1. sayfa -
2. sayfa -
3. sayfa -
4. sayfa -
5. sayfa -
6. sayfa -
7. sayfa -
8. sayfa -
9. sayfa -
10. sayfa -
11. sayfa -
12. sayfa -
13. sayfa -
14. sayfa -
15. sayfa -
16. sayfa -
17. sayfa -
18. sayfa -
19. sayfa -
20. sayfa -
21. sayfa -
22. sayfa -
23. sayfa -
(13. sayfa)
5;flandırmada, İslâm yurdu içinde bulunan hür veya köle,
erkek veya kadın, müslüman veya müslümanların himayesinde bulunan gayr-i müslim
insanların hepsinin kanlarının, canlarının, yaşama haklarının kardeş gibi masum
ve saygın bilinmesi lazım geleceğine ve bunların birbirini öldürmesinin, kardeşini
öldürmek gibi kötü bir şey olduğuna işaret edilmektedir. Bununla beraber aynı
zamanda öldürül e nin velisini insanî, ahlakî ve ictimaî derin bir mânâ ile affa
teşvik ve rağbet ettirmek için ifade buyurulmuştur.
"Öldürülenin velisi tarafından, bilinen iyiliğe tabi olmak da," bu
kardeşlik mânâsını takdir ederek affedecek olan, öldürülenin velisine, müsamaha
ve affına karşılık isteklerinde sertlik göstermeyip, nihayet alışılagelen âdet
çerçevesi içinde güzellikle diyet taleb etmesini tavsiye eder.
"Katil tarafından o bilinen diyetin öldürülenin velisi olan kardeşine
güzellikle verilmesi" de affedilen katili, bu affın ve kardeşlik takdirinin
kıymetini bilerek, karşılığında borcunu zorluk çıkarmaksızın güzelce, ihsan
karakteri içinde ödemeye mecbur etmektir.
Af ve diyet hakkındaki bu hüküm, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Bunun
için, Bundan sonra her kim bu hüküm ve emirlere uymayarak haddini aşar, katil
olmayanı öldürür veya affettikten ya da diyeti aldıktan sonra katili öldürürse,
onun için acı veren bir azab vardır. Dünyada kısas edilir, ahirette cehennem a t
eşine atılır. Yani "size kısas farz kılındı" nassından da
anlaşıldığı üzere adam öldürmede asıl hak ve gerekli olan aslî hüküm
kısastır. Katilin bilmesi gerekir ki, öldürdüğü insan hür veya köle, erkek veya
kadın kim olursa olsun, o da kendi gibi bir ca n ve saygın bir hayat hakkına sahip,
ilâhi bir yapı idi.
Hem Allah'ın hakkı, hem de kulun hakkı olan bu saygın ve masum yaşama hakkına
saldırmak ve bu yapıyı öldürüp yıkmak; kanun, adalet ve dengenin gereği olan
"bir kötülüğün cezası onun gibi bir köt ülüktür."
(Şûrâ, 42/40) hükmünce kendini de yaşama hakkından mahrum etmektir. Yaşama
hakkına saldırı, hakkın yaşamasına saldırıdır. Bu ise saldırıdan korunmuş
bulunduğu için, bunun ilk eserinin, saldırganın kendinde ortaya çıkması lazım
gelir. Bu bakımdan adam öldürmenin hakkıyla verilecek asıl hükmü, kısas yoluyla
katilin kendisini öldürmektir. Öldüren, öldürülmeyi hak etmiştir.
Kararlı bir şekilde düşünüldüğü zaman adam öldürmenin bundan başka hükmü
ve gereği olmaması gerekir. Nitekim önceleri Tevrat'ta da yalnız kısas meşru
kılınmıştı. Fakat hayatın aslı sırf Allah'ın ihsanı olduğu ve kısasta kul
hakkından başka bir de Allah'ın hakkı bulunduğu cihetle Cenab-ı Allah, Muhammed
ümmetine kısası yazarken, bir hafifletme ve rahmet olmak üzere af ve diyeti de meşru
kılmıştır. Bu affı da, hak sahibi olan öldürülenin varisi ve velisinin eline
vermiştir.
Kısasa göre bu meşruluğun katil hakkında ne kadar bir hafifletme ve rahmet
olduğu, şüpheden uzaktır. Çünkü ondan kısası affetmek, yaşama hakkını iade
ederek, yeniden diriltmek demektir. Bu aynı zamanda öldürülenin velisi hakkında da
bir hafifletme ve rahmettir. Çünkü her ne olursa olsun, bir insan öldürmek, her
gönlün ve özellikle iman ehlinin arzu edeceği, seve seve yapacağı bir şey
değildir. Kısasın kend i si, düşünüldüğü zaman kendi nefsinde ağır bir
hükümdür. Bununla beraber mutlak olarak af mecburiyeti de genellikle bu taraf hakkında
kısastan daha ağır bir teklif olur. Kısasın, aslî bir hak olduğu bilinmedikçe
affın mânâsı olmaz.
Bu bakımdan ne Tevrat'ta olduğu gibi yalnız kısasta, ne de İncil'de olduğu gibi
yalnız afta ısrar edilmeyerek, duruma ve menfaatin gereğine göre, ikisinden birinin
tatbikine imkan bırakılması için öldürülenin velisine bir seçim hakkı
verilmiştir. Bundan başka, af karşılığı d i yet ve benzeri gibi örfe göre malî
bir karşılık almaya da meşru bir yol gösterilmiş bulunmaktadır. Bunun, her iki
taraf hakkında da bir hafifletme ve aynı zamanda dünya ve ahiretle ilgili birçok
faydaları içine alan ilâhî bir rahmet olduğunda da şüphe yok tur.
Affın, daha faziletli ve daha uygun olması, kısasın aslî hüküm olmasına engel
değildir. Bu konuda öldürülenin velisine verilen seçme hakkı bile, aslî hükmün,
kısas ile diyet arasında tereddütlü bulunan muhayyer bir vacib olmasını gerektirmez.
Çünkü önce "Kısas, size farz kılındı." buyurulmuş, sonra da af,
"Her kim için bir af yapılırsa..." diye "fâ-i takîbiye" ile ifade
edilmiş ve diyet üstü kapalı bir şekilde gösterilmiştir. Üçüncü olarak da
bunun, bir
hafifletme ve rahmet olduğu da ilave edilmiştir. O halde aftan önce kısasa
karşılık diyetin sabit bir hükmü yoktur. Mutlak olarak affeden varisin, Şâfiî'nin
dediği gibi diyet istemeye hakkı kalmaz. Ancak affetmeyen diğer varisler var ise, onlar
diyet alabilirler. Yine aynı şekilde diyet vey a diğer bir bedel karşılığı affeden
varis de bunu alabilir.
Kısaca kısas, aslî bir hak ve ilk borçtur. Af ise bunun üzerine gerekebilecek bir
fazilettir. Bu fazilet, ya tam olarak kayıtsız ve bedelsiz veyahut eksik olarak diyet ya
da başka bir bedel karşılığında yapılır.
Bu şekilde kısas, aslî bir vacib olarak meşru olmasaydı, af bir fazilet değil,
insanları öldürme cinayetini mübah bırakacak olan bir ihmal olurdu.
Daha doğrusu kısas, meşru olmasaydı, söylediğimiz gibi affın hiçbir mânâsı
kalmazdı. Buna göre Tevrat'taki kısas borcunun icrası yürürlükte bulunmasaydı
İncil'deki affın hiçbir mânası kalmazdı. Bu affın, insan öldürmeyi mübah kabul
ettirecek bir cinayet şüphesi halini almaması için, İncil'in hükmünün, Tevrat'ın
hükmü ile beraber düş ü nülmesi şartıyla meşru kabul edilmesi lazım gelir. Bu da
affın, hıristiyanların zannettiği gibi bir vacib olamayacağını ispat eder.
İşte Kur'ân, bu gerçeği tesbit ederek kısası, öldürülen kimse için bir hak,
kamu için aslî bir görev, affı da öldürülen kimsenin velisi için bir fazilet,
"iyilik ve ödeme" kelimeleri altında diyet almayı da bir ruhsat olmak üzere
meşru kılmıştır.
Şu halde anlaşılıyor ki, af ve diyetin bir hafifletme, bir rahmet olabilmesi,
kısasın aslî bir vacib olarak meşru bir şekilde devamına bağlıdır. Buna göre
"Madem ki af bir rahmet ve fazilettir, o halde kısasın büsbütün neshi ve
kaldırılması ile yalnız affın vacib kılınması, daha fazla bir rahmet olurdu."
gibi bir soru mümkün değildir. Böyle bir düşünce ile İncil'in hükmünü n,
Kur'ân'ın hükmünden daha ahlâki olduğu zannedilmemelidir. Çünkü affın ahlâkî
oluşu, kısasın aslî bir hak olarak meşruluğunun devamına bağlıdır.
179-Bunun için kısasın güzelliklerini açıklama hususunda buyuruluyor ki: Size
kısas yazıldı ve sizin için kısasta büyük bir hayat vardır, ey akıl sahipleri!.
Bu bakımdan kısası, Allah'ın adaletine ve merhametine yaraşmayan kötü bir şey
zannetmeyiniz de "Kısasta büyük bir hayat vardır." beliğ vecizesini aslî
kanun tanıyınız.
Bunu böyle tanıdıktan sonra af ile muamele ederseniz çok büyük bir fazilet olur.
Aksi halde Araplar'ın yaptığı gibi kısas hududunu aşarak öldürmekle
karşılık vermek ve diğer işkence ve azaba başvurmak, nasıl bir zulüm ve cinayet
ise, adam öldürmeye karşı, Allah'ın hükmü yalnız aftır, demek de insanlıktan
hayat hakkını çekip alacak büyük bir cinayet olur.
Kısas, hayat hakkının ve canı korumanın gereğidir. Kısasın meşru oluşunda
akıl sahibi olan insanlar için büyük bir hayat vardır. Affın kıymeti de buna
bağlıdır. Gerçi kısasın kendisi, bir hayatı yok etmektir ama, aynı zamanda haksız
yere bir hayatı yok etmeye karşı, hayatın zıddı olan kısasın meşru oluşu da
hayatın ve yaşama hakkının en büyük müeyyidesidir. Şöyle ki:
1- Önce bu, hem katil olmak isteyecek kimse, hem de öld ürülmesi istenen kimse
hakkında kuvvetle hayatı korumaya sevketmektedir. Çünkü katil olmak isteyen kimse,
öldürürse ve öldürdüğünde kendisinin de öldürülmeyi hak edeceğini bilirse
akıl gereği olarak, öldürmekten vazgeçer. Böylece hem kendisi hayatta kalır, hem de
karşısındaki.
2- Bunda, ikisinden başka genel toplumun yaşama hakkını da güvenceye alma vardır.
Çünkü bu şekilde öldürmenin önüne geçilmesi, bu ikisinden başka, bunlarla
uzaktan yakından ilgili olması düşünülen insanların da hayatlarının devamına ve
güvenliğine bir garantidir. Zira bir öldürme olayı, öldürenle öldürülenin
yakınları arasında düşmanlık ve fitneye, bu da büyük çarpışmalara (kan
davalarına) sebep olabilir.
Akıl sahipleri için, bu öldürmeye engel olacak olan haklı kısasın meşruluğu,
bütün bu fitnelerin ve heyecanların önüne geçeceği için, toplumun yaşamasına
sebep ve yaşama hakkına garanti olur. Bu faydalar ise, haklı bir kısas şeklinde
olmayan saldırgan öldürmelerde ve affın mecburiyeti takdirinde mevcud değildir.
