1. sayfa -
2. sayfa -
3. sayfa -
4. sayfa -
5. sayfa -
6. sayfa -
7. sayfa -
8. sayfa -
9. sayfa -
10. sayfa -
11. sayfa -
12. sayfa -
13. sayfa -
14. sayfa -
15. sayfa -
16. sayfa -
17. sayfa -
18. sayfa -
19. sayfa -
20. sayfa -
21. sayfa -
22. sayfa -
23. sayfa -
(10. sayfa)
İbrahim cevaben zürriyetimden de dedi. Ey Rabbbim, beni imam yap, fakat bu ihsanın
sadece bana mahsus kalmasın, zürriyetimden de bir kısım insanları zamanı gelince
imam yap, bana vereceğin nimeti, imamet ve risaleti onlara da ver, diye kelimenin
tamamlanmasını diledi. Anlaşılıyor ki, hepsine demedi, içlerinden bazılarına,
dedi. Zira biliyordu ki, hepsine peygamberlik istemek, ilâhî hikmete aykırı olurdu.
Önce zürriyetinin az olmasını; ikincisi, zürriyetinin fitne ve ihtilafa düşm e sini
istemiş olurdu. Üçüncüsü birçok yardımcı ve destekçiye ihtiyaç gösteren imamet
konusunda zürriyetinin başkalarına muhtaç olmasını temenni etmiş olurdu ki,
bunları istemek zürriyeti hakkında hayır dua olmazdı. Herhalde zürriyeti içinde
imam bulunurken, ümmet de bulunmalı idi. Bunun için demeyip, dedi. Rabbi, bunu
tamamına erdirmek için zalimler benim ahdime nail olamazlar, buyurdu. İbrahim
zürriyetinden imam olabilecek kısmın herhalde zalimler güruhu olmadığını ve
zalimlerin bu büyük devletten k e sinlikle mahrum olacaklarını ve imametin, hak ve
layıkının, adaletlilere verilmek bulunduğunu anlatmış oldu. Bu âyet, zalimin
imamete ehil ve layık olmadığına ve başlangıçta adil olup, sonradan zulüm yaparsa,
hal'inin (makamından alınmasının) vacip olduğu n a delildir. Lam-ı tarif ile marife
(belirli) olan isimler genellik ifade ettiklerinden "ez-zalimîn" tabiri,
kıyamete kadar gelecek bütün zalimlerin hepsine şamildir. Fakat bunun bilhassa
Kur'ân'ın nüzulü sırasında tamamen bilinen muhatapları vardı ki, o d a
İsrailoğulları'dır ve bu nassın siyakına hedef olanlar onlardır. Bundan dolayıdır
ki, yukarıdaki âyetlerde çok sayıda "Siz zalimlersiniz!" şeklinde
azarlanmış ve ayıplanmışlardı. Sûrenin başından beri İsrailoğulları'nın tarih
boyunca işlemiş oldukları suçların sayılıp dökülmesindeki esas maksat ve hikmet,
onlara bu zulümlerini isbat idi ki, hasılı "İsrailoğulları sonradan zalim
oldular, zalimlerden ise imam ve Resul (Peygamber) olmaz, onlardan imamet kesilmiş
olacaktır." demektir. İşte Ey İsrailoğulları, sizin vaktiyle o nimete, o
üstünlüğe nail olmanızın sebebi ta Hz. İbrahim devrinden, onun Rabbine verdiği
imtihandan ve bu kelimelerden ve Rabbinin ona olan ahd ve va'dinden ileri geliyordu. Siz
Hz. Musa devrinde zalim değil, bilakis İbrahim
soyundan gel enler içinde belki en mazlumları idiniz. İşte bundan dolayı o nimete
nail oldunuz. Uzun süre nübüvvet ve imamete nail olmuş bir ümmet olarak, âlemlere
üstün tutuldunuz. Fakat o altın buzağıya tapma hadisesinden itibaren zulme
başladınız, git gide bütün ha r ekatınızda bu zulüm nihayet kavminizin genel
karakteri haline geldi, artık bundan sonra imamet İsrailoğulları'ndan çıktı ve
İbrahim zürriyetinin öbür koluna geçti. İbrahim'in bu imtihanını ve bu
kelimatını iyi hatırlar ve üzerinde iyi düşünürseniz, açık s e çik anlarsınız
ki, Tevrat'ta geleceği vaad edilen ahir zaman peygamberi İsrailoğulları'ndan değil,
İsrail'in amcası olan Hz. İsmail evladından gelecektir. Siz, Tevrat'ın verdiği haber
gereğince bir son peygamberin geleceğinden şüphe etmez ve onunla büyük f etihler
yapacağınıza inanırken, bugün gönderilmiş bulunan son peygamberi, Hz. Muhammed
Mustafa'yı, "bu bizden değil, İsrailoğulları'ndan değil" diyerek,
kıskançlık yüzünden inkara kalkışıyorsunuz. Halbuki o, bir bakıma sizden değil
ise de, diğer bakımdan s izden sayılır, sizin gibi zulüm damgası yemiş olmaktan
uzak bir koldandır, İbrahim zürriyetindendir. Bununla beraber siz bu yolla gelen bir
imamet şerefinden de pay almak istemezseniz zulmünüz ve haksızlığınız kat kat
artacaktır, ebediyyen nimet yüzü görm i yeceksiniz. Bu kelimeleri iyi belleyiniz ve
çok iyi düşününüz...
126-Şunu da hatırlayınız ki, Hani biz "el-beyt, eski ev, beytullah"
namiyle bilinen Kâ'be'yi vaktiyle insanlara sevap mahalli ve güvenlik yurdu
yapmıştık. İnsanlar onu hac ve ziyaret etsinler, sevap kazansınlar, ona sığınanlar
saldırılardan emin olsunlar diye... Şimdi siz bunu hatırlayınız, ve İbrahim'in
makamından bir namazgah edininiz, orada namaz kılınız, yahut orada dua ediniz!
Makam-ı İbrahim: İbrahim (a.s.)'ın beyti (Kâbe'yi) bina ederken veyahut insanları
hacca davet ederken üzerine çıktığı taşın bulunduğu yerdir ki, bugün dahi
"makam-ı İbrahim" adıyla bilinmektedir. Tavaf namazı, burada kılınır.
Nâfî ve İbnü Âmir kırâetlerinde mâzî siğasiyle diye okunur: Yani, Biz Kâ'be'yi
insanlara bir merci ve güvenlik yeri yapmıştık, insanlar da onu kıble edinmişlerdi.
Beytü'l-Makdis'den daha önce orası kıble idi. Şu halde burada da kıblenin
değiştirilmesine teşvik ve işaret vardır.
O zaman Beyt'i böyle yaptık İbrahim ile İsmail'e de şöyle ahd, yani kesin olarak
emrettik idi: ki evimi tavaf edenler, mücaveret eyleyenler veya orada ibadet için
kapanıp îtikâfa girenler, rükû ve secde edenler, namaz kılanlar için temiz tutunuz,
daima tertemiz ve pâk olarak bulundurunuz, dedik. Bu i badetlerin temizlik
ile icra edilmesini ve bu beytin temizliğine itina edilmesinin bir ilâhî ahit olarak
bilinmesini emreyledik. Rükû ile kılınan namazın yalnızca Muhammed ümmetine mahsus
olduğuna bakılırsa, Cenab-ı Allah, söz konusu ahitte Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'e
böyle bir ümmetin de geleceğini bildirmiştir.
Şunu da hatırlayın bir vakit, yani Hacer ile İsmail'i en başta Mekke'nin yerine
bıraktığı zaman, İbrahim dua edip şöyle demişti: Ey Rabbim, burayı, bu ekin
ekmeye elverişsiz vadiyi güvenli bir belde yap, ahalisine meyve, tahıl, her türlü
yiyeceklerden rızık ver, fakat hepsine değil, içlerinden Allah'a ve ahiret gününe
inananlara Ey Rabbim!..
Rivayet olunuyor ki; İbrahim (a.s.)'ın İsmail ile Hacer'i buraya bırakıp Şam'a
döndüğü zaman, Hacer arkasına düşmüş "Bu kupkuru vadinin içinde bizi kime
bırakıp gidiyorsun?" diye söylenir durur, İbrahim de ona cevap vermezmiş.
Nihayet Hacer: "Bunu yoksa Allah mı sana emretti?" diye sormuş, bunun üzerine
İbrahim: "Evet" cevabını vermiş. Bu sefer H acer: "Öyleyse Allah bizi
korur, sen git bizi düşünme!" demiş. Nihayet Hz. İbrahim yola koyulmuş, Kedâ
tepesine çıkınca vadiye doğru bakıp "Ey Rabbim, ben zürriyetimden bir
kısmını bu ekin ekmeye elverişsiz vadiye iskan ettim..." (İbrahim, 14/37) diye d
u a etmiş idi ki, bu konu İbrahim sûresinde yine gelecektir.
Bunu tamamlamak üzere Rabbi ona dedi ki, sadece iman edenlere değil, hem onlara, hem
de kâfir olana rızık veririm onu az bir süre faydalandırırım, ancak onun
faydalanması bu dünya hayatına mahsus kalır, sonra o kâfiri ateş azabına
uğratırım, o, ahiret azabından kurtulmaya imkan bulamaz. Aslında Hz. İbrahim,
Allah'ın "Zâlimler Benim ahdime nail olamazlar." ilâhî ifadesine dayanarak
rızık meselesini de imamet gibi bir nimet say a rak, onu yalnızca inananlara mahsus
kılarak dua etmişti. Cenab-ı Allah, bu düşüncenin doğru olmadığını, rızkın
hem mümine, hem de kâfire ait genel bir dünya nimeti olduğunu, bunun hem din, hem
dünyada üstünlük demek olan imamete benzemediğini, onun buna kıyas edilmesinin
yanlış olduğunu ihtar buyurarak duayı tamamlamış oldu. Demek ki, peygamberlerin bile
kıyas ve ictihatlarında hata yapabildikleri oluyor, fakat Allah, onların hatalarını
derhal düzeltiyor ve tashih buyuruyor. Bundan dolayı ilâhî işlerde kıyas sağlam bir
delil değildir. Cenab-ı Allah gösteriyor ki, kâfir de dünyada rızık sahibi
olabilir. Fakat bu dünyada sağlanan fayda sınırlı, geçici ve az bir faydadır.
Ahirette ebediyyen ateş azabına atılır ve belasını bulur.
o azap ne fena bir son ve on a gidiş ne fena bir gidiştir. Orası ne fena varılacak
bir yer, bir duraktır.
127-Nihayet şu kelimeleri de hatırlayın: Hani bir zaman İbrahim, İsmail ile
beraber Beyt'in kaidelerini, temellerini yükseltiyordu ve işte o sırada ikisi birden
şöyle dua ediyorlardı: Ey Rabbimiz, temellerini yükselttiğimiz bu binayı, bu uğurda
verdiğimiz emek ve hizmeti bizden kabul et! Şüphesiz ki, sen Semî (işiten) ve
Âlîm'sin (bilensin), duamızı işitir, niyetlerimizi bilirsin,
128- Ey Rabbimiz bir de bizi sana kend imizi teslim etmiş, yüzü ve özü ile sırf
Sana yönelmiş iki kâmil (olgun) müslüman kıl!
