1. sayfa -
2. sayfa -
3. sayfa -
4. sayfa -
5. sayfa -
6. sayfa -
7. sayfa -
8. sayfa -
9. sayfa -
10. sayfa -
11. sayfa -
12. sayfa -
13. sayfa -
14. sayfa -
15. sayfa -
16. sayfa -
17. sayfa -
18. sayfa -
19. sayfa -
20. sayfa -
21. sayfa -
22. sayfa -
23. sayfa -
(17. sayfa)
lardan vacip veya nafile olarak Allah
rız a sı için harcadığınız veya harcayacağınız mal önce ana-babanız, ikinci
olarak en yakın akrabanız, üçüncü olarak ihtiyaç içindeki yetimler, yoksul
fakirler, yolda kalmış yolcular içindir. Babalarınıza dedelerinize bakmak ilk
görevinizdir. Diğer yakı n larınız onları izler ve bu şekilde, "Yakınlık
derecesi daha yakından uzağa doğru" kuralına göre, harcama yapmak vacib olur.
Bunlardan başkasına da zekât ile vacip olarak ve diğer sadakalarla nafile olarak mal
harcanır. Bunlardan başka, herhangi bir hayır daha yaparsanız , elbette onu Allah pek
iyi bilir ve
karşılığını verir.
216-Bu hayır cinsinden olmak üzere, genel barışı kuracak ve hakkı birleştirecek
olan savaş üzerinize farz kılındı. Yani Allah yolunda savaşmak üzerinize yazıldı,
gerektiğinde bazen farz-ı ayn ve bazen de farz-ı kifaye olur. Oysa o sizin hoşunuza
gitmez, bazı şeyler sizin için sırf hayır ve yarar olduğu halde, siz ondan
hoşlanmayabilirsiniz, savaş da böyledir, diğer bazı şeyler de sizin için kötü ve
zararlı olduğu halde, siz o ndan hoşlanıp sevebilirsiniz. Hoşlanıp hoşlanmamak
sadece bir duygudur. Sadece bununla iyilik ve kötülük, yarar ve hayır belirlenemez;
bunlar gerçeği ve işlerin sonuçlarını bilmeye dayanır. Bunu da Allah bilir. Siz
bilmezsiniz. İnsanlar ne kadar bil d iklerini iddia etseler, yine bilmedikleri
bildiklerinden çoktur. Uzun bir gelecekle ilgili olan bütün iyiliklerini ve
kötülüklerini bilmezler. İnsan aklı, güzel ve çirkine tam olarak hakim olamaz.
Bunlara hakim olan Allah'tır. Bu nedenle size yararınız iç i n emirler verir,
kötülükten korunmanız için yasaklar koyar. İnsanlar işin başında duygulara
bağlıdırlar. O anda duyguları ile karşı karşıya gelen hoş ya da kötü şeylerin
etkisine kapılırlar. Oysa bunların iyilik veya kötülük olması ilerde bunların
sonucu o lacak yararlara veya zararlara bağlıdır. Bu ise duygu anında bilinemez. Bazen
uzun bir deneyime muhtaç olur. Ve çoğunlukla deneyimi de mümkün olmaz ve deneye
kalkışma durumunda iş işten geçmiş olur. Allah, bunları kitabıyla ve tarihî
örnekleriyle bildirir. Yukarıda kısaca özetlendiği gibi, insanlık tarihî azgınlık
tecavüz ve ayrılık ile dopdolu olduğundan dolayı; genel barış ortamı
sağlanıncaya kadar bu durum üzere savaş ve çarpışma, kaçınılması mümkün
olmayan bir zorunluluktur. Allah, hakka bağlı olanları n iyiliklerinin onların
korunmalarında olduğunu bildiği için savaşı size farz kılmıştır. Gerektiğinde
siz onu yapacak, Hakk'ın tevhidi ile tam bir barış ortamına gireceksiniz. Şehit
olmalar, zaferler, ganimetler size "hayır" olacaktır.
217-Bu âyette s avaş için zaman belirlenmediğinden dolayı, ey Muhammed! sana haram
ayları, o haram aylarda savaş etmeyi soruyorlar. Resulullah Bedir savaşından iki ay
önce ve "İlk Bedir Savaşı"ndan döndükten sonra, amcasının oğlu Esed
kabilesinden Abdullah b. Cahş'ı, S a 'd b. Ebi Vakkas, Ukâşe b. Muhsın, Ukbe b.
Gazvan, Ebu Huzeyfe b. Utbe b. Rebîa, Süheyl b. Beyzâ, Âmir b. Rebiâ, Vakıd b.
Abdullah, Halid b. Bekr (Allah kendilerinden razı olsun) den oluşan bu sekiz kişi ile
beraber müfreze olarak göndermiş ve kumandan ol a n Abdullah'a bir mektup vermiş ve
iki gün gitmedikçe bu mektuba bakmamasını, sonra bakıp içindeki emri yerine
getirmesini ve
arkadaşlarından hiç birine zorlamada bulunmamasını emretmişti. Abdullah iki gün
yol gidince, mektubu açıp baktığında, "Bu mektubuma baktığın zaman, hemen
Mekke ile Taif arasındaki 'Batnı nahle' isimli yere varıncaya kadar yürü. Orada
Kureyş'i gözetle ve haberlerini bize bildir." diye yazılı olduğunu görünce,
"Sem'an ve Taaten" (başüstüne) dedi. Sonra arkadaşlarına, "Resulullah
bana, Nahle'ye varıp, Kureyş'i gözetlememi, haberlerini almamı emretti ve sizden
herhangi birinize zorlamada bulunmayı, yani sizi zorlamayı bana yasak etti.
Dolayısıyla hanginiz şehit olmak ister ve şehitliği arzularsa gelsin, istemeyen
dönsün; bana gelince, b e n Resulullah'ın emrini yapacağım." dedi ve hareket
etti. Arkadaşları da beraber hareket ettiler, hiçbiri geri kalmadı, Hicaz'a doğru
gittiler. Necran denilen bir madene vardıklarında, Sa'd b. Ebî Vakkas ile Utbe b.
Gazvan'ın bir gün birbiri arkasına bindi k leri binitleri kayboldu. Aramak için bu
ikisi kaldılar, Abdullah ile diğerleri gittiler, Nahle'ye indiler. Derken oraya
Kureyş'in kuru üzüm ve başka yiyecekler ve ticaret malları yüklü kervanı geldi.
Kureyş'ten Amr b. Hadramî, Osman b. Abdullah b. Muğire v e kardeşi Nevfel b. Abdullah
b. Muğire ve Hişam b. Muğire'nin kölesi Hakem b. Keysan vardı. Bunlar onların
yakınlarına indiler, Ukâşe b. Muhsin bunlara yanaşıp baktı, başını da
kazıtmış idi. Bunu gördükleri zaman emin oldular, "Bunlar bize birşey
yapamaz." dediler. O gün Cumadelâhirenin sonu ve ertesi günü Receb idi, bu da
Haram aydı. Bundan dolayı müslümanlar Receb girmeden çarpışmayı gerekli
gördüler. Teym kabilesinden Vakıd b. Abdullah, Amr b. Hadramî'yi bir okla öldürdü.
Osman b. Abdullah ile Hak e m b. Keysan esir oldular. Nevfel b. Abdullah kaçtı, onu
yakalayamadılar.Abdullah b. Cahş ve arkadaşları kervanı ve bu iki esiri alıp
Medine'ye Resulullah'a getirdiler. Bu ganimet İslâm'da ilk ganimet ve bu öldürme
müşriklerden ilk öldürme idi. Abdullah ar k adaşlarına: "Bu ganimetin beşte
biri Resulullah'ındır." demişti ve oysa o zaman daha "beşte bir" farz
kılınmamıştı. Geldikleri zaman Resulullah: "Ben size haram ayda savaşı
emretmemiştim." diye buyurdu. Abdullah: "Ey Allah'ın Resulü! İbnü
Hadramî'yi öldür d ük, akşam Recep hilâlini gördük; bilmiyoruz Recebde mi yoksa
Cumadelâhirde mi bunu yaptık." dedi. Bundan dolayı Resulullah o ganimetten hiçbir
şey almadı. Bunu görünce, bu kişiler mahvolduklarını zannettiler ve
"Tevbelerimiz hakkında birşey inmedikçe kımı l damayız." dediler.
Müslümanlardan bunlara: Bu hususta emrolunmadığınız bir şeyi yaptınız, size
savaş emredilmediği halde haram aylarda savaş mı ettiniz?" diyenler oldu. Kureyş
de "Muhammed ve arkadaşları halkın geçinmeleri için gerekli şeyleri tedarik
etmek üzere çalıştıkları ve korkuda bulunanların güvencede bulunduğu haram
ayları helâl saydılar, Recep ayında kan döktüler." diye yaygara yaptılar.
Mekke'de bulunan müslümanlar da "Bunlar bunu Cumâdelâhirede yaptılar." diye
suçlamayı reddediyorlardı. Yahu d iler de bununla, Resulullah aleyhine kendi
hesaplarına "tefe'ül" ediyorlar (hayra yoruyorlar); Amr b. Hadramî'yi Vâkıd
b. Abdullah öldürmüş, Amr: "Harb mamurlaştı, (imar edildi)", Hadramî:
"Savaş hazırlandı", Vâkıd b. Abdullah: "Savaş ateşlendi"
diyorlar d ı. Kısacası söz çoğaldı ve tefsircilerin çoğunluğuna göre, bu âyet,
bunun üzerine indi.
Ey Muhammed! Cevaben de ki bu ayda savaş, büyük bir günahtır, fakat Allah
yolundan, hak olan dinden alıkoyma ve Allah'ı inkar ve Mescid-i Haram'dan yasaklama
Mescid-i Haram halkını, Muhammed ve arkadaşlarını ondan çıkarmak da Allah katında
o savaştan ve diğer büyük günahlardan daha büyük bir günahtır. Fitne de
savaşmaktan daha büyüktür. Öyle halkı dışarı çıkarmak, şirk ve küfür,
insanları daha baştan veya daha sonra İslâm'dan menetmek, dinsizliği yaymakla herkesi
belaya sokmak, İbn-i Hadramî'nin öldürülmesinden, daha fecîdir, daha acıdır. Oysa
fitne taraftarı olan düşmanlar güçleri yeterse sizi dininizden çevirinceye kadar
sizinle savaşıp duraca k lardır. Ve siz müslümanlardan herhangi biriniz dininden
döner de kafir olarak mürtetlikten tevbe etmeyerek giderse, artık bu nitelikle
nitelenmiş olanların bütün amelleri, İslâm halinde yaptıkları iyiliklerin, güzel
amellerin hepsi dünyada ve ahir e tte boşa gider, telafisi mümkün olmayacak bir
biçimde tutulur, yaşama hakkı kalmaz. Uğraşıp didinmeleri boşa gider. ve bunlar
cehennemliktirler. O ateşte ebediyen, kalırlar. Acaba o günah olan savaşı yapan
müfrezeyi oluşturan kişiler nevolacak dersi niz?
219-Ey Muhammed! Sana şarap içmeyi ve kumar oynamayı, şarabı ve kumarı
soruyorlar. Bunu soranlar Hz. Ömer ve Muaz ile birlikte
sahabeden birtakım kişilerdi. "Ya Resulallah şarap hakkında bize bir fetva
ver, çünkü aklı gideriyor." dediler ve bu âye t indi.
