1. sayfa -
2. sayfa -
3. sayfa -
4. sayfa -
5. sayfa -
6. sayfa -
7. sayfa -
8. sayfa -
9. sayfa -
10. sayfa -
11. sayfa -
12. sayfa -
13. sayfa -
14. sayfa -
15. sayfa -
16. sayfa -
17. sayfa -
18. sayfa -
19. sayfa -
20. sayfa -
21. sayfa -
22. sayfa -
23. sayfa -
(16. sayfa)
nuz zaman, her
kim h ac zamanına kadar umre ile istifade etmek, yani umreyi hacla birleştirerek kıran
haccı yapmak veya umre ihramından çıkmakla hac ihramına kadar serbest kalmak ve ihram
yasaklarından yararlanmak suretiyle temettu' haccı yapmak isterse, bu temettu' sebeb i
yle kurban çeşitlerinden kolayına gelen bir şey vacibdir. Yani kıran haccı veya
temettu' haccı yapanların, kurbanlık gönderip, sonunda bir kurban kesmeleri vacibdir.
Bu kurban, İmam Şâfiî'ye göre zorlama kanıdır, sahibi yiyemez. Çünkü ona ve
İmam Mâlik'e göre ifrad haccı, temettu' ve kırandan daha efdaldir. Onun için bu
kurban, umre ile haccın birlikte yapılmasından doğan eksikliği telafi içindir. Fakat
biz Hanefilere göre bu kurban şükür kanıdır. Çünkü aslında kıran, temettu'dan;
temettu' da ifraddan daha efdaldir.
Böyle cahiliye adetini nesheden kıran veya temettu' suretiyle iki ibadetin birden
edasına muvaffak olmak, ayrıca şükrü gerektiren bir nimettir ve kurban bunun
içindir. O halde bundan sahibi de yiyebilir. Bu ihtilafın sebebi de "veda
haccı"nda
Resulullah'ın haccının, hangisi olduğu hakkındaki rivayetlerin farklı oluşudur.
Bu konuda en büyük, en güzel ve en kapsamlı esas, Sahih-i Müslim'de, İbnü Ebî
Şeybe, Ebu Davud, Neseî, Abd b. Hamid, Bezzar ve Dârimî Müsnedleri gibi diğer hadis
kitaplarında rivayet olunduğu üzere Cafer-i Sadık hazretlerinin babası vasıtasıyla
Cabir b. Abdullah (r.a.) hazretlerinden gelen sahih rivayettir. Geniş bilgi için yerine
ve bu cümleden olarak Hanefi fıkhından Hidaye şerhi Fethü'l-Kadir'e müracaat edileb
ilir.
Bundan dolayı her kim kurbanlığı bulamazsa, üç gün hacda, yedi de döndüğünde
oruç tutması gerekir. Hacdaki hac ayları içinde tutulur ki müstehab olan Zilhiccenin
yedinci, sekizinci ve dokuzuncu günleridir. Dönüşteki de hac fiillerini bitirince ve
Şâfîi'ye göre ailesine kavuştuğunda tutulmalıdır. İşte kurban yerine geçecek
olan bu oruçlar, toplam itibariyle tam ondur. Sakın ikisine de ihtimali vardır veya
muhayyer bırakılmıştır, şeklinde üç veya yedi gün yeter zannedilmesin. Anlatıl a
n temettu' veya Şâfiî'ye göre kurban hükmü ve oruç, ailesi Mescid-i Haram
civarında oturanlardan olmayan kimseler içindir. Bunlar, oturdukları yer mikat
dışında olan ve Mekke'ye uzaktan gelmiş bulunanlardır. Çünkü mikat halkı ve
onlardan beridekiler, Me k ke'ye ihramsız girebildikleri için Mekke halkı
hükmündedirler. Mekke'den çıkanlar da mikatı geçmedikçe, Mekke'ye yine ihramsız
dönebilirler. Bundan dolayı Mescid-i Haram civarında oturanların gerçekten ve hükmen
dışında bulunanlar, mikatın gerisinde bulun an âfâkiler demek olur.
Fakat İmam Şâfiî bunları, Mekke'de namazları seferi kılacak kadar bir yolculuk
mesafesinden gelenler; Tavus, Mekke haremi dışından olan Hıll halkı; İmam Mâlik de
Bizzat Mekke halkının dışındakiler diye anlamışlardır.
Kısaca kıran ve temettu' haccı, mikat dışında oturan halktan bulunan ve Mekke'ye
ihramsız girmeleri caiz olmayan âfâkiler hakkındadır. Âfâki olmayan Harem ve Hıll
halkı ancak ifrad haccı yapmalıdırlar.
İşte hac ve umreyi böyle Allah için tamamlayınız, ve Allah'a isyandan
sakınınız, özellikle hac işinde son derece takva sahibi olunuz, ve biliniz ki,
Allah'ın azabı pek şiddetlidir.
Gelelim haccın vaktine:
Meâl-i Şerifi
197- Hac, bilinen aylardadır. Her kim o aylarda hacca başlayıp kendisine farz
ederse; artık hacda kadına yaklaşmak, günah işlemek ve kavga etmek yoktur. Siz
hayırdan ne işlerseniz, Allah onu bilir. Kendinize azık edinin.
Şüphesiz ki azıkların en hayırlısı Allah korkusudur. Ey akıl sahipleri! Benden
korkun!
198- Rabbi nizin lütfunu istemenizde size bir günah yoktur. Arafat'tan indiğiniz
zaman Meş'ar-i Haram yanında (Müzdelife'de) Allah'ı zikredin. O'nu, size gösterdiği
şekilde zikredin. Doğrusu siz, bundan önce gerçekten sapmışlardandınız.
199- Sonra insanların akıp geldiği yerden siz de akıp gelin. Allah'tan
bağışlanmanızı isteyin. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet
edicidir.
200- Nihayet hac ibadetlerinizi bitirdiğiniz zaman, önceleri babalarınızı
andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın. İnsanlardan kimisi:
"Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!" der. Onun için ahirette hiçbir kısmet
yoktur.
201- Yine onlardan: "Ey Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik ve ahirette de bir
güzellik ver ve bizi ateş azabından koru!" diyenler vardır.
202- İşte onlar için, kazandıklarından bir nasib vardır. Allah, hesabı çok
çabuk görür.
197- Hac bilinen aylardır. Yani haccın vakti öteden beri insanlar arasında belli
olan aylardır. İslâm şeriatı, bu belli ayları değiştirmemiş, fakat cahiliye devri
Arapları "Nesî" dedikleri usûl ile bazan hac mevsimlerini
değiştirdiklerinden dolayı, bilinen vaktin aslını tesbit edip iyice
yerleştirmiştir. Bu bilinen aylar, Şevval ve Zilkâde ayları ile Zilhicce ayının
onuna kadar olan süredir. İbnü Abb a s, İbnü Ömer, Nehaî, Şa'bî, Mücâhid ve
Hasenü'l-Basrî hazretleri, onuncu gününün de dahil olduğunu açıklamışlardır ki
Hanefî mezhebinin görüşü de budur. Haccın son bir rüknü olan ziyaret tavafı bu
gün yapılır. Bununla beraber İmam Şâfiî, Zilhiccenin ancak dokuzunu saymış;
Arafat'ta vakfeye yetişemeyenin, kurban kesme günü olan onuncu günü, imsak vaktinin
girişi ile, haccının geçmiş olacağını düşünerek bu günü hac vaktinden
saymamıştır.
İmam Malik hazretleri de cem'in (çoğulun) en az miktarı üçtür diye Zilhiccenin
hepsinin, hac aylarına dahil olduğunu söylemiştir ki Urve b Zübeyr'in görüşüdür.
Fakat gerek bu ve gerekse Şâfiî'nin görüşü, örf ve adete aykırıdır. Şu hâlde
haccın vakti, bilinen bu iki ay on gündür. Üçüncü aydan bir kısmının hac
vaktinde dahi l olması, cem'i kıllet ile "eşhür aylar" denmesine yeterli
görülmüştür. Hac fiilleri, bir taraftan namaz vakitleri gibi zarfa, bir taraftan da
oruç vakti olan gün gibi ölçüye benzeyen bu vakit içinde yapılır. Cahiliye devri
Araplarının yaptığı gibi bu va k ti değiştirmek caiz olamaz. Acaba haccın önceki
şartlarından birine, yani ihrama da bu vakitten önce başlanamaz mı? Şâfiî:
"Hayır, böyle bir ihram, ancak umre olur." demiştir. Fakat bütün Hanefiler,
İmam Mâlik, Sevrî ve Leys b. Sa'd, hac vaktinden önce ge r ek umre ve gerekse hac
için ihramın caiz olduğu ve ancak gerek ifrad, gerek temettu' ve gerekse kıran
şekillerinde geri kalan fiillerin, bu aylar içinde yapılmasının lazım geldiği
görüşündedirler. Yani hac vaktinden önce hac ihramı, haram değil; sünnete a y
kırı olduğundan mekruhtur. "Ey Muhammed! Sana yeni doğan aylardan soruyorlar. De
ki: Onlar, insanların vakitle ilgili işleri ve hac için zaman ölçüleridir."
(Bakara, 2/189) âyetinde bu izne işaret vardır ki geniş açıklaması,
"Ahkâm'ül-Kur'ân"da ve fıkı h kitaplarındadır.
Şimdi hac vakti, bu bilinen ve kararlaştırılmış olan aylar olunca, Her kim bu
aylarda haccı farz kılar; yani ihram, telbiye veya kurbanlık göndermekle kendine
gerekli kılarsa, artık hac günlerinde ne cinsel ilişki veya cinsel ilişki ile ilgili
sözler, ne yasak şeyleri işlemekle şer'î sınırlardan çıkmak, ne de hizmetçileri
veya arkadaşları ile mücadele ve tartışma, hiç biri yoktur. Sadece aslında yasak ve
çirkin olan şeylerden başka normal durumlarda mübah olan şeylerin bir kısmı d a
hacda yasaktır. Hac böyle tam bir temizlik, tam bir bağlılık ve eşitlik üzere bir
uyum ve düzen içinde yapılmalıdır. Burada haccın ahlâkî gereklerine kapsamlı bir
tenbih vardır ki geniş açıklaması, fıkıh ve hac ibadeti ile ilgili kitaplarda
aranmalıdır. B öylece hacda namaz, oruç ve zekatta bile bulunmayan ferdî (bireysel)
ve sosyal bir nefis terbiyesi, bir ahlâkî alıştırma hikmetleri bulunduğu
unutulmamalıdır.
Bu temizliklerle beraber, gücünüzün yetebildiği herhangi bir hayır yaparsanız,
Allah onu bilir. Yani ecrini ihsan eder. Fakat hiçbir kötülüğünüzü görmek
istemez. O halde, bütün hazırlığınızı görün. Azığınızı, yol
ihtiyaçlarınızı iyice hazırlamış bulunun da takva sahibi olun. Çünkü en
hayırlı azık takvadan ibarettir.
Âyette ge çen "zâd" kelimesi, yiyecek, içecek, giyecek, binecek ve diğer
ihtiyaçlara harcanacak mal demektir ki dilimizde "levazım" denir. Bunun azık
diye tercemesi bilinmektedir. Gerçi azık daha çok yiyecek ve içeceğe denmektedir.
