1. sayfa -
2. sayfa -
3. sayfa -
4. sayfa -
5. sayfa -
6. sayfa -
7. sayfa -
8. sayfa -
9. sayfa -
10. sayfa -
11. sayfa -
12. sayfa -
13. sayfa -
14. sayfa -
15. sayfa -
16. sayfa -
17. sayfa -
18. sayfa -
19. sayfa -
20. sayfa -
21. sayfa -
22. sayfa -
23. sayfa -
(12. sayfa)
cismin yürüyüş ve hareketleriyle
çizdikleri tabaka tabaka yörüngelere, hareketlerindeki ağırlık merkezine, toplu
nizamlarıyle yer yer teşkil ettikleri sistemlere, burclara bir bakınız. Şu göklere
ve o cisim l erden biri olup, denizleriyle, karalarıyle, dağlarıyla, dereleriyle,
ovalarıyla, çölleriyle, pınarlarıyla, ırmaklarıyla, madenleriyle, bitkileriyle,
ormanlarıyla, mesire yerleriyle bütün o göklere direksiz, kuşaksız bağlılığı ve
ilgisiyle ayağımızın altın d a yuvarlanan şu yer küreye bir bakınız. İşte mekan
denen uçsuz bucaksız feza içinde hey'et-i âlem adını alan bu gökleri ve yeri
yaratmada ve icad etmede, yaratılış nizamında, ve gece ile gündüzün değişmesinde,
uzayıp kısalmasında, birbiri ardı sıra gelm e sinde, bu geliş ve takip ile ortaya
çıkan yer konumunda, zaman sırrında ve bir tek yerde zıtların bir araya gelmesinde,
insanlara faydalı yüklerle denizde akıp giden ve gök cisimlerinin uzak masmavi semada
akışlarını andıran gemilerin akışında, akıp git t iği denizlerin yaratılış
sırrında, bunlarda meydana gelen hareket ve durma kanunlarında, bu kanunların
insanlara temin ettiği menfaatin ortaya çıkma tarzında, Allah'ın yukarıdan
indirdiği suda, indirip de kuru toprağa ölümünden sonra su ile tekrar hayat
vermesinde ve bu bitki hayatının yaratılışında, ve bu yeryüzünde akıl sahibi
olanlara varıncaya kadar her türlü hayvanları sınıf sınıf, cins cins, çeşit
çeşit ayırıp tasnif ederek yaymasında ve bu hayvan hayatının meydana gelmesinde,
türlü türlü rüzga r ları bir taraftan bir tarafa, bir şekilden bir şekile evirip
çevirmesinde, gökle yer arasında emre boyun eğmiş olan bulutlarda hiç şüphesiz
birçok âyetler, maddî ve manevi, dine ve dünyaya ait nimetler, sizin
istediğinizden daha büyük mucizeler vardır. Vardır ama; aklını kullanacak bir
toplum için. Yani akıllı olan ve aklından istifade eden kimseler için. Bundan dolayı
akıl da bu mucizelerden biri ve belki de en büyüğüdür.
AKIL: Kalb ve ruhun madeninde, beynin ışığında bulunan manevi bir nurdur ki insan
bununla, duyu organlarıyle hissedilemeyen şeyleri anlar. Akıl yürütmek; sebeplerle
sebeplerin meydana getirdiği şeyler ve eser ile eseri meydana getiren şeyler
arasındaki ilgiyi, yani "illiyet kanunu" dediğimiz sebebi neticeye bağlayan
kanunu ve ona bağlı olan gerekli ilgileri idrak ederek eserden müessire veya
müessirden esere yahut da bir müessirin iki eserinin birinden diğerine intikal
etmektir.
Mantık denen bu intikal sayesinde duyu organlarıyla hissedilen bir eserden,
hissedilemeyen müessiri anlaşılır. Mesela, hissedilen bir hışıltıdan görülüp
hissedilmeyen bir hayvanın anlaşılması gibi. Yahut da hissedilen bir müessirden
hissedilmeyen eseri anlaşılır. Mesela görülen bir bal arısından, görülüp
hissedilmeyen bal idrak edilir. Yahut hissed i len bir eserden, ilgili olduğu diğer bir
eser anlaşılır. Mesela görülmeyen bir arının vızıltısından, henüz görülüp
hissedilmeyen balı keşfedilip, bilinir.
İşte böyle hissedilenden, hissedilemeyene intikale sebep olan veya hissedilemeyen
bir mânayı bizzat ve açıklıkla keşfeden idrak vasıtasına akıl denir.
Bu intikalin de başlıca üç çeşidi vardır:
1- Cüz'îden cüz'îye, fertten ferde intikaldir ki, buna "temsil" veya
"Fıkhî kıyas" denir.
2- Cüz'îden küllîye, bir fertten bir türe veya bir tür den bir cinse intikal
etmektir ki buna "istikrâ" (tümevarım) adı verilir. Küllî (tümel)
önermelerin ve fen kaidelerinin çoğu ve belki de hepsi bu yolla keşfedilmiştir. Bunda
görmenin ve deneyin önemi büyüktür.
3- Küllîden (tümelden) cüz'îye (tekile), bir cinsten bir türe veya bir türden
bir ferde intikal etmektir ki, buna da özel mânasiyle "istintâc" veya
"mantık kıyası" ya da sadece "kıyas" denir ki, bütün ilimlerin
fiilî uygulaması bununla yapılır. İstikrâların amelî sonuçları bununla elde
edilir. İ l im yollarının en kuvvetlisi budur. Çünkü bunda bir taraftan bir esas
ortaya koyma, diğer taraftan da onu pekiştirme vardır.
Bütün ilimlerin, fenlerin ve insanın elde edebileceği her şeyin, dönüp
dolaşacağı yer olan "illiyet" (nedensellik) kanununu güzelce anlayıp tatbik
etme
sayesinde akıl, bu âyetlerden, bu yollarla Allah'ın varlığını, birliğini ve
geniş rahmetini zarurî olarak anlar, keşfeder.
Bu yollardan birinde veya hepsinde yürüyen aklın da başlıca iki çeşit
yürüyüşü vardır:
1- Ağır, derece derece ve zamana bağlı olan inceden inceye düşünme seyridir ki,
buna "fikir" denir.
2- Bir anda, bir hamlede arzuya ulaşıverecek derecede hızlı olan ani seyridir ki,
buna da "hads; tahmin, zan" denir. Bu hads de iki kısımdır:
a) Her birinde konusuna göre uzun süre meydana gelen tahsil, tecrübe ve
alıştırmadan elde edilen alışkanlık sıfatıdır ki, çalışmakla kazanılır.
Teorik ve pratik tahsil ve ilmî eğitim, bu gayeye ermek içindir. Buna "akl-ı
mesmu': işitilmiş akıl" da denir.
b) Doğrudan doğruya yaratılışta yerleşmiş ve sırf Allah vergisi olan bir
melekedir ki, buna da kudsî kuvvet ya da makbul veya tabiî akıl denir. Bunda esas
itibariyle gayretin, çalışıp kazanmanın hiç hükmü yoktur.
Herkesin bu çeşit hads; tahmin ve akıldan az çok bir nasibi vardır. Bu olmayınca
öbür akl-ı mesmu'un hiç hükmü olmaz. Bunun, sınırlanması mümkün olmayan birçok
mertebeleri vardır ki, basit bir zekadan peygamberlerin akıllarının mertebelerine
kadar gider.
En yüksek mertebesine "akl-ı evvel" (ilk akıl) denir. Başlangıçtan
sonucu, sonuçtan başlangıcı; önceden sonrayı, sonradan önceyi tam bir bilgi ile
gören bu ilk akıl, Allah'ın kelâmı ve Hz. Muhammed'in nurudur. Nitekim hadis-i
şerifte: "Allah'ın yarattığı şeylerin ilki, benim nurumdur, Allah'ın
yarattığı şeylerin ilki kâlemdir, Allah'ın yarattığı şeylerin ilki
akıldır." buyurulmuştur.
Akılların derecelerindeki değişiklik, eksiklerinden ileri gelir. Yoksa esas
itibariyle akıllar için yol birdir. O da doğru yoldur. Bizim, sebeplerin başlaması,
çelişkilerin başlaması gibi hakkı anlamaya vesile olan asıl sebepler hakkındaki
apaçık kavrayışlarımız, ilk aklın anlayış mahiyetini gösteren birer hissemizdir.
Biz bu sayede her çeşit bilgiyi böyle açık bir şekilde idrak eden ilk aklın,
hiçbir kayda bağlı olmayan kutsal kuvvetin mükemmelliğini isbata bir delil buluyoruz.
Bizim şahsımıza göre değişen ve pek az olan tahmin gücümüzle ilk
akla böyle bir bağlantımız ve bu sayede hakka ulaşmamız vardır. Bütün
mertebeleriyle Allah vergisi olan akıl, çalışma ile kazanılmış olmadığı için,
bunda çalışma ve insan iradesi sebep değil ise de, bunda Allah'ın lütfu ile sahip
olduğumuz hissemiz ölçüsünde, düşünen akıl ve bu konudaki uzun tecrübeden elde
edilen, alışkanlığa bağlı tahmin kabiliyeti çalışıp kazanmaya bağlı
olduğundan, Kur'ân'ında Cenab-ı Hak bütün insanları bu yola iletip sevketmek için:
"Düşünüp, aklını kullanan bir kavim için elbette âyetler, deliller
vardır." buyurmuş ve akıl olmayınca doğrudan doğruya hislerde tesirini icra
edecek olan mucizeler i n büyük bir faydası olmayacağını anlatmıştır.
Kur'ân'ın bu gibi âyetlerinde insanları, anlayıp, delil bulmak için mucizelerden
çok, tamamen akılla anlaşılabilecek hususlara sevketmek vardır. Bunun için Kur'ân,
mucizelerin en büyüğüdür. Fakat bundan, bazılarının zannettiği gibi
peygamberlerin mucizelerinin mümkün olmadığına ve son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)
Efendimiz'in maddî mucizeler göstermediğine ve gösteremeyeceğine işaret gibi bir
anlam çıkarmaya kalkışmak da doğru değildir. Çünkü bu âyette ö zetlenen ve her
biri için aslında en büyük icad harikası olan sırları ve mucizeleri ortaya koyan
üstün kudret düşünüldüğü zaman, Safâ tepesinin altın'a dönüştürülmesinin,
bu kudrete göre hiçbir önem taşımayacağı ve olması imkansız bir şey teşkil
edemeyeceği kolaylıkla anlaşılır.
Bunun için Cenab-ı Hak, âyetin iniş sebebi itibariyle, bu âyette şunu da
anlatmış oluyor ki, göklerin ve yerin yaratılıp var edilmesi ve bunlar üzerinde,
anlatılan eşsiz idarenin icrası gibi en büyük mucizeler; devam eden bu mucizelerin
anlaşılmasından elde edilecek faydaların yanında Safâ'nın altın'a
dönüştürülmesi gibi geçici ve tek bir harika olay isteği pek küçük bir şeydir.