HAMR: Âyet metninde yer alan "hamr" kelimesi, örtmek anlamına masdar
olduğu halde, çiğ üzüm şırasından keskinleşmiş ve köpüğünü atmış olan
şaraba isim olmuştur. Çünkü şarab aklı bürüyüp örter ve bir deyim ile, kafayı
dumanlar ki buna "humar" denilir. "Hamr" kelimesinin bu üzüm
şarabına isim olarak verilmesi özel bir isimlendirmedir. Bu nedenle "hamr"
kelimesi bir de genel olarak akla humar veren, yani "kafayı dumanlandıran
şey" anlamına kullanılır ki bu mânâya göre sarhoşluk veren şeylerin hep s i
"hamr"dır. İbnü Ömer hazretlerinden rivayet edilmiştir ki şarabı haram
kılan âyet indiği gün, şarap beş şeyden: üzümden, hurmadan buğdaydan, arpadan,
darıdan idi. Ve hamr, aklı bürüyüp örten demektir. Ebu Davud'da Numan b. Beşir'den
rivayet olunduğu üze r e, Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Üzümden bir
şarap, hurmadan bir şarap, baldan bir şarap, buğdaydan bir şarap, arpadan bir şarap
vardır." demektir. Buna dayanarak İmam Mâlik ve Şâfiî ve bunlardan önce veya
sonra gelmiş bir çok âlimler ve fıkıhçıl a r, Kur'ân'daki hamr (şarab)ın genel
anlamı ile mutlak olarak sarhoşluk verici demek olduğuna ve dolayısıyla her çeşit
sarhoşluk verici nesnelerin Kur'ân âyeti ile aynen haram bulunduğuna ve her birinin
yalnız sarhoşluk verme derecesi değil, damlalarının b i le içilmesinin ve
kullanılmasının, alınıp satılmasının asla caiz olamıyacağına hükmetmişlerdir.
Çünkü bundan sonra Maide Sûresinde: "İçki, kumar, putlar ve fal okları hep
şeytanın işinden olan murdar bir şeydir. O halde ondan kaçının." (Maide, 5/90)
buy u rularak aynen "rics", yani pis olduğu beyanı ile kaçınma emri buna
dayandırılmıştır. Fakat İmam-ı A'zam Ebu Hanife hazretleri ile beraber sahabe ve
tabiinden birçok alimler ve fıkıhçılar "hamr" kelimesinin açık ve kesin
olan anlamı, özellikle üzüm şarabı o lduğundan; inkarı, insanı küfre sokacak
biçimde Kur'ân âyeti ile "li aynihi" (bizzat) haram olan şarabın bu
olduğuna ve diğer sarhoşluk verici nesnelerin aynen ve bizzat değil, sarhoşluk verici
olmalarından dolayı Kur'an'ın bu âyetine kıyası uygun düşerek, "Her
sarhoşluk verici şey haramdır." gibi hadis-i şeriflerle haram olduklarına ve
dolayısıyla hamrın aynen necis olması yüzünden bir damlasının bile
içilip kullanılması kesinlikle haram ve müslüman için alınıp satılması caiz
olmadığına; ancak üzüm şarabı bulunmayan ve ondan yapılmış olmayan diğer
sarhoşluk verici nesnelerin haramlığı, ancak sarhoşluk verme niteliği ile sabit
olduğundan, içilmekten başka bir şekilde kullanılmaları için, alınıp
satılmasının da caiz olabileceğini söylemişlerdir. Demek olur ki Kur'ân âyeti,
üzüm şarabının aynen, haramlığında kesin hüküm ifade eder. Bu âyetin diğer
sarhoşluk verici nesneleri kapsamına alması sözcük olarak değil haramlığın
hikmeti olan "sarhoşluk verme" sebebi dolayısıyla ve hadisi şeriflerin
açıklamaları iled i r. Kur'ân'daki sözcüklerin genel anlam ifade etmesi muhtemel ise
de, özel anlamda olduğu gibi kesinlik ifade etmez. Buna göre, İslâm dininde genel
olarak sarhoşluk veren şeylerin, sarhoşluk verici olarak kullanılmaları haram; fakat
üzüm şarabı aynen v e mutlak olarak haramdır. Ve bunu inkar eden kâfirdir. Üzüm
şarabının ve bundan yapılmış olan sarhoşluk verici şeylerin, bizzat kendisi
necistir. Öbürlerinin ise necis olması şüphelidir. Mesela üzerine şarab, şampanya,
rakı, konyak dökülmüş olanlar, her ha l de yıkamadıkça namaz kılamazlar. Fakat
üzüm şarabından yapılmış olmayan ispirto, bira ve diğer sar -hoşluk verici
şeyler içilemezse de elbiseye veya bedene sürülmesi de namaza engel olur diye iddia
edilemez. Ebu Hanife hazretleri bu şekilde şaraptan başk a sarhoşluk veren şeylerin
bizzat kendisinin ve damlasının necis ve haram olmadığına ve dolayısıyla sarhoş
etme derecesine varmaksızın, fasıklara ve kâfirlere benzeme kastı da bulunmaksızın,
kuvvet için az bir miktarda içilmesinin caiz olabileceğini söyle m iş ise de,
"Fethu'l-Kadîr" de "Kitabu'l-Eşribe"de açıklandığı üzere, üç
mezheb ile Hanefi mezhebinde dahi tercih edilen, "Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı
da haramdır." hadis-i şerifi gereğince, çoğu sarhoş edenin azının da haram
olmasıdır. Şer'an içme a çısından bütün sarhoş edici şeyler, âyetin genel
anlamı ile hamr (içki)dır. Günümüzün fen bilimcilerinin, Kimya ilmine göre
düşünceleri de "ihtimar" (kendiliğinden köpürüp kabarma, ekşiyip
mayalanma) denilen kimyasal bir olay olma itibarıyla, her çeşit sa r hoşluk vericinin
hamr özelliğinde ortak olmasıdır ki buna Arapça "el-kuhl" kelimesinin
frenkleştirilmişi olan "alkol", "el-küûl" veya sadece
"küûl" derler. Bu, hamrın genel anlamına uygun ise de, aynı zamanda özel
anlamının esas olduğuna da işaret etmekte d ir. Doktorluk ve tedavi açısından
konuya bakınca, bu açıdan konu, "Kim mecbur kalırsa, diğerinin hakkına tecavüz
etmemek ve zaruret miktarını geçmemek şartı
ile..." (Bakara, 2/173) ruhsatına uyarak, zaruret ve zaruret hükmünde bulunan
ihtiyaç meselelerin den birisi olur.
İslâm dininde şarabın ve sarhoşluk verici nesnelerin yasak edilmesi tedricen
(aşama ile) olmuştur. İslâm'ın geldiği ilk zamanlar, henüz şarap mübahtı. Bu
konuda derece derece dört âyet inmiştir. Önce Mekke'de, "Hurma bahçelerinin ve
üzüm bağlarının meyvelerinden de, hem bir sarhoşluk verici şey çıkarırsınız,
hem de bir güzel rızık." (Nahl, 16/67) âyeti inmişti. O zaman müslümanlar da
içerler, Hz. Peygamber ses çıkarmazdı. İkinci olarak yukarıda geçtiği üzere Hz.
Ömer, Muaz ve diğer b a zı sahabelerin, "Ey Allah'ın Resulü, şarap hakkında
bize bir fetva ver, çünkü o aklı gideriyor." diye hükmünü sormaları üzerine
bu âyet indi ve ilk haram kılma bununla başladı. Bu âyette yasaklık açık olmakla
birlikte caiz olma ihtimali de yok değildi. Bunun üzerine hemen terk edenler bulunduğu
gibi, henüz terk etmeyenler de vardı. Sonra bir namaz olayı üzerine, "Ey iman
edenler! Sarhoş iken namaza yaklaşmayın." (Nisa, 4/43) âyeti indi. Bunun üzerine
içenler pek azaldı ise de yine vardı. Bir gün İtb a n b. Mâlik, Sa'd b. Ebi Vakkas
ile beraber birkaç kişiyi davet etmiş, içki içmişler, sarhoş oldukları zaman,
övünmeye ve şiir söylemeye başlamışlar. Bu sırada Sa'd, Ensardan birinin hicvini
(şiir yolu ile yerme) konu alan bir şiir okumuş, o da bir çene ke m iği ile ona vurup
başını yarmıştı. Bundan dolayı Sa'd, Hz. Peygambere giderek şikâyet etmiş,
bunun üzerine Resulullah'ın: "Allahım! Şarap hakkında bize yeterli beyanda
bulun!" diye, dua etmesi üzerine Mâide Sûresindeki: "Ey iman edenler! İçki,
kumar, putlar ve fal okları hep şeytanın işinden olan murdar bir şeydir. O halde
ondan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. İçki ile kumarda şeytan sırf aranıza
düşmanlık ve kin düşürmeyi ve sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan
alıkoymayı ister. Artık vaz geçiyo r sunuz değil mi?" (Maide, 5/90,91) âyetleri
inmiş ve bununla şarabın haramlığı son derece şiddetli bir şekilde
yasaklanmıştır. Hz. Ömer bunu dinleyince, "İnteheynâ ya Rabbî" yani
tamamen vazgeçtik ya Rabbî demiştir. Hz. Ali'nin: "Bir kuyuya bir damla şara p
düşse, sonra oraya bir minare yapılsa, o minarede ezan okumazdım ve bir damla şarap
bir denize düşse sonra o deniz kuruyup da yerinde otlar bitse orada hayvan
gütmezdim." dediği, Abdullah b. Ömer hazretlerinin
de: "Bir parmağımı şaraba sokmuş olsam, o parmak bende kalmazdı, yani keser
atardım." dediği nakledilmiştir ki ilâhî emir üzerine Resulullah'ın
ashabının, ne büyük iman ve takvaları bulunduğunu anlamalıdır. Allah cümlesinden
razı olsun.
MEYSİR: Meysire gelince yüsür veya yesardan mimli masdar olarak kumar oynamak
anlamınadır. Kumarda ya kolaylıkla zahmetsiz mal çarpmak veya çarptırmak vardır.
Kumar demek de zar gibi ne olacağı belli olmayan tehlikeli bir şeye bağlanarak mal
vermek veya almak demektir. Cahiliye devrinde Araplar gerek kendilerine v e gerekse
Acemlerden ve diğerlerinden belledikleri "nerd" yani tavla,
"satranç" ve diğerleri gibi oyunlarla kumar oynarlardı. Kısacası frenklerin
piyango dedikleri tarzda bölüşme yolu ile bir kumarları vardı ki bunu
"hayır" bile sayarlar ve övünerek yapar l ardı. Şöyle ki: Zar yerinde
"ezlâm ve aklâ" denilen on adet okları vardı. Bunlara: Fezz, tev'em, rakib,
hils, nafis, müsbil, muallâ, menih, sefih, vağd derlerdi. Menih, sefih, vağddan başka
diğerlerinin bir hissesi bir payı olurdu. Meselâ, piyango çekilm e k üzere, bir deve
kesilir, yirmi sekiz hisseye ayrılır; fezze bir, tev'eme iki, rakibe üç, hilse dört,
nefise beş, müsbile altı, muallaya yedi, hisse ayrılır. Menih, sefih vağd okları
boş ve mahrumdur. Bu on kalemin hepsi "rebâbe" denilen bir torbaya atılıp
adaletli kişinin önüne konulur, o da torbayı çalkalayıp elini sokar, katılan herkes
adına bir ok çeker, hissesi bulunan ok çıkanlar belirlenmiş olan hisseyi alırlar,
boş ok çıkanlar da mahrum kalırlar ve fakat devenin bedelini öderler. Hisse
çıkanlar da da paylarına çıkan hisseyi fakirlere verirlerdi. Böylece meysir
öncelikle diğer kumarlara göre ehven-i şer (şerrin en hafifi) görünen ve hayır
zannedilen böyle dağıtım ve bölüşme; yani piyango tarzına denilmiş ve bundan,
bütün kumarlara da "meysir" denilm i ştir. Hatta bir hadis-i şerifte,
çocukların aşık ve ceviz oynamalarının bile meysirden olduğu beyan edilmiştir.
