1. sayfa -
2. sayfa -
3. sayfa -
4. sayfa -
5. sayfa -
6. sayfa -
7. sayfa -
8. sayfa -
9. sayfa -
10. sayfa -
11. sayfa -
12. sayfa -
13. sayfa -
14. sayfa -
15. sayfa -
16. sayfa -
17. sayfa -
18. sayfa -
19. sayfa -
20. sayfa -
21. sayfa -
22. sayfa -
23. sayfa -
(14. sayfa)
.." âyetinin inişinden sonra böyle bir düşünceye sahip
olan müslüman yoktur ve olamaz. Ancak özür sahipleri başka.
Cenab-ı Allah, bunları, bir kısmı hasta ve yolcu gibi geçici özür, bir kısmı
da gücü tüketen devamlı özür sahibi olmak üzere iki sınıfa ayırmış; birine
kaza, birine de fidye ruhsatını göstermiştir. Bu bakımdan oruç mazereti, önemli
hastalık, uzak yolculuk, devamlı bir zayıflıktır. Bu mazeretler içinde de orucun
zarar vereceği zannedilen hastalıktan başkası, kıyasa aykırı bir izi ndir.
Önemli olmayan ve oruçla zarar değil, tersine menfaat görecek olan hastalıklar
kelimesinin tenvininden hariçtirler.
Oruca gerçekten zararlı olan hastalıklar ise esaslı bir mazeret ölçüsüdür. Bu
bakımdan gebelik, emzirme gibi hastalık hükmünde bulunan özürler, hastalığa
benzemektedir. Fakat yolculuk ve fidye üzerine kıyas cereyan edemez. Bunlar benzersiz
mazeretlerdir.
İşte zor gibi görünen oruç, insanların böyle gizli ve açık ciddi ve meşru
mazeretleri gözetilerek farz kılınan; insanlara hayatın ve insanlığın lezzetini
tattırarak onlara birçok faydalar temin edecek ve ebedi tehlikelerden, fenalıklardan
koruyacak olan eski bir ilâhî farz, dinî bir esastır.
Şimdi Her kim kendi gönlüyle nafile olarak herhangi bir hayır yaparsa ve bu
cümleden olarak fidye vermek lazım geldiği halde fidyeyi yoksul yiyeceğinden daha
fazla verirse yahut hem fidye verir, hem oruç tutarsa, bu kendisi için daha
hayırlıdır. ve zor da olsa oruç
#tutmanız sizin için fidye vermekten veya kazaya bırakmaktan hayırlıdır. Eğer
orucun faziletini bilirseniz böyle yaparsınız. Tutmamak caiz olan zamanlarda bile
tutarsınız.
Şimdi bu sayılı günler hangi günlerdir?
Meâl-i Şerifi
185- O Ramazan ayı ki, insanları irşad için, hak ile batılı ayıracak olan,
hidayet rehberi ve deliller halinde bulunan Kur'ân onda indirildi. Onun için sizden her
kim bu aya şahit olursa onda oruç tutsun. Kim de hasta, yahut yolculukta ise
tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde kaza etsin. Allah size kol a ylık
diler zorluk dilemez. Sayıyı tamamlamanızı, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı
Allah'ı tekbir etmenizi ister. Umulur ki şükredersiniz.
185-ŞEHR: Esasen şöhret kökünden masdar olup bir şeyi açığa çıkarmak
mânâsınadır. denir ki, kılıcı kınından çıkarıp gösterdi, demektir. Nitekim
dilimizde de "silah teşhir etmek" denir. Bu mânâdan alınarak:
1- Gökte görülen aya,
2- Bu ayın görünüp, ışık verir bir hale gelmesi ve nihayet kaybolup, tekrar
doğması suretiyle bir devrinden ibaret olan zaman süresine şehr denmiştir ki,
yirmi dokuzla otuz gün arasında dönüp dolaşır. Gök bilimcileri bunu, "ayın
güneş ile iki kavuşumu arasında geçen süre" diye tarif ederler. Fakat bu tarif,
ilimde ileri gelenlere mahsus olup, halk için şehr kelimesine uygun olan meşhur mânâ,
hilalin iki görünüşü arasındaki süredir. Lügatın yapısı da budur.
3- Hilal nazar-ı itibara alınmayarak sırf gün hesabıyla otuz günlük süreye de
adet olarak şehr denir. Güneş yılının bölümlerinden her birine ay, şehr, mâh
denmesi de bu mânâdan alınmıştır.
Ramazan kelimesinde iki görüş vardır:
1- Mücahid'den rivayet edildiği üzere Allah'ın isimlerinden bir isimdir. Ramazan
ayı demek "Allah'ın ayı" demektir. Bir hadis-i Nebevî olmak üzere şöyle
rivayet edilmiştir: "Ramazan geldi, Ramazan gitti, demeyiniz. Ramazan ayı geldi,
Ramazan ayı gitti, deyiniz. Çünkü Ramazan Allah'ın isimlerinden bir isimdir."
Bununla beraber Beyhakî, bu hadise zayıf demiştir.
2- Receb, Şaban gibi belirli bir ayın ismidir.
Birincisine göre "şehr" dahil olmak üzere: "Ramazan ayı"
terkibinin tamamı bir özel isimdir. İkincisine göre isim yalnız Ramazan olup,
"Şehrü Ramazan" genel olanın, özel olana izafeti cinsinden bir izafet-i
beyâniyedir.
Gerçekten Kamerî aylardan üçü: Şehr-i Ramazan (Ramazan ayı), Şehr-i
Rebiu'l-evvel (Rebîu'l-evvel ayı), Şehr-i Rebîü'l-âhir (Rebîü'l-âhir ayı) şehr
kelimesiyle beraber özel isimdir. Şu kadar ki, kolaylık için "şehr"
kelimesinin söylenmediği zamanlar da vardır.
Ramazan'dan şehr kelimesinin hazfedilmesinin tenzîhen mekruh olduğu İmam
Muhammed'den rivayet edilmiş ise de, kötü bir vehme sebep ve karışıklık olmayacak
yerlerde kolaylık için sadece Ramazan demek mekruh değildir. Nitekim Hadis-i Nebevî'de
de: "Her kim inanarak ve mükafatını Allah'tan bekleyerek Ramazan'da oruç tutarsa,
onun geçmiş günahları bağışlanır." buyurulmuştur. Geri kalan dokuz ayın
isimleri: Muharrem, Safer, Cumadelûlâ, Cumadelâhire, Receb, Şaban, Şevval, Zilkade,
Zilhıcce, Şehr'siz olarak özel isimdir. Yalnız Receb ayının, R a mazan gibi olduğu
da söylenmiştir.
Ramazan isminin türetilmesine gelince, bunda da dört yol zikredilmiştir.
1- İmam Halil'den nakledildiği üzere yaz sonunda güz mevsiminin başında yağıp
yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur mânâsına 'den alınmıştır. Bu yağmurun
yeryüzünü yıkadığı gibi Ramazan ayı da iman edenleri günahlardan yıkayıp
kalblerini temizlediği için bu adla anılmıştır.
2- Çoğunluğun görüşüne göre Ramazan 'dan alınmıştır. Ramaz; güneşin
hararetinin şiddetinden taşların son derece kızmasıdır ki, böyle pek kızgın yere
de Ramdâ denir. Bu bakımdan Ramazan, "Ramdâ"dan yanmak mânâsına fiilinin
masdarıdır. Yani kızgın yerde yalın ayak yürümekle yanmak demektir. Bu mânâda
"Kızgın yerde ayağı yandı." denir.
Baş tarafına "şehr" kelimesi eklenerek "şehrü Ramazan" bu
mübarek aya özel isim yapılmıştır. Çünkü bu ayda açlık, susuzluk hararetinden
ıztırab çekilir. Yahut orucun harareti ile günahlar yakılır.
Bir de deniyor ki, Araplar ayların isimlerini, eski dillerinden değiştirdikleri
zaman, her ayı rastladığı mevsime göre isimlendirmişlerdi. Eski dilde,
"Nâtik" ismiyle anılan bu ay da o sene şiddetli bir sıcağa
rastladığından buna "şehrü Ramazan" adını verdiler.
3- Ezherî'den nakledilen görüştür ki, Ramazan, fiilinden alınmıştır ki,
kılıcın namlusunu veya ok demirini inceltip keskinletmek için iki kaygan taş arasına
koyup döğmektir. Bu aya bu ismin verilmesi de Araplar'ın bu ayda silahlarını bileyip
hazırladıklarından dolayıdır.
4- Ramazan isminin esmâ-i hüsnâ (Allah'ın güzel isimlerin)'dan olduğu sahih ise
Ramazan ayı bizzat bununla isimlendirilmiş ve bunda özellikle Allah'ın rahmeti ile
günahların yanması dikkat nazarına alınmıştır. Bu mânâ ile oruç ayı,
"Allah'ın ayı" olmuştur.
Kısaca Ramazan'ın sözlük mânâsında temizlik, yanmak, keskinlik mânâları
bulunduğu gibi, dinî bakımdan günahların yanması, Allah'a izafe mânâları etken
olmuştur.
Bir hadis-i Nebevî'de: "Başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ateşten
kurtulmaktır." diye anlatılan Ramazan ayının en mübarek gecesi, Kur'ân'ın
inişine de başlangıç olmuştur. Bu âyette de özellikle bu sıfatla
vasıflandırılmıştır.
el-KUR'ÂN, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)'ya özel bir şekilde
indirilip, bize tevatürle nakledilen Allah kelamının adıdır ki, mushafların iki
kapağı arasında yazılıdır.
Bu isimde iki kırâet vardır. İbnü Kesir kırâetinde vakıf ve vasılda, Hamze
kırâetinde yalnız vasılda hemzesiz olarak, diğer kırâetlerde hemze ile okunur.
Hemzelisi, "kırâet"den, hemzesizi "karn" maddesindendir. Hemze ile
yani tilavetle okunan; hemzesizi de parçaları ve mânâsı birbirine yakın, birbirini
tasdik eden ve birbirine uygun olan demektir. İmam Şafiî hazretleri bunun hemzesiz
olarak Tevrat, İncil gibi herhangi bir maddeden türemeyip Allah'ın kitabının ismi
olduğun u söylemiştir.
Katâde ve Atâ yukardaki "sayılı günler"in Ramazan olmayıp, ilk oruç
yani her aydan üç gün veya bunlarla beraber "Aşure" gününden ibaret
bulunduğu görüşüne sahip olmuş ve bunun başlangıçta nafile, sonra farz
kılınmış olmasında ihtilaf etmekle beraber daha sonra bu âyetle Ramazan orucu farz
kılınarak kendisinden öncesinin tamamen neshedilmiş olduğunda ittifak etmişlerdir.
Hz. Muaz'ın görüşünün de bu olduğu söylenmiştir. Bunlara göre Ramazan orucunun
farz oluşunun delili: "Ey iman edenl e r! Oruç size farz kılındı." âyeti
değil, " O Ramazan ayı ki...", "Her kim o aya şahit olursa onda oruç
tutsun..." ilâhî emri olmuş olur.
Fakat âlimlerin çoğunluğuna göre ilk oruç, sünnet ile sabit olmuş ve Ramazan
orucunun farziyeti de yukardaki şekilde "oruç size farz kılındı" âyetiyle
başlamıştır. "sayılı günler"den maksat da Ramazan'dır. "O ramazan
ayı ki..." âyeti de bunu beyandır. O halde mânâ:
Size orucu farz kılınan sayılı günler, O mübarek Ramazan ayıdır ki, âyetleri,
furkan ve hidayetten ibaret deliller, tamamı bütün insanlara hidayet olmak üzere
Kur'ân bu ayda indirildi.
