1. sayfa -
2. sayfa -
3. sayfa -
4. sayfa -
5. sayfa -
6. sayfa -
7. sayfa -
8. sayfa -
9. sayfa -
10. sayfa -
11. sayfa -
12. sayfa -
13. sayfa -
14. sayfa -
15. sayfa -
16. sayfa -
17. sayfa -
18. sayfa -
19. sayfa -
20. sayfa -
21. sayfa -
22. sayfa -
23. sayfa -
(15. sayfa)
kaf
vacib olurdu.
İtikaf, eski şeriatlerdendir. Katâde'den rivayet edilmiştir ki önceleri bir adam
itikafa girerdi ve arada çıkar, eşiyle yatar, yine dönerdi. Bu nass ile, bu durum
yasaklanmıştır. Bu yüzden İslâm şeriatinde kadınlarla cinsî münasebette bulunmak
itikafı bozar. Önceki gibi burada geçen "mübaşeret" kelimesinden maksat da
cinsî münasebettir. Fakat İmam Şafiî hazretlerinden bir rivayette bu ikincisi, cinsi
münasebetten daha geneldir ve iki cil d in birleşmesi mânâsınadır ki buna göre
şehvetle kadına dokunmak da itikafı bozar. İşte anılan hükümler, Allah'ın
koyduğu kanunlardır, yahut yasak sınırlardır. Bu yüzden onları aşmak öyle dursun,
onlara yaklaşmayın bile.
Nitekim bir hadis-i şerifte de: "Her hükümdarın bir korusu vardır. Allah'ın
korusu da yasakladığı, haram kıldığı şeylerdir. Koru etrafında otlayanlar da
içine düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır." buyurulmuştur. Böylece haram ve
yasaklara yaklaşmaktan sakındırılmıştır ki fıkıh il m inde bundan sedd-i zerîa
(zararı önleme) kaideleri çıkarılmıştır. Görüyorsunuz ya Allah insanlara,
koyduğu hükümleri gösterecek âyetlerini böyle edebî bir beyan ile açıklıyor. Ki
korunabilsinler, emir ve yasaklarına aykırı davranmaktan sakınıp, Allah'ın
korumasına kavuşmuş olsunlar.
Şimdi ey müminler! Bu sayılı günlerin oruçlarını ikmal edip tamamladıktan ve
Allah'ın yasak sınırlarına yaklaşmama terbiyesini aldıktan sonra siz yine,
"yiyiniz" iznine dönerek, bayram yaparak yiyip içeceksiniz. Yiyin, fakat:
Meâl-i Şerifi
188- Bir de aranızda mallarınızı batıl sebeplerle yemeyin. İnsanların
mallarından bir kısmını bile bile günah ile yemek için, o malları hakimlere
rüşvet olarak vermeyin.
188-Bu âyet, çok büyük bir hukukî ve sosyal esa sı içine almaktadır. Bu öyle
bir sosyal hayat tesisinin başlangıcıdır ki buna riayet eden insanlar, mahkûmluk
bağından kendilerini kurtararak mutlulukla yaşarlar, zalimlerin zulüm pençesine
düşmezler. Ancak bunu hakkiyle tatbik edebilmek, oruç gibi nefsî t erbiye ettirecek
ibadetlerin kıymetini bilmek ve onu güzel bir şekilde eda edip "nefs-i
mutmainne" makamını elde etmekle mümkün olur. Buna işaret için bu âyet, oruç
âyetlerini takib etmiştir. Şöyle ki:
Ey müminler! Yiyin, fakat birbirinizin mallarını aranızda batıl bir şekilde
(meşru bir sebep olmaksızın) yemeyin.
Bir malın haram olması, ya kendisindeki bir mânâdan veya kazanma şeklinden
dolayıdır.
Birinci kısım: Malların aslı, ya madenlerden, ya bitkilerden veya hayvanlardandır.
Madenler yerin parçalarıdırlar. Bu yüzden zehir gibi, yiyenlere zararlı olma
yönünden başka bir şekilde haram olmazlar. Bitkilerin de hayatı, sağlığı veya
aklı yok edenlerden başkası haram olmaz. Hayatı yok edici olanlar, zehirler;
sağlığı ortadan kaldırıcı olanla r, tedavi dışında kullanılan ilaçlar; aklı
yok edici olanlar da sarhoşluk verenlerdir. Hayvanlara gelince, bunlar yenen ve yenmeyen
kısımlarına ayrılır. Yenmesi helâl olan da şer'î usûl ile kesilmedikçe helâl
olmaz. Kesilenin de bütün parçaları helâl değil d ir. Hayvanın işkembesinde
bulunan yem kalıntısı ve kan haramdır ki tafsilatı fıkıh kitaplarındadır.
İkinci kısım: Elde edilmesi yönündeki bozukluktan dolayı haram olanlardır.
Şimdi bir malı almak ya irade dışı bir sebeple olur, miras gibi. Yahut da alanın
isteğiyle olur. Bu da ya sahibinden alınmış olmaz, kazanıp elde etme gibi. Yahut da
sahibinden alınmış olur. Bu da ya zorla alınır, veya karşılıklı rıza ile. Zorla
alınan, ya mülkiyetin masumluğu düştüğünden dolayı alınır, ganimetler gibi.
Yahut da a l anın, o şeyi hak etmiş olmasından dolayı alınır, zekat vermekten
kaçınanların zekatı ve vacib olan nafaka gibi. Karşılıklı rıza ile alınan da ya
bir karşılıkla alınır, alış-veriş, mehir ve ücret gibi. Yahut da karşılıksız
olarak alınır, hibe ve vasiyet gi b i. Böylece kazanma ve elde etme için altı
kısım, ortaya çıkar ki, tafsilatı, fıkıh kitaplarındadır.
Düşününüz, Ramazan günleri, lezzetlerinden ve kendi öz malını bile yemekten
Allah'ın emrine uyarak nefsini yasaklayan insanlar, sonra başkalarının malını
haksız olarak nasıl yerler? Elin malına nasıl göz dikerler? Elbette bunlara yaraşan
daima helâl yemektir. Sakın haksız mal yemeyin. Yiyip de insanların mallarından bir
kısmını günahla, günahkârlıkla yiyesiniz diye, mallarınızla hakimlere,
hükümetlere düşmeyin. Halkın mallarından yemek için hakimlere, hükümetlere
bağlanmayın, rüşvet vermeyin, yani bunları bile bile yapmayın.
Muamelelerinizde birbirinizin malına ve hukukuna iyi riayet ederseniz, yaptığınız
anlaşma ve sözleşmelerde haksızlıktan, tartışmaya sebep olacak ve işi mahkemelere
düşürecek bozuk şartlardan sakınırsanız; hakimlere, hükümetlere boyun eğmekten
kurtulursunuz. Her nasılsa mahkemeye düştüğünüz zaman, gerek hakimi ve gerek
birbirinizi yalan dolan, şarlatanlık ve rüşvet gibi batıl s ebeplerle ikna ve
bağlamaya uğraşmazsanız; hakimlerinizi bozmamış, zulme meydan vermemiş, haksız
yere birbirinizin malını yememiş, yedirmemiş olursunuz. Hatta mahkemede lehinize
hüküm verilmiş olsa bile sırf bundan dolayı kendinizi haklı sanmamalısınız, h a
kkın aslını gözetmelisiniz. Nihayet hüküm ve hükümeti, yeme yeri sayarak halkın
malını yemek için hükümeti vasıta edip bağlanmaktan sakınırsanız; hükümetiniz
yükselir, hâkimiyetiniz artar. Vazifeler hakkiyle görülür. Allah'ın kullarının
işi hakkiyle düzel t ilir, haksızlığa sed çekilir, bunun sonucunda siz mutlu bir
hayat yaşarsınız.
BATIL: Sözlükte zâil, yani varlıkta durmayan, yok olan demektir. Bundan dolayı
"batıl sebeplerle": yok yere, haksız, gerçek sebep olmaksızın, itibara
değer meşru bir sebep olmaksızın demek olur.
Haksız yere mal yemeye kalkışmak bütün kötülüklerin başıdır. Bundan
sakınmanın, dinî terbiyenin istenen en büyük neticesi olduğu, bu âyetin, oruç
âyetlerini takib etmesinden anlaşılır.
Rivayet edilmiştir ki Abdân el-Hadremî, İmrü'l-Kays el-Kindî'den bir parça yer
dava etmişti ve delili yoktu. Bundan dolayı Resulullah İmriü'l-Kays'a yemin ettirmeye
karar verdi. O da yemin etmek istedi. Hemen Peygamber (s.a.v.): "Gerçek şu ki,
Allah'a olan ahidlerini ve yaptıkları yeminler i ni az bir para karşılığı
satanlar..." (Âl-i İmrân, 3/77) âyetini okudu. Okuyunca İmrü'l-Kays yeminden
çekindi ve adı geçen araziyi Abdan'a teslim etti. Bunun üzerine, işte bu,
"yemeyiniz" âyeti nazil oldu.
Bir de iki hasım, Peygamberimizin huzuruna muhakeme olmaya gelmişlerdi.
"Resulullah buyurdu ki: "Ben de sizin gibi bir insanım, siz ise bana muhakeme
için geliyorsunuz. Olabilir ki bir kısmınız delilini diğerinden eksik ifade eder. Ben
de dinlediğime göre hüküm veririm. Bundan dolayı her kimin leh i ne, kardeşinin
hakkından bir şeye hüküm verirsem, ona bir ateş parçasını hüküm vermiş olurum.'
Bunun üzerine taraflardan ikisi de ağladılar ve her biri: 'Benim hakkım arkadaşımın
olsun.' dedi. Resulullah da: 'Haydi bakınız, araştırınız, sonra kur'a atınız.
ondan sonra da birbirinizle helâlleşiniz' buyurdu. "
Yukarıda kıble meselesi münasebetiyle hacc ile ilgili söz geçmiş ve tavaftan
bahsedilmişti. Fakat henüz müminler için engeller ortadan kalkmamış bulunduğundan
haccın hükümlerinin açıklanmasına sıra gelmemişti. Şimdi orucun farzından sonra
İslâm binasının beşincisi olan haccın hükümlerine geçme sırası gelmiş ise de,
bu hususta daha bazı hazırlıklara ihtiyaç bulunması ve bunların vakit ve zaman ile
de ilgili olması sebebiyle şer'î bakımdan bir zaman ö lçüsü tayini, hikmet ve
menfaat gereği olduğundan; oruç ve yeme için ayın görülmesi meselesi münasebetiyle
bir yönden eksiği tamamlama, diğer yönden hazırlık olmak ve aynı zamanda başlı
başına bir terbiye kânunu olacak pek mühim öğütleri de içinde taşımak üzere
buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
189- Sana hilâllerden soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için de, hac için de vakit
ölçüleridir. Bununla beraber iyilik, evlere arkalarından gelmeniz değildir. Fakat
iyiliğe eren, kötülükten korunan kimsedir. Evlere kapılarından gelin, Allah'tan
korkun ki, kurtuluşa eresiniz.