İki kişiden biri diğerine şu kadar yumurtayı yiyebilsen şu senin olsun demişti.
Bunlar Hz. Ali'ye hüküm vermesi için başvurdular. Hz. Ali bu ku m ardır diye izin
vermedi. Zaten hayır namına piyango haram olunca diğer kumarların haydi haydi haram
olacağı anlaşılır. Şarap ile kumarın bir soruda bir araya getirilmesi de sarhoşluk
veren şeylerle kumarın beraber bulunduklarına işarettir.
Cevaben d e ki: bunlarda büyük bir zarar ve günah vardır. Genel olarak ikisi de
malları telef ve insanları perişan eder. Çoğu zaman bunlar birbirini sürükler.
Önce şarap aklı giderir ; akıl ise hem dinin, hem
dünyanın dayanağıdır. Artık sarhoşlukla öyle cinayetler yapılır ve
kumarbazlıkla öyle fenalıklara düşülür ki bunlar saymakla bitmez, ancak
"büyük günah" adı ile anlaşılır. Bununla birlikte, bunlarda insanlara
bazı yararlar da vardır. Bu cümleden olarak biraz neşe ve lezzet duyulur, birço k
ticareti yapılır. Korkaklara cesaret ve mizaca kuvvet gelir. Kumarda , bazıları
bedavadan mal ele geçirir. Günahları da faydalarından, zararları yararlarından çok
büyüktür.
Şu halde yararları gerçek ve sağlam bir yarar değildir. Verdikleri neşe humar
(aklı örtmek)a dönüşür. O gelip geçici cesaret, felaket nedeni olur. O gelip
geçici mizaç kuvveti, sağlığı bozar; kazanılan malın hayrı olmaz, bir kâr yüz
zarar getirir. Buna tutulanlar yakalarını zor kurtarır. Kısacası neşe ve lezzetleri
kişisel ve ge l ip geçici olduğu halde; zararları, ortaya çıkardıkları kötü
sonuçlar, hem kişisel ve sosyaldir, hem bedensel ve hem de ahlâkidir. Bulaşıcı
hastalıklar gibi herkese geçicidir. Cezasını başında çekmeyenler sonunda çekerler.
Hayali olan bir parça kâr için, k e sin ve genel bir zarara düşmek de akıl işi
değildir. Zararı gidermek, yarar sağlamaktan önce gelir. Şu halde bunların aklen
haram olması gerekir. Bu âyet de böyle delâlet-i iltizamiye (dolaylı bir delaletle)
şer'an bunların haramlığını ifade etmiş olur. K u r'ân'da şarap hakkında başka
bir âyet olmasaydı, sadece bununla şarabın haramlığı sabit olurdu. Ancak bu haram
kılma, bizzat ifadenin kendi kelimesinden açıkça anlaşılan bir haram kılma
olmazdı; aklına güvenerek zararlarını sınırlayıp ve yararlarından ist i fade
edeceğini zannedenler bulunabilirdi. Bunun için, ashabı kiram arasında bu akla dayanan
haramlıktan, şer'i haramlık anlamayan kişiler olmuş, daha sonra, "Murdardır,
... ondan kaçının" (Maide, 5/90) emri ile açık ve mutlak bir şekilde şer'i
haramlık meydana gelmiştir.
Kısacası, şarap içmeyiniz veya sarhoşluk veren şeyleri kullanmayınız, kumar
oynamayınız, piyango ile hayır yapılır zannetmeyiniz; bunların, kötülüğü
hayrından, günahı yararından çok büyüktür. Buna karşı, hayır olmak üzere sana
ne harcayacaklarını yine soruyorlar, iki anlama gelir. Birisi nereye harcama
yapılacağını sormak, diğeri de ne verilerek harcama yapılacağını sormaktır ki
birincisinde, yani nafaka verilecek, mal harcanacak kimseler ve yerler, ikincisinde de
verilecek mal, yani bizzat nafakanın kendisi sorulmuş olur. Yukarda birincisinin cevabı
verilmişti. Şimdi kumarın yasak edilmesinden sonra, ikincisine cevap olarak, de ki
fazlasını harcayınız. Yani malınızın gerekli ihtiyaçlarınızdan fazlasını infak
ediniz. Piyang o,
kumar gibi gayri meşru araçlarla değil, meşru nedenlere sarılarak mal kazanınız.
Ve bu maldan kendinizin aile ve çocuklarınızın gerekli ihtiyaçlarına yeterli
olanından fazlasını yukarda açıklanan yerlere ve hayır yerlerine harcayınız.
Diğer ayetlerde de görüleceği üzere küçük çocuklar, eş, muhtaç olan ana-baba ve
bunlarla aynı hükümde olan usul (dedeler, nineler), kişinin ailesinden ve bakmakla
yükümlü olduğu kimselerdendir ve bunların nafakası, kişinin kendi nafakasından
sayılır. Dolayısıyla hayır yapac a ğız diye kendinizi ve bakmakla yükümlü
olduğunuz ailenizi (ehl ü ıyal) nafakasız bırakmak caiz olmaz. Hayır yerlerine
harcama bunların fazlasından yapılır. İşte böyle Allah sizin için şer'i
hükümlerine delalet eden, onları gösteren âyetler, nasslar, de l iller
açıklayacaktır ki, siz bunları düşünesiniz, düşünüp te bunların amaçlarını
öğrenesiniz ve gereğince amel edesiniz.
220-Şu kayda dikkat etmelidir ki, O âyetleri hem dünya ve hem ahiret hakkında olmak
üzere açıklayacaktır. Böylece din ve İslâm şeriatı ne yalnız dünyaya ve ne de
yalnız ahirete mahsus olmayacak, hem dünyayı ve hem ahireti kapsayacaktır. Ve bunda,
"Ey Rabbimiz! bize dünyada bir güzellik ver, ahirette de bir güzellik ver. Bizi
ateş azabından koru." (Bakara, 2/201) diye dua edenler i n duasına cevap
bulunacaktır. Böyle olunca bu şeriattan yalnız dünya isteyen kâfirler de büsbütün
mahrum kalmayacak, ahiretten payları olmamakla beraber dünyaları için
yararlanacaklardır. Ve böylece Hz. Muhammed'in Peygamberliğinin "Rahmeten li'l-
âlemin" (âlemlere rahmet) olduğu ve İslâm dininin herkesi kapsayan bir Tevhid
dini olduğu ortaya çıkacaktır. Ve bununla birlikte ahiret sevabı isteyenlerin
sevapları artacak, bunlar iyiliği emir ve kötülüğü yasaklamayı yüklenerek
"Vasat Ümmet" (orta yolu benimsey e n ümmet) olacaklardır. Açıklanacak
deliller ve onların hükümleri böyle dünya ve ahireti kapsamakla, sana yetimleri
soruyorlar. Rivayet olunduğuna göre, Nisa Sûresindeki, "Yetimlerin mallarını
haksızlıkla yiyenler, karınlarına sadece ateş yiyip doldurur l ar ve yarın
çılğın ateşe girerler." (Nisa, 4/10) âyeti inince insanlar yetimlerle bir arada
olmaktan ve onların mallarına bakmayı üstlenmekten sakınır oldular. Bu iş onlara
zor göründü ve Resulullah'a bu durumu arz ettiler, bunun üzerine bu âyet indi.
Cevaben de ki yetimlerin durumlarını düzeltmek onları ihmal edip bırakıvermekten
daha hayırlıdır. Şu halde düzeltme amacıyla durumlarına karışıp mallarına el
sürmek, onların yararlarını, geleceklerini gözeterek işlerine bakıp kendilerini
eğitmek ve t e rbiye etmek ve mallarını artırmak her halde bunlardan
kaçınmaktan daha iyidir. Ve eğer siz onlardan kaçınmaz da onlara karışırsanız,
onları yanlarınıza alır, onlarla birlikte yaşar, onlarla birlik olur, onları
evlendirmek suretiyle içinize alır, işlerine bakarsanız, onlar sizin (dinde)
kardeşlerinizdir, din kardeşliği ise kan kardeşliğinden aşağı değil daha
güçlüdür. İnsan olan kardeşini atamıyacağı gibi, müslüman olan da din
kardeşini atamaz, kardeşlik hukukunu gözetir.
"Müminler ancak kar deştirler, onun için iki kardeşinizin arasını
düzeltin." (Hucurat, 49/10) âyetinden anlaşılan mânâ uyarınca kardeşliğin
gereği ise, kardeşin durumunu düzeltmek ve onun yararına çalışmaktır. Aksi halde
onlar size kardeş değil, bir yabancı veya bir düşman o l arak yetişebilirler. Bu ise
sosyal hayatımızda büyük gedikler açar. Bunun için evlenme yoluyla birilerine
karışacak olursanız bu, din kardeşlerinizle olsun. Allah da işleri bozucu olanı ve
düzeltici olanı bilir ve bunları birbirinden ayırır ve ona göre m ü kafatlarını
ve cezalarını verir. Bunu bilmeli ve düzeltme adı altında işi bozmaya
kalkışmamalıdır. Allah dileseydi, sizi zorluklara koşar, ağır yükümlülüklerle
zahmetlere sokardı, aciz bırakır, yetimlere hiç karıştırmazdı. Kendi derdinize
düşer, onlara ne düzeltme ve ne de bozma, hiç bir şey yapmaya gücünüz yetmezdi.
Bunun için Allah'ın verdiği güç ve kuvvete şükür olmak üzere, yetimlere ve
güçsüzlere bozma ile değil, düzeltme ile davranınız. "Canım filan kimse
yetimin hakkını yedi de ne oldu..." demeyiniz. Herhalde Allah Aziz ve Hakimdir
(çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir) O'nun emri mutlaka yerini bulur. Mühlet
verir, hemen yerine getirmezse de, bu hikmetindendir ve hikmeti siz bilmezsiniz. Bu konuda
nice hadis-i şerifler de vardır. Bu cümleden ol a rak: "Yetimin ağlamasından
Arş titrer."(1) Yine bunun gibi, "Ben ve yetimin bakımını üstlenen kimse,
Cennette şu iki parmak gibiyiz."(2) buyrulmuştur.
Din kardeşlerinizden olan yetimlerle birbirinize karışma olayını tamamlayan
şeylerden biri de nikâ h ve nikâ h akrabalığı yoluyla karışmadır. Bu münasebetle
mutlak olarak nikâh hakkındaki şer'i hükmü dinleyiniz:
Meâl-i Şerifi:
221- Müşrik kadınları, iman etmedikçe nikâhlamayın. Bir müşrik kadın, sizin
hoşunuza gitse bile, iman etmiş olan bir cariye herhalde ondan daha hayırlıdır.