Fakat "zâd" da bu şekilde kullanılmaktadır. Çünkü bunlar en zorunlu
olanlarıdır. Deniliyor ki Yemenliler hacca azıksız olarak gelirler ve "Biz
Allah'a tevekkül ediyoruz, O'na güveniyoruz." derler, neticede halka yük
olurlardı. Bu bölüm onlar hakkında inmiş, dilencilikten ve halka yük olma k tan
korunup sakınmaları için azık edinme emri verilmiştir. Bu şekilde bu âyet-i celile
gösteriyor ki takva, istenilen şeylerin en özelidir. Her fenalıktan korunup takva
mertebesine ermek için de azığını ve gerekli şeylerini hazırlamak lazımdır. Bunu
hazır l amayan ve hazırlamak için çalışmayanlar, ihtiyacın sevki ile kötülüğe
düşebilirler. Aynı zamanda insanların diğer azıkları ne kadar bol olsa, takva
hisleri bulunmadıkça yine mutlu olamazlar, kötülükten korunamazlar, helak edici
şehvetlere bir ihtiyaç gibi atılırlar. Şu halde azık hazırlamak, takvaya sebep
olacağı gibi, takva hissi de azık hazırlamak için en büyük bir etkendir. Buna göre
hayırlı azık takva ve takva en hayırlı azık demektir. Bu âyet-i celile, bu şekilde
şunu da anlatıyor ki insan için iki y o lculuk kararlaştırılmıştır. Birisi
dünyada yolculuk, birisi de dünyadan yolculuktur. Dünyada yolculuk için yiyecek,
içecek, binecek ve gerektiğinde harcayacak azık ve yiyecek lazım olduğu gibi,
dünyadan yolculuk için de azık lazımdır. Bu da Allah'ı bilmek ve Allah'ı sevmekle
Allah'ın koruması altına girmek ve Allah'tan başkasından yüz çevirmekle, Allah'tan
başkasına ihtiyaç arzetmemekledir ki bu takva azığı, öbüründen daha
hayırlıdır.
Bunu bilip her iki yolculuk için hazırlığınızı iyi görün, ve benim emirlerime
aykırı davranmaktan sakınıp, benden korkun. Ey temiz ve tam akıllılar!
198-Böyle takva hissi ile ihtiyaçlarınızı iyi hazırlamak, ilâhî emir ve tam
akıl gereği olduğu için, Rabbinizin herhangi bir lütuf ve ihsanını istemenizde size
hiçbir vebal ve günah yoktur. Yani isterse hac aylarında olsun, kazanç ve ticaretle
rızıklarınızı, ihtiyaçlarınızı kazanmaktan yasaklanmış değilsiniz. Geçen
emirlere uymak şartıyla hac ticarete, kazanca engel değildir.
Deniliyor ki Araplar cahiliye devri nde hac mevsimlerinde Ukaz, Mecenne, Zülmecaz gibi
pazar ve panayırları açarlar ve onlardan geçimlerini sağlarlardı. İslâm dini
gelince hacda bunlardan sakınmaya başlamışlar, bu âyet de bunun hakkında inmiştir.
Sonra, Arafat'tan akıp gittiğinizde, yani arefe günü Arafat dağında cemaatle
birlikte vakfeden boşanıp aktığınızda,
Meş'ar-i Haram yanında yani Müzdelife'de Allah'ı zikredin ki bu gece, akşam ve
yatsı namazlarının burada birlikte kılınması, bu zikir emrinin yerine
getirilmesidir. Çünkü namaz en büyük zikirdir. Bundan başka, ve Allah size böyle
güzel hidayetler bahşettiği gibi, siz de orada vakfe yapıp, telbiye, tehlil ve
dualarla, bilebildiğiniz güzel güzel zikirlerle O'nu anın. Bilirsiniz ya siz bundan
önce sapıklıklar içindeydiniz. İman ve ibadetten haberiniz yok, ne yaptığını
bilmez şaşkınlar topluluğundandınız.
ARAFAT: Arefe günü hacıların vakfeye durdukları dağın adıdır ki Mekke'ye on
iki mil mesafededir ve oradaki dağların en yükseğidir. Zilhiccenin sekizinci gününe
"terviye günü" dendiği gibi, dokuzuncu gününe de "arefe günü"
denir ve bu gün Arafat'ta vakfeye çıkılır. Esas itibariyle "arefe"
kelimesinin çoğulu veya çoğulu gibi olan "Arafat" isminin, bu dağa ne
sebeple özel isim olduğu ve bunun doğrudan konulmuş bir isim mi, türetilmiş veya
nakledilmiş mi olduğu hakkında çeşitli görüşler vardır. Türetilmiş olduğu
görüşünde bulunanlar da tanımak mânâsına "marifet"ten veya
"itiraf"tan, yahut da güzel koku mânâsına "arf"tan türetilmiş
olduğunda ihtilaf etmişlerdir. Bu ihtilaflar sebebiyle isimlendirilme şekli kesin
olarak tesbit edilmiş değilse de her biri Arafat dağının bir özelliğini göstermiş
olması itibariyle isimden çok o ismin sahibinin anlatılmasına yararlı olmuştur.
Hz. Âdem ile Havva'nın burada karşılaşıp birbirlerini tanımış olmaları; Hz.
İbrahim'in, burayı görünce geçmiş vasıflarla tanıması, yine onun, Cebrail'in
hitabı ile hac ibadetini burada tanımış olması; Hz. İsmail'in, annesinden bir
müddet ayrılıp sonra burada karşılaşarak tanışmış olmaları; hacıların bur a
da birbirleriyle güzel bir şekilde tanışmaları; burada vakfeye duranların, Hak
Teâlâ'nın, Rabliğini ve yüceliğini, herkesin O'na muhtaç oluşunu ve O'nun hiçbir
şeye muhtaç olmayışını ve insanlığın miskinlik ve ihtiyacını itiraf etmeleri;
nihayet hacıların, günah pisliklerinden temizlenerek Allah katında cennetlere layık
olan güzel manevi bir koku kazanmaları gerçekten Arafat dağının özelliklerindendir.
Arefe ve Arafat, ikisi de bu dağın adıdır. "Arefe günü" buna bağlıdır,
bunun günüdür. "Kâfirleri ümitsizl i ğe düşürme günü", "dini
tamamlama günü", "nimeti tamamlama günü", "Rıdvan -rıza-
günü" isimleri de Arefe gününün özel isimlerindendir.
MEŞ'AR-İ HARAM: En sahih rivayete göre Müzdelife'de "Kuzah dağı" adı
da verilen ve üzerinde "Mîkâde" denen, "hürmet edilen alamet"
demek olan
silindir şeklinde bir taş bulunan tepedir. Önceleri odunlarla ocaklar, Harun Reşid
zamanında büyük mumlar, daha sonra büyük kandiller yakılırdı. Nihayet üzerine
bina yapılmıştır. Asıl Meş'ar-i Haram bu, Meş'ar-i Haram'ın yanı da
Müzdelife'dir. Arafat'ın "Urene" vadisinin içinden başka her tarafı vakfe
yeri olduğu gibi Müzdelife'nin de "Muhassir" vadisinden başka her tarafı
vakfe yeridir. "Meş'ar-i Haram'ın yanında" buyurulması, Muhassir vadisinin
istisnasıyla Müzdelife'ye ve meş ' arin yakınında zikrin daha faziletli olduğuna
işarettir. Gerek Arafat ve gerekse Müzdelife vakfeleri hakkında birçok hadis-i
şerifler vardır. Bu cümleden olarak, Resulullah: "Hac, Arefe demektir; Arefe'ye
yetişen, hacca yetişmiş olur." Yine aynı şekild e Müzdelife'de: "Bizimle
beraber bu namazı kılan ve bizimle beraber şu vakfe yerine duran ve ondan önce gece
veya gündüz Arefe'de vakfe yapmış olan kimsenin haccı tamam olur ve tavaf yapıp
ihramdan çıkması zamanı gelir." buyurmuştur.
199-Herkes Araf at'ta vakfe yaparken Kureyş ve onların dindaşları olanlar, yani
yukarılarda açıklandığı üzere dinî kahramanlık iddiasıyla "humûs"
adıyla anılanlar, Arafat'a çıkmazlar da cemaatleriyle Müzdelife'de dururlar ve:
"Biz Allah'ın dostlarıyız, Haremin hizmetçile r iyiz." diye diğer
insanlardan öne geçmek ve üstün olmak isterler, onlarla vakfe yerinde eşitliğe razı
olmazlardı. Bu sebeple şu âyet inmiş ve Arafat'ta bulunmanın vacib olduğuna işaret
için buyurulmuştur ki: Bundan sonra insanların öteden beri akıp ge l diği yerden,
yani Arafat'tan akıp geliniz, yalnız Müzdelife ile yetinip eşitliği bozmayınız. ve
şimdiye kadar yaptığınız muhalefetten dolayı da Allah'tan bağışlanma dileyiniz.
Şüphe yok ki Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. Siz bağışlan m
a dilerseniz, rahmetiyle O, günahlarınızı bağışlar da muhaliflere mahsus olan
azabından korur. Şüphe yok ki, genel olarak akıp gelmenin Arafat'tan yapılmasının
lüzumlu oluşu, hacda herkesin Arafat'ta bulunmasına bağlıdır ve Arafat'a
yetişmeyen, hacca yetişmemiş olur.
200- Sonra hacla ilgili ibadetlerinizi bitirdiğinizde, önceden atalarınızı anıp,
zikrettiğiniz gibi şimdi de öyle ve hatta daha kuvvetli bir şekilde Allah'ı
zikrediniz. Bu zikir emri de haccın arkasından Mina günlerine işarettir. İslâm'dan
önce
Araplar, âdetleri üzerine hac ibadetlerini bitirdikten sonra Mina'da mescid ile dağ
arasındaki yerde dururlar, atalarının övgülerini ve özel günlerini anıp
hatırlarlardı. Bunun yerine şimdi Mina'da Allah'ın zikri ile meşgul olmak emredilerek
o adetin kaldırılmasına ve bundan başka hacdan alınan kutsal uyanışın devamının
gerektiğine işaret buyuruluyor ki şeytan taşlamak ve tekbirler almak, bunun son ve
seçkin bir hatırasıdır ve bu şekilde kelime-i tevhiddeki şirki kaldırma mânâsı,
bütün ame l î gerekleriyle yapılarak gösterilmiş olmaktadır.
Bu âyetle gösteriliyor ki haccın elde edilen sonuçları, yalnız atalar hatırası
gibi dar bir sahada durarak onları hatırlama hayaliyle gururlanmak değildir. Aile ve
yakınlarından, vatanından ayrılıp mallar harcayarak, sıkıntılara katlanarak hac
yolculuğuna dayanan, gurbetin, ihram ve vakfenin ruha ve bedene ait tesirleri altında
bütün bir sosyal denize dalıp, eski ve mukaddes bir tarihin yüce prensipleri arasında
insan hayatının uğradığı değişiklikleri, â lemin ince safhalarını seyreden,
fanilerin acizliklerini, bakî olanın, ebedîlik sırrını sezen akıllı ve olgun
insanların, bu ibadetten alacakları ruhî uyanış, her türlü şirk eserlerini atıp
tam birliğe doğru yürümek, nefsin şahsî, ailevî ve kavmî gururunu, tabiatın
şehevî arzularını, ruh levhasının batıl ve yok olucu nakışlarını silip Allah'a
dua ve yalvarış ve istiğfarla ve başka şeylerden ilgiyi kesmekle daimî zikir içinde
duyguları arz etmek ve kalblerde tek olan Allah'ın nurunun tecellisini (ortaya
çıkışını) görmek gibi güzel bir sonuç ile sonuçlanmalıdır.