Bu büyük ve devamlı mucizeleri anlayıp, üzerinde iyice düşünenler ve bu
düşünme ile yüce yaratıcının kanunlarını kavrayıp ona uyanlar, Safâ tepesini
altın yapmak gibi bir isteği, sonradan kendileri bile yapabilirler. Çünkü bu sayede
yalnız Safâ'nın değil, bütün Mekke dağlarının altın ile döşenmesi bile
mümkün olur. Allah Teâlâ, bunun da yolunu yapmıştır. Yalnız maden kanunlarını
iyice anlamak, bu istek için yeterli olur. Bunun için Allah'tan ve peygamberden daha
büyük, daha hayatî, kutsal, genel ve ebedî şeyler talep etmek gerekir.
"Düşünüp, aklını kullanan bir toplum için elbette âyetler, deliller
vardır." ifadesinde "âyât" kelimesi, açık alâmetler ve kesin
deliller, karşısında ciddi olarak hiçbir söz söyleme ihtimali bulunmayan apaçık
mucize
demektir. Kur'ân'ın âyetlerine "âyet" denmesi de bu mâna ile ilgilidir.
Demek ki Allah Teâl â'nın iki çeşit âyeti vardır:
1- İcad ve yaratılış kitabındaki fiilî âyetler,
2- İndirdiği kitaptaki sözlü âyetler.
Bunların ikisi de Allah'ın zatına, sıfatlarına, hüküm ve iradelerine delalet
ettiklerinden dolayı "âyet" ismini almışlardır.
Bu iki kitap ve bu iki çeşit âyet, karşılıklı olarak biri diğerinin işareti,
öbürü de onun işaret edip gösterdiği şeydir. Biri, diğerinin açıklaması ve
tefsiridir. Tam anlamıyla marifet; Allah tarafından indirilen kitabın sözlü
âyetlerinden, yaratılış kitabının fiilî âyetlerini ve ondan Hak Teâlâ'nın zat
ve sıfatlarını okuyup, anlamak, anladıktan sonra onun kanunlarına, emirlerine ve
hükümlerine uyarak, doğru yoldan, "Râdıye" ve "Merdıyye"
makamlarını elde etmekle "bakâbillaha" ulaşmaktır.
İşte Kur'ân'ın bu sözlü ayeti, bize birçok fiilî âyetleri özetleyip
göstererek bu kâinat devletinin sınırsız ve sonsuz değişikliğini, sürekli ve
herkesi aciz bırakan bir nizamla icad edip düzene koyanın, her şeyi düzenleyip
yönetenin yüce yaratıcı olduğunu anla t ır. Akıl ile ma'kulün; dış dünya ile
zihnin uyum noktasında, her şeyin yöneticisi olan Allah, varlığını ve birliğini
ortaya koyar. Allah, zatında ve sıfatlarında birdir. O'nun kudreti ve rahmeti herşeyi
kaplamıştır. Bunun için O, bütün insanlara tam ve mü k emmel olarak yeterli olup,
ortağı ve benzeri bulunmaktan münezzehtir. İşte bu âyet, bu hususlara delalet eden
birçok açık delili, gayet veciz ve bununla beraber gayet basit ve açık bir şekilde
biraraya toplamıştır. Bunda açık ve kapalı olarak nice ilimler i n ve fenlerin konu
ve gayeleri vardır.
Bunu en değersiz ve en basit bir akıl duyar ve en yüksek akıllar, bunda ebedî bir
tetkik ve müşahede gayesi bulur. Netice olarak hiçbir akıl bu karardan dışarı
çıkamaz.
İşte Kur'ân, en yüksek ilim ve fen meselelerinin bu şekilde özünü alarak
bütün seçkin insanların ve halkın açıklıkla anlayacağı derecede basitleştirip
öğretiyor. Tereddüt ve hayalin, şiir edebiyatında hiçbir gerçeğe uymayan ve
haksız yere "ibdâ" (icad) adı verilen hayal gücünün gelip geçici v e
yalancı bir bakışını okşayarak insanı bir an için ve bir daha tekrarlanmamak
şartıyla çarpıp geçen boş mânâlarında bir teselli zevki aramaya alışmış olan
ruhlar, Kur'ân'ın bütün yaratılışa ayna olan benzersiz nazmında mucizeli bir
yükseklik duymazlarsa
bu nun sebebini, yaratılışlarındaki zevklerinin ve akıllarının birtakım
hevesler içinde iflas etmiş olmasında aramalıdırlar.
Bu gibiler, hakkı hep acı diye kabul etmişler ve aklı, hakka ulaşmak için bir
vasıta tanıyacak yerde onu, hakkı red ve ibtal ile mağlub edebilecek acımasız bir
silah gibi kullanmak isteyen zâlim müşriklerdir. Onlar hakkında şöyle buyrulmuştur:
Meâl-i Şerifi
165- İnsanlardan kimi de Allah'tan başka şeyleri O'na eş tutuyorlar da onları,
Allah'ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman edenlerin Allah sevgisi daha kuvvetlidir. O
zulmedenler, azabı görecekleri zaman bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın
azabının gerçekten çok şiddetli bulunduğunu keşke anlasalardı.
166- O zaman kendilerine uyulan kimseler, azabı görerek kendilerine uyanlardan
kaçıp uzaklaşmışlar ve aralarındaki bütün bağlar parça parça kopmuştur.
167- Onlara uyanlar da şöyle demektedirler: "Ah, bizim için dünyaya bir
dönüş olsaydı da onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan
uzaklaşsaydık!" İşte böylece Allah onlara bütün amellerini, üzerlerine
yığılmış hasretler (pişmanlık ve üzüntüler) halinde gösterecektir. Onlar bu
ateşten çıkacak değillerdir.
165-Allah'ın birliği ve kudreti bu kadar fiilî ve sözlü âyetleriyle açık ve
parlakken buna karşı: insanlardan bazıları vardır ki, Allah'a karşı denkler,
benzerler tutarlar ki, onları, Allah'ı sever gibi severler. Onların emirlerine,
yasaklarına, arzularına itaat ederler de Allah'a isyan içinde bulunurlar.
Şüphe yok ki böyle yapmak, gerek Allah'ı inkar ederek olsun ve gerekse olmasın,
ilâhlık mânâsında onları Allah'a ortak yapmaktır. Bunların bir kısmı, bu şirki
açıktan yaparlar. Firavunlara, Nemrutlara yapıldığı gibi onlara açıktan açığa
ilâh, mabud adını vermekten çekinmezler. Onlar a "Rabbimiz, tanrımız"
derler. Hatta ilâhlarının doğması ve doğurması görüşünü benimseyerek onlara
aynı cinsten, mabut derecesinde oğullar, kızlar tasavvur edip yakıştırırlar. Diğer
bir kısmı da açığa vurmadan aynı muameleyi yaparlar. Onları, Allah'ı sever gibi
severler, onları nimet sahibi olarak tanırlar. Onların sevgisini, hareketlerinin başı
kabul ederler. Allah'a yapılacak şeyleri onlara yaparlar. Allah rızasını
düşünmeden onların rızalarını elde etmeye çalışırlar. Allah'a isyan olan
şeylerde bile onla ra itaat ederler.
Bu âyet bize gösteriyor ki, ilâhlık mânasında son derece sevgi, bir esastır. Ve
mabud, en yüksek seviyede sevilen şeydir. Böyle son derece sevilen şeyler, ne olursa
olsun, mabud edinilmiş olur. Sevginin hükmü ise itaattır. Bunun için mabuda son
derece itaat edilir. Her insanın tuttuğu yolda hareket başlangıcı onun mabududur.
İnsanlar tarafından böyle sevgiyle mabud mertebesi verilerek Allah'a denk tutulan
şeyler o kadar çeşitlidir ki, bir taştan, bir maden parçasından, bir ottan, bir a
ğaçtan tutun da gök cisimlerine, ruhlara, meleklere kadar çıkar. Bununla beraber:
"onları severler" ifadesindeki akıl sahiplerine ait olan "onlar"
zamiri bunların özellikle akıllılar kısmını açıkça ifade etmektedir.
Bunun içindir ki, değerli tefsirciler, denk, benzer mânâsına gelen
"endâd"ı "Allah'a isyanda itaat ettikleri liderleri, başkanları ve
büyükleri" diye açıklamışlardır. Bu zamirin, tağlib yoluyla diğer putları
da kapsamına alması takdirinde bile bu mânâ açıktır.
Gerçekten servet, büy üklük, kuvvet, makam, itibar, güzellik gibi herhangi bir
ümide sebep sayılan dilberler, kahramanlar, hükümdarlar gibi insanları, Allah gibi
seven ve onlar uğrunda her şeyi göze alan nice kimseler vardır ki bu, şirk konusunun
putperestlik esasını, insanlığın en büyük yarasını teşkil eder.
Yunan, Roma, Avrupa medeniyet ve edebiyatında böyle muhabbet mabudlarının haddi ve
hesabı yoktur. Bu duygu, zamanına göre türlü türlü şekillerde ortaya çıkar.
Hıristiyanlık da bu ruhla doludur. Hele Avrupa ruhunda, Avrupa edebiyatında bu tür
şirk, o kadar ileri gitmiştir ki her eline bir kalem alan ve her hangi bir şiir
söylemek isteyen kimse sevgilisine ilâh mertebesi vermeyi, en ufacık bir işi övmek
için hemen yaratma kudretini yakıştırmayı bir hüner, bir şeref saya r.
Yeryüzündeki insanlık kavgaları, bütün bu çeşitli ve birbirine zıt olan
mabudların mücadelesi yüzündendir. Bu anlaşmazlık ve ihtilaflar, her birinin
arasındaki binlerce dalkavuk tarafından körüklenir ve insanlık günden güne ahlâkî
düşüklüğe sürüklenir. İlimlerin, fenlerin, sanatların gelişmesi, buna çare
bulamaz. Bilakis hepsi, bu şirk ocağını yakmak için gaz ve benzin yerine kullanır.
Bunlar, gerçekte ne Allah tanır, ne peygamber. Her birinin gönlünde zaman zaman bir
veya birkaç mahluk yer tutmuştur. Onları Allah gibi severler, onlara mabud muamelesi
yaparlar. Onlara itaat etmek için Allah'a isyan ederler. "Onları, Allah'ı sever
gibi severler." ifadesi, bütün bunları tasvir etmektedir. Buna velileri ve
peygamberleri mabud derecesine çıkaranlar da dahildir.
Bunun için Allah'ın velileri, peygamberleri ve melekleri gibi sevgili kullarını
severken âyet-i kerimenin kapsamını iyi düşünmeli; sevgilerini, Allah sevgisi
derecesine vardırmaktan kaçınmalıdır. Çünkü Allah için sevmekle, Allah'ı sever
gibi sevmek arasındaki farkı bilmek gerekir. Allah'ı sevenler, Allah'ın yolunda giden
sevgili kullarını da severler. Fakat Allah'ı sever gibi değil, Allah için severler ve
bu sevgi ile Allah yolunda onlara uyarlar. "Ey Muhammed! de ki: Eğer siz Allah'ı
sevi y orsanız bana tabi olunuz ki, Allah da sizi sevsin." (Âl-i İmrân, 3/31).
