3 AL-İ İMRAN SURESI TEFSIRI:
1-2-Ya Muhammed!
Yine Elif, Lâm, Mîm. Bunu iyi belle, iyi anlat! O yüce Allah, öyle bir hak
mabuddur ki, ondan başka tapınılmaya değer, tapınılmayı hak etmiş, ilâh denilecek,
kulluk edilecek hiçbir şey yoktur. Çünkü O, hayy ve kayyûmdur. Yok olmaktan,
zeval bulmaktan münezzehtir, ölmez. Ezelde ve ebedde hazır ve nazır, vacibulvücûd
(varlığı zarurî) olan ve herşeyi yöneten, yönlendiren, yarattıklarını koruyan,
kayıran ve doyurandır. Her şeyi ayakta tutan O, besleyen ve büyüten O'dur.
Bununla beraber kendisinden hiçbir şey eksilmez, daima hayy ve kayyûmdur.
Üstelik hayy ve kayyûm olan yalnızca O'dur. Zaten ilâh ve mabud da hayy ve
kayyûm olmalıdır. Binaenaleyh ne İsa, ne de başkaları, hiç biri ilâh değildir.
Onlara ilâh demek, mabudluktan, tanrılıktan hisse vermek Allah'ı inkar olur,
küfür olur.
Bu "Elif,
Lâm, Mîm"in okunuşu dikkat çekici bir konudur. Kırâetlerinde hepsinde hem
vasıl sûretinde okunur, yani, genellikle ikinci "mîm"in fethi ve Allah lafzına
vaslı ve bununla beraber vakıf halindeki gibi birinci "mîm"in medd-i ârız
halinde tûl veya kasr ile okunur. Ancak Ebu Ca'fer kırâetinde sekit vardır
ki, ne tam vakıf, ne de tam vasıldır. Bundan dolayı bunun Kufiyyûn rivayetlerinde
bile tek başına müstakil bir âyet olmadığı da söylenmiştir. Dilciler ile tefsirciler
bu okunuş tarzıyla ilgili olarak uzun uzun görüşler ortaya koymuşlardır. Fakat
mânâ bakımından biz bundan şunu anlamak istiyoruz ki, burada vasıl haliyle
vakıf hallerinin birleşmesinde bir özellik vardır. Vakıf haline itibar diğer
hallerine olan benzerliği göstermekle beraber aynı zamanda vasıl hali burada
bir özel anlam ifade etmektedir ki, bunda in demek olduğuna ve bundan dolayı
da "Âyete'l-Kürsî"nin icmâlen (özet olarak) bir remzi demek olduğuna işaret
var gibidir. Bunun bir ismi "Sûre" ve Bakara Sûresi'nin bir ismi de "Sûretü'l-Kürsî"
olduğuna, ve Âyete'l-Kürsî'nin de en büyük âyet olduğuna göre; ayrıca bunun
İlâhî isimlere işaret olması hakkındaki rivayetlerin bütünü birden göz önünde
tutulunca, bunların hepsi bu ima ve işareti destekleyebilecek emarelerden
sayılabilir. Kur'ân ilâhî ilmin ve ilâhî saltanatın parlak bir şekilde tecelli
ettiği yerdir. Âyete'l-Kürsî de o ilmin, o saltanatın en güzel ve en veciz
bir ifadesi olmak bakımından bu mânâ, in Kur'ân'ın ismi olmasına da mâni değildir.
Bunda her şeyin Allah'a döneceği temel inancının da bir ifadesi vardır. Zaten
müteşabihatın da en büyük nüzul hikmeti bu temel inancın iyice pekiştirilmesi
olduğu bilinmektedir. Şüphesiz bu hece harfleri Hz. Muhammed'in kulağında
çınlamaya başladığı zaman en önce ilâhî Kürsî'den gelen hak âyetlerini tebliğ
ediyordu. Bu sûrenin hedeflerinin en başında geleni, müteşabihatın muhkemata
irca edilmesi esasını anlatmak ve böylece hakkın âyetlerinde kaymalardan ve
sapmalardan korunma gereğini öğretmek olduğuna göre, ta başında Allah'ın birliğini
ve eşsiz yüceliğini tesbit ederken nazmı müteşabihinin muhkem nazmı ile teviline
bir misal vermiş olması, onun hemen arkasında da daha önce indirilmiş ilâhî
kitaplar arasında müteşabihatı pek çok olan Tevrat ile İncil'in, kendilerinden
sonra son Peygamber'e indirilen ve muhkematı "ümmülkitap" (kitabın anası)
olan Kur'ân-ı Azîme, Furkân-ı hakîme irca edilmedikçe tasdikleri caiz olmayacağını,
çünkü bunun muhkemat karşısında müteşabihata uymak sûretiyle Hakk'ın âyetlerini
inkâra ve küfre sebebiyet vereceğini, küfrün de şiddetli azaba sebep olduğunu
açıklaması ne kadar belağatlı ve nazmın akışına ne kadar uygundur. İşte Bakara
Sûresi'nin son âyetinde müminlerin yardım dualarına cevap olarak başlayan
bu Âl-i İmran Sûresi, bir taraftan hayatta muzaffer olmuş, yardım görmüş ve
galip gelmiş, insanlar arasında sözü geçen bir hakem ve hakim olabilmek için
inançta tevhid, ahlâkta nezahet, ilimde sağlamlık ve metanetin ilk ve temel
şart olduğunu hatırlatmak ve diğer taraftan hıristiyanların ilâhî tenzihe
aykırı olarak bazan Allah, bazan Allah'ın oğlu, bazan da üçün üçüncüsü sonra
da bütün bunların hepsi diye tanrılaştırdıkları, Yahudilerin de Peygamberlerin
nezahet ve iffetine saldırıp, sövüp saydıkları ve çamur atmaya kalkıştıkları
Hz. İsa meselesinin ayıklanıp çözüme kavuşturulmasına belge olmak için herşeyden
önce Allah'ın birliği ve tenzihi meselesini iyice tesbit ve insanların hidayeti
için kitap indirmek, ilmî ve amelî anlamda Furkan göndermekle ihsanda bulunmuştur.
Peygamberliğin isbatı ve ilmide ihkâm için ilâhî kitapların hepsini anlamak
ve onların tefsirinde öncekileri sonrakilere, müteşabihatını muhkematına irca
usulünü öğretip, bunların aksine hareketten sakındırmış ve böylece hak dini
yerli yerine oturtmuştur.
3-4- Ey Muhammed!
Allah, sana bu kitabı, hak ve hukuk sebebiyle, hak ve hakikatı içermiş olarak,
önündekileri tasdik etmek üzere hakikatın gereklerine ve olayların akış şekline
göre peyderpey indirmektedir. Ve bundan önce indirilenler arasında bilhassa
Tevrat'ı ve İncil'i indirmişti. Bunların hepsi insanlara hidayet içindir.