İNZAL, bir defada, TENZİL de parça parça indirmek demektir. Kur'ân yirmi üç
senede parça parça indirilmiş olduğu halde burada Ramazan ayında inzalinin beyan
buyurulması dikkate değer. Bunda üç mânâ vardır:
1- Tefsircilerin çoğundan vârid olan rivayetlere göre Kur'ân Ramazan ayının
kadir gecesi denen mübarek bir gecesinde dünya semasına, Beyt-i Mamur'a bir defada
indirilmiş, sonra yirmi üç senede tedricen, parça parça yeryüzüne indirilmiştir.
Demek ki Kur'ân'ın gerçekleri, yeryüzüne inişinden
önce kâinat âleminde ve yeryüzüne en yakın olan gökte bir Ramazan gecesi toptan
tecelli etmiş ve yeryüzüne inişi onu takib etmiştir.
2- Kur'ân bu ayda inm eye başladı, demektir. "Zikr-i Kül, İrâde-i Cüz"
cinsinden mecaz olmakla birlikte Muhammed b. İshak'tan rivayet edilmiş, zahir gibidir.
Bu durumda Hira mağarasında "Rabbinin adıyla oku!" (Alak, 96/1) âyetinin
inişi Ramazan-ı şerifin kadir gecesine tesadüf etmiştir.
Hira mağarası, Ramazan'ın sıcaklığı, gecenin sıkıntısı, pek büyük bir
ilâhî gelişmenin başlangıcı olmuş ve bundan itibaren Hz. Muhammed'in büyük kadir
ve kıymeti, apaçık âyetler ve açık seçik hak mucizelerle bütün varlık âlemine
açıklanıp ilan buyurulmuştur.
Bunda:
"Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat?"
diyecek gamlı kimselere: "Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım isteyin.
Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153) mânâsı üzere ne
büyük bir müjde vardır! Bu şekilde gönül ehline Allah'ın huzurunda kanlı göz
yaşları döktüren nice ıztırab gecelerinin, pek büyük müjdelere, saadetlere
başlangıç olduğu bir gerçektir. Ne ilâhî hikmettir ki saadet nurları,
gündüzlerin ışıklı alnından çok, gecele r in hüzünlü yüzünden doğar. Çok
gülenler ağlamaya namzed olurken, ağlayanlar hele hak yolunda ağlayanlar da gülmeye
hak kazanırlar.
3- Hakkında bu şekilde Kur'ân indirilmiş bulunan Ramazan ayı demektir. Gerçekten
Kur'ân-ı Kerim'de bu mübarek aydan başka Allah'ın övgüsüne mazhar olarak ismi
açıkça söylenmiş bir ay yoktur. İşte Ramazan ayı, böyle mübarek bir aydır.
Bunun için orucun farz oluşu da bu aya tahsis edilmiştir. Adı geçen sayılı ve
sınırlı günler, işte bunun günleridir. Bu bakımdan siz mümin l erden her kim bu
mübarek ayda şahit ve hazır veya bu mübarek aya şahit olursa bunda oruç tutsun.
Şühûd, esasen "gıyâb" karşılığı huzur demektir ki şehadet ve
müşahede de bu huzur cümlesindendir. Şehrin, zaman süresi olarak bunun mefûlü fihi
veya mef'ûlü bihi olması muhtemeldir. Birincisine göre, bu ayda bilfiil hazır olan
yani vatanında mukim olup yolcu olmayan, demektir. İkincisi de şehri, açık ilim ile
müşahede eden demektir. Zaman ise müşahede edilemeyeceğinden buna şühûd, aklî
bakımdan hazır demek ol a n kesin bilgi veya hilalin görünmesi mânâlarından
birini ifade eder. Bunun da iki mânâya ihtimali vardır:
a) Her kim hilâli görürse tutsun, demektir. Bunda göremeyenler hakkında bir şey
söylenmemiştir.
b) Herhangi biriniz hilali görürse her birin iz tutsun, demektir. Bunda da şühûd
ve şehadet ilmin sebepleri olarak sabit ve muteber bir şahit ile de Ramazan'ın
tutulabilmesi caiz olur.
Buna göre ifadesinin şu mânâlara ihtimali vardır:
1- Sizden her kim Ramazan'da mukim ise onu tutsun.
2- Sizden her kim Ramazan'ı kesin olarak bilirse onu tutsun.
3- Sizden her kim Ramazan'ın hilâlini görürse onu tutsun.
Birinci ve ikinci mânâya göre "şehr" hakikatiyle bütüne sarf edilecek
olursa, vücub tamamında yöneleceğinden Ramazan'da oruç tutmak mümkün olmaz. Halbuki
farz olan budur. Bundan dolayı aya şahit olmak, ayın bir kısmına şahit olmak
mânâsınadır. Bu iki mânâya göre ilmin sebeplerinden söz edilmemiştir. İkinci ve
üçüncüde gelecek yolcu bölümü tahsis edici, birincisinde ise adîl (de nk)dir.
Fahreddin Râzî der ki: "Vâhidî ve Keşşâf sahibi gibi birçok muhakkikler
(kritikçiler) birinci mânâyı almışlardır. Fakat bana göre ikincisi daha evlâdır.
Çünkü haziften uzaktır.." Kısaca burada "hilâli görmek mânâsı"
zaruri değil-dir. O halde ilmin sebepleri söylenmemiştir. Bunu araştırmak lazım
gelecektir.
Bu meselede ilmin sebepleri için ictihada cevaz (izin) var mıdır? Şühûd, (şahid
olmak), hazar (mukîm, seferde olmamak) ile veya aklın huzuru demek olan kesin bilgi ile
tefsir edildiği takdirde, araştırmadan sonra bu konuda başkaca bir nass (dinî delil)
yoksa ilim sebepleri hakkında ictihada cevaz olması lazım gelir. Bunun için bazıları
başka nass yok zannıyla gök bilimi hesaplarıyla da amel olunabileceğini
söylemişlerdir. Fakat selef âlim l erinin çoğunluğuna göre başka nass mevcut
olduğundan bu mesele ictihat konusu değildir. Çünkü bu âyet, bu tefsire göre
herhangi bir şey söylememiş ise de bu konuda kitab ve sünnetten müteaddit nasslar
vardır.
Önce Kitab'dan "Ey Muhammed! Sana hilâll eri soruyorlar. De ki o insanlar için
vakitlerdir." (Bakara, 2/189) âyeti gelecektir. Bu bize kesinlikle gösterir ki,
şer'an vakti tayin eden delil, hilaldir. Hilal ise göreceğimiz üzere görünenin
adıdır. Bundan başka hilâlin nasıl bilineceğini hadis-i ş e rifler göstermiştir.
1- "Ay yirmi dokuzdur. Görmedikçe tutmayın ve görmedikçe yemeyin. Eğer
üzeriniz bulutlanırsa miktarını hesab ediniz." Acaba bu miktarı hesap ne
demektir? Bunu da şu hadisler göstermiştir:
2- "Hilâli görünceye kadar oruç t utmayın. Üzeriniz bulutlanırsa otuz
günü ölçü yapınız."
3- "Hilâl görüldüğü için tutunuz ve görüldüğü için bozunuz. Eğer
sizinle hilalin manzarası arasına bir bulut veya pus girerse otuzu sayınız."
4- "Ramazan'ı göründüğü için tutunuz. Eğer aranıza bir bulut veya sis
girerse, Şaban ayının sayısını otuza tamamlayınız. Ramazan'ı, Şaban'dan bir gün
oruç tutmakla karşılamayınız."
5- "Yani ay kâh otuz ve kâh yirmi dokuz olur. Görürseniz tutunuz, görürseniz
bozunuz. Eğer bulutlu olursa otuzu sayınız."
İşte bunlar ve benzeri sahih hadisler, "Ey Muhammed! Sana hilalleri soruyorlar.
De ki: Onlar vakitlerdir..." (Bakara, 2/189) âyetine uygun olarak "Sizden her
kim o aya şahit olursa onda oruç tutsun." âyetindeki aya şahit olmanın geçerli
şer'î sebeplerini beyan etmişlerdir. Bundan dolayı bu meselede içtihada yer yoktur.
Bu husus gösteriyor ki, şer'an bir hilalden itibaren ayın en yüksek ölçüsü otuz
gündür. Otuzun tamam olduğu bilinince başkaca hiçbir delile ihtiyaç yoktur. Fakat ay
b a zan yirmi dokuz da olur. O zaman delile ihtiyaç vardır. Bu delil, hilalin
görülmesidir. Yani delil getirerek bilmek değil, görerek bilmektir. Görerek bilmek
mümkün olan yerlerde ehlinden buna dayanan şahitliğin de genel olarak geçerli bir
delil olduğunda şüphe yoktur. Nassların araştırılmasına göre, görmeyi duymakla
amel etmek, görmeye dayanan bilgi ile ameldir.
Bundan başka Ey İman edenler!.., her kim..., sizden..
ifadeleriyle oruç hitabı, genel bir hitaptır. Bu gibi şer'î hükümlerde ve
ilâhî hukukta fert üzerine hüküm, toplum üzerine hükümdür. "Bir kişi
üzerine hükmüm, cemaat üzerine hükmümdür." Bunun için herhangi bir mümin
üzerine hilalin görülmesiyle orucun vacib olduğu sabit olunca, delalet yoluyla
diğerlerine de vacib olur. Bu vücûb ve s a bit olma durumu ise ancak o müminin görüp
şahit olmasıyla olur. Bu şehadet, ferdî şekilde ise vücûb yalnız işitenlere
sirayet eder. Yok eğer toplum halinde ise ve bir mahkeme huzurunda sabit ise o zaman da
umûma sirayet eder. O halde sözü şahit olmaktan ş a hitliğe nakledelim:
Oruç, "sırf Allah'ın hakkı", iftar ve bayram, kulların hakkıdır.
Şer'î kaideye göre kul hakkı ile ilgili hususlarda amel, en az iki adil şahide
bağlıdır. Fakat kul hakkı bulunmayan ve yalnız Allah'ın hakkı olup, sırf dinî
mahiyette bulunan hususlarda âdil ve şahidin tek olarak verdiği haberle de amel etmek
caizdir. Buna göre bayram için bir kişinin şahitliği asla kafi gelmez ise de Ramazan
için bunun cevaz ifade edebilmesi mümkündür. Ancak bunun açık bir durumla tekzib
edilmemes i (yalanlanmaması) de şarttır. Açık bir halin tekzib edebileceği habere
sahih haber gözüyle bakılmaz. Bu yüzden Hanefî imamları ittifakla demişlerdir ki,
gökte bir illet bulunduğu, yani hava açık olmadığı zaman Şevval ve Zilhicce için
en az iki âdil şahidi n, Ramazan için yalnız adil bir kişinin şahitliği kabul
edilebilirse de, gökte illet bulunmadığı zamanlar, ihbarlar için, ilim ifade
edebilecek kalabalık bir topluluğun şehadeti lazımdır. Bunun dışındakiler kabul
edilmez. Çünkü ayın yirmi dokuzuncu günü hi l ali araştırmak bütün müminlere
farzdır. Bu bakımdan bunu birçok insanlar layıkiyle arayıp gözettiği ve gökte bir
engel de bulunmadığı halde birkaç kimsenin görüp de diğerlerinin gözleri sağlam
ve engelden uzak bulunmakla beraber görememiş olmaları âdet ol a rak mümkün olmaz.