Böyle ama, insanların hepsi, bu gayeye ermek için zikir ve dua eder mi dersiniz?
Hayır, Şu insanların bir kısmı vardır ki, Ey Rabbimiz! Bize vereceğini dünyada
ver, der, ve bunun ahirette hiçbir nasibi veya isteyeceği bir payı olmaz. Göreceği
bütün yardım ve lütuf dünyaya mahsustur.
İmam Fahreddin Razî tefsirinde der ki: "Mutlulukların mertebeleri üçtür:
Ruha ait, bedene ait ve dışarıya ait. Ruha ait mutluluk ikidir. Birisi ilimle görüş
kuvvetinin tamamlanması, biri de üstün ahlâk ile amel kuvvetinin tamamlanmasıdır.
Bedene ait mutluluk da ikidir. Sağlık, güzellik. Dış mutluluk da ikidir. Mal, makam.
'Bize dünyada ver.' talebi de bu kısımlardan her birini içine alır." Çünkü
ilim, d ü nyada süslenmek ve emsalinden öne geçmek için istenirse dünyadan olur.
Yine aynı şekilde üstün ahlâk da dünyada başa geçmek ve dünya menfaatlerini zapt
ve idare etmek için istenirse bu da dünyadan olur. Öldükten sonra dirilmeye ve
kâinatın sonuna imanı ol mayanlar da gerek ruha ve
gerekse bedene ait herhangi bir fazileti isterlerse ancak dünya için isterler.
201- Yine insanlardan diğer bir kısım vardır ki, "Ey Rabbimiz! Bize hem
dünyada hasene (iyilik), hem ahirette hasene (iyilik) ver ve bizi ateş azabından
koru!" der, böyle dua eder.
HASENE: İnsanın nefsinde, bedeninde, durumlarında kavuşmakla sevineceği her
nimettir ki isim mânâsıyla güzel ve güzellik demektir. Esasen hasen yani güzel,
sevince sebep olan ve arzu edilen herhangi bir şey demektir ki hüsün, güzellik onun
nefsinde etkili olan özel bir hâldir. Buna göre hüsün (güzellik), aslında ortada
bulunan bir iş olmakla beraber, kıymeti sübjektif tesirleri itibariyledir. Yani
hüsün, istihsan (güzel saymak)dan önce gelir. Fakat ortaya çıkışı o n unladır.
Bunun için güzel üç çeşittir: Ya akıl ve basiret yönünden güzel bulunmuş, veya
heves yönünden güzel bulunmuş, yahut da hüsün yönünden güzel bulunmuş olur. Halk
güzelliği hissiyle ve genellikle gözüyle arar. Kur'ân'da bulunan hüsünler
(güzellikle r) ise genellikle basiret yönünden güzel bulunmuş olanlardır.
Hasen, hasene ve hüsnâ arasında fark şöyledir: Hasen, hem zatlara hem mânâlara
söylenir. Hasene de sıfat olduğu zaman böyle ise de isim olunca manevi şeylerde
bilinmektedir. Hüsnâ ise ancak manevi şeylerde söylenir. Kavuşulması, başlangıçta
sevince sebep olan hasenelerin bir çoğu, sonu ve neticesi itibariyle felakete de sebep
olabilir. Bu bakımdan asıl hasene, akıl ve basiret açısından güzel olan, sonucu iyi
hasenelerdir (iyiliklerdir). Bunu n için yalnız başlangıcı dikkate alarak dünya
hasenesi (iyiliği) istemek, akıl işi değildir. Bunu isteyenler, o güzellik sevincinin
her hâlde rahatsızlığını, belasını görürler. Önceki kısımdan olan insanlar,
istediklerinin başlangıçta olsun bir hasene olup olmadığını da hesaba katmayarak
sadece "ver ve dünyada ver" diyorlardı. Buna karşılık olan basiret
sahipleri ise başı ve sonu gözeterek "Ey Rabbimiz! Hem dünyada hasene, hem
ahirette hasene ver!" derler. Hatta bu kadarla da yetinmeyip, ateş azabından mutl
ak bir korunma da talep ve dua ederler.
Ehl-i Hakk'ın hâli lezzet, kâli lezzettir bütün.
Böyle bir hüsnün peşinden koş da mağmûm (kederli) olma hiç.
O halde böyle dünya ve ahiret haseneleri nelerdir? Tefsirciler diyorlar ki: Dünyada
sağlık, geçinecek rızık, hayırda başarılı olmak, ahirette de sevabdır. Hz.
Ali'den bir rivayette: "Dünya hasenesi, saliha bir kadın, ahiret hasenesi huridir,
ateş azabı da kötü karıdır." diye vârid olmuştur ki misal ile
açıklamadır.
202-Kısaca insanların bir kısmı yalnız dünyayı, bir kısmı da hem dünya ve hem
ahiret güzelliğini ister, işte bu iki kısım insanlar yok mu? bunların ikisinin de
istek ve dua şekillerine göre kazançlarından bir nasibi vardır. Öncekiler yalnız
dünyada bir nasib alır, ahiretten m a hrum kalır. Berikiler de hem dünyadan hem
ahiretten nasib alırlar. Allah da hesabı çabuk görendir, bütün bunların hesabını
bir anda görebilir. Tefsircilerin çoğu "onlar" ism-i işaretinin ikinci
kısma ait ve nasîbin onlara mahsus olduğunu göstermişlers e de Ebu Hayyan'ın
açıkladığı üzere her iki kısmı içine alması, "Her kim ahiret kazancını
isterse, onun kazancını artırırız. Her kim de dünya kazancını isterse ona da ondan
veririz. Ama onun için ahirette hiçbir nasib yoktur." (Şûrâ, 42/20) âyetine pek
uygundur.
Şimdi bunları dikkat nazarına alıp, niyetinizi iyice düzeltin:
I{*
203- Ve özellikle sayılı günlerde Allah'ı tekbirle zikredin. Ki, bu günlere
teşrik günleri denir. Hacla ilgili âyetlerde bir "sayılı günler", bir de
"bilinen günler" vardır. "bilinen günler" Zilhiccenin ilk on günü
veya "eyyâm-ı nahir" (yani Zilhiccenin on, onbir ve on ikinci günleri),
"sayılı günler" de ittifakla "Eyyâm-ı teşrîk" (yani Zilhiccenin
onbir, on iki ve on üçüncü günleri) ile tefsir edilmiştir. Teşrîk, yüksek sesle
tekbir almaktır. Hz. İbrahim'e nisbet edilen ve yüksek sesle alınan ve bilinmekte olan
hususî tekbire teşrîk tekbiri denir. Arefe günü sabahından kurban bayramının
dördüncü günü akşamına kadar tekbir ve zikir günleridir ve
"sayılı günler" bunun beşine de muhtemeldir. Böyle olmakla birlikte
birincisi arefe, üçü eyyam-ı nahir, beşincisi yalnız teşrîk günüdür. Fakat
"teşrîk günleri" deyimi, özellikle Zilhiccenin on birinci, on ikinci, on
üçüncü, yani Kurban bayramının ikinci, üçüncü, dördüncü gü n lerine denir ki
bu günler Mina'da tekbir alıp taş atma günleridir. Aynı zamanda bu günler, kurban
etlerini serme günleridir ki teşrîkin bir mânâsı da budur. Şu halde tekbir
günleri, beşe kadar ulaşıyorsa da, arefe ve bayram günü zikir ve tekbiri
"eyyâm-ı m alûmata" yani bilinen günlere dahil olduğundan hac ibadetlerinin
yapılmasından sonrası ile ilgili olan "eyyâm-ı ma'dudât" yani sayılı
günlerin zikredilmesi, özellikle "teşrîk günleri" denen bu üç gün demek
olur. "Kim dönmek için acele ederse" ifadesinin g elişi de bunu teyit
etmektedir. Hacdan sonra şeytan taşlamak, Kur'ân'da açıkça anlatılmamış, fakat
bunun ayrıca Allah'ı tekbir etmeye (Allah'ı büyüklemeye) bir sebep olduğuna işaret
buyurulmuştur. Rivayet edildiğine göre bu günler, Hz. Ömer (r.a.) çadırın d a
tekbir alır ve etrafındakiler de alır, hatta yolda ve tavafta bulunan bütün halk
tekbir alırlardı. Kısaca yukarıdaki, "Atalarınızı andığınız gibi, şimdi
de Allah'ı anın." (Bakara, 2/200) âyeti, mutlak zikri; ona atfedilen,
"Sayılı günlerde Allah'ı z ikredin." ifadesi ise teşrik tekbiri ile özel
zikri emretmektedir ki özetle mânâ şudur:
Arefe ve nahir (Kurban bayramı günün)de bilinen zikirlerden başka, hac ibadetinin
bitişiyle hacıların dönmesi için sayılı olan üç teşrîk günleri içinde de,
namazların arkasında ve taş atmak gibi diğer sebeplerle açıktan tekbirler alarak
Allah'ı zikrediniz ve bunu yapmadan dağılmayınız. Şu halde bu arada her kim iki gün
içinde işini bitirip yani vatanına hareket için acele ederse onun üzerine günah
yoktur. Fa k at bir gün içinde değil. Bu sebeple, bu iki günün birincisine yani
"karar günü" denir ki bu günde Mina'da bulunulur. İkincisine de
"birinci hareket günü" denir ki hacıların bazıları bu gün Mina'dan
hareket eder. Bu iki gün, bayramın ikinci ve üçüncü gü n leri olup hem eyyâm-ı
nahirden, hem eyyâm-ı teşrîktendirler. Ve Her kim geri kalıp da şeytan
taşlamasını "ikinci hareket günü" denilen ve son teşrik günü olan
üçüncü güne bırakırsa ona da günah yoktur. Acele etmek ve geri kalmak muhayyerdir.
Fakat bu muhayyerlik ve günah olmayışı, mutlak değil, takva sahibi olan hacı
içindir ve onun kalbine heyecan düşürmemek, ilâhî bir taleptir. Çünkü takva
sahipleri, en küçük bir kusurdan sakınır ve aslında Allah katında hacı, böyle
takva sahibi olanlardır. Bu sebe ple, hepiniz de Allah'tan korkunuz. ve biliniz
ki, siz ancak O'nun huzuruna toplanacaksınız.
204-Böyle iken, insanlardan bazısı vardır ki, onun dünya hayatı hakkındaki
sözleri, senin hayretini celbeder ve çok beğenecek olursun. O, kalbindekine Allah'ı
şahit de tutar, kalbime, vicdanıma Allah şahittir ki bu böyle, şu şöyle gibi
yeminler ederek, tatlı tatlı diller dökerek seni kandırmak için parlak parlak sözler
söyler. Halbuki, gerçekte onun düşmanlığı yamandır ve aslında murdar olan
kimselerin düşmanlığı pek yaman, pek gaddar olur.
