1. sayfa -
2. sayfa -
3. sayfa -
4. sayfa -
5. sayfa -
6. sayfa -
7. sayfa -
8. sayfa -
9. sayfa -
10. sayfa -
11. sayfa -
12. sayfa -
13. sayfa -
14. sayfa -
15. sayfa -
16. sayfa -
17. sayfa -
18. sayfa -
19. sayfa -
20. sayfa -
21. sayfa -
22. sayfa -
23. sayfa -
(11. sayfa)
sizi cemaatınızla birlikte kendisine imam tanır, hakkın açığa çıkması için size
ve sözünüze başvururlardı. Bunun için icmâ-ı ümmetin delil olması, her şeyden
önce ümmetin kitaba ve sünnete uygun yaşamasına bağlıdır. Böyle yapmayanl a r
gerçek bir ümmet olamazlar. Aksine başka ümmetlerin, başka milletlerin arkasına
düşmeye mecbur kalır, onlara tabi olur, uydu olmaya mahkum olurlar. Hürriyetleri de
ellerinden gider, esir milletler durumuna düşerler. Bir hadis-i şerifte rivayet
olunmuştu r ki:
"Ahirette, diğer ümmetlerin hepsi, kendi peygamberlerinin tebliğlerini inkar
edecekler. Cenab-ı Hak, muhakeme icabı, o peygamberlerden tebliğ ettiklerine dair belge
isteyecek, nihayet Muhammed ümmeti huzura getirilecek ve onlar şahitlik edecekler.
Diğer ümmetler, siz bunları nereden biliyorsunuz? diyecekler. Muhammed ümmeti de: Bunu
bize Allah, kitabı ile ve gönderdiği hak Peygamber'in diliyle bildirdi." diye
cevap verecekler. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz getirilecek, kendisinden
ümmeti sorulacak, tezkiye edilmeleri istenecek, o da ümmetinin adaletine ve doğru
söylediğine
şehadet edecek ve onları açıkça tezkiye edecektir".
Peygamber Efendimiz Mekke'de iken Kâbe'ye dönerek namaz kılardı. Medine'ye
hicretten sonra Kudüs'e doğru namaz kılmaya başlamıştı ki, bunda oradaki Yahudileri
İslâm'a ısındırma çabası ve maksadı bulunduğu söylenebilir. Bunun hakkında
buyuruluyor ki: âyetteki "kıble" "Ce'alnâ" fiilinin mukaddem olan
ikinci mef'ûlüdür, "elleti" ise birinci mef'ûlüdür, kıblen i n sıfatı
sanılmamalıdır. Yani, senin vaktiyle üzerinde bulunduğun Kâbe'yi yine sana kıble
yapmışız, başka bir şey değil, ancak peygambere ittiba edip, ona uyanları, geldiği
izden geri dönüp gidecek ve irtidat edecek olanlardan seçip ayırmak, çirkin ile
güzeli, yani iyi ile kötüyü birbirinden ayırdetmek ve bu suretle her birinin halini
açığa çıkarmak, Benim bildiğim şeyi sizlerin de bilmesini sağlamak içindir.
Böyle olmasa idi, onları yalnızca Ben bilirdim, siz bilemezdiniz, ayırdedemezdiniz.
Peygamb er Efendimiz, Medine'ye gelip Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılmaya
başlayınca, bu iş Araplar'ın gücüne gitti. Daha sonra tekrar Kâbe'ye dönülerek
namaz kılınması emir buyurulduğu zaman Araplar sevindi, yahudilerin gücüne gitti:
Yahudiler, "Bu ne iş böyle, k âh buraya, kâh oraya? Bunda kesinlik ve
kararlılık olsa böyle olur mu?" diye İslâm'dan çıkıp dinden çıkanlar oldu.
Münafıklar, ipe sapa gelmez sözlerle müslümanlar arasına şüphe ve fitne sokmaya
çalıştılar. Müslümanlardan bazıları, "Vefat eden arkadaşları m ızın
kıldıkları namazlar ne olacak?" diye telaş ve endişeye kapıldılar. İşte
bütün bunlara karşı ve daha doğrusu, kıblenin değişmesinden önce bu gibi hallerin
olabileceğine işaret etmek üzere bu âyetler inmiştir. İşte bu meselede birçok
bakımdan deneme va r dır. gerçi bu hal, bu deneme büyük ve ağır bir şeydir, ancak
Allah'ın hidayet ihsan ettiği, imanda sebat için irade nasip eylediği kimselere ağır
gelmez, onlara Allah'ın hiçbir emri ağır gelmez. Şunu da iyi biliniz ki, Allah, sizin
imanda sebatınızı v e imanınızın eser ve alâmeti olarak kıldığınız
namazlarınızı ve iyiliklerinizi hiç yok etmez, kaybolmasına izin vermez. Şu halde
kıble değişmiş olunca bundan evvel kıldığınız namazlar ve vefat eden
kardeşlerinizin namazları Allah katında zayi olmaz, kaybo l up gitmez. Çünkü Allah
kesinlikle insanlara karşı pek şefkatli ve pek merhametlidir. Ne onların ecirlerini
zayi eder, ne de iyiliklerine olmayan ve işlerine yaramayan bir emir gönderir.
Sizin şefkat ve merhamet, kayırma ve kollama namına bildiğiniz şeylerin
bütünüyle kaynağı O'ndadır. O'nun nesihle ilgili emirleri, sizin zararınıza olacak
şekilde öncesine geçerli olmaz. Her emir kendi süresi içinde geçerlidir. Bu kural,
zamanımızda, "Kanun makabline şamil olmaz, meğer ki hafifletici özelliği
olsun." şekl inde ifade olunan bir hukuk ilkesidir.
Nafî, İbnü Kesîr, İbnü Âmir, Hafs kırâetlerinde hemzenin meddi ile
"raûf" şeklinde okunur. Diğerlerinde medsiz olarak okunur, lakin mânâ
aynıdır.
144-İşte Allah böyle bir Allah'dır. Ve size bu şekilde bir sırat-ı müstakim
verecek ve sabit bir kıble gösterecektir. Hz. Peygamber, yukarıdan beri devam edip
gelen bu işaretler üzerine artık kıblenin değişmesiyle ilgili vahiy emrinin
gelmesini bekleyip duruyordu. Adeta semadan Cibril'in yolunu gözlüyor ve atası İ b
rahim aleyhisselâmın kıblesi olan Kâ'be'ye yönelmek için Allah'a dua ediyordu.
Nihayet şu âyetler nazil oldu: Ey Muhammed! Biz senin yüzünün sık sık semada
dönüp durduğunu görüyoruz, artık seni, pek memnun olacağın bir kıbleye kesinlikle
çevireceğiz. Şu halde sen hemen yüzünü doğruca Mescid-i Haram'ın şatrına çevir.
Yani, Kâ'be tarafına çevir. Bu suretle eski kıble kaldırılmış ve istikbal-i kıble
(kıbleye dönme) farz olmuş oldu. Yüzün dosdoğru olarak kıbleye çevrilmesi, bedenin
ön tarafından tamamiyl e yönelmesi demek olduğu aşikardır. Şu halde yüzün ve
bedenin Kâ'be'den başka bir tarafa dönmesi namazı bozar. Fakat uzakta bulunanlar için
bizzat Kâ'be'ye isabet de şart değildir. İşte bundan dolayıdır ki, bizzat
"Kâ'be" denilmeyip, "Mescid-i Haram'ın şat r ına" buyurulmuştur.
Mescid-i Haram ise Kâ'be'nin kendisi değil, çevresindeki Harem-i şeriftir. Ve burada
savaş, kavga ve her türlü saldırı yasak bulunduğu ve tam bir güvenlik hedef
tutulduğu için ona "haram" veya "harem" denilmiştir.
Şatr: Bir şeyin yarısı veya en önemli parçası, veyahut bir yanı mânâlarına
gelir. Kâ'be, Mescid-i Haram'ın tam ortasında bulunduğu için, yarısı Kâ'be'nin
yarısında son bulur. Ve bundan dolayı Mu'tezile bilginlerinden Cübbâî ve Kâdî
Abdülcebbâr, namazda Kâ'be'nin yarısına i sabet şart olduğuna, bir kenarına
dönmenin yeterli olmadığına kâil olmuşlardır. Fakat gerek sahabeden, gerek
tabiînden ve gerekse daha sonraki devir müfessirlerinden hepsi (cumhur), uzaktan
Mescid-i Haram'ın bulunduğu tarafa yönelmenin yeterli olduğunu ve ancak Mekke'de ve
Mescid-i Haram'ın içinde Kâ'be'nin herhangi bir tarafına isabetle yönelmenin gerekli
olduğunu açıklamışlardır ki, buna göre çıkacak sonuç şudur: Mümkün olduğu
kadar Kâ'be tarafına demek olur. Yani şatr, doğrudan doğruya
Kâ'be'yi, "Mescid- i Haram" da Kâ'be semtini ifade eder. Bu meselenin
ayrıntılı olarak açıklaması, fıkıh kitaplarının "istikbal-i kıble"
bahsine aittir.
Berâ b. Âzib hazretlerinden rivayet olunuyor ki, Resul-i Ekrem Efendimiz Medine'ye
gelmiş ve onaltı ay "Beyt-i Makdis" tarafına namaz kılmış idi. Daha sonra
namazda Kâ'be'ye dönmesi emredildi. Bu Kıble'nin çevrilmesi olayı, Bedir Gazası'ndan
iki ay önce Recep ayı içinde öğleyin güneşin zevalinden sonra meydana geldi.
Resulullah, Beni Seleme mescidinde ashabı ile birlikt e öğle namazını kılarken âyet
geldi. Kılmakta olduğu öğle namazının ilk iki rek'atini Mescid-i Aksa, son iki
rek'atini Mescid-i Haram tarafına kıldığı, hatta Peygamberimizin yer değiştirip
Kıblenin değiştiğini bildirmesiyle erkeklerle kadınların da yer değ i ştirip
birbirlerinin yerini aldıkları ve bundan dolayı o mescide
"Mescidü'l-Kıbleteyn" adı verildiği dahi zikredilmiştir. Derhal etrafa
haberler gitmiş, Kuba mescidinde dahi halka namazda iken biri gelmiş "Resulullah
Kâ'be'ye çevrildi!.." diye bağırmış ol d uğu da rivayetler arasındadır.
Kıblenin çevrilmesi hakkında yukarıda "Doğu da, batı da Allah'ındır.
Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zatı) oradadır." (Bakara, 2/115) âyetiyle
başlayıp, devam eden işaretler bu âyet ile son ve kesin şeklini almıştır. Artık
namazda Kâ'be'ye yönelmek farz olarak kesinlik kazanmıştır. Bunun için bazı din
âlimleri nâsih (neshedici) olan âyetin bu âyeti olduğuna kâni olmuş iseler de
doğrusu çoğunluğun dediği gibi neshedici iş bu "Yüzünü Mescid-i Haram'ın
şatrına dön!" emridir. Cenab-ı Hak, bizzat Resulünü böyle bir emirle taltif
buyurduktan sonra, diğer yerlerde yaşayan diğer müslümanlara da ayrıca buyuruyor ki;
ve her nerede bulunursanız, yani nerede namaz kılarsanız, yüzlerinizi onun tarafına
çeviriniz, yani Kâ'be' n in bulunduğu tarafa yöneliniz. Demek ki, namaz kılmak için
bir mescit gibi belli ve özel bir yerde bulunmak şart değildir, muhakkak bir mescitte
namaz kılmak farz değildir. Fakat belli bir kıble olarak Mescid-i Haram'a doğru,
Kâ'be tarafına doğru dönmek h e rkese farzdır. Ancak düşman korkusu gibi zaruri bir
mazeret karşısında buna imkan bulunmadığı hallerde ve zamanlarda, buna yakın
herhangi bir yöne dönmek yine yeterli olur. İşte "Nereye dönerseniz dönün,
Allah'ın yüzü oradadır." âyetinin gerçek mânâsı d a budur. Yani âyet
kıbleye yönelmenin çeşitli sebeplerden dolayı mümkün olmadığı veya kıblenin
hangi yönde olduğu kestirilemediği istisnaî ve ârizî haller için geçerlidir. Bu da
İslâm ümmetine Allah'ın ayrıca bir lütfu ve kolaylığıdır.