Bu yüzden, bu halin zahiri, "gördük" diyen birkaç kişinin şahitliğini
yalanlar. Bunların hatasına veya bir hayal görüp, hilal sandığına yahut da aklî
imkanlarına dayanarak yalan söylemiş olduklarına ihtimal verilir.
"Ahkâmü'l-Kur'ân"da d e r ki: "Bu, sahih bir asıldır. Akıllar sahih
olduğuna hükmeder, şeriatin emrinin kuruluşu da bunun üzerinedir. Bunda hata, büyük
zarara sebep olur. Bu yüzden halka şüpheler vererek dinlerini karmakarışık
edebilirler. Bunun için Hanefi imamları, şer'î hüküm l erden bütün insanların
bilmeye ihtiyacı olan hususların sabit olmasının yolu, feyiz alma ve ilmin gereği
olan haberler olabileceğini ve bu gibileri ahad haberle isbatın caiz olmadığını
söylemişlerdir."
Fakat gökte illet bulunduğu zaman böyle görünür halin yalanlanması
olamayacağından Allah'ın hakkı olan Ramazanda bir, kulların hakkı olan bayramlarda
iki âdil kimsenin şahitliğini yalanlamaya da kimsenin hakkı yoktur.
Bundan şu da anlaşılır ki, görünür durumun yalanlanması, müminlerin farzı
yerine getirmek için grup grup hilali aramaya çıktıkları zamandır. Yoksa bu vazife
ihmal edilir de araştırma tek tük birkaç kişiye kalırsa, gökte illet bulunmadığı
halde vazifeyi yerine getirmeyenlerin, getirenleri yalanlamaya hakları kalmaz. Halin
görünüşü, o bi r kaç kişiyi yalanlayıcı olmaz. Müteahhir (sonraki) âlimler, bu
dereceye düştükleri için büyük bir kalabalık şartından vazgeçerek diğer
mezheblerde olduğu gibi mutlak olarak iki âdil şahit ile yetinmeye lüzum
hissetmişlerdir.
Kısaca oruç, herkese farz-ı ayn olduğu için şer'an ayın sabit olma sebebi de
herkes için mümkün olan hilâli görmeye, olmadığı halde otuz gün ölçüsüne
bağlanmıştır. Bu yüzden ayın yirmi dokuzunda hilâli aramak herkese en azından
farz-ı kifaye olarak farzdır.
Gök bilimi hesapları na gelince:
1- Bu hesap üzerine ay genel olarak ne yirmi dokuz, ne de otuzdur. İki kavuşum veya
iki hilâl arasındaki gök bilimi ayı, yirmi dokuzla otuz arasında daima kesirlidir.
Ortalaması ise yirmi dokuz buçuk gün eder. Halbuki oruç, sabit olması için gün
ölçüsüne bağlıdır. Şu halde gök bilimi hesabı, esas ölçüden hariçtir.
2- Gökbilimi hesabı ile hilâli bilmek, görmeye dayanan bir ilim değil, delil
göstermeye dayanan bir ilimdir. Bu bakımdan delil gösterme yerlerinde geçerli olsa da,
görme mevk iinde olamaz.
3- Bu delile dayanan ilim, fen ehli olan ileri gelenlere mahsustur. Bu esas
alındığı takdirde halk taklide zorlanmış, oruç farzlarını eda için ibadetinde
mutlaka ileri gelenlerin aracı olmasına mecbur kılınmış ve görerek bilme zevkinden
mahrum edilmiş olur.
Böyle olmaması içih hilâl hesabını anlayacak kadar gök bilimi tahsilinin de
müslümanların hepsine farz-ı ayın kılınması lazım gelir ki, bu da umumi olan
İslâm dininin kolaylık esasına aykırı bir teklif olur.
4- Ay ve güneşin bir araya gelmesi, gizli ve izafi işlerdendir. Bunun açık delili,
ayın görülmesidir. Şer'an gizli işlerde bir şeyin delili, o şeyin yerine
konulacağından, görmeye itibarın zaruri olması lazım gelir. Halbuki hesap esas
alındığı
takdirde ölçünün, hilalin gör ülmesine değil, kavuşumun meydana gelip,
bitmesine bağlı olması lazım gelir. Bu bakımdan hesap açısından hilalin
görülmesine itibar etmenin ne fen açısından, ne de din açısından bir mânâsı
olmaz. Bu gibi hikmetlere dayanarak, gökbilimi hesabına itibar hak k ında bir nass
varid olmamıştır.
Bu da fennin mutlak kıymetsizliğinden değil, belki oruç konusu nokta-i nazarından
genel olamayacağı içindir. Gök bilimi tahsili, herkese farz kılınacak ilk derecedeki
tahsillerden olamayacağı için buna karşılık senenin bazı mukaddes günlerinde
müslümanlara hilâli aramayı öğretecek rasathaneler yaparak herkesin bu zevkleri
tatması için teşviklerde bulunmak, elbette daha güzeldir.
Görülüyor ki muteber olan haber, görmeye dayanan bilgiyi nakil demek olan ve
zahiren tek zib edilemeyecek bulunan adil kimsenin şahitliğidir. Yoksa hiç kimse
şüphe etmez ki, para için din ve vicdanını satıp, yalan yere şahitlik edebilecek
birkaç fasıkın ihbarına itimat etmektense hesapla amel etmek daha evladır.
Peygamberimiz, Şaban'ın son günü orucu ile Ramazan karşılamayı da yasakladığı
için, Şaban olduğu bilinen bir günde yalan bir haber ile oruç tutmak veya Ramazan
olan bir günde yalan bir haber ile bayram yapmak da günah olacağından bu konuda
ihtiyat lazımdır. Bundan dolayı büyük b i r çoğunluğun şahitliği bulunmadığı
zaman dinlenecek şahitler hakkında gök bilimi hesabını, halin zahiri gibi muteber
tutmak, zamanımızın durumuna uygun olacaktır. Müslümanlar, her halde hilâli arama
farîzasını unutmamalıdırlar.
Özetle orucun vücubunun sebebi, hilâli görmektir. Daha doğrusu ayın bir
bölümünü görmektir. Yirmi dokuzda hilali görmekle, bu olmadığı takdirde otuza
tamamlamakla hazar halinde Ramazan ayına girmiş olan her mükellef mümine bu ayda oruç
tutmak farzdır.
Her kim mühim ce hasta, yahut bir yolculuk üzerinde ise, bunların orucu da
Ramazan'dan başka günlerden tutamadıkları günler sayısıncadır.
Yani bunlara Ramazan'da ruhsat vardır, tutmayabilirler. Tutmazlarsa diğer günler
adedi adedine kaza etmeye borçludurlar. Kaza ettikleri takdirde günahkâr olmazlar.
Fakat mukim ve sağlıklı olanlara bu ruhsat yoktur. Onlar kazaya bırakırlarsa, farzı
terk etmekle günahkâr olurlar. Bilerek bozdukları takdirde kazadan başka keffaret de
lazım gelir. İşte yazılmış orucun sayılı günl eri, Ramazan
ayı ile beyan ve farziyeti kesinlikle te'kid edildikten sonra mazeretlerin itibardan
düştüğü zannedilmemesi için hastalık ve yolculuk mazeret ve ruhsatları da tekrar
zikredilmiştir.
Bu tekrar dolayısıyla, yukardaki âyetlerin Ramazan orucu hakkında olmadığı ve
olsa bile, ilk duruma ait olan muhayyer vücub hakkında olup bu kesin ifade ile
neshedilmiş bulundukları ve bu yüzden, "Ona dayanıp kalanlara bir fidye
gerekir." fıkrasının tekrar edilmediği cihetle tamamen neshedilmiş olduğu,
"itâka" yı güç yetmek ile tefsir eden birçok müfessirler tarafından
ortaya atılmıştır.
Fakat burada "itâka"nın mânâsı, zor dayanmak olup, bunun neshedilmediği
ve en azından çok yaşlı ve iyileşme ümidi kalmayan hasta haklarında neshedilmediği
sabittir. Şâfiî'ye göre gebe ve emzikli kadına da şamil ve hatta çok yaşlı olana
fidyeyi vacib görmeyen İmam Mâlik'e göre bu nass, kaza borcu olup da gücü yeterken
senesi içinde kaza etmeyenler hakkında sabit olduğu yukarda izah edilmişti. Burada
tekrar edilmemesi, neshed i ldiğinden değil edaya mahsus geçici mazeret olan hastalık
ve yolculuğun zikri ile eda ve kazayı içine alan, devamlı mazeret olan güç
zayıflığının daha evla bir yolla sabit olduğunun anlaşılmasından dolayıdır.
Bu noktayı şu da kuvvetlendirir: Allah böyle orucu farz kılmakla sizi zora,
sıkıntıya sokmak istemez, tersine size kolaylık vermek ister.
Hastalık ve yolculukta ise bazen zorluk olabilir. Bunun kolaylığı da yemeye
ruhsattır.
Buna göre zararı gerektiren ve zorluk olacak mazeretler hakkında ruhsatlar
vermiştir. Bu hikmetten dolayıdır ki, oruca niyet edip de oruçlu olduğunu unutarak
yiyip içen veya karı koca ilişkisinde bulunan kimsenin orucunun bozulmayacağı nebevî
hadiste beyan buyurulmuş ve buna "Allah'ın ziyafeti" denmiştir.
Yine bu kolaylık esasından dolayı bunama, delilik gibi teklife engel bir hali
bulunmayan ve az çok genel hitapla mükellefler arasında dahil bulunan; aklı başında,
fakat edâ olsun kaza olsun oruca zor dayanabilecek, oruç bütün gücünü tüketip
zarar verecek olan ve normalde günden güne yıpranıp kötüye giden çok yaşlı
erkekler ve kadınlar, aynı şekilde genç olduğu halde iyileşmesi ümitsiz bir müzmin
hastalıktan dolayı ihtiyarlar gibi güçsüz bulunan zayıflar hakkında da
malî kudretleri bulunmak şartıyla yukardaki fidye ruhsatı haydi haydi sabittir.
Çünkü bunlar için kaza da bir zorluk alacağından kolaylık fidye şeklindedir.
Kısaca Cenab-ı Allah, zor gibi görünen orucu farz kılmakla esasen mümin
kullarını hayat mücadelesine, zorluktan kurtarıp, kolaylığa ve rahatlığa
kavuşturmayı dilemiştir. Oruçla kolay kolay nefisle cihad etmeye alışılacak,
lüzumunda sabır yolları öğrenilecek, hayatın zorlukları yenilecek, ahiret saadetine
erişilecektir.
Fakat böyle zorlukları, kolaylığa çevirecek olan oruç; hastalık, yolculuk ve
ihtiyarlık gibi bazı durumlarda kolay olmaz da zor olabilir. İşte o zaman da kaza veya
fidye kolaylığı ve ruhsatı meşru kılınmıştır. Hatta zahirîler, bu âyetlerin
zahirine bakarak yolculukta dört rekatlı namazları iki rekat kılmak gibi, orucu yemen
i n vacib olduğunu bile söylemişler, yolcu olana başka günlerde oruç tutmak
farzdır, demişlerdir. "Yolculukta oruç tutmak iyilikten değildir." hadisini
de delil getirmişlerdir. Ebu Hüreyre (r.a.) de buna dayanarak "Yolculukta oruç
tutana yine kaza lazım g elir." demiştir. Fakat bundan başka bütün sahabe,
tâbiîn ve fıkıh âlimleri yolculukta orucun namaz gibi olmayıp, caiz olduğunda ve
tutarsa kaza lazım gelmeyeceğinde ittifak halindedirler. Bu konuda Ebu Hüreyre
şâzdır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in yolculukta oruç tuttuğu, müstefîz
haberle sabittir.