Buna göre Allah'ın sevdiği kullarını sevmek ve onlara uymak, günah ve şirk
değildir. Tersine Allah sevgisine delil olur. Fakat bu sevgi, hiçbir zaman Allah sevgisi
gibi olmamalıdır. Yani hıristiyanların Hz. İsa hakkında yaptıkları gibi onları
mabud derecesine çıkaracak bir ibadet şekli olmamalıdır. Bunun en güzel misalini,
müslümanlığın iman anahtarı olan kelime-i şehadetinde ve ibadetin başı olan
namazında buluruz. Bir müslüman "Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir
ilâh yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve peygamberidir." derken
Allah'tan başka bütün mabudların hepsini reddedip atar da bu temiz kalb ile Peygamberi
Hz. Muhammed'in O'na kulluk ve peyga m berlikle bağlılığını tasdik eder ve Allah
için bu gerçeğe şahitliğini arz eder. Bu şehadette Allah'tan sonra Peygamber'e
bir sevgi ilanı vardır. İman bu sevgi ile tamam olur. Fakat Allah sevgisi, yüce
Mevlânın birliği ile bunun yanında Hz. Muhammed sevgisi, Allah'a kulluğu ve
peygamberliği cihetiyledir. İşte Allah için sevmenin en büyük örneği!..
Bunun gibi namazda Allah'tan başkasını çok cüz'î bir şekilde bile olsa niyete
karıştırmak küfürdür. Namazı bozar. Namazda peygamberden ve Allah'ın salih
kullarından hiçbir şey istenmez. Nihayet tahiyyatta onlar adına da esenlik, salevât,
rahmet ve bereket niyaz edilir. Bu duada Peygambere ve salih kullara elbette bir sevgi
gösterme vardır. Fakat namaz kılan kimse Allah'ın huzurunda onlardan bir şey isteme
duru m unda değil, onlara da derecelerinin yükselmesi için Allah'ın rahmetini isteme,
hayatında onlara ikram etme durumunda olacaktır. Müslüman bütün ömründe bu hareket
çizgisini hayatının esası sayacaktır.
Buna karşılık velileri, peygamberleri veya ruhlarını ya da melekleri müşriklerin
araya giren mabudları gibi bir ilâhlık payı vererek sevmek, onları severken Allah'ı
ve Allah'ın emirlerini unutmak, onlar adına kurbanlar kesmek, âyinler yapmak, onların
isimlerini "Bismillah" gibi işlerin başı kabul etmek, "Onları, Allah'ı
sever gibi severler." ifadesinin tam anlamıyla şüphe yok ki, bir şirk ve
küfürdür. Ayrıca böyle yapmak, onlardan uzaklaşmaktır. Çünkü onlar ancak
Allah'ı sevmişlerdir. Üzülmekle beraber müslümanlık adına da böyle batıl bir
sevgi akidesin e tutulan ve bununla dindarlık yapıyoruz, zanneden birtakım gafil
kimseler de ortaya çıkmıştır. Bunlar genellikle din ilminin iyi tahsil edilmediği ve
dinî bilgilerin esası bilinmeden ağızdan ağıza bir efsane gibi dolaştırıldığı
cahillik devirlerinde ve ca h illik bölgelerinde ortaya çıkagelmiştir. Çünkü kulluk
duygusu insanlarda yaratılıştan geldiği için gerçek ve gelişmiş din ilmi sönünce
insanlar, ilk cahiliye devrindeki efsanelerle gönlüne doğan acayip hevesler içinde
ibadete çalışır. Hurafelerle boğulur, gider. Ölü veya diri, cansız veya canlı
putlara bağlanır.
Bununla beraber bu sapıklığın felsefe yoluyla ilim ve marifet adı altında
gelişip yayılan kısmı da yok değildir. Bu elbette daha mühimdir. Burada Allah'ı
inkar eden ta'tıl (batıl ve metruk, ateizm) felsefelerinden söz etmeye lüzum
görmüyoruz. En derin cehalete eşit ve hatta daha beter olan ta'til (ateizm)
felsefelerinin kötülüğünü, çeşitli yönleriyle hatırlatmaya ihtiyaç
duyulmadığı gibi bunların ilmi ve felsefî bakımdan kıymetleri de yoktur. F a kat
ilâhlık felsefesi ve vahdet-i vücud adı altında gizlenen bir metrût (ateist) felsefe
vardır ki, din ve ahlâk adına ilmî ve hikemî şekilde en büyük zarar bundan
doğagelmiştir. Her
nerede bir şirk varsa bununla az çok bir alakası vardır.
Önce şunu kaydedelim ki, "Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. Ondan başka
hiçbir ilâh yoktur." (Bakara, 2/163) âyetinde de açıkça belirtildiği üzere
İslam dininde emredilen genel iman konusu: "Allah'tan başka hiçbir ilâh
yoktur." tevhidi, yani Allah'ı bir bilmekti r. Yoksa "Allah"tan başka
hiçbir mevcud yoktur." diye ifade edilen mevcudu, varlığı bir bilmek değildir.
Bu olsa olsa marifet yolunda merhaleler katetmiş olan seçkin şahıslar için bahis
konusu olabilir.
Bizim nazarımızda vücud birliği genel olarak olumsuz değil, belki keşif yoluyla
olumludur. Fakat "Allah'tan başka mevcud yoktur." demekle "Her mevcud
Allah'tır." demek arasında pek büyük fark vardır. Birincisi sırf tevhid
olabilir, fakat ikincisi sırf şirktir. "Allah'tan başka mevcud yoktur."
dendiği zaman, Allah'tan başkasına isnad edilen varlığın gerçek olmayıp hayalde ve
vehme bağlı, şuura akseden bir gölge işi olduğu ve gerçek varlığın ancak Allah'a
mahsus bulunduğu ikrar edilmiş; âlemin zatı ile ve zatı için gerçek varlığı yok
sayılmış olur ki bu vahdet-i vücuddur. Çünkü keşif yoluyla sabit olduğu üzere
biz âlem adına ne biliyorsak hepsi, hissettiklerimizden, hayâlimizden, zihnimizdeki
şekillerden ve ruhî izlenimlerimizden ibarettir.
Bunları hakikat tasavvur etmemiz ve izafi olarak hak diyebilmemiz, zatında mükemmel
ve tek olan Hak kavramının ezelî ve ebedî gerçekleşmesini tasdik sayesinde mümkün
olabilir. Bunu Fâtiha'da açıklamıştık.
Bu bakımdan vahdet-i vücud, varlık tevhidi; âlemdeki benzer şeylerin gölge ve
hayal olduğunu görmek ve onları silip arkasındaki açık gerçeğin varlığına iman
etmekle mümkün olur.
Nitekim "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur." dediğimiz zaman da
birtakım putların, birçok kimseler tarafından mabud edinildiğini inkar etmiş
olmuyoruz da bunların hak olmadıklarını ilan ve ancak bir Allah'ı ispat ve kabul
etmiş oluyoruz. Fakat "Her mevcud Allah'tır." dendiği zaman varlıkta gerçek
bir çokluk, kabul edilmiş ve hepsinin Allah olduğu iddia edilmiş oluyor ki, bunda
tevhid yoktur. Tersine Allah'ı çoğaltma ve ona or t ak koşma vardır. Bu bir vahdet-i
vücud değil, varlığın birleştirilmesi veya hulûl teorisidir. Yahut da Allah'ı
inkar etmek suretiyle yalnız âlemi ispattır, "Bir"e "her" demektir.
Ortağı ve benzeri olmayan Allah'a sonsuz ortaklar isnad etmek, hayalî varlıkları,
gerçek varlık saymaktır. Buna daha çok "panteizm" yani "birleşmiş
ilâhcılık" denir ki, bu teoride Allah ve varlık gerçekten her şeyle
birleşmiştir veya her şeyin içine girmiştir. Haşâ Ali ilâh, Veli ilâh, Firavun
ilâh, Nemrud ilâh ilâh... her şey ilâhtır. Bunda âlemin isbatı, onu yapanın
yokluğu vardır.
İşte birtakım cahiller veya inkarcılar, Allah'ın hikmeti adıyla imkansız olan bu
birleşmeyi veya hulûl ya da ta'tıl (ateizm, ilâhsızlık) teorisini vahdet-i vücud ve
sırf tevhid diye ele alarak "O'ndan başka ilâh yoktur." demek "O'ndan
başka mevcud yoktur." demek olduğunda ısrar ederler. Bunu da: "Her mevcud
O'dur." mânâsıyla açıklarlar. Hatta külli mecmuî ile külli ifradîyi
birbirinden ayırmayarak "Hepsi O'dur." derler. Her şeyden öted e Allah'ı
görecek yerde, her şeyde ve hatta her şeyi Allah görmek isterler. "İlk ve son
olan, açık ve gizli olan O'dur." (Hadid, 57/3) âyetinin açıkladığı birleşme
mertebesini ayrılma mertebesinde ayrı ayrı söylerler ve böylece kendilerini Allah
görmek v e göstermek için kâmil insanları, bizzat Allah gösterirler. Artık erenler,
veliler, bir ilâhlar topluluğu manzarasında hayal edilir, oysa bu görüşün esasına
göre şeytanların velilerden, kâfirlerin müminlerden farkı kalmaması gerekir.
Çünkü her varlık O sa y ılır. İşte: "İnsanlardan kimi de Allah'tan başka
şeyleri O'na eşler tutuyorlar da onları, Allah'ı sever gibi seviyorlar." âyet-i
kerimesi özellikle bunları da red ve iptal içindir.
Zaten İsa'ya "Allah" veya "Allah'ın oğlu" denmesi de
Mısır'dan, Hind'den, Yunan'dan, Roma'dan gelen bu birleşme teorisinin bir koludur. Bu
aşırılıktan ve meseleyi karıştırmaktan kaçınmak için son zamanlarda İslâm
dünyasında Hanbelîler içinden Vahhabî mezhebi ortaya çıkmıştır. Bu mezheb
Allah'tan başka her kim olursa olsu n ona hürmet göstermenin ve muhabbet beslemenin
şirk olduğunu ilan etmiştir. Buna dayanarak kabirlere hürmet etmeyi bile şirk kabul
etmiştir.
Bu hürmet ve muhabbet "Onları, Allah'ı sever gibi severler" mânasına
uygun olacak derecede olursa, bizim de buna şirk gözüyle baktığımızda şüphe
yoktur. Ancak bundan genel olarak hürmet ve muhabbetin inkârı mânâsını çıkarmak
ve müminlerin kalbinden peygamberlerin ve salih kulların sevgisini söküp almaya
çalışmak da bir aşırılık ve Allah sevgisiyle uyum sağlaması mümkün olmayan
tehlikeli bir iştir. Bunun böyle olduğunda da şüphe etmeyiz.
Sünnete uygun bir şekilde kabir ziyaret etmek, ölülere Allah rızası için hürmet
etmek, ölülerin gerçek olan eserlerinden, fikirlerinden istifade etmek, ruhlarını
hayır ile an arak memnun etmek, onlar için Allah'a dua etmek ve bu
dua ile feyiz kazanmak, onları Allah'ı sever gibi sevmek değil, Allah için
Allah'ın kullarını ve yaratıklarını sevmek olduğu açıktır.