İşte kısasın meşruluğu, bu kadar önemli bir yaşama sebebi olduğu gibi, bu
"Kısasta büyük bir hayat vardır." vecizesi de belağatın en yüksek
derecesine ulaşmış, özlü bir îcâz ve îcâz kanunudur. Bunun, büyük bir mânâ
topluluğunu, son derece özlü bir şekilde if a de edivermiş olduğunda Arab
edebiyatçıları ve Beyan ilmi âlimleri ittifak etmişlerdir. Çünkü bundan önce
Araplar'ın bu konuda bazı vecizeleri vardı. Bunlardan bazıları şunlardır:
a) "Bir kısım insanları öldürmek, toplumu diriltmektir." Yine:
b) "Öldürmeyi çok yapınız ki, öldürme azalsın." derlerdi.
Bu gibi vecizeler arasında en güzel saydıkları da şu idi:
c) "Öldürme, öldürmeyi yok eder. Yani öldürmeyi en çok ortadan kaldıran
şey, yine öldürmedir."
Halbuki "Kısasta büyük bir hayat vardır." prensibinin bundan da birçok
yönlerden daha fasih (fesâhatli) ve daha beliğ (belağatlı) olduğu açık ve
üzerinde ittifak edilmiş bir husustur. Şöyle ki:
1- Önce, hepsinden daha kısa ve özlüdür.
2- Tekrardan uzaktır.
3- Bunda B edî' ilminde "tıbak" denen tezat sanatı, "kısas" ve
"hayat" kelimeleriyle en güzel ve makul bir tarzda tatbik edilmiş olduğu
halde, diğerleri görünürde makul olmayan, imkansız bir çelişki suretindedir.
Öldürmenin yokluğu, öldürmeye; öldürmenin çokluğunun, öldürmenin azlığına
sebep gösterilmesi, görünüş itibariyle, bir şeyi kendi yokluğuna sebep göstermek
demektir. Bunda ise bazı zevklere göre bir şiir havası olsa bile hiçbir hikmet
yoktur.
4- Kısas, öldürmeden bir yönüyle daha genel, diğer yönüyle daha özeldir.
Geneldir; çünkü yaralamaları da içine almaktadır. Özeldir; çünkü her öldürmede
kısas yapılmaz ve öldürmelerin her çeşidi, öldürmeye engel olmaz. Bilakis
saldırı şeklindeki öldürmeler, fitneyi şiddetlendirerek karışıklığa sebep olur.
O halde "öldürme" kelimesi, ahd lâmı ile öldürmenin bir çeşidine yani
kısasa tahsis edilmedikçe vecize sahih olmaz. Böyle olunca da kısasın yaralar kısmı
haric kalır. Bu bakımdan "Kısasta büyük bir hayat vardır." ifadesi, bu
açıdan üç yönden daha beliğ d ir. Çünkü her yönüyle sahihtir, açıktır, daha
kapsamlıdır.
5- Yokluk, menfi bir gayedir. Hayat ise istenen müsbet bir gayedir. Öldürme işinin
yokluğu, hayatın varlığını içine aldığından, tabii ki arzu edilir. Bundan
dolayı âyet, asıl maksat olan müsbet gayeye delalet ettiği ve dikkati ona çevirdiği
için pek yüksektir.
6- "hayat" kelimesi nekire (belirsiz isim) olarak ifade edilmiş bulunduğu
için "tenvin-i tazim" ile hayatın bir nevi büyüğüne, yani kamu hayatına,
ahiret hayatına ve hayat hakkının büyüklüğüne işareti kapsamaktadır. Diğerleri
ise pek ilmî olan bu hukukî ve dinî sırdan mahrumdur.
İşte bunlar gibi daha birçok yönden bu Kur'ân vecizesinin, diğerlerine
üstünlüğü, bu kadar geniş mânâsıyla i'câz haddindeki özlü ifadesiyle, Arap
edebiyatçılarını büyüleyen sebeplerden biri olmuştur. Kısasın meşru oluşunun
güzellikleri de Allah tarafından bu prensiple beyan buyurulmuştur.
İşte böyle içine almış olduğu hayatî güzellikler ve maksatlar itibariyle çok
önemli olan kısas, size farz kılınmıştır ki, korunabilesiniz, öldürmeden,
kısası ihmal veya kötüye kullanmadan sakınıp, hayatınızı ve yaşama hakkınızı
muhafaza edebilesiniz. Bu hayatta kötülükten sakınmakla ahiret hayatında kurtuluşa
kavuşasınız.
Şimdi öldürme hükümleri münasebetiyle mutlaka herkesin başına gelmesi takdir
edilmiş bulunan ölüm zamanındaki dinî vazifelerden olmak üzere şunu da biliniz ki:
Meâl-i Şerifi
180- Birinize ölüm geldiği vakit, bir hayır (bir mal) bırakacaksa, babası, anası
ve en yakın akrabası için meşru bir surette vasiyet etmek, Allah'tan korkan kimseler
üzerine yerine getirilmesi vacib bir hak olarak size farz kılındı.
181- Şimdi her kim, bunu duyduktan sonra onu değiştirirse, her halde
vebali, sırf o değiştirenlerin boynunadır. Şüphe yok ki Allah, her şeyi işitir
ve bilir.
182- Her kim de vasiyet edenin, bir hata işlemesinden veya bir günaha girmesinden
endişe eder de tarafların arasını düzeltirse, ona bir vebal yoktur. Şüphesiz ki,
Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
1 80-Ey müminler! Herhangi birinize ölüm geldiği, yani yaklaşıp, işaretlerini
gösterdiği zamanda, ölüm hastalığı anında, eğer bir hayır bırakırsa;
ölümünden sonra mal bırakacak, hatta çok bir mal bırakacak olursa, anası, babası
ve yakın akrabası için m eşru bir şekilde, yani aşırılıktan, ihmalden ve ürküp
kırılmayı gerektirecek haksızlıktan uzak, adaletli bir şekilde vasiyet yapmak,
üzerinize yazıldı. Bunun uygulanması ve yerine getirilmesi, müttakiler üzerine bir
hak olarak vacib oldu.
VASİYYET: Sözlükte, masdar yani vasiyet etmek ve tavsiye mânâsına bir isimdir.
Sonra "vasiyet edilen şey" mânâsına isim olmuştur. Arapçada
"îsâ" ve tavsiye" sözlük itibariyle bir kimsenin hayatı veya ölümü
ile ortadan kaybolması halinde, diğerlerinden, bir şey ya p masını istemektir ki,
Türkçe'de buna ısmarlamak denir.
Dinî bakımdan, îsâ, "filan için" gibi (Lâm) ile veya
"filan'a" gibi (ilâ) ile kullanılmasına göre iki mânâya gelir.
"Lâm" ile kullanıldığında, öldükten sonra malına başkasını mâlik
kılmak, "ilâ" ile kullanıldığında da "öldükten sonra malında ve
çocuklarının menfaatleri hususunda tasarruf yetkisini başkasına havale etmek"
mânâsınadır.
Bu âyette ise "lâm" ile kullanılmış olduğundan birinci mânâyadır.
Sonra bu âyetteki "hayır" kelimesinin, mal mânâsına olduğunda ittifak
edilmiştir. Çünkü sözlükte hayır; "faydalanılan herhangi bir şey"
demektir. Mal da böyledir. Kur'ân'da: "Musa; ey Rabbim! Ben gerçekten senin bana
indirdiğin hayra muhtacım dedi." (Kasas, 28/24) âyet-i kerimesinde olduğu g ibi
hayrın özellikle malda kullanımı da vardır. Burada da böyle olduğunda rivayetler
birleşmiştir.
Ancak burada "hayır" denen mal, azı da çoğu da içine alan mutlak mal
mıdır, yoksa çok mal mıdır? bunda ihtilaf edilmiştir. Zührî'den rivayet edildiği
üz ere mutlak maldır, diyenler çoktur. Fakat Hz. Ali'den rivayet ediliyor ki, o bir
gün azatlı bir kölesinin ölüm hastalığında yanına gitmişti. Altı yüz veya yedi
yüz dirhem malı varmış. "Vasiyet etmeyeyim mi?" diye sormuş. Hz. Ali:
"Hayır, Allah Teâlâ: "Eğ e r bir hayır bırakırsa" buyurmuştur.
Senin ise çok malın yoktur." demiştir. Yine böyle Hz. Ali'den rivayet edilmiştir
ki: "Dört bin dirhem ve daha azı nafakadır." demiştir. İbnü Abbas
hazretleri de : "Sekiz yüz dirhemde vasiyet yoktur." demiştir. Hz. Aişe
(r.anha) de, vasiyet etmek isteyen, fakat çocuğu var, malı da az diye ailesi
tarafından engellenen bir kadın hakkında "Kaç çocuğu ve ne kadar malı
var?" diye sormuş. "Dört çocuğu ve üç bin dirhem malı var."
demişler. Bunun üzerine: "Bu malda fazlalık yok." demiştir ki bunlar
hayrın, çok mal mânâsına olduğuna delalet etmektedirler.
Gerçekten böyle olmasaydı "eğer bir hayır bırakırsa" şartı pek
faydalı olmazdı. Çünkü bir ekmek veya avret yerlerini örtecek bir bez parçası
olsun, az bir mal bırakmadan çırılçıplak ölen insan, yok denecek kadar azdır.
Böyle hayır, maruf gibi takdire, görüşe ve ictihada dayalı olan bazı şartlardan
dolayı bu vasiyetin vacib değil, mendub olduğu görüşünde olanlar bulunmuş ise de
doğru değildir. Çünkü kelimelerinden her biri vacibe delalet eder. Bu bakımdan mal
sahiplerinin, ana, baba ve yakınlarına meşru bir şekilde ve uygun bir tarzda mal
vasiyeti yapması, dinî bir farz olarak meşru kılınmıştı.
Bu vacibliğin sebep ve hikmeti ise doğum ve yakınlık, daha doğrusu akrabalık
hakkı ve akrabalık topluluğunun kuvvet ve derecesine göre bozulmaktan korunması
olduğu da "lâm"ın mânâsından anlaşılmaktadır. Ancak bu hakkın meşru
şekilde tayini, miktarı, vefat edecek kimsenin görüşüne ve vasiyetine
bırakılmıştı.
Sonra Nisâ Sû resinde gelecek olan miras âyetleriyle Cenab-ı Allah, bu hakkın
miktarlarını bizzat tayin etmiş ve kullarını son nefeste buna ait görüş ve vasiyet
mecburiyetinden ve sorumluluğundan, akrabalar arasında bu yüzden çıkması
düşünülen kırgınlık tehlikesinden k urtarmıştır.
Böylece burada vacibliği te'kitli bir şekilde gösterilen akrabalık ve ana baba
hakkı, daha fazla takviye edilmiş, fakat varis olacak akraba hakkında vasiyet
neshedilmiş (kaldırılmış)tir. Bunun için Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, veda haccı
senesindeki hutbesinde: "Muhakkak biliniz ki, Allah Teâlâ, her hak sahibine
hakkını verdi. Bundan sonra varise vasiyet
yoktur." buyurmuştur. Bu hadis-i şerif ümmette meşhur ve müstefîz
olduğundan dolayı mütevatir hükmündedir. Ümmet bunu ittifakla kabul edip alarak
kendisiyle amel etmiştir.
