103-ASR Suresi Tefsiri:
Vav 'da olduğu
gibi yemin içindir. "Kamus"ta anlatıldığı üzere "asr" kelimesi lügatte, isim
olarak: dehr (gece ve gündüz), gündüzün zevalden önce ve sonra iki tarafı
gadat (tan yeri ağırmasından, güneş doğuncaya kadar olan zaman) ve aşiyy (zeval
ile akşam veya akşam ile yatsı arası) ve özellikle öğleden sonra güneşin kızarmasına
kadar olan ikindi vakti, insan toplumu aşiret ve yağmur. Masdar olarak da:
Hapsetmek, yasaklamak, vergi vermek, sıkıp suyunu çıkarmak mânâlarına gelir.
Ve bir şeyin özel vaktine, aynın üç harekesi ile "asr, ısr, usr, usur" denilir.
Nitekim "geldi, fakat vaktinde gelmedi; uyudu, fakat vaktinde uyumadı" demektir.
Gündüzle geceye ve sabah ile akşama asrân (iki asır) denilir. Cins lamı ile
yerine göre bunların her birinin cinsine ve mutlak halinde hepsine muhtemel
olduğu gibi, ahd lamı ile de içlerinden belli birine ve mesela bir ikindi
vaktine veya herhangi bir şeyin muayyen bir zamanına sarfedilmiş olur. Ondan
dolayı dilimizde "asr" mutlak zaman ve özellikle içinde bulunulan zaman ve
"karn" (yani seksen veya yüz senelik bir zaman) mânâlarında yaygın olmuştur.
Burada tefsirciler başlıca : İkindi namazı, ikindi vakti, dehr ve zaman, özellikle
Muhammed Aleyhisselam'ın asrı, yani Resulullah'ın gönderildiği zaman, ahir
zaman mânâları üzerinde yürümüşlerdir. İbnü Cerir, "dehr, öğle saatlerinden
bir saat, ikindi mânâları" hakkındaki rivayetleri zikrettikten sonra der ki:
Bu hususta doğru olan görüş şudur: Rabbimiz Teâlâ asra yemin etmiştir. Asr,
zamanın ismidir, ikindidir, gece ve gündüzdür. Bu ismin içerdiği mânâlardan
birini tahsis etmemiştir. Onun için bu ismin lazım olduğu her mânâ bu yeminde
dahil olur.
Demek olur
ki "asr", çeşitli mânâlara gelen bir müşterek lafız olduğu ve birini tayinde
ipucu bulunmayıp hepsine de yüklenmesi sahih olabileceği cihetle "asr denilen
her şey" mânâsıyla tümüne hamletmek en doğrusudur.
O halde burada
tefsircilerin zikrettikleri mânâlardan herbir yönünü düşünmek gerekir:
1- İkindi
namazı: Mukatil demiştir ki: Allah Teâlâ ikindi namazına yemin etmiştir. Zira
"Namazları ve orta namazı koruyun." (Bakara, 2/238) âyetinde "salat-ı vusta"
(orta namaz) çoğunluğa göre ikindi namazı olduğu için onun bir özel fazileti
vardır. Hendek vak'asında Peygamber (s.a.v.) "Bizi, orta namaz olan ikindi
namazından alıkoydular." buyurmuştu. Bir hadiste de "İkindi namazı geçen,
sanki ehli ve malı yok edilmiş gibidir." diye rivayet edilmiştir. İkindi vakti,
gündüzün sonuna doğru insanların en çok kazanç ve ticaret için dünya işlerine
daldıkları meşguliyet zamanı olması itibarıyla, ikindi namazının o sırada,
zorluğuyla beraber yüksek bir uyarıcı özelliği vardır. Şu halde ona yemin
ile faziletine dikkat nazarını çekmekte önemli bir mânâ vardır.
2- İkindi
vakti: Katade demiştir ki: İkindi namazının vakti olması ve kuşluk vaktine
karşılık birtakım kudret delillerini içermiş olması bakımından Allah Teâlâ
"duhâ" (kuşluk vakti)ya yemin ettiği gibi ikindi vaktine yemin etmiştir. Gerçekte
ikindi vakti gündüzün sonu olması bakımından, dünyada diğer yaratık ve hayvanların
yaratılışından sonra yaratılan ve bundan dolayı yaratılış gününün ikindisinde
yaratılmış demek olan insan türünün yaratılış zamanını andırdığı gibi, dünyada
bir gün değerinde demek olan insan ömrünün de son demlerini andırdığı ve ikindi
vakti geçip de bir şey kazanamadan evine dönecek olanların hali de pek acıklı,
hüsranlı olduğu için, önceki sûredeki çokla öğünmenin aldatmasını açıkladıktan
sonra bu sûrede insanların zararı anlatılırken ikindi vaktine yemin olunarak
dikkat nazarı celbedilmesinin de ikindi namazına yemin olunmak gibi önemli
bir mânâsı vardır. Bununla beraber şu mânâ daha geniş kapsamlıdır.