Ebu Saîd el-Hudrî, Enes b. Malik, Cabir b. Abdullah, Ebu'd-Derdâ, Seleme b.
Muhabbık ve İbnü Abbas (r.anhüm) yolculukta Peygamberimiz'in oruç tuttuğunu rivayet
etmişlerdir. Bundan başka Hamze b. Amr el-Eslemî (r.a.) Resulullah'a: "Ben
yolculukta oruç tutarım." dediği zaman Peygamber efendimiz'in: "Dilersen
oruç tut, dilersen ye." buyurduğu da sabittir. Adı geçen Hamze, Urve b. Zübeyr
ve Ebu Meravih ikamet halinde ve yolculukta dehir (sene) orucu t utarlardı.
Bu âyetlerde ise hasta ve yolcuya orucu yemenin vacib olduğuna dair bir işaret
yoktur. Bu bakımdan "Yolculukta oruç tutmak iyilikten değildir." hadisi de
bazı özel durumlara mahsustur. Nitekim Mekke'nin fethi yılında Peygamber'le ashab,
Ramazan'da oruç tutmuşlardı. Sonra Resûlullah (s.a.v.): "Düşmanınıza
yaklaştınız, yemek sizin için daha kuvvetlidir. O halde iftar
ediniz." buyurdu. Ebu Saîd el-Hudrî: "Vallahi ben bu emirden önce
görüyordum ki Resûlullah ile beraber tutuyordum." demiştir.
Bu sefer, Ramazan'ın onu geçtikten sonra vâki olmuş ve yeme emri "Usfan"
ile "Emeç" arasında "Kadîd" denen yerde verilmiştir. Demek ki,
"iyilikten değildir..." hadisi bu gibi özel sebeplere mahsustur. Bundan
dolayı yolculukta oruç yasak değil, belki "Oruç tutmanız sizin için daha
hayırlıdır." mutlak ifadesiyle daha faziletlidir bile.
Hz. Enes de: "Biz "her kim hasta veya yolculukta olursa..." âyeti nazil
olduğu vakit yolculuklarımızda aç acına gider ve konakladığımız zaman da
karnımız doymazdı. Fakat bugün tok olarak gidiyoruz ve tok olarak konaklıyoruz."
demiş ve uşağına yolculukta orucu emretmişti.
Cenab-ı Allah'ın bu ruhsatı, kolaylaştırmak içindir. Yolculuktaki namaz gibi
azimet mânâsında değildir. Hasta için yemenin vacib olmadığı üzerinde ittifak
edilmişken zahirîlerin yolculukta yemeyi vacib saymaları doğru olamaz. Zaman olur ki,
hasta ve yolcu için, vaktinde herkesle beraber eda olarak tutmak, daha sonra yalnız
başına kaza olarak tutmaktan daha zor olabilir. Bu da kolaylık dileğine aykırı olur.
Kısaca Allah, kolaylık ister. Bir de: Ayın günlerinin sayısına göre eda veya
kaza olarak orucun sayısını tamam etmenizi, -Âsım'dan Ebu Bekir Şube rivayeti ve
Yakub kırâetinde "kâf"ın fethası ve "mim"in teşdidi ile
okunduğuna göre: sayıyı tamamlamanızı, ve size hidayet etmesine veya hidayet
ettiğine hamd ederek Allah'a tekbir ve tazî-minizi, ve sizin gibi müminlerden beklenen
şükrünüzü ister.
Bu bağlamaya göre tamamlamanızı, tamamlamanızı ister demektir ki,
"lâm"lar tâ'lil olmayıp, "sizi temizlemek ister" (Maide, 5/6)
"Söndürmek istiyorlar" (Saff, 61/8) âyetlerindeki "lâm"lar
gibidir. Fakat "lâm"ları talile yorarak âyetin sonunda "Allah bütün
bunları böyle meşru kıldı." ifadesinin takdir edilmesi,ince ve hoş bir l e ff
ü neşri içine almakla daha beliğ olduğunu Keşşâf sahibi beyan eder.
Bu durumda mânâ :"Allah kolaylık ister,zorluk istemez.Sayıyı tamamlamanız
için,Allah'ın size hidayetine hamdederek kendini tekbir ve tazim etmeniz için ve birde
şükredesiniz diyedir ki,Cenab-ı Allah bütün bunları,böyle meşru
kıldı." ifadesinin takdir edilmesi, ince ve hoş bir leff ü neşri içine
almakla daha beliğ olduğunu Keşşâf sahibi beyan eder. (2)
Bu durumda mânâ: "Allah kolaylık ister, zorluk istemez. Sayıyı tamamlamanız
için, Allah'ın size hidayetine hamdederek kendini tekbir ve tazim etmeniz için ve bir
de şükredesiniz diyedir ki, Cenab-ı Allah bütün bunları, böyle meşru
kıldı." Yani şahide ayın orucunu, hasta ve yolcuya yemenin mübah oluşunu ve
yedikleri takdirde aynı s ayıyı gözeterek kazayı meşru kıldı. Sayıyı tamamlamak,
sayıyı gözetmenin; tekbir, öğrettiği kaza şekli ve fıtır sorumluluğundan
çıkışın; şükür de ruhsat ve kolaylığın illeti olur. Her iki mânâya göre
Ramazan orucunun günlerin sayısı ile tamamen tutulması v e bayram ayı görülmedikçe
otuzun tamamlanması, Allah'ın isteğidir.
Kazada sayıyı gözetmenin istenmiş olması, edada sayıyı tamamlamanın istenmiş
olmasından dolayıdır ve kazanın vücub sebebinin, edanın vücub sebebinden ibaret
bulunmasından kaynaklanmaktadır. Sayı, her günün kendi orucuna sebep ve ölçü
olduğunu gösterir. O halde ayın görülmesi, icmâlî sebeb olmakla beraber tafsilî
sebeb, günlerdir. Bunun için oruç, ilk önce sayılı günler olmak üzere farz
kılınmış, ay, bunun beyanı olmuştur. "sayıyı tam a mlamanız için..."
sözü, 'ay'ı günlerin sayısına bağlamıştır. Bundan dolayı Ramazan'da birkaç
oruç yiyen kimsenin, bütün ayı kaza etmesi gerekmez.
Yukarıda "sayılı günler", sonuçta "sayıyı tamamlamanız
için" denilmeyip de sadece "ayı tamamlamanız için..." denilseydi böyle
olması lazım gelirdi. Hatta gecesiyle, gündüzüyle bütün ayın bir oruç olması
gerekirdi. Demek ki, Ramazan'ın içinde mükellefiyetin değişmesi, muteberdir.
Ortasında büluğa erenler sorumlu olduğu gibi, sorumluluk şartlarını kaybeden l
erden de düşer. Yine aynı şekilde Ramazan'ın başında ikamet halinde olan bir kimse,
Ramazan içinde yolculuğa çıkarsa yine ruhsata kavuşur. Ancak oruçlu olarak
çıktığı günü, bu ruhsata dahil olmaz. Çünkü "veya bir yolculuk üzerinde
olursa..." buyurulmuştu r. Sayı da gün üzerine kurulmuştur.
Vücûb sebebi, yalnız başından ayın görülmesi olsaydı, bunlar caiz olmazdı.
Bununla beraber başından tamamına bir niyetle de oruç sahih olabilir. Çünkü ayın
görülmesi, icmâlî bir sebeptir.
ALLAH'I TEKBİR (Allah'ı Ululama): Esasen Allah'ı tazîm ve saygı demektir ki, üç
mânâ ile olur:
a) Akd-i kalb (kalbin bağlanması),
b) Söz,
c) Amel.
a) Akd-i Kalb (kalbin bağlanması) Allah'ın birliğine, adaletine itikatla marifetin
sağlamlığı ve şüphelerin yok oluşudur.
b) Söz, Allah'ın yüce sıfatlarını ve güzel isimlerini ikrardır.
c) Amel de namaz, oruç ve diğer farzlar ve şer'an caiz görülmüş şeyler gibi
kulluk amelleriyle ibadet etmektir.
Bu söz ve amelin makbul olması da, kalbin itikadına yani imana bağlıdır.
Çünkü: "Her kim mümin olarak ahireti ister ve onun için çalışmasını da
yaparsa, işte onların çalışmaları makbul olur." (İsrâ, 17/19) âyetinde
çalışmanın makbul oluşu, mümin olmak durumuyla kayıtlanmıştır.
İtikat ve iman oruca mahsus olmayıp, her ibadette geçerli olduğu ve diğer
ibadetler, çeşitli sebeplere bağlı olup Ramazan orucuna dayalı bulunmadığı cihetle
bu âyete uygun olan mânâ, bu tekbirin, Ramazan'ın sayısını tamamlamaya bağlı
olarak bayrama işaret olması ve buna layık o lan da tekbir lafzının açıkça
söylenmesidir. Tekbir lafzı, "Allahü Ekber" demektir. Bunun en mükemmel bir
şekli de tehlil ve hamdi de içine alan: 'dir ki "tekbir" adıyla
bilinmektedir.
Bu âyette tekbirin ile sılalanma (ulanma)sı da hamd mânâsının kapsamına dayalı
olduğundan buna pek uygundur.
Bu tekbirin ise, insanın Şevval hilalini gördüğü zaman kendi içinden yapacağı
tekbir olması caiz olduğu gibi, selef âlimlerinden birçoğunun anladığı şekilde
bayram namazına çıkarken yapılan tekbir veyahut bayram namazının tekbirleri olması
da caizdir. Yani her biri muhtemeldir. Bunlardan birine özel bir delalet yoktur. Bu
bakımdan bunların biri, âyet ile vacibdir, denilemez. Açık veya gizli olması
vacibdir, hiç denilemez.
İbnü Abbas hazretlerinden rivayet ediliyor ki: "Müslümanlar, Şevval hilâline
baktıklarında bayramlarını bitirinceye kadar tekbir almaları, üzerlerine haktır.
Çünkü "sayıyı tamamlamanız için ve size hidayet etmesi üzerine Allah'ı
tekbir etmeniz için..." buyurulmuştur."
Hz. Ali, Ebu Katâde, İbnü Ömer, Saîd b. Müseyyeb, Urve, Kasım, Harice b. Zeyd,
Nâfi b. Cübeyr b. Mut'ım ve diğer ashab-ı kiramdan rivayet edilmiştir ki, bayram
günü musallaya (bayram namazgahına) çıktıkları vakit tekbir alırlardı.
Ebu Bekr Râzî "Ahkâmü'l-Kur'â n"da bunları nakl ederken derki:
"İbnü Abbas'ın azadlısı Şu'be şöyle demiştir: "Ben İbnü Abbas'ı
musallaya (cemaatle namaz
kılınan yere) yedip götürürdüm. İnsanların tekbir aldığını işitir;
"İnsanlara ne oluyor? İmam tekbir mi aldı?" derdi. Ben: "Hayır!"
derdim. O da: "İnsanlar deli midirler?" derdi.