Yine Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Diğer varisler icazet (izin) vermedikçe
hiçbir varis için vasiyet caiz olmaz."(2) buyurmuştur.
"Ahkâmu'l-Kur'an"da açıklandığı üzere bu hadisi de sahabeden bir cemaat
rivayet etmiştir. Bu bakımdan varise vasiyet, miras âyetlerinin işareti veya bu
hadislerin ibaresiyle kaldırılmıştır.
Acaba varis olmayan diğer akrabalar hakkında vasiyet görevi şimdi yürürlükte
değil midir? Yani bu âyetteki vasiyetin vacib oluşu tamamen mi neshedilmiştir, yoksa
kısmen mi? Ancak bu noktada selef âlimlerinin ihtilafı vardır. Müfessirlerin çoğuna
ve muteber fakihlere göre yürürlükte değildir. Nesih geneldir. Seleften bazı
müfessirlere ve fakihlere göre ise vasiyetin vacib oluşu, varis olan akra b a hakkında
neshedilmiş, varis olmayan akraba hakkında yürürlüktedir. Nesih, tamamen değil,
kısmidir. Hasan-ı Basrî, Mesrûk, Tavûs, Dahhâk, Müslim b. Yesâr, Alâ b. Ziyad bu
görüştedirler. İbnü Abbas'tan da biri çoğunlukla, biri azlıkla beraber olduğuna
dai r iki rivayet vardır.
Hatta meşhur tefsir bilgini Dahhâk demiştir ki: "Akrabasına vasiyet etmeden
vefat eden kimse, amelini günahla tamamlamış olur."
Tâvûs da: "Bir kimse akrabasını bırakıp da yabancılara vasiyet ederse,
yabancılardan alınır, akrabasına iade edilir." demiştir.
Bunların iki delili vardır:
1- Bu âyet, genel olarak akrabaya vasiyetin vacib olduğuna delalet etmektedir. Varis
olan akraba hakkında miras âyetleri veya "Varis için vasiyet yoktur." hadisi
veya icmâ ile bu vacibin yerine getirilmesi terk edilmiş ise de, varis olmayan akraba
hakkında bu hükmün neshedildiğine dair bir delil yoktur. Bu bakımdan
"akrabalar" şeklindeki umumî lafız altında varis olmayan akrabaya vasiyet
görevi kaldırılmamış olup, bakîdir.
2- Bir hadis-i Nebevîde: "Malı bulunan bir müslümanın vasiyeti yazılmış
olarak yanında bulunmadıkça,
bir iki gece yatması caiz değildir." buyurulmuştur. Yabancılara vasiyetin
vacib olmadığı hususunda icma bulunduğundan bu vacib vasiyetin, akrabaya mahsus
olması lazım gelir. Bu vasiyetin vacib oluşunda sünnet Kur'ân'ı desteklemektedir,
demişler.
Çoğunluğun ileri sürdükleri delillere gelince, bu da çeşitlidir:
1- Burada: "Ana baba ve yakın akrabalar" buyurulduğu gibi, miras
âyetlerinin başında da: "Ana ve baba ile yakın akrabanın bıraktıklarından
erkeklere bir pay vardır. Yine kadınlara da ana ve baba ile yakın akrabanın
bıraktıklarından bir pay vardır. Bu, azından da çoğundan da farz kılınmış birer
hissedir." (Nisâ, 4/7) buyurulmuştur. "Ana ve b aba ile yakın akrabalar"
ünvanı, her ikisinde de eşittir. Bunların, az veya çok, bırakılan maldan birer farz
nasibleri bulunduğu, önce özlü bir şekilde gösterilmiş, sonra genişçe
açıklanarak, tayin edilmiştir. Bundan dolayı, vasiyetin vacib olduğuna dair b ulunan
âyetin konusu olan ana ve baba ile akrabalar, aynı anlam ve kapsamı ile
zikredilmiştir. Farz ve farîza fazlalık ve eksiklik kabul etmeyeceğinden hak,
vasiyetten mirasa çevrilmiştir ki bu, tam bir neshi ifade etmektedir. Sonra da mirasla
ilgili açı k lamalar, bunu açıklamaktadır.
2- Vasiyet gerektiren akrabalık hakkını, miras âyetleri tayin etmiştir. Bununla,
mirasta dahil olmayan uzak akrabanın, hak sahibi olmadığı da ortaya çıkmıştır. O
halde bu vasiyetin vacibliği ile ilgili âyet varislerden başkasını içine almıyor
ki, varise vasiyet etmenin neshinden sonra bâki kalsın. Diğer bir deyimle:
"akrabalar" kelimesi, ismi tafdil olup, izafî bir mânâ ifade ederek, en
yakın akrabayı gösterir. Miras da bunlar hakkındadır. Bu bakımdan uzak akrabanın
esa s en vasiyetin vacib oluşuna dahil bulunduğu kabul edilmiş değildir ki, kısmî
neshe bir yol kalsın.
3- "Akrabîn" kelimesi, akraba demek olduğuna göre miras âyetlerinde
"Bu hükümler, yaptığı vasiyyetten veya borcundan sonradır." (Nisâ, 4/11)
buyurulmuştur. Bu "vasiyet" kelimesi "nekire" belirsiz olduğundan
dolayı bundan maksat, burada vacib olan "vasiyyettir" denemez. Bu bakımdan
şer'an vasiyet bulunmayabilir. Bir vasiyet bulunmadığı takdirde bırakılan bütün
mal, varislerin meşru hakkı olacaktır. İşa r et ise, işaret yoluyla, diğerlerinin
bir hakkı bulunmadığını, dolayısıyle bunlar hakkında da vasiyetin
vacib olmadığını kaçınılmaz bir şekilde ifade eder.
Bunu Fahreddin Razî, kıyas olmak üzere nakletmiş ise de, bu bir kıyas değil,
nassın işaretidir. Nassın işareti ise neshi ifade eder. Bu görüş, hepsinden daha
uygundur deniyor. O halde varis olmayan akrabaya vasiyet, yabancılara vasiyet
hükümlerine tabi olarak caiz ve malın üçte biri için geçerli olur. Fakat vacib
olmaz.
4- Zikredilen hadis-i şerif de bu âyet gibi miras hükümlerinden önce varid
olmuştur, vacibliği neshedilmiştir. bununla beraber, bu ihtilaftan şu sonuca
ulaşırız ki, varis olmayan akrabaya vasiyet, en azından mendubdur.
Tefsirciler arasında yalnız Ebu Müslim Isfahanî icmaa muhalefet ederek, bu
âyetteki vasiyetin vacibliği hükmünün neshedilmediği görüşüne sahip olmuş ve
demiştir ki: Bu âyet, miras âyetlerine kesinlikle muhalif değildir:
a) Bu âyetin mânâsı, başka değil, ana ve baba ile akrabalar hakkında "Allah
size çocuklarınız hakkında miras taksimini şöyle emrediyor." (Nisa, 4/11)
âyetindeki ilâhî vasiyet olan mirastır. Yazılan budur. Yahut da ana ve baba ile
akrabaya ilâhî bir vasiyet olan miras hisselerinin tam ve eksiksiz olarak verilmesi,
yani terikeden mal kaçırılmaması hususunu vasiyet etmesi, ölmek üzere olan kimseye
farz kılınmış demek olur.
b) Miras ile vasiyetin birleştirilmesinde bir çelişki yoktur. Miras, Allah'ın
ihsanı, vasiyet de ölmek üzere bulunan kimsenin ihsanı olur. Varis de iki âyet
hükmünce bunların ikisini de alabilir.
c) Çelişki bulunduğu farz edildiği takdirde miras âyetini bunun neshedicisi
değil, tahsis edicisi yapmak mümkündür. Çünkü bu âyet, akrabaya vasiyeti vacib
kılıyor. Sonra miras âyeti, varis olan akrabayı çıkarır, varis olmayan akraba da bu
âyetin hükmü altında kalır.
Çünkü ana ve babanın mirasçısı olanlar bulunduğu gibi din değişikliği,
kölelik, öldürme gibi verasete engel olan sebepler dolayısıyla varis olamayanlar da
bulunabilir. Akrabanın da farz hisse sahibi oldukları halde bu engelleyici sebeplerden
dolayı varis olmayanları bulunabileceği gibi, bazı durumlarda sabit ve bazı
durumlarda kendisinden önce ve daha ileri olan birisi bulunduğu zaman sakıt olanları
yine aynı şekilde zevi'l-erham gibi farz hisseden mutlak olarak sakıt olanları da
vardır. Bunun için, bunlardan varis olanlara vasiyet caiz olmasa da varis olmayanlara,
yakınlara bir ilgi gösterilmesi için vasiyet vacib olur.
Aslında Allah Teâlâ: "Adına birbirinizden dilek dilediğiniz Allah'tan ve
akrabalık bağlarını kesmekten sakınınız." (Nisa, 4/1) ve "Şüphesiz ki
Allah size adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emrediyor." (Nahl, 16/90) âyet-i
kerimeleriyle bunu te'kit de etmiştir.
İşte Ebu Müslim mezhebinin görüşü budur. Bu üç şekilde neshi inkâr
etmiştir. Görülüyor ki bu zat en sonunda kısmen neshedildiği görüşünde olan
ekalliyet mezhebini (azınlığın görüşünü) savunmuş, fakat buna nesih demeyip,
"tahsis" deyimini kullanmıştır. Halbuki tahsis, tarih itibariyle birbirine
yakın, yahut da tarihleri bili n mediğinden birbirine yakın olduğu kabul edilen iki
delil arasında düşünülür. Miras âyetlerinin inişinin ise bu âyetten daha sonra
olduğu ittifakla bilinmektedir. Bu durumda ise tahsis değil, kararlaştırılmış olan
bir hükmün kısmen neshi gerçekleşmiş olur ki, bu ekalliyet mezhebidir.
İkinci görüşünde "Mirasın sabit oluşu ile vasiyetin sabit oluşu arasında
çelişki yoktur, birleştirilmeleri mümkündür." demesi de mutlak olarak doğru
değildir. Miras hakkında "Farz kılınmış hisse" (Nisa, 4/7) ve
"farz" (Nisa, 4/11) buyurulmuş olması, eksiklik ve fazlalığı kesinlikle
engellediğinden yalnız mirasın vacib oluşu, vasiyetin vacib oluşuna aykırıdır.
Bunun için "Varis için vasiyet yoktur." buyurulmuştur. Diğer varislerin izin
vermesi şartına bağlı olan, i k isini birleştirmenin caiz oluşu ise, mutlak
anlamdaki aykırılığa engel değildir. Bunun için kendisi de bunu farzetmeye lüzum
görmüştür.
Birinci görüşüne gelince bu da, bu âyetin, miras âyetlerinden başka hükmü ve
mânâsı yoktur, demektir. Böyle demek ise, bu âyeti nesihten kurtararak amel ettirmek
değil, ihmal etmektir. Çünkü münakaşa konusu olan hüküm ve mânânın tamamen
neshedildiğini itirafa eşittir. Bu sebeplerden dolayıdır ki, Ebu Müslim, nihayet
akalliyet mezhebine dönmeye mecbur olmuş, ancak buna "nesih" demeyip, -haksız
yere- "tahsis" demiştir.