205- Senden ayrılınca veya bir iş başına gelince, yeryüzünde bozgunculuk
çıkarmak ve ekinleri, nesilleri mahvetmek için koşar, dolaşır. Allah da
bozgunculuğu sevmez, fesada razı olmaz.
206-Buna göre, o bozgu ncuya: "Allah'tan kork", denilince de , onu izzet-i
nefsi tutar, daha fazla günaha sokar. Ona da cehennem yetişir. Bu cehennem de ne kötü
yataktır.
CEHENNEM: Azab yurdu olan ateşin özel ismidir ve müennes (dişi) dir. Arapça
"Cehman" kelimesinden alınmış olup bu da "cehm"den türetilmiştir.
Cehm, sert ve çirkin olmak; cehman dibi görünmez derin kuyu demektir. Şu halde
vezninde cehennem, alem (özel isim) ve müennes olduğundan dolayı gayr-ı munsarıf
olmuştur. Bunun "Kehennam"dan Arapçalaştırılmış, ya b ancı bir kelime
olduğu ve gayr-ı munsarıf oluşunun, ucme ve alem olmasından kaynaklandığı da
söylenmiştir.
Bu âyetler, Sekîf Oğullarından Ahnes b. Şerîk hakkında inmiştir. Bu münafık,
Zühre Oğullarının kendisiyle andlaşma yaptığı bir kimseymiş. Hz. Peygambere
gelmiş, müslüman olduğunu açıklamış. Diller dökerek muhabbetten söz etmiş,
yeminler etmiş, sonra Peygamberin huzurundan çıkınca müslümanların bir çiftliğine
uğramış, ekinleri yakmış, hayvanları telef etmişti. Nüzul sebebi bu olmakla
beraber, âyet i n mânâsının, bu gibi vasıflarla vasıflanmış olan münafıkların
hepsini kapsadığını, tefsircilerin birçok araştırıcıları açıklamışlardır.
Bu münasebetle âyet, bir iş başına geçirilecek insanların, dillerine bakılmayıp
durumlarının incelenmesi gerektiğini bi l dirmek için, insanlardan üçüncü bir
kısmın özelliklerini göstermiştir.
207-Bununla beraber insanların, bütün bunlardan başka seçkin bir kısmı vardır.
Şöyle ki: İnsanlardan bazısı da vardır ki, Allah'ın rızasına ermek için canını
bile verir, yahut Allah rızası için dünyasını ve hatta canını bile verir de
kendini ebedî olarak satın alır. O bilir
ki mülk kendisinin değil Allah'ındır. En üstün gaye mal değil, Allah'ın
rızasıdır. Allah rızası için canını veren, kendini ebedî acılardan kurtarmış
ve en büyük ticarete ermiş olur. Bunlar, Allah'ın hâs (seçkin) kullarıdır. Din ve
ibadet uğrunda sıkıntılara katlanırlar, Allah yolunda harp ve cihad alanlarında
canlarını ortaya atarlar veya öldürüleceğini de bilse iyiliği emredip,
kötülükten menederler. Bunların, bütün gözettikleri nokta, Allah rızasıdır.
Yaptıklarını Allah için yaparlar, istediklerini Allah için isterler. Bunlar,
kendilerini ne dünyaya, ne ahirete değil; ancak Allah'a satarlar ve Allah'ın
rızasını almakla da kendilerini, Allah'tan başka bütün şe y lerden ve nefs-i
emmârelerinden (kötülüğü emreden nefislerinden) satın almış, âzâd etmiş
olurlar. Bunlar, "Ey Rabbimiz! Bize dünyada bir iyilik, ahirette de bir iyilik ver
ve bizi ateş azabından koru!" (Bakara, 2/201) diyenlerden daha mutludurlar. Nefs -
i râdiye (Allah'tan razı olan nefis) makamından da geçip, nefs-i merdıyyeye
(Allah'ın, kendisinden razı olduğu nefse) ererler. Allah da kullarına çok
şefkatlidir. Büyük şefkatinden dolayıdır ki onlara takvayı teklif ve tavsiye
etmektedir. Kulların kendi rızaları, onları Allah'ın rızası kadar esirgemez. Kendi
rızasını Allah'ın rızasında, kendi iradesini Allah'ın iradesinde fâni kılmış
(yok etmiş) olanlar, selamet ve saadetin en yüksek derecesine ererler. Fakat şurası da
unutulmamalıdır ki bazı insanlar, şeytanî bir gururla kendi gönüllerinin
eğilimlerini, sırf Allah'ın rızası zannederek taassub ve cahiliye gayreti ile
Allah'ın şeriatının aksine hareket eder ve kendilerini faydasız yere tehlikeye
atarlar. Allah'ın emrettiği yerde ölmeyi istemez yasakladığı yerde gönlünün
zorlamasına uyarak intihar etmeye kalkışır. Bu iki durumu ayırd etmek için
Resulullah'ın ashabının hâlleri ile hâricîlerin hallerini karşılaştırmak
yeterlidir. Meselenin ruhu, sırf Allah rızası için olmaktır ki bu da Allah'ın
şeriatına ba k arak, hareketleri Allah'ın emirlerine uydurmakla olur. "Kendinizi,
ellerinizle tehlikeye atmayınız." (Bakara/ 2/195) âyetine bak.
Bu âyetin nüzul sebebi hakkında üç rivayet vardır:
Birincisi: İbnü Abbas'tan Süheyb b. Sinanı Rûmî hazretleri hakkında indiği
rivayet edilmiştir. Mekke müşrikleri bu zatı tutmuşlar, dininden döndürmek için
işkencelerle azab etmişlerdi. Suheyb, Mekkelilere karşı: "Ben ihtiyar bir
adamım, malım ve servetim de var. Benim sizden veya düşmanlarınızdan olmamın size
hiç za r arı olmaz. Ben bir söz söyledim, ondan caymayı iyi görmem. Malımı ve
servetimi size veririm, dinimi sizden satın alırım." demişti. Onlar da buna razı
olmuşlar, salıvermişlerdi. Oradan kalkıp, Medine'ye gelirken bu âyet
inmişti. Medine'ye girerken Hz. Ebu Bekir rast gelmiş: "Alışverişin kârlı
olsun ey Suheyb!" demişti. O da: "Senin alışverişin de zarar etmesin."
demiş, "O ne?" diye sorduğunda: "Allah Teâlâ, senin hakkında bir âyet
indirdi." deyip, bu âyeti okumuştu.
İkincisi: Hz. Ömer ve Ali'den iyiliği emredip, kötülükten meneden bir zat
hakkında inmiştir, diye rivayet edilmiştir.
Üçüncüsü: Hicret gecesi Resulullah'ın yatağında yatan Hz. Ali hakkında indiği
rivayet edilmiştir.
208- Geçen açıklamaları dinledikten sonra şu hitaba dikkat ediniz:
Ey iman edenler! Hepiniz böyle tam bir teslimiyet ve bütün varlığınızla barış
ve selamete giriniz, kâmil bir müslüman olunuz. Şeytanın adımlarına, insanları
yoldan çıkaran kâfirlerin ve sapıkların söz ve hareketlerine uymayın, isyan,
bölücülük ve şeytanlık yollarına sapmayın. Çünkü o şeytan size gizli de gelse
her halde açık bir düşmandır. İkinci bir mânâ ile: O, sizin Allah ile ve
birbirinizle aranızı açacak ve sizi perişan edecek bir düşmandır. Üçüncü bir
mânâ ile: O, sizi şaşırtmak i çin beliğ (belagatlı) ve parlak söz söylemesini
bilen büyük bir düşmandır.
ES-SİLM : Nâfî, İbn Kesîr, Kisâî, Ebu Ca'fer kırâetlerinde "sîn"in
fethasiyle, şeklinde, diğerlerinde kesresiyle şeklinde okunur ki, mânâ birdir. İkisi
de barış ve selamet demektir. Bu da aslında İslâm'ın, boyun eğme mânâsıyla
ilgilidir. İslâm, Allah'a boyun eğmek ve ihlas demek olduğu gibi, bir de buna
dayanmakla selamete girmek mânâsını ifade ediyor. Şu halde bu âyet ile iman ve
İslâm'ın manası, dünya ve ahirette, barış ve selamete girmek demek olduğu
anlatılarak bütün iman edenler, İslâm'ın kemaline davet olunuyor. Nitekim bir
hadis-i şerifte olgun müslüman: "Müslüman odur ki müslümanlar, onun dilinden
ve elinden selamet bulur." diye tarif edilmiştir. Bu ise müslümanın e linden ve
dilinden diğerlerini gücendirecek hiçbir zarar ve eziyet çıkmayıp, aksine selamet ve
menfaat sebepleri çıkması gerektiğini bildirmektedir ki, "Kim iyilik yaparak
kendisini ihlas ile Allah'a teslim ederse..." (Bakara, 2/112) âyetinin yüce
mânâsı n ın, tam olarak tatbikiyle bütün hukukî ve ahlakî kânunlara riayeti
emretmektedir.
Savaş ve hac âyetlerinden sonra ruh halleri bakımından insanları dört sınıfta
özetledikten sonra müminlere bu âyetle hitap edilmesi, haccın, sosyal uyanıştaki
önemine ve tevhid inancı ile cihad ve haccın istenen sonucunun, genellikle barış ve
selamet temini olduğuna ve bu konuda üstün ahlâkı, hukukî ve sosyal incelikleri
içeren geniş bir amelî şeriatın bütün kapsamıyla tatbikinin gerekliliğine dikkat
çekmektir.
Bundan dol ayı ey müminler! Allah'ın emirlerine boyun eğmekle öyle mükemmel bir
sosyal görünüm ve öyle muntazam bir İslâm yurdu meydana getiriniz ki aranızda
isyandan, kavga ve anlaşmazlıktan, birbirinize eziyetten, eğrilikten, Allah'ın
haklarına ve kulların hakları n a tecavüzden, kısaca Allah rızasına aykırı
hareketlerden eser bulunmasın da, herkes, güven ve karşılıklı sevgi, rahatlık ve
tam bir huzur içinde vazifeleriyle meşgul olsun, geleceğine ve ahiretine tam bir
sevinçle yürüsün ve bunu bozacak fesatlara meydan v erilmesin. Dünya hayatı
hakkında parlak sözler söyleyip de kalbleri en merhametsizce düşmanlıklarla dolu
olan, şeytanca hareket edenlerin arkasından gidilmesin.
209- Size beyyineler, aklınızı erdirecek açık deliller geldikten sonra da kusur
eder, barışa ve selamete girmekten ayrılırsanız, biliniz ki, Allah, gerçekten aziz
ve hakimdir, çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. Benzeri bulunmaz, yenilmeyen
gâlib, güç ve kuvvet sahibidir ki hükmüne karşı gelinmez, dilediğini yapar, emrini
derh a l yerine getirir. Bununla beraber hikmet sahibidir, her hikmeti bilir,
yaptığını hikmetle sağlam olarak yapar. İnsanların barış ve selametle, İslâm
nizamı ile yaşaması da hikmetindendir. Azîz olan Allah, bu nizama karşı gelen ve
şeytanlık yollarına sapıp, tevhid hükmünü ve barış hükümlerini bozmaya
çalışan günahkârların haklarından gelir, belalarını verir, eğer tehir ederse
(geriye bırakırsa) o da hikmetindendir.