Şimdi kıblenin böyle Kâ'be'ye döndürülmesine diğer Kitap ehli ne diyecektir?
Daha önce kendilerine kitap verilmiş olanlar, yani yahudiler ve hıristiyanlar
kesinlikle bilirler ki, bu çevirme emri Rableri tarafından gelmiş olan hak bir emirdir.
Onlar içinde her ne k adar "hangi şey, hangi sebep onları kıblelerinden
çevirdi?" şeklinde ileri geri konuşmak isteyen beyinsizler takımı bulunsa da
kitaba hakkiyle inanan ve ona aşina olanlar bu gibi hükümlerde Allah tarafından
birtakım nesih ve tebdillerin yapılabileceğine c evaz verirler ve hatta bunun bir
ilâhî sünnet ve gelenek olduğunu, ayrıca Kâ'be'nin vaktiyle İbrahim
aleyhisselâmın da kıblesi olduğunu bilirler. Ve Allah, onların amellerinden, ne
yaptıklarından, ne yapmak istediklerinden gafil değildir, yani cezalarını verecektir.
Şu halde bu cümle, Kitap ehli hakkında açık bir korkutma, bir ihtar ve uyarıdır.
İbni Âmir, Hamza, Kisâî, Ebu Cafer ve Ravh kırâetlerinde "tâ" ile okunur.
Bu okunuşa göre, Allah hiç birinizin amellerinden gafil değildir, demek olup müminler
hakkında müjde, kâfirler hakkında ise korkutma ve tehdit mânâsı taşır.
145-Ey Muhammed! Vallahi sen o inatçı Kitap ehline her âyeti, her türlü mucize ve
delili de getirsen, gerçeği isbat için bütün belgeleri gözler önüne sersen onlar
senin kıblene tabi olmazlar. Sen onlara aklî ve naklî âyet ve delillerin en
açığını gösterdin, akıl ve hikmetten, eski zamanlardan bahsettin ve bilhassa
İbrahim kıssası ile Kâ'be'nin şerefi hakkında bilgiler verdin. Bütün bunları
anlamak istemeyenler, hiçbir delili dikka t nazarına almazlar ve şu halde senin tabi
olduğun kıbleye uymazlar, zaten sen de onların kıblesine tabi olmazsın. Bundan başka
onlar birbirlerinin kıblesine de tabi olmazlar. Çünkü yahudiler 'ya, hıristiyanlar da
gün doğusuna dönerler. Onların birbir l eriyle uyum sağlamaları ihtimali de yoktur.
Vallahi, sen, bu yahudilerle hıristiyanların batıl üzere gittiklerini bildiren ve sana
gelen bunca ilimden sonra, farz-ı muhal, kalkar da onların arzu ve heveslerine, hakkın
emrine aykırı olan keyfî gidişleri n e ve arzularına uyacak olursan o takdirde iyi
bil ki, sen de muhakkak o zalimler güruhundan olursun. İşte o zaman sen de Allah'ın
ahdine nail olamaz, insanlara imam olup ümmet teşkil edemezsin. Şu halde senin onlara
uymaya kalkman, Allah'ın verdiği hü kümle sana yasak ve muhaldir.
Ey iman ehli! Siz, onların ne kadar zalim olduklarını bilir misiniz?
Meâl-i Şerifi
146- O kendilerine kitap verdiğimiz ümmetlerin âlimleri onu -o peygamberi-
oğullarını tanır gibi tanırlar, böyle iken içlerinden bir takımı gerçeği bile
bile gizlerler.
146- Bizim kendilerine kitap verdiğimiz, kitabı okumak nasib ettiğimiz o Kitap
ehlinin âlimleri O Peygamber'i bilmez değillerdir, O'nu tanırlar. O'nun O peygamber
olduğunu tıpkı oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar, bilirler. ve bunların bir
kısmı hiç şüphesiz bile bile gerçeği gizlerler.
Burada peygambere hitap zamiri ile, "seni tanırlar "buyurulmayıp da gâibe
iltifat (dönmek) ile, "O peygamberi tanırlar" buyurulmasında birkaç ince
nükte vardır.
Birincisi: Bu âyet, Cenab-ı Allah tarafından gâibe hitap suretiyle, tarafsız bir
şahitliği ifade eder.
İkincisi: Tevrat'ta, Hz. Musa'ya benzer bir peygamber, diye vasıfları anlatılmış
bulunduğu için öteden beri kitap ehli tarafından Hatemü'l-Enbiya (Peygamberlerin
sonuncusu), ahd ifade eden "lâm" ile "en-Nebiy" Yani "O
peygamber" diye anılırdı, böyle tanınırdı. "O" dedikleri zaman bunu
anlarlardı. Ancak onun Hz. Muhammed olduğunu gösterecek bir belgeye, kesin bir delile
ihtiyaç vardı. Hz. Muhammed'in getirdiği açıklayıcı âyetler ve apaçık
mucizelerle bu da hakkıyle temin edilmişti. Bunların karşısında özellikle o zamanki
Kitap ehlinin âlimlerinin hiçbir şekilde şüphe ve tereddüdü kalmamıştı. Bunu,
çocuklarını bildikleri gibi kesin bir şekilde biliyorlardı. Nitekim Hz. Ömer,
Abdullah b. Selam hazretlerine bunu sorduğu zaman:
"Ben onu oğlumu bildiğimden daha iyi bilirim. Çünkü onda hiçbir şüphe ve
tereddüde yer yoktur. Fakat çocuklarıma gelince, ne bileyim, belki anneleri
hıyanet etmiş olabilir." demişti.
Bunun üzerine Hz. Ömer de yukarıda adı geçen zatın başını öpmüştü.
İşte "O'nu tanırlar" buyurulmasında bu tanıma nüktesine ve "O
peygamber" ünvanına büyük bir işaret vardır.
Bu âyet, özellikle şunu da isbat ediyor ki, sadece bilmek, sırf kalbe ait olan ilim
ve marifet, iman için yeterli değildir. Şer'î iman için itaat ve boyun eğmek, bundan
başka gerçeği gizlemeyip açıktan ikrar ve itiraf etmek de lazımdır.
İmanın kökü, kalbe ait bir nitelik olmakla beraber onun geçerli bir iman olması,
o kökün, zorunlu bir engel bulunmadıkça açıktan ortaya çıkıp yayılmasına
bağlıdır. Kitap ehlinin âlimleri O peygamberi, kalben pek iyi tanıdıkları halde
mümin olamamışlar, aksine bile bile gerçeği gizlediklerinden halktan daha fazl a
yerilen ve ayıplanan inatçı kâfirlerden olmuşlardır.
Ey peygamberliği bu kadar sabit ve delillere dayandırılmış olan yüce Peygamber:
Meâl-i Şerifi
147- O hak, Rabbindendir. Artık şüpheye düşenlerden olma sakın!
148- Ümmetlerden her bi rinin bir yönü vardır, o ona yönelir, haydin, hep
hayırlara koşun, yarışın. Her nerede olsanız Allah sizi toplar, bir araya getirir.
Şüphesiz ki Allah her şeye kâdirdir.
147-Ey Muhammed! O hak emir, Rabbindendir. diğer bir ifadeyle hak, Allah'tan gelendir.
Öyle ise sakın sen, şüphecilerden
olma ve onların nefsânî arzularını gözeterek, aldığın emri hemen yerine
getirmekten geri durma. Şüphe yoktur ki, bu hitabın peygambere yöneltilmesi, bütün
ümmetini karşı koymaktan şiddetle sakındırmak ve özellikle kıble işini bir daha
takviye etmek içindir. Gerçekten, bir din, bir millet, bir ümmet için kıble
meselesinin pek büyük bir önemi vardır. Çünkü vücutta ruh ile bedenin derin bir
kaynaşması vardır. Maddi bir görünüm arz edemeyen ruhaniyetin hiçbir hükmü
yoktur.
Ruhun en büyük özelliği, birlik olduğu ve aynı zamanda her kalb ve vicdanın
ruhânî duygusu sırf kendine ait bulunduğu için, maddî bir görünüm içerisinde
birleşmeyen ruhlar arasında bir birlik bağı ortaya çıkamaz. Buna göre sadece ruhî
birlik üzerine kurulan bir sosyal ruh, tasviri faydasız ve belki de imkansızdır.
Birbirine benzer ruhlu fertler arasında ruhî birliğin varlığı, aralarında bir
maddî birliğin görünmesiyle bilinir. Böylece ruh vücuttan, vücut ruhtan katmerli
bir yakınlaşma ile kuvve t kazanır ve sosyal ruh bu sayede teşekkül eder, ümmet
bununla meydana gelir. Bunun için kıble, bir ümmetin ruhanî birliğine kefil olacak
ilk maddi görünümü temin eder ve kıblesiz bir ümmet olamaz.
148-Gerçekte Ümmetlerden veya kavimlerden her birin in bir yönü vardır ki o ona
yönelir. İbrahim milletine tabi olmak ve böylece en büyük ve orta yolu tutan muazzam
ve seçkin bir ümmet olmak isteyenlerin yönü de, en eski olmakla bilinen, en geniş
birlik yönü olmaya layık olan ve İbrahim'in kıblesi bulunan K â'be'dir. Bu büyük
ümmet buna yönelmelidir, bu herkesin yönelişine uygun gelir.
Yeryüzündeki kavimlerden her birinin de buna yönelecek bir tarafı, bir yönü
vardır. Mesela: Kuzey halkı, Kâ'be'nin kuzey tarafına, güney halkı güney tarafına,
doğu halkı doğu tarafına, batı halkı batısına ve aradakiler aradan bir yöne
yönelirler. Hepsinin yönleri farklı olmakla beraber yine tamamı, bir Kâ'be etrafında
toplanmış olur.
Kâ'be alttan, üstten göğe kadar bir merkez ve çepeçevre ona yönelen
yeryüzünün sakinleri, onun etrafında sıra sıra birer yuvarlak saf teşkil ederek,
tek düzen, tek ümit ve tek hedefli büyük bir cemaat teşkil edebilirler.
Öyle ise sizden her biriniz kendi yönüne yönelerek hayırlar yapmakta
yarışınız. Çünkü kıbleden maksat da böyle düzenli bir beraberlikle hayır
yarışına girişmektir.
Siz bunu biliniz de, diğer din mensuplarından daha fazla hayır yapınız, onları
geçiniz, çeşitli yönlerde, başka başka beldelerde bulunduğunuzdan dolayı
aranızda sosyal birlik yoktur, sanmayınız. Çünkü: Her nerede olursanız olunuz,
Allah hepinizi bir araya getirir.