Ebu Müslim'i buna sevkeden asıl sebep "Biz, herhangi bir âyetten neyi
neshedersek..." (Bakara, 2/106) âyetinde sabit olan neshi siyak (sözün gelişi)
karinesiyle geçmiş kitaplara ve şeriatlara tahsis ederek, Kur'ân'da hükmü mensuh
(kaldırılmış) âyet bulunmadığını bir genel kaide halinde iddia etmiş olmasıdır
ki, zamanımızda Mısır yazarlarından bazısının buna uymak istediğini
gördüğümüzden yukarda bunun, nassın zahirini inkâr demek olduğunu
kaydetmiştik. Böyle bir fikir, usûl ilminde açıklanan nass ile zâhiri ayırd
edememekten kaynaklanan bir taassub olur.
"Biz herhangi bir âyetten neyi neshedersek..." nazmı, ifadesinde zahir,
kendisi için sevk edildiği konuda nasstır. Nassın gelişi, zahirini tahsis edip
kayıtlamaz. Bunu söylemek, Kur'ân'da neshi inkâr etmek için, "Biz herhangi bir
âyetten neyi neshedersek..." âyetinin ifadesinde sebepsiz bir neshin olduğunu
söylemektir ki, bu da taassub sebebiyle düşünülmüş bir çelişkiden başka bir şey
d eğildir.
Tefsir bilginlerinden ve Hanefî fakihlerinin büyüklerinden Cessas Ebu Bekr Râzî
hazretleri, "Ahkâmü'l-Kur'ân" tefsirinde bu zat hakkında der ki:
"Fıkıh ehli olmayan müteahhirinden bazısı şöyle bir zanda bulunmuştur ki;
Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) şeriatinde nesih yoktur. Burada nesih adıyle
zikr edilenlerin hepsinden maksat, cumartesi gününü kutsal saymak, doğuya ve batıya
doğru namaz kılmak gibi geçmiş peygamberlerin şeriatlarının neshidir. Çünkü
Peygamberimiz, peygamberlerin son u ncusudur. Şeriatı da kıyamete kadar bâkîdir,
demiştir. Bu zanda bulunan bu adam belağattan ve lügat ilminin çoğundan nasib almış
olmakla beraber, bunun fıkıh ve fıkıh usulü ilminden bir nasibi yoktu. Bununla
beraber itikadı sağlamdı. Durumu açık olmamakla birlikte, kötü zanla da itham
edilmemişti. Fakat ortaya böyle bir söz atmasında isabetli olmamış, ilâhî
yardımdan uzak kalmıştır.
Böyle bir söz, bundan önce kimse tarafından söylenmemiş, bilakis ümmetin selefi
ve halefi, Allah'ın din ve şeriatında birçok hükümlerin neshine akıl erdirmiş,
bize nakletmiş ve bu konuda şüpheye düşmemiş, neshin te'vilini (yorumunu) caiz de
görmemişlerdir.
Kur'ân'da, âm, hâs, muhkem ve müteşabih bulunduğunu nasıl şüpheden uzak olarak
kesinlikle bilmiş, anlamış, bellemişlerse neshi de tıpkı böyle anlamış
bellemişlerdir. Bundan dolayı Kur'ân'da neshin varlığını reddeden, tıpkı
Kur'ân'ın âm ve hâssını, muhkem ve müteşabihini reddeden gibi olmuştur. Çünkü
hepsinin gelişi ve nakli aynı tarzdadır.
Bu adam ise mensûh ve nâ sih âyetlerde ve bunların hükümlerinde ümmetin,
üzerinde ittifak ettiği görüşlerinden hariç birtakım şeyler irtikab etmiş ve
bununla beraber ileri sürdüğü mânâlarda zorlamaya düşmüş, tatsız tuzsuz bir
şeyler yapmıştır. Onu, buna sevkeden neydi bilmiyorum? Ancak çoğunlukla zannım
şudur ki, bu adam bunu -ilmin şartlarından olan tarihî cereyanına bu konudaki
âlimlerin nakillerine dair bilgisinin azlığından ve selefin söylediği, ümmetin
naklettiği asıl malumatı bilmeksizin hemen görüşünü kullanıvermesinden dolayı
yapmıştır. Böylece "Kur'an hakkında sadece kendi görüşüyle söz söyleyen,
isabet de etse hata etmiş olur." hadis-i Nebevisinin mânâsı altına girmiştir.
Allah mağfiret eylesin. Neshin şekilleri hakkındaki tafsilat içinde fıkıh
usûlündeki kitabımıza mür acaat oluna..."
Genel olarak fıkıh usûlü kitaplarında ve tefsirlerde görüldüğü üzere
önceden ve sonradan İslâm âlimleri içinde bu şekilde neshi inkâr eden, Ebu Müslim
Isfahanî'den başka bir kimse yoktur. Bunun görüşüne göre de mirası hesaba katmadan
yalnız bu âyetle amel etmeye imkan yoktur.
Kısaca, İslâm'ın başlangıcında bu âyet gereğince ya miras hiç yoktu da, evlad
da dahil olmak üzere ana ve baba ile akrabaya meşru bir şekilde vasiyet farz
kılınmıştı, yahut miras yalnız evlada mahsustu. Evlattan başka ana ve baba ile
akrabaya meşru bir şekilde vasiyet farz kılınmıştı ki, bu durumda ana ve baba gibi
evlad da akraba kavramına dahil değildir, örf de böyledir.
Yukarıda Hz. Ali ve Hz. Aişe'den rivayet edilen sözler de bunu kuvvetlendirmektedir.
Herhalde evlad ile varis olmayan uzak akrabanın, "akraba" genel kavramına
dahil oluşları, kesin değil, şüphelidir veya zanna dayanmaktadır. Miras âyetleri
gereğince verasetin, evlattan başkasına da şamil kılınmasıyle, bu âyette kesin
olan vasiyetin vaci b liği neshedilmiş ve bununla beraber akrabalık hakkı daha fazla
kuvvetlendirilmiştir. Bu âyette tamamen neshedildiği açıklanan hüküm de yalnız bir
yönden malî vasiyetin vacib oluşuna ait bulunan ve âyetin ibaresiyle sabit olan
hükümdür. Diğer işaretleri ve delaletleri ile usûl kaideleri içerisinde amel
edilebilir.
"hayır" kelimesi, sonradan "mal" ile tefsir edilmiş olmakla
beraber işaret veya delaletiyle daha geniştir. Dinde kul hakkı ve Allah hakkı ile
ilgili borçlar ve emanetler ile diğer hakların kazasına dair bazı vasiyetlerin vacib
olduğu durumlar ve şahıslar da vardır. Bu bakımdan, bu âyet, mutlak olarak
vasiyetler hakkında bazı fıkhî hükümlerin çıkarılmasına da kaynak olmuştur.
Bilinmektedir ki vasiyet bir iş, yapılan bir vasiyeti yerine getirip yürütmek,
diğer bir iştir. Aslı gerek vacib ve gerekse mendub veya mübah olsun, belli bir
şekilde yapılmış olan meşru bir vasiyetin yerine getirilmesi, vasiyet edenden
başka diğer ilgililer için bir borç teşkil eder. "gereğince korkanlar üzerine
icrası vacib bir hak olarak" ifadesiyle buna işaret de edilmiştir.
181- Bu itibarla gerek vacib olsun, gerek olmasın bilinen bir şekilde meşru bir
vasiyet yapıldıktan sonra onu değil iptale, değiştirmeye bile kimsenin yetkisi
yoktur. Bundan dolayı vasiyet edilenlerden veya şahitlerden, yahut da hakimlerden ve
diğer kimselerden her kim onu, o meşru vasiyeti bizzat işittikten veya işitmiş gibi
bildikten sonra değiştirir ve başkalaştırırsa, o değiştirmenin günahı ve vebali
ancak, onu değişt i renlerin boynunadır. Bunlar, Allah'ın hükmüne karşı gelmiş
olurlar. şüphesiz ki Allah her şeyi işitir ve bilir. O vasiyeti de işitmiştir. Onu
değiştirenleri ve bunların gizli veya açık sözlerini, fiillerini bilir. Ona göre
her birinin layık olduğu cezasını verir.
Vasiyeti değiştirenler hakkında böyle belağatlı bir ilâhî uyarı vardır. Şu
halde şahit bulunmasa bile vasiyet edilen zatın bizzat vasiyet edenden işittiği meşru
vasiyeti, hükümsüz olarak yerine getirmesi caizdir. Seçilip vasiyet edilen kişinin
özel veliliği, hakimin genel veliliğinden daha kuvvetlidir. Vasiyet edilen kişinin,
ölenden işittiği diğer hususlarda da hüküm böyledir. Mesela ölen bir kimse vasisi
yanında, muayyen bir şahsa borcu olduğunu ikrar etmiş olsa, o vasinin, imkan bulunca b
u borcu varisin, hakimin ve diğerlerinin bilgisi ve icazeti olmaksızın ödemeye yetkisi
vardır. Dinî bakımdan ise bu, ona bir vazife olur. Çünkü imkan varken vasiyeti terk
etmesi, işittikten sonra değiştirmek demektir. Bununla beraber delil yoksa böyle yapm
a k, vasi için sonradan kazaen (hüküm bakımından) kefalet zararını gerektirebilir.
Varisler, bundan haberdar olur, ölenin böyle bir vasiyet ve ikrarını inkâr ederlerse,
vasînin yalnızca bilgisi isbata kafi gelmez de talepleri üzerine ikrariyle bağlanıp
ödem eye mahkum edilir.
182-Bu gibi incelikler dolayısıyle vasî olmak, dinî açıdan önemli ve zor bir
iştir. İşte birinci âyetteki vasiyetin vacib oluşu neshedilmiş olmakla beraber, bu
âyette nesih yoktur. Yerine getirilmesinin vacib oluşu bâkîdir. Fakat bu da meşrû
olan vasiyetler hakkındadır. Bu bakımdan meşru olmayan ve iyiliği değil, zulmü
içine almış bulunan vasiyetlerin yerine getirilmesi vacib değildir. O halde:
Âsım'dan Şu'be, Hamza, Kisâî, Yakub ve Halefi Âşir kırâetlerinde
"vav"ın fethası ve "sa d"ın şeddesi ile "müvassın"
okunmuştur. Her kim, yani herhangi bir veli veya vasî, vasiyet eden birinin hata ile
veya bile bile haktan saptığını, adalet ve iyilikten ayrıldığını bilir, mesela
vasiyetin vacib oluşunun neshedilmesinden önce yakın akrabasını bırakıp
uzaklarına veya akrabasını bırakıp yabancılara vermek ve nesihten sonra, varis olan
akrabasından bazısına mirasından fazla bir vasiyet yapmak veya varisten mal kaçırmak
gibi hakka uymayan bir vasiyet yapıldığına veya yapılacağına vakıf olur, kıs a ca
bir kötülükten korkar da, ilgililerin aralarını düzeltir, zulmü, adalete
çevirmekle aradaki kötülüğü kaldırırsa, böyle bir değiştirmede, onun üzerine
günah ve vebal yoktur. İbnü Abbas hazretlerinden "Vasiyette zarar vermek, büyük
günahlardandır." Mevkuf hadisi ve arkasından da "Bunlar, Allah'ın
sınırlarıdır, onları aşmayın." (Bakara, 2/229) âyetinin kırâeti rivayet
edilmiştir.
Aynı şekilde Ebu Hüreyre'den bir nebevî hadiste: diye rivayet edilmiştir ki
anlamı: "Bir adam yetmiş sene cennet ehli ameli yapar, sonra vasiyet ettiği zaman
vasiyetinde haksızlık eder de kötü ameli ile ölür ve bu sebeple ateşe girer. Bir
adam da yetmiş sene cehennem ehli ameli yapar, sonra vasiyetinde adalet icra eder de iyi
ameliyle ölür ve böylece cennete girer." demektir.