Müşrik erkeklere de mümin kadınları nikâh ettirmeyin. Bir müşrik, sizin hoşunuza
gitse bile, mümin bir köle elbette ondan daha hayırlıdır. Onlar sizi ateşe davet
ederler, Allah ise, kendi izniyle cennete ve mağfiret e davet ediyor ve âyetlerini
insanlara açıklıyor. Umulur ki onlar hatırda tutup, öğüt alırlar.
221-Nikâh, sözlükte bir şeyi birşeye eklemek, katmak anlamından alınma olarak
sözlük örfünde, sifah'ın yani zinanın zıddı olan ve cinsel birleşmeyi meşru
kılan sözleşme anlamlarında kullanılır. Şer'an ise, "kadının
kadınlığından yararlanma üzerine kurulan bir sözleşme" diye tanımlanır ki
burada da söylenmek istenen budur.
Müşrik, Kur'ân dilinde iki anlama gelir ki biri zahirî, diğeri hakikîdir. Zahirî
müşrik, açıktan açığa Allah'a ortak koşan, birden fazla ilâh olduğu kanaatinde
olanlardır. Bu anlama göre, Kitap ehline müşrik denmez. Hakikî müşrik de gerçekten
tevhidi ve İslâm dinini inkar edenler, yani mümin olmayan gayr-i müslimlerdir. Bu
anlama göre, kitap ehli olan Yahudiler ve Hıristiyanlar da müşriktirler. Çünkü
bunlar, dıştan tevhide inandıklarını ileri sürmelerine
rağmen, gerçekte Allah'ın çocuğu olduğu kanaatindedirler. Hıristiyanlar, teslise
(Allah'ın baba, oğul ve Rûhu'l-Kudüs olmak üzere üç olduğuna) inanırlar. Ve
"Mesih, Allah'ın oğludur." derler. Yahudiler de "Üzeyr Allah'ın
oğludur." demişlerdir. Böyle demekle birlikte onlar tevhide inandıklarını da
iddia ederler. Demek ki her ikisi de dıştan dışa müşrik değillerse de, gerçekte
müşriktirler. Bunun için mutlak olarak müşrik denildiği ve özellikle iman
karşılığında söylendiği zaman, mutlak anlamı üzere kullanılmış demektir ve
genel olarak kâfirleri kapsar. "Ne kitap ehlinin kafirleri ve ne de müşrikler
Rabbinizden size her hangi bir iyilik in m esini istemezler." (Bakara, 2/105) gibi,
mutlak küfürle karşılıklı olarak söylendiği zaman da müşrik kâfirden daha özel
olarak, Kitap ehlinden başkalarına ait olur. Bu âyette de, "Müşrikat"
(müşrik kadınlar) ve "Müşrikin" (müşrik erkekler) mümin karşılığı
olarak mutlak ve elif-lam'lı olarak içine aldığı fertleri daha çok kapsayan,
genellik ifade eden bir sözcükle söylenmiş bulunduğundan zahirî ve gerçek, bütün
müşrikleri yani bütün kâ firleri içine alır. Şöyle ki:
Ey iman ehli, gerek dıştan dışa ve gerekse gerçek müşrik olan yani mümin
olmayan kadınlardan hiç birini nikâhınıza almayınız. Onlarla evlenmeyiniz. Nihayet
iman etsinler, o zaman evlenebilirsiniz.Ve şunu mutlaka biliniz ki mümin olan bir
cariye, müşrik olan bir kadından daha hayırlıdır, isterse o müşrik kadın sizi
büyülemiş ve hayran bırakmış güzelliği, hâl ve tavırları, terbiye ve nezaketi
son derece hoşunuza gitmiş olsun. İmanlı bir kadın evli bir cariye bile olsa, mümin
olması bakımından, nikâh ve evlenmeye kendisi ile aile kurul m asına gerekli olan
iffet, dürüstlük, sadakat ve bağlılık açısından, hür ve pek güzel görünen
imansız bir kâfir kadından çok yüksektir. Bunun için imansız kadınlarla evlenip de
aile kurmaya kalkışmayınız. Burada müşrik kadından mümin kadın karşılığı
söz ed i lmesi, müşrik kadınlardan maksadın iman etmeyen tüm kâfir kadınlar
olduğunu ayrıca gösteren bir nassdır (delildir). Gerek zahirî, ve gerekse hakikî
müşrik olsun ve gerek Kitap ehli olsun, gerekse olmasın mümin olmayan kâfir
erkeklerin hiç birine de nikâ h etmeyiniz. Onları sizden hiç bir kız ve kadınla
evlendirmeyiniz. Nihayet o imansızlar, iman etsinler o zaman verebilirsiniz. Ve hiç
kuşkusuz mümin olan köle herhangi bir müşrikten, imansız kâfirden hayırlıdır.
İsterse o kâfir sizi büyülemiş, kendi s ine hayran etmiş olsun, hürriyeti,
güzelliği veya serveti veya makam, mevki ve dünya talihi veya öteki halleri ve
davranışı ile pek fazla gözünüze girmiş bulunsun.
Böyle bile olsa mümin olmayan kimseye hiçbir mümin ve müslüman kadını nikâ
hlamayınız. O imansızlar erkek olsun, kadın olsun çıraları insan ve taş olan o
belalı ateşe davet ederler, durumları ve sözleriyle ona çağırırlar. Allah ise,
izni ve emri ile cennete ve bağışlanmaya çağırıyor. Âyetlerini ve hükümlerinin
delillerini gafil in s anlara açıklıyor ki, onları kafalarında canlandırıp
akıllarını başlarına alsınlar. Ve mümin olmayanların mutlaka müşrik
olduklarını ve bunlarla nikâhlanma ve onları nikâ hlamanın zina ve şirk ile
sonuçlanacağını anlasınlar, bu nokta derinden derine düşün m eye muhtaç
değildir, bunu hatırlayıp zihinde canlandırmak yeterlidir. O halde ey iman edenler!
Allah'ın emrini, çağrısını bırakıp da o erkek veya kadın kâfirlerle evlenmek
veya onları evlendirmek suretiyle kendinizi ateşe atmayınız.
İslâm'ın geldiği ilk zamanlarda, müslümanlar gerek kitap ehli ve gerekse
kitapsız genel olarak müslüman olmayanlarla kız alır verirlerdi. Bu arada Abdullah b.
Revaha (r.a.) müslüman bir cariyesini hürriyetine kavuşturmuş ve onunla evlenmişti.
Şereflerine düşkünlüklerinden k âfir kadınlarla evlenmeyi arzu eden insanlar, bir
cariye ile evlendi diye onu yermişlerdi. Bir de aralarında Haşim Oğulları ile dostluk
anlaşması olan Ebu Mersed Ganavî, Kennaz b. el-Husayn veya Mersed b. Ebi Mersed,
Kureyş'ten Anak adında müşrik olan, an c ak güzellikten payını almış bir kadınla
evlenmek için, Resulalluh'tan izin istemiş, "İnneha tu'cibunî Ya Resulallah (o
benim hoşuma gidiyor, Ya Resulallah!)." demişti. Yine bunun gibi, Huzeyfe b.
el-Yeman, Velidei Sevda Hasna adındaki cariyesini azad edip onunla evlenmişti. Bu
olaylardan birisi veya hepsi nedeniyle bu âyet indi, kâfirlerle evlenme ilişkisi içine
girmek, yani gerek almak ve gerek vermek, ikisi de kesin bir biçimde yasak ve haram
kılındı. Bunun haramlığının şiddetine bir uyarı için, genel ol a rak
inanmayanlara "Müşrik" denmiş, "Onlar gerek sana ve gerekse senden önce
indirilen kitaplara inanırlar ve ahirete de kesin olarak iman ederler." (Bakara,
2/4) âyetinin anlamı gereğince Hz. Muhammed'in tebliği uyarınca tek Allah'a inanan
bir mümin ol m ayanların hepsinde, zahirî olmasa bile, hakikî bir müşriklik
bulunduğu ve bunlarla nikâh yapmanın ateşe atılmak demek olduğu da özellikle
hatırlatılmıştır ki haramlığın ne kadar şiddetli olduğuna bir uyarıdır. Ancak
Maide Suresinde, " sizden önce kitap v erilen ümmetlerin hür ve iffetli
kadınları da iffetlerinizi koruyarak, zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın,
kendilerine mehirlerini verip nikâhladığınız takdirde size helâldir" (Maide,
5/5) âyeti uyarınca bu âyetin
birinci fıkrasından Kitap ehlinin kadınları istisna olunarak, Kitap ehlinden kız
almaya mekruh olarak ruhsat verilmiş; fakat ikinci fıkra muhkem olarak kalmış ve kız
vermeye hiçbir şekilde izin verilmemiştir. "Erkekler, kadınları yönetmeye
yetkilidirler." (Nisa, 4/34) ilâhi kânunu gereğince kadınlar kocalarının
yönetimi altında bulunurlar. Dolayısı ile, bir mümin kadını, bir kâfir ile
evlendirmek onu, o kâfirin yönetimi altına bırakmak ve onun davasına mahkûm etmek
olacağından, o mümin kadını kesinlikle ateşe atmaktır. Ancak bu ilâhî kânunu b
ilen ve kendini ona göre idare edebilecek olan erkekler hakkında bu yönetim altına
giriş ve çağrıya mahkûm oluş zorunlu ve kesin değildir. Bu şartlar altında,
müslüman erkekler için ihtiyaç hâlinde bir ruhsata imkân vardır. Bunun için bu
âyetle yol göster m e ve hatırlatmadan sonra, "Kitap verilen ümmetlerin hür ve
iffetli kadınları" (Maide, 5/5) âyetiyle gereğinde yalnız Kitap ehlinden kız
almaya ruhsat verilmiş ve zururetler kendi miktarlarınca takdir olunacağından, bunun
dışındakiler yine haramlıkta bı r akılmıştır. Şunu da hatırlayalım ki, "O
yerde ne varsa hepsini sizin için yaratandır. Sonra semaya doğrulmuş iradesini
göklere yöneltmiştir." (Bakara, 2/29) âyeti gereğince mallarda ve eşyada asıl
kural, onların mübah olduğu ve haramlığına dair delil bu l unmadıkça mübahlık
ile amel olunacağı; fakat "sizin için" buyrulduğundan dolayı bu
mübahlıkta insanların canlarının ve ırzlarının dahil olmadığı ve aksine
mallardaki asıl kural olan mübahlık insanların canlarını, ırzlarını, haklarını
ve yararlarını koru m ak için bulunduğudur. Kısacası can ve ırzda haramlık asıl
kural olunca bir mübahlık ve izin delili bulunmadıkça can gibi ırzda da tasarrufta
bulunmak haram olacağından nikâh kıyma izni, mutlaka bir delile dayalı olacaktır.