3- "Dehr":
İnsan Sûresi'nde açıklandığı üzere "dehr"in asıl mânâsı, Rağıb'ın dediği gibi,
âlemin varlığının başlangıcından sona ermesine kadar olan müddet, yani zaman-ı
kül (tüm zaman)dür. Bu mânâca tüm zamana ve bir kısmına söylenilen zamandan
daha özeldir. Zaman ona da, kısımlarına da söylenir. Bununla beraber "dehr",
uzun zamana ve âlemin yaşama müddetine, yani ömrüne ve mutlak zaman mânâsına
da kullanılır ki daha kapsamlıdır. Bundan dolayı çoğunlukla "asr"ı, "dehr"
ile tefsir ederken tefsirciler "dehr" ve "zaman" demişler ve "asr"ı dehr ile
tefsirin tarzında, dehr ve zamana yeminin hikmetinde de bir kaç açıklama şekli
göstermişlerdir:
Birincisi:
İbnü Cerir'in rivayet ettiği üzere Hz. Ali (r.a)'den: yani "Asra ve dehrin
belalarına, nöbet nöbet gelen musibetlerine yemin olsun ki, doğrusu insan
bir hüsran içindedir ve zamanın sonuna kadar onun, o hüsranın içindedir."
diye okuduğu işitilmiş ve bu, bir tefsir sayılmıştır. Demek ki "asr", dehr
(zaman) mânâsınadır. Ve zamana yeminin hikmeti de onun insana devamlı musibetler
yağdıran acı ve büyük olaylarına ve değişmelerine karşı uyarmadır. Bir de
bu tefsirde hüsran (zarar)da kalanların ebedî olarak kalacaklarını beyan etme
vardır. Bununla birlikte denebilir ki, bunda asrın yalnız zaman mânâsına değil,
sıkmak ve hapsetmek mânâsına da bir işaret vardır. Ancak bu mânânın, yeminin
müstesna tarafını değil, müstesna minh (kendisinden istisna olunan) tarafını
takviye etmekte olduğu açıktır.
İkincisi:
Denilmiştir ki: "Dehr" (zaman) yaratıcı Allah'ın kudretine delalet eden her
türlü acaiblikleri, gariplikleri içerir. Onun için ona "Ebu'l-Aceb" (Aceb'in
babası) denilmiştir. Küllî (tümel) veya cüz'î (tikel), alışılmış veya alışılmamış,
acı veya tatlı, kârlı veya zararlı her türlü hareket ve olay, değişim ve başkalaşımlar
onda vaki olur. Devletler, milletler, nimetler, felaketler onda ortaya çıkar,
onda büyür, onda son bulur, onda kalır. Hatta dehir ve zaman denilen şey kendisi
"Acebü'l-acaibat" (şaşılacak şeylerin en şaşılanı)dır. O, bir taraftan ardı
arkası kesilmeyen bir hareket ve cereyan arzeden bir değişim ölçüsü, bir taraftan
da o hareketlerin ötesinde bir sükun (durgunluk) ve sabitlik ifade eden sade
bir süreç (devamlılık ölçüsü) olarak görünür.
Yokluğa benzer
bir varlık, varlığa benzer bir yokluk gibidir. Râzî der ki: "Akıl ona yok
diye hükmedemez, çünkü devirler, seneler, aylar, günler, saatlerle kısımlara
bölünür. Fazla, eksik ve uyuşmakla, geçmiş ve gelecek olmakla hükmedilirken
nasıl yok olur? Bununla beraber mevcut diye de hükmolunamaz. Çünkü şimdiki
hal, bölünmeyen bir andır. Geçmiş ve gelecek ise yokturlar. Yokluğa ise varlıkla
nasıl hükmedilir." Onun için felsefeciler ve Kelamcılar, "Zaman mevcut mudur,
yok mudur, mevhum mudur? Bizim onu bilişimiz (bedihi) açık mıdır, intizai
(soyutlama) mıdır! diye konu edip durmuşlardır.
"Mazi hayal,
manzar-ı âtî henüz adem,
Hal oynatır
şuurumu bilmem nedir bu dem?
Bir an imiş
meâli kitab-ı vücudumun,
Ömrüm şu gamgüârım
olan satr-ı mürtesem".
"Geçmiş hayal,
geleceğin manzarası henüz yok
Şimdiki zaman
oynatır şuurumu bilmem nedir bu an?
Bir anmış
anlamı vücut kitabımın
Ömrüm şu keder
ortağım olan yazılmış satır."
Bir Arap
şairi de:
"Zamanı bir
gemi gibi görüyorum, bizimle ölüme doğru
Akıp gidiyor,
fakat hareketlerini göremiyoruz." demiştir.
Zaman, böyle
varlıkla yokluk arasında iyi ve kötü, nimet ve bela, genişlik ve darlık, sıhhat
ve hastalık, zenginlik ve fakirlik, kâr ve zarar gibi zıtları toplayan, türlü
şaşılacak şeyleri içermesi itibarıyla önemine binaen ona yemin edilerek onun
içinde bulunan insanın zarar veya kazanç açısından durumlarına dikkat çekilmiştir.
Üçüncüsü:
İnsanın ömrü en kıymetli sermayesidir. Ne kazanacaksa onunla kazanacaktır.
O ömür ise dehir (zaman)den biz cüzdür. Onunla akmaktadır. Hatta insan için
zaman ömründen, hatta ömrünün içinde bulunduğu anından ibaret değildir. Kârsız
geçen her an, o güzel sermayeden heder edilen bir ziyan, bir hüsrandır. Bununla
beraber senelerce kaybedilen bir ömür, içinde bulunduğu son bir lahzada kendisine
ebedî cenneti kazandıracak güzel bir iş yapmaya muvaffak olabilirse, geçen
bütün kayıpları telafi ederek o zarardan kurtulmuş ve o insan için en şerefli
şey ve bütün zaman ve lahzadan ibaret olmuş olur. Bu sayede insan, ömrünün
içinde bulunduğu her saniyesini fırsat bilerek, onunla geçirmiş olduğu fırsatları
kaza ile telafi etmeye bir dereceye kadar imkan bulur. Nitekim "Ve o, öğüt
almak veya şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbirlerini izler yaptı."