Yine aynı şekilde "Bu hisseler, zarar verici olmamak üzere yapılan bir
vasiyetten veya borçtan sonra verilir." (Nisa, 4/12) âyetinde de zarar verircesine
yapılan vasiyet muteber tutulmamıştır. Bu bakımdan bunu değiştirmede de günah
yoktur. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
Böyle güzel bir maksatla vasiyeti değiştirerek, ilgililerin arasını düzelten
kimsenin, bu değiştirmeden kaynaklanacak günahını Allah bağışlar. Belki de sevab
verir. Önceki değiştirme ise böyle değildir.
Görülüyor ki, Cenab-ı Allah, o kimse bu vasiyeti hakka çevirmekle ilgililerin
arasını düzeltsin diye emretmiyor veya "sevabdır" demiyor da, "böyle
yaparsa günah yoktur" buyuruyor. Çünkü değiştirme işi esasen sevab cinsinden
olmadığı, bir de düzeltme maksadı, görüş ve kuvvetli bir zan üzere
yapılabileceği için, ancak bir ruhsat olarak meşru kılınmıştır. Demek ki
başarılı olmadığı takdirde böyle bir müdahale bile tehlikelidir.
İşte vasiyeti yerine getirmek bu kadar önemli ve iyi bir maksa tla da olsa
değiştirilmesi, tehlikeden uzak değildir. Bu iki âyette hiç nesih yoktur.
Şunu da hatırlatalım ki vakıflar, ölümden sonraya kaldıkları için bir vasiyet
mânâsı taşımaktadırlar. Hatta İmam-ı Azam, vakfı ancak vasiyetin bir bölümü
saymıştır. Bunun için "her kim onu değiştirirse..." âyetinin uyarısı,
lazımı (gereği) olan vakıfları da içerir. Bu sebeple vakfiyelerde bu âyetin
işlenmesi adet haline gelmiştir. Vakıfların değiştirilmesi ve vakıfların
şartları meseleleri de "her kim bir kötülük t en korkarsa..." âyetine
bağlıdır. Caiz olanların sevab olarak değil, nihayet bir ruhsat olarak
yapılabileceği unutulmamalıdır.
Şimdi bu gibi şer'î hükümlere, Allah'ın emir ve yasaklarına güzelce riayet
edebilmek, iyi bir nefis terbiyesine bağlıdır. Bu ise, insanda sabır ve nefs-i
emmareyi zabt ile Allah'ın emirlerine boyun eğme melekesini meydana getirecek etkili bir
ibadete, bedenî ve ruhî bir riyazata ihtiyaç gösterir.
İşte Cenab-ı Allah da "yiyiniz ve şükrediniz" emirleriyle başlayan
şer'î hükümlerini hayattan ölüme kadar özlü bir şekilde beyan ederken, tam bu
noktada müminlere yeni bir ruhî hayatı üfleyecek olan orucu farz kılarak buyuruyor
ki:
Meâl-i Şerifi
183- Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz
kılındı. Umulur ki korunursunuz.
184- (Size farz kılınan oruç), sayılı günlerdedir. İçinizden hasta olan veya
yolculukta bulunan ise, diğer günlerde, tutamadığı günler sayısınca tutar. Ona
dayanıp kalacaklar üzerine de bir yoksulu doyuracak kadar fidye gerekir. Her kim de
hayrına fidyeyi artırırsa, hakkında daha hayırlıdır. Bununla beraber, eğer
bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.
183-Oruç, dinin en büyük rükün (esas)lerinden ve güçlü şeriatın en kuvvetli
kanunlarındandır. Nefs-i emmare, bu cihadla terbiye edilir. Kötülüğe olan hırslar,
bununla sakinleştirilir. Oruç, bir kalb işi, bütün gün yiyecek, içecek ve cinsî
münasebet gibi isteklerden nefsi alıkoymaktan oluşan kutsal bir cihaddır. Hayatın
lezzetini, iradenin kıymet i ni tattıracak en güzel bir özelliktir. Fakat insan
nefsine, ilâhî emirlerin en meşakkatlisi görünür. Bunun için, Allah'ın hikmeti,
derece derece, önce şer'î emirlerin en hafifi olan namazın, ikinci olarak ortası olan
zekatın, üçüncü olarak da en zoru olan orucun emredilmesini gerektirmiş ve böylece
mükelleflere bir alıştırma yapılmıştır.
Bunun için "Mütevazi erkeklerle mütevazi kadınlar, sadaka veren erkeklerle
sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar..." (Ahzab,
33/35) âyetinde övgü makamında bile bu tertip gözetildiği gibi, İslâm'ın binası
hadisinde de "Kelime-i şehadet, Namaz kılmak, zekat vermek, Ramazan orucu tutmak,
Kâ'be'yi haccetmek" diye bu tertib gösterilmiştir.
Peygamberimizin Medine'ye hicretinin ilk zamanlarında Hz. Peygamber tarafından ayda
üç gün, bir de aşûre gününde oruç tutmak, bir nafile olmak üzere emredilmişti
ki, buna ilk oruç denir. Hicretten birbuçuk yıl sonra kıblenin değişmesinden sonra
Şaban ayının onunda Ramazan orucu farz kılınmıştır.
Bazıları bu âyetlerin ve buradaki sayılı günlerin, ilk oruc hakkında olduğu ve
bunun Ramazan âyetiyle tamamen neshedildiği görüşüne sahip olmuşlarsa da, doğrusu
bu âyetler hep Ramazan orucu hakkında inmiştir. Şöyle ki: Ey iman ile sorumlu bulunup
da iman et m iş olanlar! Ey akıllı ve büluğ çağına ermiş iman ehli!, Sizden
önceki peygamberlere ve ümmetlerine yazıldığı gibi sizin üzerinize de oruç
yazıldı, yani farz kılındı. Bundan dolayı oruc meşakkatinin sadece size
yüklendiğini
zannedip de gocunmayınız. Oruç, öteden beri tatbik edilegelen ilâhî bir kanundur.
Buna insanlığın, terbiye ve düzen bakımından büyük bir ihtiyacı ve tatbikinde
hesapsız menfaati vardır.
Dilimizde oruc demek olan "sıyâm, savm", sözlükte nefsi meylettiği
şeylerden, isterse bir söz olsun alıkoymak yani kendini tutmaktır. "Ben Rahmân'a
bir oruç adadım." (Meryem, 19/26) âyetinde bu mânâyadır. Mutlak olarak tutmak
mânâsına da gelir. "Tutulan atlar ve tutulmayan atlar" gibi.
Bu konudaki âyetlerden ve Peygamberimizin öğrettiklerinden anlaşıldığına göre
şeriattaki mânâsı ise, nefsin en büyük istekleri olan yeme, içme ve cinsel ilişki
gibi bilinen zaruri ihtiyaçlardan, niyet ederek bütün gün kendini tutmaktır. Tam
anlamıyla tarif edilmek üzere: Ehliyetli bir insanın sabahın başlangı c ından
güneşin batışına kadar karın hükmünü taşıyan, içine herhangi bir şeyi
sokmaktan ve cinsî ilişkiden, ibadet niyetiyle nefsini alıkoyması yani kendini
tutmasıdır.
Buna göre ağzına veya burnuna bir şey giderse bozmaz. Fakat dimağına ve bedenin
içine bir şey girerse bozar. Demek ki bedene şırınga ve aşağıdan lavman
yapılması da orucu bozar. Söz orucu bozmaz. Fakat nefisle cihad için susmak, zikir ve
fikirle meşgul olmak mendub ve daha uygundur.
Niyetsiz ve yalnız geceleyin kendini tutmaya oruc denmez. Bu şekilde şer'î oruç,
sözlükteki orucdan daha özeldir. Burada geçmiş ümmetlere benzetmekten maksadın,
vacib oluşunun aslında, oruçun sıfatında veya sayısında veya vaktinde olması
muhtemeldir.
Bir rivayete göre Ramazan orucu ve aynı miktar oruç yahudilere ve hıristiyanlara da
farz kılınmıştı. Yahudiler, bunu terk etmişler ve yılda bir gün oruç tutmaya
başlamışlar ve bu günün, Firavun'un suda boğulduğu gün olduğu iddiasında
bulunmuşlardır. Oysa bunda da yanılmışlardır. Çünkü Firavun'un boğul-ması,
aşûre gününde olmuştu.
Hıristiyanlara gelince, onlar da Ramazan'da oruç tutarlarmış. Nihayet pek şiddetli
bir sıcağa tesadüf etmişler. Bunun üzerine yaz ile kış arasında mutedil, sabit bir
mevsim tayin edilmesinde âlimlerinin görüşü toplanarak orucu bahara tahsis
etmişlerdir. Bu değişikliğe keffâret olmak üzere de on gün daha ilave etmişler.
Böylece oruçları kırk güne çıkmıştır. Sonra hükümdarları hastalanmış veya
aralarında salgın ölüm olayı meydana gelmiş, bunun için de on gün daha ilave
etmişler v e orucu elli güne çıkarmışlardır. Daha sonraları, şeklinde de
değişiklik yaptılar ki, buna perhiz denir.
İşte burada bu değişikliği dikkate almadan esas itibariyle, orucun sıfatında,
veya sayısında yahut da vaktinde olmak üzere üç noktadan biriyle benzetme yapılmış
ve bu kanunun eskiliği gösterilmiştir. Fakat bu benzetme, mücmel olduğundan
açıklamaya muhtaçtır. İlerde geleceği şekilde sırasıyla açıklanacaktır.
İşte ey müminler! Size de oruç farz kılındı ki, korunabilesiniz. Oruç sayesinde
nefsinize ve şehvetlerinize hakim olma alışkanlığını elde ederek günahlardan,
tehlikelerden sakınıp takva mertebesine erebilesiniz.
Çünkü oruç, şehveti kırar, nefsin heveslerini mağlub eder. Azgınlıktan,
kötülükten meneder. Dünyanın âdi lezzetlerini, makam ve yükselme davalarını
küçük gösterir, hayatın lezzetini tattırır, kalbin Allah'a bağlılığını
artırır, ona bir meleklik zevki ve saflığı bahşeder. Çünkü, "Kişi, karnı
ve tenasül organı olmak üzere iki deliği için koşar." darb-ı meseli hükmünce
insanları h er derde sokan şehvetlerin esası, karın ve tenasül organı şehvetidir.
İnsanın insanlığı da bunlara hakim olmasındadır.
Oruç ise ilk önce bu ikisini kırar, düzene koyar. Onların mecbur ettiği şeyleri,
zarurilikten kurtarıp, isteğe bağlı bir hale çevirir. Öyle ki, oruç tutmayan
insanlar, şehvetli arzularının önünde bir oyuncak gibi yuvarlanıp kıvrandıkları,
akıl ve iradelerine sahip olmayarak gelişi güzel günahlara sürüklendikleri halde,
oruç tutanlar, tersine bunlara hakim olur. Kendini zaptetmesini v e nefsinin arzularını
da ihtiyacına göre kullanmasını bilir. Bunun için Peygamber (s.a.v.) Efendimiz,
nefisleri azgın olanlar hakkında "Oruç tutsun, çünkü orucun güzel bir tesiri
vardır." buyurmuştur.