"İslâm" fî'li, böyle gibi "lâm" ile sılalandığı zaman
istislâm, yani teslimiyet ve nefsi teslim etmek, itaat ve tam uymak mânâsına gelir
veya o mânâyı da içine alır. Bizim zürriyetimizden de sana teslimiyetini sunmuş,
sana itaatkâr müslüman bir ümmet yarat, ve bize, menâ-sikimizi, yani sana ibadet
edeceğimiz, kurban keseceğimiz yerleri göster.
Menâsik, "menseke"nin çoğuludur ki "nüsük" veya "nüsük
yerleri" demektir. "Nüsük" aslında son derece tapınmaktır. Fakat hac
ve kurban hakkında kullanılır.
Ve bizim hepimize tevbeler nasip et, tevbelerimizi kabul eyle, bize bir kerre değil,
daima merhametle bak, şüphesiz ki, Tevvab (tevbeleri kabul ede n) ve Rahîm ancak
sensin.
129- Ey Rabbimiz, zürriyetimiz içinden öyle bir peygamber gönder ki, o peygamber,
onlara senin âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti tâlim edip öğretsin, onları
pisliklerden arındırıp tertemiz yapsın. Çünkü hiç şüphesiz, iradesi geçerli,
güç ve kuvvet, şan ve şeref sahibi, verdiği hüküm ayniyle hikmet, değişmez ve
muhkem olan ancak Sensin.
Hikmet: Aslında ilim ve amelde sağlamlık, diğer bir deyişle sözde ve işte isabet
demektir ki, bunun daha geniş olarak açıklaması "Allah, hikmeti dilediğine
verir." (Bakara, 2/269) âyetinin tefsirinde gelecektir. Burada Allah'dan istenen
peygamberin, son peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz olduğu apaçık bellidir.
Çünkü İsmail zürriyeti içinde başka bir peygamber gelmiş d e ğildir. Nitekim
Resulullah Efendimiz bir hadis-i şerifinde; "Ben, babam İbrahim'in duası,
kardeşim İsa'nın müjdesi ve annemin rüyasıyım." buyurmuştur. Hz. İbrahim'in
bu
duasına bir şükran olmak üzeredir ki, Muhammed ümmetine de namazlarda
"Allahümme salli" ve "Allahümme bârik" dualarını okumak ta'lim
buyurulmuştur. Bu âyetler düşünüldüğü zaman, bu salavât-ı şerifenin mânâsı
ve salavat içindeki benzetmenin sebebi iyice anlaşılır. İşte İbrahim (a.s.), memur
olduğu kelimeleri eda edip namzed (aday) bulunduğ u makama yükselmek için Kâbe'nin
temellerini atarken, oğlu İsmail (a.s.) ile beraber yaptıkları duada, o kelimelerin
böylece tamama erdirilmesini dua etmiş ve kendine vaad olunan imametin zürriyetinden
bir müslim ümmete de ihsan edilmesini, kendi içlerinde n görevlendirilecek bir
peygamberle onlara da verilmesini istemişler ve dualarının, ahir zaman nebisi için de
geçerli olmasını dilemişlerdir. Onların duaları Hz. Muhammed'in peygamber olarak
gönderilmesiyle tamam olmuştur. İmametten zâlimlerin mahrum oluşu, Kâbe ve Kâbe'yle
ilgili haller, Mekke, İbrahim ve İsmail zürriyeti bu zürriyetten meydana gelecek
müslüman ümmet ve içlerinden çıkacak şanlı peygamber, âyetlerin tilaveti, kitap
ve hikmetin öğretilmesi, tezkiye ve taharet ile İslâm kelimesinin çeşitli mâ n
âları iyice hatırlanır ve üzerinde derin derin düşünülürse, Hz. Muhammed'in
peygamberliği ile İbrahim milleti demek olan İslâm dini hakkında Kitap ehlinin
hiçbir şüphesi kalmaz.
130-Artık Cenab-ı Allah'ın insanlara böyle bir imam ve böyle bir önder yaptığı
İbrahim'in milletinden, onun camiasından ve onun dininin özü olan İslâm'dan kim yüz
çevirir, kim kaçar? Hangi akıl sahibi buna karşı çekimser durur da, onun
zürriyetine vaad edilen bu saadetten mahrum kalmak ister? Olsa olsa kendini zillete atm a
k, hor ve hakirliğe terk etmek, aşağılanmayı ve esareti gönüllü olarak kabul etmek
isteyen biri böyle yapar. Bu gibi beyinsizlerden başkası o büyük milletten
vazgeçemez.
Rivayet olunuyor ki, Abdullah İbni Selâm, kendi yeğenlerinden Seleme ile Muhacir'i,
İslâm'a davet etmiş; "Şunu çok iyi biliyorsunuz ki, Allah Teâlâ, Tevrat'ta,
Ben, İsmail evladından Ahmed adında bir peygamber göndereceğim, ona iman edenler
hidayete ve rüşde erecekler, iman etmeyen de mel'undur, buyurdu." demiş. Bunun
üzerine iki yeğe n den biri olan Seleme iman etmiş,, lakin Muhacir iman etmemiş,
İslâm'a girmekten çekinmiş. İşte o zaman bu âyet nazil olmuştur. Peygamberlerin
atası olan İbrahim bakınız ne büyük bir zattır: Ulûhiyetim ve şanım hakkı
için, Biz, elbette İbrahim'i, dünyada ıstıfa ettik, yani halk arasında temizlik ve
sâfiyet özü olarak
seçtik, eğitip güzel huylarla donattık ve onu dost (halîl) edindik, imamet-i
kübraya, peygamberlik ve hikmete nail eyleyip, yüce derecelere getirdik ve seçkin
kıldık. Şüphe yok ki o, ahirette de, elbette iyiler zümresindendir. Doğruluğuyla,
dürüstlüğüyle, hayır ve iyilikseverliğiyle ün yapmış olan, Allah'ın makbul
kulları arasındadır. Dünya ve ahirette bu kadar nimete nail olmuş böyle bir zatın
milletinden, hiç aklı başında olan bir kimse yüz çevirir mi?
131-O ıstıfa, o seçim ne zaman oldu bilir misin? Rabbi ona, Bana teslimiyetini,
İslâm'ını arzet, ihlas ve iman ile Bana teslim ol, dediği ilk teklif anında. O,
âlemlerin Rabbine nefsimi teslim ettim, özümü şirkten sakınıp, yüzümü ancak O'na
döndüm." demiş ve Allah'ın birliğine iman etmişti. emri, ilk iman teklifi
karşısında onun yönelişinden de kinayedir ki, En'âm Sûresi'nde (En'âm, 6/75)
âyetiyle başlayan ve daha sonraki âyetlerde de süren, Allah'ın birliğini isbat
uğrunda getirdiği d e lillere bir işarettir ki Allah Teâlâ, onun kalbine İslam
bilgisine götüren tevhid esaslarıyla ilgili delilleri göstermiş; yıldızların,
ayın ve güneşin batmasından, gerçek yaratıcının yüceliğine deliller getirmeyi
ilham ve ihsan etmiştir. O da henüz, büluğ çağından önce ve peygamberlik
mertebesine ermeden nazarî ve aklî istidlâl yollarıyla âlemin hâdis (sonradan)
olduğunu anlamış ve "hudûs-i âlem" (âlemin sonradan olması) delilinin
özünü kavramış, "Ben bir hanif olarak yüzümü öyle bir yaratıcıya çevirdim
ki O, gökleri ve yeri yoktan var edendir. Ve ben asla O'na şirk (ortak) koşanlardan
değilim." (En'âm, 6/79) diyerek âlemlerin Rabbine iman ve İslâm'ını sunmuş
idi. Şu halde onun kalbi hiçbir zaman şirk (Allah'a ortak koşmak) ile dolu olmadı.
Bütün hayatı boyunca hep muvahhid (Allah'ı birleyici) ve müslim idi. Rabbi onu, aklı
ermeye başladığı andan itibaren ıstıfa etti, kalbini ve aklını yanlış duygu ve
düşüncelerden ayıklayarak terbiye etti.
132-Onun ibtilâ (imtihan) ve ıstıfası da o zaman başladı. "İslâm"
kelimesi o zamandan, yani İbrahim'in teslimiyeti zamanından itibaren "İbrahim
milleti" demek oldu. Bu kadarla da kalmadı, Ayrıca hem İbrahim'in kendisi, hem de
torunu Yakup, her ikisi de kendi oğullarına bu kelimeyi veya bu milleti tavsiye ettiler.
N a fi, İbnü Âmir ve Ebu Cafer kırâetlerinde diye okunur ki, onu vasiyyet ettiler
demektir. İbrahim'in İsmail ve İshak'dan sonra Medyen ve Medan adında iki oğlu daha
olduğu rivayet edilir. Onun sekiz veya yirmidört oğlu olduğu yolunda rivayetler de
vardır. Y akup'un oğulları ise oniki tane idi: Rubin, Şem'un, Lavi, Yehuza, Yeşsuhuz,
Zebulun, Zevana, Teftuna, Kevza, Uşir, Bünyamin ve Yusuf
Aleyhisselâmdır. Yakub'un bir adı da İsrail olduğu için, Benî İsrail
(İsrailoğulları) demek Yakub'un oğulları, yani Yusuf ve kardeşleri demektir.
İsrailoğulları işte bu oniki kardeşin çocukları ve torunları ve onların soyundan
gelen nesillerdir. İbrahim de Yakup da oğullarına bu milleti şöylece vasiyyet ve
tavsiye ettiler: Ey oğullarım! Hiç şüphesiz, Allah, sizin için uyacağınız dini
bizzat seçip ıstıfa etmiştir. Size dinlerin en safını, en arınmışını ve
seçkinini ihsan eylemiştir. Şu halde, tam ve kâmil bir müslüman olarak ölmekten
başka türlü ölmeyiniz.
133-Ey İbrahim milletine önem vermeyen, ona rağbet etmeyen İsrailoğulları ve
benzerleri! Ölüm, Yakup'un huzuruna geldiği, yani Yakup ölmek üzere olduğu vakit,
ölüme hazırlanmaya çalıştığı vakit, oğullarına, "Benden sonra neye ibadet
ve kulluk edeceksiniz?" dediği vakit, yoksa siz orada hazır mıydınız? Şüphesiz
değil d iniz. Halbuki gerçek İsrailoğulları olan Yakub'un öz oğulları orada hazır
idiler. Yani soyundan geldiğiniz atalarınız orada hazır idiler ve onlar babalarına
cevap verdiler, ona ne dediler bilir misiniz? İşte onların ne dediklerini ilâhî
vahiyden şimdi öğr e niniz: "Biz, senin ilâhına ve ataların İbrahim, İsmail
ve İshak'ın ilâhına, bir olan o ilâha ibadet edecek ve ancak O'na tapacağız, O'na
bağlanacağız, O'ndan başkasını tanımayacak ve yalnızca O'na boyun
eğeceğiz." dediler. Mısırlılar'ın türlü türlü putl a ra taptıklarını
gören Hz. Yakup, onların içinde yaşayacak olan oğullarına, daha önce yaptığı
çeşitli tavsiye ve uyarılara titizlikle uyulmasını ve kendisinden sonra da dinin
elden bırakılmamasını hatırlatmak için, aynı vasiyyeti son nefesinde bile
oğullarına bir kerre daha hatırlatmak gereğini duymuştu. O, gerçekten Allah'a
bağlı bir kul olduğunu ve İslâm üzere ölmenin önemini kendi şahsında örnek
olarak göstermişti. Oğulları da böyle cevap vererek bu uğurda kararlı ve azimli
olduklarını ortaya koymuşlardı. Dikkat ediniz ki, onlar Yakup'un dedesi İbrahim'den
ve amcası İsmail'den söze başladılar, bunları da adı altında ifadelerine dahil
edip, kendi babalarından saydılar. Kendilerinin sadece İsrailoğulları değil, aynı
zamanda İbrahimoğulları olduklarını ve o nun soyundan geldiklerini ifade ettiler.