189-EHİLLE: Hilâlin çoğuludur. Hilâl: "Ayın insanlara ilk göründüğü
sıradaki hâlidir." Bu tariften anlaşılır ki hilâl kelimesi, görme mânâsını
taşımaktadır. Hatta görülmesi üzerine haykırıldığından dolayı, bu isimle
adlandırıldığı beyan olunuyor. Zira bu maddenin mânâsının esası, sesi
yükseltmektir ki dilimizdeki "ay!.. sesi de buna uygundur. Bundan dolayı henüz
görünmesi mümkün olmayana gerçek olarak hilâl denmez. Ayın başından iki g ece
hilâl adını alır. Çünkü ilk görünüşü bunlardan birinde olur. Sonra ay adını
alır. Ebu'l-Heysem demiştir ki: "Kamere, ayın başından iki gece, yine ayın
sonundan da iki gece hilâl denir. Arasında da "kamer (ay)" adı verilir."
"Mevâkît" kelimesi, vak it maddesinden "mikat"ın çoğuludur.
Va'd, miad gibi vakit, bir iş için farz kılınan zamandır. Zaman geçmişe, hâle,
geleceğe ayrılan müddettir. Mutlak müddet de bütün hareketin uzamasıdır. Mikat,
belirli bir yer mânâsına da gelir ki Mekke'ye dışardan gelen l erin ihramsız
geçmesi caiz olmayan yerler demek olan ihram mîkatları bu mânâdadır. Buna göre
mîkat müşterek bir lafızdır. Bununla beraber ihram mîkatları, mekanlardan olmakla
beraber; bunlara ulaşma, ihramın vacib olduğu zamanı göstermesi itibariyle bir v a
kit alâmeti sayılabilirler. Mîkat, vakit nişanesi diye tarif edilirse manevi
müşterek olması da mümkündür.
Ey Muhammed! Ramazan ayı dolayısıyla sana hilâllerden sorarlar, yahut soruyorlar.
İbnü Abbas, Katâde, Rebi' ve diğerlerinin nakline göre müslümanlardan bazıları:
"Hilâlin eksilmesinin, tamamlanmasının, güneşe aykırı oluşunun faydası
ne?" diye sormuşlar ve rivayet edilmiştir ki bunu Ensardan Muaz b. Cebel ile
Sa'lebe b. Ğunm: "Ey Allah'ın Resûlü! Bu ne hâldir?
Hilâl, iplik gibi incecik beliriyor, sonra artıyor, tamamlanıyor, sonra da eksile
eksile önceki hâline dönüyor." diye sormuşlardı.
Bundan başka yine rivayet olunuyor ki:
1- Cahiliye devrinde bir erkek bir şeye niyet eder de zor gelirse, evine kapısından
girmez, arkasından girermiş ve tam bir sene böyle kalırmış.
2- Ensardan bir kısmı umre yaptıkları vakit gökle aralarına bir engel sokmazlar,
bundan sakınıp zahmete girerlermiş. Bu yüzden ihrama girdiklerinde eğer acil bir
ihtiyaçları varsa eve, bağa, çadıra kapılarından girmezlermiş. Bina sahibi olan
mahalle halkı evin arkasından bir delik deler, oradan girer çıkar veya arkadan bir
merdiven atar, damdan aşarlar; çadır halkı olan göçebeler ise çadırlarının
arkalarından dolanırlarmış ve bu cahiliye adetini "iyilik" sayarlarmış.
3- Cahiliye halkı ihrama girdikleri zaman evlerinin veya çadırlarının arkalarını
delerler, oradan girer çıkarlarmış. Ancak dinî gayretlerinden dolayı "humûs =
kahramanlar" denilen kabileler, yani Kureyş, Kinâne, Huzâa, Sekif, Haysem, Amir
ibn Sa'saa o ğulları, Nasr ibn Muaviye oğulları ihramlı oldukları zaman dinî
işlerde kuvvetlilik davasıyla evlerine girmezler, çadırda gölgelenmezler, tere yağı
ve keş yemezlermiş.
Bir gün Resulullah ihrama girmiş. Bir de ihramlı birisi varmış. Resulullah ihramla
harab bir bağın kapısından girmiş. O adam da görüp arkasına düşmüş. Ona
"Çekil!" denmiş. O da "Niçin?" diye sormuş. "Sen ihramlı
olduğun halde kapıdan girdin." buyurmuşlar. O adam durmuş da "Ey Allah'ın
Resulü! Ben senin sünnet ve irşadına razıyım. Sen gi r din, ben de girdim."
demiş. İşte zikredilen soru ile beraber, bu hadiselerden biri bu âyetin inmesine sebep
olmuş; bu adetler, bu şiddetler, bu aksilikler de kaldırılmıştır. Bu soruya cevap
olarak de ki : O hilaller, insanlar için ve hac için mîkatlar d ır, vakit
işaretleridir. İnsanlar, vakte ihtiyacı olan işlerinin ve özellikle haccın
vakitlerini bunlarla tayin ederler ki bu mânâ: "Allah aya menziller tayin etti ki
yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz." (Yunus, 10/5), "Biz,
geceyi v e gündüzü iki alâmet yaptık. Sonra gece alâmetini giderip gündüz
alâmetini gösterici kıldık ki Rabbinizden lütuf talep
edesiniz, yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz." (İsrâ,
17/12) âyetlerinde de ayrıca açıklanmıştır.
Açıklaması:
A ylarla zaman takdirinde, yani ayın bir zaman ölçüsü kabul edilmesinde insanlara
birtakım faydalar vardır ki bunların bir kısmı dine, bir kısmı da dünyaya aittir.
Dinî olanlar:
1- "O Ramazan ayı ki, Kur'ân onda indirildi." (Bakara, 2/185).
2- Hac: "Hac, belirli aylardadır." (Bakara, 2/197).
3- a) Ölüm iddeti: "Kocaları ölen kadınlar, kendi kendilerine dört ay on
gün beklerler." (Bakara, 2/234).
b) Âdetten kesilmiş olan kadınların iddeti: "Onların iddeti üç
aydır." (Talâ k, 65/4).
4- Vakitlere bağlı adaklar ve hilâl ile bilinebilecek mendub bir oruç.
Dünyaya ait olanlar da ödünç alıp verme, kiralar, vaadler, hamilelik ve emzirme
müddeti ve bunlara benzer şeyler olmak üzere pek çoktur. Günler ve günlerin
bölümleri olan saatler için, namaz vakitlerinde olduğu gibi, günün de bir mîkat
olduğunda şüphe yoksa da pek çok işler için ay hesabı daha lüzumludur. Ayın
değişiklikleri, yaratılış itibariyle bu hususta güneşin durumundan vakit hesabına
daha çok elverişli ve hal k için kolaydır. Ay yaratılış itibariyle başlı başına
bir ölçü olmalıdır. Güneşin hacminde bir değişme görülmediğinden dolayı
yeryüzüne göre doğuş yerlerindeki değişiklikleri ve burçlar üzerindeki
hareketleri gizli işlerden olmakla ay denmesine münasip ol m ayacağı gibi, güneş
yılında ay, açık bir ölçü değil; nihayet dört mevsime veya seneye göre itibarî
ve gizli bir ölçü bölümüdür. Halbuki ay, dörtlükleriyle, haftaların da
gerçekten ölçüsüdür. Dünyanın her tarafında hafta hesabının birliği de bu
ölçünün yar a tılışa uygunluğundan dolayıdır. Nihayet ay, geceleri itibariyle
gün hesaplarına da açık bir alâkaya sahiptir. Buna göre günlerin isimleri
genellikle buna tatbik edilerek yedi olmuştur.
İşte insanların faydası açısından ayın değişmesinin açık hikmeti, vakit
hesabı için böyle bir ölçü olmasıdır. Bunun için güneş yılı hesabında
uydurma suretiyle de olsa bir ay hesabına mecburiyet vardır ki buna tabi olmak,
insanlara gerçekten çok, kuruntu ve varsayımlara sapma alışkanlığı verir.
Bunlardan başka ayın cisminde her gün görülmekte olan bu değişiklik, gök
cisimlerinin de değişikliğe uğramakla karşı karşıya bulunduğuna ve yok
olmasının mümkün olacağına açık bir misal teşkil eder. Bu itibarla Allah'ın
kudret ve birliğinin büyük alâmetlerinden olan göklerin yaratılışı içinde ayın,
düşünürlerden başka en basit insanlara bile âlemlerin Rabbi olan Allah'ın iradesini
anlatan seçkin bir mucize ve O'na kulluk etmek için vakit tayinine delâlet edecek
ilâhî bir işaret olduğunda da şüphe yoktur. "Gökte burçlar yara t an, orada
bir kandil ve aydınlatıcı bir ay yapan Allah'ın şanı ne yücedir." (Furkan,
25/61). Bütün bu mânâlar "O hilâller, insanlar için vakit ölçüleridir."
cevabında toplanmış ve oruçtan sonra sözkonusu olan hacca dikkat çekmek için
özellikle "Hac" kaydı da zikredilmiş, anılan soruya böylece bir hikmet
cevabı verilmesi emredilmiştir.
Bu soru ile, adi sebepleri, gök bilimi gereğince astronomik sebeplerin
açıklanmasını isteyenler de bulunabileceğinden, soranlara bu cevabı söyle, şunu da
ilave et: Bununla beraber, iyilik ve hayır denilen özellik, evlere arkalarından,
sırtlarından gelmek değildir.
Bu ifadenin bir gerçek mânâsı, bir de kinaye mânâsı vardır. Gerçek oluşu
itibariyle, cahiliye halkının ihramda yaptıkları bu aksilik bir ibadet olmadığı
gibi; kinaye mânâsı itibariyle de Resulullah'a gök bilimi sorusu sormak, hikmeti ve
Allah'ın hükümlerini açıklayıp tebliğ etmek için gönderilmiş olan Peygamberi
-hâşâ- bir gök bilimci ve Kur'ân'ı bir astronomi kitabı yerine koymak ve normal
bilgiler i n maksatlarıyle peygamberlik ilminin istediği şeyleri birbirinden
ayıramamak, işe tersinden başlamak demektir. İşlere böyle tersinden başlamakla
hayra erilemez, iyilik ve hayır, böyle aksilikle değildir. İyilik sahibi, ancak
Allah'tan korkup, korunandır. Yani Yukarıda: "Yüzünüzü... çevirmeniz iyilik
değildir." âyetinde: "Fakat hayır ve iyilik, Allah'a, ahiret gününe,
meleklere, kitaba ve peygamberlere iman edenlerin davranışlarıdır." ifadesinden
"İşte takva sahipleri onlardır." (Bakara, 2/177) ifade s ine kadar
vasıfları anlatılan kimselerdir. Bu cümleden olarak peygamberin arkasına düşerek
bağın kapısından girip gölgelenen kimsedir. Bunu bilin. Ve evlere kapılarından
gelin. İşlere doğru yoluyla, uygun şekilde girişin, eksiklik etmeyin, bir soru sor a
rken de halinizi bilin, gereksiz şeylerle uğraşmayın. Bu cevap ve bu emir, çok
anlamlı bir darb-ı mesel şeklinde kulağınıza küpe olsun da peygambere
hilâlin değişmesinin astronomik sebebini sormaktan şimdi vazgeçin. Önce
kavminizin cahiliye adeti olan şu aksiliğin ortadan kaldırılmasıyla kurtuluşunuzu
düşünün ve onun sebeplerini sorun. Kurtuluşa ermeniz için de Allah'tan korkun ve
yukardaki takva özelliklerini kazanarak Allah'ın koruması altına girin ve şu emri
dinleyin:
Meâl-i Şerifi
190- Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. Fakat haksız saldırıda
bulunmayın. Çünkü Allah, haksız saldırıda bulunanları sevmez.