210-Böyleleri, başka bir şeye bakmazlar, ancak beyaz buluttan gölgelikler,
örtüler, tüller içinde Allah'ın ve meleklerin onlara gelivermesine, ve işin
bitirilivermesine bakarlar.
Ebu Cafer kırâetinde olduğu üzere üzerine atfedilerek esre ile şeklinde
okunduğuna göre: "Bunlar, artık başka bir şeye değil, ancak beyaz buluttan
gölgelikler ve melekler içinde Allah'ın onlara gelivermesine ve işi bitirip, akıl
ermez, ümit edilmez bir şekilde kendini ve Allah'lığını onlara gösterivermesine
bakarlar." Allah, "Kendisinin benzeri gibi bir şey yok." (Şûrâ, 42/11)
olduğundan cisim ş eklinde gelip gitmekten münezzeh
(uzak)tir. Şu halde bu âyet, birçok vecih ve mânâlara muhtemel ve müteşabihtir
(mânâsı açık değildir). Bunun, muhkemlere (mânâsı açık ve kesin olan âyetlere)
müracaatla tevilinde başlıca iki mânâ vardır: Allah'ın gelmesi, Allah'ın emir ve
iradesinin, tam bir kudret ve şiddetle ortaya çıkmasından kinayedir. Sadece buna
bakmak da bu günahkârların cezalandırılmaları hususunda her türlü sebep ve
vasıtalar bitmiş, tükenmiş ve ancak her şeyi bitirecek olan Allah'ın emir ve iradesi
n in ortaya çıkışı kalmış olması demektir ki bakmak, durup beklemek demek olur.
Buluttan yağmur umulursa da, beyaz buluttan yağmur yağmayacağı için bunlar, o
sırada Allah'tan rahmet ümit etseler bile âdete aykırı bir ümit olacağından,
böyle rahmet ümit eder k en yağmur yerine ateş çıkması gibi birden bire
belalarını buluvermeleri düşünülmüş olur. İkinci olarak, Allah'ın gelmesi, muhal
(imkansız) olduğundan bunların, Hakk'ın emrine imanlarını imkansız bir şeye
bağlamış oldukları ve doğru haberler ve delillerin y ol göstermesiyle meydana gelen
uyarıya ortaya çıkmasından önce inanmayacakları ve dolayısıyla hiç ihtimal
vermedikleri bir anda belalarını bulacakları ifade edilmiş olur. Her iki takdirde bu
mânâların müteşabih olarak ifade edilmiş olması, bunların, âlemi n nizam ve
intizamını bozma yoluna sapmalarından dolayı, işleri son derece çığırından
çıkaracaklarını ve artık akıl ve insan kudreti içerisinde işleri düzene koyma
ihtimali kalmayacağını ve kendilerinin de akıl ermez bir şekilde belalarını
bulacaklarını an l atmış olur. Hakikat ile kinayenin birleştirilmesi mümkün
olacağına göre özetle mânâ şu olabilir: Böyle günahkârlar, "Bize Allah'ı
açık bir şekilde göster." (Nisa, 4/153) diyen Musa kavmi gibi Allah'ı
görmedikçe akıl ve nakil yolundan doğru haberler ve a çık deliller ile iman etmek
istemez ve meydana gelişinden önce hiçbir uyarıya kulak asmaz, Allah'a ve Allah'ın
korkutup uyarmalarına inanmak için, Allah'ın kendisini bütün kudretiyle açıktan
gösterivermesini ve gelecek musibetlerin fiilen başlarına gelive r mesini gözetirler.
Bunun için ilim ve imana önem vermezler de şeytanlık peşinde koşarlar. Barış ve
selameti bozarlar; dinden, imandan faydalanıp da felâketten kurtulmak istemezler. Böyle
olduklarından dolayı işler, insan akıl ve kudreti içersinde düzen l enebilmekten
öyle çıkar ve durumları o kadar bozulur ki belalarını bulmaları için yalnız
Allah'ın emir ve iradesinin ortaya çıkması kalır. Çünkü onsuz da hiçbir şey
olmaz. O zaman da her iş biter, kıyametler kopar insanlara geçmişte kazandıklarından
başka birşey kalmaz.
Önce ve sonra bütün işler, zorunlu olarak Allah'a döndürülür veya ancak Allah'a
döner. Çünkü İbnü Âmir, Hamza, Kisâî ve Halef'ül-Âşir kırâetlerinde daima
"tâ"nın fethası ve "cîm"in kesresiyle okunur.
İşlerin Allah'a döndürülmesi ve dönmesi zorunlu olunca da O'nun emirlerine,
isteklerine karşı gelmeyip hep birlikte barış ve selamete girmek gerekir.
211-Aksine hareket edenlerin durumuna misal ararsan, İsrail oğullarına sor. Biz
onlara ne kadar açık âyetler verdik. Onlar, bu âyetleri dinledikleri zaman ne oldular,
dinlemeyip durumlarını değiştirdikleri zaman ne oldular? Allah'ın nimetini (bunlar
gibi) her kim değiştirir, bozar da zarar ve bozgunculuk peşinde koşarsa, Allah'ın
onlara cezası da her halde pek şiddetlidir.
2 11-Bu gibi bozgunculukları da dünya debdebesine tutkunluklarından dolayı
kâfirler yapar; çünkü dünya hayatı, kâfirler için çok süslenmiş, gözlerine
güzel gösterilmiş ve kalbleri, bu alçak hayatın sevgisiyle dolmuştur. Bu sebeple
bunlar, dünyadan başka b i rşey istemezler. Ve Resulullah'a iman edip, dünyaya iltifat
etmeyen müminlerden bir kısmını ve özellikle sabreden fakirleri küçümserler. Takva
sahibi olan o müminler ise kıyamet gününde onların üzerindedir.
Dünyadan başka bir şey istemeyen o kâfirler, cehennemin en aşağı tabakasında
inleyecekler; bu takva sahipleri de cennet-i âlâda salına salına, nazlı nazlı
dolaşan kimseler olacaklardır. Bu, Allah'ın bir kısmetidir. Ve Allah, gerek dünyada
ve gerekse ahirette dilediğine hesapsız rızık veri r.
Ebu Cehil ve arkadaşları, Allah'ın bahşettiği servetlerle zevk ve safaya dalarlar
da ahireti inkar ederler ve Ammar, Suheyb, Ebu Ubeyde, Salim, Âmir b. Fihr, Habbâb,
Bilal hazretleri gibi müminlerin fakirleriyle, "O, bizim peygamberimiz olsaydı O'na
bizim ileri gelenlerimiz tâbi olurdu." diye eğlenmek isterlerdi. Abdullah b. Übey
ve arkadaşları da zevk ve safaya dalarlar ve müminlerin zayıflarıyla alay etmek
isterler, "Şunlara bakın! Muhammed, bunlarla gâlip geleceğini zannediyor."
derlerdi. Kurayza Oğulları, Nadir Oğulları, Kaynuka Oğulları Yahudilerinin âlimleri
de muhacirlerin fakirleriyle eğlenmek isterlerdi. İşte bu âyetin nüzul sebebi, bu
olaylardan birisi olmuştur ve bu konuda bu şekilde üç rivayet vardır.
İşte ahireti ve dünyanın sonunu düşünmeyip, sadece dünya hayatına meylederek
sevgi beslemek; öteden beri insan cinsinin asıl yaratılıştaki birliğini bozan,
barış ve sükuneti ihlal eden, gelip geçici bir sebep ve bir hatanın başıdır.
Aslında:
Meâl-i Şerifi
213- İnsanlar tek bir ümmetti. Ayrılmaları üzerine Allah, rahmetinin müjdecileri
ve azabının habercileri olmak üzere peygamberler gönderdi ve beraberlerinde hak ile
ilgili kitap indirdi ki, insanların, aralarında ihtilaf ettikleri şeyler hakkında
hakem olsun. Bunda da sırf o k i tap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten
sonra tuttular, aralarındaki hırs ve kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa
düştüler. Bunun üzerine Allah kendi izniyle, iman edenleri, onların hakkında
anlaşmazlığa düştükleri hakka, ulaştırdı. Allah, dilediğini doğru yola iletir.
214- Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hali (uğradıkları sıkıntılar)
başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara
öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hatta
peygamber ve beraberinde iman edenler: "Allah'ın yardımı ne zaman?" derlerdi.
Bak işte! Gerçekten Allah'ın yardımı yakındır.
213-Hatırlatma: "İnsanlar tek bir milletti. Ve Allah rahmetinin müjdecileri ve
azabının habercileri olmak üzere Peygamberler gönderdi" âyeti, "İnsanlar
tek bir milletti sonra görüş ayrılığına düştüler de Allah rahmetinin
müjdecileri ve azabının habercileri olmak üzere Peygamberler gönderdi."
demektir. Çünkü âyetin daha öncesi ve daha sonrası bunu gösterdiği gibi,
"İnsanlar ancak bir tek milletti. Sonra görüş ayrılığına düştüler."
(Yunus, 10/19) âyetinde bu kayıt açıkça yer almaktadır. Bundan başka Abdullah b.
Mes'ud kırâetinde, bu âyette de "görüş ayrılığına düştüler"
şeklinde yer almaktadır ki bu kırâet mütevatir değilse de meşhur olduğundan
gereğince amel etmek vaciptir. İlk başta bütün insanlar bir tek ümmetti. Hz. Adem
hikâyesinden de anlaşılacağı üzere, insanların hepsi bir kökten türemişlerdi.
Yaratılmış oldukları ilk yaratılış gereğince, hak olan ilâhî kânuna göre
hareket ediyorlardı. Bir tek toplum ve bir tek millettiler. İnsanlar yeryüzünde var
oldukları daha ilk andan itibaren dinsiz ve toplumsuz yaşamış değillerdir.
Hayvanların yaşantısı bile gözden geçirilirse görülecektir ki dünyaya ilk
gelişinde anasının koynunda da h i olsa toplumsal bir ortamda yetişmeyen hiçbir
hayvan yoktur. Her doğan bir tabiat üzere doğar. İnsanlar da yaratılışları gereği
yaratılışın başında bir tek toplum idiler. Sonradan görüş ayrılıklarına
düştüler de, Allah hakka itaatin ve ona uymanın seva b ını müjdeleyen, hakka
aykırı davranmanın ve karşı gelmenin cezasını anlatarak korkutan peygamberler
gönderdi. Ve bunlarla birlikte hakka dair kitap da indirdi ki, insanlar arasında
görüş ayrılıklarına düştükleri konularda hakim olsun, çekişmeyi ve ha k
sızlığı ortadan kaldırıp hakkı yerine getirsin. Ebu Cafer kırâetinde
"Ya"nın zammesi ve "kâf"ın fethasiyle meçhul kipi üzere okunur
ki, "İnsanlar arasındaki görüş ayrılıklarında Hak kitap ile hüküm olunsun,
yürütme yapılsın." demek olur. Her iki halde d e hüküm ve yürütmenin sebeb ve
amacı sadece hakkı orta yere koyup tanıtmak değil; hakka uygun olarak görüş
ayrılıklarının giderilmesi ve barış ortamının kurulması olduğu anlaşılır.
Sonra insanlar bu indirilmiş kitap hakkında da görüş ayrılıklarına düştüler.