Çünkü İbrahim kıssasını biliyorlardı, nimetin sırrını anlıyorlardı. Burada
Tevrat'ın son peygamberi müjdeleyen ve tarif eden âyetlerinden bazılarındaki
"ihvanınızdan, yani kardeşlerinizden" kelimesinin mânâsını açı k layan
bir cümle vardır. Eldeki Tevrat'ın beşinci sifrinin onbirinci faslında Hz. Musa'nın
dilinden, "İlâhınız Rab Teâlâ, size aranızdan ve ihvanınızdan bana benzer
bir nebi ikame edecektir." şeklinde haber verilmektedir.
Burada Hz. Musa'nın ifadesi "nebiyyen mislî" şeklindedir ki, "benim
gibi bir peygamber", "benim özelliklerime benzer özellikte bir peygamber"
demektir. Yine aynı fasılda "Rabbi Teâlâ, Musa'ya dedi ki, Ben onlara ihvanınız
(kardeşleriniz) arasından sana benzer, seni andıran -nebiyyen mislek e - bir peygamber
tayin edip görevlendireceğim. O peygamberin, Benim ismimle tebliğ edeceği kelamları,
her kim dinlemezse, Ben ondan intikam alırım." şeklinde yer almış
bulunmaktadır. Bundan dolayıdır ki, İsrailoğulları hala onun yolunu gözleyip
dururlar. E y İsrailoğulları! Demek ki, peygamberlerin sonuncusu ve tıpkı Hz. Musa'ya
benzeyen, şeriat ve furkan sahibi biri, kardeşleriniz arasından peygamber olarak
gönderilecektir. İsrailoğulları'ndan böyle bir peygamber gelmemiştir. Bu peygamber
sizden değil, ihva n ınızdan gelecektir. Acaba İsrailoğulları'nın ihvanı
kimlerdir? Yine İsrailoğulları'nın kendileri midir? Halbuki İsrailoğulları bir
bütün olarak ele alındığı zaman onların kardeşlerinin kendileri olmaması gerekir,
Yakub'un oğulları, babalarına cevap verir k en, "babaların İbrahim ve İsmail ve
İshak" demekle bu kardeşlik ilişkisini göstermişlerdir. Yakub'un öbür kardeşi
İs soyundan Eyyûp (a.s.)'dan başka peygamber gelmemiştir, o da Hz. Musa'dan önce idi.
Bu ihvan olsa olsa İsmail zürriyetinden olanlar idi. Çü n kü İsmail, İshak'ın
büyük kardeşi, Yakub'un da amcası idi. Gerçek mânâsıyle İsrailoğulları olan
Yakub'un evlatları, İsmail'e dahi "baba" demekle İsmail evlatlarının kendi
kardeşleri olduklarını ifade etmişlerdi.
İslâm âlimleri ve kıymetli tefsirciler, bugün elde bulunan Tevrat ve İncillerde,
son peygamber Muhammed (s.a.v.) Efendimiz'in peygamberliğini açıkça veya dolaylı
olarak müjdeleyen, onun bazı özelliklerini bildiren âyetlerin bir kısmını,
aşağıda yer aldığı şekilde, açıklamışlardır:
Birincis i: Tevrat'ın biraz yukarıda naklettiğimiz iki âyetinin Arapça'ları
şöyledir: "Muhakkak Rabb, sizin ilâhınızdır. Sizin için aranızdan ve
kardeşlerinizden, benim gibi, bir peygamber koyacaktır." "Muhakkak Rabb
Teâlâ Musa'ya şöyle dedi: "Şüphesiz ben, ka r deşleri arasından onlar için
senin gibi bir peygamber koyacağım. Her kim benim ismimle bu adamdan ulaştırdığı
kelimelerimi dinlemezse muhakkak ondan intikam alacağım."
Bunun Yunanca'sı da acizane gördüğüm kadarıyla şu şekildedir:
İkincisi: Tevrat'ın birinci bölümünün dokuzuncu babında: "Sâre, Hacer'e
öfkelenip gazap ettiği vakit, Allah'ın meleği göründü ve ey Sâre'nin cariyesi
Hacer, nereden geldin ve nereye gidiyorsun dedi. Hacer, ben hanımım Sâre'den
kaçıyorum, dedi. Bunun üzerine melek ona: Sen hanımına dön, onun emirlerine boyun
eğ. Zira Rabbin senin zürriyetini çoğalttıkça çoğaltacak. Zira sen gebe olacak ve
bir oğul doğuracaksın. Allah Teâlâ senin yalvarmalarını ve boyun eğişini
duyduğundan dolayı onun adını İsmail koyacaksın. O ins a nların gözbebeği olacak
ve onun eli herkese açık ve hepsinin üstünde olacak ve herkesin eli ona hürmetle
uzanacak ve o bütün kardeşlerine rağmen şükredecek." dedi.
İsmail Aleyhisselâmın elinin, bütün insanların elinin üstünde olması bizzat
değil, ancak evladından Muhammed (a.s.v.)'ın peygamberliğiyle olduğunda şüphe
yoktur. Zira o zamana kadar İsmail ve evladı, çölde mahsur idiler. Hz. Muhammed'in
peygamberliği üzerine İslâm dini ile doğuya ve batıya yayıldılar.
Üçüncüsü: Yine Tevrat'ın Tekvin bölümünün yirminci babında: "Rabbi
Teâlâ Tûr-i Sîna'da geldi ve bize Saîr'den tulû etti (doğdu) ve Faran dağlarında
zuhur eyledi ve sağından Kıddîslerin ünvanlarını saf yaptı da onlara izzet ihsan
etti ve onları bütün kavimlere sevdirdi ve Kıddîslerin hepsi n e bereketle dua
etti". Bilindiği gibi Faran veya Paran dağı Hicaz'dadır. Yine Tevrat'ta:
"İsmail büyüdü ve okçu oldu." denilmektedir. İsmail'in Mekke'de sakin
olduğu da bilinmektedir. Şu halde bu âyetin de Hicaz'da Hz. Muhammed'in
peygamberliğine ve Mekke ' nin fethine işaret ettiğinde şüpheye düşmemek lazım
gelir. Yahudiler bunu "Tûr-i Sina'dan ateş zuhur edip çevreye yayıldığı zaman
Saîr'den ve Faran'dan dahi birer ateş zuhur edip çevreye yayıldı." şeklinde
yorumluyorlar ve Musa'ya vahiy geldiği sıralarda o lmuş bitmiş bir hadise gibi
gösteriyorlar. Lakin Allah'ın bir yerde mücerret bir ateş yaratmasına, "Oradan
Rab geldi, tulû etti, zuhur etti." denilmeyeceği aşikârdır. Böyle denilebilmesi
için oralarda bu olayın arkasından bir vahiy veya bir harikanın meyd a na gelmesi
gerekir. O tarihlerde ise Tûr-i Sina'dan başka bu gibi yerlerde böyle bir şey
olmadığı herkesçe biliniyor. Her halde bu âyet, Hz. Muhammed'in peygamberliğine ve
onun saf saf olmuş ashabına özellikle Mekke'nin fethine ve fetih sırasında Ashab-ı k
iramın saflarına işaret etmektedir. Nitekim Habkuk Kitabı'nda bu mânâ tamamen beyan
olunmuştur, şöyle ki:
"Allah Tûr-i Sina'dan, Kudsî Faran Dağı'ndan geldi, Muhammed'in
kıymetinden sema bir açılsa ve hamdinden yeryüzü bir dolsa, manzarasının
şuaları nur gibi olurdu, ülkesini şanla muhafaza eder, ölümler önünden yürür.
Yırtıcı kuşlar askerine arkadaş olur. Kalktı yeryüzünü kuşattı ve bütün
ümmetleri gözetti ve onlardan bahseyledi. Eski dağlar eğildi, ebedî tepeler indi.
Medyen ehlinin örtüleri sıyrıldı. Atlara bindik, yay ve boyun binitlerinin üstüne
çıktık. Yakında yaylarını doldurup atacaksın. Ey Muhammed, oklar senin emrinle tam
bir kanış kanacak, yeryüzü nehirlerle gürleyecek. Seni dağlar gördü titredi, sel
yağmurları senden bir yana çekildi. Sah r alar senin heybetinden ürktü, korkusundan
ve perişanlığından ellerini kaldırdı. Güneş ve ay, yörüngelerinde durakladı.
Askerler oklarının parıltısında ve beyanının parlaklığında yürüdü. Yeri
öfkeyle çiğnersin, ümmetleri zecren döver, harman edersin. Çünkü sen ümmetinin
kurtulması ve atalar toprağının kurtarılması için zuhur ettin!"
Hıristiyanlara ait nüshalarda son cümle "ümmetinin kurtuluşu ve Mesih'in
kurtarılması için zuhur ettin." şeklinde olduğu da rivayet edilmektedir.
Gerçekten de Muhammed (s.a.v), bütün yücelikleri aşmış ve Hz. İsa Mesîh
(s.a.v.)'i de yahudilerle hıristiyanların yalan ve iftiralarından kurtarmıştır.
Dördüncüsü: Kitabı Mukaddes'in İşâya kitabında: "Kuvvet ver, çiçek aç,
arkadaşın Mekke'ye niyet ediyor. Artık vaktin yaklaştı, Allah'ın kerameti üzerine
doğacaktır. Arz karanlıklara bürünmüş, sis ümmetleri kaplamıştır. Rab, sana tam
bir işrak aydınlıkla parlayacak Üzerine kerametini ızhar eyleyecek. Ümmetler senin
nuruna, melikler senin parlak ziyana yürüyecek. Gözünü etrafındak i lere kaldır ve
düşün, zira onlar senin yanında toplanacak ve seni hac ve ziyaret eyleyecek ve sana
evlatların uzak diyarlardan gelecekler. Çünkü sen şehirlerin anasısın. Şimdi
diğer şehirlerin evladı, Mekke'nin evladı demektir. Koltuklar ve sedirler üzeri n de
elbiselerinle süslen. Bunu gördüğün zaman sevinç duyacaksın. Çünkü denizin
zahireleri sana meyledecek, ümmetlerin askerleri sana hac eyleyecek. Medyen tokluları
sana sevkolunacak. Seba ehli sana gelip, Allah'ın nimetlerini konuşacaklar ve O'nu
büyükley e cekler. Farâ'nın koyunları sana gelecek ve benim mezbahıma beni razı
edecek kurbanlar sunulacak ve o zaman Ben, şanlı beytim için bir hamd ihdas
edeceğim".
Bu sayılan vasıfların hepsi, Mekke için, ancak fetihten sonra gerçekleşti.
Milletlerin askerleri ona haccetti, denizlerin zahireleri oraya aktı. Orada ihdas olunan
yeni hamd şekli de "Buyur Allah'ım! Emrine hazırım. Senin hiçbir ortağın
yoktur. Emret Allah'ım! Şüphesiz ki hamd, nimet ve mülk senindir. Senin hiçbir
ortağın yoktur." telbiyesidir. A raplar İslâm'dan önce de telbiye getirirlerdi,
fakat
" Buyur Allah'ım! Senin kendine ait olup sahip bulunduğun ve senin için olan
ortaktan başka bir ortağın yoktur." derlerdi. İşâya kitabında Bâdiye
hakkında birçok tavsifler vardır.