191- Onları nerede yakalarsanız öldürün ve sizi çıkardıkları yerden onları
çıkarın. O fitne, öldürmeden daha şiddetlidir. Yalnız Mescid-i Haram yanında onlar
sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Fakat sizi öldürmeye
kalkışırlarsa, hemen onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir.
192- Artık şirkten vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcıdır,
çok merhamet edicidir.
193- Hem bir fitne kalmayıp, din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla çarpışın
. Vazgeçerlerse, düşmanlık ancak zalimlere karşıdır.
194- Hürmetli ay hürmetli aya ve bütün hürmetler birbirine karşılıktır. O
halde kim size saldırdıysa, siz de ona yaptığı saldırının aynıyle saldırın da
ileri gitmeye Allah'tan korkun ve bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir.
195- Allah yolunda mal harcayın da kendinizi ellerinizle tehlikeye bırakmayın ve
güzel hareket edin. Çünkü All ah güzellik ve iyilik edenleri sever.
190-Baştaki olduğu ve Resulullah'ın, o zaman savaşanla savaşır, elini çekenden
de el çeker bulunduğu ve Berâe (Tevbe) Sûresindeki: "Müşriklerle topyekün
savaşın." (Tevbe, 9/36) diye genel olarak savaş emredilinceye kadar böyle
yaptığı, Rebî' b. Enes (r.a.)'den rivayet edilmiştir.
Müslümanlar, önce müdafaa şeklinde de olsa savaştan menedilmişler ve her ne
olursa olsun sabır ve anlaşmaya memur kılınmışlar, daha sonra savaş âyetleriyle bu
yasaklama kaldırılmıştır. Fakat savaş âyetleri iki çeşittir: Bir kısmı sadece
izin ve cevaz ifade eder; bir kısmı da savaş ve cihadı emrederek vücub ifade eder. Bu
âyet ise sadece savaş âyeti değil, savaşmayı emreden âyettir.
Hz. Ebu Bekr es-Sıddîk, Zührî ve Saîd b. Cübeyr gibi birçok kimselerden savaş
hakkında nâzil olan ilk âyetin Hac Sûresindeki: "Kendilerine savaş açılan
müminlere savaş için izin verildi. Çünkü onlara zulmediliyordu."
(Hac, 22/39) âyeti olduğu da rivayet edilmiştir. Bu bakımdan Rebî' rivayetinin
mânâsına göre, bu "savaşınız" âyetinin, ilk savaş emri âyeti olması
gerekir. Tefsir alimlerinin çoğunun görüşü de budur.
Bu emir: "Allah'ın emri gelinceye kadar siz onları af ediniz, onlara
aldırmayınız." (Bakara, 2/109) âyetinde vaad edilmiş olan emirdir. Bu savaş
emirleriyledir ki son peygamberin, kılıç ve cihadla emredileceği hakkında geçmiş
kitaplarda özel vasıfları da ortaya çıkmış, bu şekilde de ilâhî mucize
gerçekleşmiştir.
Bu âyetin, kendisinden sonra gelen kısımla veya Berâe (Tevbe) Sûresindeki:
"Müşriklerle topyekün savaşınız." (Tevbe, 9/36) âyetiyle neshedilip
edilmediğinde ihtilaf edilmiştir.
Birincisinin, düşman hücumuna karşı savunma harbine mahsus bir emir olduğuna
taraftar olanlar neshedildiğine; doğrudan harb ilanına da ihtimali olduğunu anlayanlar
da muhkem olduğuna kânidirler. Gerçi Berâe (Tevbe) Sûresindeki âyetlerde, doğrudan
Allah yolunda harb ilanının ve taarruz savaşının da meşru ve icabına göre vacib
olduğunda ihtilaf yoksa da; mesele birinci emrin, bugün mensu h mu, yoksa kendisiyle
amel edilir mi olduğunu tayin etmektir.
Peygamberimizin, Medine'ye ilk hicret senesinden itibaren seriyyeler tertib edip etrafa
gücünü büyük gösterdiği; fakat bunların sırf emniyet ve huzurun teminini
sağladığı, etraftaki düşmanların hâl ve durumlarını keşfetmek için
gönderilmiş karakollardan başka bir şey olmadığı ve düşman tarafından savaşa
girilmedikçe bunlara harb ve öldürme emri verilmediği bir gerçektir. Hatta Bedir,
Uhud, Ahzab, diğer ismiyle Hendek savaşlarının hep müdafa a zaruretiyle yapılmış
harbler olduğu ve bu hâlin birçok zaman devam ettiği de muhakkaktır. Ama savaş
hakkında ilk varid olan izin ve ilâhî emirler, yalnız müdafaa harbine mahsus olup
peygamberi, doğrudan harp ilanı ve taarruzdan dinen ve şartsız olarak m en mi
ediyordu? Yoksa bu hususu, siyasetin gereğine tabi tutarak sonraki emirler gibi, icabına
göre taarruza da müsait olduğu halde, tatbikini bugünkü gibi görüş ve siyasete mi
bırakıyordu? Kısaca bu konudaki sonradan gelen naslar, esas itibariyle neshedi c i
midir? Yoksa beyan edici ve açıklayıcı mıdır? İşte mesele budur. Rebî'
rivayetinin zahirine göre neshedildiği, Hz. Ebu Bekr rivayetinin zahirine göre de
muhkem olduğu anlaşılıyor. Halbuki ihtimal sabit ve kullanılması mümkün iken
neshedildiğine hükmetme k caiz olamayacağından birçok müfessir muhkem olduğu
görüşüne sahiptir ki biz de buna taraftarız.
Râğıb der ki: "Önce özellikle yumuşaklık, öğüt ve güzel mücadele ile
emredilmiş, sonra savaşa izin verilmiş, sonra haktan kaçana karşı harp ve
çarpışma ile emrolunmuştur ki bunlar derece derece siyasetin icabına göre varid
olmuş emirlerdir."
Bu noktada Avrupalıların, İslâm dini hakkında iki çelişkili fikir yaymakta
olduklarını görüyoruz:
1- Bir kısmı, doğrudan harp ilanının kararlaştırılmış, caiz bir mesele
olduğunu bahane ederek İslâm'ın, saldırgan ve sırf kılıç kuvvetiyle yayılmış
bir din olduğunu iddia etmek suretiyle onun ilmî, edebî, hukukî, ahlâkî, sosyal
bakımdan müsbet olan manevî nüfuzunu inkar etmek istiyor. Bu fikir, İslâmî
delillerin ilmî k u vvetine karşı koyma imkanı göremediklerinden dolayı; İslâm'ın
hiç bir dinde görülmemiş olan yayılma mucizesini, sırf kılıç kuvvetine
dayandırarak onu Hıristiyanlık taassubuyla hissî bir yoldan vurmak isteyen eski
Hıristiyanların neşriyat kalıntıl a rıdır. Halbuki bunlar, bu saldırı ile kendi
davalarını iki yönden çelişkiye düşürmektedirler. Çünkü bir taraftan
Hıristiyanlığın emrine aykırı olarak, Haçlılar devrinden beri Hıristiyanları hep
silaha ve tecavüze sevketmişler; diğer taraftan da genel olar a k harbi, din fikrine
ters göstermekle hem kendilerini, hem de mensub oldukları geçmiş ilâhî kitapları
yalanlamışlar; aynı zamanda bununla son Peygamber'in cihad ile görevlendirileceği
hakkında geçmiş kitaplardaki mucizeleri gizlemek istemişlerdir.
İslâm'ın sırf kılıçla yayıldığı iddiası, tarihe ve İslâm'ın
hükümlerine karşı iftiradır. Gerçek şu hadis-i şerifin içindedir: "Allah
Teâlâ, Kur'ân ile defetmeyeceği bazı kötülükleri kılıç ile defeder."
<D>
İlmî ve aklî deliller söz anlayan, ilme saygı duyan, insafı olanlar içindir.
Bunları tanımayan ve fırsat bulduğu zaman her hakkı ve her çeşit mukaddesatı
çiğneyen ve çiğnemek için bekleyenlerin bozgunculuğunu önlemek, ancak kılıçla
mümkün olur. Bunun için aslında iyi bir şey olmayan harp, ilim ve akı l, öğüt ve
irşad dinlemeyen ve sırf şehvetlerden, garazlardan doğan büyük büyük fitnelere
göre şerrin en zararsızı olur. Böylece itibarî bir güzellik kazanır. İcabına
göre müdafaa, icabına göre taarruz harplerine girişmek, dini bir vazife ve güzel
görünen b ir şey bile olur. Böyle olması için de bunun ancak Allah yolunda, hak
yolunda, hak uğrunda yapılması ve bu niyetle hareket edilmesi lazım gelir. Çünkü
başka maksat takib edenler, fitneyi defetme bahanesiyle daha
büyük fitneler icad ederler. Zulme boyun eğmek, zulmü desteklemek olduğu zaman,
dinin gereğine aykırı olacağı gibi; hak ve hayrı genelleştirmeye çalışmamak da
din fikrine aykırıdır. Fitneler hem bastırılmalı, hem önüne geçilmelidir. Hak ve
hayra engel olan şeyler ortadan kaldırıldığı zaman İslâm, h e r hâlde bütün
insanlığın koşarak geleceği tek ilâhî dindir.
2- Buna karşılık ikinci kısma gelince bunlar: "İslâm dininde harb yalnız
müdafaa halinde meşru kılınmış, müdafaa mecburiyeti olmadıkça harb caiz
görülmemiş ve İslâm silahla değil; silahı terk etme teorisiyle, ilim ve akla, hak
düşünceye verdiği önemle, ikna gücü ve diliyle yayılmıştır." diyorlar.
Bunlar İslâm'ı savunur gibi görünerek Kur'ân'daki bütün savaş emirlerinin,
müdafaa harbine mahsus olduğunu ve müslümanlıkta doğrudan harp ilanına ve taarruza
cevaz olmadığını iddia ediyorlar. Bunlar da Avrupa ve Hıristiyanlık açısından
daha ince ve derin bir siyaset fikri takib eden, bazı yeni kalem sahiplerinin
fikirleridir. Bu zatlar, pek alâ bilirler ki harbin caiz olmasının müdafaa hali ile
sınırlı olması, netice itibariyle müdafaa imkanının da çekilip alınmasına
sebeptir. Gerektiğinde düşmanın önüne geçebilmek için doğrudan taarruz edebilme
hakkından mahrum olanlar, her zaman denemezse de çoğunlukla müdafaa gücüne de sahip
olamazlar. Bu ise müdafa a hakkının da alınması demektir.
Bunu bildikleri için işgalleri altına aldıkları müslümanları maddi ve manevi
bakımdan, silahtan soyutlamak için görünürde İslâm dininin lehinde görünen
telkinlerle yine İslâm aleyhinde ince bir tertib yapmış oluyorlar.