Bundan anlaşılıyor ki, İbnü Abbas musalla yolunda tekbiri hoş görmemiştir. Bu,
delalet eder ki, O'na göre âyetteki tekbirden maksat, imamın hutbede aldığı o
tekbirdir ki, insanlar da beraber alabilirler. Hilal tekbiri rivayetinde de açıkça
söylemenin vacib olduğuna dair bir delalet yoktur.
Bu delillerin özü olmak üzere Hanefî mezhebinde tercih edilen şudur ki, bu
tekbirlerin hiç biri vacib değildir. Bayram hilalini görünce gizlice genel
mânâsıyla tekbir müstehabtır. Peygamber (s.a.v.)'den ve sadr-ı evvelden (ilk asır
müslümanlarından) rivayet edildiği için bayramlarda musallaya giderken ise tekbir
sünnettir. Ancak Ramazan bayramında gizlice ve kurban bayramında açıktan almak
müstehabdır.
Âyetteki tekbir, mutlak olduğu için bütün bunları kapsamına alırsa da hepsinin
vacib olduğunu ifade etmez. Nihayet bayramın gelişi ile mutlak bir tekbirin vacib
olduğunu ifade ederse, o da bayram namazı ve ondaki tekbirler olabilir. Şu halde
mânânın özü: "Ramazan'ı tamamlayıp, tekbir alarak bayram namazını
kılınız." demek olur. "Gerek ki şükredersiniz" ifadesi de bayram
sevincini ve bayramın bir şükran tarzı ile yapılması hususuna özel bir işareti
içerir. Bu şekilde oruç farizasının ta yukarıdaki "yiyiniz.. ve şü k
rediniz" (Bakara, 2/172) emirlerine uygunluğu ne kadar anlamlı olmuştur. Bu
cümlelerle, bu âyette Cebriye mezhebini iptal edecek deliller vardır.
Rivayet edildiğine göre Arabinin birisi, Resûlullah (s.a.v.)'e: "Rabbimiz
yakın mıdır, gizlece münacat mı edelim? Yoksa uzak mıdır, bağıralım
mı?"(2) diye sormuştu. Bu sebeple Cenab-ı Allah, tekbir ve şükrana layık olan
ilâhî zatını tarif edip vasıflandırarak, duanın oruçla kuvvetli ilgisini anlatmak
ve hükümlerinin icrasına riayet edilmesini emretmek için, hitabı değiştirmekle
Resulüne buyurmuştur ki:
Meâl-i Şerifi
186- Şayet kullarım, sana benden sordularsa, gerçekten ben çok yakınımdır. Bana
dua edince, duacının duasını kabul ederim. O halde onlar da benim davetime koşsunlar
ve bana hakkıyla iman etsinler ki, doğru yola gidebilsinler.
186-*} Kullarım, sana benden sorduklarında cevabı şudur: Ben, gerçekten yakınım,
yani bana dua ettiği vakit, dua edenin duasını kabul ederim, onu her halde bir cevab
ile karşılarım. Demek ki, Allah'ın yakınlığının mânâsı, bu şekilde çabucak
kabul etmektir. Yer yakınlığı, cihet yakınlığı demek değildir.
Allah'ın zatının bu şekilde vasıflandırılmasında ve tarifinde:
1- Kâinatın yaratıcısı olan Hak Teâlâ'yı bilmez, işitmez, kör, sağır bir
kuvvet farz ederek namaz, oruç, dua gibi ibadetleri, müracaatları faydasız, lüzumsuz
gibi zanneden cahil tabiatçıları, yine kaderin başlangıcı olan Allah'ın ilmini,
kazanın başlangıcı olan Allah'ın iradesini de bir kadere tabi tutarak Allah'ın
seçip dilemesin i inkâr eden icabiye mezhebini şiddetli bir şekilde red vardır.
Yaratıcı kudreti inkar etmek, sırf cahillik olduğu gibi, hakkın ilminin
yaratıcılığını inkar etmek de aynı şekilde sadece bilgisizliktir.
2- Allah'ı zor bilir, zor işitir gibi zannedip de dua ve ibadetinde bağırıp
çağıranlara, gürültü, patırtı edenlere red vardır. Nitekim bu âyetin iniş
sebepleri arasında rivayet edilmiştir ki: Bir savaşta ashab-ı kiram, seslerini
yükselterek tekbir, tehlil, dua ediyorlardı. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz "S i z
sağıra veya gaibe dua etmiyorsunuz. Her halde işiten ve yakın olan birine dua
ediyorsunuz." buyurmuştu. Yukarda zikredilen nüzul sebebinden de anlaşıldığı
üzere bu âyet, Allah'ı uzak zannedip de dualarında bağıranları ve icabiyeyi
reddetmesi, bunun gereği olarak haydi haydi sabittir. Bunun için duanın şartlarından
biri de alçak gönüllülük ve boyun eğmektir. Zira insanlar, Allah'tan uzak olsalar da
"Allah yakın"dır. Bize şah damarımızdan daha yakındır. "Biz o
insana, şah damarından daha yakınız." (Kâf, 50/16) âyeti bunu
açıklamaktadır. Hatta bize, bizden çok yakındır.
İmam Fahreddin Râzî der ki: "Bu "Ben yakınım" ilâhî sözünde
aklî bir sır vardır. Şöyle ki: Mümkün olan şeylerin mahiyetlerinin,
varlıklarıyla vasıflandırılması, ancak Allah'ın var etmesiyledir. Bundan dolayı
Allah'ın icadı, mümkün olan şeylerin mahiyetleriyle varlıkları arasına girmiş
gibidir. Bu yüzden Allah Teâlâ, her mümkünün mahiyetine o mahiyetin varlığından
daha yakındır. Hatta bu konuda daha yüksek bir kelam vardır: "Yaratıcı, o yüce
zattır ki, mümkün olan şeylerin mahiyetlerinin mevcud olması O'nun içindir. Bu
böyle olduğu gibi cevherin cevher, karaltının karaltı, aklın akıl, nefsin nefis
olması da O'nun içindir. Mahiyetlerin var olması O'nun tesir ve yaratmasıyla olduğu
gibi, her mahiyetin, o mahiyet olması da O'nun tesir ve yaratmasıyladır. İşte bu
bakımdan Allah Teâlâ her mahiyete kendinden daha yakındır.."
Râzî'nin birinci ifadesi, mahiyetlerin yaratılmamış olmasına, ikinci ifadesi de
yaratılmış olmasına göredir. Bunda varlıkla mahiyetin farkı yoktur. Felsefeciler ve
tasavvufçular, birincisini; kelamcılar, ikincisini kabul etmektedirler. Birincisinde
ilmin iradeye; ikincisinde iradenin ilme itibarla bir önceliği var demektir. Çünkü
Allah'ın sıfatları zatı ile (ma'î) b eraber olmakla birlikte nisbî açıdan bir ilgi
bulunabilir.
Şunda hiç şüphe yoktur ki, Allah Teâlâ, bütün zarurilerin zarurisidir. Mümkün
olan şeylerin varlıkla vasıflandırılmasının zaruri olmadığı herkesçe kabul
edilmektedir. Fakat isterse mümkün olsun herhangi bir şeyin, kendi ile yorumlanması o
şeyin, o şey olmakla vasıflandırılması, zarurî şeylerin en kuvvetlisi görünür.
Bunun bizzat bir zaruret olduğunda da şüphe yoktur. Bunun içindir ki mahiyetler, o
mahiyetler olmak mânâsına yaratılmamış zanned i lmiştir. Fakat bunun zat için ve
zattan dolayı bir zaruret olduğu iddia edilemez. Böyle bir iddia, bi zatihî (zatı
ile) ve li zatihî (zatı için) zaruret başlangıcının, zatı için varlığı vacib
olanın müteaddid (birden fazla) olduğunu söylemektir. Halbuki b i zatihî (zatı ile)
ve li zatihî (zatı için) sebeplerin sebebi birdir, o da Allah Teâlâ'dır. Allah'ın
varlığını ispat eden illiyet (sebeplilik, nedensellik) kanunu gereğince ilk sebep
olan hakkın zatı üzerinde bir kader farz etmeyi gerektirecek yaratılmamış, ezelî
mahiyetlerden bahsetmek, aynı şekilde Allah'ın zatı üzerinde ifade icab edecek bir
başlangıç olmak, icabiyenin ilimde dayandıkları illiyet kanununa dönüp bozmak
demektir. Hakikatte her şeyin, o şey; bir mümkün mahiyetin, o mahiyet olması
hakkındak i zaruri hüküm, hakkın zatının, zatı ile ve zatı için vacib olduğu
düşüncesine bağlı bir zarurettir.
Önce zatı için hakkın vacib oluşu düşünülmemiş olsaydı, "insan
insandır", hükmü zaruri olarak kabul edilemezdi. Bu şekilde her işin aslının
tasdiki, vacibin tasdikine bağlıdır. Bundan dolayı bütün vaciblerin, zaruretlerin
kaynağı Cenab-ı Hak'tır. Mümkün olan şeylerin varlıkları, vacib olan varlıktan
istifade etmiş olduğu gibi, bütün işler ve mümkünlerin mahiyetleri de hakkın
varlığından alınmıştır. Alla h 'sız varlık olamayacağı gibi, Allah'sız mantık
da olamaz.
Bu bakımdan Allah'ın, bu âyet gereğince yakın olduğunda şüphe olmadığı gibi
"biz daha yakınız." (Kâf, 50/16) âyeti gereğince, bize bizden daha yakın
olduğunda da aklen ve naklen tereddüt edilmemesi lazım gelir. Biz kendimizin ve
başkalarının arzu ve temennilerini duyup, bilebiliyor ve onlara işittiğimiz zaman
cevap da verebiliyorsak, bize bizden daha yakın olan Allah Teâlâ'nın dualarımızı,
yalvarmalarımızı daha önce işiteceğine iman etmek ka ç ınılmaz olur.
Bu bakımdan Allah'ın, bu âyet gereğince yakın olduğunda şüphe olmadığı gibi
"biz daha yakınız." (Kâf, 50/16) âyeti gereğince, bize bizden daha yakın
olduğunda da aklen ve naklen tereddüt edilmemesi lazım gelir. Biz kendimizin ve
başkalarının arzu ve temennilerini duyup, bilebiliyor ve onlara işittiğimiz zaman
cevap da verebiliyorsak, bize bizden daha yakın olan Allah Teâlâ'nın dualarımızı,
yalvarmalarımızı daha önce işiteceğine iman etmek kaçınılmaz olur.
Bakara Sûresi
(Devam ı)
DUA: Esasen davet gibi çağırmak mânâsına masdardır. Sonra küçükten büyüğe,
aşağıdan yukarıya meydana gelen talep ve niyaz mânâsına âdet olmuş ve isim olarak
da kullanılmıştır ki dua dinledim, dua okudum denir. Duanın hakikati, kulun, şanı
yüce olan Rabbinden mütevazi bir şekilde medet, ihtimam ve yardım dilemesidir.
İlimden dem vuran bazı cahiller, duayı faydasız bir şey zannetmişlerdir.
Bunların başında yaratıcı kudreti, bir kör kuvvet zanneden kör kuvvetçiler
vardır. Fakat bunlardan başka "icab" veya "cebir" nazariyelerine
saplananlardan da bu konuda birtakım şüpheler ileri sürmeye kalkışanlar olmuştur.
Şöyle ki:
1- Dua ile istenen, Allah yanında ya olacağı bilinmektedir veya bilinmemektedir;
olacağı bilinmekteyse, olması vacibdir, duaya hacet yoktur. Olacağı bilinmemekteyse
olması imkansızdır, yine duaya hacet yoktur.