Beşincisi: Tevrat tefsircilerinden Seman, Tevrat'ın birinci sifri (Tekvîn)nin
başlarında şunu rivayet etmiştir: "Allah Teâlâ, İbrahim aleyhisselâma
vahyedip dedi ki; İsmail hakkındaki duanı kabul ettim ve onu mübarek kıldım,
büyüttüm ve cidden muazzam yaptım, on iki büyük çocuk doğurtacak ve onu ben bir
muhteşem ümmet için imam yapacağım."
İsmail evlatları içinde bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmdan başka bir
muhteşem ümmete imam olan kimse yoktur. Ve bu ümmetin, Muhammed ümmeti olduğu
aşikardır.
Altıncısı: Tefsiri üzerinde durduğumuz bu âyetle ilgili olmak üzere Hz. Yakup'un
evladına vasiyeti hakkında Tevrat'ın Yunanca tercemesinde şu âyet nakl edilmiştir:
Hz. Yakup, oğullarını toplayıp onlara demişti ki: "Ey oğullarım, gelecek olan
o peygamber gelmediği müddetçe bizden peygamberlik kesilmez. O geldikten sonra bizden
peygamberlik ve saltanat kesilir. Cümle âlem onun gelişini beklemektedir."
Yedincisi: Zebur'un yine Yunanca'sından şu metin nakledilmiştir:
Yani, Hak Teâlâ vahiy yoluyla Davu d'a buyurdu ki: "Senden sonra şeriat sahibi
bir peygamber göndereceğim ki, onun peygamberlik güneşi, doğuya ve batıya nur
saçacak, onun kendisine ilk önce tabi olan ümmeti Arap kavminden olacak. İnat ve
muhalefet edenler, hor ve hakir olacak zillete düşec e k, şeriatine cihanın
hükümdarları itaat edecek. Dini ve şeriati kıyamete kadar baki kalacak."
Sekizincisi: İncillerde de Hz. Muhammed'in vasıfları hakkında müjdeler
bulunmaktadır. Bu cümleden olarak: nassı mevcuttur.
Yani Hz. İsa buyurmuş ki; "O ki, benden sonra gelecek, benden evvel
yaratılmıştır.
Ben onun papuçlarının bağını çözme hizmetine bile layık değilim." (Matta
İncili) .
Dokuzuncusu: Yuhanna İncili'nin Arapça'sında şöyle bir âyet bulunmaktadır:
Hz. İsa Mesih, Havarilerine demiştir ki: "Ben gideceğim ve size Faraklit, o
ruhulhak gelecektir ki o, kendiliğinden konuşmaz. Ancak kendisine söylendiği gibi
söyler." (Yuhanna)
Gerçekten de Kurân'da "Ben ancak bana vahyedilene uyarım." (En'âm, 6/50);
"De ki, onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben bana
vahyolunandan başkasına uymam." (Yunus, 10/15) ve "O kendi keyfine, kendi heva
ve hevesine göre konuşmaz, onun sözleri vahiyden başka birşey değildir." (Necm,
53/3,4) âyetleri bu ifadeyi doğrulamakta d ır. "Faraklit" kelimesi iki
türlü tefsir edilmiştir ki: Birisi "Şafî müşeffa" demektir. Bu ise
Resulullah'ın bir sıfatıdır.
İkincisi, hıristiyanlardan bir kısmı demiştir ki; Fariklit hak ile batılı
ayıran demektir. Aslı "fâruk"tur, "lit" ise tahkik ve te'kit ifade
eder. Bu suretle Fariklit, furkan sahibi demek olur. Bu da peygamberlerin sonuncusu olan
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in isimlerinden biridir. Hıristiyanların bu âyetleri
anlamak istememeleri dalaletten başka bir şey değildir. Şafi' müşeffa' anlamına
gelen Fariklit Yunanca'dan, ikincisi ise İbranîce'den alındığına göredir.
Onuncusu: Bu âyetler eldeki Tevrat ile İncil'in muhtelif nüshalarında mevcut olan
ve yahudilerle hıristiyanların, aslını değil, yalnızca mânâsını gizlemek
maksadıyla yanlış te'villerle tahrif etmek istedikleri âyetlerdir. "Kendilerine
kitabı verdiğimiz ehliyetli kimseler, onu, tilavetinin hakkını vere vere okurlar,
çünkü ona inanırlar." (Bakara, 2/121) âyetinin mânâsına uygun olarak bunlar
kitabı hakkıyle okuyanlardı r. İşte bu âyetler, onu hakkıyle okuyanlar arasında
azıcık idraki, azıcık insafı olanlar için her türlü şüphe ve tereddüdü ortadan
kaldırmaya yeten açık seçik belgelerdir. Aslında Kur'ân'da bunların her birini
doğrulayan çok sayıda âyet bulunmaktadır. Bunl a rdan başka, bazı tefsirciler,
Tevrat ve İncillerden çıkarılarak aslı büsbütün
ortadan kaldırılmış bazı önemli âyetlerin varlığından da söz etmişlerdir:
Abdullah b. Abbas Hazretlerinden rivayet olunduğu üzere, Cenab-ı Allah, Tevrat'ta
İsrailoğulları'na şöyle bir ahit vermiştir: "Ben, İsmail evladından bir
ümmî peygamber göndereceğim, her kim ona tabi olur, getirdiği nuru tasdik ederse
günahını bağışlar, kendisini cennete girdiririm ve ona iki ecir veririm; biri
Musa'nın ve diğer peygamberlerin getirdiklerin e uymanın ecri, biri de İsmail
evladından ümmî peygamber Muhammed'in getirdiğine uymanın ecridir." Bunun
Kur'ân tarafından tasdiki: "Kur'ân'dan önce kendilerine kitap verdiklerimiz ona
da iman ederler, onlar kendilerine Kur'ân okunduğu zaman, "Ona iman e t tik,
çünkü o Rabbimizden gelmiş bir hakikattir. Esasen biz ondan önce de zaten müslüman
idik." dediler. İşte bunlara ecirleri iki kerre ödenecektir... onlar kötülüğü
iyilikle savarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar." (Kasas, 28/
52,53,54).
Tevrat'ta, sonuncu peygamberin doğumu Mekke'de, meskeni Taybe'de, mülkü Şam'da ve
ümmeti hammadûn diye vasfedildiği de nakledilmiştir.
Yukarıda nakledilen ve bugün dahi mevcut bulunan Tevrat ve İncil âyetleri de
kesinlikle gösteriyor ki, Cenab-ı Allah ötedenberi eski ümmetlerin her birine ileride
gelecek ve hepsinin son hedefi olacak bir şanlı peygamberi haber vermiş, vaad ve müjde
buyurmuş, gelmeden evvel hepsine onun gıyabında iman teklif eylemiş ve her Kitap ehli
bunu kabul edip, Allah'a ahd ve misak vermiştir. Bu ahit ve bu âyetler gereğince ne
Musevilik başlangıçtır, ne de Hıristiyanlık sonuçtur. Tevrat'a göre; Musa'ya
benzeyen ve kitabı hep bismillah ile başlayan o peygamberin Hz. İsa olmadığı
aşikardır. Ayrıca bizzat İncil âyetlerinin delale t i gereğince kendisinden sonra
furkan sahibi ve hakkın ruhu olan o peygamberin teşrifini müjdelemiş olan İsa,
dininin son hedef olmadığını açıkça itiraf etmiş, "Ben gitmezsem, size o
gelmez." diyerek son peygamber Efendimiz hakkında ümmetinden en son ahdi o
almıştır. İşte bu vaad ve ahdi tasdik ve bilfiil gerçekleştirmek üzere Cenab-ı
Allah "lâ raybe fih" yani içinde hiçbir şüphe bulunmayan Kitab-ı mübîn'i
ve Furkan-ı hakîm'i ile son peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz'i peygamber
olarak göndermiş ve bundan dolayı İsrailoğulları'na ilk hitabında "Haydi
bakalım siz benim ahdimi yerine getirin, ben de size verdiğim sözü yerine
getireyim." (Bakara, 2/40) ve "Yanınızdaki kitabı (Tevrat'ı) tasdik eden bir
kitap olarak indirdiğim Kur'ân'a iman edin!" (Bakara, 2/41) ilâhî fermanları bu
ahdin icra
ve ifasını ve gereğinin yerine getirilmesini talep etmiştir. Bu konudaki bütün
şüpheleri silip gidermek için aklî ve naklî her türlü delili gözler önüne
sermiştir. En nihayet İbrahim'in dua ve kelimatına ve Hz. Yakub'un vasiyyetine dikkat
çekerek, ihvanın mânâsını ve İslâm'ın aslını ve değerini anlatmış, meselenin
özünü ve içyüzünü aydınlatmıştır.
Şimdi bütün bu hitapların nihaî faydasını özetlemek üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
134. Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onlara kendi kazandıkları, size de kendi
kazandığınız. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilecek değilsiniz.
134-Ümmet: İmam kökünden alınmış bir çoğul isimdir ki, çeşitli insan
gruplarına önder olan ve kendisine uyulan bir cemaat demektir. Yani bir imamın
çevresinde sağlam bir birlik oluşturup, düzenli bir şekilde faaliyet gösteren ve bu
şekilde çeşitli insan grupları üzerine hakim olan bir topluluktur. Diğer bir tabirle
ümmet, imamet-i kübra sahibi cemaattir. Cemaatlar a göre ümmet, fertlere göre imam
gibidir. Demek ki ümmet, hakim bir milletin fertlerinden meydana gelmiş olan bir sosyal
toplumdur.
Bu zikrolunan cemaat, yani İbrahim ile Yakub ve bunların vasiyyetlerini tutan,
Allah'ın birliğine inanan ve müslüman olan oğulları geçmiş bir ümmettirler.
Çeşitli insan gruplarının birliği için, onların önüne geçmiş, uyulmaya ve itaat
edilmeye layık bir cemaat idiler. Şu halde onlar başka siz başkasınız, siz onlar
değilsiniz ve onlar sizden hiç değildir. Siz "B i z onların evladıyız."
diye kuru bir neseple iftihar etmekle kurtulamazsınız, onların kazandıkları onlara
aittir, sizin kazandıklarınız da size aittir. Ve siz, onların yaptıkları amellerden
sorumlu olmazsınız, sorumlu tutulmazsınız. Herkesin menfaati kendi kazancında ve
herkesin sorumluluğu da kendi yaptığındadır. Cemaatler de böyledir: Sizden
öncekiler iyilik yapıp sevap kazandıkları halde, siz onlara benzemeyip fenalık
yapar, günah kazanırsanız, sırf onların soyundan gelme iddianızla onların
kazancından faydalanamazsınız. Yine bunun gibi, öncekiler fena şeyler yapmışlar,
ancak siz bu hususta onlara uymamış iseniz, onların fenalığı da sizden sorulmaz.
Sizden hesabı sorulacak olan şey sadece kendi amelleriniz, kendi yaptıklarınızdır. O
halde sizden önc e kilerin iyiliğiyle iftihar etmeyin, onlarla öğünmeyin. Siz de
onlar gibi iyi kazançlar kazanmaya bakın. Ayrıca eski atalarınız hatalar yapmış,
günah işlemiş ise ondan dolayı da üzülmeyin, siz onlara uymayıp hak yoluna gidin,
iyilik yapın.