(Furkan, 25/62) buyurulmakla ona işaret edilmiştir. Böyle vaktinin kıymetini
bilmek mânâsınadır ki, mutasavvıflar, "Sofî, ibnü'l-vakt (vaktin oğlu) olmalıdır,
yani ömrünün ve özellikle fiilen içinde bulunduğu vaktin kıymetini bilmeli
ve onunla yarın ahireti için ne kâr, ne hayır edebilmek mümkün ise onu kazanmaya
çalışmalıdır, demişlerdir. Nasıl ki bugünün yarını yoktur, diye ahirete inanmayanlar
da tersine dünya zevkini sürerek gönüllerince kâm almak için "Gün bugündür,
saat bu saattir, ne yapacaksak şimdi yapmalıyız." diyerek, ne olursa olsun
vaktine uyup, çıkarını gözetme mânâsına "İbnü'z-zaman" (zamanın oğlu) olmak,
zaman geçince onunla beraber geçip gitmek isterler. Maksatları farklı olmakla
beraber ikisi de:
"Öğren rüsum-ı
asrı, lisan-ı zamaneyi,
Bak tab-ı
nasa vakte münasip tekellüm et"
"Öğren asrın
âdetlerini, zamanın dilini
Bak insan
tabiatına, zamana uygun konuş." demekten hoşlanırlar.
Çünkü vakit
gerek kazanmak, gerek tüketmek, gerek kâr, gerek zarar için kullanılacak iş
zamanıdır. İşte vakit böyle bir fırsat ve ömür bütün anlarıyla böyle kâr ve
zarara maruz bir sermaye ve zaman böyle bir taraftan tükenmek, bir taraftan
artmak üzere bulunan nimetlerin asıllarından bir nimet olmak hasebiyle vakit
ve zamanın kadrini takdir ile ömrün kıymet ve mahiyetine dikkat nazarını çekmek
için asra yemin edilmesinde mühim mânâlar vardır. Birbirini açıklamak demek
olan bu iki vecihte asrın dehr ve zaman mânâsı düşünülürken yasaklama ve verme
mânâlarına da işaret edilmiş bulunduğu gizli değildir. Bunlar yeminin gelecek
cevabında hem müstesna minh ve hem müstesna taraflarına bakmakta, teyit edici
yönlerini de içermektedir.
Dördüncüsü:
Yine anılan vech üzere insan, ömrünün semeresi demektir. Zaman geçtikçe insanın
ömrü eksilir ve bundan dolayı kendisinden bir cüz gitmiş bulunur. Nitekim
şöyle denilmiştir:
"Her, gün
geçtikçe benim birazım gider;
Benim için
ise ömrümden daha güzel bir şey yoktur."
O halde o
gidenin karşılığında bir çalışma olmazsa o noksan tam zarardan ibaret olur.
Bununla beraber şaşılacak şeydir ki insan geçen cüz'ünün yerine ne kazandığını
hesap etmez de gün geçtikçe büyüdüğünü sanır. Hatta vakit geçirmekle eğleniyorum,
rahat ediyorum, diye sevinir. Onun için denilmiştir ki:
"Biz günleri
geçiriyoruz diye seviniyoruz,
Halbuki her
geçen gün ecelden, ömürden bir eksikliktir".
Bu itibar
ile "asr"a yeminde şu mânâ olur: "O şaşılacak olan asra, zamana iyi dikkat
ediniz. Çünkü o geçtikçe insan büyüyorum, çoğalıyorum, yaşıyorum zanniyle
sevinir, halbuki o asır devamlı onun ömrünü yemekte, o geçen gece ve güdüz
vücudunu kemirmekte ve bu şekilde o, her an zarar içinde kalmaktadır. Ancak
iman edip de güzel ameller yapanlar... müstesnadır. Onlar zarar etmez, kâr
ederler. Bu mânâ iledir ki 1332 Hicrî (1913 Miladî) senesi Birinci Cihan Harbi'nden
önce "Tetkikatı Şer'iyye Meclisi reisi" iken vefat eden üstadım Büyük Hamdi
Efendi ismiyle bilinen el-Hâc Mahmud Hamdi b. Ahmed b. Abdullah el-Kayserî
(Allah ona rahmet eylesin) hazretlerinin vefatı ve Balkan harbinin üzüntüleri
dolayısıyla yazdığım:
"Nefislerin
hoşlanmayacakları bir belâ ortaya çıktı,
Bütün niyetleri
azarladı ve zanları titretti, hesapları sarstı.
Belâ, yol
yol, türlü türlüdür. Bizim belamızın yolu, kanunu da
Yerlerinde
Sa'dan dikeni bitirmek için harman döğer gibi nefisleri döğmek, ezmektir.
Bahar obaya,
güzel bir dirlik, bir refah vaad etmişti.
Derken üzerlerine
musibetler, hadiseler dökmeye başlad" beyitleriyle başlayan mersiyede şöyle
demiştim:
"Hayat bizi
aldatıyor, halbuki ölümümüz
Onun memesinden
sütlerini emiyor."
Yani ölümümüzü
emzirip büyüten, kucağında besleyen ana, ölümün anası hayat iken o bizi aldatıyor
"Böylece kişi,
hayatın zefir ve şehîkı (soluk alıp verişi) ile nefesleri arasında
Kendini yaşıyor
sanıyor, halbuki kefenler dokuyor. "
O nefes alış
veriş, kefenleri dokuyan mekiklerin hareketinden ibaret iken insan yaşıyorum
sanıyor da aldanıyor. Düşünmüyor ki insanın nefesleri arasında dokunan bedeninin
ve derisinin dokuları kendisini ölüm için saran birer kefen gibidir."
Beşincisi:
Bir de bir takım kimseler, gördükleri fenalıkları, çektikleri hüsranları hep
dehre, zamana yükleyerek zamandan şikayet ederler. Ve zamanların uğursuzluğundan
bahsederler. Halbuki:
"Zaman bozuldu,
fesadı var diyorlar.