Özellikle kabir ziyareti, ölümü hatırlamaktır. "Lezzetlerin, tatların
yıkıcısı olan ölümü çokça anın." hadis-i şerifi gereğince ölümü
hatırlamak meşru olup, emredildiği gibi kabir sahibinin faniliğini de görerek tasdik
etmek demektir.
Kabir ziyaretini, Allah ziyaretine benzetmekte Allah için haşâ kabir
düşünülmesini caiz görmek gibi bir küfür şüphesi vardır.
Bir de "Onları, Allah'ı sever gibi severler." ifadesinin kapsamı, ölü
ile diriyi ayırmamış ve belki de ölülerden çok dirilere işaret etmiştir. Bundan
dolayı ölülere ve kabirlere hürmet ve muhabbeti kayıtsız, şartsız kesmek
isteyenlerin, daha önce bütün dirilerle ilgilerini kesmeleri, meşru veya gayr-i meşru
hiçbir yöneticiye hürmet etmemeleri gerekecektir. O halde İslâm büyüklerinin
kabirlerini yıkan ve ziyaretlerini engelleyen Vahhabîlerin, hayatta olan yöneticilerine
de asla muhabbet ve hürmet göstermemeleri, ziyaret ve saygıda bulunmamaları gerekir.
Kısaca, başkanlarını ve büyüklerini, Allah'ı sever gibi sevenler ve onların,
Allah'ın emrine uymayan emirlerine itaat ederek Allah'a isyan edenler, bunları Allah'a
eş ve ortak edinmiş olurlar ki, bütün putperestliğin esası, bu tarz muhabbet
beslemektedir. Allah'ın birliğine karşı böyle yapan birtakım insanlar vardır.
Bunlar, başkanlarını, kendilerine uydukları kimseleri Allah için değil, Allah gibi
severler. : Halbuki mümin olanların Allah'a sevgisi, Allah için sevmesi, her şeyden
çok ve o müşriklerin tapındıkları eş ve benzerlere ve hatta varsa Allah'a
sevgilerinden daha çok ve daha kuvvetlidir. Çünkü müminler, ancak Allah'a
yalvarırlar. Müşrikle r ise pek sıkıştıkları ve muhtaç oldukları zaman Allah'ı
hatırlarlar, ihtiyaçları kalmayınca da edindikleri eşlere uyarlar.
Bundan dolayı müminin gerek rahatlık zamanında ve gerekse sıkıntı anında, gerek
darlıkta ve gerekse genişlikte Allah'a olan sevgisi devamlıdır.
Kâfir ve müşrik ise bazan Rabbinden yüz çevirir, müşrikler tutarlar bir puta
taparlar. Sonra ondan daha güzel bir şey gördükleri zaman onu bırakır, buna
taparlar. Hatta Bahile kabilesinin yaptığı gibi acıktıkları zaman mabudlarını
yerler. Bu şekilde sevgi besledikleri şeyi ve mabudlarını değiştirir giderler.
Bunun için onların müminler gibi devamlı bir sevgileri olamaz. Müminler, tek
Allah'a inandıkları için bütün sevgileri, bizzat Allah'da toplanır. Allah'ın
yaratıklarına
olan sev gileri de bu başlangıç noktasından dağılır. Yani sevdiklerini ancak
Allah için, Allah rızası için severler.
Kâfirler ve müşrikler ise bir mabudun veya bir putun karşılığında diğer
mabudları ve putları da doğrudan doğruya sevdikleri ve bütün sevgilerini Allah
sevgisiyle, Allah rızasıyla ölçmedikleri için sevgileri dağınık ve
parçalanmıştır. Şüphe yok ki dağınık ve değişen sevgiler, toplu ve sabit
sevgiye göre bir hiç demektir.
Bunun için mümin bir halk topluluğuna sahip olan ve sırf Allah için sevilen
başkanlar, kendilerine uyulan insanlar ne kadar mutludurlar! Şüphe yok ki bu
bahtiyarlığa kavuşmak da hakkiyle tek Allah'a inanan bir mümin olmaya, her şeyden,
hatta kendinden önce Allah'ı sevip, Allah'ın kullarına da Allah için muamele etmeye
ve Alla h için sevgi dağıtmaya bağlıdır. Başka türlü aşırı gidenler veya ihmal
edenler, zulümden kurtulamazlar.
Böylece Allah'a eşler edinmek suretiyle zulmetmiş, haksızlık yapmış olanlar,
yani Allah'a karşı başkalarını eş ve ortak tutmak; onları, Allah'ı sever gibi
sevmek ve Allah'a karşılık onları bizzat kendilerine uyulacak varlıklar edinerek
emirlerine itaat etmek özellikle Allah Teâlâ'nın hakkı olan ilâhlık sıfatına ve
mabudluğuna başkalarını da ortak etmek en büyük zulümdür. "Şüphe yok ki şi
r k, büyük bir zulümdür." (Lukmân, 31/13) ve bunu yapanlar son derece
zâlimdirler. Çünkü göklerin ve yerin yaratıcısı, kainat saltanatının mutlak
hâkimi olan Allah Teâlâ'nın hakkına tecavüz etmek cüretinde bulunanlar, hangi
zulümden sakınırlar? Allah'ın ku l larına, aciz yaratıklarına neler yapmak
istemezler? Bundan dolayıdır ki, dilimizde "Kork, Allah'tan korkmayandan."
diye bir ata sözü vardır. Elbette böyle yapan zalimler, birgün gelecek, Allah'ın
azabını göreceklerdir. Bu zâlimler, işte o azabı gerçekten g örecekleri vakit, Ne
kadar kuvvet ve kudret varsa hepsi, Allah'ın olduğunu, ve Allah'ın azabının ne kadar
şiddetli bulunduğunu bir görecek olsalar!...
Burada bu "onlar bir görecek olsalar" şart cümlesinin cevabı tehvîl
(korkutmak, uyarmak) için hazfedilmiştir, belirtilmemiştir. Nitekim dilimizde de bu
gibi tehdit makamında: "başına geleceği bilsen..." deriz ve cevabı gizli
tutarız ki, bu gizlilikten maksat, bu cevapta anlatılması mümkün olmayan bütün
tehlikeleri toplamaktır. Yani o gün bunların uğrayacakları acı, pişmanlık ve
hasret, o kadar dehşetlidir ki, şimdiden anlatılması mümkün değildir. Neler olacak,
neler çekecekler!..
166-Özellikle, O Allah'ı sever gibi sevilip, arkalarına düşülen ve kendilerine
uyulan kimselerin, arkalarına düşüp kendilerine tâbi olanlardan uzaklaştıkları, ve
azabı görerek "Aman aman bunlar bizden değil." diye reddedip kaçındıkları
zaman, aralarındaki bütün bağlantı sebepleri kesilir.
167-Uymak, uyulmak ve bunlara sevk eden iş ve gaye gibi her türlü ilgi tamamen
kopar, o arkadan giden ve öndekilere uyan kimselerin: "Ah ne olurdu bizim için
geçen dünyaya bir dönüş mümkün olsaydı da onların bizden uzaklaştıkları gibi
biz de onlardan uzaklaşsaydık." diye feryat edecekleri gün, o son pişmanlık
günü neler ol a cak!.. İşte Allah onlara bütün amellerini böyle her taraflarını
kuşatmış büyük hasretler, son derece acı ve faydasız pişmanlıklar halinde
gösterecektir. ve onlar bu ateşten çıkacak değillerdir.
Bundan dolayı insanlar, bütün bu kuvvet ve kudretin tek sahibi ve hükümranı
bulunan bir Allah'tan başka mabud tanımamalı, O'nun emrinden başkasına itaat
etmemeli, başkasına uymamalı ve bütün sevgisini Allah'a olan sevgisinde
toplamalıdır.
Cenâb-ı Allah, akıllara kudret ve rahmet delillerini gösterip, hislere son derece
korku ve sevgi telkin ederek müjde ve uyarı, teşvik ve sakındırma içinde birliğini
aklî ve hissî bakımdan ispat ettikten ve bütün insanları her türlü şirkten
sakındırmakla tevhid inancına davet ettikten sonra, ilâhlık ve Rabblığının eserl
e rini, ilerde açıklayacağı kanun koyma noktasından da göstermek için buyuruyor ki:
Meâl-i Şerifi
168- Ey insanlar! Bütün yeryüzündeki nimetlerimden helal olmak, temiz olmak
şartıyla yiyin. Fakat şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o size belli bir
düşmandır.
169- O size hep çirkin ve murdar işleri emreder, Allah'a karşı bilmediğiniz
şeyler söylemenizi ister.
170- Onlara: "Allah'ın indirdiğine uyun." dendiği vakit de: "Yok,
atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız." dediler. Ya ataları bir şeye
akıl erdiremez ve doğruyu seçemez idiyseler de mi onlara uyacaklar?
171- O kâfirlerin hali, sadece bir çağırma veya bağırmadan başkasını
işitmeyerek haykıranın haline benzer; onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler,
akıl da etmezler.
168- Ey insanlar! Sizin hepiniz böyle bir Allah'ın yaratığı ve kitabına layık
gördüğü kullarısınız, kendilerine uyulan ve uyan, hepiniz yemeye, içmeye muhtaç
acizlersiniz. Bunun için Allah'a kulluk edeceğiz diye kendinizi Allah'ın nimetlerinden
mahrum ederek yormayınız. O Rahmân ve Rahîm olan Rabbiniz size şöyle izin veriyor:
şu yeryüzünde bulunan şeylerden yiyiniz. Fakat nasıl rastgelirse ve her elinize
geçeni değil, helali hoş ve tertemiz olarak yiyiniz. Yediğiniz şeyler pis, kirli,
şunun bunun hakkı geçmiş, yaratılış itibariyle ve dinî bakımdan yasaklanmış
veya şüpheli şeyler olmasın. Helalinden kazanınız, haram, pis, şüpheli şeylerden
sakınınız. Onlara tenezzül etmeyiniz. ve şeytanın adımlarına uymayınız. Yani
onun arkasından izinden g itmeyiniz
Çünkü o sizin her halde açık bir düşmanınızdır. Kendisi her ne kadar
gözlerinize görünmez, gizliden gizliye kanınıza, iliklerinize işleyerek kalb ve
fikirlerinize sokulursa da onun size düşman olduğunda ve telkinlerinden hiç birisinin
hakka ve hayra yönelik olmayacağında şek ve şüpheye yer yoktur.
169-ağlam bir yaratılış, olgun bir akıl ve temiz bir kalb sahipleri için onun
düşmanlığını ve telkinlerinin kötülüğünü anlamak hiç de zor değildir.
Çünkü o size ancak kötü ve gayet çirkin şeyleri <D>, ve Allah tarafından
delili olmadan, kendi kendinize bilemeyeceğiniz şeyleri Allah'a karşı iftira olarak
söylemenizi emreder. O, Allah'ın emirleri hakkında hayal ve kuruntularla, arzularla
söz söylemeye teşvik eder.
Şeytanın batılı gerçek, kötülüğü iyilik gibi süsleyerek insanın hayal ve
kuruntusuna sunmakla heyecanlandırması ve teşvik etmesi, emre benzetilmiştir. Nitekim
nefsin şiddetli arzuları hakkında: "Nefsim bana böyle emrediyor." denir ki,
"nefs-i emmâre" kötülüğü emreden n e fis deyimi bundandır. Bu teşbihte
şeytanın vesvesesini kabul ile ona uyan insanların, şeytanın memurları ve uyduları
yerinde olduklarına işaret buyurulmuştur.