Oruç tutmayan, sabretmesini bilmez, nefsini norm al şekilde kullanma yollarını
gözetmez. Hele refah içinde yaşayanlar, hiç oruç tutmazlarsa, bütün hürriyetlerini
şehevi arzularına kaptırırlar. Şunun bunun ırzına ve malına tecavüzden
kendilerini alamazlar, haram helal seçmezler. Hatta vicdanları da istem e ye istemeye,
rezaletlere atılırlar. Nihayet nefislerine de zulmederler, kendilerini akıl ve
vicdanın, din ve imanın aksine telef ederler.
"Kimi vicdana dokundu kimi cism ü cana
Zevk namına ne yaptımsa peşiman oldum"
diyerek inlerler giderler.
Böyle şehvet esiri olanlar, o kadar sabırsız ve o kadar aç gözlü olurlar ki, bir
gün aç kalmakla hemen ölüvereceğiz zannederler. Bu zanla da orucu zararlıymış gibi
kabul ederler. Halbuki oruç, gerek fert ve gerekse toplum açısından büyük bir ruh
terbiyesini içerdiği gibi, aynı zamanda midenin ve bedenin dinlenmesiyle sıhhî ve
tıbbî vücuda ait birtakım faydaları bulunan bir beden eğitimini de içine
almaktadır.
Oruc, "Çaresiz sizleri biraz korku ve biraz açlıkla imtihan edeceğiz."
(Bakara, 2/155) âyetinde işaret buyurulan "biraz açlık"tan bir hissedir ki,
bu sayede uzun uzadıya ahiret açlıklarının önüne geçilecek ve büyük sabır
müjdelerine erişilecektir.
İnsanlık tarihinde öyle zamanlar olur ki, günlerce açlığa dayanmayı
alışkanlık haline getirebilecek bir beden terbiyesinin, hayatın ayrılmaz
parçalarından birisi olduğu takdir edilir.
Bu cümleden olarak, büyük savaş devirlerinde böyle bir melekenin gerekli olduğu
daima hissedilegelmiştir. Bu bakımdan "Oruç, ateşten koruyan bir
kalkandır." hadis-i şerifi ifade buyurulmuştur.
Orucun bu şekilde bedene kuvvet, dayanıklılık nefsin arzularına ölçü bahşeden
birtakım ruhî ve bedenî faydaları; hayatın ve insanlığın tadını tattıran ve
fakirlerin hallerini hissettiren, sosyal ve ahlâkî yönden güzel menfaatleri bulunmakla
beraber bunların hepsi birer fayda olup, vacib (farz) oluşunun sebebi ve hikmeti
değildirler. Orucun vacib (farz) oluşunun asıl hikmeti, Allah'ın emrine boyun eğmekle
kulluk zevkini tatmak; ruhu, riyâ eserlerinden temizley e rek kuvvet ve ihlası artırmak
ve kendini bizzat Allah'ın korumasına teslim etmek için nefisle cihad etmektir.
Nitekim Cenâb-ı Allah, bir kudsî hadiste "Oruç, benim içindir. Onun
mükafatını ancak ben veririm." buyurmuştur. Böylece "gerek ki
sakınasınız" ifadesi, orucun hikmet ve menfaatlerini, faydalarını ve
yararlarını, sebep ve maksatlarını bütün genişliğiyle ifade eden ilâhî bir
beyandır ki hepsini maddî, manevi, din ve dünyaya ait maksatları içine alan
"sakınma" özelliğinde toplamıştır.
18 4-İşte güç gibi görünecek olan oruç, bu kadar güzel bir ibadettir. Hem bu,
her zaman olmadığı gibi, çok bir müddet de değildir.
Size farz kılınan oruç, sayılı günlerdedir. Yani senenin
günlerine oranla az ve sınırlı günlerdedir. Hem de sizin sağlığınızı
bozmayacak ve gücünüzü tüketmeyecek bir şekilde, mazeretlerinizi de gözeterek
meşru kılınmıştır. Şimdi bu günlerde sizden herhangi biriniz, oruçtan zarar
görecek derecede hasta olur, yahut bir yolculuk üzerinde bulunursa, bunların farzı,
diğer g ü nlerden, yani iyi olduğu ve yolculuktan geldiği günlerden, aynı
miktardadır. Bu şekilde hastaya veya yolcuya eda farz değil, yemeye ruhsat vardır.
Bunlar yerlerse, iyileştikten veya ikamet ettikten sonra kaza ederler. Edanın vacib
oluşu, sağlık ve ikamet üzerine gerekli olur.
SEFER: Esasen keşif, açmak mânâsı taşımaktadır. Bunun için "isfâr",
yüzünü açmak ve parçalamak mânâsınadır. Uzak bir yere gitmek de yolcunun her
türlü hal ve ahlâkını meydana çıkardığı için, ona da sefer denmiştir. Bu ise
bir gün, iki gün gibi az bir zamanda ortaya çıkamaz. Gerçekten âdet olarak da yakın
mesafeye sefer denmez. Ancak üç günlük yolun, şer'î bakımdan sahih sefer olduğunda
ittifak edilmiştir. Her gün için normal bir yürüyüşle altı saatlik mesafe ölçü
alınmıştır. Öyle i se bundan daha az yolculukta sefer ismi kesinlikle sabit
değildir. Kara ve deniz binitleri gibi vasıta ile gidenler için de âdet olarak umumî
ve orta halli olan vasıtaların tabiî ve normal seyri ölçüdür.
Çok süratli ve çok yavaş olan özel vasıtalara itibar yoktur. Çünkü hüküm ve
hikmet fertte değil, cinste muteber sayılır. Bunun için karada yaya veya deve
yürüyüşü, denizde de mûtedil rüzgarla giden gemi yürüyüşü ölçü olmuştur.
Bu sebeple sonradan tren ve vapur süratleri de çok süratli vasıtalardan
sayılmıştır. Gerçekten eski atlar ve bugünkü uçaklar gibi bunların fevkalade
vasıtalardan olduğu zamanlar olmuştur. Fakat zamanımızda birçok yerlerde bunlar
çoğalıp yerleşerek toplum için normal vasıtalar haline gelmiş ve diğerlerini
bastırmış olduğunda d a şüphe yoktur.
O halde yelken gemisi yerine vapurla, kara vasıtaları yerine trenle yolculuk,
çoğunlukla ve alışılmış olan yerler için bunların ölçü alınmalarının,
nassın sefer hakkındaki mânâsına daha uygun olduğu açıktır. Bu bakımdan trenle
veya vapurla yolculuk yapanların on sekiz saatini, vapur veya trenin orta ve normal
yürüyüşü ile hesap etmek gerekecektir. Bunların, nassın mânâsı değişmeksizin,
zamanların değişmesi ile değişen hükümlerden olduğu inkâr edilemez. Çünkü
nassın hükmü "sefer" kelim e sindeki alışılmış mânâ üzerine
kurulmuştur.
Şüphe yok ki asıl sorumlu, yolcunun kendisidir. Onun, kendi mazeretinin derecesini,
kendisinin takdir etmesi lazım gelir. Ölçü göstermek ise, dinin ona tanıdığı bir
kolaylıktır.
Tren ve vapurun alışılmış vasıtalar haline geldiğini inkâr etmek ise, bunları
ve zamanını bilmemektir. Mesela Eskişehir ile İstanbul arasında gelip giden tren
yolcularıyla, diğer yolcular mukayese edilirse, trenin ne kadar çoğunlukta ve
alışılmış bir vasıta olduğu ortaya çıkar. F akat uçak ve otomobil böyle
değildir. otomobil, bugün geçmiş zamanın koşan atları mesabesindedir. Uçak da
henüz umumi nakil vasıtalarından değildir.
Böyle olmakla birlikte bunun, denizdeki eski gemiler gibi hava yolunda tek muteber bir
vasıta sayılması da kıyas ve ihtiyata uygundur. Bunlarla beraber tren ve vapurun
mûtad (alışılmış) olduğu yerlerde de yaya ve yelken ile giden yolcunun durumu
geçmişteki gibi kabul edilmekten düşürülmez. Çünkü bunlar, bir kere şeriatın
itibar ettiği, gerçek olan tabiî v e normal ölçülerdir. Diğerlerinin, normal
vasıtalar hükmiyle, sözlük mânâsında çok kullanılmakla bunlara katılması,
bunların asıl olmalarını iptal edemeyecektir.
Hasta ve yolcu gibi geçici özürlüler böyledir. Devamlı özürlü olan ikincisine
gelince: gerek eda ve gerekse kaza olarak oruca zor dayanabilen, orucu güçsünen yani
oruç, takatlerini tüketecek olanlar, mesela pek ihtiyarlamış veya iyileşme ümidi
olmayan müzmin bir hastalığa yakalanmış bulunanlar üzerinde, yedikleri her oruç
yerine bir fidye, yani bir yoksul yiyeceği farzdır.
Nâfi' ve Ebu Cafer kırâetlerinde ve İbnü Âmir'den İbn Zekvan rivayetinde
kelimesine izafetle kelimesi tenvinsiz ve meksur şeklinde okunur. Böyle olunca, lâm
mânâsında "izafet-i beyâniye" ile, "bir yoksul yiyeceği fidye"
demek olur. Yine Nâfi, İbnü Âmir ve Ebu Cafer kırâ-etlerinde çoğul siğasiyle
okunur ki, "yoksullar yiyeceği fidye" demektir. Birincisinde her orucun
fidyesi, ikincisinde ise toplam orucun fidyesi anlaşılır.
Bir yoksul yiyeceği şer'î bakımdan sa' denilen ölçekle buğdaydan yarım ölçek;
arpa, hurma, kuru üzüm ve benzerlerinden bir ölçektir. Bir sa', şer'î dirhemle bin
seksen dirhemdir. Şer'î dirhem, onu yedi miskal gelen ve "yedi tartı" denen
dirhemdir ki, bizim şimdiki dirhemlerimizden iki kırat kadar küçüktür. Buna göre
yarım sa' buğday, on altı kıratlık örfî dirhemle bir okka, yetmiş iki buçuk
dirhem demektir. Demek ki, İslâm şeriati nazarında en fakir bir kimsenin iki öğün
itibariyle bir günlük yemeği budur.
Bu ölçü, fıtır sadakası ve diğer bütün keffaretlerde esastır. Ancak bu hesap,
fıtır sadakası gibi fakirin eline aynen veya kıymet olarak teslim edilmesi
takdirindedir. Çağırıp fiilen mübah olmak üzere yedirilmek istendiği zaman, bir
fakirin iki öğünde doyabildiği kadar yemesi muteberdir ki, adamına göre daha az
veya daha çok olabilir. Bu fidyede ise ibaha caizdir. Fidye, bir şeyin yerini tutmak
üzere verilen bedel demektir. Bu kelime ve mânâsındaki bedellik durumu olmasaydı bu
yoksul yiyeceğinin fıtır sadakası olması hemen akla gelirdi. Fakat fidye kelimesi,
bunun fidyeden başka ve oruç yerine verilecek bir bedel olduğuna ve orucun asıl
olduğuna delalet etmektedir.
"alâ" harfi de vücûb ifade eder. Demek burada oruç asıl, fidye onun
tezahürü takdirinde vacib bir bedeldir. Yani hasta ve yolcunun, diğer günlerde orucu
kaza etmesi gibi kaza mânâsında bir bedeldir. Bununla beraber fidyenin asıl vacibde
bir ruhsat olması ve bundan dolayı oruç daha evla olmak üzere bir muhayyer vaciblik
ifade etmesi de mümkündür. Birçok tefsir c iler, bu muhayyer vücub şeklini kabul
etmişler ve ileride gelecek olan: "Sizden her kim bu aya şahit olursa onda oruç
tutsun." (Bakara, 2/185) âyetinin mutlak oluşu ve neticesiyle bu muhayyer vücubun
her halde neshedildiğini söylemişlerdir.