İyilerin, geçmiş büyüklerin evlatları ve mensupları onlara uyup, onlara benzeyip
İslâm ve ihsan ile iyi ameller ve büyük işler yapmazlarsa, kuru bir nesep ve
mensubiyet iddiasıyla kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar. Aynı şekilde kötülerin
evlatları, geçmiş atala r ına uymayarak iyi ve güzel işler yaparlarsa sırf onların
soyuna mensup olmaları yüzünden, geçmişlerinin yaptıkları kötülüklerden dolayı
hesaba çekilmezler ve kendilerini kurtarmış olurlar. "Herkes kendi yaptığıyla
rehin tutulur." (Tûr, 52/21), "Gerçekt e n de insan için kendi emeğinden
başkası yoktur." (Necm, 53/39) âyetleri bunu kesin olarak ortaya koymuştur.
Nitekim Peygamber Efendimiz, akrabaları olan Haşimoğulları'na, "Başkaları bana
hizmetleriyle gelirken, siz sadece neseplerinizle gelmeyin." buyu r muştur. Gerçi
nesep ve yakın akrabalık bir şereftir. Fakat sadece nesep, halas ve felah (kurtuluş)
için yeterli bir sebep değildir. Fayda getiren yakınlık asıl amelde, din ve ahlâkta,
hasılı geçerli olan gerçek sebeplere sarılmaktadır. İşte bundan dolayı d ır ki;
âyet-i kerimede "Sûra üfürüldüğü zaman, artık o gün aralarında ne soy-sop
kalır, ne de birbirlerini arayıp soracak halleri!" (Müminûn, 23/101)
buyurulmaktadır.
Cenab-ı Hakk'ın, yaratılıştan gelen ihsan ve ikramları çoktur ve bunlar bütün
yaratıklarına şamildir. Yaratılışın kanunları ve ilkeleri herkes için geçerli ve
zorunludur. Lakin insan için buna karşılık başka bir kanun daha vardır ki, o da
istek ve emek kanunudur ve insan işte bundan sorumludur. Kazançların hesabı
görüldüğü zaman, doğuştan sahip oldukları imkan ve kabiliyetleri kötüye
kullananlar daha çok zarar ederler, o vakit büyük nesepler, şerefli atalar onlar için
yüz karası olur. İşte bundan dolayıdır ki, herkes kendi kazancına bağlıdır.
Acaba bu mesele böylece mutlak mıdır? Bu ây e tlere göre mutlak ve kesin
görünüyor. "Ancak herkesin fayda ve zararı yalnız kendi çalışmasına bağlı
kalacaksa, kimse kimsenin yaptığından fayda ve zarar görmeyecekse, sosyal
yardımlaşmanın,
ümmet ve imametin hikmet ve faydası nedir? Bu sosyal yardımlaşma ve dayanışmalar,
işleri kolaylaştırmaya yarıyorsa bu da bir fayda değil midir? Sonra tevarüs
(kalıtım) denilen şey yalnızca dünyaya ait bir özellik olsa bile, ortaya
çıkardığı sonuçlar bakımından ahirete de faydası olmuyor mu? Eğer kesinlikle
böyle ise yu k arıdan beri İsrailoğulları kıssalarında, onlar halef ve selef
olarak, niçin birbirlerinin yaptıklarıyla övülüyor ve yeriliyorlar?" şeklinde
sualler akla gelebilir. Gerçekten bu hükümler mutlak ve kesin gibi görünmüyor.
"Herkes kendi yaptığıyla rehin tu t ulacaktır, ancak meymenetli dostlar böyle
değildir." (Müddessir, 74/38-39) âyeti gereğince kendi çalışmasının
üstünde birtakım nimetlere erecek olan yemin ashabı (uğurlu dostlar grubu) da
vardır. Yine bunun gibi "İman eden ve zürriyetleri de iman yolun d a kendilerine
uyanlar, işte Biz onların nesillerini de kendilerine kattık." (Tûr, 52/21) âyeti
gereğince uymak ve tabi olmak şartıyla zürriyetin, köke katılması, kendi
kazancının üstünde bir mutluluktur. Demek ilâhî lütuflar kazancın yalnızca
başlangıcın d a değil, arasında ve sonunda da kesintisiz olarak vardır. Kalıtım ve
yardımlaşma ilkeleri de böyledir. Şu halde âyetin mânâsı, herkesin birbirinden
yararlanma ve zarar görmesini yok saymak ve inkar değildir; sadece kişinin kendi
şahsî hareketlerinden, ken d i iradesiyle yaptığı tercihlerden yalnızca kendisinin
sorumlu tutulacağını, hür tercihlerindeki çalışma ve kazancın önemi ve bunların
birbiriyle ilişkisini isbat içindir. Bütün bunlardan, ilâhî mevhibelerin
(vergilerin), ikram ve ihsanların yokluğu ve ink a rı gerekmeyeceği gibi, ecir ve
sevabın da mutlaka çalışmayla uygun olması da gerekmez. Allah'ın ihsanları,
çalışmaya bağlı olan yerlerde bile o gayretin derecesiyle sınırlanmış değildir:
Küçük bir amele büyük bir ecir verilebilir. Böylece sosyal yardımlaş m a
esasları, bir tarafın öbür taraftan faydalanmasına dayandığı halde gerçekte
bunlar dahi az çok bir müktesep (kazanılmış) hakka ve şarta bağlı bulunmaktadır.
Bu da daha önceden mevcut olan din, millet ve vatandaşlık bağları gibi bağlardır.
Bütün bu bağla r da iman şartına bağlıdır. Bundan dolayıdır ki, çalışmanın
bazı dereceleri toplumun bütününün faydalanmasına manidir. Yine bundan dolayıdır
ki, sırf nesep ve akrabalık, bütünüyle o mirasa sahip olmaya yetmez. Aslında
kalıtım, mirasçının o mirası bırakana h alef olması demektir ki, bu da onun
milletine uymayı sürdürmesi şartına bağlıdır. Bu sebeple din ve diyar
farklılıkları mirasa engeldir. Mirasçı nesep sebebiyle miras bırakanın kazancından
faydalanmış görünüyorsa da, bu faydalanmanın asıl sebebi yine mira s çının kendi
çalışması olan dinine bağlılığıdır. Ayrıca o mirası çarçur etmeden iyi
kullanacağı güvenini vermiş olması şartına da bağlıdır.
İşte âyetlerin mutlak gibi görünen hükmünün ilgili yönleri budur. Bundan
çıkan sonuç da herkesin menfaatinin kendi kazancına bağlı olmasıdır. Herkes
kazancından sorumludur. Kimse kimsenin günahından hesaba çekilmeyeceği gibi, hiçbir
kimse bir başkasının kazancından, kendisinin bir çalışması olmadan istifade
edemez. Çalışmaya bağlı sonuçların bu kadar adaletle dağıtılması dünyada
olmazsa, ahirette muhakkak olacaktır. Ve bunun içindir ki, dünyada sosyal
çalışmaların kâr ve zararının adaletle dağıtılmasını sağlamayan ve
başkalarının emeğinden, haksız yere faydalanmaya kalkışan ümmetler çabucak
yıkılırlar ve böyle zalim l er ümmet ve imamete layık olamazlar. Bütün bunlarla
beraber az fakat düzenli ve güzel işlerle büyük büyük menfaatler elde etmenin bir
yolu vardır. O yol, doğru ve hak yol olan sırat-ı müstakimdir. Yukarıdaki âyetlerde
görüldüğü gibi, halef, selefin yaptık l arıyla övülüyor veya yeriliyor olduğu
zaman dahi bu övme ve yermelerin yalnızca nesebe değil, iman ve İslâm yoluna uymaya,
hak yola girip girmemeye bağlandığı dikkat çekicidir. Bu da yine onların kendi
çalışma ve tercihleriyle olacak bir şeydir. Şu halde i nsanlar vaktiyle yaşamış
büyük bir ümmetin nesli ve mensupları olmakla kendilerini kurtaramazlar ve onlar gibi
büyük olamazlar. Onlar gibi büyük olabilmek için onlar gibi güzel işler ve büyük
eserler yapmak zorundalar. Dahası var, sonradan gelenler, daha ö ncekilerden daha çok
güzel işler yaparlarsa büyüklükte onları da geçerler. İşte o zaman selefler ile
haleflerin gelişme yarışından daha büyük ve daha mes'ut bir ümmet meydana gelir ve
işte Hz. İbrahim buna dua etmiş, Hâtemü'l-Enbiya Efendimiz de bu duayı t ahakkuk
ettirmek için ve onun tasdiki olarak gelmiştir. İşte bu zaman böyle bir büyük
ümmeti meydana getirmek ve geniş bir doğru yol kurma ve teşkil etme zamanıdır. Bu
iş sadece nesep ve soy davası güden, büyük bir soydan gelmekle övündükleri halde
atalarının gittiği yoldan gitmeyenlerin kârı değildir. Hem eskilerin güzel
yollarını yıkmayıp yaşatmalı, hem de o yolu daha da genişleterek ve daha güzel
işler yaparak, cihanşümûl (dünya çapında) bir ana yol, bir sırat-ı müstakim
(doğru yol) haline getirmeye çalışmalıdır ki, bunda sadece nesebin tesiri olmaz.
Bütün nesepler, bütün hasepler dahil, bütün insanlığın istifadesi sağlanmış
olur.
Bu böyle iken:
Meâl-i Şerifi
135- Bir de: "yahudi veya hıristiyan olunuz ki, hidayet bulasınız."
dediler. Sen onlara de ki: "Hayır! Hanif olarak hakka tapan İbrahim'in dinine
(uyarız) ki, o hiçbir zaman müşriklerden olmadı."
136- Deyiniz ki, "Biz, Allah'a iman ettik ve bize ne indirildiyse İbrahim'e,
İsmail'e, İshak'a, Yakup'a ve torunlarına ne indirildiyse, Musa'ya ve İsa'ya ne
indirildiyse ve bütün peygamberlere Rablerinden ne verildiyse hepsine iman ettik. Biz
onların arasında fark gözetmeyiz ve biz ancak O'na boyun eğen müslümanlarız."
137- Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse doğru yola girmiş,
hidayeti bulmuş olurlar. Yok eğer yüz çevirirlerse onlar sadece ve sadece didişmenin
içindedirler. Allah onlara karşı sana yeter. Ve O, işitendir, bilendir.
138- Allah'ın boyasına bak, (vaftiz nolacak?) Kim, Allah'dan daha güzel boya
vurabilir ki? İşte biz O'na ibadet edenleriz.
139- De ki: "Allah hakkında bizimle didişmeye mi gireceksiniz? Oysa O, bizim de
Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size. Şu
kadar var ki, biz O'na ihlas ile sarılıyoruz.
140- "Yoksa siz, İbrahim de, İsmail de, İshak da, Yakup da ve torunları da hep
yahudi ve hıristiyan idiler mi demek istiyorsunuz?" De ki: "Siz mi daha iyi
bilirsiniz, yoksa Allah mı?" Allah'ın şahitlik ettiği bir hakikatı bile bile
inkar edenden daha zâlim kim olabilir? Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
141- Onlar bir ümmet idiler, gelip geçtiler. Onlara kendi kazandıkları, size de
kendi kazandıklarınız. Ve siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz.