Bir kıbleye yönelmeniz sayesinde, yön farklılığına rağmen hepiniz bir cemaat
olur, hepiniz Mescid-i Haram içinde namaz kılıyor gibi düzenli bir sosyal cemaat hali
elde edersiniz ve mükâfatınızı da o şekilde alırsınız. Böyle şey olur mu?
demeyin. Çünkü: Allah her şeye kâdir olduğu gibi sizi böyle toplamaya ve
mükâfatınızı vermeye de kâdirdir. Durum ikâmet halinde böyledir, sefer haline
gelince:
Meâl-i Şerifi
149- Hem her nere den yola çıkarsan (namazda) hemen Mescid-i Haram'a doğru yüzünü
çevir. Bu emir şüphesiz hak, Rabbinden olduğu gerçektir. Allah yaptıklarınızdan
habersiz de değildir.
150- Her nereden yola çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir, ve her
nerede olsanız yüzünüzü ona doğru çevirin ki insanlar için aleyhinizde bir delil
olmasın. Ancak içlerinden haksızlık edenler başka. Siz de onlardan korkmayın, benden
korkun. Hem üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım, hem gerek ki doğru yolu bulasınız.
151- Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik. O size âyetlerimizi okuyor,
sizi temizliyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor. Size bilmediğiniz şeyleri
öğretiyor.
152- O halde beni anın, ben de sizi anayım. Bana şükredin de nankörlük etmeyin.
149- Ve herhangi bir beldeden yola çıkarsan, namazda yine yüzünü Mescid-i Haram
yönüne çevir. Yine ikamet halindeki gibi Kâ'be tarafına yönel. Ve bu emir her halde
Rabbinden gelen haktır ve hikmete uygundur. Allah sizin yaptıklarınızdan asla habersiz
değildir.
Gerek ikamet halinde ve gerekse yolculukta olsun, bu emre ister uygun bulunsun ister
bulunmasın yaptıklarınızdan hiçbiri mükâfatsız veya cezasız kalmaz.
Ebu Amr kırâetinde "Onların yaptıklarından" şeklinde okunur ki
İslâm'a muhalif olanlar hakkında bir uyarıdır.
150-Kıble meselesi, çok önemli ve kıblenin değişmesi büyük bir iş ve
özellikle bunun içine aldığı nesih konusu, şeytanların fitne ve fesat için
aldatmaya bahane ve fırsat edinebilecekleri çok ince bir meseledir. Bundan dolayı
Kıble hakkındaki bu emirler, aşağıda geleceği üzere bir daha tekrar edilerek
pekiştirilecek ve bununla beraber içine aldığı bazı hikmetler de açıklanmak
suretiyle bu pekiştirme ayrıca müstakil bir mânâyı da ifade edecektir. Şöyle ki:
Ey Muhammed! Her nerede olursa olsun, uzağa veya yakına, gerek harb ve gerekse diğer
bir maksad için yolculuğa çıksan da: Namazda yüzünüzü Mescid-i Haram tarafına
çevir. Ve ey müminler! siz yeryüzünün bölgelerinden herhangi bir yerde gerek ikamet
hali n de ve gerekse yolcu olarak bulunursanız, hepiniz namazda yüzünüzü Kâbe
tarafına çeviriniz. ki insanların aleyhinizde hakkıyle tutunabileceği hiçbir delil
kalmasın. Yani kıblenin değişmesi emrinin sizin anlayabileceğiniz başlıca iki
hikmeti vardır:
Birincisi; bu emir, Kitap ehli ve müşrikler gibi size karşı olan bayağı insanlar
tarafından aleyhinizde kullanmaya uygun hiçbir delil bırakmamak içindir. Çünkü
geçmiş kitaplara göre vaad edilen son peygamberin vasıfları arasında kıbleyi
Kâ'be'ye çevireceği hakkında deliller veya işaretler vardır. Bu cümleden olarak
İbrahim kıssasında nakledildiği üzere Eski Atik'ten Kitabü'l-Eş'iya'da Mekke'nin
geleceğini anlatan âyetler buna açıkça işaret etmektedir.
[ Bu sebeple Kitap ehli "Son Peygamber'in kıblesi Mekke'de olacaktı. Muhammed ve
Ashabı ise hala Beyt-i Makdis'e (Mescid-i Aksa'ya) duruyorlar." diye şüphe
edebililirler ve bunu naklî bir delil olarak ortaya atabilirler. Sonra İbrahim'in
kıblesine muhalefet, "İbrahim milleti" davasıyla uygun düşmemekt e dir.
Bunu da müşrikler aklî bir delil olarak gerçekten ortaya getirebilirler.
İşte kıblenin değişmesi emrinde önce size karşı böyle aklî ve naklî
bakımdan haklı olabilecek delilleri büsbütün kaldırmak ve hasımlarınıza
aleyhinizde hiçbir delil bırakmamak hikmeti vardır. Bundan sonra onların hiç biri
böyle bir itiraz ileri süremez, ağızları kapanır. Ancak o insanlar içinden zulmü
adet edinmiş olan haksızlar başka. Onlar hüccet, delil aramadan ağızlarına geleni
söylerler. Haklı bir itirafa imkanları o l madığı halde bu gibi zalimlerin ağzı
durmaz. Fakat böyle belgesiz, delilsiz ve sırf haksız sözlerin de hiç kıymeti
yoktur.
Bundan dolayı siz onların hiç birinden korkmayınız da, benden korkunuz ve benim
emrime karşı gelmekten sakınınız. İşte kıbleyi değiştirme emri, insanlara
aleyhinizde öyle bir itiraz delili bırakmamak içindir.
İkincisi; Size nimetimi tamamlamam içindir ki, bu sayede hidayete ermeyi ve doğru
yolda sapasağlam gidip, arzu edilen hedefe ulaşmayı kuvvetle ümit edebilesini z.
Asıl nimet, doğru yola ulaşmaktı. Kıble işi de bu doğru yoldandır. Nimeti
tamamlamak ise, bir nimetin eksik tarafı bırakılmayıp, mümkün olan olgunluğuna
erdirmek, demek olduğundan bu nimetin tamamlanması da o yoldan doğruca gidip, kurtuluş
gayesine ermektir.
151- Hz. Ali "Nimetin tamamlanması, İslâm üzerine ölmektir." buyurmuş
ve "Nimetin tamamlanması, cennete girmektir." diye de bir haberde varid
olmuştur. Bu nimeti tamamlama lütfu şuna benzer:
Nitekim sizin içinizden, yani İbrahim ve İsmail'in soyu içinde sizden, yani siz
insanlar cinsinden seçkin ve büyük bir peygamber gönderdik. İnsan cinsinin yine
beşer olarak bir peygambere kavuşması ne büyük bir nimettir!
Şüphe yok ki Allah'ın kullarına göndereceği elçi, sadık yaratıklarından biri
olacaktır. Zira Allah ile kulları arasında vasıta olacak, mahluk olmayan birtakım
tâlî mabutlar düşünmek imkansızdır, batıldır. Bundan dolayı Allah'ın insanlara
gönderdiği peygamber, insandan başka diğer yaratıklardan biri olsaydı, insanlık
adına büyük bir şeref olmaz ve genel toplum için o kadar istifadeye uygun
bulunmazdı.
İnsana yine içlerinden "Ben de ancak sizin gibi bir insanım." (Kehf,
18/110) diyen bir peygamber göndermesi, insan cinsinin, Allah Teâlâ'ya doğrudan
doğruya yaklaşmasına, Âdem kıssasında açıklanan halifeliğine en büyük delil
olan sonsuz bir şereftir. O peygamberin içinde yetiştiği kavim için de bu şeref,
elbette daha kuvvetli ve daha katmerlidir.
Hem öyle bir peygamber ki Size, bizim ebedi bir mucize olan âyetl erimizi okuyor.
Bunlar, o gelip geçici mucizeler gibi gelip geçici nimetler cinsinden değildir.
Bunlarla her zaman buna karşı çıkanlar cevap veremez hale getirilir ve susturulur.
Şüpheler ortadan kaldırılır, olaylar tahlil olunur. Birçok ilimler elde edil i r,
bunlar güzel güzel okunur, ibadetler yapılır, güzel ahlâkın en büyük ve en
kapsamlı ilkelerine erilir.
ve sizi her türlü şirk ve günahtan, insanlığın yüceliğini lekeleyecek maddi ve
manevi çirkinliklerden, pisliklerden temizleyecek hakkın temiz, pak adaletli bir şahidi
haline getirecek ve çoğaltıp düzenleyecek bir hayata sevkediyor. Hem size bütün
filozoflara ders verecek kitap ve hikmet öğretiyor, okuma-yazma bilmezken size kitap ve
yazı belletiyor. Her türlü hikmeti içine alan hukuk ilmi ve şartlarını, kanun
koymadaki hikmeti, yüksek ahlâkı, toplumun sırlarını, insanlığın menfaatini,
dünya ve ahiret ilmini, kâinat nizamında geçerli ve hükümran olan kanunları ve
ilâhî sünnetin sonucunu, bunların tatbik ve uygulama şeklini sözlü ve fiilî sünne
t i ile öğretiyor. ve size hiç bilmediğiniz, akıl ve düşünce ile bilme imkanını
bulamayacağınız şeyleri, gayba ait sırları ve ahiretle ilgili durumları vahy ile
bilip öğretiyor. Öğretiyor da sizi dünyanın üstadı, cihanın hakimi olacak ve
bütün insanların ö rnek alacakları, orta yolu tutan bir ümmet teşkil edecek bir
hale getiriyor.
İşte biz, ilâhlık şanımızla size İbrahim'in duasında olduğu üzere böyle bir
peygamber gönderdiğimiz gibi, kıblenizi değiştirip tesbit etmek suretiyle de size
olan nimetimi tamamlamak için bu hak emri verdim.
"Muhammed (s.a.v.) insanlığa ne getirdi?" diye sorulacak olursa, bu âyeti
okumak yeterlidir. Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilişinde gerek dünya ve
gerekse ahiretle ilgili böyle büyük bir nimeti tamamlama vardır.
152-Şunu da bilmek gerekir ki, Kâ'be'nin kıble yapılması da dünya ve ahirette
buna benzer bir nimeti tamamlamak için bir sebeptir. O orta yolu tutan büyük ümmet bu
sayede teşekkül edecek ve büyük kurtuluş bununla başlayacaktır. Bunun için size
şimdi iki vazife vardır:
Birincisi: Beni zikrediniz, layıkıyle anınız ki, ben de sizi bana layık bir
anışla anayım, imdad ve yardımımı devam ettireyim.
İkincisi: Bana şükrediniz, nimetlerime karşı kalble veya dille, yahut bedenle, ya
da hepsiyle birden bana saygı gösterin, benim emirlerime itaat edip, nimetlerimi yerine
harcamak sûretiyle onlardan yararlanın. İnkar ve isyanla bana küfür ve nimetlerime
karşı nankörlük etmeyiniz, hasılı unutkan ve nankör olmayınız.
Zikir de şükür gibi ya di lle, ya kalble veya bedenle olur.
Dil ile zikir, Allah Teâlâ'yı en güzel isimleriyle anmak, hamd etmek, tesbih ve
tenzih etmek, Kitab'ını okumak ve dua etmektir.
Kalb ile zikir, gönülden anmaktır ki, başlıca üç çeşittir:
1- Allah'ın varlığını gösteren delilleri düşünmek, şüpheleri atarak
Allah'ın isim ve sıfatlarını tefekkür etmek (düşünmek)tir.
2- Allah'ın koyduğu hükümleri, kulluk vazifelerimizi, yani Allah'ın bildirdiği
sorumlulukları, onlarla ilgili hükümleri, emir ve yasakları, Allah'ın vaadini,
tehdidini ve bunların delillerini düşünmektir.