2) Bu âlemdeki bütün olayların, ezelî olan bir müessir (etken)e dayandığında
şüphe yoktur. O halde bu ezelî etkenin, ezelde varlığını gerekli kıldığı şeyin
olması vacibdir. Gerekli kılmadığının da olması imkansızdır. Bunlar ezelde sabit
ve takdir edilmiş olunca duanın da elbette tesiri olamaz. Bu nokta değişik deyişlerle
de ifade edilir.
Derler ki kaderler, geçmiş; kazalar yakındır. Dualar bunu ne artırır, ne de
eksiltir. O halde duanın faydası ne?
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bile: "Allah kaderleri, halkı yaratmadan şu kadar
ve şu kadar sene önce takdir etti." Yine: "Olacak şeylerde kalem
kurudu." buyurmamış mıydı? "Dört şeyden ferağat hasıl olmuş, onlar
bitirilmiştir; ömür, rızık, yaratma ve huy." hadisi de rivayet edilmiş değil
midir? O halde duadan ne fayda?
3- Allah, gaybları bilmektedir. Gözlerin hain bakışını, kalblerin gizli tuttuğu
niyetleri bilir. O halde duaya ne hacet? Cebrail (a.s.) bile bu meâldeki kelâm ile ihlas
ve kulluğun en yüksek derecesine ermiş, Hz. İbrahim ateşe atılırken: "Bana o
kimse yeter ki isteğim, O'nun, hâlimi bilmesidir." demekle dostluk makamını
kazanmıştır diyorlar. Aklî deliller ve sahih hadislerle sabit olduğuna g öre, doğru
kimselerin makamlarının en yükseği, Allah'ın kazasına razı olmak değil mi? Dua ise
nefsin isteğini, Allah'ın isteğine tercih ve insanlık hissesini talep ve aramak demek
olduğuna göre buna ters olmaz mı?
Fâtiha sûresinde açıklandığı üzere bir kudsî hadiste: "Her kimi, benden
istemekten benim zikrim meşgul ederse, ben ona, isteyenlere verdiğim şeyin en
üstününü veririm." buyurulmamış mıdır? Bundan dolayı duayı terk etmenin
daha evla olduğu bu yönleriyle sabit olmaz mı demeye kadar varanlar olmuştur. Bunlara
karşı aklı başında olanların ve âlimlerin büyük çoğunluğu, duanın, kulluk
makamlarının en önemlisi olduğunda şüphe etmemişlerdir. Bu hususta aklî ve naklî
pek çok deliller vardır:
1- Görülüyor ki yukardaki şüphelerin başı, kader meselesinden "cebir"
ve "icab"a dayanmaktadır. Halbuki bununla duayı inkara kalkışmak çelişki
olur. Çünkü bu durumda insanın dua etmesi ve duaya iman etmesi, ezelde olacağı
bilinen bir şey ise, o dua her halde yapılacaktır. Buna şüphe atarak iptale
çalışmak, c ebir ve kaderden bahsetmek mânâsızdır. Eğer olmayacağı biliniyorsa
inkara kalkışmaya hacet yoktur. Dua zaten yapılmayacaktır. Ezelde duaya bağlı olarak
takdir edilen taleblerin de her halde dua şartıyla olacağının bilinmiş olması
lazım gelir.
Meselâ y emek yemek şartıyla doyması takdir edilmiş olanın, istemek ve azmetmek
şartıyla muvaffak olacağı takdir edilmiş olanın doyması, muvaffak olması, yemeye,
istemeye ve azme bağlı olduğu gibi, dua da öyledir.
Bundan dolayı birinci ve ikinci şüphelerde mutlak olmak üzere yapılan tekrar etme
eksiktir. Taleb ile, dua ile kayıtlı olarak, olacağı bilinen takdirler vardır.
2- Cenab-ı Allah her şeyden öncedir. Bu mânâ iyi düşünülünce anlaşılır ki
kadere mahkum olan Allah değil, yaratıklardır. Kaderler önce ise, Cenab-ı Allah da
kaza ve kaderden öncedir. Dua, bu önceliği ikrar ve itiraf olduğu için kulluk
makamlarının en önemlisidir. Bize gelince, Allah Teâlâ'nın ilmi, kaza ve kaderin
niteliği, akıllarımızın dışındadır. Kaderin sırrı, meydana gelmesinden önce
bilinemez. Bu şekilde Allah'ın hikmeti, kulun ümit ile korku arasında koşup
korunmasını gerekli kılmıştır. Ümit ve arzu, başarının sebebi; korku ve
çekinme, başarının düzenleyicisidir. Yaşamak, bu iki özelliğin dengesidir.
Varlıkla yokluk arasında dönüp d o laşan mümkinin mahiyeti de budur. Bunun için
Allah'ın ilmi, hepsini kuşatmıştır. Allah'ın kaza ve kaderi herkes için geçerli
olmakla beraber sorumluluk da doğrudur. Biz, hem kanunsuz yaşamadığımızı biliriz;
hem de iradenin ve azmin bir kanun olduğunu b iliriz. Ümit ve korku, talep ve azim
kanunlarının birisi de duadır. Bütün olaylar sebeplere bağlı ise, dua da o
sebeplerden biridir.
3- Ashab-ı Kiram, Resulullah'a cebir ve kader meselesini sormuşlar: "Ey
Allah'ın Resûlü nasıl görürsün? bizim amellerimiz, bitirilmiş bir şey midir,
yoksa yeni başlayan bir iş midir?" demişler. "Bitirilmiş bir şeydir."
buyurulunca: "O halde amel nerede kalır?" sorusunu sormuşlardı. Bunun
üzerine: "Çalışınız, herkes kendisi için yaratılmış olan şeye kolaylıkla
ul a şır." buyurulmuştu. Hem kaderin geçtiğini, hem de kolaylığa kavuşmuş
olmak için çalışıp amel etmenin lüzumunu göstererek, işin ne cebir ve ne sırf
icab, ne de mutlak hürriyet olmadığını; belki ikisi arasında orta bir yol ve icab
ile seçimin toplamı "iki iş arasında bir iş" olduğunu göstermiş, boyun
eğdirmemiş, kolaylığa erdirmiştir. Şaşıranlar, bu orta noktanın ya aşırısına
veya ihmaline düşenlerdir.
4- Duadan maksat bildirmek değil, kulluk göstermek; tevazu ve alçak gönüllülük
arz ederek müracaatta bulunmaktır. Maksat bu olunca, kaza ve kaderine rıza ile beraber
Allah'a dua etmek, insanlık hissesini tercih değil; Allah'ın kudretine her şeyden
fazla saygı duymaktır. Bu da en büyük makamdır. Cebrail'in ve Hz. İbrahim'in
zikredilen sözleri de yerine göre duanın en beliğ olanıdır. İstenenin açıkça
ifade edilmesi, duanın zaruretlerinden değildir. Zaman olur ki edep ve yerini bilen
huzur ehli için hâl, sözden daha edepli olur. "Ey Rabbim huzurundayım, hâlim
sana malum." demek, söyleyenin makamına, kalbinin d o ğruluk ve ihlas derecesine
göre, en belağatlı dualardan daha belağatlı olur. Daha doğrusu dua açık olduğu
gibi kinaye ve ima ile de olur. Bu bakımdandır ki ikram sahibi ve çok cömert olan
Allah'a karşı hamd ve övgü arz etmek, duayı da içine alır. Bu sebe p le:
"Duanın en üstünü, Allah'a hamd olsun, demektir." buyurulmuştur.
5- Dua hakkında naklî deliller o kadar çoktur ki, bunları ancak kâfirler inkar
edebilirler. Bu cümleden olarak bu âyetten başka: "Bana dua ediniz ki size icabet
edeyim." (Ğâfir, 40/60), "Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua
ediniz." (A'râf, 7/55), "Yoksa sıkıntıya düşen kimseye, kendisine dua
ettiği zaman icabet eden mi?" (Neml, 27/62), "De ki: Duanız olmasa Rabbim size
ne kıymet verir?" (Furkan, 25/77), "Hiç o lmazsa böyle şiddetimiz geldiği
zaman bari yalvarsaydılar. Fakat onların kalbleri katılaşmıştır." (En'âm,
6/43) gibi nice âyetler vardır. Bunların sonuncusu gösteriyor ki Allah, dua edip
istemeyenlere gazab eder. Daha önce Fâtiha sûresinin, dua ve mesel e ta'limi sûresi
isimlerini de taşımakta olduğu ve bununla dua âdâbının öğretildiği geçmişti.
Duanın önemini anlamak için, yalnız konusu üzerinde bulunduğumuz âyeti
düşünmek yeterli olacaktır. Çünkü Cenab-ı Allah, kitabının on dört yerinde soru
ve cevabı zikretmiştir ki bunların bazısı: "Ey Muhammed! Sana ruhtan soruyorlar.
De ki..." (İsrâ, 17/85), "Ey Muhammed! Sana dağların kıyametteki halini
sorarlar. De ki..." (Tâhâ, 20/105), "Ey Muhammed! Sana kıyametten sorarlar,
ne zaman kopacak? diye. De ki..." (A'râf, 7/187) gibi itikatla; bazısı da:
"Ey Muhammed! Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki..."
(Bakara, 2/215), "Ey Muhammed! Sana içkiden ve kumardan soruyorlar. De
ki..." (Bakara, 2/215) gibi ibadetle ilgilidir.
Bunların cevapları da üç şekilde gelmiştir: Çoğunda yerinde buyurulmuştur ki,
bu da cevabın çabukluğuna ve hemen tebliğine tenbih vardır.
Üçüncüsü de dua hakkındaki bu âyettir ki burada: "Kullarım sana benden
sordukları zaman..." âyetinde veya diye açıkça söylenmeyerek cevabında
doğrudan doğruya "Ben yakınım." buyurulmuş, vasıta kaldırılmış,
yakınlık da duaya icabetle açıklanmıştır ki bunda büyük bir incelik vardır.
Cenab-ı Allah, duada kulu ile kendisi arasına bir vasıtanın girmesini istemiyor ve
sanki diyor ki: "Kulum, vasıtaya dua vaktinden başkasında muhtac olabilirse de,
dua vaktinde benimle onun arasında vasıta yoktur."
"Ben yakınım" buyurulup "kullarım bana yakındır"
buyurulmaması da gayet anlamlıdır. Çünkü kul, varlığı mümkün olduğundan, kul
olması yönüyle yokluğun merkezinde ve faniliğin en aşağı noktasındadır. Bunun
Hak Teâlâ'ya bizzat yaklaşması mümkün değildir. Bu bakımdan yakınlık kul
tarafından değil, Allah tarafındandır. Şimdi bu iki nükte düşünülürse, şu
gerçeğe erilir ki dua eden kim s enin gönlü, Allah'tan başkasıyla meşgul olduğu
müddetçe gerçekten dua etmiş olmaz. Allah'tan başka şeylerin hepsinden uzak olduğu
vakit de Hakk'ın birliğinin marifetine dalar. Bu makamda kaldıkça kendi hakkını
düşünme ve insanlık nasibini talepten kaçınır, bütün vasıtalar kaldırılır ve
o zaman Allah'ın yakınlığı hasıl olur. Çünkü kul, kendi arzusuna yönelik olduğu
sürece Allah'a yaklaşamaz, o arzu engelleyici bir vasıta olur. Bu, kaldırıldığı
zaman ise: "Ben işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz ki Allah k u llarını
görür." (Ğâfir, 40/44) âyetindeki havale, tam bir samimiyetle ortaya çıkmış
bulunur. Göz, Hakk'ın gözü olarak görür; kulak, Hakk'ın kulağı olarak işitir;
kalb Hakk'ın aynası olarak bilir, duyar, ister. O zaman milyonlarca sebeplerin,
asırlarca zam a nların yapamadığı şeyler, Allah'ın dilemesi hükmüyle,
"ol" demekle oluverir.