Her iki durumda da âyetin, hasta ve yolcu ifadesinde özür sahipleri için bir ruhsat
olmak üzere sevkedilmiş olduğunda şüphe yoktur. Hasta ve yolcuda yalnız eda mazereti
söz konusu iken bunda mutlak oluşuyla orucun hem eda, hem de kaza mazereti nazar-ı
itibara alınmıştır. Çünkü fidye, mutlak oruc bedeli olunca, eda ve kazayı içine
alan bir mazeret zamanında verilebilmesi lazım gelecek ve bununla beraber onda bir nevi
eda mânâsı da bulunacaktır.
Bundan dolayı muhayyer vücub muhtemel olmakla birlikte, birinci şık tercih
edilmektedir. Yani bu fidye durumu, bir mazeret dolayısıyle eda ve kazaya tam imkan
bulunmadığı takdirde kaza ve kısmen de eda mânâsında olmak üzere meşru
kılınmıştır ki, "oruca dayanıp kalanlar" bu mazeretin daima sahibidir ve
bunda nesih yokt u r. Şimdi bunu izah edelim:
= YUTÎKÛNE: İf'al babından ve "itâka" mânâsından muzari bir fiildir.
"İtaka", takat ve tavk kökündendir. Tavk, ""nın fethasıyle takat,
""nın zammesiyle de boyna takılan gerdanlık veya ağır bir demir
mânâsınadır. Takat, kuvvet ve güç yetirme mânâsına bilenmekteyse de esasen
aralarında bir fark vardır. Vüsu', dediğimiz kuvvet, takatın üzerindedir. Çünkü
vüsu', bir şeye kolaylıkla güç yetirmek, takat ise zorluk ve meşakkatle güç
yetirmektir. Bundan dolayı "itâka", g ü cü yetmek, dayanmak mânâsına
gelirse de esasında güç yetişmek, güç tükenmek, zor dayanmak, hatta dayanamamak
mânâsınadır. Bunlara Arapça olarak sırasıyle tatvik, tatavvuk, tatayyuk ve ichad
denir.
Bu bakımdan "itâka", burada ya "istitaa: gücü yetmek" veya
"tatvik: güç tükenmek" mânâsına olacaktır. İstitaa mânâsına olursa
gücü yetenler, oruç tutmadıkları
takdirde fidye versinler demek olur ki, muhayyer bir vücub ifade eder ve oruç tercih
edilir. "İtâka"ya bu mânâ verilirse "Sizden her kim o aya şahit olursa
onda oruç tutsun." emrinin mutlak olarak sonucu ile birlikte neshedilmiş olduğunda
şüphe yoktur. Bunun için bu tefsiri yapanlar, bunun neshedilmiş olduğunda da ittifak
etmişlerdir. Halbuki bu mânâ, zahir bile olsa, iradesine engel olacak karine va r dır.
Çünkü kelimesindeki "hû" zamiri, her halde "oruç" kelimesine
aittir. Kendisinden sonra gelen fidyeye gönderilmesi caiz değildir. Gerçi bunda rütbe
itibariyle zikredilmeden önce zamir getirme işi yoktur. Fidye, muahhar (geri
bırakılan) mübteda o l duğu için rütbe itibariyle mukaddem (önce getirilmiş)dir.
Fakat "fidye" kelimesi müennes olduğundan buna müzekker zamiri gönderilemez.
Ondan sonraki "yiyecek" kelimesine göndermek ise nazmın güzelliğini bozacak
bir kusurdur. Kendisine uyulan şeyden uya n a geçerek fidyenin bedellik mânâsını
unutturmaktır ve zikredilmeden önce bir kelimeye zamir göndermek mânâsındadır.
Zamirin, fidye ve taâma gönderilmesi caiz olmadığından mânâ: "Fidyeye gücü
yetenlere fidye vacibdir." demek olamaz. Zamirsiz: "Gücü yetenle r e fidye
vacibdir." gibi anlaşıl-ması ise hiç caiz olamaz.
"o fidyeye gücü yetenler" buyurulmadığı gibi, sadece "gücü
yetenlere..." de buyurulmamıştır. Eğer maksat bu olsaydı, bunlardan birinin
söylenmesi gerekirdi ve zamirin hazfi daha veciz olurdu.
Şimdi zamir "sıyâm"a râci olduğu halde "itâka"yı
"vüsu': kuvvet" ve "istitaat: gücü yetmek" mânâsına yoracak
olursak, mânâ şöyle olacaktır: "Oruca gücü yetenlere fidye vacibdir."
Böyle demekse akla uymayan bir çelişki teşkil eder. Çünkü oruca gücü yetenlere
fidye vacib olunca "oruç size farz kılındı" ifadesi gereğince, oruç
tutması lazım gelenler, oruca gücü yetmeyen acizlerden ibaret kalacaktır.
Buna karşı, "Fidyenin vücubu, orucun vücubunu kaldırmıştır." da
denemez. Çünkü nazmın gelişinin, mazerette varid olması, yine fidye gelişinin,
mazerette varid olması, yine fidye kelimesi, sonra neshedenle neshedilen bir arada
toplanamazken "ve o kimselere..." ifadesinde toplanmaya delalet eden
"vav" buna engeldirler.
Hasta ve yolcuya kaz a vacib olduğu halde sağlıklı ve mukim olanın muhayyer
olması da diğer bir çelişki demektir. Belağatlı bir sözde böyle makul olmayan
çelişkiler, öyle kesin ve engelleyici bir karinedir ki, bununla "itâka"nın
güç yetmek mânâsına olmadığı kesinlikle ortaya ç ıkar. Bundan başka, kastedilen
mânâyı gösterecek bir de tayin edici karine vardır. Çünkü bunun gelişi, mazeret
ve ruhsat gelişidir. Zira kendisinden önce hasta ile yolcu hakkındaki ruhsat zikr
edilmiştir. Demek ki, bundan maksat, onlardan başka, fakat onlara benzer, bununla
birlikte diğer günlerde kaza ümidi bile bulunmayan bir sınıf olacaktır. İşte o
engelleyici karine ve bu tayin edici karine ile burada "itâka"nın tatvik ve
ichad gibi, son derece gücsünmek, güç tükenmek, zor dayanmak, hatta dayanamamak m â
nâsına olduğu tayin edilir ki, bu mânâ mecaz olsaydı yine zaruri olacaktı.
Gerçekten dirayet yönünden böyle olduğu gibi rivayet yönünden de bunun
"orucu çok güçsünür, yani dayanamazlar" diye tefsir edilmiş bulunduğunu
görüyoruz.
Sonra şâz kırâet olarak: diye beş kırâet daha varid olduğunu ve bunların her
biri, kırâet itibariyle şâz olmakla beraber hepsinin, tefsir bakımından mühim bir
kuvvet ifade ettiğini de anlıyoruz ki, bunun sonucu ve tefsir olmak üzere rivayet
edilen "orucu çok güçsünü r, yani dayanamazlar" demektir. Bu mânânın da
neshedilmemiş olduğunda ittifak vardır. Kelimenin böyle bir olumsuzluk mânâsı
taşıması, elde edilen mânâ itibariyledir. "Bizzat mahfuzdur" demek, zaruri
değildir. Nitekim dilimizde de: "Filan buna zor dayanır." demek
"dayanamaz" demektir. Daha açıkçası, dilimizdeki "dayanmak"
kelimesi de aynı şekilde hem olumlu, hem olumsuz mânâya gelir. Mesela "Filan buna
dayanır." demek, tahammül eder demek olduğu gibi "dayandı, dayanacak,
dayandı kaldı, dayanıp kalacak" tah a mmül edemedi, tahammül edemeyecek
demektir. İşte bu âyette "itâka" kelimesi de buna benzer.
Anlatılan karineler muvcutken "dayanıp kalanlara...", "gücü
yetenlere..." demek olamaz. Örfen bunların eş anlamlı gibi kullanıldıkları
inkar edilemezse de esasta farkları vardır. Özellikle karine bulunduğu zaman bu farkı
aramak zorunludur. Kur'ân'da güç yetmek mânâsında hemen hemen genellikle
"istitâa" kelimesi kullanıldığı halde burada "güç yetirirler"
buyurulmayıp da "ona dayanıp kalırlar" buyurulması da ayrıca bir karine
demektir.
Bu kavramı anladıktan sonra şimdi de bunların konusunu, yani hasta ve yolcudan
sonra bu çeşit özür sahiplerinin kimler olduğunu tetkik edelim:
1- "Asam" tefsirinde bunun da hasta ve yolcu hakkında olduğu
gösterilmiştir. Çünkü denilmiş, hasta ve yolcu, başlıca iki kısımdır. Bir
kısmı hastalık ve yolculuk halinde oruç tutabilir, bir kısmı tutamaz. Önce
tutamayacak olanlar
hakkında: "diğer günlerde tutamadığı günler sayısınca..." diye kaza
farz kılınmış; sonra tutabilecek olanlara da muhayyer bir vacib olarak tutmak veya
fidye vermek arasında bir ruhsat verilmiştir. Buna göre "size farz
kılındı" ifadesi, sağlıklı ve mukim olanlara tam bir vücûb ifade eder. de iki
türlü hastalık ve yolculuk mazeretlerine aittir. Bunda "itâka" hali,
mazerette edaya "istitâ" ile tefsir edilmiş, fakat zikredilen karineden
dolayı bu mazeret hasta ve yolcuya tahsis edilmiştir. Bu görüş muteber değildir.
2- İmam Mâlik hazretleri, bunun "Ramazan geldiği halde üzerinde geçen
Ramazan'dan oruç borcu kalmış ve bu müddet içinde kazaya gücü yettiği halde kaza
etmemiş bulunan kimseler" hakkında olduğunu söylemiş ve "Çok yaşlı olana
fidye vacib değil, fakat verirse güzel görürüm." demiştir.
Demek oluyor ki, İmam Malik, bunun mazeret olduğunu düşünmekle kelimesindeki
zamiri yalnız kaza orucuna göndererek tevil etmiş ve bu sayede "itâka"yı
"kazaya güç yetirme" mânâsına yorabilmiştir. Bunun zamanında ikinci
Ramazan'ın gelişi ile sene içinde kazaya imkan kalmamış olduğunu da düşünmüş
olma s ı yönünden "itâka"nın güç yetirememe mânâsını da göz önünde
bulundurmuş demektir.
Böyle olunca da bu tahsisin hangi yönden yapıldığı açık olmaz. Bir de bunun
mânâsı "Diğer günlerde, tutamadığı günler sayısınca tutar."
ifadesindeki mutlak olan "diğer günler"i, o senenin günleri diye
sınırlayarak senesi içinde kazanın vacib olduğuna hükmetmiştir ki, bizce doğru
değildir. Çünkü mutlak'ın hükmü, mutlak oluşu üzerine akıp gitmesidir.
Kayıtlamak, ancak neshedici bir delil ile olabilir. Bu ise yoktur. Öyle ise kazanın
vacib oluşu belirli bir vakitte sınırlı değildir.
3- Birçok tefsirciler burada oruca "itâka"nın, güç yetme mânâsıyla
tefsirini ve muhayyer bir vücubla sağlıklı ve mukim olana yorulmasını, mümkün
görmüşler, fakat bunun: "Sizden her kim o aya şahit olursa onda oruç
tutsun." âyetiyle tamamen neshedilmiş olduğunu söylemişlerdir.