3- Maddi ve manevi varlıkları, bunlardaki yaratılış sırlarını seyredip
düşünmekle zerrenin kutsal âleme bir ayna olduğunu görmektir. Bu aynaya, gereği
gibi bakanların gözüne, o güzellik ve büyüklük âleminin nurları yansır. Bir
anlık hisle bundan alınacak olan müşahede zevkinin bir göz kırpacak kadar süren
parıltısı bile dünyalara değer. Bu zikir makamının hiç sonu yoktur. Bu noktada
insan kendinden ve dünyadan geçer, bütün hisleri hakka bağlanır. Hatta zikirden ve
zikr edenden bir isim ve eser kalmaz da, hissedilen yalnız zikredilenden ibaret olur.
Gerçi bu makamın sözünü edenler çoktur, fakat buna erenlerin sözle alakası yoktur.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Benim Allah ile bir vakt im vardır ki o vakitte
bana ne mukarreb bir melek ne de gönderilmiş bir peygamber hiçbiri yanaşamaz."
buyurmuştur.
Bedenle zikir: Bedenin organlarından her birinin görevli bulundukları vazife
ile meşgul ve dopdolu olması, kendilerine yasaklanan şeylerden boş ve uzak
bulunmasıdır.
Şükür de bu mertebelerden her biriyle yerine getirilir. Ancak bunların şükür
olması için, şükreden kimsenin, kendisine ulaşmış olan nimeti hissetmesi ve
bunları o nimete karşılık bir saygı vazifesi olarak yapması şarttır. Zikir ise,
nimetin ulaşmasına bağlı olmaksızın genel olarak bir muhabbetin, bir olgun aşkın
eseridir.
Şu halde şükrün, zikre atıf yoluyla bağlanması, esasen "atfü'l-hâs
ale'l-âm" özel bir şeyi daha genel olana atfedip bağlama demektir. Fakat her
ikisi de nimet kaydından sonra söylenmiş bulunduğundan burada tefsire ait bir atıf
cinsinden olur. Böyle olmaması için şükrün, örfî şükür mânâsına
yorumlanması daha uygundur ki, o da ulaşan nimetlerin hepsini, yaratılış gayesine
uygun olarak harcamaktır.
Buna göre her ilerleme adımında zikir başlangıç, şükür bir sonuçtur. Sonsuz
yolculukta bunlar peşi peşine birbirlerine girift olarak giderler.
Allah Teâlâ, bu zikir çeşitlerinden hangisiyle zikredilirse, o da ona layık bir
şekilde kendisini zikreden kimseyi, zikredip anacaktır. Bu noktayı anlatmak için, bu
âyet çeşitli tabirlerle açıklanmıştır. Bu cümleden olarak:
1- Beni, bana itaatla zikrediniz, ben de sizi rahmetimle zikredeyim.
2- Beni dua ile zikrediniz, ben de sizi duanızı kabul ve ihsanla zikredeyim. Yani
"Bana dua ediniz ki, duanızı kabul edeyim." (Ğâfir, 40/60).
3- Beni övgü ve itaatla zikrediniz, ben de sizi övgü ve nimetle zikredeyim.
4- Beni dünyada zikrediniz, ben de sizi ahirette zikredeyim.
5- Beni gizli yerlerde zikrediniz, ben de sizi sahralarda zikredeyim.
6- Beni refahınız, rahatınız zamanında zikrediniz, ben de sizi bela ve musibete
uğradığınız zaman zikredeyim.
7- Beni ibadetle zikrediniz, ben de sizi yardımla zikredeyim.
8- Beni, benim yolumda cihadla zikrediniz, ben de sizi hidayetimle zikredeyim.
9- Beni doğruluk ve samimiyetle zikrediniz, ben de sizi kurtuluş ve size tahsis
ettiğim şeyleri artırmakla zikredeyim.
10- Beni önceden ilâhlığımı kabul ile zikrediniz, ben de sizi sonunda rahmet ve
kulluğa kabul ile zikredeyim.
Kısaca kulluğun başı zikir, sonu ise şükürdür. "Onların dualarının sonu
âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun." (Yunus, 10/10) demektir.
İşte Cenab-ı Hak bütün kullarını özet olarak başlangıcı ve sonucu içine
alan bu iki vazife ile görevlendirmiştir. Bu görevler, güzel bir şekilde yerine
getirildikçe o nimet de uluşacağı yere ulaşarak tamamlanacaktır. Fakat zikir,
marifet ve bilgi ile; şükür de nimet ile uyum içinde olacaktır. Halbuki Allah'ın
mahi y etini hakkiyle bilmek, O'nu kendisi gibi bilmek demek olacağından bu, fani
âlemde kullar için mümkün değildir. "Seni gerçek mahiyetinle bilip
tanıyamadık."
Bunun gibi Allah'ın nimetleri sonsuzdur. Mesela bir nefeste içli dışlı iki nimet
vardır. Demek ki, sadece her nefeste iki şükür vaciptir. Bu durumda şükrü hakkıyle
eda etmek de mümkün değildir. "Sana layık olduğun şekilde kulluk
yapamadık."
Demek ki bu ilâhî hitap karşısında ilk duyulan şey acizlik ve yaratıcının
kudretine teslim olma arzusudur. Gerçekten iman ve İslâm'ın başı bu anlayıştır.
En güzel zikir de "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur." kelime-i tevhididir.
Bu tevhidin ve teslimiyetin gereği de, bu acizlik içinde kendini, Allah'ın
emirlerinin tek yürütme vasıtası bilerek, yöneltilen vazifeyi en güzel bir şekilde
ve azami derecede yerine getirmek için yalnız Allah'tan yardım dileyip en iyi şekilde
gayret sarf etmektir. İşte bu, şükrün kendisidir. Yani yüklenen sorumluluk imkan ve
kabiliyet şartına bağlanmıştır. Fakat o kabil i yet, Allah'ın bir yardımı olduğu
için onun da işin aslında bir sınırı ve sonu yoktur.
Bundan dolayı kul, Allah'ını zikirle O'ndan yardım diler ve kendine verilen
kabiliyeti sarf eder. O kabiliyet, ona yapacağı işle beraber Allah'ın dilediği kadar
gelir. İşte İslâm, o acizlikten, bu sonsuz kudret ve kabiliyete intikaldir.
Şu halde her mümin: "Beni zikrediniz!" emri karşısında acizliğini
hissederek önce "Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz."
(Fâtiha, 1/4) şeklindeki kesin sözünü hatırlayacak ve buna şükretmek için
Allah'tan yardım dileyecektir. Bunun için bütün iman ehline hitaben buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
153- Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım isteyin. Şüphe yok ki Allah,
sabredenlerle beraberdir.
154- Allah yolunda öldürülenlere "ölüler" demeyin. Hayır, onlar
diridirler. Fakat siz sezemezsiniz.
155- Çaresiz biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve
ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!
156- Onlar başlarına bir musibet geldiği zaman: "Biz Allah'a aidiz ve sonunda
O'na döneceğiz." derler.
157- İşte onlar var ya, Rablerinden, mağfiretler ve rahmet onlaradır. İşte
hidayete erenler de onlardır.
153- Ey iman şerefi ile yükselmiş olan tüm iman ehli! Siz herhalde, Size vaad
edilmiş olan olgunluk gayesine ermek için her şeyden önce sabır ve namazla yardım
isteyiniz.
Önce sabır ve kararlılığa alışınız, nimetlerin kendilerine göre zahmetleri de
vardır. Allah'ın bütün nimetlerine, hele sonsuz nimetlerin tamamına anahtar olan iman
ve İslâm nimetine şükretmek ve özellikle bunu "ihsan" mertebesinde eda
edebilmek elbette kolay değildir. Siz bu girip yüreyeceğiniz yolda ebedi bir gayeye
yürüyeceksiniz. Yürürken imtihanlar geçirecek, biri içte, diğeri dışta iki
büyük düşmanla çarpışacaksınız.
Bir taraftan nefislerinizin heves ve arzusu, diğer taraftan kâfirlerin, hak
düşmanlarının hücum ve eziyetleri ile uğraşacaksınız. Bunlara karşılık vermek
ve kendinizi savunmak için cihada ve savaşa mecbur olacaksınız. Bazı zahmetler ve
meşakkatler göreceksiniz.
Ruhen ve bedenen nefsinizi terbiye etmezseniz, sabır ve tahammüle, kararlı ve metin
olmaya alışamazsınız, Allah'ın yardımının ilk sebeplerinden birini kaybetmiş
olursunuz, tehlikeye uğrarsınız. En ufak bir sıkıntı, bir acı karşısında
korkmaya, sızlanmaya başlarsınız. Ümitsizliğe ve gevşekliğe düşersiniz. Şunu
biliniz ki sabır, her başarının başıdır.
İmandan sonra takip edilecek yolun başı sabır, ahlâkın başı sabır, ilmin
başı sabır, amelin başı sabır, kısaca varlık âlemini tanımanın başı
sabırdır.
Sabırsızlık; ivmek ve bir anda her şeyi istemektir. Halbuki yaratıklar, zamana
bağlı olup, terbiye kanununa tâbidirler. Zaman ise peşpeşe gitmek, yavaş yavaş
olmak demektir. Bunun için yaratıkların tam başarıya ulaşmaları derece derece bir
silsile takip eder. Bu da sabra bağlıdır. Her şeyi bir anda istemek, hiçbir şey
istememektir. Hatta yaşamak, sabretmektir. Âlimler sabrı iki kısma ayırırlar:
1- Kötü şeylerin acısına sabır ve tahammül ile güzel sonuçlarını beklemek,
2- Çabucak gelecek olan lezzetten ve şehvetten uzak durmada sabırla, onların kötü
sonuçlarından sakınmaktır.
Bunların biri olumlu, diğeri olumsuz şekilde bir sabırdır. Birincisi, acı
ilaçlarla tedavi gibi vazifeye atılmak; ikincisi, zehirli tatlılardan sakınmak gibi
zararlı şeylerden kaçınmaktır.
Bununla beraber bazı durumlar vardır ki, orada sabır kötüdür, meşrû değildir.
Öyle durumlarda hızla savunmak için hayatı feda etmek daha çok tercih edilir ve belki
de vâcib olur.
Bu âyetteki kelimesinin "elif lâmı"ahd-i hâricî olmak üzere burada
sabrın çeşitlerinden oruc veya cihadın kastedildiği nakledilmektedir. Fakat muhakkik
(araştırmacı) âlimlerin tercihine göre "lâm" cins içindir. Oruç ve cihad
ile beraber diğer sabır çeşitlerini de içine alır. Kısaca ahlâkta, imandan sonra
sabır, ilâhî yardımın ilk celbedilme yoludur.
Namaz da böyledir. Ruhun düzelmesinin, bedenin intizama girmesinin, sabır ve
vakarın, ruhî ve bedenî her vazifenin, dünya ve ahiretle ilgili her olgunluğun
düzenleyicisi olan, gerek kişisel ve gerekse sosyal her özelliği içine alan ve ümmet
teşkilatının en birinci ve en esaslı belirtisi bulunan namaz, imanın en
büyük güçlendiricisi, bütün ibadetlerin ve amellerin başıdır. Müminlerin
miracı, âlemlerin Rabbine beden ve candan durumlarını arz etmek suretiyle niyazları,
kısaca zikir ve şükrü içine alan bir ibadet olduğu için, ilâhî yardımın en
önde gelen ve en yakın celbedilme yoludur.