Zaman bozulmadı,
kendileri fesat."
denildiği üzere fesat, fenalık zamandan değil, insanların kendilerindendir.
İşte asra
yemin edilmekte zamandan önemini hatırlatmakla bir de o zaman bozulduğu iddiasını
red mânâsı vardır. Zira kasem, (yemin) edilen şeyin şerefine işaret eder.
Bu şöyle demek olur: Hadd-i zatında asrın, zamanın ayıbı, kabahati, zararı
yoktur, o değerli bir nimettir. İnsanlar zamanın kadrini bilip de hepsi iyiliğe
çalışmadıkları için, iyiliğe çalışmayanlar zarardadır, Allah cezalarını verir.
Bu mânâ "Dehre küfretmeyin, çünkü dehr Allah demektir." hadis-i şerifi ile
işaret olunan mânâdır. Bu açıklamadan anlaşılır ki asrı böyle dehr ve zaman
mânâsına yüklemek, en genel ve en şümullü mânâsı olmak itibarıyla diğer mânâların
faydalarına da şamil olabilecektir. Böyle olduğu halde daha açık olmak için
denilmeyip de buyurulması, "Bizi zamandan başkası helak etmiyor." (Câsiye,
45/24) diyen Dehriler'in zanlarına bir ihtimal şüphesi verilmemek faydasını
içerdiği gibi, asrın anılan özel mânâlarının da önemlerini hatırlatmaktan
uzak olmaz. Zira mutlak asrın, dehrin önemini yemin ile ihtar etmek, onun
en mühim olan kısımlarını düşünmeye ve araştırmaya sevkeder. Bu ise özellikle
"lâm-ı tarif" ile belirli olmak hasebiyle de en çok muhataplara yakından ilgisi
olan asrı düşündürmek gerekir. Bu da herkese ilk önce kendi bulunduğu zamanın
sınırlarını ve kısımlarını hatırlatır. Bunda ise ilk muhatap Resulullah (s.a.v.)
olduğu için "lâm", "ahd"e hamledilmiş olmak üzere:
4- Bu asırdan
maksadın, nübüvvet asrı yani Muhammed aleyhisselam'ın asrı olduğu akla gelir.
Bunda mutlak asrın her mânâsı bulunmakla beraber hepsinden seçkin olan bir
fazilet ve özellikle büyük bir toplum da vardır. Bu da üç mertebe üzere düşünülebilir:
Birinci olarak,
peygamberlerin sonuncusu olan Resulullah'ın ilk gönderilmiş olduğu zaman ki,
her tarafta dinler çığırından çıkmış, peygamberlik, fazilet, hak ve adalet,
Allah'ı bilme ışıkları sönmüş, âlemi cehalet, küfür ve şirk karanlıklarıyla
zulüm ve cefa, azgınlık ve fesat, şer ve hasar kaplamakta bulunmuşken bir
"Kadir gecesi"ne "Rabb'in adıyla oku." (Alâk, 96/1) emriyle Kur'ân nazil olarak
Peygamberlik nuru doğmuştu. Beyyine Sûresi'nde geçtiği üzere kıymetli dinin
neşriyle insanlığı "şerru'l-beriyye" (yaratılanların en kötüsü)nin istilasından,
küllü hüsrandan kurtarmak için kurtuluşa davet ile cennet ve rıdvan yolunu
göstermeye başlamış, bu şekilde ortaçağdan son asra geçiren değişmelerin ve
ınkılabların başlangıcı olmuştu. O zaman, bu asra yemin ederek "Muhakkak insan
zarardadır, ancak iman edenler... müstesna." buyurulmasının mânâsı şüphesiz
ki mühimdir.
İkinci olarak,
Peygamberimiz'in gönderilişinden vefatına kadar olan "saadet asrı"dır ki biri
mücahede, biri de fetih ve üstünlük ile başarı iki bölümden ibaret olan bu
asırda peygamberlik nuru gittikçe parlamaya başlayıp hidayet ve Hak din, "Bütün
dinlere üstün kılsın için." (Fetih, 48/28) bütün âleme yayılmak üzere hak
ve batıl birbirinden ayrılmış, kazanç ve zarar yolları ayırdedilerek "Doğruluk,
sapıklıktan seçilip belli olmuştur." (Bakara, 2/256) hükmü ortaya çıkmıştı.
Bu asra kasemdeki mânâ ise daha önemlidir. Nihayet Peygamber'in gönderilmesinden,
daha doğrusu Resulullah'ın hicretinden son zamana kadar bütün son asırları
içeren ahir zamandır ki, bu asır bütün zamanın ve bütün peygamberlerin asırlarının
hükümlerini ve eserlerini gayesine erdirecek olan Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğinin
devamı müddeti mânâsına Muhammed (s.a.v.)in asrıdır. Ve işte asrın en kapsamlısı
bu asırdır.
Bir kısım tefsircilerin dediği gibi bizce de en çok akla gelen bu asırdır.