Böyle buyurmakla ilâhî gözetim ve yönetim altında Rablığın kanunlarına uygun
olarak peygamberliğin tekamülünü ve Hz. Muhammed'in peygamberliğinin ilk defa
ortaya çıkan bir peygamberlik olmadığını ve Kur'ân'ın hakikatı tasdik olunmayınca
önceki kitapların da hakkıyla anlaşılıp tasdik edilemiyeceğini, bundan dolayı
da Hz. Muhammed'in peygamberliği tasdik edilmedikçe önceki peygamberlerin
de hakkıyla anlaşılıp tasdikine bir delil ve şahit bulunamıyacağını, o zaman
da insanların delalet ve sapıklık içinde kalacağını göstermiş, Kur'ân'ın ve
Hz. Peygamber'in mucizelerinin bu anlamda hakem rolünü üstlenmiş olduğunu
açıkça bildirmek için de bu hükmü O, Furkan'ı da indirdi kısmı ile nass olarak
karara bağlamıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'in,
daha önceki kitapları ve gelmiş geçmiş bütün peygamberleri tasdik edişi, çeşitli
yönlerden gerçekleşmiştir:
Birincisi:
Önceki kitaplar ve daha evvel gelmiş olan peygamberler, ileride büyük bir
peygamberin geleceğini haber veriyor ve vaad ediyorlardı. Kendi irşadlarını
ilerdeki böyle bir kemâl hedefine yöneltmiş olduklarından, Kur'ân ve Hz. Muhammed'in
peygamberliği ortaya çıksaydı, onlar batıl bir fikir veya hayal üzerine kurulu
anlamsız bir ideoloji üzerinde yürümüş olurlardı. Hatta boş vaatlerle halkı
kandıran, yalan ve yanlış fikirlerle insanları oyalayan, aldatan yalancılar
durumuna düşerlerdi. Kur'ân'ın gelmesiyledir ki, daha önceki devirlerde bir
ideoloji halinde yayılmış olan bu gayb haberlerinin, ancak bu sayede bir vahiy
haberi ve Allah'dan gelen bir hak bilgi olduğu gerçekleşmiştir. Ve böylece
Kur'ân, yalnızca Hz. Muhammed'in peygamberliğini değil, bunun içinde zımnen
bütün önceki peygamberlerin peygamberliğini de tasdik ve isbat eden bir furkan-ı
mübîn olmuş ve Allah'ın bütün kitapları, bütün peygamberleri arasında karşılıklı
olarak birbirlerini tasdik ettikleri ve birbirlerine şahadet getirdikleri
konusunda bir tekamül ve işbirliği, bir dayanışma bulunduğu kurumlaşmıştır.
Ve hepsinin başında "Allah onlardan bir kısmına yüce dereceler vermiştir."
(Bakara, 2/253) âyetinin delaletince peygamberlerin sonuncusunu tayin eden
bir ilâhî ferman şeklinde gelmiştir ki, Bakara Sûresi'nin birinci cüzünde
tasdikin en çok bu anlamı, bu yönü üzerinde durulmuştur.
İkincisi:
Kur'an, önceki kitapların iman ve Allah'ın birliğine davet eden, adaleti ve
ihsanı emreden, peygamberlerin ve eski ümmetlerin yaşayış ve tarihlerinin,
haber ve eserlerinin başka başka olmasıyla değişmeyecek olan temel hükümler
gibi muhkem ilkelerini güçlendirerek ve genişleterek yeni baştan yürürlüğe
koymuş ve hikmet-i teşriî gereğince zamanların ve mekânların ve yükümlü milletlerin
özelliklerine uygun düşecek şekilde hak ve hayır açısından onların işlerine
yarayacak hükümleri ve şer'î ayrıntıları yeniden tanzim ve ta'dil ederek hak
dini, bütün zaman ve mekanlarda ve bilcümle ümmet ve toplumların hayatında
geçerliliğini sağlayan geniş kapsamlı bir teşrî ilmi de öğretmiştir. Böylece
ilâhî kitapları öncekinden sonrakine aralıksız olarak birbirlerinin tasdikinden
ve yürürlük alanından geçirerek süzmek sûretiyle hepsinin doğru ilkelerini
hakkıyla kendi uhdesine almış ve yüklenmiş bulunduğundan, önceki kitaplardan
ve şerîatlardan Kur'ân'ın şehadeti ile tasdik edilmedikçe ne peygamberliklerinde,
ne de o kitapların delaletlerinde hak oldukları tasdik edilemez. Yani geçmiş
devirlerde yaşamış olan önceki peygamberlere gönderilmiş olan ilâhi temyiz
ve tefrik açısından son tasdik mercii Hatemü'l-enbiya Hz. Muhammed Mustafa
ile Kur'ân-ı Hakim'in, muhkem âyetlerle ortaya konmuş hükümleridir. Bu mânâ,
Fıkıh Usûlü ilminde şu teşriî kaidesi ile ifade olunur: "Bizden öncekilerin
şerîatleri bizim de şerîatimizdir. Fakat Allah ve Resulü tarafından tasdik
edilmiş olarak nakledilmek şartıyla."
Hasılı Allah,
Furkanı da indirmiş, hakkı batıldan hayrı şerden ayırmış, yollarını, kanunlarını
tayin etmiş; alâmetler, işaretler, deliller, âyetler de ortaya koymuş, her
birinin hükmünü, gerekli sonucunu başka başka yapmış, uygulamasını kendi gözetimi
ve denetimi demek olan kayyûmiyetiyle iradesi ve meşiyeti altına almıştır.
Bundan dolayı şüphesiz ki, böyle hakkı batıldan ayıran, temyiz edip ayıklayan
ve hak yolu gösteren, aklî ve naklî delilleri içeren âyetleri, Allah'ın âyetlerini
inkâr edenler, özellikle de Allah Teâlâ'nın birliğine ve münezzeh olan yüceliğine
veya peygamberlerin ismet ve haysiyetine saldırıp hücuma geçen kâfirler de
kesinkes şiddetli bir azaba mahkumdurlar. Hakkı batıldan ayırd eden Allah,
zillet şaibesinden münezzeh ve öyle yenilmez, öyle güçlü bir Allah'dır ki,
O'nun dehşetli ve korkunç bir intikamı vardır. Emrini ve hükmünü mutlaka yürütür
ve yerine getirir. İradesine karşı gelenleri, izzetinin hududuna tecavüz edenleri
mutlaka tepeler, ezer. Hakkı aşağılamaya uğraşanlara bir müddet hilmiyle mühlet
verse bile, bir gün gelir onları tuttukları batıl yolda akla hayale gelmez
felaketlere uğratıp perişan eder. Hakka hayat tanımayanlara mutluluk vermez.
Bire iki, üç, vara yok, yoğa var, olura olmaz, olmaza olur, doğruya eğri,
eğriye doğru, iyiye kötü, kötüye iyi, hakka batıl, batıla hak, zulme adalet,
adalete zulüm, cehle ilim, ilme cehalet, nura zulmet, zulmete nur diyenler
bu yanlışlarının ve cürümlerinin cezasını herkesten önce kendileri çekerler
ki, bütün bunlar Allah'ın intikamının eserleri demek olur. Tek ümid ve tek
sığınak olan Allah'ın nimet ve rahmetine ermek için Allah'a doğru gitmelidir.
Hak ve hakikatın kanunlarını tanımayanlar rahmetin zıddı olan nıkmete ve gazaba
mahkum olurlar.