Birinciler: "Müslümanlık ne fena şey! Çünkü silah emrediyor."
diyorlar. Berikiler de: "Müslümanlık ne iyi şey! Çünkü silahı bırakmayı
emrediyor." diyorlar. Bu iki fikir, netice itibariyle müslümanların silahını
almak maksadında birleşiyor. Yeni olan, bu ikinci fikri gerçekten insanlık ve
İslâmiyet lehinde ilmî bir fikir zannederek bu sayede İslâm'ın yayılmasına hizmet
edeceğiz hayaliyle desteklemeye ve yukarıdaki nesih meselesini aksine yorumlamaya
çalışan bazı İslâm yazarlarını da işitiyoruz. Bunlar d a, onlara uyarak ilk nazil
olan ve neshedildiği rivayet olunan savaş âyetlerinin, hem müdafaaya mahsus olduğunu,
hem de neshedilmemiş bulunduğunu iddia ettikleri gibi; sonra nazil olan ve müdafaaya
mahsus olmadığı açık ve üzerinde ittifak sağlanmış buluna n âyetleri de aksine
sırf müdafaaya mahsus göstermek istiyorlar. Sonradan gelenin, öncekinin açıklaması
veya hükmünü kaldırıcısı olması lazım gelirken önceki, sonrakinin beyanı veya
neshedicisi imiş gibi idare-i kelâm ediyorlar. Bunlar, İslâm'ın asıl ruhu olan hak
ve hakikat fikrini bırakıp yanlış bir ümid için aksini
desteklemek demektir.
Doğrusu İslâm dininde ilk emirlerden itibaren müdafaa hakkı meşru olduğu gibi,
ihtiyaç hâlinde, Allah yolunda olmak üzere taarruz hakkı da meşrudur. Hatta
gerektiğinde bir vazifedir. Ancak bu mânâ iledir ki bu ilk emir neshedilmiş değildir,
denebilir. Allah yolunda olma kaydı, her harbin esasıdır. Bu, düşünülmedikçe harp
ve çarpışmaya asla cevaz yoktur.
Bundan dolayıdır ki Avrupalıların düşündükleri mânâ ile, "Saldırgan
harbin, İslâm dininde yeri yoktur." demek caiz olabilir. Din fikrine ters düşecek
harp de ne müdafaa, ne taarruzdur. Allah yolunda ve hak bir iş uğrunda olmayan, tağut
fikri ve sırf saldırma maksadiyle olandır. Halbuki İslâm'da harp halinde bile, h arbi
güzel gösterebilecek gayeye aykırı olarak saldırma haramdır. Bunun için taarruz
harbinde de riayet edilmesi gereken harp hukuku vardır. Bunu, insanlık tarihinde ilk
önce İslâm dini ortaya koymuştur. "Haksız yere taarruz etmeyiniz. Çünkü
Allah, hak s ız taarruz edenleri sevmez." (Bakara, 2/190). Bu bakımdan,
"İslâm dini sırf silah kuvvetiyle yayılmış bir saldırı dinidir." demek,
sırf iftira olduğu gibi, "İslâm'ın yayılmasında silahın hiç hizmeti
yoktur." demek de Kitap ve Sünnete aykırı bir yalan olu r.
İslâm, sırf silah kuvvetiyle yayılmış olsaydı, o silahı tutan ellerin, az bir
zaman içinde nasıl toplanıverdiğini, Kisraların, Kayserlerin silahlarına nasıl
galip geldiklerini izah etmek mümkün olmazdı. Bu, kesinlikle gösterir ki dinin kendisi
ve peygamberlik mucizeleri, silahtan önce başlı başına üstünlüğünü yürüten
yegane faktördür. Bununla beraber, İslâm'ın feyzi, silahsız olarak yalnız
maneviyatla sınırlı olsaydı, Resulullah'ın silah kullanmasına ve Kur'ân'ın savaş
emirleri vermesine hiç de lüzu m kalmazdı. Bu da kesin olarak gösterir ki din işinde
silahın da önemli bir yeri vardır. Bütün gerçek, "Allah Teâlâ, Kur'ân ile
defetmeyeceği bazı kötülükleri kılıç ile defeder." <D> hadis-i
şerifinde toplanmıştır. Dinin ruhu, bunların sınırlarını önce a y ırd edip,
sonra tatbik etmektir. "Görüş, şecaat sahiple rinin cesaretinden önce gelir. O
ilktir, öbürü ise ikinci sıradadır."
Rivayet edildiğine göre Hudeybiye senesi müşrikler, Resulullah'ı Kâbe
ziyaretinden menetmişler, gelecek sene gelmesi ve Mekke-i Mükerreme'nin üç gün
süreyle boşaltılması şartıyla bir antlaşma da yapmışlardı. Ertesi sene (Hicrî,
7) Resulullah, bu antlaşma gereğince kaza umresi için döndüğünde müslümanlar,
müşriklerin verdikleri sözde durmayacaklarından endişe etmişler, Harem-i
Şerif'te ve haram ayda muharebe etmeyi de hoş görmemişlerdi ki bu âyet, bunun
üzerine nâzil olmuştur.
Bunların, haccın hükümlerini açıklama hususunda sevk olunmuş bulunması, bunu
teyid etmekte ve tilavet tarzı, kendisinden sonraki kısmın da beraber nâzil olduğunu
bildirmektedir. Bu âyetlerin, bu gelişi düşünülünce anlaşılır ki bu savaş ve
öldürme emirleri, İslâm kıblesinin selameti, antlaşma hükümlerinin muhafazası ve
hac farizasının edasının sağlanması açısından engelleri kaldırma gereğine
dayanmakta d ır. Bunlar da Hz. Ebu Bekir rivayetinin mânâsının kuvvetini
bildirmektedirler. Gelelim mânâya:
Evlere kapılarından girin ve Allah'tan korkun
191-Allah yolunda savaş da edin, o kimselerle ki, sizinle fiilen savaşıyor veya
savaşacaktır.
A llah yolunda savaş, hak din uğrunda sırf i'lâ-yı kelimetullah (Allah kelâmını
üstün getirmek) için cihad demektir ve bu husus, savaşın meşru olması için
"Allah yolunda" olmak üzere iyi bir niyetin lüzumunu ifade etmektedir.
"Müfâ'ale babı" fiilin önce f â il, sonra mef'ûlden meydana geldiği
hususunda açık olduğu için, "sizinle savaşanlar" sözü harp ve öldürmeye
taarruzun, düşman tarafından olmasını bildireceğine göre, bu emrin, yalnız
müdafaayı meşru kıldığı ve bundan dolayı, "Onları nerede yakalarsanız
öldürün." (Bakara, 2/191), "Onları nerede bulursanız öldürün."
(Nisa, 4/89), "Kafirlerin size yakın olanlarıyla savaşın." (Tevbe, 9/123),
"Müşriklerle topyekün savaşın." (Tevbe, 9/36) emirleriyle neshedilmiş
bulunduğu, yukarıdaki şekilde nakledilmişse de "savaşın" fiili de aynı
babdan olduğu için bu noktada bir çelişki şüphesi bulunacağından birini veya her
ikisini sırf iki kişi arasında müşareket mânâsına yorumlamak gerekir. Bu mânâ
ile bilfiil çarpışmak, taarruz ve müdafaadan daha genel olur. Ni t ekim Ebu Hayyân
tefsirinde "sizinle savaşanlar" ifadesinin zâhiri, "Doğrudan veya
müdafaa şeklinde haklı olarak savaşı yerine getirmek demektir." diye taarruz
veya müdafaadan daha genel olduğu gösterilmiştir. Bir de muzari fiilin geleceğe de
ihtimali va r dır. Bu durumda savaşa ehliyet ve kudreti olup da harp edecek halde
bulunanlar demektir. Bu mânâ, Hz. Ebu Bekir'den ve Ömer b. Abdülaziz'den rivayet
edilmiştir. Bunda birincisi, öncelikle sabit olur. Genel mânâda müştereklik veya
genel mânâda mecaz lazı m gelmez. Birincisinde kuşatanlar veya harp ilan edenler
hariç kalır. İkincisinde bunlar da girer. Harp ilan etmeyen veya kadın, çocuk,
çok yaşlı, manastırdaki rahibler gibi çoğu zaman harb etme kudretine sahib
olmayanlar hariç kalır. Bunlarla savaş caiz olmaz. Son emirlerde de durum böyledir. O
halde bu iki mânâya da ihtimali olan bu âyet mensuh değildir.
Bu şekilde savaşın, fakat gerek savaşta ve gerekse diğer hususlarda Allah'ın
emirlerini ve tayin ettiği sınırları aşmayın. Taarruzda haksızlık yapmayın. Yani
bu arada harbe kalkışmayanları, kadınları, çocukları, rahipleri, harb zamanında
zayıflığından ve acizliğinden dolayı genel durumuna göre savaşacak bir halde
olmamakta bunlar gibi olanları da öldürmeye kalkışacak kadar ileri gitmeyin. Yine a
ynı şekilde öldürme işinde "müsle" yapmayın. Yani öldürdüğünüz
kimselerin burnunu, kulağını ve diğer organlarını kesmeye kalkmayın.
Nitekim çocukları, kadınları, manastırlarda bulunanları öldürmekten ve yine
"müsle"den Resulullah'ın menettiği, geniş eserlerle sabittir. Resulullah'ın
halifesi Hz. Ebu Bekr es-Sıddîk'ın da kumandan Yezid b. Ebi Süfyan'a harb hukukunu
içine almış olarak yazdığı vasiyetlerde bunları ve yine çok yaşlı olan kimseyi
öldürmekten, imar edilmiş bir şeyi tahribden, yemekten başka bir maksat için
sığır ve koyun kesmekten, meyveli ağacı yakmak ve diğer bir suretle bozmaktan
menetmişti. Bu arada bazı müfessirler, harb ilanı haberi ulaşmadan, birden bire
basmanın da sınırı aşma cümlesinden olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da
yukarıda zikredilen "mukâtele" (çarpışma) mânâsından dolayı bu
sınırı aşmayı bizzat taarruza yormuşlar ve bu sebeple neshedildiğine de
hükmetmişlerdir ki bu Rebi'in görüşüdür. Buna göre, "neshedilmiştir",
denmenin mânâsının, doğrudan taarruz mutlak olarak sınırı aşma değil; durumun
gereğine göre meşrudur demek olduğu unutulmamalıdır. Kısaca, açıklandığı
üzere sınırı aşmayınız, Çünkü Allah, sınırı aşanları sevmez, onları sevaba
değil, azaba layık görür.
Allah yolunda savaşın ve onları nerede yakalarsanız öldürün. Hıll (harem
dışı) ve harem demeyin, onlar taarruz etsin diye beklemeyin, böyle yapın ve sizi
çıkardıkları yerden, yani Mekke'den onları çıkarın, vatanınızı onların elinden
kurtarın.
Burada bu çıkarma emri, temkinle ilgili bir emirdir. Bu vaad Mekke'nin fet-hi ile
yerine getirilmiştir. Gerçi öldürme, aslında fena bir şeydir. Fakat fitne de
öldürmeden daha şiddetlidir, daha ağırdır. Çünkü öldürmenin zahmet olması
çabuk geçer, fitneninki devam eder. Öldürme, insanı yalnız
dünyadan çıkarır. Fitne ise hem dinden, hem dünyadan eder. Bunun için fitneye
tutulmaktan ise o fitneyi çıkaranları öldürmek veya ölmek, yahut da çıkardıkları
fitneyi kendi başlarına yıkmak elbette daha iyidir. "Ehven-i Şerreyn" (iki
şerrin en zararsızı) tercih edilir." kaides i de bu gibi naslardan
çıkarılmıştır.
FİTNE: Aslı, sözlükte, karışığını almak için altını ateşe koymaktır.
Bundan sıkıntı ve belaya sokmak mânâsında kullanılmıştır ki burada bu
mânâyadır. Yani vatandan çıkarmak gibi, insanları azaba uğratacak bela ve
sıkıntı öldürmekten daha ağırdır. Ölümden daha ağır ne vardır, demeyiniz.