Kıblenin taşıdığı önem de ilk önce bunun içindir. Bu sebeple namaz, sabır
gibi sade bir vasıta değil, aynı zamanda Allah'a bir kavuşma olmak üzere en büyük
bir zevk gayesidir. Bu sayede Allah'tan başka tüm mâsiva (varlık âlemi)dan
çıkılır, acılar, kederler silinir. Kul ile mabud buluşma meclisinde beraber olur.
Bunun içindir ki Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Namaz göz aydınlığım
kılındı." buyurmuş, en büyük zevk ve sevincin namazda hasıl olduğunu
göstermiştir.
Yukarıda kıblenin önemi hakkında gelmiş olan âyet-i kerimeler, onun konusu olan
namazın Allah katında taşıdığı kutsal kıymeti anlatmış bulunduğundan burada
yalnız sabrın kıymetini bildirmek için buyuruluyor ki: Şüphe yok ki Allah,
sabredenlerle beraberdir. O'nun en güzel isimlerinden biri de "Sabûr" ism-i
şerifidir. Her kimde sa b ır varsa onda Allah'ın kudretinden bir tecelli kokusu
vardır. Hele bu sabırlı kimseler bir araya gelip bir cemaat olurlarsa her halde
Allah'ın yardımına ererler. Allah onların daima dostu ve velisidir. Dualarına,
isteklerine cevap vermek için Allah'ın yar d ımı daima onların yanlarında dolaşır.
Bu beraberliği göstermeyen, gizleyen şey ise o sabırlı kimselerin dağınık
bulunmalarıdır.
Yakınlık ve beraberlik ifade eden "ma'a" kelimesi çoğunlukla kendisine
tabi olunanın başına gelir. Buna göre; "Allah sabredenlerin beraberindedir."
buyurulmasında Allah'ın, kullarına şeref bahşetmesindeki yüceliği gösteren büyük
bir incelik vardır.
Ebussuud, bu inceliğin açıklamasında demiştir ki: "Çünkü, sabırlı olmaya
gerçekten girişenler, sabırlı kimselerin cemaatidir. Bu bakımdan bunlar, kendilerine
uyulan kimseler olarak gösterilmiş oluyorlar..." Yani bu beraberlik, çalışıp
elde edilecek şeylerde Allah'ın iradesinin, kulların iradesinin arkasından geldiğini
ifade etmektedir. Böyle olunca Allah'ın "Rahîm" (çok mer h amet edici)
sıfatının hükmü olan bu ilâhî şerefi bahşetmenin, kullar hakkında ne büyük bir
lütuf olduğunu inceden inceye düşünmek gerekir. Sabır meselesinin bütün
anahtarı bu noktadadır. Şunda da şüphe edilmemelidir ki, Allah'ın kullarına bu
şerefi bahş etmesi, Onun iradesine bağlı bir lütuftur.
İşte ey müminler! Bunu bilerek zikir ve şükür yolunda sabırla yardım dileyiniz.
Bu konuda Allah'ın düşmanlarıyla, malla canla cihada ihtiyaç duyarsanız onu da
yapınız. Bu uğurda kaybınız bulunursa onların acılarına, ayrılıklarına da
katlanınız.
154- Sakın böyle Allah yolunda öldürülmüş olanlara "ölüler"
demeyiniz. Onları gerçekten ölmüş zannetmeyiniz. Bununla son derece acı duyup,
telaş ve ümitsizliğe düşmeyiniz. Hayır, onlar ölü değil, diridirler. Hem gerçek
hayatla diridirler. Fakat siz duymazsınız, onların hayatını hissetmezsiniz. O hayat,
bu dünyadaki zâhirî duyularla hissedilecek bir hayat değildir. O, ruhanî bir hayat,
daha doğrusu gerçek bir hayattır ki, akılla bile tam olarak idra k edilemez. Ancak
kesin bilgiye dayanan bir hisle idrak edilir ve hisle bilinir.
Şehitler hakkında böyle daha birçok âyetler gelecektir. Hasan-ı Basrî (rh.a)
hazretlerinden rivayet edilmiştir ki: "Şehitler Allah katında diridirler.
Rızıkları ruhlarına sunulur da kendilerine rahatlık ve ferahlık gelir. Nitekim
Firavun ailesine de sabah akşam ateş gösterilir de kendilerine bu acı ve elem
gelir".
Bu nakil, şehitler hakkında Âl-i İmrân sûresindeki "Allah yolunda
öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rableri yanında diridirler.
Allah'ın lütfundan rızıklanırlar. Onlar, Allah'ın lütfundan kendilerine verdiği
şeylerle sevinirler. Arkalarından kendilerine yetişememiş olanlara, kendileri için
hiçbir korku olmadığını ve üzülmeyeceklerini müjdelem e k isterler." (Âl-i
İmran, 3/169-170) âyetiyle gelecektir. Ğâfir sûresinde de Firavun ailesinin durumu,
"Onlar sabah akşam ateşe sürülürler. Kıyamet koptuğu gün de: Firavun ailesini
o azabın en şiddetlisine sokun, denecektir." (Ğâfir, 40/46) âyetiyle an l
atılmıştır.
Bu âyette ruhların başlı başına ayakta duran ve hissedilen beden cevherinden
başka birer özü bulunduğuna ve bunun ölümden sonra duyarlı bir halde kaldığına,
yani ruhun bâki oluşu meselesine bir işaret vardır. Sahabenin ve tâbiînin (Allah
hepsinden razı olsun) çoğunluğunun görüşleri budur. Buna işaret eden daha birçok
âyet ve hadis vardır. O halde burada bunun şehitlere tahsisi, makamlarının
Allah yanında yüksekliğini bildirmek içindir. Bununla beraber İslâm'da ahiret
meselesi, bundan ibaret değildir. Bunu daha fazla açıklayıp tamamlayacak olan,
öldükten sonra dirilme, yeniden yaratılış ve benzeri şeyler vardır ki, sırası
geldikçe açıklanacaktır. Burada henüz ölümü takip eden kabir ve "Berzah
âlemi" meselesine işaret buyurulmuştur.
Bu ây etin, on dörde ulaşan Bedir şehitleri hakkında indiğine dair bir görüş
vardır. Fakat kıblenin değiştirilmesinden sonra ve Bedir savaşından önce bir
hazırlama olması daha çok düşünülür.
155-Kısaca, ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım isteyiniz. Çünkü Biz,
peygambere tabi olup, olmayanı seçmek ve o nimeti tamamlamak üzere sizi korkudan,
açlıktan, mallar, canlar ve ürünlerin eksikliğinden az bir şeye uğratacağız ve
böyle bazı sıkıntılarla imtihan edeceğiz.
Ahirette: "Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir."
(Âl-i İmrân, 3/170) sırrına ermeniz için dünyada biraz bu sıkıntıları
tadacaksınız. Düşmanların hücumu korkusu, kıtlık ve darlıktan dolayı açlık,
savaş ve savaş masrafları dolayısıyle mal ve can eksikliği, kazanç ve e v lat
eksikliği cinsinden herhalde biraz birşey ile imtihan edileceksiniz.
Bu mutlak ifade içinde bu âyet, İslâm dininde farz kılınacak olan bazı
hükümlere ve sorumluluklara bile işaret etmektedir. Korku Allah korkusuna, açlık
Ramazan orucuna, mal eksikliği zekata, can eksikliği cihada, şehitliğe ve hastalığa;
ürün eksikliği, evlat eksikliği kazanç zayiine işarettir.
156-Bu acı ve sıkıntıların her birinden böyle biraz çekmekle mükellef bulunmak,
bunların tam ve genel bir şekilde herkesi içine almasına engel olacak ve ahirette
büyük büyük nimetlere ulaştıracaktır. "Ey Muhammed! Sen sabredenleri ise
müjdele. o sabredenleri ki kendilerine bir musibet dokunduğu vakit, yani "mümine
eziyet verecek her şey, onun için bir musibettir." hadis-i şerif i gereğince
eziyet verecek herhangi bir zarara uğradıkları zaman: "İnnâ lillâhi ve innâ
ileyhi râciûn" derler. "Biz, her halde Allah'ınız ve mutlaka O'na dönüp
varacağız." diye Allah'a teslim olduklarını arz edip teselli bulmuş olarak
sabrederler. Bunu y a lnız dil ile değil, yaratma ve yaratılma gayesini düşünerek
bütün kalb ile söylerler.
" Biz Allah'ınız" demekte malı, canı, her şeyi Allah'a teslim ve
Allah'ın mülkü olan her şeyde, hatta canlarımızda ve bedenlerimizde bile dilediği
gibi yönetim hakkı olduğunu ve acı tatlı O'nun hiçbir tasarrufuna itirazın caiz
olmayacağını itiraf ile Allah'ın dilediğini yapmasına, kaza ve kadere razı
olduğunu açıklama vardır. Bu makam, pek büyük bir makamdır. Bu makamı kazanan
nefse: "Nefs-i râdıye: Allah'ın e mrine râzı olmuş nefis" denir.
demekte ise: "Biz dönüp dolaşıp sonunda mutlaka Allah'a döneceğiz.
Başlangıçta yok iken Allah'tan geldiğimiz gibi sonuçta da yine O'na
varacağız." diye görünürde olsun eğreti varlığımızın ölümle sona erip
helak olmasına ve bununla beraber gayenin mutlak bir yokluk olmayıp, tamamen buluşma
olduğuna iman ve bu imanla Allah yanında kendisinden razı olunma ümidini açığa
vurma vardır. Bu makama: "Nefs-i mardiyye kendisinden razı olunan nefis"
makamı denir.
Bu ise, ist eklerin sonu ve mertebelerin en üstünü olan en büyük rızadır.
Lezzetlerin en büyüğü de rıza lezzetidir. İnsanın nefsi önce "nefs-i emmare:
Kötülüğü emreden nefis" iken, dini bilgi ve Hz. Muhammed'in ahlâkı olan
büyük ahlâk ile ilerleyip gelişerek ikincide "nefs-i levvâme: Kötülüğünden
dolayı kendini kınayan nefis", üçüncüde "nefs-i mutmeinne: Kötülükten
temizlenerek Allah'a yaklaşıp huzura eren nefis", dördüncüde "nefs-i
râdiye: Kendisine sonsuz nimetler bahşeden Rabbinden razı olan nefis", beşincide
"nefs - i mardiyye: Allah'ın kendisinden razı ve hoşnut olduğu makbul nefis"
olur ki, Fecr sûresindeki: "Ey huzur içinde olan nefis! Sen Rabbinden razı, o da
senden razı olarak Rabbine dön." (Fecr, 89/27-28) şeklindeki ilâhî hitap, bunun
beyanıdır. Bu dönüşün, bir yere ve bir yöne intikal suretiyle olmadığı
ortadadır. Çünkü Allah Teâlâ yön ve mekandan münezzehtir. Bundan dolayı burada
üç mânâya ihtimal vardır:
1- Bu, nefsimiz hakkında bir son bulma ikrarından kinâyedir.
2- Bâki (sonsuz) olma ikrarıdır.
3- Bir yönden yok olmayı, bir yönden ebedî kalmayı ikrardır.
Bizce doğrusu, bu üçüncüsüdür. Çünkü bu, hepimizin zatının sona ermesi ile
Allah'ın baki olmasını ikrar etmektir.
Biz vaktiyle dış âlemde nasıl yoktuk da Allah'ın bilgisinde var idiysek, yine onun
gibi yok olacağız ve olduğumuz gibi yalnız Allah'ın bilgisinde ve sırf O'nun
hükmünde mevcut kalacağız. Bu, bizim bizdeki varlığımız olmayacak,
bizim Allah yanındaki varlığımız olacaktır.