İzzet ise
zilletin tamı tamına zıddıdır, intikam da nimetin zıddıdır. İntikam "nikmet"
kökünden olup, güç göstermek ve bir cinayetin cezasını vererek; ona öldürmekten
aldığı tadı, acı çektirerek ödetmek demektir ki, Türkçe'de "öc almak" diye
tabir olunur. Affın zıddıdır. Allah, gerçi affedici ve bağışlayıcıdır, hâlim,
gafur, raûf ve rahîmdir; küfür ve isyandan sonra bile tevbe edip hakkı kabul
edenleri, hakka dönenleri, iman edip kendisine sığınanları affeder ve bağışlar.
Fakat hilmin, affın ve bağışlamanın hayır ve kemal olması, hak ile batılı
eşit tutmak, iyilikle kötülüğü birbirine karıştırmak gibi geniş kapsamlı bir
kötülüğe sebep olmaması şartına bağlıdır. Hakk'a iman edip, kötülüğü kötülük
bilerek yaptığı fenalıktan dolayı yüzü kızaracak ve bu duygunun itmesiyle
günahlara tevbe edecek olanlara karşı affedici olmak ve hilimle davranmak
hayır ve rahmet olursa da affa uğradıkça şımaran ve kötülük ile zulüm yapmaktan
zevk alan ve gittikçe daha çok haksızlık yapacak olanlara karşı affedici ve
bağışlayıcı olmak, onlar hakkında iyilik değil, katıksız kötülüktür. Onun
yaptığı fenalıklara ortak olmak ve teşvikçi olmak demek olur ki, bütün hukukun
ve her türlü hayrın mercii ve yöneticisi kayyûm olan, Rahmân ve Rahîm'in izzeti,adaleti
ve rahmeti böyle bir zilletten münezzehtir. Bunun için asr-ı saadette bir
Arap şairinin şu beyti, Resulullah'ın da beğenisine mazhar olmuştu:
"Herhangi
bir hilmin saflığını karışıklıktan, duruluğunu bulanıklıktan koruyacak önlemleri
yoksa o hilimde hayır da yoktur".
Hakka ve
iyiliğe sevgi duymanın derecesi, batıla ve şerre karşı duyulan nefretin derecesiyle
orantılıdır. Zaten afv ve bağışlama, ceza vermeye ve intikam almaya gücü yetenlerden
sadır olduğu takdirde bir değer ve anlam taşır. Afv denilen şey, hüküm giymiş
ve sabit olmuş olan bir cezayı uygulamaya koymamak veya cezayı gerektiren
bir suçu hiç işlenmemiş saymak demektir. Suça ceza vermeye gücü yetmeyen bir
zavallının "haydi seni affettim" demesi pek gülünç bir şey olur. Affedebilen
her halükârda intikama gücü yetebilendir. Bunun aksi çelişki olur. Hak Teâlâ
hayır ile şerrin bütün ilkelerine hakim, hayır ve hidayeti rahmetiyle himaye
eden, kötülük ve hıyaneti de izzet ve intikamıyla gideren, izale eden bir
hayy ve kayyûm olduğundan dolayıdır ki, her hakkın himayecisi, her hayırlı
ümidin mercii olan bir hak mabuddur. Binaenaleyh mabudları zelil olanların
kendileri de zelil olurlar. Üzülerek ve esefle söylemek gerekirse bazı kimseler
bilmediklerinden veya şirkin mağlup olmasını istemediklerinden, "Biz şerre
karşı intikama kâdir olan tanrı istemeyiz." diye hakkı inkâr ve batıla ilân-ı
aşk ederler de kendi mabudlarını aciz ve zelil, harîm-i ismetine ve hakkına
tecavüz olunabilir, hakkını ve hukukunu müdafaa edemez duruma düşürürler.
Kötülükleri önleyemediği için insanların keyfi nasıl isterse, kendi isteğine
göre sevilebilir, bazı sıkıntılı zamanlarda okşanıp o zavallı güzelliğinden
bir ilham, bir teselli alınabilir bir bebek veya bir zavallı tanrı görmek
isterler. Putperestlerin fetişleri ve putları böyle olduğu gibi, sonraki hıristiyanların
Hz. İsa'yı böyle bir bebek, anası Meryem'i böyle bir sevimli bâkire, Cenab-ı
Allah'ı da, hayatta olduğu müddetçe yarattığı âdemoğullarını, ataları Âdem'den
kalma ilk günahtan kurtarmaya, arındırmaya bir türlü çare bulamamış ve nihayet
oğlunun bedenine girerek bizzat kendisi gelmiş, kendini ve oğlunu feda edip
kâfirlere kurban ettirmiş, ancak bu kurban ve bu fidye karşılığında kendisine
tapınanları kurtarmış, sonra birkaç gün içinde önce oğlunu tekrar diriltip
göklere kaldırmış ve işte böyle bir iyilik etmek için nelere katlanmış; kendisini
ve oğlunu feda etmeye razı olmuş, çaresizlik ve zorunluluklar karşısında fedakârlığın
en büyük örneğini göstermek için, en büyük iyiliği oğlu ile birlikte kendini
de fedâ ve yok etmekte bulmuş, var yok, yok var olmuş durumunda ihtiyar bir
baba farz ederek bir inanç ortaya çıkmıştır. Buna göre, O bir var, aynı zamanda
yok; fani, aynı zamanda bâki; aciz, aynı zamanda kâdir; bir, fakat aynı zamanda
üç; üç, fakat aynı zamanda bir mâbûd olmak üzere "Ekanim-i selâse," üç öğeden
mürekkep üçlü bir tanrı inancına sahiptirler. O ilk günahtan kurtulup selamete
ermek için aklı ve nefsi bu teslis inancına feda etmek gerektiğini ve bu fedakârlığı
yapmanın bu imanın şartı ve necat sebebi olduğunu iddia ederler ki, bütün
bunlar mabud ve kulluk fikrini hafife almaktan öte bir şey değildir ve aklen
ve naklen zahir ve bahir olan Hakk'ın delillerine karşı saygısızlıktır, küfürdür.
Her şeyden önce insanlar için günahı ve günah işlemeyi yaratılıştan kaynaklanan
bir zaruret kabul ederek, onu mutlaka işlemek gerektiğine karar vermek, sonra
da o günahın her ne olursa olsun sonuçta affedilmesi mümkün değilmiş veya
cezalandırılması kabil değilmiş de büyük bir felaketi gerektiriyormuş olduğunu
itiraf eylemektir. Ayrıca bu cezadan ve felaketten kurtulmak için yegâne çare
olmak üzere, esasen ona ceza verecek olan ve zaten vermek hakkına ve yetkisine
sahip bulunan en yüce makamı, son mercii de yok edip ortadan kaldırmak ve
böylelikle ceza korkusundan da büsbütün kurtulmak ve ondan sonra doya günah
işleyip, kendi yaptığı günahların cezasını da başkasına, daha doğrusu yaratıcıya
yükletmek demektir.
İşte Hıristiyanlıktaki
teslis (üçlü ilah) inancının bütün sonuçlarıyla ve ayrıntılarıyla anlamı,
böyle bir nefiydir, yani hak mabud olan Allah'ın bazı önemli sıfatlarını ve
özelliklerini inkârdan veya birbirine karıştırmaktan doğan bir inanç muammasıdır.