Burada özellikle bunun önemi hatırlatılmak üzere asra yemin edilmiştir. Çünkü
Kasas Sûresi'ndeki "Andolsun biz ilk nesilleri helak ettikten sonra Musa'ya
Kitap verdik." (Kasas, 28/43) âyetinde işaret olunduğu üzere Kur'ân'da insanlık
tarihi açısından zamanın üç kısma ayrılmasına işaret olunmuştu. Hz. Musa'ya
Tevrat'ın inmesinden önce geçen, yani Firavun'un helâkıyla son bulan zaman
ilk asırlar zamanı ve Tevrat'ın inmesiyle açılan zaman da son Peygamber'e
kadar orta asırlar zamanı, son Peygamber Muhammed Aleyhisselam'ın ortaya çıkmasıyla
başlayan son asırlara da ahir zaman, yani Muhammed (s.a.v.) ve ümmetinin asrı
demek olduğundan denince bu asır anlaşılmak gerekir. Bir gün, sabah, öğle
ve ikindi üç vakit olarak düşünüldüğüne göre bazı hadislerde Âdem'in yaratılışı,
âlemin yaratılışına göre yeryüzünde bitkiler ve hayvanların yaratıldığı son
günün asrı, yani ikindisi halinde tasvir edildiği gibi, dünyada beşer türünün
ömrü de bir gün sayılarak Muhammedî asır bugünün ikindisi misalinde temsil
edilmiştir. Nitekim Buhârî ve diğerlerinde şu hadis meşhurdur: Sizden önce
geçmişlere oranla sizin vaktiniz ikindi namazıyla güneş batımı arası kadardır.
Sizin meselinizle sizden öncekilerin meseli tıpkı o adamın meseline benzer
ki, bir ücret tayin etmiş,"sabahtan öğleye kadar kim çalışırsa bir kırat demiş.
Yahudi çalışmış, sonra öğleden sonra, yani "ikindiye kadar kim çalışırsa bir
kırat demiş", hıristiyan çalışmış. Sonra da "ikindiden akşama kadar kim çalışırsa
iki kırat" demiş, siz çalışmışsınız. Bunun üzerine yahudi ve hıristiyanlar
kızdılar: "Biz daha çok çalışmışken daha az ücret aldık." dediler. Allah Teâlâ
da: "Ben sizin ücretinizden bir şey kestim mi?" buyurdu. "Hayır" dediler.
"O halde bu benim bağışımdır, onu dilediğime veririm." buyurdu. Bu şekilde
siz az amel (iş)le çok ücrete nail oldunuz". (İnciller'de de buna benzer bir
temsil bulunduğu geçmişti).
Bir kısım
tefsirciler bu hadis ile delil getirerek demişlerdir ki: Bu hadis, asrın Hz.
Peygamber'e ve "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz."
(Âl-i İmran, 3/110) buyurulan ümmetine mahsus olan zaman olduğuna delalet
eder. Allah Teâlâ Resulü'nün "İçinde oturmakta olduğun Belde'ye." (Beled,
90/2) diye mekanına ve "(Ey Resulüm) senin ömrüne andolsun." (Hicr, 15/72)
diye ömrüne yemin ettiği gibi, burada da asrına yemin etmiştir. Şu halde bu
açıklamadan sonra mânânın sonucu şu olur: Ey Muhammed! Her mânâsıyla asra
ve özellikle pek büyük olaylara sahne olmak, gerek baskısı, gerek verimi itibarıyla
bütün geçmiş zamanların özeti, zamanın ikindisi demek olan son asra, yani
bütün ümmetlerin hesabı görülmek üzere bulunan ve senin asrın olan ahir (son)
zamana yemin olsun ki
2. kuşkusuz
insan; kelimesinin başındaki elif-lâm, istisna karinesiyle istiğrak içindir.
Yani her insan, bütün beşer türü her asırda ve her zamanda ve özellikle son
asırda bulunan insanlar, gelecekteki istisna edilenler hariç hepsi, mutlak
bir zarar içindedir. Küfür ve küfran gibi husr ve hüsran, kazanacak yerde
zarar etmek, sermayeyi kaybetmek, nihayet iflas ile hasret ve ümitsizlik içine
düşmektir. "Tenvin" de büyükleme ve türlendirme içindir. Yani büyük bir ziyan
veya bir çeşit ziyan içinde boğulmaktır. Çünkü insanın sermayesi ömrüdür,
o ise her nefes, her saat harcanılıp giderek tükenmekte ve her nefes geçtikçe
o nimetlerin sonu ve hesabı yaklaşmaktadır. Eğer o nefesler, insanın her istediği
zaman, istediği gibi yapacak şekilde kendisinin olsaydı, kendi yapısı ve icadı
bulunsaydı o ömür tükenmez, insan onu dilediği gibi harcamakta hiçbir zarara
düşmezdi. Fakat o insanın kendi mülkü değil, yaratan Halık Teâlâ'nın mülkü
olup, onun adına güzel tasarruf ederek kârından istifade etmesi için insana
sınırlı ve hesaplı bir şekilde verilmiş emanet sermaye kabilindendir. İnsanın
bütün istifadesi, onun harcama ve alışverişinden hasıl olacak kâra bağlıdır.