Çünkü ölümü temenni ettiren durum, ölümden daha ağırdır. Bu sözün gelişinde
insanı vatanından çıkarmanın da ona, ölümü temenni ettirecek fitne ve sıkıntı
cümlesinden olduğuna işaret v ardır. Şirk küfrü yaymak, dinden dönmek, Allah'ın
yasaklarını çiğnemek, genel sükuneti bozmak, vatandan çıkarmak hep birer
fitnedirler. Müminin -Allah korusun- dönüp kâfir olması, öldürülmesinden
ağırdır. Doğru yola girmiş olan müminlerden bazı kimseler, M ekke müşrikleri
tarafından küfre döndürülmek için azaba uğratılıyor, onlar da, "Allah
yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Hayır onlar diridirler." (Bakara,
2/154) ilâhî emri gereğince ölmeyi göze alıp Allah'ın izni ile dayanıyorlardı. Bu
şekilde ha r am ayda ashabdan bazılarını müşrikler öldürmüşler, bu da
müslümanların gücüne gitmişti. İşte bütün bunlar "Fitne öldürmeden daha
ağırdır." prensibinde özetlenerek harb ilânının sebebi kısaca ifade
buyurulmuş ve müslümanlar fitneyi ortadan kaldırmak iç i n Allah yolunda ya gazi veya
şehid olmaya teşvik edilmiştir. Nüzul sebebi özel ise de söz, fitnenin mahiyetinin,
öldürmenin mahiyeti ile karşılaştırılmasını ifade ettiğinden hüküm geneldir.
Bununla beraber, Mescid-i Haram yanında, Mekke içinde önce onlar sizinle savaşa
başlamadıkça, siz de onlarla savaş etmeyiniz. Fakat, Onlar sizinle savaşır da
sizleri öldürürlerse, siz de onları öldürünüz. Kafirlerin cezası böyledir.
Hamze, Kisaî, Halef-i Âşir kırâetlerinde: okunur ki, "Mescid-i Haram yanında
onlar sizden birini öldürmedikçe siz de onları öldürmeyiniz, eğer onlar sizi
öldürürse siz de onları öldürünüz." demektir.
Bundan anlaşılır ki Kâbe haremi ve Mekke-i Mükerreme içinde taarruz suretiyle
öldürmek caiz değildir. İlk vazife yalnız çıkarmaktır. Fakat orada
öldüren, öldürülür. Hatta Mekke içinde bir öldürme yapan kimse Kâbe haremine
sığınırsa orada yine öldürmek caiz değildir. Çıkarılır da kısas yapılır.
"Hani biz Kâbe'yi, insanlar için sevab yeri ve her türlü düşman taarruzundan
emin bir sığınak yapmıştık." (Bakara, 2/125), "Ona giren her türlü
tecavüzden emin olur." (Âl-i İmran, 3/97). Fakat Harem-i Şerif içinde öldürme
yapan orada öldürülür. Bu emir, kendinden önceki kısmı tahsis etmektedir.
"Ahkâm-ı Kur'ân"da denilir ki: "Bir hitapta nâsih ve mensûh
bulunamayacağı, tilavet birliği ve iniş nizamı da bu iki âyetin bir hitapta nazil
olduğunu bildirdiği ve aksine sahih bir nakil mevcut olmadığı cihetle, 'Onları
nerede bulursanız öldürün.' ifadesi kendinden önceki kısmın hükm ü nü
kaldırıcı olmayıp açıklayıcı olduğu gibi bu nehiy (yasaklama) de 'Onları
öldürün.' emrinin tamamını neshedici değil, tahsis edici olur. Sonra bu nehiy de
hiçbir emirle neshedilmiş değildir, muhkemdir. Gerçi, 'Müşrikleri nerede bulursanız
öldürün.' ( Tevbe, 9/5) emrinin sonra nâzil olduğunda ihtilaf yoksa da bunun,
'Mescid-i Haram yanında onlarla savaşmayın,' yasağına bağlı olarak amel ettirilmesi
mümkün olduğuna göre neshe delâleti yoktur. İbnü Abbas, Ebu Şüreyh, Huzâî ve
Ebu Hüreyre hazretlerinden r i vayet olunduğu üzere Mekke'nin fethi günü Peygamber
(s.a.v.) irâd buyurduğu hutbede:"Ey insanlar! Allah Teâlâ gökleri ve yeri
yarattığı gün, Mekke'yi hürmetli kıldı ve o benden önce kimseye helâl
kılınmadı. Benden sonra da kimseye helâl kılınmayacaktır. B a na da ancak bir
günün bir saatinde helâl kılındı ve yine kıyamet gününe kadar hürmetli
oldu." buyurmuştur ki bu bir saat de müşrikler tarafından orada öldürme
olayının meydana getirildiği saat demektir. Bu hadis-i şerif, bu âyetteki mukayyed
(şartlı) yasa k lamanın muhkem olduğuna delâlet eder. Buna karşı Rebi' ve
Katâde'nin, Peygamber'den bir rivayet olduğu bilinmediği halde buna mensûh demeleri,
kendi ictihadları olmak üzere kabul edilebilir..." Bu şekilde bu hüküm bakîdir,
nesih sabit değildir.
192- Eğer onlar küfürden vaz geçerlerse, Allah da çok bağışlayıcıdır, çok
merhamet edicidir. "Sizi çıkardıkları yerden, onları çıkarın."
kaydının delâletiyle, bu âyetin, Kitab ehli hakkında olmayıp, Arap müşriklerine
mahsus olduğu anlaşılır. Kitab ehlinin vergi ile boyun
eğmesi de makbul olabildiği halde, Arab müşrikleri ya İslâm'a girmeye veya
kılıca mahkumdurlar. Bu nokta şu âyetle delillendiriliyor:
193- Onlarla o şekilde savaşın ki, hatta fitne, yani şirk ve ayrılık olmasın da,
din hep Allah için olsun, yalnız Allah'a boyun eğilip, itaat edilsin. Halbuki,
"Allah katında gerçek din İslâm'dır." (Âl-i İmrân, 3/19). Bu bakımdan,
bunlarda gerçek tevhid dini olan İslâm'dan başka bir din bulunmasın. Fitnenin başı
olan şirk kalksın. Bunun için Peygamber (s.a.v.): "Ben bu insanlarla "Lâ
ilâhe illallah" diyecekleri ana kadar savaşmakla emredildim. Onu dedikleri zaman
benden canlarını kurtarırlar." buyurmuştur.
Diğerleri cizye ile de kanlarını korumaya sahip olabilecekleri halde, bunlara bu
izin verilmemiştir. Bundan başka özellikle Mekke'de müslümanlardan başkasının
ikametine de izin verilmemiştir. Bundan dolayı, küfürden vaz geçip, İslâm'ı kabul
ederlerse, artık zalimlerden başkasına savaş düşmanlığı yoktur.
194- İyi ama bu savaş, âdete göre muharebenin yasak olduğu haram aya tesadüf
ederse ne olacak? Haram ay, haram aya; hürmetler, hürmetlere kısastır. Burada hürmet,
muhafaza ve saygı gösterilmesi vacib olan, el uzatılması caiz olmayan şey demektir ki
malları da i çerir. Bu atıfta tahsisten sonra genelleştirme vardır. Bu bakımdan: Her
kim size saldırır, hürmet ve masumluğunuzdan bir şey bozarsa, onun size
saldırdığı kadar, yani aynısı olmak şartıyla siz de ona, karşılık olarak
saldırınız. Çünkü, "Bir kötül ü ğün cezası, ona denk bir
kötülüktür." (Şûrâ, 42/40) Bir tecavüze karşı ayniyle karşılık vermek
tecavüz değil, tecavüzün cezasıdır. "Kötülüğe ilk başlayan daha
zalimdir." Buna tecavüz ve sınırı aşma denilmesi, fiilin kendisindeki benzerlik
dolayısıyla bir müşâkeledir.
Aslında çirkin olan bir şey, böyle bazı şartlar altında itibarî bir güzellik
kazanır. Bundan dolayı ilk başlayanın fiili, gerçekten ve hükmen çirkin ve sırf
zarar olduğu halde, onun tepkisi demek olan karşısındakine bir hak vermiş olur.
Böyle olabilmesi ise benzeri olma şartına bağlıdır. Benzerine riayet mümkün
olmayan hususlarda kısas yapılmaz. Kıymetli şeyler birbirine takas edilmez. Hukukun
derecelerine uymak gerekir. Mesela: gasbedilen bir şey mevcud ise aynen
alınır. Misliyat (aynı şeyler)tan ise, aynı cinsten misli ile; değil ise malî
misli olan kıymeti ile ödettirilir.
Kısaca meşru olan, kayıtsız şartsız karşılık vermek değil, ayniyle
karşılık vermektir. Misle riayet edilmeyince, doğrudan bir zarar meydana getirilmiş
ve zarara zarar ile karşılık verilmiş olur. Halbuki İslâm'da, "Doğrudan zarar
vermek caiz değil, zarara zararla karşılık vermek de caiz değildir." Fakat
zararı ortadan kaldırmak lazımdır. Zarar ise zarurî olarak misli ile takas edilerek
ortadan kaldırılabilir. Yoksa diğer bir zarar ortaya atılmış olur. Takas demek olan
kısas kelimesi, bu aynı olma mânâsını taşıdığı halde yanlışlık yapılmaması
ve hükümde asıl maksat olduğu gösterilmemesi için sonuç olarak ayrıca da delil
getirilmiştir.
İşte aynı ile olması şart koşulan, "Hürmetler, hürmetlere
kısastır." genel kaidesi gereğince, haram ay da aynı haram aya takas edilir.
Düşmanlar, geçen Hudeybiye senesi Zilkâde ayında müslümanlara taş ve ok atarak
savaşa kalkışmakla bu haram ayın hürmetini çiğnediler. Bu se n e de bunu bahane
ederek antlaşma hükmünün yürütülmesine engel olacakları zannında bulunuyorlar.
Siz de buna aynıyla karşılık vererek aynı Zilkâde ayında savaştan
sakınmazsınız. Hasen'den rivayet edildiğine göre, Arab müşrikleri Hz. Peygamber'e:
"Haram ayd a savaşı yasaklasan!" demişler. "Pek iyi!" buyurmuş.
Müşrikler, bunu fırsat bilip, haram ay içinde sözleşmeyi değiştirmeyi kurmuşlar.
Bunun üzerine bu âyet inmiştir.
Fakat İbn Abbas, Rebi' b. Enes, Katâde ve Dahhâk'ten rivayet edildiğine göre
Kureyş, Hudeybiye senesi Resulullah'ı ihramlı olarak haram ay olan Zilkâde ayında,
haram belde olan Mekke'den geri çevirmişlerdi. Cenâb-ı Allah da ertesi yıl yine
Zilkâde'de Resulünü Mekke'ye soktu da umresini kaza ettirdi. Bunu, geçen Hudeybiye
senesi meydana gel e n men ve engellemeye takas etti. Nüzul sebebi de bu oldu ki
birincisine göre âyet, Mekke'ye girmeden önce inmiş olup görünürde emir ve inşa ve
zımnen (kapalı şekilde) geleceğe ait vaad ve haberdir. İkinciye göre de girdikten
sonra inmiş ve müşriklere: "İş t e bu geçen senekine kısastır." diye
açıkça ihbarı (haber vermeyi) ve bununla beraber haram ayda doğrudan başlama
şeklinde olmaması şartıyla savaşı mübah kılma emrini içine almış
bulunmaktadır. Âyetin gelişi birincisine daha uygundur. Her halde
bu âyetler, "kaza umresi yılı" diye söylenen hicretin yedinci yılında
Kâbe ziyareti esnasında inmiştir. Ancak daha sonra "haram ay âdeti" mutlak
olarak neshedilmiş olduğundan, bu âyetin, haram ayda doğrudan ve ilk olarak harp
ilanına izin vermeyen hükmü, berâe" ây e tleriyle kaldırılmıştır. Bunda
ittifak vardır. Bundan başka ayniyle karşılık verme hakkındaki genel hükümleri ise
ittifakla bakîdir.