Hz. İsa hiçbir zaman Allah hakkında böyle bir inanca davet etmemiştir, ancak
babasız bir çocuğun peygamberliğe mazhar kılınmış olarak bir kutsal ruhla
birlikte mucizeler göstermesi, akılları ve teknikleri aciz ve hayran bırakacak
şekilde ölüleri diriltip, hastalara şifa vermesi, sadece onun hak peygamberliğine
ve temiz yaratılışına delil sayılan açıklamaları ve öğretileri, hakikat kabul
edilip, ilk hıristiyanların yaptığı gibi, onun tâlimatına uyulacak ve Allah'ın
birliği inancı üzere yürünecek yerde bir müddet sonra bu mucizeler ve bu harikalar
şüphelerle dolu esrarengiz ve içinden çıkılmaz bir muamma haline sokularak
ve İncil'de "merhametli yaratıcı" mânâsına gelen (baba) eşanlamlı ve müteşabih
isminin (gerçek baba) mânâsına tevil edilip bunun arkasına düşülerek ve bu
anlama hulûl ve ruhun ölmezliği nazariyeleri ilave olunarak, İsa'nın insanüstü
ve tanrı oğlu tanrı olduğu ve onun bedenine giren babası ile beraber fanî
olup gittiği ve bu sebeple insanların da kurtulduğu ve binaenaleyh yoklukta
birleşen bu ekanim-i teslisin ruhları ancak bundan dolayı takdis edilmek gerektiği
tarzında dinin temel ilkesi sayılmıştır. İşte bu yola sapılması, Hıristiyanlığı
gizlice ta temelinden değiştiren, ters yüz eden bir tahrif olmuştur ki, bunun
başlangıcı gizli toplantılara ve ilk İncil tercemelerindeki tahriflere, sonu
da meşhur İznik konsilinde alınan kararlara dayanır. Yani teslis inancı, Hıristiyanlığın
kaynağından gelen öz inanç ilkesi değildir, müteşabihata uymak suretiyle ictihada
bağlı olarak tahriften kaynaklanan bir batıl inancıdır. Bundan dolayı Hıristiyanlar
İncil'in metnine ve âyetlerine önem vermezler de "biz onun ruhunu, özünü gözetiyoruz"
diyerek İncil nüshalarını her zaman ve sürekli olarak yeniler ve değiştirirler.
Durmadan onun müteşabihatıyla oynarlar.
İncil'de
Cenab-ı Allah'a "baba" denildiği bilinmeyen bir şey değildir. Fakat İncil
de dahil olmak üzere bütün semâvî (ilâhî) kitapların ve semavî dinlerin üzerinde
ittifak edip birleştikleri bir husus vardır ki, o da ilk sebep olan Allah
Teâlâ'nın "Yaratan" olması ve maddeye muhtaç olmaksızın kâinatı sırf kendi
kudretiyle yoktan halketmesi inancıdır. Hatta Avrupa felsefesi tarihleri bu
inancın felsefeye ancak Hıristiyanlıktan girmiş olabileceği görüşündedirler.
Bu ise gerçek illiyet ve sebebin ancak üreme ve sudur yoluyla olması nazariyesinin
tamamen zıddıdır. Gerçekten de üreme nazariyesi, başlangıcında bir çelişkiden
kurtulmak ihtimali bulunmayan bir nazariyedir. Tevlid denilen üreme olayı
adi illetler için geçerli olabilirse de gerçek anlamda illiyet yaratma ve
ibdâ' etme demektir. Bundan dolayı İncil'de Cenab-ı Allah için kullanılmış
olan "eb" kelimesi, gerçek anlamıyla "valid" (baba) demek olamıyacağı için
"yaratan ve var eden" demek olduğu her din mensubu gibi Hıristiyanlar için
de her türlü şüphe ve tereddütten uzak bir inanç olması gerekirdi. Elbette
düşmanları tarafından durmadan ve sürekli olarak "babasız" diye itham edilmek
istenen Hz. İsa'ya, bu kelimenin kullanılmasına müsaade buyurulması onun hakkında
Allah'ın bir rahmeti ve özel bir iltifatı olduğunda nasıl şüphe yoksa, Hz.
İsa'nın "babam" dediği zaman "rahim olan Rabbim, halikim" demiş olduğunda
da hiç şüphe yoktur. Binaenaleyh Hıristiyan babaların, müteşabihata uyarak
bu kelimeyi bu kadar engel bulunmasına rağmen lügat anlamıyla alıp gerçek
"baba" mânâsına te'vil etmeye çalışmaları da yaratılış inanç ve nazariyesiyle
bağdaştırılması mümkün olmayan bir çelişkidir.
İşte Kur'ân,
Allah'ın zatı ve sıfatları hakkında aklen ve naklen sabit ve apaçık bulunan
ve bu meseleyi temelden çözüme kavuşturacak olan temel gerçekleri, Bakara
Sûresi'nden özetliyerek bir belge halinde ortaya koyduktan sonra buna aykırı
olan batıl görüşleri ayıklamak ve bu arada hıristiyanların böyle Allah'a ve
Allah'ın âyetlerine karşı reva gördükleri tecavüzkâr tutumlarını, bütün incelikleriyle
ve temeldeki yanlışlarıyla reddetmek ve geçersiz kılmak ve bunları, red ve
iptal gayesiyle de olsa tek tek sayılıp dökülmesinin Kur'ân ahlâkının nezahet
ve vakarıyla bağdaşmayacağını anlatmak ve aynı zamanda irşadın faydasını daha
da geniş tutmak için hepsinin de ilâhî âyetleri inkâr anlamı taşıdığını ve
küfür kavramı altında birleştiğini özetle göstererek şeklinde uyarıda bulunmuş
ve işin varacağı sonucu açıklamıştır.
Mabud, kelimesinin
anlamını çirkin ve yakışıksız bir yorumla tefsir etmek, muhkematı inkâr eylemek,
ilk günahı bağışlamaya gücü yetmemek, tevlîd, yani çocuk edinmek, tecessüd
yani bedene bürünüp görünmek, kendini feda etmek, ancak böyle inanıldığı takdirde
kurtuluşa erileceğini ummak gibi teslis inancı ile ilişkili olan küfür şekillerinin
hepsine karşı hakkın bir kılıç darbesi olan furkanı, hakkı alçaltmaya cüret
edenlerin sonuçta mutlaka yenilgiye uğrayacaklarını ilan eden bir ilâhî furkandır.
Fakat şu da iyi bilinmeli ki, hayy ve kayyûm olan, kitap indiren, akıllara
hidayet veren ve mutlak anlamda güçlü olan Allah'ın intikamı, sizin bildiğiniz
cinsten aşağılık, ahlâksızca, çirkin, cahilane, haince bir intikam değil,
savunması yapılabilir cinsten bir intikam da değildir. Bütünüyle hakikat,
hikmet ve izzet olan ve sonsuz bir kudretin ve iradenin gereği bulunan ve
hiçbir noktada cehaletle ilişkisi bulunmayan, çok hakîmâne bir intikamdır.