Bilinemeyecek şeyler başlıca ikidir:
1- Allah'ın zâtı ve gerçek mahiyeti:
Allah'ın gerçek mahiyetini insan aklı, tam olarak anlayacak şekilde bilemez. Bunun
için Sıddîk-ı A'zam (Ebu Bekir) hazretleri: "Allah'ın zatının sırrından
bahsetmek, şirk koşmaktır." buyurmuştur. Şeytan ise insanı bundan söz etmeye
teşvik eder, kuruntu ve hayal i le nice sözler söyletir.
2- Allah'a isnadı caiz olup olmayacak şeylerdir ki, Allah'ın emirlerinin çoğu,
haram ve helal gibi fer'î ve şer'î hükümler bu türdendir. Çünkü şer'î ve fer'î
hükümlerin ilgili bulunduğu sonuçların güzelliğini, menettiği şeylerin
gerektireceği fenalıkları anlamak için akıl ve şahsî tecrübe yeterli değildir.
Amele ait teferruatla ilgili olan Allah'ın kanunlarında öyleleri vardır ki,
sonuçlarını tamamiyle anlayıp, özetlemek için asırlar bile yetmez. Bunların Allah
tarafından tayin edilip indirilmiş delilleri vardır.
Zaten fenalık görmek istemeyen insanların, fenalığı denemeye kalkışmaları da
akıl işi değildir. Fakat şeytan insanları, bunlar hakkında da gönlüne göre
hüküm vermeye teşvik eder. "Adam sen de filan şeyi yemek neden haram olsun?
Filan işi yapmak neden yasak olsun?" dedirtir. Böylece insana Allah'ın emrini,
Allah'ın kanununu araştırtmadan, kendi kendine yalandan kanunlar uydurtur. Hakk'ın
kanununa uymayan işler yaptırır ve nihayet başını belaya sokar.
İlmi, yoluyla delilinden aramayan; Allah'ın emrini gösteren delili bulmadan kendi
kendine bilemeyeceği şeyler hakkında şeytanın telkin ettiği hayal ve kuruntusuna,
gönüllerinin bozuk eğilimlerine göre söz söyleyen nice insanlar vardır ki, hep
bunlar Allah'a karşı eş tutanlar cümlesindendir.
170-Nitekim o insanlara Allah'ın indirdiği açık delillere, parlak belgelere ve
bunların hükümlerine tabi olup itaat ediniz, dendiği zaman, Hayır, biz ona değil,
atalarımızı üzerinde bulduğumuz eski âdetlere uyarız, derler. Yani atalardan kalma
eski adetlerin, Hakk'ın emrine, Allah'ın hükmüne uygun olup olmadığını aramazlar
da sırf taassubla onlara, ne olursa olsun uyup taklid edeceklerini söylerler.
Hayret! Ataları hiç bir şeye akılları ermez ve doğru yola gitmez olsalar bile mi?
Onların bulunduğu hale uyacaklar, cehalet ve sapıklıkta da mı onları taklid
edecekler?
Gerçekten tarihin esasına, nakle ve ancak ilmî nakillerin tesbit edeceği birçok
asırların deneylerine, daha doğrusu Allah'ın tayin edip indirdiği delillere bağlı
olan hükümlerde geçmişi büsbütün atmak ve ondan habersiz olarak hep yeni şeyler
aramak da doğru değildir. Bununla beraber körükörüne geçmişe taparcasına sevgi
beslemek, ne olursa olsun atalar yolunu tutmak ve özellikle ilimden, dinden nasibi o l
mayan, hata ve sapıklıkları açık ve Allah tarafından açıklanmış bulunan ataları
taassubla taklid etmek de onları, Allah'a eş ve ortak gibi tutmak, cehalet ve
sapıklıkta boğulup kalmaktır.
Bu konuda aranacak olan şey, hak ve batıl, menfaat ve zarar, iyilik ve kötülük,
güzellik ve çirkinliktir. Menfaatin, hakkıyle menfaat; iyiliğin hakkıyla iyilik,
güzelliğin hakkıyla güzellik olması için de Allah'ın hükmünü, hakkın delilini
bulmak lazım gelir.
Bundan dolayı bir şeye tabi olma sebebi; eskilik, yenilik veya atalar yolu olup
olmaması değil, Allah'ın emrine ve Hakk'ın deliline uygun olmasıdır. Allah'ın
emrine uyan ve yaptığını bilen atalara uyulur. Aksine hakkın emrini tanımayan, ne
yaptığını bilmeyenlere -atalar bile olsa- yine uyulmaz. Bu durum, eski l erde böyle
olduğu gibi yenilerde de böyledir. Bunun için fıkıhta "Zarar
kadîm olmaz." diye bir genel kaide vardır. "Kadîm, kıdemi üzere terk
olunur." genel kaidesi de bununla kayıtlıdır.
Bu bakımdan eski, hiçbir kayda bağlı olmadan eski olduğu için değil, açık bir
zararı bulunmaması yönünden geçerli olduğu gibi, iyiliği ve güzelliği ilmin
sebeplerinden biriyle bilinen ve hakkın deliline uygun olup sonradan ortaya konan yeni de
geçerlidir.
Kısaca hak ve iyilik ölçüsü, ne eski ve yeni, ne de bilgisizlik ve istekdir.
Allah'ın emrine ve delile dayanan ilim gerçektir. Bunun için eski olsun, yeni olsun
Allah'ın indirdiği delillere bakmayıp da ataların halini, yalnız ata olduklarından
dolayı taklid etmek, onları Allah'a eşler tutmak ve hakkı bırakıp haya l ve
kuruntulara, şeytanın emirlerine uymak, izince gitmektir ki, buna tutuculuk denir.
Bu âyet gösteriyor ki, kısaca veya genişçe bir hak (doğru) delile dayanmayan
katıksız taklid, din hakkında yasaklanmıştır. Belli bir bilgisizliğe, sapıklığa
uyup taklid etmek aklen batıl olduğu gibi, şüpheli olan hususta da delilsiz taklid,
din açısından caiz değildir. Açıkça belli olmayan hususlarda delilsiz söz
söylemek ve o yolda hareket etmek, bilmediği bir şeyi Allah'a iftira olarak söylemek
ve şeytana uyup bil gisizce hareket etmektir.
Nitekim, "Allah'ın indirdiği Kur'ân'a ve diğer açık delillere, parlak
belgelere ve bunların hükümlerine uyunuz." dendiği zaman Arap müşrikleri,
taassubla böyle yapmış ve böyle söylemişlerdi ki, bu âyet bu sebeple inmiştir. Bir
rivayette de böyle diyen ve âyetin inmesine sebep olanlar, yahudilerden bir gruptur.
"Allah'ın indirdiğine uyun." dendiği zaman bunlar: "Hayır, biz
babalarımızı neyin üzerinde bulduksa ona tabi oluruz. Çünkü onlar bizden hayırlı,
bizden daha bilgiliydile r." demişler, yapılan bu teklifteki âyet ve delilleri
hiç düşünmeyerek taassuba sapmışlardır.
171Bu bakımdan böyle tutuculuk ve taklitçilik, müşriklerin ve kâfirlerin
belirtisidir. Bu kâfirlerin hali neye benzer bilir misiniz? bütün kâfirlerin hali, o
hayvanın haline benzer ki, bağırıp çağırmadan başka birşey işitmeyerek
haykırır, duyup dinlediği kuru ses, çıkardığı yine kuru sestir, mânâdan haberi
yoktur. onlar, birtakım sağırlar, dilsizler, körlerdir. Bunun için hiç bir şey
anlamazlar. Sade c e hay! huy! kuru gürültülere, çan seslerine, kaval sesine kulak
verirler,haykırırlar. Bunlara söz söyleyecek, doğru yola davet edecek olanların hali
de o hayvan çobanının haline benzer, o yolda çobanlık etmesi gerekir. Çoban
onlara insan gibi, yiyiniz, içi niz, yayılınız derse anlamazlar, mânâsız
seslerle ıslık, düdük çalar, bağırıp çağırarak azarlar, sürer, haylarsa bir
şey duyarlar. İşte kâfirlerin durumu da böyledir. Bunlar, Allah'tan, peygamberden bir
şey anlamazlar, mânâlı sözleri duymazlar, çan ve düd ü k sesleri arkasında
dolaşırlar. Bunları işittikleri zaman haykırırlar, höykürürler. Yiyip içmek,
yayılmak için yola gelirlerse, azarlama ile, haykırarak bağırıp çağırma ile
gelirler. Allah daha iyisini bilir ya, yukarıda "Râinâ demeyiniz" (Bakara,
2/10 4) buyurulmasında bu nükteye de işaret vardır.
Meâl-i Şerifi
172- Ey iman edenler! Size kısmet ettiğimiz rızıkların hoş ve temiz olanlarından
yiyin ve Allah'a şükredin, eğer yalnız O'na kulluk ediyorsanız.
173- O, size yalnız şunları haram kıldı: Ölü hayvan, kan, domuz eti, bir de
Allah'tan başkası adına kesilen hayvanlar. Sonra kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa,
başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret ölçüsünü geçmemek şartıyla ona
da bir günah yükletilmez. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
172- Ey müminler! siz o hayvanlar gibi olmayınız. size kısmet ettiğimiz
rızıkların maddi ve manevi temiz olanlarından yiyiniz. Çünkü yaratılış âleminde
rızkın haramı da var, helali de; pisi de var, temizi de. Fakat siz, bunların
temizlerinden ve kimsenin hakkı geçmeyerek meşrû şekilde kazanılan helallerinden
insanca yiyiniz. Hem hayvanlar gibi pis boğaz olmayınız, hem de bir takımlarının
yaptığı gibi helal, hoş ve temiz şeylerden kendinizi mahrum etmeyiniz. Temiz temi z,
helal helal yiyiniz.
Onları yaratan, veren Allah'a şükrediniz. O helal ve temiz rızıklarla beslenen
vücudunuzu, görünen ve görünmeyen organlarınızı, ne için yaratılmışlarsa onda,
yani yaratılış gayelerinde kullanınız.
Çünkü yukarda da açıklandığı üzere şükrün gerçek bir şekilde yerine
getirilmesi, nimeti ihsan edene bu suretle karşılık vererek saygı göstermektir.
Vücudun organlarından her birinin bir yaratılış hikmeti vardır. Bunun bir kısmı
genel olarak herkes için bellidir. Diğer kısmını da "Organların faydaları
bilimi" (Fizyoloji) denen ilimle yavaş yavaş, ard arda tetkik etmek mümkündür.
Mesela neslin devamı için verilmiş olan bir organı, nesli kaybetmek için
kullanmanın, yine aynı şekilde gerçekleri keşfedip, Allah'ı tanımak için
bahşedilmiş olan aklı, bozgunculuğu körüklemek ve hukuku iptal için sarf etmenin,
nimete karşı büyük bir nankörlük olduğu ne kadar açıktır.