Onun için "İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm, 53/39) ve "Herkes
kendi kazancına bağlıdır." (Tûr, 52/21). Bu şekilde insan o sermayeyi veren
sahibine ödedikten sonra, hesap günü kendisine kalacak olan kâra göre kendisini
kurtaracak ve o oranda nimetlenmiş olacak veya açığına göre sorumlu ve iflas
etmiş olarak zarar ve azapta kalacaktır. Tartının ağır veya hafif basmasının
sonucu da budur. O halde zamanın acı veya tatlı olaylarla akışı içinde her
harcanan nefeste bir zarar vardır ki, onu ancak karşılığında Allah için yerine
konup onunla tartılacak olan kâr ödeyebilecektir. Ömürden her geçen saat,
her harcanan nefes, ya bir işe harcanır, ya boşuna geçer. Boşuna geçtiyse
elbette bir zarardır. Bir işe harcandıysa, o iş ya hayır ve güzel olanbir
itaattir veya şer ve fesat olan bir günahtır. Veya ne o, ne o; ikisi ortası
mübah olan bir iştir. Bir mübah ise, bir eseri kalmamak itibarıyla boşuna
geçmiş gibidir. Bir şer ise kesin bir zarardır. Eğer itaat ise onu veya diğer
birini ondan daha güzel bir şekilde yapmak da mümkündür. Çünkü Allah Teâlâ'ya
tevazu ve baş eğme mertebeleri sayısızdır. Çünkü Allah Teâlâ'nın kahr ve yücelik
mertebeleri ve mutlak güzellik tecellileri sonsuzdur. Onun için insanın Allah'a
ilmi ne kadar çok olursa korku ve sevgisi de o nisbette çok, tâat ve amelde
Allah'ı yüceltmesi, o nisbette daha tamam ve daha mükemmel olur. O halde her
nefeste daha güzelini yapamayıp da düşüğüyle kalmakta kârdan da olsa yine
bir tür ziyan vardır. Bu itibarla insan her an bir tür ziyandan uzak değildir,
demek olur. Bununla beraber bunlara asrın, zamanın akışı içinde her yönden
hücum etmekte olan engelleri, baskı yapan diğer büyük olayları da katarak
düşünülürse, insanın her an nasıl bir tehlike ve ziyan içinde bulunduğu açıkça
anlaşılır. Her an nimet ve refah içinde bulunduğu kabul edilse bile, her dem
ömrü ölüme doğru gitmekte bulunan insanın bir zarar içinde bulunduğunu inkâr
etmek mümkün değildir. Zira her geçen nefes bir ölümdür. Bundan dolayı Razî
der ki: "Bu âyet insanda ziyan ve sıkıntının asıl olduğuna delalet eder."
Bunun açıklaması şudur: İnsanın gerçek saadeti, ahireti sevmek, dünyanın acı
ve tatlısına iltifat etmemektedir. Bununla beraber ahirete çağıran vesileler
ise açıktır ki o beş duyu, şehvet ve kızmadır. Onun için halkın pekçoğu dünya
sevgisi ile meşgul ve onu talebde boğulmuştur. Bundan dolayı zarar ve helaktedirler.
3. Ancak o
kimseler müstesna. Şu sayılacak dört vasıf ile sıfatlanmış olanlar ziyanda
değil, kârdadırlar:
1- Ki iman
etmişler. Fatiha Sûresi'nde ve Bakara Sûresi'nin başında ve diğer yerlerde
geçtiği üzere bütün âlemlerin Rabb'i, Rahmân'ı, Rahîm'i, din gününün sahibi
Allah'ın birliğini ve indirdiğini tasdik edip ona ihlas ile ibadet ve itaate
söz vermişler, "En güzel (söz)i doğruladı." (Leyl, 92/6) buyurulduğu üzre
"en güzel"e; doğru itikad ile inanıp, fazilet ile rezilliğin, iyilik ile kötülüğün,
doğru ile eğrinin, mümin ile kâfirin, itaat eden ile isyan edenin, haklı ile
haksızın Allah yanında farkı olduğuna, hayır amellerin iyi, şer amellerin
kötü cezası verileceği ahiret gününe, din (kıyamet) gününe inanmışlar.
2- Ve iman
ile güzel ameller işlemişler. Yani imanları yalnız gönüllerinde ve dillerinde
kalmamış, bütün hislerine, akıllarına, varlıklarına işleyerek iradelerine
sahip olmuşlar da yaptıkları işleri iman ve inançlarına uygun, Allah'ın rızasına,
indirdiği hükümlerine uygun, hak ve hayır olduğuna inanarak yapmışlar, hep
iyiliğe çalışıp kendileri, aile, akraba, kavim, insanlık için iyilik, sonu
hayır ve menfaat olan işler; "Hanginizin daha güzel iş yaptığınızı denesin
için." (Hud, 11/7; Mülk, 67/2) buyurulduğu üzere güçleri yettiği kadar güzel
ameller yapmışlar, emrolunan görevleri yerine getirmiş, yasaklanan büyük günah
ve çirkinliklerden çekinmişlerdir ki, bunların esası Kitap ve Sünnet'de açıklanmıştır.
Zamanına göre cüz'iyat (parçalar)ı da icma-i ümmet ve ictihadlarına bırakılmıştır.
İmandan sonra Hak Teâlâ'nın emrini yüceltme yarattıklarına acıma ve menfaat
esasında özetlenen salih amel, başlıca iki türlüdür:
Birisi bedene
ait ibadetler gibi mükellefin baştan itibaren ve bizzat kendisine faydalı
ve kendi iyiliğine olan ameller. Diğeri de zekat ve sadaka gibi başkalarına
faydalı olan amellerdir. Birine kendini kemale erdiren, diğerine de başkasını
tamlayan, yahut birine fazilet, diğerine fadl (iyilik etme) denilir. Bunun
en önemlisi de hakka çağırma ve hak yolunda mücahededir. Onun için bunlar,
iman ve güzel amel ile teorik ve pratik güçlerini olgunlaştırmaya çalıştıktan
başka, Allah için birbirlerinin ve başkalarının kemal ve kurtuluşlarına da
çalışarak, Hakk'a çağırma, iyilik etme ve ıslah etmeyle beraber başkasını
kemale erdirmeye gayret hususunda birbirleriyle andlaşmayı ve hep hak yolunda
yardımlaşmayı da vazife bilmiş olduklarından dolayı güzel amelin özellikle
bu iki kısmına işaretle buyuruluyor ki:
3- Ve Hakk'a
vasiyetleşmişlerdir. Yani bütün azimleri Hakk'a yönelik; imanları da, amelleri
de, sözleri de hep Hakk'a sarfedilmiş. Çünkü Hakk'a sarfedilmeyen her şey
batıldır, hasardır. Ziyan olmayacak iman ve amel de ancak Hakk'a iman ve Hak
yolunda çalışmaktır. Onun için bunlar, büyük küçük birbirlerine, aynı cinsten
olduklarına gösteriş, münafıklık, ziyankârlık, ilişiksizlik veya riyakârlık
ve dalkavukluk etmeyip, bütün iyilik Hakk'ın elinde olduğunu bilerek ve fanî,
geçici, aldatıcı, yıkıma götürücü şeylere aldanmayıp, her şeyin hakkını gözeterek
hep birbirlerine Hakk'ı tavsiye etmişler, her işte Hak, sabit, doğru olanı
yapmayı, Hak üzere birleşmeyi, hep Hakk'a davet etmeyi, emri bil'l-maruf (iyiliği
emretmek)u ve nehyi ani'l-münker (kötülüğü yasaklama)i, kısaca Hak ve doğruluk
üzere hareketi tavsiye ve nasihat etmişler, öyle yemin edip, o yolda muamele
etmişler, imanları da, amelleri de hep Hakk'a sarfedilmiş.