5-Zira muhakkak
ki ne yerde, ne de gökte cüz'î, küllî, maddî, manevî, derûnî ve âfakî hiçbir
şey Allah'a gizli kalmaz, hepsi O'nun bilgisindedir. Hatta bütün kâinatta
herhangi bir şeyin haddizatında, hangi durumda ve hangi tavırda varlığı Allah'a
göre ayniyle bilgi konusudur. İlâhî ilim, beşer cinsinde olduğu gibi; misallere,
tasavvurlara dayalı bir gölge, izafî ve sonradan elde edilmeye dayalı bir
ilim değildir, bütün varlığın üzerine kurulu bulunduğu ezelî bir ilimdir.
6-Ey insanlar!
Allah, öylesine ilim ve kudret sahibi bir yaratıcıdır ki, sizi ana karınlarında,
ana rahimlerinde nasıl dilerse öylece şekillendirir. Hangi surete isterse
ona büründürür. Bünyelerinizi teşkil edecek olan ve uzviyetin ilk şeklini
alan ilkel maddeleri dilerse dışarda, dilerse ana rahminde tasvir eder ve
bunları birbirleriyle buluşturarak bir tanesini iki, ikiyi üç ve daha ziyade
yaparak üretip durur. Bunları irade ve meşiyyet kimyahane (laboratuvar)sinde
murad eylediği özellikler ve niteliklerle donatarak, her birini bir göreve
tayin ederek ve halden hale, tavırdan tavıra geçirerek ince ince eleyip dokur
ve her tavırda yeni bir oluş, yeni bir yaratılış ekleyerek suretten surete,
nitelikten niteliğe dönüştürür, eleyip süzgeçten geçirir. Nihayet akıllara
durgunluk veren bir ince yaratış ile bütün dokularınızı, kemikler, ilikler,
kıkırdaklar, damarlar, atar damarlar, toplar damarlar, kılcal damarlar, adaleler,
sinirler, salgı bezleri ve uzuvları sistemleriyle yerli yerine oturtup bütün
görev ve fonksiyonlarını eksiksiz yapabilecek şekle koyduktan ve hayat için
gerekli özellikleri onlara kazandırdıktan sonra tam ve noksan, erkek veya
dişi, ya da hünsa canlı bir insan suretine dönüştürür. Dilerse tamamlar, dilerse
eksik bırakır. Sizin böyle fıtratınızı cismanî ve ruhanî varlığınızla, bilinen
ve bilinmeye diğer yönlerinizle özünüzü teşkil eden o maddî ve manevî suretler,
o oluşlar hep O'nun dilemesiyle meydana gelmiş olan, O'nun çizgileriyle, O'nun
renkleriyle var olmuş bulunan birer eseridir. Sizde o suretlerden, o nitelik
ve şekillerden bazı şeyler yansıdığı zaman kendinizi âlim, allâme, hikmet
sahibi, filozof saymaya başlarsınız. Öyleyse bu şekillenme, bu varoluş meselesinin
özünü iyice düşününüz. Ceninin teşekkülü konusuna aklınızın, idrakinizin ve
bilginizin yetiştiği kadarıyla bir göz atınız. Bunun ne kadar çok ve çeşitli
bilim dallarıyla ilişkili olduğunu kesinlikle anlarsınız. Beşeriyetin bilgi
ve idrak alanına giren bütün ilim ve fenlerin bu şekillendirme ile ilişkili
olduğunu böylece tasvir ettikten sonra, henüz keşfedilmemiş bulunan nice ledunnî
ilmin de bununla ilişkili bulunduğunu, sonra bütün bunların sizin haberiniz
olmadan uygulandığını itiraf edersiniz. Bir taraftan ta Âdem'in yaratılışına
benzeyen türün oluşumunu ve bütün âlemin yaratılışını andıran cinslerin oluşumunu
aşama aşama ortaya koyan, benzer yönleriyle ve müşterek özellikleriyle dile
getiren, diğer taraftan şahsın sübjektif varlığını ve kendine mahsus ferdî
özelliğini ifade eden ve bir ikincisi bulunmayan suretlerin kendi niteliğini
ve ayrıntılarını, gözlerinizden gizli olan rahimlerde saniye saniye şekilden
şekile, tavırdan tavıra sürekli değişime uğratarak ve geliştirerek ortaya
koyduğu bir yaratma ile, sizin arkanızdan yaratıp var ediyor, size veriyor
ve kısmen de olsa sizin bilginize ve idarenize tevdi ediyor ki, İsa dahi O'nun
böyle rahimlerde şekillendirdiği sizlerden birisidir. O'nun bir mahlukudur.
İşte Allah denildiği zaman, her şeyden önce İsa da dahil olmak üzere her birinizi
rahimlerde böyle yaratıp şekillendiren halik, bârî ve musavviri düşününüz
ve O'nu bu özellikleriyle tanıyınız. İşitme, kitap, vahiy ve hayat olayları
yoluyla ve edindiğiniz tecrübeler yardımıyla bunu anladıktan sonra, varsa
aklınız ve mantığınız onları da yorarak ve ciddi bir şekilde kullanarak, ahlâkınızın
ve insafınızın bütün gücünü de ekleyerek düşünüp tefekkür ediniz, o zaman
şu bilgileri yakîn olarak elde edersiniz ki, Allah allâmü'l-ğuyubdur (gaybları
bilendir), bütün gizli şeyleri yakından bilir. Ona gizli de, aşikâr da aynı
ölçüde malumdur. O'nun sonsuz ve sınırsız kudreti vardır, acizden münezzehtir,
iradesi ve istemesi vardır. Dilediğini yapandır, kendi dışında hiçbir zarurete
bağımlı ve mahkum değildir.
Meseleyi
böyle toplu bir şekilde gözler önüne serdikten sonra bir de Hâlık-i Musavvir'in
daha başka ne gibi anlamlar ifade ettiğini görelim:
1- Bu Hâlik-ı
Musavvir'in olaylar öncesine ait olan, geniş kapsamlı, sağlam ve şaşmaz, her
şeyi içeren bir ilmi vardır ki, bundan gizli kalan ve gizli kalma ihtimali
bulunan hiçbir kapalı iş veya oluş düşünülemez. Tevhid davası altında teslis
muammasıyla bir sır, bir inanç diye gizlenmek istenen şirk ve küfür de ondan
gizli kalamaz. Hazır ve gayb, izafî ve nisbî olan şeyler sonradan yaratılmışlara
göredir. Bundan dolayı ilimler, malumlar, gözler, gönüller, akıllar, kalbler,
iradeler, fiiller, yaratan ve yarattıklarını en ufağından en büyüğüne kadar
topluca varlık düzenindeki sisteme bağlayan ve onları birbirleriyle anlaştırıp
varoluş gayelerine doğru yürüten bu Halik-ı Musavvir, yerde ve gökte, zamanda
ve mekanda sendeliyerek dolaşan, kör, serseri, cahil ve gafil bir yaratıcı
değildir ki, kahrı ve intikamı cahilane olsun. Size bir bilgi gelirse O'ndan
gelir. O'nun böyle rahimlerde tasvir edip şekillendirdiği ve daha yüksek ıstıfa
(seleksiyon) larla var edip meydana getirdiği peygamberler ve bu arada Hz.