İşte dua, böyle bir yakınlık vasıtasıdır ve dolayısıyla ibadetlerin en
üstünüdür. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Dua, ibadetin iliğidir."
buyurmuştur. Diğer bir hadis-i şerifte ise: "Dua ibadetten ibarettir."
diyerek: "Bana dua ediniz ki, size icabet edeyim." (Ğâfir, 40/60) âyetini
okumuştur.
Dikkat edilirse görülür ki duayı önemsemeyenler, ibadeti önemsemeyenlerdir.
Bunlar ise Allah'ın yakın olduğunu ve duaya cevap verdiğini bilmeyen ve hatta Allah'a
ortak kabul edenlerdir. Bunlar, Hakk'a yalvarmaktan kaçınırlar da yaratıkların
takdirine kavuşmayı cana minnet bilirler.
İşte Cenab-ı Allah bu konudaki bütün şüpheleri defetmek ve kullarını irşad
için duanın önemine ve oruç halinin, buna en uygun bir hal olduğuna işaret ederek
oruç emrinden sonra Peygamberine buyuruyor ki:
Kullarım sana benden sorarlarsa ben yakınım, bana dua ettiği zaman, dua edenin
duasına cevap veririm. Öyle ise onlar da benim emirlerime candan icabet edip,
tutunsunlar. ve bana inansınlar, orucun faziletleri hakkındaki açıklamalarımı tasdik
etsinler ki rüşdlerine ersinler, doğruca arzularına kavuşabilsinler.
Bilinmektedir ki dua ile emirler, aynı sîga (kip) ile yapılan birer taleptirler. Bir
düşkünün: "Aman yetiş!" diye bağırışı, bir dua; buna karşı yardım
edecek birinin: "Haydi kalk!" demesi bir icabet ve bir emirdir. Küçüklerin
yardım istemesine yardımla cevap vermek, büyüklüğün alâmeti olduğu gibi;
büyüğün emrine itaat d e edep gereği olmasından başka küçüklerin menfaatleri
icabından, akıl ve hikmet gereğinden olan bir görevdir. Aklın gereği üzere harekete
ise rüşd (erginlik) denir.
Büyüklerin büyüğü, âmirlerin âmiri, hâkimlerin hâkimi olan Allah Teâlâ ise,
ululamaya ve şükretmeye en layık olan mutlak büyüktür. Bilinmekte olan deyiş ile
her yerde hâzır ve nâzır, yaratıklarının her türlü ihtiyacını çabucak yerine
getirmeye kâdir ve onlara, kendilerinden daha yakındır. "Bana dua ettiği vakit
dua edenin duasına icabet e d erim." diye ayrıca bir icabet vadinde de
bulunmuştur.
İşte o büyük Allah'tır ki kullarına ve sırf kullarının menfaati hesabına
birtakım hükümler koymuş ve bu konuda oruçla ilgili emirler vermiştir. Allah, o
yücelik ve büyüklüğü ile kendini kullarından uzak tutmaz ve taleplerine icabet
ederse, acizlik ve yokluk içinde koşan kulların, O'nun emirlerine icabet ve candan
sarılıp itaat etmelerinin lüzumu, edep ve ahlâk açısından öncelikle sabit olacak
bir farz teşkil eder. Hatta sadece ahlâk değil, akıl ve m enfaatin gereği olan bir
rüşd ve doğruluk olur.
Bu bakımdan ancak Allah'a ve hükümlerine iman ile icabet ve itaat edenlerdir ki
akıl ve rüşdlerini ispat etmiş olurlar ve arzularına doğruca erebilirler. Bu
şekilde âyet, oruç hükümlerinin icrasına riayeti ilan için belağatlı sebepleri ve
hikmetleri kapsayan kuvvetli bir buyruk olmuştur. Bu kuvvetli buyruk, mutlak oluşu
ile bütün emir ve hükümleri kapsamakta ise de özellikle oruç emrini takip etmesi
dikkate değer. Oruç, nefsin arzularına aykırı bir yükümlülük olarak
göründüğü için diğerlerinden daha zor ve zahmetli kabul edileceğinden, bu özel
pekiştirme ile, ihmal edilmesinden sakındırılmıştır. O halde dua hakkındaki geniş
açıklamayı, gelecek olan diğer âyetlere bırakarak oruca devam edelim.
Rivayet ediliyor ki başlangıçta müslümanlar oruç tutacakları zaman ancak
akşamdan yatsı namazını kılıncaya veya uyuyuncaya kadar yiyip içebilirler ve karı
koca ilişkisinde bulunabilirlerdi. Yani imsak, yatsı namazından veya uykudan itibaren
başlardı. Bir gün Hz. Ö mer yatsıdan sonra hanımıyla ilişkide bulundu ve hemen
pişmanlık duyup Peygamber'in huzuruna geldi, özür beyan etti. Derken orada hazır
bulunanlardan bir takım kimseler de yatsıdan sonra aynı şeyi yaptıklarını aynı
şekilde itiraf ettiler. Bunun üzerine şu âyet nazil oldu:
Meâl-i Şerifi
187- Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız, size helâl kılındı. Onlar,
sizin için bir örtü, siz de onlar için bir örtü durumundasınız. Allah,
nefsinize güvenemeyeceğinizi bildiği için müracaatınızı kabul buyurdu ve sizi
bağışladı. Şimdi onlara yaklaşın ve Allah'ın sizler için yazdığını isteyin.
Ta fecrin beyaz ipliği siyah iplikden size seçilinceye kadar yiyin, için. Sonra da
ertesi geceye kadar orucu tam tutun. Bununla beraber siz mescitlerde îtikaf halinde iken
on l ara yaklaşmayın. Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır, sakın onlara yaklaşmayın.
Allah, âyetlerini insanlara böyle açıklıyor ki sakınıp korunsunlar.
187-Ey müminler Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak, size helâl kılındı.
Gecenin hangi saatinde olursa olsun herkes eşiyle karı koca ilişkisinde bulunabilir.
Önceden olduğu gibi yatsıdan veya uykudan sonra geceleyin cinsî temas oruca engel
olmaz. Buna aykırı olarak "Sizden öncekilere farz kılındığı gibi."
(Bakara, 2/183) ifadesinden çıkarılan geçmiş şeriat l erin hükmü, yine ilk oruçta
Peygamberin sünnetinden alınmış olan eski hüküm bundan sonra kaldırılmıştır.
Böylece Ramazan orucu, önceki oruçları kaldırmıştır ki bundan kitabın, sünnetin
hükmünü kaldırmasının caiz olduğu da anlaşılır.
REFES: Çirkin söz, yani kinaye olarak söylenmesi gereken şeyi açık söylemektir
ki kinaye olarak cinsî birleşmeye de denir. Burada bu mânâda olduğu üzerinde ittifak
edilmiştir. Yani sözlü refes değil, fiilî refestir.
Cenab-ı Allah, Muhammed ümmetine kolaylık dilediğinden orucun vaktini kısaltmış,
geceleri neshetmiş, cinsi birleşmeyi helal kılmıştır. Çünkü onlar sizin
elbiseniz, örtünüz, siz de onların elbisesi, örtüsüsünüz.
Bu açık bir istiaredir. Açıklanacak olursa mânâ şu olur. İki noktadan böyle
birbirinizin elbisesi durumundasınız:
a) Bir taraftan elbise gibi birbirinize sarılır, sarmalaşırsınız,
b) Diğer taraftan elbisenin ayıpları örtmesi, soğuk ve sıcaktan koruması gibi,
her biriniz, diğerinin hâlini gizleyip örter, namusunu muhafaza edip, günahlardan
korur. Aranızda böyle bir beraberlik ve ilişki vardır. Allah bilmektedir ki, bundan
önce muhakkak siz, kendinize hiyanet ediyordunuz. O beraberlik dolayısiyle sabredemiyor,
nefislerinizi, se vabın eksiltilmesine ve azaba maruz kılarak kendinize h aksızlık
ediyordunuz. Bundan dolayı Allah, sizin yüzünüze baktı, tevbenizi kabul,
ve sizden oruç gecesi cinsî münasebet günahını af edip sildi. şimdi onlara
yaklaşın, ve Allah'ın sizin için ezelde yazdığı, takdir ettiği, Levh-i Mahfuz'a
nakşettiği nesli isteyin. Diğer bir mânâ ile Allah'ın meşru kıldığı üreme
yolunu arayın. Üçüncü bir mânâ ile Kadir gecesini arayın.
MÜBÂŞERET: Beşere, beşereye gelmek, yani çıplak deri, deriye dokunmaktır. Bu
münasebetle cinsî ilişkide mübâşeret denir ki burada maksadın bu olduğu üzerinde
ittifak edilmiştir. Bu "Mübaşeret ediniz, yaklaşınız!" emrinin,
"yiyiniz" gibi ibâha (mübahlık bildirmek) üzerinde de ittifak edilmiştir.
Yani, "Mübaşerette bulununuz." demek, "Cinsî münasebette
bulunabilirsiniz, yasak d eğildir." demektir. Bunun arkasında "Allah 'ın
sizin için yazdığı nesli isteyin." ifadesi, şunu gösteriyor ki birleşmeden
maksat çocuk olmalı, yalnızca şehevî arzuyu tatmin peşine düşülmemelidir.
Çünkü şehvetin yaratılmasının ve nikahın meşru kılınmasının hikmeti, üreme
ve cinsin devamıdır. Sadece şehveti tatmin değildir. Bu "isteyin" emrinin,
azli yasaklamak olduğu da söylenmiş ise de, "ibtiğa" fiilinin mef'ulü olan
açık olmadığından kesin değildir. Ancak hadislerden de anlaşıldığı üzere
mekruh olduğuna işaretten de uzak kalamaz.
Kısaca oruç gecesi, o şekilde cinsî münasebette bulunun, ve yiyin, için ta siyah
iplikten beyaz iplik size seçilinceye kadar bunlar helal ve mübahtır. Fakat yanlış
anlamayınız, hangi beyaz iplik bilir misiniz? Fecirden olan, fecr-i sadıktan bir parça
bulunan beyaz iplik. Yani sabahleyin şafak sökünceye, tan yeri iplik gibi ağarıncaya
kadar, bütün gece bunlara izin vardır. İmsak vakti, sabahın bu beyaz ipliğin ortaya
çıkacağı andır. Burada kelimesinin sonrası, önce s ine; ıstılahî tabiri ile gaye
mugayyâda dahil olmadığı için, beyaz iplik seçildiği zaman imsakın da başlamış
bulunması farzdır. Şüpheli olursa yememek müstehabdır. Yenirse kaza lazım gelmez.
Çünkü seçilip ortaya çıkmak kesin bilgi demektir.
Bu "feci rden ibaret" kaydının, sonradan nazil olduğu rivayet edilmiştir.