Kitapta görüş ayrılıklarını çıkaran da
başkaları değil, ancak o kitaba nail kılınmış olan Kitap ehlidir. Hem bunlar bu
görüş ayrılığını, kendilerine açık âyetler, anlamı açık ve kesin hüküm
bildiren deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık ve kıskançlıktan, ileri
gitmek ve peygamberlerle bile yarış etmek iddiasından dolayı çıkardılar. Eğer bu
görüş ayrılığı açık ve kesin hükümlü âyet ve delil bulunmayan, âyetlerde
değinilmeyen noktalarda açıklanmamış delilleri ve hakkı araştırmak için olsaydı,
insanların görüş ayrılıklarını olabildiğince azaltacak şeriatın izin verdiği
bir ictihat olabilirdi. Ancak bunlar böyle yapmadılar. Deliller geldikten sonra
hakkında nas bulunan konularda görüş ayrılığına düştüler. Oysa nassın
bulunduğu konularda ictihada izin yoktur. Bu gibi âyetlerden dolayıdır ki bu kaide,
fıkıh ilminin, her konuya uygulanabilecek genel kurallarından birini oluşturmuştur.
Hakkında açık ve kesin hüküm bildiren âyet bulunan noktalarda ictihat etmek,
insanlar tarafından hak kânuna aykırı o l arak, kendi kendine kânun koymaktır. Bu
ise hakka uygun olarak görüş ayrılıklarını ortadan kaldırmak değil, karşı ve
zıt görüş ileri sürmektir. Böylece Kitap ehli, insanların dünya sevgisi ile
çekişmelerine ve görüş ayrılıklarına tam anlamı ile hakim olma k için
bahşedilmiş bulunan hak olan kitabın âyetlerine ve delillerine karşı azgınlıkla ve
haddi aşmakla yeniden görüş ayrılıkları çıkarmak suretiyle insanların
akıllarını karma karışık ettiler. Hukuk ayaklar altında çiğnendi, ahlâk ve
toplum düzeni bozuldu, nimetler sona erdi, bunun sonucu olarak da hatır ve hayale gelmez
belalara düştüler. Sonra, Allah bunların görüş ayrılığına düştükleri hakka,
Hz. Muhammed'i göndererek ve Kur'ân'ı indirerek kendi izni ile iman edenlere doğru
yolu gösterdi. Ve işte All a h böyle dilediğine doğru yolu gösterir ve doğrultur.
İnsanlığın yeryüzüne geldiği ilk andan Hz. Muhammed'in gönderilişine kadar
geçen insanlık tarihinin bir özeti olan bu âyet-i kerime insanlığın
yaratılışını, peygamberlik olayını, hukukun kaynaklarını, kanun koymanın
nedenlerini, hükümetin yürütülmesinin sırlarının aslını kapsayan büyük bir
sosyoloji ilminin temellerini içermektedir. Bu nedenle tefsir bilginlerinin bu noktadaki
ilmî görüşlerini özetlemek yararlı olacaktır:
Yukarda "Vasat Ümmet" ( Orta yolu benimseyen ümmet) de görmüştük ki
ümmet, insan gruplarının uyup izledikleri topluluk diye tanımlanmıştı. Ancak bu
mânâ, daha çok "ümmet-i vasat" (orta yolu benimseyen ümmet) ismini vermeye
yaraşan özel bir anlamdır. Oysa bu "vasat" (orta yolu be n imseme) kaydından
soyut olarak ümmet, "Bir şey üzerine toplanıp birbirine uyan topluluk"
demektir ki "uymak" anlamına gelen "itimam"dan alınmadır. Bu âyet
ise, geçmişte insanların bir tek ümmet olduklarını açıklıyor. Dolayısıyla bu
nokta araştırmaya değer bir noktadır. Ve bu noktada tefsir bilginleri görüş
ayrılığına düşmüşlerdir.
1- Gerçeği arayıp ortaya çıkaran bilginlerin çoğunluğu, ilk insanların,
Allah'ın birliğine iman ettikleri ve insanların bir tek din üzere bir araya gelmiş
bir tek millet oldukları görüşündedirler. Âyetin devamında, "Peygamberlerin,
görüş ayrılıkları üzerine gönderilmiş olduklarının açıklanması da bunu
gösterir." diyorlar. Ve zaten, insanların yaratılışında "Tevhid"
temel kural, şirk, küfür ve görüş ayrılığına düşmek kural dışıdır.
Kayıtsız ve şartsız olarak, "Vahdet" ve "görüş ayrılığı
olmaması"ndan söz edildiği zaman, Hakk'ın tevhidi ortaya çıkar. İlk
insanların birliklerini, şirk, küfür ve görüş ayrılıkları üzerine birleşme
şeklinde yorumlamak için ortada haklı bir delil yo k tur. Kesin olarak yaratıcının
birliği duygusu ve düşüncesi, insanın içindeki duygularda, birçok ilâhın var
olduğu duygu ve düşüncesinden önce gelir. Müşriklik, tevhidden sonra, ilâh
üzerinde görüş ayrılıklarından ortaya çıkan çekişmenin ifadesidir. Buna g ö re
dinler tarihinde, daha önce geçmiş insan topluluklarında eski gibi görünen şirk ve
küfür, temel ve yaratılıştan var olan birliğin bozulmasından kaynaklanan gelip
geçici ikinci bir durumdur. Her doğan çocuk Hakk'a karşı samimi olarak doğar;
nankörlüğü, y alancılığı sonradan öğrenir. İnsanlık ailesinin fertleri
çoğaldıkça, insanların amel ve arzularının birbiri ile çelişmesi çoğalmaya
başlamış, bundan da görüş ayrılıkları ve şirk ortaya çıkmıştır. Yüce
Allah'ın ilâhî irşadı ile, insanların akılları ilerled i kçe tevhid yoluna
dönülür olmuştur. Dolayısıyla barış ve İslâm'ın temeli olan Hakk'ın tevhidi
(Allah'ın birliği) inancı, insanlığın ilk yaratılışında var olan ve Hz. Adem'den
itibaren Adem oğullarının hislerine aşılanmış bulunan ezelî ve mutlak bir temeld
ir.
Bu görüşü ileri sürenler, bu "tek ümmet"in kimler olabileceğinde
çeşitli rivayetler nakletmişlerdir: Mücahit'ten, "Bu tek ümmet, yalnız
Âdem'dir." dediği nakledilmiştir. Buna göre Ümmet, "Muhakkak ki İbrahim
başlıbaşına bir ümmet idi. Tek bir hanif olarak Allah'a itaata koyulmuştu."
(Nahl, 16/120) âyetinde olduğu gibi, bir topluluğun yerine bedel bir tek kişi veya
"önder" anlamı ile mecaz olarak bir tek kişiye de "ümmet"
denildiği açıklanıyor. "Adem" sözcüğü bir özel isim olmayıp da, cins
ifade
ed en bir özel isim olsaydı o zaman mecâz olmazdı. Ancak bu mânâ, yani Adem'in
cins ifade eden bir özel isim olması öteden beri bilinen anlama aykırıdır.
Âyette yer alan "Bir tek ümmet", Adem, Havva ve ruh olarak onun sırtından
çıkarıldıkları sırada "Adem oğulları"ndan ibarettir ki bunlar fıtrat
(bozulmamış yaratılış) üzere idiler. (Übeyy ve İbn Zeyd'den.)
Hz. Adem'in devrinden Hz. Nuh'un devrine kadar geçen on asrın insanları hak üzere
idiler, görüş ayrılıklarına düşmeleri üzerine Hz. Nuh gönderilmiştir. (İbnü
Abbas ve Katâde'den).
Görülüyor ki bu rivayetlerde, birlik yönünün, Hak kânun olduğunda görüş
birliği bulunmakla birlikte, bunun bal arıları gibi bazı hayvanlarda olduğu üzere
sadece bir yaratılış olarak içgüdü hâlinde bir tercih sözkonusu olmaksızın
zorunlu olan bir araya geliş mi? Yoksa aklî ve fikrî gelişmelerle ilgili, öğretmeye
ve tercihe dayalı bir birleşme midir? Yani insanlığın bir araya gelmesi,
başlangıçta tabii ve zorunlu mu? Yoksa sun'î ve iradeye bağlı mıdır? Bugün bu
görüş a y rılığı, Avrupa'nın Hukuk ve Sosyoloji bilginleri arasında hâlâ
geçerlidir. Bizim tercih ettiğimiz görüşe göre, insanlığın yeryüzüne geldiği
ilk zamanlarda insanların bir araya gelmeyi düşünmesi ve bunu hissetmeleri yüce
Allah'ın bunu gerekli kılması ile z o runlu, fiilî tatbikatı ve gelişmesi ise
insanların seçimi ve tercihi ile olmuştur. Çünkü peygamberlik, çalışıp
çabalamakla elde edilemeyen zorunlu bir ilimdir ve Hz. Adem peygamberdir.
2- İkrime ve Katâde gibi bazı tefsircilerin görüşlerine göre, söz konusu bir
tek ümmet, küfür ve batıl din üzere idiler. Ve bir deyimle hayvanlar gibiydiler.
Peygamberler geldiler, bu insanlara iman ve hak aşıladılar. İman edenler etti,
etmeyenler etmedi. Bu şekilde mümin ve kâfir olmak üzere çeşitli milletler meydana g
e ldi. Bunlar âyette, "görüş ayrılığına düştüler" şeklinde bir
ifadenin var sayılmasına gerek görmemişlerdir. Bu görüşe göre, bu bir tek ümmet,
"Küfür, bir tek millettir." kavramı uyarınca, "İmansızlıkta ortak,
hak tanımaz, insan suretinde bir sürü hayva n lardır." demek oluyor, fakat bu
şekilde şu üç soru ile karşılaşırız:
Birincisi: Âyetin daha sonraki ifadesine göre, peygamberlerin, görüş
ayrılıklarını ortadan kaldırmak ve yeryüzünde hakkı yerleştirmek için
gönderilmiş oldukları anlaşıldığı hâlde, eğer, "görüş ayrılığına
düştüler" hükmünü orda var saymazsak, peygamberlerin görüş ayrılıkları
çıkarmak için gönderilmiş oldukları gerekecek ve gönderilmelerinin geri
bırakılması anlamsız olacaktır. Bu itirazı tefsirciler önemli saymışlardır. Buna
cevap ol arak denilebilir
ki: "İnsanlığın yeryüzüne geldiği ilk zamanlar tıpkı çocukluk dönemi
gibi idi. Ve bunlarda küfrün anlamı, henüz ilâhî yükümlülük mevcut
olmadığından dolayı 'iman etmemek' demekti. Peygamberler terbiye kânunu gereğince,
derece derece aklın gelişip ilerlemesi sürecinin başında gönderilmişlerdir. Ve
ayrılıklar çıkarmak için değil, ilerleme ve gelişme sağlamak için gönderildiler.
Bunun üzerine ayrılık, iman etmeyenlerden çıktı, peygamberlerden değil." Bu
cevap, zamanımızın Avrupasının görüş ve a nlayışına uygun düşmektedir. Fakat
o ilk durumlarını koruyanlara "ayrılık çıkardı" demek doğru
olmayacağına göre, herhalde bu anlayış ve yaklaşıma göre, peygamberlere bir
"ayrılık çıkarma" isnadı gerekir. Bu hüküm ise, âyetin ilerde gelecek
ifadesine ve m a zmumun ruhuna aykırıdır. Bundan dolayı tefsircilerin bu itiraza önem
vermeleri yerindedir.