Mübahlığına delil bulunmayan yer l erde nikâh kıymak haramdır. Yani o nikâh,
nikâh değil zinadır. Bu nokta üzerinde iyi düşünülünce anlaşılır ki bu
âyetteki kadın ve erkek müşrikler, kadın ve erkek müminlerin karşılığı
olmasaydı da, zahirî müşrik anlamında olabilseydi, o zaman da müslüman k
adınlarının diğer kâfirlere nikâh edilmeleri aslî haramlıkla haram olacaktı. nkü
"hür ve iffetli kadınlar" ifadesiyle müslüman erkeklerin Kitap ehlinin
kadınlarıyla evlenmelerine izin verilmiş olduğu halde; müslüman kadınların Kitap
ehlinin erkekleriyle e v lenmelerinin caiz olacağına dair ne âyet, ne hadis hiçbir
mübahlık delili gelmemiştir. Özet olarak, yakında geleceği üzere müslümanların
kadınları, İslâm tohumları için şerefli bir tarladır. Ve müslümanlar genellikle
tarlalarından ve ekin ektikleri yerler d en hiçbirini yabancılara çiğnetmemek, cinsel
birleşmelerine izin vermemekle yükümlüdürler.
Mal tarlası olan vatan toprağını yabancılara çiğnetmek büyük bir felaket
olduğu gibi, can ve din tarlası olan İslâm kadınlarını başkalarına çiğnetmek de
felaketlerin felaketidir. Bunlar nikâh değil, onların çağrısına uyup canları
ateşe atmaktır. " Onlar sizi ateşe davet ederler, Allah ise -izni ile- cennete ve
mağfirete davet ediyor ve âyetlerini insanlara açıklıyor. Umulur ki onlar hatırda
tutup, öğüt alırlar." ( Bakara 2/221).
Şimdi nikâh dolayısıyla:
Meâl-i Şerifi:
222-Ey Muhammed! Sana kadınların ay başı halinden de soruyorlar. De ki: O bir
eziyettir Onun için ay başı halinde oldukları zaman kadınlardan çekilin ve
temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendikleri zaman ise Allah'ın
emrettiği yerden onlara varın, yaklaşın Şüphesiz ki Allah çok tövbe edenleri de
sever, çok temizlenenleri de sever.
223-Kadınlarınız, sizin için bir tarladır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi
varın ve kendiniz için ileriye hazırlık yapın. Allah'tan korkun ve bilin ki siz
mutlaka O'nun huzuruna varacaksınız. Ey Muhammed, müminleri müjdele!
222-MAHÎZ: Mimli masdar, mekan ismi veya zaman ismi olabildiğine göre; hayız,
(aybaşı kanı) hayız yeri, veya hayız zamanı demek olur. Hayız, aslında dilde
seyelan (akmak) anlamında alınmış olarak kadınların âdeti olan kan akıntısının
ismidir, rahimden zaman zaman gelen kirli bir tabii salgı olup kişilere ve durumlara
göre süresi farklılık gösterir. Bununla birlik t e en azı üç, en çoğu on
gündür. İmam Şâfiî, en azı bir, en çoğu on beş gün olduğu ve İmam Malik, en
az ve en çok müddetin belirlenmesinin mümkün olmadığı kanaatine varmışlardır.
İki hayız arasındaki temizlik süresine "tuhur" denilir. Hayzın şer'î
hükümler i, namaz ve oruca engel olması, mescide girmekten, Kur'an okumaktan ve mushafa
dokunmaktan kaçınılması, kadının bununla bülüğa ermesi ve bu halde cinsel
birleşmenin haram olmasıdır ki burada açıklanan da budur. Şöyle ki:
Sana hayız hakkında soru soruyorlar. Burada ve daha önceki âyette atıf (ulama)
vavı ile buyrulması dolayısıyla bu soruların şarap ve kumarla birlikte sorulmuş
olması ihtimal dahilindedir. Veya bu atıf, bu soruların müslümanlar tarafından
sorulmuş olduğuna işarettir. Cahiliye A r apları hayızlı kadınlarla birlikte
durmazlar, beraber yemek yemezlerdi. Yahudilerin ve Mecusilerin âdetleri de böyleydi.
Hıristiyanlar ise hayza önem vermezler, cinsel birleşmede bile bulunurlardı. Nihayet
ashabdan bir kaç kişi ile birlikte Ebüddehdah - A l lah hepsinden razı olsun
Peygambere sordular, ifrat (aşırı gitme) ve tefrit (ihmalkâr davranma) arasında orta
bir yol olmak üzere şu cevap indi:
De ki, o bir kirlilik, bir pisliktir. Yani yaklaşana tiksinme ile eziyet verecek
murdar bir şeydir. Kokusu fena, rengi bozuk, karışımı kirli, pis, değersiz bir
salgıdır. Dolayısıyla kadınlardan hayız zamanına veya hayız yerine özel olmak
üzere çekilin, temizleninceye, temizlik haline girinceye kadar o kadınlara
yaklaşmayın, yani cinsel birleşmede bul u nmayın veya dizlik altına (göbekle diz
kapağı arasına) yanaşmayın. Temizlik sonunda temizlendikleri, yani boy abdesti alıp
iyice temizlendikleri zaman, onlara Allah'ın emrettiği yerden gidin, şüphe yok ki
Allah insanlık gereği meydana gelebilecek kusu r lardan dolayı çok çok tövbe
edenleri sever. Ve tertemiz olmağa çalışanları, terbiye ve ahlâka aykırı
davranışlardan ve pislikten sıyrılıp pampak olanları sever. O halde siz de Allah'ın
sevdiği gibi olun ve Allah'ın sevdiklerini sevin.
223-Rivayet olundu ğuna göre Yahudiler, bir kimse
karısının önüne arkasından yaklaşarak cinsel birleşmede bulunursa, doğacak
çocuğu şaşı olur derler ve bunun Tevrat'ta olduğunu söylerlermiş, Resulullah'a bu
aktarılmış, "Yahudiler yalan söylüyorlar." <D> buyurmuş ve şu âyet
inmiş: Ey erkekler kadınlarınız sizin tarlanızdır.
HARS: aslında ziraat gibi ekin ekmek demek olup ekin yeri, ekilecek tarla anlamına
isim de olur ki burada bu mânâdadır. Bu ifade ile kadının kadınlık organı bir
yere, erkeğin spermi tohuma, doğacak çocuk da bitecek ürüne benzetilerek bir istiâre
yapılmış ve bununla Allah'ın emrettiği ekin yeri açıklanmıştır ki anlam şu
olur: Kadınlar sizin ekinliğinizdir, siz onlara insan ve müslüman tohumları ekip
ürün olarak nesil, döl yetiştireceksiniz. Öyle is e tarlanıza (tarla anlamı
unutulmamak ve ekin yerinden olmak şartıyla) dilediğiniz taraftan, hangi pozisyonda
isterseniz gidiniz. Ve bununla birlikte kendiniz için ilerisini gözetip ona göre
ihtiyatlı bulununuz, sadece şehvetinizi söndürmekle meşgul ol m ayıp geleceğiniz
için salih ameller ile hazırlık görünüz. Ve Allah'a isyandan sakınınız da eğri
yola gitmeyiniz. Ve biliniz ki, siz mutlaka Allah'a kavuşacak, O'nun huzuruna
çıkacaksınız. Dolayısıyla yüzünüzü güldürecek şeyler kazanın da rezil olac a
ğınız şeylerden kaçının.
Ey Muhammed! Bu hükümleri ve irşadları tebliğ et, ve bunları gönül hoşluğu
ile kabul edip uygulayacak olan müminleri de müjdele.
Meâl-i Şerifi:
224-Sözünüzde durmanız, kötülükten sakınmanız ve insanların arasını
düzeltmeniz için, Allah'ı yeminlerinize hedef veya siper edip durmayın. Allah, her
şeyi işitir ve bilir.
225-Allah, sizi yeminlerinizde bilmeyerek ettiğiniz lağıv (herhangi bir kasıt
olmadan, kanaate göre yanlış yere yapılan yemin)dan sorumlu tutmaz. Fakat kalbinizin
kazandığı yalan yere yapılan yeminden sorumlu tutar. Allah çok bağışlayıcıdır,
çok halimdir.
226-Kadınlarından îlâ edenler (onlara yaklaşmamaya yemin edenler) için dört ay
beklemek vardır. Eğer bu yeminlerinden dönerlerse, şüphesiz ki Allah çok
bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
227-Yok eğer boşamaya karar vermişlerse, şüphesiz ki Allah söylediklerini
işitir, kurduklarını bilir.
228-Boşanan kadınlar, kendi kendilerine üç adet süresi beklerler ve Allah'ın
rahimlerinde yarattığını gizlemeleri, kendilerine helâl olmaz. Eğer Allah'a ve
ahiret gününe inanıyorlarsa gizlemezler. Kocaları da, barışmak istedikleri takdirde
o süre içersinde onları geri almaya daha layıktırlar. O kadınların, üzerlerindeki
meşru hak gibi, kendilerinin d e hakları vardır. Yalnız erkekler için, onların
üzerinde bir derece vardır. Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
229- Boşamak (talak) iki defadır. Ondan sonrası ya iyilikle tutmak veya güzellikle
salmaktır. Onlara verdiklerinizden bir şey almanız da size helâl olmaz. Ancak
Allah'ın çizdiği hudutta duramayacaklarından korkmaları başka. Eğer siz de
bunların, Allah'ın çizdiği hudutta duramayacaklarından korkarsanız, kadının,
ayrılmak için hakkından vazgeçmesinde artık ikisine de günah yoktur. İş t e
bunlar, Allah'ın çizdiği hudududur. Sakın bunları aşmayın, Her kim Allah'ın
hududunu aşarsa, işte onlar zalimlerdir.
230-Eğer kadını bir daha boşarsa, bundan sonra artık başka bir kocaya varıncaya
kadar ona helâl olmaz. Eğer ikinci koca da onu boşarsa, Allah'ın hududunu sağlam
tutacaklarını ümid ettikleri takdirde öncekilerin birbirlerine dönmelerinde her
ikisine de günah yoktur. İşte bunlar, Allah'ın tayin ettiği hudududur. Bunları,
bilen bir kavim için açıklıyor.
224- URDA: Gergi ve engel vey a açıktan hedef gibi bir şeyle karşı karşıya olup
duran demektir.
YEMİN: Aslında güç ve sağlamlık demektir. Bu nedenle sağ ele "yemin"
denildiği gibi, "Bir sözü, Allah'ın adını özel bir biçimde anarak
güçlendirmeye"
de şeriate göre yemin denilir ki söylediği sözü Allah huzurunda Allah'ı şahit
tutarak O'nun büyüklüğü adına söylediğini göstermek suretiyle bir yüklenme ifade
eder. Bunun için yalan yere yemin etmek, sonu pek tehlikeli ve korkulu bir günahtır.
ÎLÂ da aslında yemin etmek anlamınadır. Şeriate göre, karısı ile cinsel
birleşmede bulunmamak üzere yemin etmektir.
TALÂK: Boşamak anlamına bir isimdir. Selâm, teslim gibi...
TATLÎK: Dil açısından boş bırakmak, salıvermek gibi bir şeyin bağını
çözüp salıvermektir veya saldırıvermektir. Şeriate göre, nikâh bağını ortadan
kaldırmaktır, dilimizde buna boşamak denilir.
MA'RUF: Marifet kelimesinden, aslında tanınmış anlamına sıfat olup bu kelimeden
(akıl veya şeriat ile iyi tanınan her fiile isim ) olmuş kapsamlı bir kelimedir ki
bunun karşıtı münkerdir. Adaletli ve ölçülü olmak, hakkı gözetmek, iyilik etmek,
cömertlik, tatlı dil, iyi davranış ve benzerleri gibi iyi görülen mânâlara ve
güzel âdetlere hep "ma'ruf" denilir.