Bunları yapınız, kendinizi koruyunuz, ve biliniz ki, her halde Allah, korunanlarla
beraberdir. Ayniyle karşılık vermek caiz ise de kayıtsız olarak korunmanın
gereklerinden değildir. Tatbikinde aynını geçmemek için iyi dikkat ediniz, Allah'tan
korkunuz ve en iyi şekil hangisi ise onu yapınız ve her halde korununuz, müttakî
olunuz, korunma âyetlerini unutmayınız. Bun d an anlaşılıyor ki: "Doğrusu
Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153) âyeti mutlak değildir. Sabır,
sakınma şartına bağlıdır ve yerine göre dereceleri vardır. Meydana gelmiş
musibetlerle henüz olmamış musibetlere karşı sabrın farkı vardır. Defedi l ip
kaldırılmasında mümkün olduğu kadar sürat gösterilecek hususlar vardır.
Korunurken de korunma âyetlerinde: "Sıkıntılı ve geniş zamanlarında ve savaş
anında sabrederler." (Bakara, 2/177) ifadesinin kapsamı unutulmamalıdır. Evlere
kapılarından girilm e lidir. Şu da hatırda tutulmalıdır ki, harp ve çarpışma
denilen şey, parasız ve malsız olmaz, masraf da ister.
195-Bunun için: Allah yolunda infak da yapın. Mal hazırlayıp harp ihtiyaçlarına
sarfedilmek üzere vergi, yardım verin. Fakat yalnız mal kazanmak sevdasına düşüp
de, Kendi kendinizi tehlikeye de bırakmayın. Sadece para kazanma ve istirahat etme
sevdasının, insanları, esirlik istilası ve mahkûmluk gibi büyük tehlikelere
düşüreceğini, bu tehlikenin önüne geçmenin ancak Allah yolunda harbetmek v e harbe
alışmakla mümkün olacağını unutmayın.
Bu âyetin gelişi ve nüzul sebebi, Allah yolunda harb ve çarpışmadan ve o uğurda
mal harcamadan kaçınmanın bir tehlike olduğunu hatırlatmak içindir. Tirmizi ve Ebu
Davud'da da tahric olunduğu üzere rivayet ediliyor ki: "Emeviler devrinde
Abdurrahman b. Velid kumandasında bir İslâm ordusu, Kostantiniye yani İstanbul
şehrine gaza etmişti. Ebu Eyyub el-Ensarî hazretleri de bu askerler arasındaydı.
Rumlar şehrin surlarına arkalarını dayamışlardı. O sırada müslü m anlardan bir
zat, kaledeki düşman üzerine açıktan hücum etmiş, bunu gören İslâm cemaati:
'Bırak, bırak! Lâilahe illallah, kendi kendini tehlikeye atıyor.' demişlerdi. Bunun
üzerine Hz. Ebu Eyyûb el-Ensarî: 'Ey
müslümanlar! Bu âyet biz Ensar topluluğu hakkında nazil oldu. O vakit ki Allah
Peygamberine yardım etti ve dini olan İslâm'ı galibiyete mazhar kıldı. O zaman biz
artık mallarımızın başında durup onların ıslahı ile meşgul olalım mı?
demiştik. Allah Teâlâ: 'Allah yolunda sarfediniz. Kendi kendin i zi ellerinizle
tehlikeye bırakmayınız.' (Bakara, 2/195) âyetini indirdi. Bundan dolayı kendini
tehlikeye atmak, mallarımızın başında durup, onları ıslah ile uğraşmamız ve
cihadı terketmemizdir.' demiştir. Bunun üzerine hiç durmayıp Allah yolunda cihada gi
r işmiş ve nihayet şehid olup, İstanbul'da defnolunmuştur."
Ebu Eyyub el-Ensarî böylece kendini tehlikeye atmanın, Allah yolunda cihadı
terketmek demek olduğunu ve âyetin bu hususta nazil olduğunu haber vermiştir. İbnü
Abbas'tan, Huzeyfe'den, Hasen, Katâde, Mücâhid, Dahhak'tan da böyle rivayet
edilmiştir. Bera' b. Âzib ve Ubeyde es-Selmanî hazretlerinden, "Elleriyle kendini
tehlikeye atmak, günah işlemekle mağfiretten ümidi kesmek" demek olduğu da
rivayet edilmiştir. Bunun, infak karinesiyle: "Harcamada israf edip, yiyecek,
içecek bulamayacak dereceye vararak telef olmak" mânâsına olduğu da söylenmiş,
"Düşmana tesir etmeyecek bir şekilde harbe atılmak" demek olduğu da
belirtilmiştir ki Ebu Eyyub'un itiraz ettiği ve nüzul sebebini söylediği cemaatin
görüş ü de bu idi.
"Sebebin özel oluşu, hükmün genel oluşuna engel olmayacağından" ve bu
mânâların toplanmasında da çelişki ve terslik bulunmadığından âyetin tamamına
şamil olması da caizdir. Bunun için İmam Muhammed, "Siyer-i Kebir"inde der
ki: "Tek başına bir adam, bin kişiye hücum edecek olsa, eğer kurtulma veya
düşmanı kırma ve tesir etme ümidi varsa, sakınca yoktur. Kurtulma veya düşmanı
kırma ümidi yoksa mekruhtur. Çünkü müslümanlara bir faydası olmaksızın kendini
ölüme atmış olur. Bunu yapacak olan ki m se ya kurtulmak veya müslümanlara bir
faydası bulunmak ümidi olursa yapmalıdır. Kurtulma ve düşmanı kırma ümidi
olmadığı halde diğer müslümanlara cesaret versin ve böylece düşmanı tepelesinler
diye misal gösterilecek bir örnek olmak üzere yaparsa sakınca yoktur..."
Bu yasaklama sahihtir. Bundan dolayı dine veya müminlere hiçbir menfaati
olmaksızın kendini öldürmek uygun değildir. Fakat kendini öldürmede dine ait bir
menfaat varsa; o zaman da bunu yapmak, pek şerefli bir makam olur ki Ce-nab-ı
Allah, Re sulullah'ın ashabını bununla övmüştür: "Allah, müminlerden
canlarını ve mallarını kendilerine cennet vermek üzere satın aldı. Onlar Allah
yolunda savaşırlar da öldürürler ve öldürülürler." (Tevbe, 9/111). Yine:
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölül e r sanma. Bilakis onlar diridirler.
Rableri yanında rızıklanırlar." (Âl-i İmrân, 3/169) buyurmuştur. Ebu Eyyûb
el-Ensarî hazretleri de bu makamı göstermiştir. Bundan dolayı sırf huzura
düşkünlükte tehlike bulunduğu gibi, harp bakımından da tehlike bulunabi l ir. O da
düşmana tesir icra etmeyecek, boş yere bir müslümanı yok edecek olan husustur.
Müslümanlara faydası olmadığı gibi aksine zararı bilinirse, o zaman harbe
atılmak ve kendini öldürmek hiç caiz olmaz. Fakat insanlık gafleti, harbi, mutlak bir
tehlike zannedebileceği için; bu âyet mal kazanacağız, rahat edeceğiz diye dalıp,
cihadı terketmenin tehlike olduğunu hatırlatma hususunda nâzil olmuş ve o şerefli
makamı göstermiştir. Demek ki barış tehlikesi, ibare ile; savaş tehlikesi de işaret
ile hatırl a tılmıştır.
Ey müminler! Bunlara dikkat edin, ve her hususta iyilikle muamele edin,
yaptığınızı güzel yapın, sizden asıl istenen, iyiliktir. Çünkü, Allah hep
iyilik edenleri sever. Bunun için harcamayı da en güzel şekilde yapın ve herhangi bir
kötülüğü, en güzel biçimde ortadan kaldırın. Aynı ile karşılık vermeyi, daha
güzeli mümkün olmadığı zaman yapın. Kötülüğün cezası kötülük ise de,
"Sen kötülüğü en güzel iyilikle bertaraf et." (Müminûn, 23/96) emri
gereğince kötülüğü de en güzel şekilde s a vın. Harbi de en güzel sebep, en
güzel vasıta kabul edip en güzel şekilde yapın ve ancak Allah yolunda yapın. Yapın
da:
Meâl-i Şerifi
196- Hac ve umreyi de Allah için tamam yapın. Eğer bunlardan alıkonursanız, o
zaman kolayınıza gelen bir kurban gönderin. Bununla beraber bu kurban, kesileceği yere
varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden hasta olana veya başından
bir rahatsızlığı bulunana tıraş için oruç veya sadaka yahut da kurbandan ibaret
bir fidye gerekir. Engellemeden kurtulduğun u z zaman da her kim hacca kadar umre ile
sevab kazanmak isterse, ona da kolayına gelen bir kurban gerekir. Bunu bulamayana ise
üç gün hacda, yedi de döndüğünüzde ki tam on gün oruç tutması lazım gelir. Bu
hüküm, ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanla r içindir. Allah'tan korkun ve
bilin ki Allah'ın azabı gerçekten çok şiddetlidir.
196-Bu âyet de kendisinden önceki kısım gibi kaza umresi yılı denilen, hicretin
yedinci yılında nazil olmuştur.
HACC: "Hâ"nın fethası ve kesresiyle önceden de zikredildiği üzere
sözlükte kastetmek demektir. Fakat mutlak kasıt değil, büyük ve önemli bir şeyi
kastetmektir. Dînen: Tahsis edilen bir zamanda, tahsis edilen bir yeri özel bir şekilde
ziyarettir ki hac niyetiyle, tahsis edilen yer ve zamanda ihrama girip, A rafat'ta vakfe,
sonra Kâbe'yi ziyaret tavafından ibaret olan mahsus (özel) fiillerdir. İhram, vakfe,
tavaf, bu üç fiil, gerek farz ve gerek nafile haccın farzlarıdır. İhram şart, vakfe
ve tavaf da rükündür. Tahsis edilen yer ve zaman da şartın şartı olan şartlar
cümlesindendir. Buna göre haccın şartları, rükünleri ve bunlardan başka vacibleri,
sünnetleri, müstehabları, yasakları vardır. Şöyle ki:
A) Rükünleri: Vakfe ve tavaftır.
B) Şartları: Sahih olmasının şartı ve vücûbunun şartı olmak üzere iki
çeşittir:
1- Sahih olmasının şartı: Müslüman olmak, niyet ile ihram, tahsis edilen yer ve
zamandır. Hac aylarından önce hiç biri sahih olmaz.