İnsanlığın kıymetini bilmeyerek pis ve haram şeyler yiyenler, böyle nimete
karşı nankörlüğe düşecekleri gibi, nimete nankörlük edenler de maddî ve manevi
pislikten kurtulamazlar. Birinden korunsalar, diğerine mutlaka bulaşırlar.
Tefsir bilginleri diyorlar ki, birinci "yiyiniz" emri mutlak oluşuna göre
ibaha, (mübah kılmak) ikinci "şükrediniz" emri vücûb içindir. Çünkü
usûl ilminde açıklandığı üzere, yeme, içme gibi sırf kulların iyiliğine meşru
bir şekilde yararlanma imkanı bahşeden emirler, vazife değil, birer hak teşkil
ederler. Bunlar vazife gibi vacib kabul edilecek olursa, yapılmadığında ceza lazım g
elir. Bu ise lehte olduğu açık olan bir emrin aleyhe dönmesini gerektirir. Buna,
"konuyu tersine çevirme" denir ki, bir çelişki olur. Bundan dolayı
helalinden yemek bir hak, fakat haramdan kaçınıp Allah'a şükretmek bir vazifedir.
Ancak "yiyiniz" emr inin mutlak oluşuyla mubah için olması, içindeki
bazı kısımların vacib olmasına engel değildir. Çünkü mübah vücûbdan daha
geniştir. Bunun için de yemenin çeşitli mertebeleri bulunabilir. Gerçekten fıkıhta
uzun uzun açıklandığı üzere yemenin farz olan ve v a zife bulunan kısmı da
vardır. Bir insanın ölmeyecek kadar yemesi farzdır. Mümkün iken yemez de
açlığından ölürse intihar etmiş, kendi canının katili olma günahıyla günahkar
olmuş olur. Sonra ölümden koruyacak miktardan fazla olarak ibadete kuvvet kazanmak
için yemek mendubdur. Tam doyacak kadar yemek mübah, ondan fazlası haramdır.
İşte "yiyiniz" emri mübah mertebesine kadar yeme şekillerini içine
almaktadır. İbahaya yormakla birlikte farzı da kapsamına almaktadır.
Ey müminler! Böyle temiz temiz y iyiniz de Allah'a şükrediniz. Eğer siz gerçekten
yalnız Allah'a ibadet ve kulluk ediyorsanız böyle yaparsınız. Gerçekten tek Allah'a
inanmış mümin olanlar, böyle yaparlar.
173-Şimdi siz haram kılınan şeyleri de kısaca belleyiniz: Allah Teâlâ sizlere
ancak şunları haram ve yasak kılmıştır: ölü hayvan yani kesilmesi gerektiği halde
kesilmeden kendi kendine veya boğazlama yerine geçmeyecek diğer bir sebeple ölen
herhangi bir ölü hayvan. Hatta balık kesilmeye ihtiyacı olmadığı halde ölüp de su
üstü n e çıkmış olan ölü balık (semek-i tâfî) bile haramdır. Kan yani dem-i
mesfûh denen akar kan, domuz eti yani gerek ölü olsun ve gerekse boğazlanmış olsun
kayıtsız şartsız domuz eti ki, bunun baştan başa murdar ve her şeyinin pis
olduğunu göreceksiniz. B ir de Allah'tan başkası adına kesilen hayvanlar. Âyette
geçen "ihlâl" aslında sesi yükseltmek demektir. Müşrikler mabudlarına
kurban kestikleri zaman, Lât adına, Uzza adına diyerek onların isimlerini yüksek
sesle söylerlerdi. Böyle sesi yükseltme ile kesm e ye de "ihlâl" denirdi.
Sonraları ihlâl, isterse sessizce olsun, mutlak olarak kesme anlamında
kullanılmıştır ki, âyet de bu mânâyadır.
Buna göre gerek gizli, gerek açık olarak Allah'tan başkası adına kesilen
kurbanların, hayvanların yenmesi haramdır. Mesela, filan türbede Allah için kurban
kesmek caiz ve yenmesi helal olursa da, filan türbe için ve onun adına kesilen
kurbanın eti yenmez. Bunlar haramdırlar. Bunların yenmesindeki zararlar saymakla
bitmez. Bunun için son derece hayatî bir zaruret bulunm a dıkça bunlardan yemek,
kesinlikle yasak ve günahtır.
Bununla beraber Her kim mecbur kalır ve yemediği takdirde öleceği muhakkak
bulunursa, bu zaruret içinde bulunan kimse, başkasının hakkına tecavüz etmediği,
yani kendi gibi zaruret içinde bulunan diğer birinin, ölümünü önleyecek kadar
elinde bulunana saldırarak, kendini kurtarmak için onun ölümüne sebep olmadığı, ve
taşkınlık yapmadığı, yani ölmemek için gerekli olan zaruret ölçüsünden
fazlasına geçmediği takdirde, ona günah yoktur. Böyle zar u ret içinde kalmış bir
kimse için bunlardan hangisini bulursa zaruret miktarı, yani ölmeyecek kadar yemeye
ruhsat vardır. O da bu ruhsatı terk ederse günahkar olur.
Fıkıh ilminde "Zaruretler, haram olan şeyleri mübah kılar." ve
"Zaruretler, kendi miktarınca takdir olunur." genel kaidesi de bu ve benzeri
âyetlerin mânâsıdır.
İşte şimdilik haram olan şeyler kısaca bunlardan ibarettir, ilerde daha fazla
açıklama gelecektir. Müminler, böyle pis ve haram olan şeyleri bıraksınlar da
helalinden temiz temiz kazanıp yesinler. Allah'ın emrine uymayarak kendi kendilerine
mahrum etmesinler, Allah'ın emirlerini saklamasınlar. Çünkü kesin olarak biliniz ki:
Meâl-i Şerifi
174- Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de bununla biraz para alanlar
gerçekten karınları dolusu ateşten başka birşey yemezler. Kıyamet günü Allah
onlara ne söz söyler, ne de kendilerini temize çıkarır. Onlara sadece acı veren bir
azab vardır.
175- İşte onlar, hidayeti verip sapıklığı, affedilmeyi bırakıp azabı satın
alan kimselerdir. Bunlar, ateşe karşı ne kadar da sabırlıdırlar!
176- Şüphesiz ki Allah kitabı hak bir sebeple indirmiştir. Kitap hakkında ihtilafa
düşenler ise, şüphesiz haktan uzak, bir anlaşmazlık içindedirler.
174- Allah'ın indirdiği kitabı, yahudi bilginlerinin
yaptığı gibi gizleyenler, ve bu gizleme sebebiyle az bir değer, yani ne kadar çok
da görünse, işin aslında az olan bir dünya menfaati, para, mal veya makam satın
alanlar, kısaca dünya muradına ermek için Allah'ın kitabını veya o kitabın
hükümlerini gizleyen ve gerçekleri değiştirenler yok mu? işte onlar, karınları
dolusu ateşten başka bir şey yemezler. Bu yüzden aldıkları bedeller, yedikleri
şeyler, içlerinde gerçek bir ateş olacak, onları yakacak ve devamlı yakacaktır.
Çünkü şer'î gerçeklerin aksine yapılan her işte manevi bir ateş kıvılcımı
vardır. Onu gizlemek suretiyle elde edilen dünya menfaati, elbette ateşten başka bir
şey olmayacaktır. ve kıyamet gününde Allah, onlara söz söylemeyecek, yani rahmetle
iltifat etm e yecektir. Çünkü "Bir kötülüğün cezası, onun gibi bir
kötülüktür." (Şûrâ, 42/40). Bunlar ise Allah'-ın kelâmını
gizlediklerinden, ahirette rahmet sözünden mahrum kalacaklardır. onları tezkiye
etmeyecek ve günahlarından temizlemeyecektir. Mümine yapacağı gibi affından hissedar
kılmayacak, oldukları gibi bütün kirlilikleriyle mahşer yerine getirecektir. ve
bunların hakkı acı veren devamlı bir azabdır.
175-Çünkü: Bunlar hidayeti sapıklığa, mağfireti azaba satmış, hidayet yerine
sapıklığı, mağfiret yerine azabı almış kimselerdir. Artık sapıklık ve azab,
onların ebedî olarak kazandıkları malları olmuştur. Bunlar, ateşe karşı ne
sabırlı şeyler? Hayır ve sevaplara, iyiliklere, doğruluğa, hak ve hakikati
açıklamaya, dünya zevklerinden birini feda etmeye as l a sabredemeyen bu adamlar,
ateşe götürecek ameller yapmakta ne sabırlar gösteriyorlar! Ve ebedî olarak ateşte
yanmak için neler neler yapıyorlar!
176-İnsanın yaratılışı gereğince tahammül edilmesi mümkün olmayan ateşe
karşı böyle sabır isnadiyle bir hayret ortaya koymak, Allah tarafından bir alaydır.
Bu sabır, sonu selamet olan bir sabır değil, ebedî bir felaket olan çaresizliktir.
bu ateş azabı, sebepsiz ve haksız da değildir. Çünkü Allah kitabını şüphesiz
hak ile, hakla ilgili, hakkı söyler olarak indirdi. Bunun için kitabını yalanlayanın
veya gizleyenin hakkı ateş olur.
Bir de Kitap hakkında ihtilafa düşenler, Allah'ın indirdiği kitapların hepsine
inanmayıp da, kimi Tevrat'a, kimi İncil'e inananlar ve sonra kitabın bir kısmına
inanıp bir kısmına inanmayanlar, elbette haktan, doğrudan çok uzak bir ayrılık ve
anlaşmazlık içindedirler. Haktan bu kadar uzak bir ayrılık içinde koşan batıl
ehlinin hakkı da ebedî bir azabdır.
İşte bu sebeple onlar, o ateş azabını hak etmişlerdir.
Bu âyet bize şunu anlatıyor ki, aralarında kendisiyle amel edilen ve
anlaşmazlığa düştükleri zaman hakem kabul edilecek hak bir kitaba iman etmemiş
olanlar, tartışmadan ve anlaşmazlıktan kurtulamayacakları gibi, kitapları ayrı
ayrı olan insanlar arasında bi r leştirici bir bağ bulunamayacağından ihtilaf ve
anlaşmazlıkları ebedî olur. Bağlı göründükleri kitabın tamamına gerçekten
sadakatle inanmayarak, onu kendi gönüllerine, heveslerine göre anlamak isterler.
Kitaplarının bir kısmına inanırlarsa, diğer kısmına i nanmazlar ve böylece
birinin inanır göründüğünü diğeri inkar eder. bunlar da heveslerinin
değişikliği ölçüsünde ihtilaf ederler. Bunun neticesi de kitapsızlığa ve en
büyük münakaşa ve mücadeleye götürür. Haktan uzaklaştırır. Bu da toplumları
perişan eder ve ebedî azaba sürükler.
Her ne yapılırsa yapılsın, insanlar için haktan başka birleşme yolu ve hakka
uymaktan başka mutluluk sebebi yoktur.
Kitabın aslında ihtilaf etmeyerek, onu isteğine göre dünya menfaati nedeniyle
inkar, te'vil ve değiştirmek suretiyle gizlemeye kalkışmayarak hüsn-i niyetle ve tam
dürüstlükle anlamaya çalıştıkları halde insan olmaları bakımından
kavrayışları farklı olanların ise asıl beraberliklerine zarar gelmez. Bunların
anlaşmazlıkları haktan uzak bir anlaşmazlık olmaz.