Ancak dünyaya gelirken yaratılıştaki mizacımızla gelmiş, henüz bir işe
karışmamış, yapacağımızı yapmamıştık. Giderken ise iyi veya kötü
kazanacağımızı kazanmış, iyilik veya kötülük namına neyimiz varsa hepsini
omuzumuza almış, sorumluluğu yüklenmiş olarak gideceğiz. Kısaca zatımız,
Allah'ın ilmiyle, varlığımız Allah'ın varlığı ile, bâki kalmamız da Allah'ın
bâki oluşu ile var olur. Allah'ın varlığı ise ezelî ve ebedîdir. Bundan dolayı,
Allah'a dönüş, bu şekilde O'nun lütfuna veya kahrına ermiş olarak bakâbillâh
demektir.
Râzî diyor ki: "Bu dönü ş ahirete işarettir. Biz dünyada iken az çok
kendimiz veya başkaları da menfaat ve zararımıza görünürde sahip bulunuyorduk.
Gittiğimiz zaman bunlara hiç kimsenin hükmü geçmeyecek, sahih olan görüşe göre
üzerimizde yalnız Allah'ın hükmü geçerli olacaktır."
Bu itibarla Allah'a dönüşümüz, öldükten sonra bütün durumlarımızda yalnız
Allah'ın hakim olması ve Allah'ın, hükümlerde kendisine başvurulacak merci olması
demektir. İşte bunun üzerine yeniden yaratma ile öldükten sonra dirilme, haşir
(kıyamet günü i n sanların bir araya toplanması) ve neşr (kıyamet günü
insanların yeniden dirilmesi), ahirete ait diğer hükümler gerekecektir. Halbuki
buradaki dönüş ölümden sonra ve tekrar dirilmeden önceki durumları da içine alır.
Buna bazıları, "rûhun baki oluşu" adını v ermiş, dönüşü, ahireti
onunla açıklamak istemiştir. Fakat ruhun baki oluşu, deyiminin de şahsa ait bir
bakilik şüphesi vardır. Dönüşte ise şahsın fani olduğunu itiraf gizlidir. Bunun
için Allah'a dönüş meselesinde ruhun ebediliğinden başka bir mânâ vardır. Bunda,
bir zaman olup, ruhun da faniliğe gideceğine dair bir itiraf yok değildir. Bedenimizin
yok oluşundan sonra uzun zaman ruhumuzla kalabileceğimiz kabul edilmiş olmakla beraber
büyük kıyamet gibi bir gün gelip, ruhlarımızın da yok olacağı "Allah'ı n
zatından başka her şey yok olacaktır." (Kasas, 28/88) âyeti gereğince,
zatımızın yok oluşu her yönüyle gerçekleşecektir. Ancak Allah katında bilinen
gerçek varlığımız hiç bir şekilde kaybolmayıp, işin aslında her türlü hükme
tabi olabileceğimiz ve sonun d a ebedî bir varlığa kavuşma ile Allah'ın cemalini
görebileceğimiz de anlaşılıyor.
Eğer Allah yanında bilinen gerçek varlığımız, ruhumuz veya bedenimiz yahut da
her ikisi demek ise, bunlardan biriyle; yok eğer bunların ötesinde birşey ise o
şekilde bir ebediliğe kavuşacağız. Bu ebedilik de gerçekten bizim kendi
kendimize bir ebediliğimiz demek olmayıp, ancak Allah'ın ebedi oluşu ile mümkün
olan bir ebedilik olacaktır
Bunun için bizim tabiî denebilecek olan zatımızın gereği yokluk iken,
hakkımızda takdir edilen nasibimiz, bakâbillah yoluyla Allah'ın kahrına veya lütfuna
kavuşmaktır. En yüksek hedef ve en büyük rıza işte bu ebedî lütuftur. Fennin,
sebeplerin bâkî oluşu konusundaki büyük kanununda, bu mânâ sabit demektir. Maddeler
ve küçük kuvvetler, hepsi sebebe bağlıdırlar. Bundan dolayı hepsi silinir, yalnız
her şeyin sebebi olan Allah zatı ve sıfatları ile sonsuz kudreti ile bâki kalır.
Allah'ın bâkiliğinde, o silinen maddelerin ve fani güçlerin mahiyetleri ve şahsi
belirtileri Allah'ın bilgisi ol m ak üzere tamamen muhafaza edilerek, ilmî varlıkla
sabit ve bâki kalırlar. Yine her türlü hükme konu olabilecek bir gerçek varlığa
sahip bulunurlar. İşte ahiret hayatının zamanı, bu Allah'ın bâki oluşu ve
Allah'ın bilgisinde bâki olmaktır.
Bu şekilde bakâbillâha, bakâ-i Rûhanî (Ruhun bâki ve ebedî olması) tabirini
kullanan filozoflar, Allah'ın gerçek mahiyetini ruh, insan ruhunun da Allah'ın gerçek
varlığındanmış gibi düşündüklerinden dolayı, ahiretin aslını ruhun bâki
kalması olarak tasavvur etmişler v e gerçeği karmakarışık hale getirmişlerdir.
Gerçi ruh, Allah'ın emri olan bir sırdır. Ruhun bâki oluşu, dinen kötü sayılacak
bir şey de değildir. Fakat bizim, ebedî olarak, ruhumuzun bâki oluşu ile bâki
olmamıza hükmetmek, bize bir şahsî bâkilik isnad etm e ktir. Bu da zatımızın fani
oluşunu unutmaktır. Bu ise ilk sebebi, Allah Teâlâ'yı unutmaktır.
Şunu bilmelidir ki Allah'ın gerçek mahiyeti, ruhun ve cismin ötesinde bir teklik
mertebesindedir. Ruhu, Rabbin emri olmakla beraber Rab emrine hakimdir. "Allah emri
üzerine galip ve hakimdir." (Yûsuf, 12/21). Bunun unutulmaması gerekir. Bundan
dolayı bizim varlığımızın ve bâki oluşumuzun dayanağı ve binası, Allah'ın
varlığı ve bâki oluşudur. Biz kendi bâki oluşumuzla değil, Allah'ın bâki oluşu
ile bâki olab i leceğiz. Gerçek diri olup, her şeyi yöneten O'dur. "Biz
Allah'ınız ve gerçekten biz O'na döneceğiz" ifadesi, işte bu Allah'ın
bâkiliği ile bâki olmayı anlatmaktadır.
Bu, ne yalnız ruhla olur, ne de yalnız bedenle olur. Bu, her ikisinin de
başlangıcı ve garantisi olan gerçek bir bâkiliktir. Ahiret bu bâkiliğe
dayanmaktadır. Allah mevcut ve bâki oldukça, bizim için yeni yeni nice ruhlara ve
bedenlere kavuşmak daima mümkün ve sonsuza dek imkan dahilindedir. Biz ölürüz,
ruhumuz kalabilir. Kabirde ve be r zah âleminde mükafat ve ceza görebilir. Kalmaması
ve bir müddet sonra onun da sonunun gelmesi, kendi nefsinde
mümkündür. Fakat Allah'ın bilgisinden, Allah'ın hükmünden ve bakâbillah'tan
çıkmamız mümkün değildir. Asıl mükafat ve cezanın dayanağı budur.
Ahiret sadece ruhun bâki kalışı olmayıp, berzah âlemindeki hayattan sonra başka
bir yaratılış ile diriltilecektir. Bunun da gayesi o yaratılışa göre Allah'a bir
dönüş olacaktır.
Bundan dolayı "Biz Allah'ınız ve gerçekten biz O'na döneceğiz." ifadesi
bir taraftan ahiretin garantisi olan bir dönüşü, bir taraftan da ahirette bile
amellerin en üstünü ve olgunluğun son sınırı olan bir dönüşü, mutlak ifadesiyle
içine almaktadır. Böyle bakâbillah ile ümid ve korku, sadece "ruhun bâki
oluşu" teorisi üzeri n e kurulan ümit ve korkudan daha yüksek, daha gerçek ve
daha ilmîdir. Her şüpheden uzak bir tevhid, Allah'a bir teslimiyettir. Yûsuf
sûresinde geleceği üzere bu teselli Muhammed (s.a.v.) ümmetinden başkasına
verilmemiştir.
157-Böyle bir tevhid ile büt ün ümidini bakâbillaha dayandırarak
"râdiye" ve "merdıyye" makamlarına ermiş olan sabırlı kimseler,
her müjdeye layıktırlar. Bunları şu âyetle müjdele: İşte Rablerinin salevât ve
rahmeti bunlara mahsustur ve işte hidayete ermiş, doğru yolu tutmuş olanla r ancak
bunlardır.
Allah'ın salevâtı, bütün günahların bağışlanmasıdır. Allah Teâlâ,
bunların günahlarını tamamen örter. Onları rahmetiyle öyle mükafatlara, öyle
nimetlere ulaştırır ki, bunlar dünyada ne görülmüş, ne duyulmuş, ne de insanın
akıl ve hayaline gelmiş şeyler değildir. Bunlara: "Gir iyi kullarımın arasına!
Gir cennetime." (Fecr, 89/29-30) denecektir.
O sabırlar, ancak yerine getirilmesi mümkün olmayan Allah'a şükürde meydana
gelecek kusurları, günahları örtecek ve onların yerini sevaplara bırakacak ilâhî
yardımlardandır. Müminler, bunu bilerek, sabır ve namazla yardım istemelidirler.
"Râdiye" ve "merdıyye" makamlarını kazanmalıdırlar.
Namazlarında Mescid-i Haram tarafına yönelerek Allah'ı zikredip, O'na
şükretmelidirler ki, vaad edil e n dünya ve ahirete ait nimetler tamamlansın, ebedî
hoşnutluk lezzeti ihsan edilsin.
Bu kıblenin kutsallığı, yalnız bundan ibaret de değildir. Bunda namazdan başka
bir zikir ve ibadet yolu, sizin için başka bir toplanma ve Allah'a yaklaşma şekli daha
vardır. Nitekim Allah şöyle buyurur:
Meâl-i Şerifi
158- Gerçekten Safâ ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Onun için her kim hac
veya umre niyetiyle Kâ'be'yi ziyaret ederse, bunları tavaf etmesinde ona bir günah
yoktur. Her kim de gönlünden koparak bir hayır işlerse, şüphesiz Allah iyiliğin
karşılığını verir, o her şeyi bilir.
158- Mescid-i Haram etrafında bulunan Safâ ve Merve tepeleri Allah'ın
alâmetlerindendir. İbadet ve O'na yaklaşmak için konulmuş belirtilerden, özel
işaretlerden ve hac ibadetinin yapıldığı yerlerdendir.
Esasen safâ, kaypak taş; merve, küçük ve yumuşak taş demek olup, lâm-ı tarif
ile Safâ ve Merve Mekke'de bilinen iki tepenin özel isimleridir. Harf-i tarifleri
el-Beyt, en-Necm gibi lazımdır.