İkincisi: Hz. Adem, insanlığın babası ise, peygamber olmaması; peygamber ise
insanlığın babası olmaması gerekecektir. Çünkü hem peygamber hem insanlığın
babası olduğuna göre, evlatları küfür ile ona aykırı davranmış olacaklar; bu
şekilde teklif (yükümlü kılmak) varsa da ilk insanlar "ümmeti vâhide"
(tek ümmet) olmamış, görüş ayrılıklarına düşmüş olacaklardır. Oysa Hz.
Adem'in insanlığın babası ve ilk peygamber o l ması üzerinde görüş birliği olan
bir noktadır. Bu soru, birinci görüşe karşı sorulamaz. Çünkü Hz. Adem'in
çocukları başlangıçta ona uymuşlar ve hak üzere "ümmeti vâhide" (tek
bir millet) oluşturmuşlar, sonra görüş ayrılıklarına düşmüşlerdir. Bunun
üzerine sayısız peygamberler gönderilmiştir. Ancak bu takdirde,
"Peygamberler" kelimesinde sonradan gelme durumu, Hz. Adem'den başkasına
sarfedilmeyi zorunlu kılmaktadır. Arapçada başında "elif-lam" olan çoğul
bir kelime en azından, üçten başlayacağı için, birde n çok peygamberin
gönderilmesi sonradan ortaya çıkan görüş ayrılıkları üzerine gerçekleşmiş
olacaktır. Ve Hz. Adem'in gönderilmesi bu hükme dahil olmaz. Bu ise Hz. Adem'in
insanlığın babası olmasına engel olmaz. Ancak bu mânâ, ikinci görüşe yeterli
değildi r.
Üçüncüsü: Bu görüşte, "ümmet" kelimesinin sosyal mânâsı da olumlu
olarak gerçekleşmez ve bu durumda üçüncü bir görüşü benimsemek gerekir. Şöyle
ki:
3- Burada "tek bir ümmet" demek, bir tek cins veya bir tek sınıf demektir.
Yani bu ilk insanların üzerinde emirler ve yasaklar yoktu. Onlar hiçbir şer'i kânuna
tâbi değildiler, herşeyin serbest olduğu bir dönemi yaşıyorlardı. "Allah
gönderdi" ifadesi gösteriyor ki şeriatler daha sonra peygamberler ile gelmiş ve
bilinen anlamı ile din ve insanların sosyal bir görünüm alması o zaman
başlamış, iman ve küfür ayrımı o zaman ortaya çıkmıştır. O halde
öncekiler, hayvanlar veya çocuklar gibi mükellef olmaktan bağımsız ve ilâhî
hükümlerle yükümlü olmaktan uzak olmak itibariyle bir "cins" idiler veya
bir cevherden ve bir babadan gelmiş olmaları açısından bir "sınıf"
idiler. Çeşitli sınıflar, ırklar, milletler ayrılmış değildi, vatandaş ve
yabancı yoktu. Dolayısı ile bunlara "bir tek ümmet" denilmesi, gerçek
anlamı ile, din ve şeriatte bir araya gelmiş insan t o pluluğu demek değil; tek bir
cins, veya tek bir sınıf demektir. Bu görüş Ebu Hayyan'da İmam Mâturidî
hazretlerinin görüşü olarak ileri sürülmüştür. Buna göre demek olur ki:
İnsanlar ilk zamanlar, Avrupalıların "doğal durum" dedikleri gibi,
kayıtsız ve şar t sız bir bağımsızlık içinde bulunuyorlardı. Hiçbir
yükümlülüğe ve hiçbir yasaklık durumuna boyun eğmiyorlardı ve üzerlerinde
hiçbir âmir ve hâkim tanımıyorlardı. Henüz insanlar az, yeryüzü geniş, araziden
elde edilen ürünler geçimlerine yeterli idi. Serbes t serbest yaşıyorlar, yalnız
insanların dışındaki hayvanlara karşı mücadele ediyorlardı. İnsanlar arasında
mücadele ve mücadele ihtiyacı yoktu. Yaratılışları, durumları bir, fıtrî
eğilimleri bir, hareket tarzları birdi. İlk babadan gördükleri gibi gidiyorl a rdı,
hep böyle hareket edebilselerdi kânuna, hükûmete muhtaç olmayacaklardı. Ancak
nesilleri çoğaldıkça, bulundukları yerler darlaştıkça yığılma ve karşılıklı
engellemeler meydana geldi. Cahillik ve hayat sevgisi yüzünden görüş ayrılıklarına
düştüler. Sınıf sınıf, grup grup oldular. İşte o zaman bu ayrılıkları ortadan
kaldırmak için içlerinde yüce Allah'ın katından, geleceği gören, acı-tatlı
haberler veren, iyiden, kötüden, helal ve haramdan, görev ve yasaklama kurallarından
söz eden peygamberler gönderild i. Peygamberlerin dediklerine uygun davrananlar iman ile
birleşti, aykırı davrananlar da bunlara karşı koymak için bir araya geldiler.
Böylece "mümin" ve "kâfir" olmak üzere çeşitli milletler ortaya
çıktı. Sonunda peygamberlerin sonuncusu evrensel tevhid i ç in gönderildi. Bu
açıklama, "ayrılığa düştüler" ifadesini var saymaya ve âyetin devamına
da uygun olabilir. Ancak bu takdirde, kelimenin söylendiğinde hemen akla geliveren ilk
anlamına aykırı iki nokta ortaya çıkar:
Birincisi: Ümmet kelimesi, açık olan sosyal anlamında kullanılmamış olur.
İkincisi: Çocukluk devri gibi de olsa insanın her türlü kânundan uzak bir
hürriyet ve kayıtsız şartsız herşeyin mübah sayıldığı bir devir yaşamış
olduğu kabul edilemez. Bir yandan bütün hayvanlar, çoğalma prensiplerinde
yaratılışa ait bir ana kucağı ve terbiye dönemi yaşamış, her canlı organ bile
bir görev ve
yasaklık kânununa tabi bulunmuş olduğu; diğer taraftan, "Hani Rabbin: Adem
oğullarının bellerinden zürriyetlerini alıp da onları kendilerine 'Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?' diye şahit tuttuğu zaman, 'Evet, Rabbimizsin' dediler."
(Â'râf, 7/172) ezelî hitabı ile de bu nokta temelinden takviye edilmiş bulunduğu
halde; insanın yaratılışını, dünyaya geldiği ilk zamanlarda basit bir biçimde
bile olsa medeni ve sosyal prensiplerden ayrı olarak kabul etmek, hem istishap
(geçmişte var olan bir hükmü aleyhinde onu çürüten bir delil olmadıkça şu anda
da var kabul etmek, şu anda olan bir durumu hakkında bir delil olmadıkça geçmişte de
var kabul etmek) deliline, hem d e naklin delâletine aykırı olur. Dolayısıyla Hz.
Adem'den itibaren bir mükellefiyet, yükümlülük sırrı kabul etmek zorunludur.
"Şu ağaca yaklaşmayınız." (Bakara, 2/35, Â'râf, 7/19) yasağı,
yükümlü kılmanın ezelî olduğunu ifade ettiği gibi, Hz. Adem'in pe y gamberlik
meselesi de bunu gerektirir. Nitekim insan yaratılış itibariyle medenidir ve
"insan" sözcüğü "müâneset"ten türemiştir. Deniliyor ki bu da
sorumlu tutulma ve sosyal bir varlık olma sırrının insan yaratılışında
yerleştirilmiş bulunduğunu ifade ede r. Bu ise bir hak kânundur ve imanın ve
şeriatların prensibi ile ilgisi olan bir hak kânundur. Ve bunun mutlak olarak şuursuz
bir olay olduğunu iddia etmek doğru değildir. Bu bir zorunlu duygudur. Bununla birlikte
şuursuz da olsa yine hak kânundur. Bunu in k âra değil imana başlangıç olarak almak
gerekir.
4- Mûtezile mezhebinden Kadı Abdülcebbar ve ona tabi olanlar demiştir ki:
Peygamberlerin gönderilmesinden önce insanlar aklî şeriatlere sarılma bakımından
bir tek ümmet idiler. Aklî şeriat yaratıcı olan Hak Teâlâ'nın varlığını ve
sıfatını kabul ve nimetine şükürle hizmetinde bulunma; zulüm, tecavüz, yalan,
cehalet, saçmalık ve benzerleri gibi aklın kötü gördüğü davranışlardan
kaçınma esasına dayanmaktadır. Çünkü bunlar aklen kavranırlar. Madem ki ayette,
"Allah, peygamberler gönderdi" ifadesi, peygamberlerin gönderilişinin,
zamanda daha sonralık ifade eden "fâ" ile sonradan olduğunu göstermiştir.
Demek ki bunlardan önce yaşamış tek ümmetin birliği, peygamberlerden
yararlanılmış olmayan bir şeriattır; böy l e bir şeriat ise, aklın ürünü bir
şeriat olabilir. Fakat Hz. Adem ilk insan ve peygamber değil miydi? O hâlde
peygamberlerin gönderilmesinden önce, sırf akıl ile yükümlü olan insanlar
varsayımı nasıl doğru olur? Kâdî Abdülcebbar bu soruyu kendine sormuş v e cevap
olarak demiştir ki: Herhalde Hz. Adem başlangıçta çocukları ile, akıl ürünü olan
şeriatta bir araya gelmişlerdir, sonradan Cenâb-ı Allah, kendisini çocuklarına
Peygamber olarak göndermiştir. Ve herhalde onun peygamberliğinin
ilk şeriatı ortadan kalkmış da insanlar akıl ürünü şeriatlara uymuşlar ve
daha sonra diğer Peygamberler gönderilmiştir. Ebu Müslim Isfahânî de Kâdî'nin bu
görüşünü tercih etmiştir. Bunlara göre akıl, Peygamberlerden önce "İlahî
bir elçi" olmuş oluyor. Peygamberlik de akılları, k e ndi kendilerine
kavrayamayacakları yararlı şeylere ve mükemmelliklere ulaştırmış oluyor. Fakat bu
görüşte de isbatı mümkün olmayan iki nokta vardır. Birincisi: Aklın, hükümlerin
dayanağı olan hüsün (güzel) ve kubuh (çirkin) ta bizzat hakim olup olmayacağı ve
aklen vacip olan şeyin, amel açısından da vacip olmasını gerektirip
gerektirmeyeceği meselesidir ki bu, "Usûl ilmi" ile "Akâid ilmi"nin
önemli konularındandır. İkincisi: Başlangıçta insanların, adalet ve zulmü rakib
bilecek ve üzerine muamele kuracak d erecede aklen hüküm çıkarmaya güç yetirip
yetiremeyecekleri ve bu kadar derin bir şuur ile hareket edip edemeyecekleri meselesidir.
Bu iki nokta bu gün bile kesin değildir.
5- Bazı tefsir bilginleri de demişlerdir ki, âyet ilk başta bir tek ümmeti
açıkça beyan ediyor. Fakat bunun iman üzere mi, yoksa küfür üzere mi olduğunu
açıklamıyor. Bu nokta delile muhtaçtır. Dolayısıyla bu konuda hüküm vermeyip,
"İlim Allah katındadır." diye durmak gerekir.