Ey müminler! Bir de Allah'ı yeminlerinize, maruz (engel) kılıp durmayınız, ki
sözünüzde durasınız, kötülükten sakınasınız, halkın arasını düzeltesiniz...
Yani Allah'a çok yemin etmezseniz itaatkâr, müttaki, düzeltici olabilirsiniz veya
iyilik takva ve dargınlıkları barıştırmak için de olsa Allah'a çok yemin etmeyi n
iz. Veya yeminleriniz bahanesiyle iyilik etmenize, fenalıktan korunmanıza,
dargınlıkları barıştırmanıza Allah'ı ortada bir engel, bir sed gibi tutmayın.
Yani bu gibi güzel işleri yapmayacağınıza yemin edip de Allah'ı bunlara engel
tutmaya kalkışmayın. Önc e böyle yeminler etmeyin; ikinci olarak, böyle hayrı terke
dair olan yeminlerinizde durmak, Allah rızasına uygundur sanmayın. Nitekim bir hadis-i
şerifte de yer almıştır ki: "Bir kimse bir şeye yemin eder de sonra ondan
başkasını daha hayırlı görürse, o ha y ırlı şeyi yapsın ve yeminine keffaret
versin." Rivayet olunduğuna göre Abdullah b. Revaha bir kırgınlık yüzünden
eniştesi Bişr b. Numan'ın yanına gitmeyeceğine ve onunla konuşmayacağına ve kız
kardeşi ile aralarını düzeltmeye çalışmayacağına yemin etmiş v e bunun üzerine,
"Allah'a yemin ettim, artık yeminimi bozmam câiz olmaz." demişti. Bu âyet,
bunun veya Hz. Ebu Bekr'in bir yemini hakkında inmiştir. Hz. Aişe demiştir ki bu
âyet, Allah'a yemini tekrar etmenin aleyhinde inmiştir. Buna göre doğru yemin etmek
yasaklanmış olunca, artık eğrisinin nasıl olacağı bir düşünülsün. Allah
semi'dir, yapılan yeminleri işitir, Alîmdir, niyetlerinizi bilir.
225-O halde her yemine karşılık sorumlu tutar mı? Yeminleriniz içindeki lağv
kısmı ile Allah sizi soruml u tutmaz.
LAĞV: Önem verme seviyesinden düşük olan söz demektir. Lağv yemini de içinde
bir kararlaştırma ve kasıt bulunmayan yemindir. Bu da bir şeye kanaatine göre yemin
etmek ve sonra onun aksine olduğunun anlaşılmasıdır ki bunda yalan kastı yoktur.
Fakat İmamı Şafii, lağv yeminini, konuşurken "hayır vallahi, evet vallahi"
gibi sırf pekiştirme için söylenip yemin anlamı akla gelmeyen yemin sözcüklerine
katmış ve bunda keffaret lazım gelmeyeceği kanaatine varmıştır. Ancak bu âyetteki
sorumlu tutmadan maksat, ahirette sorumlu tutma olup dünya sorumluluğu olan keffaret
demek olmadığı açıktır, o nokta En'âm Sûresinde gelecektir. Demek oluyor ki Allah
yalan kastı bulunmayarak ve doğru zannedilerek yapılıp da gerçeğe aykırı olarak
ortaya çıkan boşuna yemin l erden sorumlu tutmaz. Ancak, kalplerinizin kazancı ile,
yalan kastıyla bile bile yalan olarak yapılan yeminlerden sorumlu tutar. Buna
"yemin-i gamûs" denilir ki keffareti yoktur, bunun günahından keffaret ile
dahi kurtulunmaz. Oysa Allah'ın bağışlaması çok, hilmi (yumuşak muamelesi) çoktur.
Ve lağv yeminlerden, aslında günah olmadıkları için değil, bağışlamasının ve
hilminin çokluğundan dolayı sorumlu tutmaz. Fakat Allah böyle bağışlayıcı ve
halim olduğu halde kalblerin kazancı ile kasten yalan yere yapılan yeminlerden sorumlu
tutar. Yemin çeşitlerinden bir de "yemin-i mün'akide" vardır ki bununla
gelecekte bir şey yapmağa veya yapmamağa karar verilir ve bu şekilde taliki (ilerdeki
zamana yönelik) bir söz verme işlemi yapılır." Filan şeyi yaparsam şöyle o
lsun, şunu vallahi yapacağım veya vallahi yapmayacağım." tarzında yapılan
yeminler, yemin-i mün'akidedirler.
226-Bu çeşitten olmak üzere, kadınlarından kaçınarak îlâ yapanlar, yani eşi
ile, cinsel birleşme yapmamak üzere yemin edenler için, dört ay bir süre vardır.
Dolayısıyla, bu süre içinde, fey yapanlar, yani yemini bozup davranışları ile
yeminlerinin aksini yaparak dönerlerse, şüphesiz ki Allah, çok bağışlayıcıdır,
çok merhamet edicidir. İlerde açıklanacak keffaret ile onları bağışlar.
2 27- Ve eğer fey yapmazlar (dönmezler) da îlâ ile boşamaya karar verirlerse,
mutlaka Allah (semi) işiten ve (alim) bilendir. Karar verilen boşama işidir ve onların
niyetlerinin ne olduğunu bilir.
Îlâ ile, fey yapmayıp (dönmeyip), boşamaya karar vermek konusunda selef bilginleri
görüş ayrılığına düşmüşlerdir. İbnü Abbas demiştir ki, îlâ yapanın eşine
dönmemesi ve dört ayın geçirilmesi boşamaya karar vermek demektir.
İbnü Mes'ud ve Zeyd b. Sabit ve Osman b. Affan hazretlerinin görüşleri de budur.
Bunlar bu dört ayın sonunda bâin bir talak (kesin bir boşama) meydana gelir
demişlerdir. Hazreti Ali, İbnü Ömer ve Ebüdderda'dan iki rivayet vardır ki biri
öncekiler gibidir. Biri de o süre geçtikten sonra ya eşine dönmesi veya boşaması
seçeneklerinde n birisini tercih etmek üzere koca tevkıf edilir ki Hz. Âişe'nin
görüşü de budur. Üçüncü görüş Said b. Müseyyeb, Sâlim b. Abdullah, Ebu Bekr
b. Abdurrahman, Zühri, Ata ve Tavus'un görüşüdür ki dört ay geçince bir ric'î
talâk (boşama) meydana gelir. Hanefil e r birinci, Şafiî ve Mâlikîler de ikinci
görüşü benimsemişlerdir. Boşama sözcüğü sarih (açık) olup biraz sonra
görüleceği üzere ric'î boşama ifade ederse de, "azimet-i talak" (boşama
kararı)nın kinâye sözler gibi beynunet (kesin boşama) ifade e d eceği açıktır.
Sonra azim (karar), kalbin bir fiili olduğu için ayrıca dil ile telaffuz edilmesi
gerekli değildir. Îlâ yemini buna yeterlidir. Bir de bu âyette îlâ için eşine
dönmek veya onu boşamak arasında başka bir şık yoktur. Dolayısıyla bu yemini boz m
amak, onu boşamaya karar vermek demektir. Bu karar ile îlâ boşamaya niyet edilen
kinâye sözlerinden olmuş olur ki bunlarla da bir bâin talâk meydana gelir. Îlâda
artık koca başkaca bir de boşama yapsın diye beklenerek, bir üçüncü şık ortaya
çıkarılamaz.
228Şimdi yemin talâk sonucunu doğurunca, boşanmış kadınlara gelelim:
Genel olarak boşanmış olan kadınlar, kendilerini üç kurû' tutup beklerler.
Herhangi bir nedenle kan görmeyenler, hamile olanlar, bir erkekle zifafa girmemiş
olanlar, küçükler ve cariyeler başka âyetlerle burdaki genel hükmün dışında
özel hükümlere tâbidirler. Kurû' ve akra', kelimesinin çoğuludur ki zıt anlamlı
sözcüklerden olarak, hayız ve tuhur (temizlik) anlamlarıına gelen ortak bir
sözcüktür. Bu bakımdan mücmeldir. Bu sözcüğün anlamının belirlenmesi, anlamı
bakıp araştırma ile açıklamaya bağlıdır. İmam Malik ve Şâfiî, bunu tuhur
(temizlik) ile tefsir etmişler de Ebu Davud ve Tirmizî'de tahriç olunduğu üzere, Hz.
Âişe'den rivayet olunan, "Cariyenin boşanması iki k ez ve iddeti iki
hayzdır." hadisi ve buna uygun olarak İbnü Ömer'den İmam Şâfiî hazretlerinin
de rivayet ettiği diğer hadisi şeriften anlaşılan iddette, "kar'"ın hayız
demek olduğu
açıklanmış ve sayısında fark varsa da bu açıdan cariye ile hür olan kadının
iddetinde fark bulunmadığı üzerinde görüş birliği olan ve âyetin ilerdeki
ifadelerinden anlaşıldığı üzere beklemekten amacın rahmin temizliğinin ortaya
çıkması olup bu temizliğin hayız ile anlaşılacağının açıkça belli olmuş
bulunmasına ve fıkıh kitapları n da açıklanan daha bazı destekleyici delillerin
ışığı altında Hanefi imamları bunu hayız ile tefsir etmişlerdir ki Raşit
halifeler, Abdullah'lar (abadile) Übeyy b. Kab, Muaz b. Cebel, Ebüdderda, Ubâde b.
es-Sâmit, Zeyd b. Sâbit, Ebu Musa el-Eş'arî ve Ma'be d ilcühenî (Allah hepsinden
razı olsun) hazretlerinin görüşleri de budur. Buna göre hür ve bâliğe olan
boşanmış kadınlar tam üç âdet görünceye kadar kendilerini tutup bekleyeceklerdir.
Ve onlara Allah Tealâ'nın rahimlerinde yaratmış olduğu hayız veya cenin her ne
ise onu gizlemeleri câiz olmaz ve saklamakla yararlanmaya kalkışmaları helâl
değildir. Eğer onlar Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorlarsa bunları saklamazlar,
olduğu gibi söylerler, bu konuda söz kendilerinindir. BÜULE; "ba'l"in
çoğuludur. Ba'l bir zamanlar tapılan bir putun ismi olduğu gibi yükseklik anlamı ile
seyyid ve mâlik yani efendi, koca ve karı anlamlarına da gelir. Erkeklerin ba'li
denilince, onların hanımları; hanımların ba'li denilince onların kocaları demek
olur ki b u rada böyledir. O halde âyetin meâli: Ve o boşanmış kadınların
efendileri, yani onları boşayan ve fakat ric'î boşama (talâk) ile boşayıp henüz
efendiliğini koruyan kocaları, onları bu süre zarfında ric'at ile (dönerek) yine
nikâhlarına almaya herkesten d a ha çok hak sahibidirler. Hatta iddet süresinde erkek
söz veya fiil ile ric'at (dönüş) yapmak ister de, kadın razı olmazsa söz
erkeğindir. Eğer o efendiler aile arasında bir düzeltme (yani anlaşmazlığı ortadan
kaldırmak) isterler, ona zarar verme ve ayrı l maları fikrinde bulunmazlarsa bunu
yapabilirler. Bu da hukuk açısından, yaptıkları boşamayı, bâin olarak yapmayıp
ric'î olarak vermeleri ile anlaşılır. Buna rağmen içten içe amaçları geçinmek
olmayıp kadının iddetini uzatarak ona zarar vermek gibi bir köt ü niyyet ile ilgili
olursa, sırf kalbî olan bu nokta da, "Ancak kalplerinin kazancı ile, yalan kasdı
ile, bile bile yalan olarak yapılan yeminlerden sorumlu tutar." (Bakara, 2/225)
âyeti gereğince ilâhi sorumluluğu hak ederler. Ve kadınlar için erkekler üzerinde,
erkekler için kadınlar üzerinde bulunan haklara benzer, ma'rufa uygun olarak, yani
tanınması ve korunması vacip (gerekli) hukuk mevcuttur ki bunlar birçok âyetlerde
açıklanmıştır. Bu âyetlerden olmak üzere, "Onlarla güzel geçinin..."