"İlm" maddesinden "alem", "alâmet" ve
"alâim" gibi "şuur" maddesinden şeâir, "Şaîre"nin veya
"şiâre"nin yahut da "meş'ar"ın çoğuludur ki bu özel isim,
bildiren alâmet, belirti mânâsına gelir. Nitekim savaşta iki tarafın tanışması
için kullanılan alâmet ve işarete d e "şiar parola" denir. Şeâir; bazan
ibadetin kendisine, bazan da yerine denir. Ezan, cemaat ile namaz, bu cümleden alarak
cuma ve bayram namazları ve Hac dinin şeâirinden yani alâmetlerindendirler. Aynı
şekilde camiler, minareler, hacdaki ibadet ve özel yerleri de alâmet ve
işaretlerdendir ki, Safa ile Merve de bunlardandır. Bundan dolayı: Kâ'be'ye Hac veya
umre yapan kimsenin tavafı bu ikisiyle yani Safâ ve Merve ile yapmaya çalışmasında
hiç bir suç, hiç bir günah yoktur.
Hac, sözlükte özel bir ma ksat ve niyet anlamına gelir. Bir şeye çokça gidip
gelmek mânâsını da ifade eder.
İ'timar yani umre de ziyaret demektir. Dini bakımdan da hac ve umre, Beyt-i Şerif'i
bilinen şekilde, niyetle ziyaret etmektir. Hacc'ın özel bir vakti vardır. Umre'nin
yoktur. Bunların geniş açıklamaları fıkıh kitaplarına aittir. Burada "Tavaf
etmek" iki kaydı içine alır:
1- Asıl tavaf, yani Kâ'be'nin etrafında dolaşmak,
2- Tatavvuf, yani bu tavafta zorlanmadır.
Çünkü 'nin idğam edilmiş şeklidir. "ikisi" kaydı ve bu kayda bağlı
olan "Ona bir günah yoktur." hükmü tavafın aslına değil, tavafta
zorlanmaya bağlıdır.
Tavafın aslının farz ve rükün olduğunda ihtilaf yoktur. Fakat bu tavafa Safâ ile
Merve'nin ilavesi ve Safâ ile Merve arasında sa'y denen tavaf bölümü hakkında:
"Ona bir günah yoktur." buyurulmuştur. Bu ise görünüş itibarıyla bir
muhayyerlik gibi görünmekle beraber, gerçekte vâcibe, menduba ve mübaha ihtimali
vardır. Buna karşılık Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hacc-ı şeriflerinde Safâ'ya y a
klaştıkları zaman: "Safâ ve Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Allah'ın
başladığı ile başlayınız." diye emretmiş ve kendisi Safâ'dan başlayıp,
Beyt'i görünceye kadar üzerine çıkmıştır. Bir hadis-i şerifinde de bu hususta:
"Allah size sa'yi farz kılmıştır, sa'y yapınız." buyurarak sa'yin vacib
olduğunu göstermiştir. Gerçi burada asıl mânâsıyla koşmak demek olan sa'y, vacib
olmayıp "Allah'ın zikrine koşunuz." (Cum'a, 62/9) emrinde olduğu gibi sadece
yürümenin yeterli olacağı kabul edilmiş ise de en azından koşar gibi biraz
hızlıca "Remel" denen yürüyüş şekli mendubdur. Kısaca tavafta Safâ ve
Merve ile tavafta zorlanmanın vacib olduğu da anlaşılmaktadır.
Bundan dolayı İmam Malik ve Şâfiî hazretlerinden bu zahmetli tavafın da, tavafın
aslı gibi rükün ve farz olduğu rivayet edilmiştir.
Bununla beraber âyetin yalnız zahirine yapışarak muhayyerliğe ve bu zahmetli
tavafın vacib olmayıp, nafile olduğu görüşüne sahip olan fıkıh âlimleri de
vardır. Fakat Hanefi mezhebinde tercih edilen şudur: Âyetin zahiri, farz mânâsındaki
kesin vücûba engeldir. Aynı zamanda anılan hadisler ve teâmül ise vacib olduğunu
göstermektedir. Öyle ise bu zorlu tavaf ne kesin bir farzdır, ne
de nafiledir. Belki farza benzerliği bulunan zannî bir vacibdir.
Farz denemez, çünk ü "Ona bir günah yoktur." ifadesi mendubluğu ve
mübahlığı da içine almaktadır. Nafile ve tatavvu da denemez. Çünkü tatavvuun,
sonra ayrıca söylenmiş olması buna engeldir. Bu ikisi arasında da hadisler vacib
olduğunu söylemektedir. Bu bakımdan delilleri n müşterek değeri olarak bu zahmetli
tavaf zanni bir vacibdir.
O halde âyette görünüş itibariyle muhayyerliği ifade eden "Ona bir günah
yoktur." sözü niçin gelmiştir? Bunun açıklaması âyetin iniş sebebindedir.
Çünkü rivayet edildiğine göre cahiliye devrinde Safâ üzerinde "İsâf"
adında bir put, Merve üzerinde de "Nâile" adında diğer bir put vardı.
Cahiliye müşrikleri bunların arasında tavaf ederler ve bunlara ellerini sürerlerdi.
İslâm gelip putları kırdıktan sonra müslümanlar, Safâ ile Merve arasında tavaftan
çekindiler. bunu hoş görmediler. Bunun üzerine bu âyet indi ki, korkmayın, bunda
günah yoktur. Bilakis bunlar Allah'ın alâmetlerindendir, diye bu tavafa teşvik edildi.
Bu teşvikin bir çeşit vücub ifade ettiği de hadislerle açıklandı. Tavafa Safâ' d
an başlamak, farz değilse de vacib oldu. Fakat İmam Şâfiî, farz ile vacibi
birbirinden ayırmadığı için Şâfiîlerce farz ve vacib bir sayıldı.
Hz. Ömer bir defa Safâ ile Merve arasında koşmamış, sadece yürümüş ve
buyurmuştur ki: "Yürüyorsam Resulullah'ı yürür gördüm, koşarsam
Resulullah'ı koşar da gördüm."
Resulullah Efendimiz yukardaki şekilde Safâ ile Merve arasında tavaf ederken
müşriklere karşı kuvvetini göstermek için sa'y etmiş, yani koşmuştu. Bunun
hatırası olmak üzere koşar gibi yürümek sünnet olmuş ve bu zahmetli tavafa sa'y
denmiştir.
Demek ki bunda din düşmanlarına karşı kuvvet göstermek için beden eğitimine de
bir teşvik vardır. Bunun meşruluğunun aslı ve bu tepelerin, Allah'ın alâmetlerinden
olması ise şu meşhur hikayeden dolayı olduğu da açıklanmıştır:
Hz. İbrahim bırakıp gittikten sonra bu vadide Hacer ile İsmail susuzluktan son
derece daralmışlardı. Hacer, ciğerparesi olan oğlunu Harem mevkiine koymuş, su
aramak için tepeden tepeye koşmuştu. Bu sırada Cenab-ı Allah yardımını göstererek
Zemzem kuyusunun yerinden su fışkırtmış ve son dereceye gelen zaruret hallerinde
imdatlarına yetişmişti. Böylece şunu da göstermişti ki, Allah Teâlâ, dünya
yurdunda sevdiklerini bazı sıkıntılara düşürse de kendisine dua edip sığınmaktan
ayrılma y an, bu hususta elinden gelen son gayreti sarfederek sabır ve kararlılık
gösterenlere, mutlaka en kısa zamanda ferahlığa ve genişliğe
kavuşturmakla yardım eder.
İşte buna işaret olmak üzeredir ki Safâ ile Merve'yi kıyamete kadar dinin
alâmetlerinden olarak göstermiştir.Bütün müminlerde yukarıda açıklandığı
üzere böyle biraz korku ,açlık ve diğer sıkıntı ve müsibetlerle imtihan
edildikleri zaman ümitsizliğe düşmemeli,kurtuluşu güç görmemeli ve sabrın
müjdesine ermek için çalışmalıdır.
Müşriklerin,bir zamanlar bu tepelere put yerleştirmek gibi saldırıları bile bu
hatırayı yok edemez.Tavafa bunların ilavesi günah değil sevabtır.Bundan
başka:Herhangi bir kimse vazifesi olmasa bile gönüllü olarak ve sırf kendi
gönlünden koparak bu cinsten veya diğe r lerinden bir hayır yaparsa ,mükafatını
görür,çünkü Allah şükredenleri ve şükürlerinin derecelerini bilir.Ona göre
şükürlerini karşılıksız bırakmaz.O nimet ihsan edici ve bağışlayıcı olan
Allah,şükreden kullarına karşı sırf kendi lütfundan nimeti artırmakl a karşılık
vererek şükür muamelesi yapar.Bu muamelenin dünya ve ahirette kıymetinin ne kadar
büyük olduğunu tasavvur bile edemezsiniz.
Nitekim bir kudsi hadiste şöyle rivayet edilmiştir:"Mümin kulum,hayır ve
nafilelerle bana yaklaşa yaklaşa o dereceye gelirki sonunda ben onun işittiği
kulağı,gördüğü gözü idrak ettiği kalbi olurum.Her işittiğini hak kulağı ile
işitir,her gördüğünü hak gözüyle görür,her idrak ettiğini hak bilgisiyle
bilir.Hiçbir işinde şaşmaz,yanılmaz ,aldanmaz,aldatılmaz,doğruca muradın a
erer.Allah ile arasında bu derece yakınlık ve beraberlik meydana getirir."
Vazifelerin yerine getirilmesinden başka sırf gönülden coşularak devam edilen
nafile hayırlar,bu kadar büyük olgunluk ve mutluluk sebebidirler.Bunları herkes
bilmeli,bilenler bilmeyenlere anlatıp belletmelidirler.Çünkü Allah şöyle
buyurmuştur:
Meâl-i Şerifi
159- İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayetin kendisi olan âyetleri insanlar
için biz kitapta açıkladıktan sonra gizleyenler var ya mutlaka onlara Allah lanet e
der. Lanet edebilecek olanlar da lanet ederler.
160- Ancak tevbe edip halini düzelterek gerçeği söyleyenler başka. İşte onları
ben bağışlarım. Ben çok merhamet ediciyim, tevbeleri çokça kabul ederim.
161- Ama âyetlerimizi inkar etmiş ve kâfir olarak can vermiş olanlara gelince,
işte Allah'ın laneti, meleklerin laneti ve insanların laneti hep onların üzerine
olsun.
162- Onlar ebedi olarak onun altında kalırlar. Ne azabları hafifletilir, ne de
kendilerine göz açtırılır.
159-Ensar'dan bir topluluk, yahudilere Peygamberimiz'in Tevrat'taki vasıflarını ve
hükümle ilgili bazı âyetleri sormuşlardı. Yahudiler gizlediler, söylemediler. Onun
üzerine bu âyet inmiştir.
İbnü Abbas, Mücahid, Hasan, Katade, Rebi', Süddî ve Asam'dan bunun gerek yahudi ve
gerekse hıristiyan Kitap ehli âlimleri hakkında indiği de rivayet edilmiştir. Fakat
sebebin özel oluşu, hükmün genel olmasına mani olmayacağından, âyetin hükmü; din
işleriyle ilgili olarak bildiği herhangi bir gerçeği gizleyip, söylemeyenlerin hepsi
n i içine almaktadır.
Bunun için Ebu Hüreyre (r.a.) hazretleri, çok hadis rivayet ettiği söylendiği
zaman: "Kur'ân'da iki âyet -ki biri bu, diğeri iki sayfa sonra gelecek olan bunun
benzeri bulunan bir âyet- olmasaydı, hiçbir hadis rivayet etmezdim." demiş ve bu
âyetleri okumuştur. Bunun için din işleriyle ilgili hiçbir bilgi gizlenmemelidir.