Bunlar, neshedildiği hususunda ittifak etmekle beraber nüzul sebebinde ihtilaf
etmişlerdir. Bazıları "Oruç size farz kılındı." ifadesinin Ramazan
hakkında olmayıp, sayılı günlerin hicretin başındaki aşûre günü ile
"eyyâm-ı bîz" olduğu ve Ramazan ayı ile tamamen neshedilmiş bulunduğu
görüşüne sahip olmuşlardır. Çokları ise o günlerin, Peygamberin emri ile
tutulduğuna ve "size farz kılındı" ifadesinin Ramaza n orucu hakkında
olduğuna, ancak Ramazan orucunun önce muhayyer olarak vacib kılınıp, sonra
"Sizden her kim o aya şahit olursa, onda oruç tutsun." âyetinin inişi ile
muhayyerliğin ve fidyenin neshedilerek orucun genel olarak farz kılındığına ve buna
göre "Ona takat getirenlere bir fidye gerekir." ifadesinin, neshedilen
muhayyerlik halini anlattığına hükmetmişlerdir.
Bu iki görüşte en açık görünen nokta, "itâka"nın muhayyer vacib
üzerine güç yetirme mânâsıyla tefsirine bir imkan görülebilmiş olmasıdır. Fakat
bu mânâ, diğer taraftan birçok yönden zahire aykırıdır. Şöyle ki:
a) Bu mânâda çok yaşlı kimsenin girme şekli açık olmaz. Halbuki çok yaşlı
kimse hakkında fidyenin vacib oluşu, üzerinde icma edilmiş gibidir. "Her kim
şahit olursa" ifadesindeki nesh bunu içine almadığında ittifak vardır.
b) "Size oruç farz kılındı. Nitekim sizden öncekilere de farz
kılınmıştı." âyeti "mücmel" olmakla beraber orucun mutlak olarak
kesin bir vacib oluşunda "zahir"dir.
Yine aynı şekilde "Sizden her kim hasta olur veya yolculukta bulunursa diğer
günlerde tutamadığı günler sayısınca tutar." âyeti hasta ve yolcu olanlar
hakkında yalnız orucu göstermiş ve ancak eda ve kazaya bir ruhsat vermiştir. Fidyeye
cevaz bırakmamıştır.
Buna karşı sağlıklı ve mukim olan güçlü kimselere fidye ile muhayyerlik, iki
yönden çelişki ve imkansızlık ifade eder. Zamir fidyeye gönderilebilseydi, bu mânâ
mümkün olurdu. Halbuki zamirin buna gönderilmesi caiz görülememiş ve ittifakla
"oruç" kelimesine gönderilmiştir.
c) Bunun hasta ve yolcu gibi mazeret makamında olduğu açık iken sağlıklı olma
haline yorulması zahire aykırıdır.
Daha sonra nesih rivayetinin kaynağı şudur: İbnü Ebî Leylâ Muaz b. Cebel
(r.a.)'den rivayet etmiştir ki: "Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Medine'ye teşrif
ettiği zaman aşûre günü ve bir de her aydan üç gün oruç tutmuştu. Sonra Allah
Teâlâ Ramazan orucunu farz kıldı, "Ey iman edenler! Oruç size farz
kılındı." âyetini indirdi. Râvi âyeti: "ona dayanıp kalanlara bir yoksul
yiyeceği fidy e gerekir." ifadesine kadar okudu. Bunun üzerine dileyen oruç
tutuyor, dileyen bir yoksul doyuruyordu. Daha sonra sağlıklı ve mukim olanların
hepsine oruç farz kılındı. Yoksul doyurmak ancak oruca gücü yetmeyen çok yaşlı
kimseler hakkında sabit kaldı da
Allah Teâlâ "sizden her kim hasta olur veya yolculukta bulunursa..."
âyetini indirdi.
Yine İbnü Ebî Leylâ rivayet etmiştir ki; "Resulullah (s.a.v.) Medine'ye
teşrif buyurduğu zaman her aydan üç gün nafile olarak ve farz olmayarak oruç
tutmalarını emretmişti. Sonra Ramazan orucu nazil oldu. Halbuki o zaman toplum henüz
oruca alışmamıştı. Oruç kendilerine pek zor ve pek güç geliyordu. Bu yüzden
tutamayan, bir yoksul doyuruyordu. Bundan sonra "Sizden her kim o aya şahit olursa
onda oruç tutsun." â y eti nazil oldu. Bundan dolayı ruhsat ancak hasta ve yolcu
olanla sınırlı kaldı, hepimiz oruç tutmakla görevlendirildik."
Bunlarda bir nesih işareti vardır. Fakat bunun çok yaşlı kimseden başkasında
olduğu birincisinde açıktır. Aynı zamanda bunlardan da: "oruç kendisine güç
gelen, yani dayanamayanlar" demektir. Ancak bu güç gelmek, dayanamamak kavramı,
hastalık, ihtiyarlık gibi bir özür ile eda ve kazaya gerçekten dayanamayanlara daima
şâmil olduğu gibi, sağlıklı ve mukim oldukları halde sırf alışkın
olmadıklarından dolayı halen dayanamayanlar veya pek çok zorlukla dayanabilenleri de
geçici olarak kapsadığı gösterilmiştir.
Buna göre Cenab-ı Allah, sağlıklı ve mukim olanların, alışkın
olmadıklarından dolayı dayanamamalarının, gerçek olmayıp, bir vehimden ibaret
bulunduğunu, kısa ve belirli bir müddet içinde herkese tecrübe ile ispat buyurduktan
sonra: "Sizden her kim o aya şahit olursa onda oruç tutsun." âyetiyle farz
oluşunu mutlak olarak genelleştirmiş, ancak hasta ve yolcu için yemeye, sonrad a n
kaza etmeye ruhsat vermiştir. Çok yaşlı olup, normalde günden güne zayıflamakta
olan erkek veya kadınlar ve bunlar hükmünde olan dertliler de "ona dayanıp
kalanlara bir fidye gerekir" ifadesinin gerçek muhatapları olarak bâki
kalmışlardır. Dolayısiyl e, bunun mensuh olduğundan söz edildiği zaman, bu neshin
çok yaşlı ve benzerinden başkası hakkında olduğunun unutulmaması ve bunun çok
yaşlı kimselere ne kadar uygun olduğunun da düşünülmesi gerekir.
4- "Oruca dayanıp kalanlara" ifadesi, son derece ihtiyarlığa ulaşmış
olan çok yaşlı erkek ve çok yaşlı kadın hakkında nazil olmuştur. Bunlara fidyenin
kaldırıldığı hakkında ashabdan hiçbir rivayet yoktur. Tersine bu âyetin
neshedilmediği açıkça rivayet edilmiştir.
Buharî'nin de rivayet ettiği şekilde İbnü Abbas hazretleri: "Bu âyet, nesh
edilmemiştir. Bu, oruca güç yetiremeyen yaşlı erkek ve çok yaşlı kadın
hakkındadır.
Bunlar, her gün için bir yoksul doyururlar." diye açıkça beyan etmiştir. Bu,
Hz. Ali'den, İbnü Ömer'den ve diğer sahabeden de rivayet edilmiştir.
"Ahkâmü'l-Kur'ân"da, Fahreddin Razî'nin tefsirinde ve İbnü Hümam'ın
Fethu'l-Kadir'inde zikredildiği üzere çok yaşlı olan kimse hakkında bu mânâ,
ashabdan aksi rivayet edilmeyen bir icma olmuştur. Ashab-ı kiramdan Peygamberimizin
hizmetçisi olan Hz. Enes de yüz yaşını aşan ömrünün son zamanlarında bununla
amel eder, orucu tutamaz, yoksul doyururdu.
Kısaca bu âyetin iniş sebebi, çok yaşlanmış kimselerdir. Bu bakımdan
"itâka"nın mânâsı güç yetmek değil, edâ ve kaza, her ikisi itibariyle
oruca zor dayanmak veya dayanamamaktır. Bu mânâ çok yaşlı erkek ve çok yaşlı
kadın gibi zayıf ve müzmin hastaya da şâmildir.
Bu ikisinde zorluk ve dayanamama zannı, senede dayanmış olduğundan vehim değildir.
Alışkın olmadığından dolayı dayanamama zannı ise vehimdir. Eda ve kaza itibariyle
devamlı olan özür mânâsında dahil değildir. Bu mânâ üzerinde ittifak
edilmiştir. İşte doğru görüş budur. Hanefî mezhebi de bunun üzerinedir. Bizim
tercihimize göre burada ve özellikle bu noktada asla nesih yoktur.
Şafiî hazretleri, daha da genişleterek, gebe ve emzikli olan kadınları da kendi
hesaplarıyla değil, çocuklarının telef olmasından korkarak oruçlarını yedikleri
zaman buraya dahil etmiş, fidyeye tabi tutmuştur.
Hanefilere göre ise bunlar, yaşlılara kıyas edilemez, hasta hükmüne tabidirler.
Gerek kendileri ve gerekse çocukları korkusuyla oruçlarını yerlerse hasta gibi
yalnız kaza lazım gelir. Keffaret ve fidye vacib olmaz. Çünkü fidye, misli gayri
makul (dengi akılla belirlenemeyen)dur. Çok yaşlı ki m se, bu nass ile kıyasa
aykırı olarak sabit olduğundan, kendisine başka bir şey kıyas edilemez ve aynı
zamanda çocuk hesabına fidyenin mânâsı yoktur. Çünkü ihtiyarlar esasen "Ey
iman edenler!.." gibi genel ifade içinde oruç hitabına dahildir. Fakat çocuk,
dahil değildir.
Özetle, burada "itâka", "istitâat güç yetmek" ve "vüsu'
kolayca yapabilmek" mânâsına değil, oruca zor dayanmak, yani hem eda ve hem de
kaza durumuna göre devamlı bir mazeret sebebiyle dayanamamak mânâsınadır. Bunu,
fidyeye gücü yetmek mânâsına yorumlamaya da imkan yoktur. Gerçi oruca zor dayanana
fidyenin vacib olması için, fidyeye gücü yetmesi şart ise de bu şart, "ona
dayanıp kalırlar" ifadesinin mânâsı değil, "bir yoksulun yiyeceği
fidye" ifadesinin malî sorumluluğunun gereği olarak sabittir. Âyetin mânâsı:
"Oruca, eda ve kaza bakımından zor dayananlara, eğer fidye vermeye güçleri
yeterse, bir yoksul yiyeceği fidye gerekir." meâlindedir.
Sırf alışkın olmadıklarından dolayı oruca dayanamayacaklarını zannedenler,
oruç farzından fidye ile kurtulamazlar. Bunlar, bir azimle kendilerini oruca
alıştırıverdikleri halde göreceklerdir ki, çocuklar için bile mümkün olan oruca
pek alâ tahammülleri vardır. Gelecekten ümitsiz olmaya hakları yoktur. Bugün
tutamadıklarını diğer gün kazay a güçleri yetmektedir.
İslâm'ın başlarında bunu Allah tarafından isbat için geçen geçici bir tecrübe
devresini tekrar tekrar tecrübeye kalkışmaya hak yoktur. "Her kim tecrübe
edilmiş bir şeyi tekrar tecrübeye kalkışırsa, ona pişmanlık gelir."
"Ramazan ayı ki..." âyetinin inişinden sonra böyle bir d... devamı... (14. sayfa)