Herhalde nâsih ve mensûhiyle Allah'ın kitaplarına inanmamak ve hak kitabın bir
kısmını tanımamaya çalışmak felaketin başıdır. Allah'ın bütün kitaplarına
iman etmek ve kitab hakkında ihtilafa düşmekten kaçınmak, imanın ve İslâm'ın
şartlarındandır. Mümkün olan bütün gayretini sarfederek gerçek ilmî ictihatlar
yoluyla meydana gelen ihtilaflar ise, ihtilaf icad etmeyi gaye edinmemek şartıyla
muaftır. Hatta bir hadiste işaret buyurulduğu üzere kolaylaştırıp genişletme
bakımından rahmet sebebi de olur. O şartl a ki, bunlarla amel edecek olanlar, ihtilafı
değil, ittifak yönünü araştırma vazifesini unutmasınlar.
Bunun için bir ferdin, sıkıntılı bir zamanda hakkında ihtilaf edilen bir
görüşle amel etmesinde bir sakınca yoksa da, sosyal konularda ittifak edilen yön
araştırılmadan böyle ferdî bir görüşle fetva verilmesi tevhid prensiplerine
aykırı ve bu âyetin uyarısına dahil olur.
Özellikle kalem ve söz sahibi olanlar, yazı ve te'lifle meşgul olanlar, emir,
yasak, eğitim ve öğretim üzerinde bulunanlar, bu âyetleri dikkat nazarlarından asla
uzak tutmamalı, hakkı gizlemenin, ihtilafın, anlaşmazlığın ne kötü bir sonucu
olduğunu düşünmelidirler.
Ka'b b. Eşref, Ka'b b. Esed, Mâlik b. Sayf, Huyey b. Ahtab ve Ebu Yâsir b. Ahtab
gibi ve Tevrat'taki Hz. Muhammed'in sıfatları hakkındaki âyetleri ve diğer bazı
hükümleri gizleyen ve bu sebeple hemcinslerinden hediyeler alan Yahudi reisleri
hakkında inen bu gizleme âyetleri ve yukardaki benzeri, müslümanlar için de pek
ibretli bir ahlâk dersini kapsamaktadır.
Kısaca insanın mutluluğu ve hakka yakınlık; şirkte, küfür ve nankörlükte,
cahilce taklit ve taassubda, hayvanlıkta, hayvan gibi helal ve haram tanımamakta, pis
pis şeyler yemekte, şeytana uyup çirkin şeyler yapmakta, bilir bilmez ağzına geleni
söylemekte, ha k kı gizlemekte, kitab hakkında ihtilafa düşmekte, hakka karşı
ayrılık ve anlaşmazlık çıkarmakta değil, tam mânâsıyla hayır ve ihsanda, bol
iyiliktedir. O halde asıl hayır ve iyilik nedir?
Meâl-i Şerifi
177- Yüzlerinizi bazan doğu, bazan batı tarafına çevirmeniz erginlik değildir.
Fakat eren o kimselerdir ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba
ve bütün peygamberlere iman edip, yakınlığı olanlara, öksüzlere, yoksullara,
yolda kalmışa, dilenenlere ve esirleri kurtarmaya seve seve mal verirler. Namazı
kılarlar, zekatı verirler. Bir de andlaştıkları zaman sözlerini yerine getirenler,
hele sıkıntı ve hastalık durumlarında ve harbin şiddetli zamanında sabır ve
kararlılık gösterenler var ya, işte doğru olanlar da bunlardır, korunanlar da
bunlardır.
177-KIRÂET: Hamza ve Âsım'dan Hafs, rânın fethasıyla; diğerleri rânın
zammesiyle okurlar ki, birincisinde , 'nin haberi; ikincisinde ismidir. Nafi ve İbnü
Âmir "nûn"un tahfif ve kesresi, rânın zammesiyle, ; diğerleri nûnun
teşdid ve fethası ve rânın da fethasiyle okurlar. "Gerçek iyiliğe
ulaşamayacaksınız." (Âl-i İmrân, 3/92) âyetine bak!
NÜZUL (İNİŞ) SEBEBİ: Âyetin inmesine Kitap ehlinin, kıblenin değiştirilmesi
meselesinde dedikoduyu ileri götürmeleri, yahudi ve hıristiyanlardan her birinin, kendi
kıblelerine yönelmenin daha hayırlı olduğunu iddiada ısrar etmeleri sebep olmuştur.
Bunun için onlara ve bu vesile ile bütün insanlara hitaben buyuruluyor ki: Ey
İnsanlar! Yüzlerinizi doğuya ve batıya doğru çevirmeniz, işin aslında istenen
erginlik ve hayır değildir. -Diğer kırâete göre- Asıl istenen erginlik ve hayır,
yüzlerinizi doğuya ve batıya doğru çevirmeniz değildir.
Bir kere doğu ve batının kıble edinilmesinin hükmü kaldırılmıştır.
İkincisi, doğuya ve batıya dönmek zaten ısrar edilmesi gereken bir erginlik ve hayır
zannedilmemelidir. Kıble meselesinin ve hatta Kâ'be'ye bile yönelmenin önemi, kendisi
için istenen bir erginlik ve hayır olduğundan değildir. Fakat işin aslında erginlik
ve hayır sahibi, gerçekten iyiliğe eren, Allah'a ve sorumluluk günü olan ahiret
gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman etmiş, ve helalinden mal kazanıp, seve
seve herhangi bir yakınlığa sahip bulunan akrabalarına, muhtaç olan yetimlere,
fakirlikten kımıldanamayacak halde bulu n an yoksullara, yol oğluna, yani uzun yoldan
gelmiş misafire, ihtiyac ve zaruretin zorlamasıyla dilenme zilletine düşmüş
dilencilere -ki bir hadis-i şerifte: "Dilenene, at üzerinde bile gelse
veriniz." diye rivayet edilmiştir-. Rikâb, rakabe' nin çoğuludur. Rakabe
sözlükte boyun kökü demek olup, mecazen insanda ve şer'an hürriyetini kaybetmiş
olan insanda kullanılır ki, burada bu mânâyadır. Yani, esirler uğrunda; köleliğe
düşmüş insanların kurtulup âzâd olması hususunda, Mükâtebeye kesilmiş olanl a
rın kurtuluş için ödeyecekleri bedele yardım etmek veya satın alıp âzâd etmek
veya esasen esirlikten kurtarmak üzere hediye veya sadaka olarak mal vermiş, farz
namazlarını doğru dürüst kılmış, dininin direğini dikmiş, zekatını da ayrıca
vermiş, İslâm k öprüsünden geçmiş olan kimse, bir hususta andlaşma yaptıkları,
kesin söz verdikleri zaman sözlerini yerine getiren vefakârlar, ve özellikle fakirlik,
sıkıntı, hastalık ve kötürümlük gibi zaruret durumlarında ve bir de düşmana
karşı savaş zamanında, sa v aş alanlarında sabreden sabırlı kimselerdir.
Aslında erginlik ve hayır, gerçek iyilik, bütün bu sayılan kimselerin erginliği,
bunların iyilikleridir.
Arap dilinde övgü şeklinde meydana gelen saymalarda i'râbın merfu ve mansub olarak
değişmesi, övgüye dikkat çekmek için bir adettir. kelimesi bu türden olmak üzere
"yâ" ile mansub olmuştur ki, mukadder medih (övgü) fiilinin mef'ûlüdür.
İşte bu güzel sıfatlarla vasıflanmış olan kimseler, öyle kimselerdir ki, dinde,
hakka uymada, iyiliği ve hay r ı aramada, doğruluk ve vefakârlık yapmışlar,
doğruluklarını ispat etmişlerdir. İşte, müttakiler bunlardır, bu iyilik ve
doğruluk sahipleridir. Allah'a şükür de böyle doğruluk ve sadakatle yapılır.
Görülüyor ki, bu âyet-i kerime açıkça veya delalet yoluyla, insanlığın
bütün üstün vasıflarını içinde toplamıştır. Buna işaretle Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz de: "Her kim, bu âyet ile amel ederse, imanını kemale erdirmiş
olur." buyurmuştur.
Bunun üzerine, amelî hükümleri genişçe açıklamak suretiyle, hayat hakkı ve
canı koruma ile ilgili olmak üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
178- Ey iman edenler! Öldürmede kısas size farz kılındı. Hüre hür, köleye
köle, kadına kadın. Ama her kim, ölenin kardeşi tarafından bir şey karşılığı
bağışlanırsa, o zaman örfe uyması, ona diyeti güzellikle ödemesi gerekir. Bu,
Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir. Her kim bunun arkasından yine
saldırırsa, artık ona acı veren bir azab vardır.
179- Ey temiz akıl sahipleri! Kısasta sizin için bir hayat vardır. Ümit edilir ki,
korunursunuz.
178- İNİŞ SEBEBİ: Hz. Muhammed'in peygamberliğinden önce adam öldürmeye karşı
hıristiyanlar, yalnız affın vacib olduğunu söylüyorlardı. Yahudilerin
hükümlerinde de af yok, yalnız öldürme vardı. Bununla birlikte Buharî ve Nesaî'nin
rivayetlerine göre İsrailoğulları diyeti, öldürmeden önde tutuyorlardı.
Araplar ve onlarla beraber yahudilerin bir kısmı bazan öldürmenin vacib olduğuna,
bazan da diyetin vacib olduğuna hükmediyorlardı. Fakat bu iki hükümden her birinde
haksızlık yapıyorlardı. Şöyle ki: Öldürmede: Biri, diğerinden daha şerefli olan
iki kabile arasında bir öldürme olayı meydana gelince, daha şerefli olanlar; herhalde
bizden bir köle karşılığında onlardan bir hür, bir kadın karşılığında bir
erkek v e bir erkek karşılığında iki erkek öldüreceğiz derlerdi. Kendi
yaralarını hasımlarının yarasının iki katı sayarlar ve bazan daha da ileri
giderlerdi.
Rivayet ediliyor ki; bir kere birisi, ileri gelenlerden bir insan öldürmüştü.
Katilin yakınları, öldürülenin babasının yanında toplandılar ve "ne
istersin?" dediler.
O da: "Üçten biri!" dedi. "Nedir onlar?" diye sordular. Cevaben:
"Ya oğlumu diriltirsiniz veya evimi semanın yıldızlarıyla doldurursunuz yahut da
bütün kavminizi bana teslim edersiniz, hepsini öldürürüm. Sonra da oğluma bir
karşılık aldığım görüşünde bulunmam." demişti.
Diyete gelince; onda da zulmedenler, çoğunlukla ileri gelenlerin diyetini,
diğerlerinin birkaç katı yaparlardı. İşte böyle Arap kabilelerinden Ensar'ın iki
kabilesi arasında cahiliye devrinden kalma kan davaları vardı. Bir taraf, şeref ve
kuvvetine güvenerek diğerine karşı ileri gidip bizden bir köle karşılığında
sizden bir hür, bir kadın karşılığında bir erkek öldüreceğiz diye yemin
etmişlerdi. Müslüman olduktan sonra Res ulullah (s.a.v.)'a gelip muhakeme olmak
istediler. Bu sebeple, bu âyet indi.
