a yüceltti. Biz şanı yüce olan
Allah, Peygamberleri birbirlerine üstün kıldık, Bu arada öbürlerinden sonra ve
senden önce, İsa b. Meryem'e dahi o delilleri, peygamberliğini ve faziletini ortaya
koyan açık delilleri, yani İncil'i, İncil'deki o öğütleri ve etkileyici ikazları
ifade eden âyetleri, bir diğer ifade ile (beşikte iken) konuşma, ölüleri diriltme ve
anadan doğma gözü
kör olanı iyileştirme mucizelerini verdik. Ve kendisini Rûhu'l Kudüs ile
destekledik kutsal ve nezih bir özelliği kendisine bahşettik. "Andolsun biz
Musa'ya kitabı verdik. Arkasından peygamberler gönderdik, Meryem oğlu İsa'ya
mucizeler verdik ve onu Rûhu'l-Kudüs (Cebrail) ile destekledik." (Bakara, 2/87)
Şimdi üstün kılmanın biçimini açıklayan şu cümlelerin açıklama
üslûplarında, üstün kıldık, onlardan, yükseltti biz verdik, diye çoğuldan
tekile, tekilden çoğula, üstünden daha üstüne, daha üstünden üstüne, iltifat
iltifat üzerine nasıl bir çeşitleme var, dikkat edilmelidir. Önce herbiri pey g
amberlikte ve dolayısı ile hakkı söylemiş olmakta bir; ikinci olarak genelde bazısı
özel bir üstünlük ile üstün olarak, bir bakıma çeşitli ve çeşitli olmasına
göre birer ümmete uygun; üçüncü olarak bu üstün kılmada, Musa ve İsa gibi, cem
makamında karşılı k lı belirgin iki sınır, ve ortada cem'u'l cem' makamında
hepsini toplayan, sonu başlangıç başlangıcı son, peygamberlik dairesinin mutlak
merkezi, peygamberler topluluğunun en mükemmel kalbi ve bu bakımdan çeşitli
ümmetlerin birbirini izleyen dereceler üzer e, çokluktan tekliğe çevrilmesi için
mutlak yakınlığa u... devamı... (19. sayfa)