4- Ve sabra
vasiyetleşmişler. Yani Hak ve hayır yolunda sabra vasiyetleşmişlerdir. Çünkü
zamanın acaibliği, dünyanın aldatması, nefislerin eğilimleri, ziyana gidenlerin
çokluğu karşısında hayır yapmak, doğru söylemek, Hak yolunda gitmek bir çok
acılar çekmeye, zorluklara katlanmaya, mücalede etmeye, batıl iflas geçitlerini
atlamaya, bunlar da sabra dayanmaktadır. Onun için Lokman Sûresi'nde iyiliği
emir ve kötülüğü yasaklayanlara "Namazı kıl, iyiliği emret, kötülüğü yasakla,
sana isabet edene sabret, kuşkusuz bunlar (Allah'ın yapmanı emrettiği) kesin
işlerdendir." (Lokman, 31/17) diye isabet edecek musibetlere sabır tavsiye
edilerek, onun azme dayanan büyük işlerden olduğu anlatılmıştı. Burada da
bunların birbirlerine doğruyu tavsiye ederken, aynı zamanda sabır da tavsiye
ettikleri özellike anlatılmıştır. Nitekim Beled Sûresi'nde akabe (sarp yokuş)yi
geçen ve iman edip de birbirlerine hem merhamet, hem sabrı tavsiye edenlerin
meymenet sahibi oldukları anlatılmıştı. Hak yolunda can veren şehitlerin Allah
katında ebedî hayata ulaşmaları da sabır sayesindedir. Ölüm nasıl olsa takdir
edilmiş olan bu âlemde böyle Hak yolunda güzel iş görmek için can vermek ve
öyle Hakk'a kavuşmaktan daha büyük ne saadet olabilir? Fakat öyle bir azim,
öyle bir sarp yokuşu aşmak kolay değildir.
İşte bu müstesnalar,
öyle birer sarp yokuş olan müşkül, zor durum ve hallerde caymamayı, yılmamayı
bırakmamayı, dermansızlık göstermemeyi ve böylelikle birbirlerini yardımsız,
tesellisiz bırakmayıp gerek itaat ve amel, gerek elem ve musibetler ve gerek
nefsin arzularına karşı sabır ve metanet tavsiye etmeyi kendilerine şiar edinmişlerdir.
Bilinmektedir
ki sabır, nefsin iyi bir şey yapmak veya kötülüklerden kaçınmak için acıya,
meşakkate tahammül kuvvetidir. Başlıca iki çeşit olarak düşünülür:
Birisi, elem
ve külfete sabırdır ki bununla taat ve mücahedenin ve güzel amellerin meşakkatlerine
katlanılarak yüksek himmet ve gayret sahiplerinin ulaştıkları başarılara erilir.
Birisi de
lezzet ve şehevî isteklere karşı sabırdır ki, bununla da haramdan, yasaklardan
ve hoş görünüp de sonu fena olan aldatıcı, tehlikeli, maddî veya manevî zarar
verici şeylerin zararlarından sakınılır, korunulur. "Cennet zorluklarla çevrilmiş;
cehennem de aşırı arzularla çevrilmiştir." hadis-i şerifinde iki yöne de işaret
vardır. Sabrın derecesi hususunda fıtrî (doğuştan) kabiliyetin bir hükmü bulunduğu
inkâr edilmemekle beraber, terbiyenin, alışkanlığın ve bundan dolayı azim
ve iradenin ve onun için de imanın önemi çok büyüktür. Bu yönden sabır, ihtiyarî
fiillerden olarak ef'al-i mükellefîn (görevlilerin fiilleri) arasında tavsiye
olunduğu gibi "Ey inananlar, sabredin, direnin, cihada hazırlıklı, uyanık
olun ve Allah'tan korkun ki, başarıya eresiniz." (Âl-i İmran, 3/200) diye
emrolunmuştur. Çünkü "Kuşkusuz Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153)
ve "Ancak sabredenlere, mükafatları hesapsız ödenecektir." (Zümer, 39/10).
"Sabredenleri
müjdele ki, onlara bir bela eriştiği zaman: 'Biz Allah içiniz ve biz ona döneceğiz'
derler. İşte Rab'lerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru yolu
bulanlar da onlardır." (Bakara, 2/155-157). Onun için hadislerde de, "Sabır,
genişlğin anahtarıdır." "Sabreden zafer bulur." diye varid olduğu gibi, dilimizde
de "İlmin başı sabırdır", "Sabrın sonu selamettir." diye darb-ı mesel olmuştur.