135- Yahudi ler ve hıristiyanlar, herkese: "Siz de yahudi ve hristiyan olunuz ki,
hidayet bulasınız." dediler. Yahudiler Yahudiliğe, Hıristiyanlar da
Hıristiyanlığa davet edip durdular. Bunlar, ikisi bir araya gelmez iken, her biri kendi
yoluna davet edip ihtilaf ve n iza çıkardılar, hem de bunun hidayet olduğunu iddia
ettiler. İşte bundan dolayı ya Muhammed! Sen söyle de: Yahudi ve hıristiyan olmak
değil, bilakis hanif, yani küfür ve şirkten arınmış, hakka ve tevhide yönelik
olarak İbrahim milleti olalım, hep onun milletine uyalım, onun milletinden ve ehlinden
olalım. İbrahim hanif idi, müşriklerden değildi. Kendisinden sonra gelen ve yukarıda
görüldüğü üzere, birçok yönden müşriklere benzeyen yahudi ve hıristiyanlardan
hiç değildi. Lakin onlar geçmiş bir ümmet i d i. "Biz onlardan nasıl
olalım?" derseniz, onun da kolayı vardır: Evvela geçmiş olması onların
arkasından gitmeye, onlara uymaya engel değildir. İkincisi, zaten siz o geçmiş
ümmetin aynen kendisi değilsiniz, onu yenileyen, yeniden ihya eden, daha da genişl e
ten ve İbrahim'in duasında onun isteğinin gayesi olan yeni ve
büyük bir ümmet, müslim bir ümmet olunuz ki, bu ümmet İbrahim'in ümmetini de
içine alan daha büyük bir toplum olmuş olsun.
136-Böyle olmak için şöyle deyiniz: Biz, Allah'a, bize inzal olunana; İbrahim,
İsmail, İshak, Yakup ve torunlarına inzal olunana aynı şekilde Musa'ya ve İsa'ya
verilmiş olana ve bunlardan başka daha ne kadar peygamber gelmiş ise Rabları
tarafından kendilerine verilmiş olana da iman ettik. Bunların hiçbirisinin arası n da
fark gözetmeyiz. Yahudi ve hıristiyanların yaptığı gibi, bir kısmını tanıyıp,
bir kısmını tanımazlık etmeyiz. Böyle söylemek "hepsinin derecesini eşit ve
aynı biliriz" demek değildir. "Hiç birini inkar etmeyiz, hepsinin
peygamberliğini kabul ederiz, pe y gamberliklerine iman etme konusunda farklı bir tutum
içine girmeyiz." demektir. Şu halde önce Allah'ı, sonra kendi peygamberimizi,
daha sonra da onun, peygamberdir diye bize bildirdiği peygamberleri tanırız. Ve biz
sadece Allah'a teslim olmuş ve bağımlı y ız. İşte İslâm milleti, böylesine
geniş ve bütün dinleri içine almış olan en mükemmel bir din ve muhteşem bir
ümmettir.
137- "İnandık deyiniz!" buyurulması, iman konusunda kalb ile tasdikin
yanında dil ile ikrarın da gerekliliğini dile getirmektedir. Rivayet olunuyor ki, bu
âyet nazil olduğu zaman, Resululah yahudilerle hıristiyanlara, "Allah böyle
emretti." diye söylemiş ve bu âyeti okumuştu. Hz. İsa'nın isminin anılmasına
gelince, yahudiler, inkar eyleyip, ona küfrettiler. Hıristiyanlar da "İsa diğer
peygamberler gibi değildir, o Allah'ın oğludur." dediler. Bunun üzerine şu âyet
nazil oldu: Ey müminler, siz onlara söyleyiniz ve şöyle haber veriniz: Eğer yahudiler
ve hıristiyanlar sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse gerçekten ihtida et m iş,
doğru yola girmiş, hak yolu tutmuş olurlar, aranızda birlik ve bütünlük
sağlanmış olur. Eğer yüz çevirirlerse onlar hakikaten şikak, yani ihtilaf,
münakaşa, parçalanma ve didişme içindedirler, bölünüp parçalanmadan
kurtulamazlar, sürekli didişir du r urlar, böyle olunca da ey Muhammed! Bundan sonra
onların şerrine karşı Allah sana kâfidir. Biraz geciktirse bile hiç şüphesiz
onların hakkından gelecektir. Ve O Allah Semî'dir, duanızı ve her söylediğinizi
işitir; Alîm'dir, gizli niyetlerinize varıncay a kadar her şeyinizi bilir ve ona göre
hükmünü icra eder. Hakka ihlas ile sarılmanın hükmü felah (kurtuluş) ve zaferdir.
Hakka karşı muhalefet ile direnmenin hükmü de er veya geç helâke uğramaktır.
138-Hıristiyanlar çocuklarını "ma'mudiye" dedikleri sarımtırak bir suya
daldırırlar
ve buna "ta'mid" yani "vaftiz" derler. Bunun da bir temizleme
olduğunu söylerler ve ne zaman birisi çocuğunu vaftiz ederse, çocuk için,
"İşte şimdi hakkıyla Hıristiyan oldu." derler. Buna karşı Cenab-ı Allah,
müslümanlara buyuruyor ki, siz böyle yukarıda anlatıldığı gibi tevhid ile, hiç
fark gözetmeksizin iman ettiğinizi söyledikten sonra şunu da ekleyiniz ve deyiniz ki;
biz, Allah boyası olan ve yaratılıştan gelen iman ile iman ettik, sudan imana, sun'î
(yapay) boyaya tene z zül etmeyiz. Allah boyasına bakınız, Allah boyasına, zira
Allah'ın boyasından daha güzel kimin boyası vardır? Maddiyatta, tabiatta ve bütün
kâinatta, dikkat ediniz O'nun boyasından daha güzeli var mıdır? Ağaçlara ve otlara,
bütün çiçeklere, bilhassa ins a nların simalarına ve göz renklerine şöyle bir
göz atınız, onlardaki doğuştan boya ile insanların sonradan sürdüğü sun'î
boyalar arasında kıymet ve güzellik bakımından ne kadar büyük fark olduğunu
görürsünüz. Özellikle insan bedenlerine sürülen ve yaratılışı bozan boyalar ne
kadar arızî, ne kadar çirkin ve mülevves şeylerdir. İşte maneviyatta, din ve
ahlâkta da durum böyledir. Din fıtrî bir din, iman ilâhî bir iman, temizlik
doğuştan bir temizlik, güzellik doğuştan bir güzelliktir. Sonradan elde edilen
bütü n temizlik ve güzellik, aslında doğuştan gelen güzellik ve temizliğin
korunmasına yöneliktir, sonradan ona ârız olmuş birtakım pisliklerin giderilmesine
dönüktür. İnsanları bir paçavra boyar gibi, renkli bir suya sokup çıkarmakla elde
edileceği sanılan ima n, sudan bir imandır, çok temelsiz bir dindir. Bunun ne kıymeti
var ki? İman ile dini bir boyaya benzetmek gerekirse, biz Allah boyası olan bir fıtrî
iman ile ve Allah tarafından boyanmış olmayı üstün tutarız. Maddî ve manevi
bütün temizlik çabalarımız ve g üzelliklerimiz hep ilk oluştan, doğuştan gelen
temelin muhafazasına yöneliktir. İslâm dini ve tevhid imanı, insanların Allah
tarafından boyanmasıdır. İman en güzel Allah boyasıdır. Ve işte böylece biz ancak
O'na ibadet ederiz, yalnızca O'na kulluk eyleri z. O'nun kulları, O'nun köleleriyiz.
Diğer bütün peygamberlere inanmamız, O'nun gerçek peygamberleri olmalarından ve
O'nun emirlerini bildirmelerinden dolayıdır. Yoksa biz onları ilâhlaştırıp tanrı
yerine koymayız. Hele hele hıristiyanların Hz. İsa'ya yaptığı gibi, şirke
sapmayız hatta kendi peygamberimize de tapmayız. Onun hakkında da "Şahitlik
ederiz ki, Muhammed Allah'ın kulu ve Resulüdür." diyerek kelime-i şehadet
getiririz. nazm-ı celîli de yukarıdaki 'ya bağlı olarak âyetin sonuna kadar emrini n
mekûlü kavlinde dahildir. Aradaki âyeti ise cümle-i mu'tarıza, yani ara cümledir.
Şu halde ise "Allah bizi boyadı." meâlinde nın mef'ul-i mutlakı mevkiinde
bulunmaktadır. Bununla beraber
"iğrâ" (teşvik etme) babından olması da caiz görülmüştür.
139- ey Muhammed! Sen, o yahudi ve hıristiyanlara şöyle söyle ve de ki: Siz, bize
karşı Allah hakkında "Allah'ın hak dini yahudilik veya hıristiyanlık'tır, şu
halde cennete ancak bunlar girebilecektir, geliniz siz de Yahudi veya Hıristiyan olunuz
ki, h i dayet bulasınız." diyerek münazara ve mücadele mi ediyorsunuz? Halbuki O
Allah, hem bizim, hem sizin Rabbimizdir. Biz O'na iman ederken O'nun sizin de Rabbiniz
olduğunu inkar etmeyiz. O halde bize karşı verdiğiniz bu mücadele ne kadar boş bir
mücadeledir. Bununla beraber bizim amellerimiz bizimdir, sizin amelleriniz de sizindir.
Biz müslümanlar yukarıdaki imanımız gereğince başka din sahiplerinin kendi
inançlarına göre yaptıkları dinî amellere karışmayız. Din ve vicdan hürriyetine
riayet ederiz. Bu ba k ımdan İslâm toplumu, her toplumdan daha geniş görüşlüdür.
Onun içinde semavî dinlerden her biri kendi halinde yaşayabilir ve yaşayabilmiştir.
Allah Teâlâ hepimizin Rabbidir, ve O'nun katında her birimiz kendi yaptığımız
amellerden sorumlu olacağız. Şu kad a r var ki, biz O'na ihlas ile bağlıyız.
Amellerimizde ancak O'na ihlas ile hareket ederiz. İhlas ve samimiyetimizi sunacak başka
bir mabud veya birtakım aracılar tanımayız. O'nun rızasına uygun olmayan hususta,
hatır gönül dinlemeyiz. İşte O'nun huzuruna a mellerimizle giderken aramızdaki bu
farkla gideceğiz ve ona göre hesap vereceğiz ki, bu noktada ne kadar dikkat çekicidir.
140-Buna karşı siz ne yüzle mücadele edebilirsiniz? Ey yahudiler ve ey
hıristiyanlar! Siz, İbrahim milletine tabi olmamak ve bizimle mücadele etmek için
İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlar yani hep bunlar, yahudi ve hıristiyan idiler
mi diyorsunuz?
Nafi, İbnü Kesir, Ebu Amr, Halef rivayetiyle Hamza ve Ebu Cafer, ayrıca Ravh
rivayetiyle Ya'kup "yâ" ile okurlar. Önceki okunuşa göre bu âyet emrinin
mekûlüne dahil, bu ikinci okunuş şekline göre ona nazir ve doğrudan doğruya
peygamberi muhatap tutmaktadır. Ona göre mânâ "Ey Muhammed, o yahudiler ve
hristiyanlar böyle mi diyorlar? Bu peygamberlerin kendilerinden olduklarını mı iddia
ediyorlar?" Sen onlara de ki; Söyleyin bakalım, siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa
Allah mı? Elbette Allah daha iyi bilir. Öyle değil mi? Halbuki Allah öyle biliyor ve
öyle şahitlik ediyor ki, o peygamberler ne yahudi idiler, ne de hıristiy a n idiler.
Daha önce yaşamış birer geçmiş ümmettirler. İbrahim hanif ve müslimdir ve
müşriklerden de değildir. Siz ise kesin olan bu gerçeği bile bile inkar ediyor ve
dile getirmiyorsunuz.