İsa, furkanın ve furkan sahibinin geleceğini ve buna benzer bazı gayb haberlerini
bildirmesi ise yalnızca O'nun bildirmesi ve öğretimidir.
2- Bu Hâlik-ı
Musavvir'in hiçbir şeye muhtaç olmayan bir kudret-i bâliğası (zirvede olan
gücü) vardır. Bu öyle bir kudrettir ki, yer ve gökleriyle var olan ve var
olması mümkün olan bütün kâinat, bütün zerreleri ve küreleriyle, basit ve
bileşik unsurlarıyla, maddî ve manevî yönleriyle hep O'ndandır ve O'nun emrine
boyun eğmiş durumdadır. Bütün madde ve kuvvetlerin etki alanında kendini göstermesi,
hep O kudretin tecelli ve etkisinden ibarettir. Tabiat denilen şey, O'nun
düzenli ve sürekli etkilerinin alanı; tabiat üstü veya harika, mucize denilen
şey de yine O'nun düzensiz ve benzersiz etkisinin eseridir. Tabiat kuvvetleri
veya kanunları denilen sistemli ve düzenli oluşumlar o kudretin hakimi değil,
mahkumudur. Bunlar O'nun ardarda devam eden etkisinden çıkan değişik şekillerin
ortadan kaldırılmasıyla benzer şekillerin ifadesi olan bir çizgidir. Mesela
yerküre üzerinde canlıların ortaya çıkıp yayılmasından sonradır ki, her canlı
ilk tasvir edilmiş olan bir maddeden, ekillendirilmiş olan birilkmaddeden
(protoplazmadan) çıkar diye, maddî hayat için bir tabiat kanunu ortaya konur.
Ve bu kanun bulunup ortaya konulurken şurası da iyice bilinir ki, bu kanun
ezelî değildir, sonradan olmadır, hâdistir. Çünkü yerkürenin teşekkülünden
ve üzerinde hayatın ortaya çıkışından sonra başlamıştır. Şekillendirilmiş
olan o ilk madde, ezelî değil, o vakitten beri peyderpey yaratılıp şekillendirilmektedir.
Ana rahminde tasvir olunup şekillendirilen her insanın söz konusu olan o ilk
maddesi yenidir. Bunun şekillenmesiyle ilgili prensipler hayat ilminin değil,
kimya ve fizik ilminin prensipleri arasında yer alır. Hatta organik kimya
ile inorganik kimya arasında paylaşılan bir konudur. Binaenaleyh o ilk maddenin
şekil kazanmasıyla ilgili prensipler ve şartlar, onun ikinci ve üçüncü aşaması
için geçerli değildir. Fakat buna da bir prensip olduğu farz olunsun ve farz
olunan bu prensip ne kadar tekrar edilirse edilsin, sonuç yine beklenilemeyen
ve düşünülemiyen bir şekilsiz maddeye dönüşecektir. Ve her yeni şekil, yepyeni
bir varlık olarak doğrudan doğruya karşımıza çıkar ve her birinin üzerinde
mutlak olarak bu kayyûmun kudreti, yaratıcı gücün etkisi yine de onun üstünde
kendini gösterir. Tasavvur edilemiyen madde ise zaten fiilen mevcut değildir.
Ancak o da bu kudretin tecellisine racidir. Hasılı tabiat kuvvetleri, tabiat
kanunları etkileyici değil, bir etki yolunun ifadesidir. Tabiatlar çeşitli,
halbuki tabiatın mebdei, başı ve başlangıcı bir tektir ki, o da yaratılış
ve etkileyiştir. Tabiat, bir anlamda tekdüze olan şey demektir. Ve bunun en
genel prensibi tek düzelik kanunudur. Böyle iken tabiatların çeşitli olması,
cüz'î ve küllî ayrışmaya uğraması, çeşitli tabiatlere ayrılması gerçek sebep
olan ilâhî kudretin tabiat üzerinde hakim olduğunu, ıstıfa (seleksiyon) ve
tabiî tekamülün varlığını bu kudrete borçlu bulunduğunu gösterir. Binaenaleyh
bu etkili ve şekillendirici, müsavvir kudrete göre ilk maddenin şekillendirilmesi,
dışarıdan hiçbir şarta bağlı değildir ve o kudretin karşısında hiçbir kudret
yoktur. İşte insanları ana rahimlerinde tasvir edip şekil veren Halik-ı Musavvir
böyle bir sonsuz ve sınırsız kudrete malik olan bir Hayy ve Kayyûm'dur.
3- Bu Hâlik-ı
Musavvir, bu var ediş ve şekillendirişte mecbur ve zorlanmış değil, fail-i
muhtardır (dilediğini yapandır). Hür iradesiyle istediğini yapandır. Kendisi
mecburiyetler ve yükümlülükler koyabilir, fakat mecbur tutulamaz. Fiilini
ilim ve iradesiyle yapar; dilediğine irade verir, dilediğine vermez. Rahimlerde
insanları şekillendirmesi de sırf bu iradesi iledir. Zeyde falan sureti, Amr'e
filan sureti vermesi, her şahsı belli bir şekle mazhar kılması, daha önceki
şartlara bağımlılık gibi bir mecburiyetten, O'nun yaratma gücünün üstünde
başka bir güç bulunmasından veya kendi dışında birtakım güçlerin etkisinde
kalmasından dolayı değildir, kendi hür iradesinin eseridir. Bu yaratış ve
ayrı ayrı şekil veriş, süzgeçten süzgece geçen iş, bu tasvirde her yeni suretin
diğer bir yeni surete yol açar olması ve nihayet çeşitli suretlerden yine
benzer ve ortak özellikler taşıyan bir tek suret meydana gelmesi, doğal ve
zaruri bir oluş değil, sebepsiz ve failsiz bir şey de değildir. Sonsuz bilgiye
ve sınırsız güce sahip ve malik olan, her oluşta, her hadisede sonsuz boyutta
şekiller vermeye, yapmaya ve bozmaya kâdir olan bir fail-i muhtarın tercihinin
ve iradesinin eseridir. Eğer böyle olmasa da doğal ve ıztırarî (zorunlu) olsa
idi, o ıztırarî suretlerden serbest, iradî ve seçime bağlı fiiller meydana
gelemezdi. En basit bir misal ile söyleyecek olursak bir taş yerinden koparılıp
iki ayrı maksat için kullanılamazdı, mizaçlar ve tabiatler bu kadar değişik
olamazdı. Tabiat ilimlerinde iki zıt kanun bulunamaz ve teknolojinin çeşitli
dalları ortaya çıkamaz, ihtilaf ve muhalefet denilen şeyler olmazdı. Aynı
kişinin tohumundan hem erkek, hem dişi zürriyet olmazdı. Her şeyde ezelden
ebede, yeknesak bir tekdüzelik bütün mânâsı ile devam eder giderdi. Ana rahmine
düşen her tohum mutlaka oluşur, tabiat hatası denilen şeyler de görülmez,
hatta hayat denilen oluş hiçbir zaman meydana gelmezdi. İyi düşünülürse anlaşılır
ki, tabiat galatları denilen ve o yüce kudretin kemaline aykırı bir maddeymiş
gibi ileri sürülmek istenen şeyler, aslında birer noksan değil; tabiatın,
baba ile ananın üzerinde gerçek etkileyici olmadığını ve yüce yaratıcının
iradesinin etkisini gösteren birer sanat göstergesidirler. Tabiat galatları,
denilen sakatlıklar ve eksiklikler, aslında tabiatın gereği olan tekdüzeliği
ihlal ve tağyir etmesi bakımından, onun hatasını, bilgiden yoksun olduğunu
ve etkisinde başarısızlığını, aczini ve noksanını gösterirken, ona karşı yüce
yaratıcının gerçek iradesini isbat eder, gözler önüne sererler. Bu gibi noksanlar,
kâinat düzeni, sonsuz kudret ve ilim delilinin aleyhine değil, aksine kör
tabiatın ilk sebep ve yaratıcı güç olması nazariyesini temelden söküp atan
ve noksansız bir fail-i muhtarın varlığını isbat eden ve hedeflerine de ulaşmış
bulunan en mükemmel şahitler ve göstergelerdir. Hasılı ne tabiat-ı cüz'iyye,
ne de tabiat-ı külliyye varlık için yeterli ve geçerli sebep değildir. Bunların
hepsi fıtrat denilen bir ilk varoluş olayının sürüp gitmesinden ibarettir.