2- Vacib olmasının şartı: Bu da ikidir:
a- Vacib olmasının kendi şartıdır ki İslâm, hürriyet, akıl, büluğ, hacca
gitme gücü, vakit, İslâm yurdunda bulunmak veya düşman yurdunda ise haccın farz
oluşunu bilmiş olmaktır.
b- Edasının vacib oluşunun şartıdır ki vücut sağlığı, hissî engeller
bulunmaması, yol güvenliği, kadın hakkında iddet bekleme durumu olmaması, kocası
veya bir mahreminin, yanında beraber bulunmasıdır.
C) Vâcibleri:
1- İhramı mîkattan veya bir sakıncası yoksa daha önceden giymek,
2- Arafat'ta vakfeyi, güneşin batışına kadar uzatmak,
3- Müzdelife'de de vakfe yapmak,
4- Safâ ile Merve arasında yedi şavt sa'y etmek,
5- Sa'yi, ona hazırlık olan bir tavaftan sonra yapmak.
6- Tahsis edilmiş olan yerde taş atmak,
7- Halk veya taksîr, yani başını kazıtmak veya saçlarını kısaltmak,
8- Mekke'ye dışardan gelenler için "tavaf-ı sader" denilen veda tavafı
yapmak,
9- Tavafa Hacer'ül-Esved'den başlamak,
10- Tavafı sağdan yapmak,
11- Özrü yoksa tavafta yürümek,
12- Tavafta, cünüblükten ve abdestsizlikten temizlenmiş olarak bulunmak,
13- Avret yerlerini örtmek,
14- Tavafın yedi şavtından son üçünü yapmak (ilk dördü farzdır).
15- Sa'ye Safâ'dan başlamak,
16- Kıran ve temettu' haccı yapanlar için kurban kesmek,
17- Her yedi tavaftan sonra iki rekat namaz kılmak.
1 8- Şeytan taşlama ile tıraş olma arasındaki tertibe riayet etmek.
19- Kurban kesme günlerinde kurban kesmek.
20- Tıraşı yerinde ve zamanında olmak.
21- Ziyaret tavafını, kurban bayramının ilk üç gününde yapmak.
Bu vâciblerden biri terk edilirse kurban kesmek gerekir.
D) Sünnetleri:
1- Kudûm tavafı yapmak, yani Mekke'ye girince Kâbe'yi tavaf etmek.
2- Kudûm tavafında veya farz tavafta "remel" yapmak, yani tavafın üç
şavtında -devrinde- harp meydanında savaşa çıkmış pehlivan gibi omuzlarını
titreterek yürümek.
3- Safâ ile Merve arasındaki iki yeşil direk arasında koşmak.
4- Tahsis edilen günlerde geceleyin Mina'da yatmak.
5- Mina'dan Arafat'a güneş doğduktan sonra, Müzdelife'den Mina'ya da güneş
doğmadan önce h areket etmek.
Bunlardan başka daha birtakım hususlar ki müstehabları ve edepleri ile beraber
tafsilatı fıkıh kitaplarındadır.
E) Haccın Yasakları: Bu da iki çeşittir:
1- Şahsın kendinde yapmaktan men edildiği şeylerdir ki cinsi münasebet, saç ve
kıl kesmek, tırnak kesmek, koku sürünmek, başını ve yüzünü örtmek, dikişli bir
şey giymektir.
2- Başkasına yapmaktan men edildiği şeylerdir ki birisini tıraş etmek; gerek
Harem ve gerekse Hıll bölgesinde av yapmaktır.
İhramdan çıkıncaya kadar bunların hiç biri yapılamaz, yapılırsa ceza lazım
gelir. Gerçi Haremin ağacını kesmek dahi yasak ise de bu yasaklık, hacca ve ihrama
mahsus değildir. Şâfiî mezhebinde Safâ ile Merve arasında sa'y ve bir görüşe
göre tıraş veya saçları kısaltmak da haccın farzlarından ve hatta
rükünlerindendir.
Haccın şer'î sebebi Beytullah'tır. Çünkü hac, ona muzaf olur da "Beytin
haccı" denir. Beyt ise bir olup tekrar edilmediğinden hac, müslümana ömründe
bir kere fevren, yani ilk imkan senesinde farz olur. Sonraya bırakma yoluyla farz olup
acele edilmesinin daha faziletli olduğu da rivayet edilmiştir. Bu âyetlerin nâzil
olduğu kaza umresi yılında Peygamber efendimiz, Zilkâdede umre suretiyle Kâbe'yi
ziyaret etmiş ve bir yıl önce müşriklerin engellemeleriyle
tamaml ayamadığı umreyi bu şekilde kaza ettikten sonra antlaşmaya göre üç
günden fazla Mekke'de kalamayacaklarından hacdan önce geri dönmüştü.
Ertesi yıl, hicretin sekizinci yılında Hudeybiye antlaşmasının müşrikler
tarafından bozulmasından dolayı, Ramazan-ı Şerifte hareket edilmiş ve Ramazanın son
on gününde Mekke fethedilmiş; Şevval içinde Huneyn savaşı, Taif kuşatması
yapılmış, Resulullah, yine bir umre yaparak hac vaktinden önce Medine'ye
dönmüştür. O sene Mekke'de vali bırakılan Attab b. Üseyd, Arab gel e neğine göre
insanlara hac yaptırmıştı. Daha ertesi hicretin dokuzuncu yılında Hz. Ebu Bekir
es-Sıddîk (r.a.) Hz. Peygamber tarafından hac emiri tayin buyurulmuş, ilk olarak bu
yıl İslâmî hac yerine getirilmişti. Bundan sonra Beyt-i Şerif'in (Kâbe'nin) çıp l
ak olarak tavaf edilmemesi ve müşriklere hac yaptırılmaması ilan olunmuş ve nihayet
hicretin onuncu yılında bizzat Resulullah, ilk ve son olarak haccı eda etmiş ve hac
ibadetini tamamen öğretmişti... Bu seneye "Haccetü'l-vedâ" denilmiş ve
ertesi yıl Peyga m berimiz vefat etmiştir. Bundan dolayı Resulullah'ın yaptığı bu
son haccın, farzı eda için olduğunda şüphe yok ise de öncekilerin farz olduğu
sabit değildir. Bu, "Hac ve umreyi Allah için tamam yapın." (Bakara, 2/196)
emri, haccın aslının farz olduğunu ke s in olarak ifade etmeyip, başlanmış olan
herhangi bir hac ve umrenin tamamlanmasının vacib olduğunu ifade ettiğine göre hac,
daha sonra: "Yoluna gücü yeten her kimsenin, o beyti haccetmesi, insanlar üzerinde
Allah'ın bir hakkıdır." (Âl-i İmrân, 3/97) del i li ile farz kılınmış ve
Peygamber tarafından da ilk imkân senesinde ertelenmeden yerine getirilmiştir.
Bununla beraber haccın daha önce bu âyetlerle kaza umresi senesinde farz
kılınmış olması düşünülmekte ve bu takdirde Peygamber tarafından gecikmeli
olarak eda edilmiş olması da muhtemel bulunduğundan haccın farz oluşunun fevrî
(tehirsiz) olup olmaması imamlar arasında ihtilaflıdır. İmam-ı Azam'dan iki rivayet
vardır. Birini İmam Ebu Yusuf, diğerini İmam Muhammed tercih etmiştir. Daha sahih
olanı, Ebu Yusuf rivayeti olan fevrîdir. İmam Mâlik'ten tercih edilen rivayet ise
İmam Muhammed gibi sonraya bırakmadır.
Haccın hikmetine gelince, bunun, dini ve dünyevi birçok faydayı kapsadığı her
türlü şüpheden uzaktır. Bu cümleden olarak kıble işinde açıklanan, "Nerede
bulunursanız bulunun, Allah hepinizi bir araya getirecektir." (Bakara, 2/148)
ifadesinin yüce kapsamındaki sosyal birliği fiilen tecelli ettirecek olan en büyük ve
en geniş bir kulluk nişanesidir ki bunun
şümûlünün genişliğini, yer küresi üzerindeki hiçbir yerde bulmak mümkün
değildir. Zira Kâbe-i muazzama kadar kutsallığı eski olan hiçbir tevhid mabedi
yoktur. Kâbe'nin, İbrahim milletiyle ilgisi, bütün semavî dinlerce kabul edilmiş;
hatta Hz. Adem'e kadar ulaştığı da rivayet edilegelmiştir.
Mekke'nin hürmeti, (saygınlığı) ta yeryüzünün yaratılmasıyla mevcuttur.
Kâbe'yi haccetmek, insanlığı bütün esas kökeninden birleştirmeye yönelik ve buna
yardımcı olduğu halde; ondan sonra ortaya konan mabedler ve yerler nispeten özel
oluşlarından dolayı böyle herkesi birleştirmeye uygun değildir. Hatta bizzat
Peygamber'in kabrinin toprağı Kâbe'den efdal olduğu halde, Kâbe için mevcud olan
haccın sebepleri ve özellikleri bunda bile tasavvur olunamaz. Şu halde Allah nezdinde
hacca en layık olan birlik k ıblesinin, herhalde "eski ev" yani Kâbe
olduğunda hiç şüphe yoktur. Bundan başka Kâbe arayanlar, tevhide değil; şirk ve
ayrılığa çalışmış olurlar.
Sonra hac, bir taraftan namaz gibi bedenî, diğer taraftan zekat gibi malî yönleri
içeren toplayıcı bir ibadettir. Aynı zamanda cihad mânâsını da taşımaktadır.
Nitekim bir hadis-i şerifte vârid olduğuna göre: "Hac, bir cihaddır, umre
tatavvu (nafile)dur." Yine bu münasebetledir ki burada hac meseleleri, cihad
emirleriyle beraber nâzil olmuştur.
UMRE: S özlükte ziyaret mânâsınadır. Dinî bakımdan ihram, tavaf, sa'y, sonra da
tıraş olmak veya saçları kısaltmaktan ibaret olan özel bir ziyarettir. Umre,
küçük bir hac demektir ki ihram şartı, tavaf ve sa'y rükünleri, tıraş olmak veya
saçları kısaltmak vacibid i r. Demek ki bunun hacdan mahiyet itibariyle farkı; vakfe
rüknünün bulunmaması, sa'yin rükün olmasıdır. Hüküm itibariyle farkı da hac
farzdır; umre ise farz değil, nafile bir ibadettir. Bununla beraber göreceğimiz üzere
bunun da farz olduğunu söyleyenler v a rdır. Şimdi bir senenin hac aylarında, hac ile
umrenin birlikte yapılması veya yapılmamasına göre haccın üç çeşidi vardır:
bunlar da ifrad haccı, temettu' haccı ve kıran haccıdır.
a) İfrad haccı: Mekke'ye dışardan gelenlerin, mikattan yalnız hac niyetiyle ihrama
girip, kudûm tavafını yaptıktan sonra hacla ilgili fiiller bitinceye kadar Mekke'de
ihramlı olarak kalmalarıdır. Bunda umre bulunmayıp bir tek hac yapılmış olduğundan
buna müfrid haccı veya ifrad haccı denir. Mekke'ye dışardan gelenlerin, ihra m sız
geçmeleri caiz olmayan mikat yerleri beştir: Zülhuleyfe, Zati ırk, Cuhfe, Karn,
Yelemlem'dir.
b) Temettu' haccı: Mikattan umre niyetiyle ihrama girip, umre için tavafı ve sa'yi
yaparak tıraş olup ihramdan çıkmak; sonra Mekke'de bir Mekke'li gibi kalıp, nihayet
terviye gününde hac için haremden ihrama girerek haccı tamamlamak ve kurban kesmektir.