Ve acaba kendince bilinen ve Allah tarafından sabit olmuş olan bir şahitliği
yapmayıp inkar edenden daha zalim kim vardır? Zira doğru olan bir şahitliği
yapmayıp, sus pus olmak ve ketûm (gizleyici) davranmak da en büyük haksızlıktır, en
büyük zulümlerden biridir. Ve Allah Teâlâ duasına karşılık İbrahim'e
"Zalimler beni m ahdime nail olamazlar." buyurmuştur. Siz nasıl olur da
hakkıyle uyulacak ve ardından gidilecek bir millet olabilirsiniz? Size uyanlar nasıl
olur da hidayete erebilirler? Siz yoksa yaptığınız zulüm ve haksızlıklardan, bile
bile şahitliği ketmetmenizden A l lah'ı gafil mi sanıyorsunuz? Allah, sizin
yaptıklarınızdan ve yapacaklarınızdan gafil değildir. Bu vesileyle bir kerre daha
işitiniz ve biliniz ki, hakikat şudur: Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onların
kazandıkları onlara, sizin kazandıklarınız size a i ttir. Siz onların
yaptıklarından sorumlu tutulmazsınız." Bunu iyi belleyin, bundan sonra halinizi
ve geleceğinizi iyi düşünün ve bu çalışma ilkesine iyi riayet edin. Hz.
Muhammed'in peygamberliği ve imameti altında teşekkül eden ve bütün peygamberler tar
a fından önem verilmiş bulunan bu muazzam ümmete, bu tevhide bağlı olanların
birliğine siz de dahil olmaya çalışın.
Tefsircilerin açıklamasına göre, bu âyette başlıca birkaç tenbih (uyarma)
vardır:
Birincisi: Geçmiş ataların faziletlerini dile dolamakla kalınmamalıdır. Herkes
ameliyle hesaba çekilecektir. Kendi yaptığından sorumlu tutulacaktır.
İkinci olarak, geçmişlere farz kılınan hükümler, aynen onların soyuna da farz
kılınmak nasıl garip karşılanacak bir olay değilse; değişik maslahatlara bağlı
olarak Muhammed (s.a.v.)'in, insanları eski bir milletten yeni bir millete geçirmesi ve
bunun için yeni bir şeriat getirmesi de mümkündür. Bu da inkar edilmeye
çalışılmamalıdır. Yukarıdaki nesih âyetleri de bu imkanı dile getirmektedir.
İşte "zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişmesi" gerektiğine dair
fıkıh kaidesi de bu gibi âyetlerin çerçevesi içindedir. Hükümlerin böyle
çeşitli sebep ve faydalarını bilmeye yarayan ilme "Fıkıh" denilir. İslâm
dininin böyle bir taraftan değişmez ilkelere, diğer ta r aftan değişik şartlara
göre uygun düşen esnek kurallara dayanması, onun kıyamete kadar ayakta duracağını
gösteren belli başlı özelliklerinden biridir. Bu sayede insanlığın hem ilerlemesi
muhafaza olunur, hem de yıkıcı, buhranlı inkılâp ve değişmelerden ko r unmuş
olur.
Üçüncü olarak: Peygamberlerin açtığı yola girmek isteyenlerin, öncekileri
doğru ve yanlışlarıyla olduğu gibi ve körü körüne taklit etmeye uğraşmayıp,
hak ve batılı bizzat seçip ayırdederek amel etmeleri lazım gelir. Çünkü "Siz
onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz." buyurulmuştur. Bu gibi önemli
ilkeleri içine alan bu âyet, benzetmek gibi olmasın, sanki bir terci-i bend gibi ayrı
ayrı siyak ile takrir edilmiş, bu takrir, sadece tekrardan ibaret kalmamıştır.
Birinde soya bağlılık, diğ e rinde dine bağlılık açısından ele alınmıştır.
Ayrıca öncekinde esbat yani torunlar, işaretine açıkça dahil olmadığı halde,
sonrakinde dahil olmuştur. Ve bu suretle birinci cüz sona ererken, İslâm ruhunun
birliği ve bütünlüğü sağlanmıştır ki, bundan sonra k i cüzde İslâm'ın maddî
ve cismanî birliğinin sağlanması demek olan Kıble meselesine geçilecek ve Muhammed
ümmetinin teşekkülüne ve onun özünde mevcut belli başlı özelliklerine işaret
buyurulacaktır. Buraya kadar olan âyetleriyle Bakara Sûresi, Fâtiha Sûre s i'nin
" "e kadar olan birinci kısmına benzemektedir. Bundan sonra yeni bir
"sırat-ı müstakîm" (doğru yol) hidayetine başlanacaktır. Bunun için
buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
142- İnsanlar içinde bir kısım beyinsizler takımı, "Bunları bulundukları
kıbleden çeviren nedir?" diyecekler. De ki: "Doğu da, batı da Allah'
ındır. O, kimi dilerse onu hidayete erdirir."
143- Ve işte böyle, sizi ortada yürüyen bir ümmet kıldık ki, siz bütün
insanlar üzerine adalet örneği ve hakkın şahitleri olasınız, Peygamber de sizin
üzerinize şahit olsun. Daha önce içinde durduğun Kâ'be'yi kıble yapmamız da şunun
içindir: Peygamber'in izince gidecekleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden
ayıralım. Bu iş elbette Allah'ın hidayet ettiği kimselerin dışındakilere çok a
ğır gelecekti. Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün
insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.
144- Doğrusu, biz, yüzünün semaya yöneldiğini, orada şekilden şekile geçerek,
aranıp durduğunu görüyorduk. Artık seni hoşnud olacağın bir kıbleye
çevireceğiz. Haydi bakalım, yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Siz de ey
müminler, nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa doğru çevirin! Kendilerine
kitap verilmiş olanlar da kesinlikle bilirler ki, Rabblerinden gelen o emir haktır. Ve
Allah, onların yaptıklarından ve yapmakta olduklarından gafil değildir.
145- Celâlim için, sen o kitap verilmiş olanlara, bütün delilleri de getirsen,
yine de senin kıblene tabi olmazlar, sen de onların kıblesine tabi olmazsın. Zaten
onlar da birbirlerinin kıblesine tabi değiller. Celâlim hakkı için, sana gelen bunca
ilmin arkasından sen tutar da onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, o zaman hiç
şüphesiz, sen de zâlimlerden olursun.
141-Buna karşı siz ne yüzle mücadele edebilirsiniz? Ey yahudiler ve ey
hıristiyanlar! Siz, İbrahim milletine tabi olmamak ve bizimle mücadele etmek için
İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlar yani hep bunlar, yahudi ve hıristiyan idiler
mi diyorsunuz?
Nafi, İbnü Kesir, Ebu Amr, Halef rivayetiyle Hamza ve Ebu Cafer, ayrıca Ravh
rivayetiyle Ya'kup "yâ" ile okurlar. Önceki okunuşa göre bu âyet emrinin
mekûlüne dahil, bu ikinci okunuş şekline göre ona nazir ve doğrudan doğruya
peygamberi muhatap tutmaktadır. Ona göre mânâ "Ey Muhammed, o yahudiler ve h
ristiyanlar böyle mi diyorlar? Bu peygamberlerin kendilerinden olduklarını mı iddia
ediyorlar?" Sen onlara de ki; Söyleyin bakalım, siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa
Allah mı? Elbette Allah daha iyi bilir. Öyle değil mi? Halbuki Allah öyle biliyor ve
ö yle şahitlik ediyor ki, o peygamberler ne yahudi idiler, ne de hıristiyan idiler.
Daha önce yaşamış birer geçmiş ümmettirler. İbrahim hanif ve müslimdir ve
müşriklerden de değildir. Siz ise kesin olan bu gerçeği bile bile inkar ediyor ve
dile getirmiyorsu nuz.
Ve acaba kendince bilinen ve Allah tarafından sabit olmuş olan bir şahitliği
yapmayıp inkar edenden daha zalim kim vardır? Zira doğru olan bir şahitliği
yapmayıp, sus pus olmak ve ketûm (gizleyici) davranmak da en büyük haksızlıktır, en
büyük zulümlerden biridir. Ve Allah Teâlâ duasına karşılık İbrahim'e
"Zalimler benim ahdime nail olamazlar." buyurmuştur. Siz nasıl olur da
hakkıyle uyulacak ve ardından gidilecek bir millet olabilirsiniz? Size uyanlar nasıl
olur da hidayete erebilirler? Siz yoksa y a ptığınız zulüm ve haksızlıklardan, bile
bile şahitliği ketmetmenizden Allah'ı gafil mi sanıyorsunuz? Allah, sizin
yaptıklarınızdan ve yapacaklarınızdan gafil değildir. Bu vesileyle bir kerre daha
işitiniz ve biliniz ki, hakikat şudur: Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onların
kazandıkları onlara, sizin kazandıklarınız size aittir. Siz onların yaptıklarından
sorumlu tutulmazsınız." Bunu iyi belleyin, bundan sonra halinizi ve geleceğinizi
iyi düşünün ve bu çalışma ilkesine iyi riayet edin. Hz. Muhammed'in p eygamberliği
ve imameti altında teşekkül eden ve bütün peygamberler tarafından önem verilmiş
bulunan bu muazzam ümmete, bu tevhide bağlı olanların birliğine siz de dahil olmaya
çalışın.
Tefsircilerin açıklamasına göre, bu âyette başlıca birkaç tenbih (uyarma)
vardır:
Birincisi: Geçmiş ataların faziletlerini dile dolamakla kalınmamalıdır. Herkes
ameliyle hesaba çekilecektir. Kendi yaptığından sorumlu tutulacaktır.
İkinci olarak, geçmişlere farz kılınan hükümler, aynen onların soyuna da farz
kılınmak nasıl garip karşılanacak bir olay değilse; değişik maslahatlara bağlı
olarak Muhammed (s.a.v.)'in, insanları eski bir milletten yeni bir millete geçirmesi ve
bunun için yeni bir şeriat getirmesi de mümkündür. Bu da inkar edilmeye
çalışılmamalıdır. Y ukarıdaki nesih âyetleri de bu imkanı dile getirmektedir.
İşte "zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişmesi" gerektiğine dair
fıkıh kaidesi de bu gibi âyetlerin çerçevesi içindedir. Hükümlerin böyle
çeşitli sebep ve faydalarını bilmeye yarayan ilme "Fıkı h" denilir.
İslâm dininin böyle bir taraftan değişmez ilkelere, diğer taraftan değişik
şartlara göre uygun düşen esnek kurallara dayanması, onun kıyamete kadar ayakta
duracağını gösteren belli başlı özelliklerinden biridir. Bu sayede insanlığın
hem ilerlem e si muhafaza olunur, hem de yıkıcı, buhranlı inkılâp ve değişmelerden
korunmuş olur.
Üçüncü olarak: Peygamberlerin açtığı yola girmek isteyenlerin, öncekileri
doğru ve yanlışlarıyla olduğu gibi ve körü körüne taklit etmeye uğraşmayıp,
hak ve batılı bizzat seçip ayırdederek amel etmeleri lazım gelir. Çünkü "Siz
onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz." buyurulmuştur. Bu gibi önemli
ilkeleri içine alan bu âyet, benzetmek gibi olmasın, sanki bir terci-i bend gibi ayrı
ayrı siyak ile takrir edilmiş, bu takrir, sadece tekrardan ibaret kalmamıştır.