Ve o fıtrat bizzat yüce yaratıcının kudretinin ve iradesinin eseridir. Tabiatın
tekdüzeliği prensibi, mükemmel ve kusursuz bir sebeplilik kanununun bağımlılığı
altına verilerek, ilâhî irade kanunu ile karşılıklı ve dengeli olarak mütalaa
edilmedikçe hakka ve hakikate erişilemez. Hak Teâlâ hem halik, hem barîdir,
yani hem yaratan, hem de yarattıklarını geliştirendir. Yarattıklarına verdiği
fıtratı tadil edip değiştirebilir. Soyaçekim kanunu da bu temel çerçeve içinde
ele alınmalıdır. Ardarda devam edip giden varoluşun akışı içinde suretlerin
birbirlerine benzemezlik içinde az çok yine benzerlik göstermesi, tekdüzeliği
andırır bir değişkenlik sergilemesi, değişkenlik içinde bazı özelliklerin
babadan ve anadan çocuğa geçmesi olayına veraset (soya çekim) tabir edilir
ki; nev'in devamı, ıstıfa ve tekamül, gelişme ve gerileme (dejenerasyon)nin
yoludur. Bunlar tam anlamıyla ve bütün yönleriyle bir intikal değil, bir niyabet
ve yer değiştirmedir. Yoksa hiçbir ıstıfa (seçim) ve tekamül olamazdı. Bunun
için soya çekim ilkesi yalnız türün korunmasını ve devamını sağlayan bir kanun
değildir, aynı zamanda değişme ve gelişme kanunu ile de ilgilidir. Ve bu ikisi
arasında yakinen sabit olan bir şey varsa o da sebebin bekâsı kanunudur. Ve
beka, gerçekte Allah'ın sıfatıdır. Sebeplilik kanununda değişme ve bekanın
birlikte düşünülmesi o sebeplerin etkisine bağlı olan oluşlara göredir. Bunda
mutlak anlamda bekânın gerçek sebebin, mutlak değişmenin de değişkenlerin
sıfat ve özellikleri olması gerekir. Böylece hakiki sebep ile ondan etkilenen
oluşlar arasında doğru ve ters orantıların birlikte göz önüne alınması söz
konusudur. Çünkü hiçbir malûl illetini geçemez. Binaenaleyh veraset (soya
çekim) kanunu da tabiat kanunu gibi, etki eden ve etkilenen şeklinde birbirine
bağlı olan ve zincirleme sürüp giden olayların akışı sırasında hakiki illetin,
yani ilk ve geçerli sebebin bekasını, ıstıfa ve tekamül arzeden her aşamada
onun doğrudan etki eden iradesini ifade eyler. Hasılı gerçek etki edenin eserini
verişi, kendisinden birşey kaybeden bir doğurma, bir üreme değil, bir yaratıştır.
Bunun için yaratıcının marifeti, eserlerinin tasarımlarında değil, nisbetlerinin
ve oranlarının doğruluğundadır. Tevlid denilen üretme de yaratışın tezahürlerinden
birisidir. Üreme zincirinde her yeni suret başlıbaşına bir fıtrat ifade eder.
Soyaçekim denilen veraset bir fıtratın başka bir fıtrata aynen ve zaruri olarak
intikal etmesi değildir, gerçek illetin yeni bir etkisinden kaynaklanan bir
benzerliğin, bir çeşit tekrarıdır ki, düzen ve değişiklikten uzak değildir.
Türün şeklinin bekası ve devamı, gelişmesi ve gerilemesi bununla sağlanır.
Bu zincirleme akışta öncekinin kemal ve noksan ifade eden bir belirtisi, sonrakinde
daha belirgin olarak ortaya çıkabilir. Fakat olması zaruri değildir. Mesela
firengi almış bir babanın çocuğu da firengili olduğu zaman buna bir veraset
denilebilir. Bu olay bir kerre babadaki hastalığın aynen ve olduğu gibi çocuğa
geçmesi demek değildir, çocukta o cinsten bir hastalığın kendi başına meydana
gelmesidir. Yani çocuğun meydana gelişini sağlayan baba hücrelerinden birisi,
daha ana rahmine düşmeden babanın sülbünde şekillenirken, o hastalığın mikrobu
o hücrenin içine aynen girmiş değil, fakat o mikrobun da bir temel ilk maddesi
ona girmiş olabilir, fakat Barî-i Müsavvir için o mikrobun etkisini o hücreye
derc etmek başlangıçta zaruri olmadığı gibi, daha sonraki aşamalardaki şekillendirmelerde
de öyledir. Gözleri görmeyen bir babanın çocuğunun kör olması lazım gelmediği
gibi, frengili bir babanın evladının da mutlaka frengili olması zaruri değildir.
Halik-ı Musavvir dilerse onu tadilata uğratıp değiştirir, dilerse değiştirmez.
Hasılı fıtrattaki soyaçekim kanunu dahi, bütün öteki tabiat kanunları gibi,
mümkün kanunlardır, zarurî kanunlar değildir. Tenasül dediğimiz üreme ve neslin
devamını koruma kanunu da bunun gibidir. Doğurgan bir ananın çocuğu doğurgan
veya kısır olabilir. İşte ilk günah meselesi de bu soyaçekim kanunu ile ilgilidir
ki, bu ilgi Âdem'in yaratılışı kıssasında (Bakara, 2/30-36) gösterilmiş idi.