Şöyle ki: Bundan önce bazı kimseler biri beyaz, biri siyah iki iplik alır; bunlar
birbirinden seçilinceye kadar imsak yapmazlarmış. Bu hadise üzerine "fecirden
ibaret" açıklaması nazil ola r ak, kastedilen mânâ açıklanmış; beyaz iplik
hakikat olmayıp, bilinen bir mecaz olan fecrin başlangıcı olduğu ve şer'î günün
buradan başladığı anlaşılmıştır.
Bunun için usûl ilminde bu beyanın, ihtiyaç vaktinden sonra olup olmadığı
münakaşa edilir ki doğrusu değiştirme beyanının, ihtiyaç vaktinden geri
bırakılması caiz değildir. Bu rivayete göre ihtimalin kalkması, değişme beyanı
değil; tebdil beyanı, yani nesih sayılması gerekir. İmsakın hakikati, fecr-i sadık
(doğru fecir)tır. Fecr-i kâzibe ancak "kâ z ib, yalancı" kaydıyla fecir
denir. Bunun için günün başlangıcının ve imsakın vacib oluşunun, fecr-i sadıkın
başından başladığına dair icma (ittifak) vardır. Böyle olmakla birlikte buna
şöyle bir soru yönetilmiştir: Beyaz ipliğe benzeyen sabah beyazlığı, f e cr-i
kâzibin beyazlığı olmalıdır. Çünkü bu, dik ve uzun olduğundan ipliğe benzer.
Fecr-i sadıkın be yazı ise ufukta daire şeklinde olur. Bu yüzden imsakın, fecr-i
kâzibden başlaması lazım gelmez mi? Cevab: Lazım gelmez. Çünkü yemenin
haramlığını gösterece k olan beyazlık miktarı, fecr-i sadıkın başlangıcı ve
ilk anıdır. Fecr-i sadık, ilkin yayılmadan önce küçük ve ince olur. Ufukta daire
şeklinde olması, ipliğe benzetilmesine engel değildir. Hatta fecr-i kâzib ile fecr-i
sadık arasında şöyle bir fark vardır: Fecr-i kâzib incecik doğar, fecr-i sadık
önce incecik görülür ve uzayarak yükselir. Beyaz iplik burada bilinmektedir. Bundan
dolayı öyle bir soruya asla yer yoktur.
Ebu Hüreyre hazretleriyle Hasen b. Salih b. Cinnî, cünüb olup da gusletmeden
sabahlay anın orucunun sahih olmayacağı görüşüne sahip olmuşlardır. Fakat bu
âyette fecrin açılmasına kadar cinsî münasebet caiz kılınmış olunca, guslün
sabaha ertelenmesi de zaruri olarak caiz kılınmış olacağından âlimlerin
çoğunluğuna göre vaktinde imsak eden ki msenin cünüb de olsa orucu sahih olur.
İşte bu izin içinde fecrin, beyaz iplik gibi doğu ufkunda görülmeye başladığı
anı aşmamak şartıyla gecenin sonuna kadar yiyip içiniz, cinsî münasebette
bulununuz, sonra o andan itibaren tutup, ertesi geceye kadar orucu tamamlayınız, orucu
tam olarak tutmuş bulununuz. Yani yalnız yiyip içmekten ve cinsî münasebetten değil,
bunlara ilave olmak üzere, bedeninizin iç kısmına herhangi bir şeyin girmesinden
oruç niyetiyle kendinizi menediniz. İşte meşru olan oruç, böy l e niyetle fecrin
başlangıcından günün sonuna kadar, tam olarak kendini oruca mani olacak şeylerden
alıkoymaktan ibarettir. Orucun şer'î mânâsı, bu tafsilat ve buna bağlı
açıklamalar çerçevesinde sözlük mânâsına ilave edilen kayıtlar ve şer'î
sınırlarla sö z lükteki imsaktan, özel bir türdür. Bu kayıtlar da imsak vaktinin
ölçüleridir. "orucu tamamlayınız" sözü, oruç niyetini gerektirdiği gibi
"sonra" sözü de bu niyetin, gündüzün de olabileceğini gösterir.
İbadetler, isteğe bağlı birer fiil olmaları bakımınd an istemek
demek olan niyetle beraber olmaları, mahiyetlerinin gereğinden bulunduğu gibi,
"Ameller ancak niyetlere göredir." hadis-i şerifi gereğince, şeriatin genel
kaidelerinden olduğu da bilinmektedir.
Bu bakımdan orucun farzları üçtür: a) vakit, b) niyet, c) imsak. Bu âyet
gereğince orucun vakti, fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar olan şer'î
gündür. Güneşin doğuşundan batışına kadar olan örfî veya astronomik gün
değildir. Niyetin de, günün çoğuna eklenmiş olması gerekir. Fakat kendini oruc a
mani şeylerden çekme işinin, günün başından sonuna kadar bütün günde tamamen
bulunması farzdır.
Beyaz ipliğin görülmesinden itibaren tutulmazsa oruç sahih olmaz. Gecenin
başından sonuna kadar hiçbir bölümü, orucun vakti değildir. Bunda orucu bozan
şeylerin hepsi mübahtır. Bazı kimseler, fecirden güneşin doğuşuna kadar sabah
vaktinin, şer'î güne dahil olmasına dayanarak, güneşin batışından kızıllığa
kadar, yani akşam vaktinin de kıyasen gündüzden sayılması lazım geleceği ve hatta
yıldızlar doğuncaya k a dar orucun devam etmesi gerekeceği görüşüne sahip
olmuşlarsa da bu kıyas fasiddir. Çünkü günün başında "fecirden"
buyurulmuş, sonra tamamlamaya: "geceye kadar" ile son verilmiştir. Güneşin
batmasından sonra, doğu tarafından karanlık ortaya çıkar çıkmaz da akşam olmuş,
örfî gece girmiştir. Burada gayenin mugayyaya dahil olmasının ihtimali yoktur. Bunu
sabaha kıyas etmek nassı değiştirmek demektir. Zaten nüzul sebebinden
anlaşıldığı üzere akşamdan yatsıya kadar olan zaman, gecelerin oruca dahil olduğu
geç m iş zamanda bile dahil değildi.
Bununla beraber Caferiye mezhebinde bulunan Acemler, yıldızı görmeden iftar
etmezler. "sonra orucu geceye kadar tamamlayınız" emrine dikkat edilir ve
orucun sözlük mânâsının da kendini çekip tutmak demek olduğu düşünülürse;
şer'î orucun, sözlükteki tutmak mânâsından hiçbir eksiği olmaması, sırt ve
karın bütün organların oruç üzere bulunmasının gereği anlaşılır. Mesela, dilin
orucu, yalandan, dedikodudan, gereksiz sözlerden onu tutmak; gözün orucu, şüpheli
yerlere bak m aktan onu alıkoymak; kulağın orucu, çalgı ve oyun aletleri gibi
şeyleri dinlemekten uzak durmak olduğu gibi; nefsin orucu, şehvet ve arzulara karşı
kendini tutmak; kalbin orucu, dünya sevgisinden uzak durmak; ruhun orucu, nimetlerden ve
ahiret lezzetlerin d en kendini tutmak; sırrın orucu, Allah'tan başkasını görmekten
kendini uzak tutmaktır. Tamamlama
emri, bütün bunlara delalet ederse de hepsinin vücub yoluyla olduğu iddia edilemez.
Öncesinde özellikle yeme, içme ve cinsî münasebetten söz edilmiş olması
karinesiyle farz olan imsak, bunlardan ve bunlara ait olan şeylerden bedenin içi
hükmünü taşıyan iç kısmını tutup alıkoymaktır ki bu da gusülde yıkanmayan
yerlerdir. Bunun dışındakiler mendub ve fazilet cinsindendir, orucun adabındandır. Bu
şekilde İslâmî or u çta geceler, vakitten hariç tutulmuş ve başka zaman helâl ve
mübah olan şeyler, oruç gecelerinde de helâl kılınmış olduğundan, ey
müslümanlar! gündüzleri oruç tutmakla beraber, geceleri bunları yapabilirsiniz.
Fakat siz mescitlerde itikaf halindeyken ne gece, ne de gündüz kadınlarınızla asla
cinsî temasta bulunmayınız.
Sözlükte itikaf, bir yerde kendini hapsederek durup beklemektir. Dinî açıdan bir
mescitte itikaf niyetiyle durmaktır. Buradaki mescit kaydı, işte bu dinî mânâyı
tayin eder. Başka bir kayıt bulunmadığı için bu bekleyiş, bir saat bile olsa,
şer'î itikaf bulunabilecek gibi görünür. İmam Muhammed'in zahir rivayeti de
böyledir. Bu durumda itikafta orucun şart olmaması lazım gelir. Buna nafile itikaf
denir ki oruçlu oruçsuz sahih olur. Fakat âyetin gelişine bakılırsa itikafın, orucu
gerektirdiği anlaşılır. Zira, "Onlarla cinsi münasebette bulunmayınız."
yasağı, oruç gecelerindeki cinsî münasebetin mübah olduğu hükmünü tahsis yerinde
olmakla, itikafta orucun şart olduğuna ve bundan dolayı it i kaf müddetinin bir
günden daha az olamayacağına delalet eder ki bu da asıl şer'î itikaftır.
"Oruç olmadıkça itikaf yoktur." hadisi de bunu teyid eder.
İmam-ı Azam'dan bunun ancak büyük bir camide olabileceği ve en azından beş vakit
namaz kılınan bir mescitten başkasında sahih olamayacağı rivayet edilmiştir.
"Câmi bir mescitten başkasında itikaf olmaz." hadis-i şerifi gereğince
mescit, mükemmeline yorumlanmış demektir. Ancak kadınlar için evlerindeki mescitten
başkasında itikaf caiz olmaz. Peyga m ber (s.a.v.) bunu yasaklamıştır. İtikaf,
şarta bağlı veya kesin adakla vacib olur. Ramazanın son on günü içinde, yani
yirmisinden sonraki günlerde müekked sünnet, diğerleri müstehabdır. Çünkü Buharî
ve Müslim'de de rivayet edildiği üzere Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, Medine'yi
teşriflerinden vefatına kadar Ramazanın son on gününde itikafa devam etmiştir. Ancak
bir defasında temiz eşlerinden Hz. Aişe, Hz. Hafsa ve Hz. Zeyneb'in de sonradan gelip
Mescid-i
Şerif'te birer çadır kurarak itikafa girmeleri üzerine bunları menetmiş ve
kendisi de o sene Ramazanda itikafı terk edip ta Şevval'in ilk on gününde itikafa
girmiştir. Bu ise hiç terketmemeye denktir. Bunun için Zührî demiştir ki:
"Acaba insanlar itikafı nasıl terk ediyorlar? Halbuki Resulullah, bazı şeyleri
yapar, terkederdi. İtikafı ise vefatına kadar terketmedi." Bu kadar devamın,
vacib olduğuna delil olması lazım gelirdi. Fakat ashabdan itikaf yapmayanlar da
bulunuyordu ve Resulullah, bunlara bir şey demiyordu. Onların bu hâlini reddetmemekle
beraber deva m etmek ise vücub delili değil, sünnet delili olur. Bununla beraber bir
Ramazanda bırakmış olması da vacib olmadığına delalet edebilir. Fakat Şevvalde
yine yapmış olması da itikafsız hiçbir sene geçirmediğini ispat eder. Bundan
dolayı yapmayanları hoş gö r mesi yönü olmasaydı, hiç olmazsa senede bir itikaf
vacib olurdu.
İtikaf, eski ... devamı... (15. sayfa)