Kısasın vacib oluşunu, bu vacibliğin ancak öldürülenin ehlinden birinin affı
ile düşebileceğini, bu affın daha iyi ve daha uygun olacağını, bununla beraber af
sırasında mal üzerine anlaşmanın da caizliğini tesbit etti. Yahudilerin, affın
meşru olmadığına ve diyetin kısastan önde bulunduğuna dair olan hükümlerini ve
kısas yoluyla öldürmenin asla meşru olmadığını söyleyen hıristiyan hükümlerini
ve insanlık eşitliğine riayet etme y ip, şeref davasıyla haksızlığa ve tecavüze
giden Arab âdet ve hükümlerini ortadan kaldırdı. Yaşama hakkındaki eşitliği kurup
ilan etti. Gelelim mânâsına:
KISAS: Sözlükte ayniyle karşılık vermek, herhangi bir hakkı dengiyle takas etmek
demektir. "katlâ" kelimesi "katîl"in çoğuludur. "Katîl"
de maktûl, öldürülmüş kimse demektir. "öldürülenler hakkında"
ifadesindeki "fî" harfi, sebebiyet içindir. Ey iman edenler! zulmedilerek
öldürülenler hakkında, yani bunların öldürülmesinden dolayı karşılık o larak
katillerine kısas uygulanması üzerinize yazıldı, yazılmış bir kanun oldu, farz
kılındı.
Bundan dolayı kasden bir insan öldürmenin asıl gereği kısastır.
"el-katlâ" kelimesi çoğul ve başında lâm-ı tarif bulunduğundan, kasden
ve haksız yere öldürülenlerin hür, köle, erkek, dişi, müslüman ve
müslümanların himayesinde bulunan diğer din mensuplarının hepsini kapsamaktadır.
Her birinin katili kim olursa olsun, karşılığında kısas yapılır. Açıklanacağı
üzere, kısası düşürme sebebi olan af veya anlaşma o lmadıkça bu kısasın
uygulanması, bütün iman edenlere farzdır.
Özellikle hür hüre, köle köleye, dişi dişiye, yani bir hür bir hürü, bir
köle bir köleyi, bir dişi bir dişiyi öldürdüğü zaman, öldürülen
hür karşılığında o katil hür, öldürülen köle karşılığında o katil
köle, öldürülen dişi karşılığında o katil dişi, kısaca her öldürülen
kimsenin karşılığında kendi katili aynı şekilde öldürülür. Bu öldürme yeterli
bir kısas olur. Cahiliye devri âdeti gibi şeref ve kıymet davasıyla katilden
başkasının öldü r ülmesine kalkışılmaz.
Bu kayıtlar, âyetin nüzul sebebi olan olayda olduğu gibi, katilden başkasının
öldürülmesinden kaçınılması içindir. Bundan başka bir mefhûm-i muhalifi
kastedilmiş olmadığında ittifak vardır.
Biz Hanefilerce zaten mefhûm-i muh alif delil yerinde geçerli değildir. Ancak siyak
gibi açık bir karine bulunursa o başka. O zaman da mefhûm-i muhalif, kelime-i tevhidde
olduğu gibi, mânâ sayısına dahil olur. Burada da bu türden olmak üzere nüzul
sebebi karinesi ile katilden başkasının öl d ürülmemesi hakkında mefhûm-i muhalifi
geçerli olabilirse de başkası hakkında söz söylenmemiş olur. Geçmiş usule göre
amel edilir. Bundan dolayı âyetin başındaki genel ifadeyi özelleştirmez. Hürün
köleye, erkeğin dişiye karşılık ve bunun aksi olarak kısas e dilebilmelerini
yasaklamaz. Bunun için dişinin erkek, erkeğin dişi karşılığında kısas yoluyla
öldürüleceği imamlar arasında üzerinde ittifak edilmiş bir husustur. Bunu teyid ve
açıklamak üzere Mâide sûresindeki kısas âyetinde "Cana can " (Mâide,
5/45) b uyurulmuş ve bununla kısasta aranan benzerlik ve eşitliğin nefis ve can
benzerliği olduğu gösterilmiştir. Yaşama hakkı herkes için eşittir. Kısas bu
eşitliğe dayanmaktadır.
Öldürülen kim olursa olsun, onun katili veya katilleri, o öldürülenden daha fa
zla bir yaşama hakkına sahip değildir. İşte bu şekilde âyetin başı genel,
"hüre hür, köleye köle, dişiye dişi" ifadesi de "cana can"
benzemesiyle can eşitliğini beyan ile tecavüzden kaçınmak içindir. Bununla beraber
İmam Malik ve İmam Şafiî hazretleri, erkek ve dişi arasında fark olduğu
görüşünde bulunmadıkları ve öldürülen bir hür karşılığında katil köleyi
kısas yoluyla öldürmeyi yeterli gördükleri halde, öldürülen bir köle
karşılığında bir hürün ve öldürülen bir gayri müslim karşılığında
müslümanın öl d ürülmesini caiz görmemişlerdir. Fakat bunu, bu âyetin mefhûm-i
muhalifinden de çıkarmamışlardır.
Çünkü "dişiye dişi"nin mefhûm-ı muhalifine mutlak olarak,
"köleye köle"nin mefhûm-i muhalifine bir yönden itibar etmediklerinde söz
yoktur.
Buna k arşılık "Hüre hür"ün mefhûm-i muhalifinin geçerli olması da
çelişki olur. Ancak her iki İmam da bu hususta Hz. Ali'den rivayet edilen şu
hadislere dayanmışlardır.
Buyurmuştur ki:
1- "Bir adam kölesini öldürmüştü. Resûlullah ona celde vurarak bir yıl
sürgüne gönderdi. Kaved yani kısas yapmadı."
2- "Müslümanların himayesinde olan bir gayri müslim karşılığında
müslümanın, bir köle karşılığında hür kimsenin öldürülmemesi
sünnettendir."
Bir de, "Hz. Ebu Bekir ve Ömer, köle karşılığında hürü öldürmezlerdi,
ashabdan buna itiraz eden de olmamıştır." diye delil ileri sürmüşler ve bunu
organ kısasına kıyas etmişlerdir. Fakat biz Hanefilerce köle karşılığında, onun
sahibi olmayan hür katil, aynı şekilde müslümanların himayesinde bulunan kâfir k
arşılığında müslüman katil de kısas yoluyla öldürülür. Çünkü "cana
can" buyurulmuştur.
Birinci hadis, kölenin sahibi hakkında özeldir. Diğerleri de bu nassı neshedecek
derecede kuvvetli değildir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in bir zimmî karşılığında
bir müslümanı kısas etmiş ve "Taahhüdünü yerine getirmeye en layık olan
benim." buyurmuş olduğunu da Evzâî, senediyle Ebu Hüreyre'den rivayet etmiştir.
Bu hususta başka haberler de vardır.
Kısas, yaşama hakkında, masumlukta, eşitliğe dayanır. Bu masumluk da din ve
yurtta sabit olur. Onlar ise bu konularda eşittirler. Burada şu da anlaşılır ki,
vasıf gibi sayıda farklılık da masumlukta eşitliği bozmaz. Bunun için bir şahsı,
birçok kimseler birlikte öldürürlerse, hepsi de ittifakla kısas yoluyla öld
ürülürler.
TENBİH:
1- Önce İsrâ sûresindeki: "Her kim haksız yere öldürülürse, biz onun
velisine bir yetki vermişizdir. Ama o da kısas yoluyla öldürmede aşırı
gitmesin." (İsrâ, 17/33) âyeti gereğince buradaki "öldürülenler"den
maksat, kısası gerektiren bir cinayet işlememiş olduğu halde haksız yere
öldürülenlerdir. Bunun için şer'î bakımdan tayin edilmiş olan sebeplerden
birisiyle öldürülmeyi hak etmiş olan kimsenin veya harbînin
öldürülmesine kısas gerekmez.
2- Kısası gerektirecek bir cinayet işlememiş olanlar hakkında da ilerde gelecek
olan âyetler gereğince, hata ile öldürme, kısastan müstesna olarak, ayrıca
hükümlere tabidir.
3- "Had cezalarını şüphe ile yok ediniz." hadisi şerifinin mânâsı,
meşhurdur ve üzerinde icmâ vardır. Kısas da hadlere dahil olduğundan, şüphe ile
ortadan kalkar. Bunda da icma vardır.
Bu bakımdan çocukları karşılığında ana ve baba, yukarıdaki birinci hadis-i
şerifin delalet ettiği üzere, kölesi karşılığında sahibi kısas yoluyla
öldürülmez, ta'zîr cezası verilir.
İşte bu şekilde kısas uygulamak, ümmete ve imama farzdır. İmamın kendisi de
haksız yere birini öldürürse, o da bu hükümden müstesna değildir. O da aynı
şekilde kısas edilir. İslâm yurdunda gerek müslümanların ve gerekse andlaşma ile
duran gayr-i müslimlerin yaşama hakları, böyle eşit olarak saygın ve canları, eşit
olarak suçsuz ve korunmuştur.
Şimdi buna kasten tecavüz eden katile kısas yapılması, adam öldürmenin asıl
gereği olarak yazıldığı anlaşıldıktan sonra; herhangi bir katil için
öldürülenin kardeşi tarafından küçük bir şey bağışlanmış bulunursa, kısas
hemen düşer de, iş artık o katil hakkında öldürülenin velisi tarafından, akıl ve
din açısından örf haline gelmiş olan iyiliğe tabi olmak, katil tarafından da örfte
belirlenen miktarı, öldürülenin velisi olan kardeşine güzellikle ödemek
hususlarından ibaret kalır.
Eğer af, hürde diyet, kölede kıymet gibi az veya çok mal üzerine bir şart ileri
sürülmeksizin mutlak olarak meydana gelmiş ise varisin, bu iyiliğe kayıtsız
şartsız uyması ve affa karşılık diyet ve benzeri bir şey istemeye kalkmaması
gerekir.
Eğer tamamen veya kısmen diyet ve kıymet, yahut diğer bir mal verilmek şartıyla
anlaşma tarzında bir af ise, katilin de bunu kabul edip, güzellikle ödemesi gerekir.
N efsin, canın parçalanması mümkün olmadığından, isterse bir kılının veya
binde birinin affı gibi en küçük bir af bile tamamını affetmektir. Yine aynı
şekilde varislerden birinin affı, hepsinin affıdır.
Burada "kardeşinden" ifadesindeki kardeşten maksat, "Her kim haksız
yere öldürülürse, biz onun velisine bir yetki vermişizdir. Ama o da kısas yoluyla
öldürülmede aşırı gitmesin." (İsrâ, 17/33) âyeti gereğince öldürülenin
varisi olan velisidir. Katilin hasmı olan, bu öldürülenin velisi burada katilin
kardeşi olmakla vasıflandırılmıştır ki, bu kardeşlikten maksat, din veya vatan
kardeşliğidir.
Bundan dolayı bu vasıflandırmada, İslâm yurdu içinde buluna... devamı... (13. sayfa)