Birinde soya bağlılık, diğerinde dine bağlılık açısından ele alınmıştır.
Ayrıca öncekinde esbat yani torunlar, işaretine açıkça dahil olmadığı halde,
sonrakinde dahil olmuştur. Ve bu suretle birinci cüz sona e r erken, İslâm ruhunun
birliği ve bütünlüğü sağlanmıştır ki, bundan sonraki cüzde İslâm'ın maddî
ve cismanî birliğinin sağlanması demek olan Kıble meselesine geçilecek ve Muhammed
ümmetinin teşekkülüne ve onun özünde mevcut belli başlı özelliklerine işaret b
uyurulacaktır. Buraya kadar olan âyetleriyle Bakara Sûresi, Fâtiha Sûresi'nin "
"e kadar olan birinci kısmına benzemektedir. Bundan sonra yeni bir "sırat-ı
müstakîm" (doğru yol) hidayetine başlanacaktır. Bunun için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
1 42- İnsanlar içinde bir kısım beyinsizler takımı, "Bunları bulundukları
kıbleden çeviren nedir?" diyecekler. De ki: "Doğu da, batı da Allah'
ındır. O, kimi dilerse onu hidayete erdirir."
143- Ve işte böyle, sizi ortada yürüyen bir ümmet kıldık ki, siz bütün
insanlar üzerine adalet örneği ve hakkın şahitleri olasınız, Peygamber de sizin
üzerinize şahit olsun. Daha önce içinde durduğun Kâ'be'yi kıble yapmamız da şunun
içindir: Peygamber'in izince gidecekleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden
ayıra l ım. Bu iş elbette Allah'ın hidayet ettiği kimselerin dışındakilere çok
ağır gelecekti. Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün
insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.
144- Doğrusu, biz, yüzünün semaya yöneldiğini, orada şekilden şekile geçerek,
aranıp durduğunu görüyorduk. Artık seni hoşnud olacağın bir kıbleye
çevireceğiz. Haydi bakalım, yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Siz de ey
müminler, nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa doğru çevirin! Kendilerine
kitap veril m iş olanlar da kesinlikle bilirler ki, Rabblerinden gelen o emir haktır. Ve
Allah, onların yaptıklarından ve yapmakta olduklarından gafil değildir.
145- Celâlim için, sen o kitap verilmiş olanlara, bütün delilleri de getirsen,
yine de senin kıblene tabi olmazlar, sen de onların kıblesine tabi olmazsın. Zaten
onlar da birbirlerinin kıblesine tabi değiller. Celâlim hakkı için, sana gelen bunca
ilmin arkasından sen tutar da onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, o zaman hiç
şüphesiz, sen de zâlimlerd en olursun.
142-Kıble: Esasen insanın herhangi bir tarafa dönmesi ve yönelmesi halidir ki,
Türkçe "yön" demektir. Dindeki geleneksel anlamıyla namazda dönülen mekana
isim ve terim olmuştur.
Cenab-ı Hak kıblenin değiştirilmesine ve yeni bir sırat-ı müstakîm (doğru yol)
gösterilmesine ve bu şekilde yeni bir ümmetin oluşumuna işaret buyururken, aynı
zamanda bazı kendini bilmezler tarafından bu konuda söylenecek cahilce sözlerin
geçersizliğini de açıklamak için şöyle buyuruyor:
İnsanlar içinden birtakım beyinsizler, hafif akıllı anlayışsızlar diyecekler
ki; bunları, yani Muhammed ve ümmetini, bulundukları kıblelerinden yani Beyt-i
Makdis'den çeviren nedir? Bu söz, neshi inkar eden ve kıblenin tahviline itiraz etmek
isteyen yahudiler veya münafıklar tarafından ileri sürülmüş, âyet de onlar
hakkında inmiştir. Bu sûrenin baş tarafında, "Şunu muhakkak biliniz ki, asıl
beyinsizler asıl budalalar onlardır." (Bakara, 2/13) âyetinin hükmüne göre, bu
âyetin münafıklar hakkında inmiş olması daha münasiptir. Yani bunlar böyle
söylemiş ve söyleyeceklerdir. ey Muhammed! Sen o beyinsizlere şöyle söyle; doğu da,
batı da Allah'ındır, yani gün doğusundan gün batısına kadar bütün yönleriyle
yeryüzü Allah'ındır. Allah'ın hiçbir mekana ihtiyacı yok, ken d isine özgü
mekanı da yoktur. Bütün yönlerin sahibi olan Allah, dilediği kimseyi yeni bir
sırat-ı müstakime hidayet eder, başarılı kılar. Burada doğrudan doğruya Fatiha
Sûresi'ndeki duasına açık bir bağlantı, ince bir cevap var.
Birincisi: Burada " sırat-ı müstakim"in nekire oluşu, yani "el"
harf-i tarifiyle belirlenmeyişi, bu yolun büyüklüğüne ve yeniliğine bir işarettir
ki, istenilenden daha güzel, öteden beri gidilenin ve bilinenin dışında, bambaşka ve
daha fazla nimet ve saadete elverişli, daha k olay selamete götüren, yani gazap ve
sapıklıktan uzak bulunan bir doğru yol demek olur.
İkincisi: Bu sırat-ı müstakime hidayet, bu yola girebilmek, sırf ilâhî iradeye
bağlanmıştır. Yaratılışta ilâhî iradeye bağlı olmayan hiçbir şey
bulunmadığı halde, bunun burada böyle özellikle vurgulanması, böyle bir sırat-ı
müstakimi ihsan etmesi ve ona kulların girebilmeleri hususunda, daha önceden kulların
herhangi bir istek ve gayretleri bulunmadığına ve bunun Allah tarafından bir ihsan ve
ikram olduğuna tenbi h içindir. Yolu açan Allah olduğu gibi, o yola girecek olanları
seçen de Allah'dır. Ayrıca burada çalışma kanununun bir yönüne ve
ilâhî iradenin çalışmanın başlangıcından da önce olduğuna işaret vardır.
Çalışma meselelerinde de ilâhî irade ve dileme, kulların istek ve iradelerine göre
tecelli eder. Burada olduğu gibi, tamamiyle vehbî (Allah vergisi) olan hususlarda ise
kulun çalışması, ilâhî irade ve dilemeyi takip eder. Hasılı Cenab-ı Hak, her
şeye maliktir ve dilediği kulunu, sırf kendi irade ve dileğiyle peygamber yapar, ona
büsbütün yeni bir din ve şeriat ihsan eder. Bu hususta onu engelleyecek hiçbir kuvvet
yoktur, peygamberlik de bir çalışma işi değildir ve bu iş "Kazandığı
iyilikler kendi lehine, kazandığı kötülükler de kendi aleyhinedir." (Bakara, 2
/286) ilkesinin çerçevesi dışında kalan bir iştir. Söz konusu ilke bu ihsandan
sonra geçerlik kazanır. Kudretiyle yeni bir peygamber ve yeni bir din gönderebilen
Allah'ın, kıblenin değişmesini emretmesine itiraz edebilmek için hiçbir sebep
yoktur.
14 3-Cenab-ı Hak, Resulü Muhammed'e bu hidayeti bahşetmiştir. Ve ey Muhammed
ümmeti! Sizi işte böyle bir doğru yola hidayet etmek suretiyle Biz sizi vasat (orta),
merkez ve her tarafı denk, mu'tedil, uyumlu, ılımlı ve hayırlı bir ümmet yaptık.
ki siz d i ğer insanlar üzerine sözlü olarak veya fiilen veya halen adil bir şahit ve
örnek alınacak kimseler olasınız.
Şühedâ: Şehîd'in çoğuludur, şehîd şehadet masdarından "fâil"
anlamına "feîl" veya "mef'ûl" olarak şahit ve meşhud
mânâsınadır. Kendi geleneğimizde "şehid", "meşhûd bilcenne"
yani cennetlik olduğuna şahitlik edilen kişi demektir. Ancak burada kelime
"şâhid" mânâsınadır. Şahit bir gerçeği ispat konusunda şahitliğine,
yani bilgisine ve görüşüne dayanarak verdiği habere başvurulan verilecek hükme d e
lil niteliğinde olan kimsedir ki, bundan istifade edilerek, ıstılahta herhangi bir
genel yargıyı ispat için başvurulan delil veya tanığa da şahit denilir. Şer'an,
kendisinin başkası aleyhinde bir hakkı bulunduğunu haber verme ve talep etmeye dava,
başkası n ın kendi üzerinde hakkı olduğunu haber verme ve beyan etmeye ikrar
denildiği gibi, bir başkasının bir başkası üzerindeki hakkını açıklama ve haber
vermeye de şehadet (şahitlik) denilir. Şu halde şahit, davacı ile davalı arasında
ortada, tarafsız, adil ve y alnızca gerçeği söyleyen, sözü dinlenir ve sözüne
itibar edilir bir kimse demektir. Bundan dolayı da gerek hareket ve davranışları
bakımından, gerek diğer halleri bakımından örnek alınan kimselere de
"şahit" denilir: "Bu böyledir, çünkü filan böyle söyled i, filan iş
böyle yapılmalıdır, çünkü filan böyle yapıyor." tarzında herhangi bir
konuda kesin hüküm için senet kabul edilen kişiler de hep şahit hükmündedirler ki,
bunlar en büyük insanlar demektir. İşte Cenab-ı Allah, Muhammed
ümmetini insanlar arasında böyle hakşinas, doğru sözlü, adil, dürüst ve iyi
ahlâk sahibi, ilim ve irfan ile seçkin, şahitlik yapmaya layık, merkezî bir cazibeyi
ve imameti haiz, önder bir cemaat yapmak ve tam mânâsıyle adil ve hakim bir ümmet
teşkil etmek için, Hz. Muhammed Mustafa' n ın gölgesinde ve çevresinde insanları
yeni bir sırat-ı müstakime hidayet buyurmuştur. Diğer kavimler arasında İslâm
ümmetinin, bu vazifelerini unutmaması icab edecektir. Müslümanlar şuna buna uyuntu
olmayıp, başka milletlere nümûne-i imtisal (örnek) ve me r ci olması gerekecektir.
Bunu temin eden sırat-ı müstakim vehbî (Allah vergisi) olduğu halde, onun üzerinde
bu noktadan yürümek kulun veya kulların çalışmasına bağlı olan bir iştir. Ve
bunu elde eden, bu saydığımız özellikleri kazanmış olan ümmetin icmaı ( t
oplanması) da hak bir delil, gerçek bir şahit olur. Gerçekte bu şartlar altında
yürüyen müslümanlar ve özellikle Ashab-ı kiram, yeryüzündeki bütün kavimlerin
teveccüh ve güvenini kazanan bir merkez olarak hak konusunda önderliği haiz bir
büyük ümmet olmuş l ardı. Ey müslümanlar! Siz, işte böylece insanlar üzerine
şahit olasınız, bu Resul de sizin üzerinize şahit ve sizin için uyulacak, ardına
düşülecek bir önder olsun. "Gerçekten de Allah Resulü'nde sizin için güzel
bir örnek vardır." (Ahzab, 33/21) âye t inin delalet ve işaret ettiği gibi, siz
onu, söz ve davranışlarınızda, oturup kalkışınızda kendinize şahit tutar, imam
ve önder kabul eder; bir örnek, bir nümûne-i imtisal edinirseniz ve onun getirdiği
sırat-ı müstakim üzerinde giderseniz bütün insanlar s i zin arkanızdan gelir ve
sizi cemaatınızla birlikte kendisine ima... devamı... (11. sayfa)