Uzun süre ihramda kalmamak için umreden bu şekilde istifade edildiğinden dolayı buna
temettu' haccı adı verilmiştir.
c) Kıran haccı: Mikattan hem umre ve hem de hac, ikisine birden niyet ile ihrama
girip, Mekke'ye varınca önce umre için tavaf ve sa'y, sonra hac için kudûm tavafı ve
sa'y etmek, daha sonra ihramdan çıkmaksızın sonuna kadar hac fiillerini yapmak ve
kurban kesmektir. Cahiliye devrinde umre ile haccın, hac aylarında birlikte yapılması
caiz değildi. Bu âyet, bunların meşru olduğunu açıklamak için nazil olmuş ve
şükranesi olmak üzere kurbanı da vacib kılmıştır. Şöyle ki:
Yukardaki emirleri yerine getirin. Allah için hac ve umreyi de ta mamlayın. Yani
isterse nafile olsun, hac ve umreden birine veya ikisine başladınız mı tamamlayın,
eksik bırakmayın. Yahut da tamam olarak icra edin. Ne başından, ne de sonundan hiçbir
eksik bulunmasın.
Geçen Hudeybiye senesi umreye başlanmış, fakat müşriklerin harbe kalkışmaları
üzerine tamamlanamamıştı. Onun için bu sene hem onun tamamlanmasiyle kazası
emredilmiş, hem de bu münasebetle inkişafa hazır bulunan haccın meşru kısımlarına
da işaret buyurulmuştur. "Amellerinizi iptal etmeyin!" (Muhammed, 47/33)
yasağında da açıklanacağı üzere genel olarak nafileler bile başlamakla farz olur
ve eksik bırakılırsa kazası lazım gelir. Bundan anlaşılır ki bu tamamlama emrinde
henüz haccın veya umrenin doğrudan vacib olduğuna dair kesin bir delil yoktur. Hac, b
u ndan sonra "Beyt (Kâbe)i haccetmek, insanlar üzerinde Allah'ın bir
hakkıdır." (Âl-i İmrân, 3/97) nassı ile farz kılınmış ise de, umrenin
doğrudan vacib olduğuna dair bir nas yoktur. Fakat birçok âlimler ve tefsirciler
umrenin de vücûbunu, yani farz ol d uğunu söylemişlerdir.
Hz. Âişe, İbnü Abbas, İbnü Ömer, Hasen-ı Basrî, İbnü Sîrîn, umre vacibdir
demişlerdir. İmam Şâfiî de bunu tercih etmiş ve tamamlamanın vacib oluşunun,
aslın vacib oluşunu gerektireceği görüşüne sahip olmuştur. Bunun tersine Abdullah
b. Mes'ud, İbrahim Nahaî ve Şa'bi'den umrenin "nafile" olduğu rivayet
edilmiştir. Mücâhid de: "Allah için hac ve umreyi tamamlayın." ilâhî
sözünde "Biz hac ve umre ile emrolunmadık." demiştir. Aynı zamanda
tamamlamanın mânâsında da seleften çeş i tli rivayetler vaki olmuştur.
Hz. Ali'den, Said b. Cübeyr'den ve Tavus'tan rivayet edilmiştir ki:
"Tamamlanmaları, ehlinin evinden bunlar için ihram etmektir." demişlerdir.
Mücahid: "Tamamlanmaları, bunlara girdikten sonra sonlarına ermektir"
demiştir. Said b. Cübeyr ile Atâ: "Tamamlanmaları, bunları sonlarına kadar
Allah için yerine getirmektir. Çünkü ikisi de vacibdir." demişlerdir. İbn Ömer
ile Tavus'tan: "Tamamlanmaları, ifradlarıdır." diye rivayet edilmiş, Katâde
de: "Umreyi tamamlamak, umreyi hac ayl a rının dışında yapmaktır."
demiştir.
Görülüyor ki, bunların aslı ilk plânda iki mânâya yöneliyor: Birinde
"Başladığınızı tamamlayın." demek, diğerinde de gerek başından ve
gerekse sonundan tam yapın demek oluyor. Bir de tam yapmanın şeklinde ihtilaf edilmiş
bulunuyor. Birinci mânâda doğrudan vücub ihtimali yoktur. Fakat ikinci de vacib
olması da olmaması da muhtemeldir. Halbuki farziyet yani kesin vücub, ihtimal ile sabit
olamayacağından, bu âyetten hac ve umrenin farz olduğunu anlamak mümkün olamaz.
Bunun için Hanefi mezhebinde umre ayrıca farz olan bir ibadet değildir. Hac da dahil,
hayır ve nafile kabilinden bir ibadettir. Her nafile gibi başlamakla vacib olup
tamamlanması lazım gelir. Gerçekte umreye "hacc-ı asgar" (küçük hac)
denir. Böyle olduğu halde büyük hacda dahil olmayan müstakil bir hac farz olsaydı
iki hac farz olması gerekirdi. Halbuki Akra b. Habis: "Hac her sene midir, yoksa bir
kere midir, ey Allah'ın Resulü?" sorusuna cevaben Resulullah'ın: "Bir
keredir, fazlası nafiledir." buyurduğu sabittir. Yine Câbir hadisinde: "Umre
kıyamet gününe kadar hacda dahildir." ve "hac, cihad, umre nafiledir."
diye rivayet edilmiştir. Bundan dolayı umrenin doğrudan vücubuna kesin delil
bulunmamakla beraber, vacib olmadığına dair sahih haber de vardır.
Fakat gerek hac ve gerekse umreye nafile olarak da başlanmış olsa, bütün
nafilelerde olduğu gibi başlamak ve gerekli kılmakla vacib olacaklarından
tamamlanmalarının farz olduğunda da şüphe yoktur. Bu bakımdan: İhramdan sonra ihsar
meydana gelir, zorlayıcı bir engele tutulup, hacdan veya umreden kalırsanız , kurban
cinsinden kolayınıza gelen bir şey lazımdır.
HEDY ( ): Deve, sığır, davar cinsinden Beytullah'a hediye edilen kurbanlıkların
ismidir ki en azı bir koyun veya keçidir. "Büyük baş hayvan"ın
yedide biri de yeterli olur, ... ve gibi tekiline de "hedye" denir.
İhsar, sözlükte mutlak men (yasaklama) mânâsınadır. Dini bakımdan, ihramdan
sonra şer'î bir özürle haccın vakfe ve tavaf iki rüknünü de yerine getirmekten
veya umreden menedilmiş olmaktır. Âyette ihsar, mutlaktır. Bundan dolayı gerek
düşmanın engellemesi, gerekse kırıklık gibi bir hastalık ve topallık gibi bir
sakatlık veya harcanacak malın kayboluşu yahut da kadın hakkında mahreminin
bulunmaması engellerinin alıkoyması da ihsardır.
Fakat İmam Şâfiî, nüzul sebebi dolayısıyla yalnız düşmanın engellemesine
tahsis etmiştir. Başlanmış olan hac ve umrenin tamamlanmaları vacib olunca, ihramdan
sonra ihsara uğrayanların, bunları tamamlamadıkça en azından bir sene ihramdan
çıkamamaları gerekeceği, bunun ise pek zor bir iş olacağı için kolaylaştırma
bakımından ihsar halinde meşru olarak ihramdan çıkabilmek üzere kurban göndermek
vacib kılınmıştır. Fakat, kurbanlık, varacağı yere ulaşıncaya kadar
başlarınızı tıraş etmeyiniz. Y a ni ihramdan çıkmayınız. Bundan dolayı ihsara
uğrayan ihramlı bir kimse, ihramdan çıkmak isterse Harem-i Şerife kolayına gelen bir
kurban gönderir. Gönderdiği kimse ile bir gün kararlaştırır. O gün gelip de
kurbanının kesildiği zannı hasıl olduğu zaman başını tıraş edip ihramdan
çıkabilir. Çünkü kurbanın varacağı yer, "Kâbe'ye ulaşacak bir
kurbanlık." (Maide, 5/95) ifadesinin delaletince Harem'in içidir. Abdullah b.
Mes'ud, İbn Abbas, Atâ, Tavus, Mücâhid, Hasen, İbn Sîrîn bu görüştedirler.
Hanefilerin ve Süfyân-ı Sevrî'nin görüşleri de budur. Fakat İmam Mâlik ve
Şâfiî, ihsara tutulan kimse için kurbanın varacağı yerin, ihsar yeri olduğunu ve
yerine ulaşmasının da o mevkide kesilmesinden ibaret bulunduğunu söylemişlerdir.
Kur'ân'ın zahirine aykırı olan bu m ânâya gitmelerinin sebebi de Hz. Peygamber'in
Hudeybiye ihsarında kurbanını bulunduğu yerde kesmiş olmasıdır. Hudeybiye mevkii
ise Harem'in dışında Hıll kısmındadır. Fakat Hudeybiye'nin bir tarafı Hıll, bir
tarafı Harem'dir. Resulullah'ın konak yeri Hıll' d e, namazgâhı da Harem
tarafındaydı. Yani ihsar yeri, Hudeybiye'nin Mekke altına doğru olan tarafıydı ki
burası Harem bölümündendir. Resulullah'ın kurbanını Harem'de boğazlamış olduğu
da Zühri'den açıkça nakledilmiştir. Bu bakımdan âyetin nassını, zahirini n aksine
yorumlamaya gerek yoktur. Demek ki her iki takdirde kurban kolay gelmezse, kolay gelinceye
veya tavaf edinceye kadar ihsara tutulan kimse, ihramında kalmaya mecbur olacaktır.
Kurbanlık gönderen de yerine ulaşmadan önce tıraş olamayacaktır. Ancak, ihramda
bulunan sizlerden gerek ihsara
tutulmuş ve gerekse tutulmamış herhangi biriniz tıraşa muhtac olacak derecede
hastalanır, yahut başında kehle (bit) ve yara gibi bir eziyeti bulunur da vaktinden
önce başını tıraş ederse, ona da oruç veya sadaka yahut da kurban, bu üç
çeşidin birinden bir fidye vacib olur.
Bunun nüzul sebebi, Ka'b b. Ucre hadisesi olmuştur. Meşhurdur ki Hudeybiye senesi
Resulullah Ka'b b. Ucre'ye uğramış, başının bitlendiğini görmüş, "Galiba
bitlerin sana eziyet veriyor?" diye sormuş. "Evet, ey Allah'ın Resulü"
deyince: "Tıraş ol da üç gün oruç tut veya altı yoksula bir fark hurma
tasadduk et yahut da bir koyun kurban kes." diye emretmişti. Bir fark, üç sa'dır.
Bu hadisin bir rivayetinde altı sa' tabiri vardır ki bu daha uygundur. Nüzul sebebi
ihsar ve kehle (bit) eziyeti olmakla beraber, âyetin mânâsı ihsara tutulan,
tutulmayan, her türlü hastalık ve eziyet hususunda geneldir. Hastalık ve eziyet, baş
tıraşına muhtaç kılabileceği gibi, elbiseye ve koku kullanmaya da ihti y aç
duyurabilir. Bu şekilde hüküm, ihram hâlindeki hac yasaklarının hepsini içine
alarak fidye şartıyla ruhsatı kapsar ki geniş açıklaması fıkıh kitaplarındadır.
Sonra ihsardan emin olduğunuz, yahut güven ve genişlik içinde bulunduğunuz zaman, her
kim h ac zamanına kadar umre ... devamı... (16. sayfa)