6- "Burada dan maksat, ilk yaratılıştan bu yana bütün insanlar değildir. Bu
'tek ümmet' Hz. İbrahim ve Hz. Musa'nın kavmidir. Peygamberlerden maksat da bunlardan
sonraki Peygamberlerdir" diyen tefsirciler de vardır. Ve bu son görüş âyetin
kendisinden önceki kısma bağlantısı açısından uygun gibiyse de, â mm lafzını
tahsis (fertlerinin tümünü kapsayan genel anlamlı "insanlar" kelimesini,
fertlerinin bir bölümünü ifade eder biçimde özel anlamlı kılmak) zahire aykırı
olduğu gibi; âyetin mânâsında genel görünen yüksek sosyal bir varlık olma
sırrına da yeterli değildir. Biz de şunu hatırlatmak isteriz ki: Aklın en önemli
değeri, illiyet (sebeplilik) kanunu gereğince, sebebden neticeye ve neticeden sebebe
intikaldedir. Bu ise, içgüdü, yaratılış veya içgüdüsel akıl ve "bedihî =
açık akıl" denilen, zorunlu prensip l ere ve tecrübelere bağlıdır.
Peygamberlik ise, teorilerin gayelerini bile zorunlu ilimler halinde kavrayan ve
aşılayan ilâhî bir kuvvettir. Ve incelendiğinde, insanlığın sapıklıklarının,
aklî ilerlemeler ile şehvete ait ilerlemelerin içiçe girmesinden ve a kılların
şehvet için kullanılmasından kaynaklanır. İlk yaratılış bu sapıklıktan uzak
olduğu gibi, peygamberlik de gerek ilmî ve gerek amelî olarak bundan uzaktır. Mesela
bal arılarının sanatı, şaşmak bilmeyen içgüdüsel bir sanattır. Ve bütün
peygamberlikl e r de böyle şaşmak bilmeyen ilâhî bir vahiydir ki, "Rabbin
bal arısına vahyetti." (Nahl, 16/68) âyeti ile buna işaret buyurulmuştur.
Dolayısıyla bir yaratılış meselesi olan peygamberlik, bir taraftan akılların ve
iradelerin başlangıcı, diğer taraftan sonudur. Bunun için bir "ilk
peygamberlik", bir "ikinci peygamberlik" vardır. Kitap, ikinci
peygamberliktedir, bu ikisi arasında hak tanımayan, azgınlık ve zorbalık üzere
hareket eden bir küfür hâli vardır ki hak, kendi kudret ve iradesinden ibaret
zanneder, g enel barış ortamını bozar. İnsan ilk yaratılıştan itibaren insandır.
Din, dil ve biraraya gelmenin başlangıcı o zamandandır. Hz. Adem'in peygamberliği ilk
peygamberliktir, yeryüzüne ilk gelenlerin akılları bununla ilerlemiş; dünya sevgisi,
çeşit çeşit şeh v etler ve insanlığın görüş ayrılıklarına düşmeleri
üzerine ikinci peygamberlik olayı meydana gelmiş ve kitaplar inmiştir. Dolayisıyla
ilk görüşte olduğu üzere, ilk insanların ilk yaratılış ve ilk peygamberliğe
dayalı, fıtrî iman ile hak kânun üzere bir tek ümmet olduklarını kabul etmek
gerekir. Ve âyetin devamı, bize Hakk'ın birliğinin bu şekilde ezelî olduğunu ve
toplumsal sırrın başlangıcını, ilahî irşadların yapılış şekillerini, hukukun
ve kânun koymanın ilk şartlarını ve peygamberlerden sonra, onlarla y a rış ederek
açık naslara karşı görüş ayrılıkları çıkaran ve hukukun kurallarını zulüm
ve zorbalıkla çiğnemeye kalkışanların ortaya çıktığını açıklamaktadır. O
halde "nâs" (insanlar) kelimesini, genel anlamından ve "ümmet"
kelimesini açık anlamından çıkarma y a bir neden yoktur. Mâturidî hazretlerinin
görüşü olarak ileri sürülen bu görüş de bunun bir çeşit açıklaması olarak
kabul edilebilir. Bu âyetten şu da anlaşılıyor ki her peygamber,zamanında
gönderildiği insanlar arasında üzerinde görüş ayrılığı olan Alla h 'ın emrini
açıklayarak ayrılıkları ortadan kaldırmış ve tevhidi öğretmiştir. Bu konuda
açık naslar ve kesin deliller getirmiştir. Bu nedenle müminlerin ve âlimlerin
görevi, hakkında nas olan bir konuda görüş ayrılığı çıkarmak değil; nasların
hüküm getirme d iği hukuki olaylarda açıklanmayan delillerden hak ve gerçekleri
araştırmakla görüş ayrılıklarını ortadan kaldıracak hükümleri çıkarabilmek
ve böylece "icmâ-ı ümmet"in yollarını ilmen ortaya koymaktır. Kısacası,
kişisel görüş ayrılıkları olmasaydı, insanla r hakime, hükme ve ceza
hükümlerine muhtaç olmayacaklardı. Ve çeşitli milletler ortaya çıkmayacaktı.
Savaşa, vuruşmaya, hükme, hükûmete gerek kalmayacak, fıtratın (yani
yaratılışın) kânunları yeterli olacaktı. Mademki görüş ayrılığına
düştüler ve ferdî anl a şmazlıklardan millî anlaşmazlığa da geçtiler. O hâlde
Hak düşmanları ile boğuşmaya mecbur olacaklardır. Bununla boğuşabilmek için de
kendi aralarında Hakk'a iman ve ona uymakla yardımlaşma ve Hakk'ın koruması sayesinde
dünyada ve ahirette korunmak ve gene l bir barış ortamını kurmakla yükümlüdürler.
Ve Hz. Muhammed'in peygamberliği ile Kur'ân-ı Kerim, insanlığı bu şekilde
başlangıcından sonuna kadar paralel bir biçimde Hakk'ın tevhidi (birliği)ne ve genel
barışa erdirmek için gelmiştir.
214- Şimdi bu hidayet gelmekle ey Muhammed ümmeti! Siz, sizden önce geçen
ümmetlerin durumu sizin başınıza hiç gelmeden, meşakkatler, sıkıntılar,
çekmeden, bütün ilâhî hükümleri amelî ibadetler ile tatbik etmeden, sırf iman ile
"dâr-ı selâm" (barış yurdu) olan cennete g irivereceğinizi mi zannettiniz?
o geçmiş ümmetlerin başına nice sıkıntılar ve çaresizlikler geldi de,
sarsıldılar, o kadar sarsıldılar ki , hatta başlarında bulunan peygamber ve onunla
beraber iman edenler "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek dereceye vardılar.
Ancak iyi biliniz ki, Allah'ın yardımı mutlaka yakındır. Siz bu iman ve hidayetten
ayrılmadıkça, yakında o yardımı görecek, muradınıza ereceksiniz. Resulullah,
Mekke'de müşriklerin karşı gelmesinden sonra, muhacirler ile yurtlarını ve
mallarını bırakarak Medine'ye hicret ettiği zaman, öncelikle Yahudilerin
düşmanlıklarıyla karşılaşmıştı. Bu sebeple bu âyet indi. Uhud veya Hendek
savaşları nedeniyle indiği de rivayet edilmiştir. Bu âyet gösteriyor ki
"Ittırat" (düzgün bir biçimde olayların bir b irini izlemesi) kanunu
gereğince, Muhammed ümmeti, bütün eski milletlerin geçirmiş olduğu birtakım
durumlarla yüzyüze gelecek, ayrılıklar görecek, karşı koymalara uğrayacak,
sıkıntılar ve zorluklar geçirecek; sarsılmayıp dayananlar, sonunda başarılı olaca
k lardır. İlk yaratılışta olduğu gibi, Hz. Muhammed'in peygamber olarak
gönderilmesinden itibaren de insanlığın yaratılışı hakkın gerçekleştiği
noktada yeni bir gelişme sağlamaya başlayacak, "Gerçekten zaman, Allah'ın yeri
ve gökleri yarattığı günkü şeklin e dönmüştür." hadis-i şerifinin
anlamına göre Hz. Muhammed'in asrı bütün ölçülere bir başlangıç olacaktır.
Bundan sonra da dünyada hakka karşı yine azgınlık ve düşmanlık ortaya çıkacak,
geçmiş milletler gibi gruplar meydana gelecek ve bütün bunlar içinde P e ygamberin ve
ashabının yoluna giden ve kitapla, sünnetle ve cemaat ile korunmasını bilip,
Allah'ın birliğine imanı amellerin en özeli kabul eden hak taraftarları fırka-i
naciye (kurtuluşa eren grup), "İnsanların içinden kimi vardır ki, Allah'ın
rızasına e rmek için kendini feda eder." (Bakara, 2/207) âyetinin delalet ettiği
mânâya uygun hareket ederek
sabır, sebat ve çabalarla, ilâhî yardıma erecek, hakkın üstün geldiğini
görecek ve genel barışı kuracaklardır. Ve başarılı olmak için tarihten ibret
alıp ona göre korunmalıdır.
Ayrılıklardan korunmak ve bu yardıma ermek için:
Meâl-i Şerifi
215- Ey Muhammed! Sana nereye infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Hayır olarak
verdiğiniz nafaka, ana baba, yakınlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar
içindir. Hayır olarak daha ne yaparsanız herhalde Allah onu bilir.
216- Savaş size farz kılındı, gerçi o size hoş gelmez. Olabilir ki siz, bir
şeyden hoşlanmazsınız; oysa ki o sizin için bir hayırdır. Yine olabilir ki, siz bir
şeyi seversiniz, oysaki o sizin için bir kötülüktür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
217- Ey Muhammed! Sana haram aydan ve o ayda savaşmaktan soruyorlar. De ki: O ayda
savaşmak, büyük bir günahtır. Bununla beraber Allah yolundan alıkoymak, O'nu inkar
etmek, insanları, Mescid-i Haram'dan menetmek ve halkını oradan çıkarmak, Allah
yanında daha büyük bir günahtır ve fitne, öldürmekten daha büyük bir vebaldir.
Onlar, güçleri yeterse, sizi dininizden döndürmek için sizinle savaşmaktan hiçbir
zaman geri durmazlar. Sizden de her kim, dininden döner ve kâfir olarak can verirse
artık onların bütün amelleri, dünyada ve ahirette boşa gitmiştir. İşte onlar,
cehennemliklerdir. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır.
218- Şüphesiz ki iman edenlere, Allah yolunda hicret edip, cihad edenlere gelince,
işte onlar, Allah'ın rahmetini umarlar. Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet
edicidir.
215-Ey Muhammed! Neye harcayacaklarını, yani ne gibi yerlere harcama yapacaklarını
sana soruyorlar. Uhud savaşında şehit olan çok yaşlı ve malı çok birisi olan Amr
b. Camuh, Resulullah'a, "Mallarımızı nelere harcayacağız ve nerelere
vereceğiz?" diye sormuştu. Bunun üzerine bu âyet indi. Cevap olarak de ki, az
veya çok hayır cinsinden, yani çeşit çeşit mallardan vacip veya nafile olarak Allah
rız a ... devamı... (17. sayfa)