(Nisa, 4/19), "Ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salmaktır..." (Bakara,
2/229), "Çocuk kendisine ait olana da, emzirenlerin yiyecekleri, giyecekleri uygun
şekilde üzerlerine yükümlülüktür..." (Bakara, 2/233), "Erkekler,
kadınlar üzerinde yöneticidir l er. Çünkü bir kez Allah birini diğerinden üstün
yaratmış, bir de erkekler mallarından harcamaktadırlar..." (Nisa, 4/34), "Ve
aldığnız kadınlara mehirlerini gönül hoşnutluğu ile verin..." (Nisa, 4/4),
"Ve eğer bir kadını bırakıp da yerine diğer bir k a dın almak istiyorsanız,
öncekine yüklerle mehir vermiş bulunsanız da içinden bir şey almayın..."
(Nisa, 4/20), "Kadınlarınız arasında her yönden âdil davranmaya ne kadar
düşkünlük gösterseniz de yine güç yetiremezsiniz. Bari (birine) büsbütün
meyledip d e ötekini askıda kalmış gibi bırakmayın..." (Nisa, 4/129)... Şimdi
bu hükmün geneli içinde şu da anlaşılıyor ki nikâh esnasında mehir belirlenmemiş
ise mehr-i misil de gerekir. Bununla birlikte, erkekler için kadınlar üzerinde fazla
bir derece vardır. Evlenme amacında erkekler kadınlara ortak olmakla birlikte
üzerlerinde bulunurlar, onları ve ellerindekini gözetir, muhafaza ederler, onları
yönetir ve harcamada bulunurlar. Ailenin yükünü erkekler çekerler. Erkeklerin bu gibi
yönlerden yerine getirece k leri fazla yükümlülüğe karşılık üstünlük ve
dereceleri de fazladır; fakat bunu kötüye kullanmamalıdırlar. Allah azizdir (çok
güçlüdür), hakimdir (hüküm ve hikmet sahibidir). Hükümlerine karşı gelenlerden
intikamını alır ve onun hükümleri hikmetlerle ve y ararlı şeylerle doludur.
229- Şer'î bakımdan nikâh bağının ortadan kaldırılması demek olan talak
(boşamak), iki kezdir. Boşamanın ardından hüküm de ya dönüp iyilikle yaşamak ve
iyi muamele ile tutmaktır-Demek ki, boşamak için açık bir irade beyanı olan boşama
sözcüğü iki kez ric'î boşama ifade eder veya dönmeyip iyilikle, güzellikle
salıvermektir. Ve önceden nikâh için onlara vermiş olduğunuz mehirlerden boşama
karşılığında bir şey almanız size helâl olmaz. Bu helâl olmazsa diğer
mallarından hiç olm a z. Erkekler buna tenezzül etmemeli, kadınlara baskı yapıp
boşama bahanesiyle verdiklerini geri almaya veya onlardan yararlanmaya
kalkışmamalıdır, böyle bir şey kesinlikle haramdır. Ancak o karı koca Allah'ın
belirlemiş olduğu sınırlarda duramayacakların d a endişe ederler, sevişemeyip
karı-koca hukukunu gözetemeyecekleri, meşru olmayan bir duruma düşecekleri
zannında bulunurlarsa hüküm böyle değildir. O zaman ey hakimler! Bu ikisinin
Allah'ın belirlediği şer'î sınırlarda duramayacaklarından korkar, bunu bazı
belirtilerden anlarsanız, o zaman kadının nikâh bağından kurtulmak için boşamaya
karşılık, gerek mehir ve gerek diğer başka şeylerden verdiği bedelde ne veren karı
ve ne de alan koca, ikisine de günah yoktur. Bu şekilde mal karşılığı nikâhtan
sıyrı l mak caizdir. Ve bu, bir bâin talak (boşama) olur. Ve boşamanın da böyle,
kadına dönülmesi caiz olmayan bâin diye bir çeşidi vardır.
Rivayet olunur ki Abdullah b. Übeyy b. Selûl'ün kızı Cemile, kocası Sabit b.
Kays'i sevmezmiş. Resulullah'a gelmiş de, "Ya Resulallah! Ne ben, ne Sabit,
başlarımızı hiç bir şey bir araya getiremeyecek. Vallahi dininde, ahlâkında bir
ayıbını görmüyorum. Ancak İslâm'dan sonra küfre düşmeyi çirkin görüyorum; ona
da buğzumdan, nefretimden (kinimden) tahammül edip dayanamıyoru m. Bir gün perdenin
bir tarafını kaldırıp baktım, karşıdan bir kaç kişi içinde gördüm; ne göreyim
içlerinde en siyahı, en kısası en çirkin yüzlüsü o." demiş, sonra bu âyetin
inmesi ile Sabit'ten mehir olarak aldığı bahçeyi ona verip hul' olmuş (mal
karşılığında boşanmış)tu.
İşte bu hükümler, Allah'ın belirlediği sınırlardır. Artık bunları
aşmayınız. Ve her kim Allah'ın koyduğu sınırları aşmaya kalkışırsa, işte
onlar zalimlerden ibarettirler. Bu aşma ile kendilerini ilâhî gazap ve cezaya hedef
kılacaklarından bu zulmü de en önce kendilerine yapmış olurlar. Âyette zamir ile
yetinilmeyip de yüce Allah'ın isminin tekrar ortaya çıkarılıp zikredilmesi, ilâhî
azameti hatırlatmak içindir.
230- Sözü edilen iki boşamadan sonra koca, o boşanması yapılmış kadını ona
döndükten sonra veya iddet içinde iken bir daha boşarsa, artık üç boşamadan sonra
o kadın, o erkeğe hiç bir şekilde helâl olmaz. Bu açık hükme karşılık ona
helâl demek küfür olur. Bu haramlık, o kadın kendini diğer bir kocaya t am anlamı
ile nikâh edinceye kadar, Rifâa'nın hanımı hakkındaki, "Sen onun, o da senin
balcığını tadıncaya kadar..." hadisi şerifi ile açıklandığı üzere,
balcağızını tadıncaya kadar devam eder. Öyle aralarında üç boşama meydana
gelmiş olan erkekle kadının samimi bir aile kurmaları normal olarak ihtimal dahilinde
değildir. Aralarında bir parça cazibe bulunsaydı, herhalde bir veya iki
boşama ile yetinilir ve o zaman durumun düzelmesine kadar beklenebilirdi.
Karı-kocalık ilişkisi ve ruhsal durumların, çok ince ve derin bir şey olması
bakımından hakkıyla değerlendirilemeyip bazı arızalar yüzünden öfkelenme ve
köpürme ile kesilmesine yönelindiği halde, çok geçmeden ruhun derinliklerinden
pişmanlık kaynayabileceği gözönüne alındığından dolayı, Cenab-ı Allah üçe k
a dar boşamaya müsade etmiş ve bunların da kadının temiz bulunduğu
"tuhur" zamanlarında yapılması sünnet kılınmıştır. Dolayısıyla
birinci ve ikinci boşama birer deneme dersidir. Bu denemeler yapıldıktan sonra
üçüncü kez boşamaya gerek gören ve Hakk'ın bahşe t tiği bu tecrübe dersinden
yararlanmayı hiç de takdir etmeyen bir erkekle o kadın arasında ciddi bir aile hayatı
olacağına ihtimal verilemez. Fakat o kadının elden çıkıp başkasının yatağına
girmesi gibi acı bir ayrılıktan sonra bile, ruhlarının derinlikler i nde önce
hissedemedikleri bir evlenme ilgisi bulunduğunu takdir ederlerse, o zaman bunun
ciddiyetine inanılabilir. Bu durumda, bu nikâhtan sonra bu ikinci koca şayet o kadını
boşarsa, bu kadın ile önceki kocanın birbirlerine tekrar dönüp her ikisini n
hoşnutluğu ile nikâh olunmalarında bir sakınca yoktur. Allah'ın şer'î
sınırlarında duracaklarını zannederler, öyle bir ayrılıktan sonra, böyle
birbirlerine bir ilgi duyarlarsa bunu yapabilirler. Ve işte yukardan beri sıralanan
bütün bu hükümler, All a h'ın, değiştirme ve aykırı davranmaktan korunmuş
bulunan, belirlenmiş kesin hükümleridir ki, Allah bunları, anlayıp bilecek olan ilim
adamları zümresi için açıklar. Sorumluluk yüklemek, mükellef kılmak herkese,
anlamak ve açıklamak ilim ehlinedir. Kita p ve sünnet ile bunlara bazı açıklamalar
daha katılacak ve bütün bunların ince yönlerini Peygamberlerin varisleri olan din
âlimleri ve müctehid imamlar anlayacak, dallarını ve zaman zaman parça sonuçlarını
onlar çıkarıp açıklayacaklardır. O halde ilimde de r inliği olmayanlar bunları
kendi kendilerine çözmeye kalkışmayıp âlimlere başvurmalıdırlar.
Siz şimdi şu açıklamalara dikkat ediniz:
Meâl-i Şerifi:
231-Kadınları boşadığınız zaman iddetlerini bitirdiklerinde, artık kendilerini
ya iyilikle tutun veya güzellikle salın. Yoksa haklarına tecavüz için zararlarına
olarak onları tutmayın. Her kim bunu yaparsa nefsine zulmetmiş olur. Sakın Allah'ın
âyetlerini alay konusu edinmeyin, Allah'ın üzerinizdeki nimetini, size kendisiyle
öğüt vermek üzere indi r diği kitap ve hikmeti hatırlayıp, düşünün. Hem
Allah'tan korkun ve bilin ki Allah her şeyi bilir.
232-Kadınları boşadığınız zaman iddetlerini bitirdiklerinde, aralarında meşru
bir şekilde rızalaştıkları takdirde, kendilerini kocalarıyla nikâhlanacaklar diye
sıkıştırıp, engellemeyin. İşte bu, içinizden Allah'a ve ahiret gününe iman
edenlere verilen bir öğüttür. Bu, sizin hakkınızda daha hayırlı ve daha nezihtir.
Allah bilir, siz bilemezsiniz.