Bu açıklamadan
ve sözün gelişinden anlaşılır ki övülen ve tavsiye edilen sabır, iman ve güzel
amel ile Hak ve hayır yolunda sabırdır ki bu şecaat, sadakat ve mertlik şiarıdır.
Yoksa her kötülüğe katlanmak, her aşağılığa boyun eğmek, pislikler içine düşüp
de, her ne pahasına olursa olsun, ondan çıkmaya, kurtulmaya çalışmamak, çabalamamak,
ilişik etmemek, batılda, fenalıkta -ne olursa olsun- saplanıp kalmak ve şerre
rıza göstermek demek olan tembellik, zillet ve miskinlik ile düşüklükten ibaret
bulunan duygusuzluk değildir. Çünkü "Üstünlük, ancak Allah'a, O'nun elçisine
ve müminlere mahsustur." (Münafikun, 63/8) ve Allah "Acizlikten ötürü bir
yardımcısı bulunmayan." (İsra, 17/111) dır. Ve çünkü şerre rıza şer, küfre
rıza küfürdür. Ve eşeğe mahsus yumuşaklık kötülenmiştir. Onun için temizliğini
bulanmaktan koruyacak sıkıntıları, çakışları olmayan, yani "Hiç kızma eseri
göstermeyen yumuşaklıkta hayır yoktur." diyen şairin şu beytini -yukarılarda
da geçtiği üzere Resulullah beğenmişti:
"Berraklığını
bulanmaktan koruyacak kızgınlık eseri bulunmayan yumuşaklıkta hayır yoktur."
Ve sahih
hadiste "Sizden her kim bir kötülük, bir biçimsizlik görürse onu eliyle değiştirsin,
ona gücü yetmeyen diliyle, ona da gücü yetmeyen kalbiyle (değiştirsin) ki
bu imanın en zayıfıdır." buyurulmuştur. "Âyetlerimiz hakkında (münasebetsizliğe)
dalanları gördüğün zaman, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz
çevir. Eğer şeytan sana (bunu) unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk),
o zalimler topluluğuyla oturma."
(En'am, 6/68)
âyeti de bu mânâyı ifade eder. Bununla beraber bu gibi sabredilmemesi gereken
hallerde de telaş ve hiddetle hareket etmeyip "De ki: İşte benim yolum budur.
Allah'a basiretle davet ederim, ben ve bana uyanlar." (Yusuf, 12/108) buyurulduğu
üzere basiret ile hareket etmelidir.
İşte ancak
böyle iman, güzel ameller, hakkı tavsiyeler, sabrı tavsiyeler ile, bu dört
vasıf ile vasıflanan kimseler ziyanda değil, müstesnadırlar. Bu müstesnalardan
başkası mutlak bir ziyandadırlar. Bunun dördü de Hakk'a tam imanın belirtisi
demektir. Hak, gerçekte sabit ve tahakkuk edici olduğu ve imanın hükmü de
inanılana tabi bulunduğu için Hakk'a iman hiçbir zaman yanlış çıkmayacak ve
bütün mekan ve zamanın üstünde Hak, hayat ile yaşayacak olan ebedî bir nimet
ve saadet olduğundan, dünyada o Hakk'a tam imanın bir tezahüründen ibaret
olup da onun yolunda güzel işlere sarfedilmiş bulunan bir hayat, bir ömür,
hiçbir zaman boşa gitmez, hüsrana düşmez. Böyle bir imana erişmeyen nefisler
de ziyandan kurtulmaz. Hiç imanı olmayanların kurtulamayacağı açık olduğu
gibi, batıla iman etmiş olanların da imanın meyvesi olan amelleri, o bâtılın
bâtıllığıyla yok olup gideceği de şüphesizdir. Fakat bu âyet şunu gerektiriyor
ki, Hakk'a iman etmekle beraber güzel işler yapmayan, Hakk'ı ve sabrı tavsiye
etmeyen kimseler de bir çeşit ziyandan hariç kalmamış olurlar. Demek olur
ki, iman olunca amelsizlik ziyan etmez diyen Mürcie mezhebi sahiplerinin görüşleri
doğru değildir. Doğrusu Sünnet Ehli'nin dedikleri gibi imanı olup da, imanına
göre amel etmeyen fasıklar, asiler için de bir çeşit ziyan vardır. Zira ebedî
olmamakla beraber mümin isyankarlar için de cehennem vardır. İman en sonunda
onları da kurtarırsa da, kötülükleri iyiliklerinden ağır gelen müminler de
günahları temizleninceye kadar cehennem azabı olan hüsranı göreceklerdir.
Başta beyan
olunduğu üzere bu sûrenin geniş bir şekilde açıklanması bütün Kur'ân demek
olduğundan, daha ne kadar açıklaması yapılsa tükenmez. Taberânî "Evsat"da
ve Beyhakî "Şuab"da Ebu Huzeyfe'den -ki sohbeti vardır- şöyle dediğini rivayet
etmişlerdir. "Resulullah'ın ashabından iki kişi birbiriyle karşılaştıklarında
biri diğerine Ve'l-Asrı Sûresi'ni okumadan, sonra da biri diğerine selam vermeden
ayrılmazlardı."
Bizlerin
de asrımızın gidişini ve ömürlerimizin geçişini anlayıp düşünerek birbirlerimize
Hak ve sabır tavsiye etmeye ve Hak Teâlâ'ya tam iman ile güzel amellere başarı
dilemeye ihtiyacımız ne kadar çok! Ne kadar çok! Buna karşılık böyle Hak ve
hayır tavsiye eden müstesna kişilerle alay ederek, onları türlü türlü ayıplayıp
çirkin bulanların da hesabı yok. Fakat bunun üzerine öylelerinin ziyanındaki
şiddeti açıklamak için de Hümeze Sûresi geliyor.