Zira Allah Teâlâ buyuruyor ki: Bizim indirdiğimiz apaçık delilleri, Allah'ın
emrine, hükümlerine, irşadına ve bunlara iman edip uymanın vacip oluşuna işaret
eden ve hidayetin kendisi olan âyetleri ve delilleri, O kitapta veya bu kitapta, gerek
Tevrat, İncil ve gerekse Kur'ân cinsi bir kitapta insanlara açıklamamızdan sonra, o
insanlar içinden, bunları gizleyenler, yani ikrar ve itiraf etmeyen, ihtiyaç anında
söy l emeyen veya yaymayan, yahut yayılmasına engel olan, yahut onu tamamen veya
kısmen değiştirip karıştırmak gibi yollarla gizleyenler, kim olursa olsun, işte
bunlar var ya, bu gizlemelerinden dolayı mutlaka Allah bunları lanetler. ve bütün
lanet edebil e cek, lanet duası yapabilecek olanlar da bunları lanetler. Kısaca bunlar,
her zaman ve her taraftan hakkıyle lanetlenecek olan mel'unlardır.
Şüphesiz ki, "Hakka karşı susan dilsiz şeytandır." şeytan ise daima
lanetlenmiş ve kovulmuştur.
160 - Ancak tevbe edenler, tevbe edip de durumlarını düzeltenler, durumlarını
düzeltip de gizledikleri gerçeği açıklayıp yayanlar var ya, işte ben Allahü
Azimüşşan da bunların tevbelerini kabul ederim ve bunları gözetleyerek kendilerini
lanetin dışında bırakırım. Tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhamet eden ancak
benim. Benden fazla tevbe kabul eden hiçbir merhametli düşünülemez.
Burada Âdem (a.s.) kıssasına, tevbe kelimelerine tekrar dikkati çekme bulunduğu
ortadadır. Tevbe ettiler ve durumlarını düzettiler ifadesinden sonra, gerçekleri
açıkladılar buyurulması, gizleme günahının tevbesinin her halde zıddı olan beyan
ve açıklama sevabını işlemeye bağlı bulunduğunu anlatır.
Demek ki, her günahın kendine mahsus bir tevbesi ve her çeşit inkarın bir iman
tarzı vardır. Bir kayda bağlı olmamak üzere her tevbe, her günahın tevbesi olamaz.
Kısaca apaçık bir gerçeği gizlemek küfürdür. İman da gerçeği açıklamaktır.
Küfürden sonra da gerçeği açıklamak suretiyle tevbe ve iman makbuldür.
161-Te vbe edenler böyledir. Diğerlerine gelince, Allah'ın indirdiği apaçık
delillere, hidayete, bu cümleden olarak bütün peygamberler ve kitaplarla beraber Hz.
Muhammed'in peygamberliğine ve Kur'ân'a iman etmeyip inkarda ısrar eden ve kâfir
olarak ölenler var ya, işte bunlar da, böyle mel'unlardır.
162-Allah'ın, meleklerin ve insanların hepsinin laneti bunların üstündedir. Onlar
bu lanetin içinde ebedî olarak kalırlar. Bunlardan azab hiçbir zaman hafifletilmez.
Bunlara hiçbir mühlet ve müsaade verilme z.
Her inkar, bir gerçeği gizlemek demek, olduğuna göre bu âyet, önceki âyetteki
tevbe ile istisna edilenlerden başka, gerçeği gizleyenler hakkındaki lanet hükmünü
teyid ve lanetleyecek olanları tefsir etmiş olmakla beraber, diğer yönüyle ondan daha
geneldir. Çünkü dilden gerçeği söylemiş veya kalemle yazmış olmakla beraber,
kalben iman etmeyip, kâfir kalan ve bu küfürlerinden tevbe etmeyerek ölenlerin
yukardaki lanetin kapsamına girmeleri düşünülecek bir nokta olduğu halde bu âyet,
hiçbir kayda bağlı olmamak üzere kâfirleri açıkça içine almaktadır.
Ey insanlar! Siz artık inkar ve anlaşmazlıktan vazgeçip, hepiniz tevhid dairesine
giriniz. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
163- Her halde hepinizin ilâhı, bir tek ilâhtır. Ondan başka bir ilâh yoktur. O
Rahmân ve Rahîm'dir.
163- Ey insanlar! hepinizin ibadet ve kulluğuna layık ve buna hakkı olan gerçek
ilâhınız, bir tek ilâhtır. "Vâhid" sıfatı ile nitelendirilmiş bir
ilâhtır ki, ilâhlıkta tektir. Hem sizden başkalarının da diğer bir ilâhı var
sanmayınız. O'ndan başka hak olan hiçbir ilâh yoktur. O'ndan başka ilâh
tutulanların hiç biri ilâhlığa layık değildir. Hepsi boş, hepsi batıldır. O'ndan
daha üstün veya O'na denk bir ilâh düşünülmesi imkansız olduğu gibi, O'ndan daha
aşağı seviyede olm a k şartıyle de O'nun ilâhlığına ortak olabilecek mabudlar,
tanrılar yoktur. İlâhlığa ortak olmak mümkün değildir. Gerçek ilâh ancak o tek
olan Allah'tır. O'nun bütün yaratıklara başlangıç olan birçok isimleri ve
sıfatları varsa da, yine zatından hakkıyle b a hsetmek mümkün değildir. Hakk'ın
gerçek mahiyeti, her türlü bileşimden uzaktır. O tek olan Ferd'i vasıflandırmak
imkansızdır. Çünkü vasıf, vasıflanan ile sıfat arasında az çok bir başkalık
gerektirir. Başkalık olunca da ferdîlik kalmaz. Bir de herhangi bi r şeyden haber
vermek,
kendisinden haber verilen bir şey ile, haber verme şekli ister. Bu ise ferdî-liğe
aykırıdır. Bunun için türetilen isimlerin hepsi de Hakk'ın gerçek mahiyetinin,
birliğinin aslına ermekten uzaktır. O'nun zatına en son "O" denebilir.
Bütün büyüklük ve şeref kaynağı, bütün çokluk yönlerinden uzak olan ve
ancak " O"diye ifade edilebilen tek zattır. O'nun zatı, sıfat ile kemale
ermiş olmayıp, bilakis zatının kemali, sıfatlarının da kemalini gerektirmiştir.
İşte " O" ifadesi, O rahmet ve şeref kaynağına, O birliğin yüce
başlangıcına ulaştırır. Bunun için "hüve" kelimesi bir zamir olduğu
halde O'nun zatına işaret eden en büyük ismi gibi olmuştur.
Tevhid denizine dalmış olan ve kalbini yalnız Allah'a bağlayan velilere göre bu
ismin önemi pek büyüktür. Buna ism-i âzam (Allah'ın en büyük ismi) diyenler de
vardır. Bununla beraber ism-i âzam Allah ism-i şerifidir, diyenler daha çoktur.
Çünkü, "Allah" ismi, zat ve bütün sıfatların toplamına delalet etmesi
itibariyle daha geniş kapsamlıdır. "Hüve" ise tevhid makamında âzamdır.
"O, ey O! Ey O'ndan başka O olmayan zat-ı kibriyâ" tabiri rivayet edilegelen
tevhid zikirlerindendir.
İşte hepinizin gerçek ilâhı bütün çoklukların başlangıcı olmakla beraber,
zatında bileşim ve çokluk bulunmayan, ilâhlıkta, varlığının vacib oluşunda
hiçbir ortağı ve benzeri olmayan O ilâh birdir. Hiçbir yaratığın, bunun ilâhlık
dairesinden çıkması mümkün değildir.
Bütün bu yücelik ve büyüklüğü ile beraber O, Hem Rahmân, hem Rahîm'dir.
Bütün rahmetler O'nun, en ince merhametler O'nundur. Ortak koşanlar, böyle tek bir
ilâha ortak koşmuş inkar edenler, böyle çok esirgeyen, çok merhamet eden bir ilâhı
inkar etmiş oluyorlar. Bu sebeple kendilerini, bu ezelî ve ebedî rahmetten mahrum
ederek lanete uğratıyorlar. Bunun için o şirk ve inkardan vazgeçmeli de Allah'a ve
Allah'ın indirdiklerine iman etmeli, tevhid dairesinde bu rahmetlere ebedî olarak
ermelidir.
Deniyor ki, Kâ'be ve etrafında müşriklerin üçyüz altmış tane putları vardı.
Bu âyeti işittikleri zaman hayret ettiler de "Ey Muhammed! Eğer doğru
söylüyorsan bir âyet -kesin bir delil- getir de bununla doğruluğunu bilelim."
dediler. İbnü Cerir'in Atâ'dan rivayetle anlatmasına göre Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz'in Medine'ye gelişlerinde "Siz i n ilâhınız, bir tek ilâhtır."
âyeti inmişti. Mekke'de Kureyş kâfirleri "Bu kadar insanlara bir ilâh nasıl
yetişir?" dediler. Bunun üzerine şu âyet indi:
Meâl-i Şerifi
164- Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri
ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akıp giden gemide, Allah'ın
yukarıdan bir su indirip de onunla yeri ölümünden sonra diriltmesinde, diriltip de
üzerinde deprenen hayvanları yaymasında, rüzgarları değiştirmesinde, gök ile yer
arasında emre ha z ır olan bulutta şüphesiz akıllı olan bir topluluk için elbette
Allah'ın birliğine deliller vardır.
164-Saîd b. Mesruk hazretlerinden rivayet edildiğine göre Kureyş, yahudilere
"Musa'nın getirdiği mucizeleri bize söyleyin, nelerdi?" diye sormuşlar,
onlar da asâsının yılan oluşunu ve elinin bembeyaz parlamasını anlatmışlardı.
Aynı şekilde hıristiyanlara da sormuşlar, onlar da doğuştan kör olanı, alaca
hastalığına tutulanı iyileştirme ve ölüleri diriltme mucizelerini anlatmışlardı.
Bunun üzerine Kureyş, Hz. Peygamber'e: "Sen de Allah'a dua et, bize şu Safâ
tepesini altın yapıversin de kesin bilgi ile imanımız ve düşmanlarımıza karşı
kuvvetimiz artsın." demişlerdi.
Bunun üzerine Resulullah bunu Rabbinden niyaz etmişti. Allah Teâlâ da vahiyle:
"Bunu yaparım, fakat bundan sonra yine yalanlamaya devam ederlerse, onlara dünyada
hiç kimseye yapmadığım bir azab veririm." buyurmuştu. O zaman Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz'in: "Ey Rabbim! Kavmimi ve beni kendi hâlimize bırak, ben onları günden
güne davet edeyim." diye dua etmesi üzerine
Cenab-ı Allah bu âyeti indirmiştir. Bununla göklerin ve yerin yaratılması ve buna
bağlı yaratılış olayları, Safâ'nın altın'a dönüştürülmesi gibi istenen
mucizelerden daha büyük, daha faydalı ve daha muciz olduğunu beyan etmiştir. Bunlar,
mucize meselesinde Kur'ân'ın, insan fikrini ne güzel terbiye ettiğini anlatmaya
yeterlidir.
Siz, O'nun birliğinden, kudretinden, rahmetinden ve bu kadar insanlara yeteceğinden
şüphe edip, zat ve sıfatlarına delil ve mucize mi istiyorsunuz? Şu üstünüzdeki her
tarafı kuşatmış uçsuz bucaksız uzaklık içinde, sayısız yüksek gök cisimleri ve
aralarındaki uzun mesafe ve bu mesafeyi işgal eden hava boşluğu ve ışık gibi,
görülen veya görülmeyen nice cisimler vardır. Bunlara ve bunların inceliklerine,
fezayı dolduran esir maddesinin niteliğine, her cismin yürüyüş ve hareketleriyle
çizdikleri... devamı... (12. sayfa)