231- Kadınları boşadınız, onlar da bekleme sürelerini doldurdular mı, yani
yukarda açıklandığı gibi bekleyecekleri müddetlerinin sonuna yaklaştılar mı
boşamak için irade beyanını açıkça ifade eden bir
sözcükle, "tallâktüha" (onu boşadım) demek bir ric'î talak ifade
edeceğine göre, geçen hükme uygun olarak, ya o süre bitmeden derhal karılarınıza
dönüp, onları marufa uygun olarak güzelce tutunuz, veya marufa uygun olarak
salıveriniz. Haklarına tecavüz ve düşmanlık etmek için, mesela hul' yapmaya (mal
karşılığı boşamaya) mecbur edip ellerinden bir b edel kapmak için onları zararla
karşılayıp, kendilerine zarar vermek kastıyla tutmaya kalkışmayınız. İyice
geçinmek amacınız ve ümidiniz yoksa ilk boşamada güzelce salıveriniz de bir iddetle
kurtulsunlar. İddetlerinin (bekleme sürelerinin) sonlarına doğru onlara dönüp,
tekrar boşamak suretiyle iki veya üç kez iddet beklemeye mecbur etmeyiniz. Bunu, bu
zarar verme tutmasını her kim yaparsa, mutlaka kendine zulmetmiş olur. Bir de Allah'ın
âyetlerini eğlence gibi tutmayınız. Özellikle nikâh ve boşama ha k kında çok
ciddî olunuz. Çünkü ilâhî âyetleri hafife almak küfürdür.
Deniliyor ki bazıları nikâh, boşama ve köle azadı yapar, sonra: "Canım ben
şaka yapıyorum." dermiş, bu nedenle bu âyet-i kerime inmiş ve bunun için
Peygamber efendimiz, "Üç şeyin ciddîsi ciddî, şakası da ciddîdir: Nikâh,
boşama ve köle azad etmek." buyurmuştur.
Buna göre ey müslümanlar! Bu konuda şakadan, işi hafife almaktan son derece
kaçınınız da Allah'ın üzerinizde olan nimetlerini hatırlayınız. Özellikle
size nasihat ve irşad olarak üzerinize indirdiği kitap ve hikmeti hatırda tutunuz. Bu
konuda Allah'tan korkunuz. Biliniz ki kuşkusuz ve şüphesiz Allah her şeyi bilendir.
Yaptığınız, yapacağınız, terk ettiğiniz ve edeceğiniz şeylerden hiç biri ona
gizli kalmaz. Bu bakımdan siz O'nun nimetlerini unutur, bu kitabın ve hikmetin değerini
bilmez, hukukuna saygılı olmaz, hükümlerini gözetmezseniz; düşünemeyeceğiniz
çeşit çeşit cezanın başınıza geleceğini bilmelisiniz. Bu âyet Sabit b. Yesar
hakkında inmiştir, buna Sinan-ı En s arî de denilir. Bu adam, karısını boşamış,
iddetinin çıkmasına iki üç gün kala, karısına dönmüş; yine boşamış, yine
dönmüş, yine boşamış; böylece kadının zararına yedi ay geçmiş. O zaman henüz
boşama sayısı sınırlanmamıştı.
ECEL: Hem süreye, hem de sürenin bitimine denilir.
BÜLUĞ da bir şeye erişmek demek olup kapsamı genişletilerek son derece yaklaşmak
anlamına da gelir. Dolayısıyla ecelin büluğu, iddetin sonuna erip bitirmek veya
sonuna yaklaşmak anlamlarına gelebilir. Oysa yukarda, "Kocaları da barışmak
istedikleri takdirde o süre zarfında onları geri almaya daha layıktırlar."
(Bakara, 2/228) buyurulmakla ric'at (dönme) hakkının iddet içinde olma şartının
bulunduğu anlaşılmıştı. Burada ise, "Onları tutunuz" ifadesi, dönüş
hakkını ifade ettiğinden bu karine ile bu âyette ecelin büluğu, iddetin sonuna
yaklaşmak demek olduğu ortaya çıkar.
232-Şimdi de iddetin bitmesinden sonraki hüküm açıklanmak üzere buyuruluyor ki:
Bir de ey veliler veya ey müminler! Kadınları boşadığınız ve dolayısıyla onlar
da ecellerine erdiği yani iddetlerini bitirdiği zaman, eski kocalarıyla kendilerini
evlendirmelerine, aralarında örfe uygun olarak karşılıklı rıza, hoşnutluk
bulunduğu takdirde engel olmayın. Kısacası iddet bittikten sonra ilk kocanın
kendiliğinden d ö nme hakkı (ric'at) kalmaz, ancak kadının hoşnutluğu ile yeniden
evlenilebilir. Buna da ma'rufa uygun olmak şartıyla hiç kimsenin ve hatta velilerin
bile engel olmaya hakları yoktur. Mesela: şahitsiz veya mehr-i misilden daha az bir
mehir ile razı olmak gi b i marufa uygun olmayan biçimde olursa, o zaman kadının
velisi engel olmaya yetkilidir. Buna göre iki boşamada hoşnutlukla iki kez nikah
yenilemek caizdir. Fakat üçüncüsü yukarda açıklandığı şekilde başka bir kocaya
varmadan helâl olmaz. Rivayet olunduğuna göre Ma'kıl b. Yesar, kız kardeşi Cüml'ü,
Ebülvelid Asım b. Adiyy b. Aclan ile evlendirmiş, o da sonra bunu boşayıp
bırakmış, iddeti çıktıktan sonra pişman olmuş, yeniden istemeğe gelmiş, kadın
da razı olmuş; bunun üzerine, Ma'kıl de kız kardeşine "O seni boşadı sen yine
ona varmak istiyorsun, eğer tekrar ona varırsan yüzüm yüzüne haram olsun."
demişti. Yine bunun gibi Cabir b. Abdullah da amcasının kızını yasaklamıştı. Bu
âyet bunlardan biri veya her ikisi hakkında inmiştir. Resulullah Ma'kıl'i
çağırmış, b u âyeti okumuş; Ma'kıl da "Rabbımın emriyle burnum sürtüldü,
Allah'ım, razı oldum ve emrine boyun eğdim." demiş ve kızkardeşini kocasına
nikâh etmiş. Hz. Cabir de "Bu âyet benim hakkımda indi." dermiş. Ancak
âyetin iniş sebebi bunlar olduğuna göre, boşaya n lara başka, engel olmaktan
yasaklananlara başka olması lazım geleceğinden, bu da "boşadınız" hitabı
ile, "engel olmayın" hitabının, ayrı ayrı kişilere yöneltilmesi ile
ifadelerin birbirinden ayrılmasını gerektireceğinden âyetin ifade akışına (nazmın
a) uymayacağı düşüncesiyle âyete şu anlam verilmiştir: Ey kocalar!
kadınlarınızı, boşadığınız ve bunu üzerine onlar da iddetlerini bitirdikleri
zaman, onlara baskı yapıp da başka kocaya varmalarını engellemeyiniz. İki tarafın
razı olması ile
meşru şekilde bir nikah ile gerek siz ve gerekse başkası, dilediklerine varsınlar.
İbnü Abbas, Zühri, Dahhak demişlerdir ki bu âyet kadınlarını boşadıktan sonra
onların başka bir kocaya varmalarına engel olan kocalar hakkında inmiştir. Çünkü
cahiliyet taassubu ile bazıl a rı boşadıkları kadınlara zulmederek baskı yaparlar,
evlenmelerine meydan vermek istemezlerdi. Rivayetin güçlü olmasından dolayı çoğu
tefsirciler birinci görüşe taraftar olmakla birlikte, dirayet açısından bu
görüşü daha uygun görenler de vardır. Aslında b u iki anlam birbiri ile çelişik
değildir, biri diğerini gerektirir. Fakat her birinde bir açıdan daha fazla yarar
vardır. Âyetin geliş gayesi bakımından ikinci tefsire göre, bu âyetteki kocaların
boşadıkları kadınların evlenmelerine engel olmalarının yasak edilmesi, öbür
âyetteki kadına zarar vermek amacıyla onu tutma yasağının kapsamında dahil, bir
bakıma onun tamamlayıcısı olacak, birinci tefsire göre ise buna karşılık başlı
başına bir hüküm ifade etmiş bulunacaktır. İlâhî hitabın parçalanması
sakıncası i s e üç şekilde ortadan kaldırılmıştır: Birincisi, hitapta telvin
(ifadeyi tek düzelikten çıkarıp çeşit çeşit ifade biçimi kullanmak) de bir
çeşit iltifat olarak belağat çeşitlerindendir. İkincisi, "tatlîk"
(boşama), sebebine isnad etmek suretiyle boşatmak a n lamına da gelebilir. Ve böylece
muhataplar değişmemiş, ikisi de "velilerden ibaret" olmuş olur. Ancak bunun
Ma'kıl ve Câbir olaylarına uygun düşüp düşmeyeceği üzerinde durulması gereken
bir noktadır. Üçüncüsü, diğer hitapların yalnız kocalara veya veliler e ait
olmayıp bütün ümmete yönelik olmasıdır ki böylece boşama,
"hukukullah"ı, bir başka deyimle kamu hakkını ilgilendirdiğinden, toplumdan
bir kaç kişinin yaptığı, toplumun tümüne nisbet edilmiş olur. Ve böyle isnat,
gerek Arapların sözlerinde ve gereks e Kur'ân'da yaygın ve pek çoktur. Şahsî hukuk
açısından boşayan kocalar, eşlerin yeniden evlenmelerine engel olanlar diğerleri
olduğu halde, kamu hukuku açısından ikisi de bir topluma aittir. Ve bundan dolayı
çoğu tefsircilerin görüşü, rivayet açısından ku v vetli olduğu gibi, dirayet
yönünden de çok incedir. Ve gerçekten boşamada Allah hakkı bulunduğu da kabul
edilmiştir.
Ey bütün muhataplar! Şu açıklanan ve önemli olan, kadınlara baskı yapmanın
yasaklığı hükmü, siz insanlardan Allah'a ve âhiret gününe iman eden her kişiye
öğüt ve nasihata yaraşan bir hükümdür. Ey müminler! Bu yok mu sizin için en
feyizli ve en temiz, pek çok temizliği ve nezih olmayı gerektiren bir hükümdür.
Şer'an ve insanlık açısından güzel olan, ma'rûfa uygun olarak kadının rızası
ile nikahlanmasına engel olmamak bu konuda zorluklar çıkarmamak, baskı yapmamak, önce
bunu yapabilecekler için ilâhî emre sarılmak olacağından bir hayır, bir sevaptır;
sonra, karı ve koca için namus ve iffet açısından pek çok temizliği ve nezih
olmayı gerektiren bir husustur. Çünkü nikahlanmalarına engel olunduğu takdirde
-Allah göstermesin kuşku altında kalmalarından korkulur. Çünkü kadınlarla erkekler
arasındaki ilişkiler gizli bir şeydir. Bütün bunların içyüzlerini ve insanlığın
durumunun dü z elmesiyle ilgili hükümlerin ve şer'i kanunların nasıl bir şey
olduklarını Allah bilir: Siz ise bunları bilmezsiniz, dışarda dolaşırsınız.
Boşanmış kadınlar hakkında nikâhın sonuçları olan ve dolayısıyla nikâhlı
kadınlarda da var olan ırda' (süt emzirme) ve nafaka gibi bazı hükümler daha vardır
ki bunlar da aşağıda olduğu gibi açıklanır:
Meâl-i Şerifi
233-Anneler, çocuklarını, emzirmenin tamamlanmasını isteyenler için tam iki yıl
emzirirler. Çocuk kendisine ait olan babaya da emzirenlerin yiyecekleri ve giyecekleri
geleneklere uygun olarak bir borçtur. Bununla beraber herkes ancak gücüne göre
mükellef olur. Çocuğu sebebiyle bir anne
de, çocuğu sebebiyle bir baba da zarara sokulmasın. Varise düşen de yine aynı
borçtur. Eğer ana ve baba birbirleriyle istişare edip, her ikisinin de rızasıyla
çocu&... devamı... (18. sayfa)