Herşeyden önce Âdem'in yaratılış olayında günah hiçbir zaman yaratılışa dahil
aslî unsurlardan biri değildir. Onda esas ve doğuştan olarak olsa olsa günah
işleme kabiliyeti bulunabilir. Lakin Cenab-ı Allah, her ferdin kendine mahsus
yaratılışını ve şeklini ana rahminde doğrudan şekillendirip tasvir ederken
babasındaki özel tabiatı, hastalığı ve günahı evladından tamamen silerek yaratmaya
kdir olduğu gibi, dilerse daha sonra da affedebilir. Fiil ile onun sonucu
olan azap arasındaki bağlantıyı ilga ve iptal eder. Fiili hükümsüz bırakır
veya fiilin suç oluşunu kaldırır da dün zararlı olanı yarın faydalı yapar.
Bundan dolayı insanları rahimlerde dilediği gibi şekillendirmeye kâdir olan
Allah Teâlâ'ya ilk günahı affedip bağışlamaktan acizmiş gibi bir özellik isnad
etmek, O'nun şanına ve gücüne saygısızlık hatta saldırı anlamı taşır ki, O'nun
kayyûm oluşunu inkârdır ve küfürdür. Küfür en büyük günah olduğu halde, kâfirlerden
doğan çocuklar bile bundan kurtulup imanla şereflenebilirler. Böyle bir iman
ve tevbe ile Allah Teâlâ, küfür günahını bile affeder. Onun intikamı küfürde
ısrar edenlere yönelik bir tehdittir.
Allah böylesine
kapsamlı bir ilim, böylesine yüce bir kudret, böylesine keskin bir irade ile
hayy ve kayyûm, hâlik-ı musavvir olan bir azîz ve hakîmdir. Bu azîz ve hakîmden
başka ilâh yoktur. Binaenaleyh O'nun Meryem'in rahminde şekil verip tasvir
ettiği İsa da ne ilâh, ne de ilâhın oğludur. O Meryem'in oğlu ve Allah'ın
mahlûkudur, bir beşerdir. Ancak peygamberlik fıtratı ile tasvir olunmuş bir
beşerdir. Allah onu Meryem'in rahminde, bir kısım gayb haberlerinden bilgi
verecek veya bir kısım mucizeler gösterecek şekilde tasvir etmiş ve ruhu'l-kudüs
ile teyid edip desteklemiştir. Bu teyid, onu beşeriyetin dışına çıkarmaz.
Nihayet Âdem peygamberin izinde gidenlerden biri yapar ve onun ilk ana maddesi,
mutlaka Meryem'in rahminin dışında yaradılması zaruri olmadığı gibi; ne o
maddenin, ne de onu destekleyen ruhun hayy ve kayyûm olan Halik-ı Musavvir'den
üreme yoluyla doğmuş olmasını tasavvur etmek dahi caiz değildir. Zira üreme
olayı, hem üretkenin kendi içinde doğrudan doğruya ve başlıbaşına bir şekillendirmeye
bağlıdır, hem de onun kayyûm oluşunu ihlal eder. Hayy ve Kayyûm'un zevali
ve noksanlığı ise muhaldir. Her şüpheden âri olan bu tevhid (Allah'ın birliği)
ve tenzîhin âyetleri ve delilleri ortada iken, bunları bırakıp veya görmezlikten
gelip, ilâhî kitaplardan Tevrat'ı doğrulayıp tasdik eden İncil'deki (baba)
ve her ikisini tasdik eden Kur'ân'daki "O'ndan bir ruh olarak" gibi müteşabih
âyetleri bahane ederek, küfre ve inkâra sapmamalıdır. İlâhî kitapların kendine
mahsus bir üslubu ve onları doğru anlamanın usul ve yolları vardır.
7- Ey Muhammed!
O eşi ve benzeri olmayan, azîz ve hakîm olan Allah ki, sana bu kitabı indirdi.
Şu halde bunun hikmet yoluyla anlaşılması lazım geleceğini unutmamalısın!
Bunun âyetlerinin bir kısmı muhkemattır. Mânâsı ve murada delaletleri kesin,
kelime ve cümleleri başka anlamlara çekilmeye engel, sağlam ve şaşmaz ifadelidir,
muhkemdir, "bunlar ümmü'l-kitaptırlar", kitabın anası, anlamda temel ve köktürler.
Hak ile batılı ayıran, hakikatleri tasdik edip ortaya koyan asıl bunlardır.
İlimde ve amelde peşine düşülmesi ve uyulması gereken temel ilkeler ve belgeler,
hidayet için deliller bunlardır. Diğerleri bunlara irca ve havale edilir.
Tevrat'ın İncil'e, İncil'in Kur'ân'a irca olunarak anlaşılması ve tasdik edilmesi
lazım geleceği gibi, bütün Kur'ân âyetlerinde de bu muhkemat esastır. Üstelik
bunların her biri ayrı ayrı olarak "kitabın anaları" değil, tevhid inancının
sistemini oluşturduklarından ancak hepsi birden kitabın anasıdırlar. Herbir
muhkem âyet, diğer muhkem âyetlerde karşılaştırılmak şartıyla mânâları ve
hükümleri yakından tayin olunur. Her biri tek başına muhkem olmakla beraber
birbirine göre mutlak veya mukayyed, umum ve husus, takrîr ve tefsir, istisna
veya tahsîs veyahut nesih gibi belli ölçülerle ve orantılarla aralarında muhkemlik
ilişkileri bulunmaktadır. Bunun içindir ki, genel olarak muhkem âyetlerin
muhkemliklerinin kuvvetinde, mânâya ne yönde delalet ettiklerinde ve maksadın
neresini kuvvetlendirip vurguladıklarında farklı dereceler vardır ki; bunlar
zahir, nass, müfesser, özel anlamıyla muhkem olmak üzere dört mertebe üzeredirler.
Muhkematın bu bütünlük içinde mukayeseleri de Kur'ân ilminin muhkem usullerindendir.
Bunu hesaba katmayan, yani muhkematın tamamını bir bütün olarak düşünmeyen
veya düşünemeyen, bir başka deyişle tam istikra yapmadan anlamaya, delil getirmeye
ve kıyas yapmaya kalkışanlar muhkem ilme eremezler, sağlam ve sıhhatli bilgiyi
elde edemezler, mutlaka hata ederler. İşte âyetlerin bir kısmı böyle kitabın
anası olan muhkemat, bunların karşılığında da diğer bir kısmı da müteşabihattır.
Yani her biri murad olunabilecek gibi görünmekte birbirine benzer, çeşitli
mânâlara ihtimali olan âyetlerdir ki, hepsi mi, birisi mi murad olduğu açıkça
seçilemez. Aslında söyleyene ve gerçeğe göre, hiçbir şüphe ve tereddüt olmadığı
halde dinleyene göre bizzat anlaşılması kapalı (hafi) veya müşkil veya mücmel
veya mümteni' (imkansız) bulunur. Bu âyetlerin bu kapalılıkları veya birçok
anlama gelme olasılıkları muhkemat ile mukayeseleri sayesinde giderilebilir.
Zahir karşılığında hafî, nass karşılığında müşkil, müfesser karşılığında mücmel,
muhkem-i has karşılığında da özel anlamıyla müteşabih vardır. Binaenaleyh
kitap, bütünlüğü içinde ele alındığı zaman bu hikmetli üslup ile müteşabihatın
muhkemata dönüşmesi bakımından, o asla irca edilmesi bakımından hepsi muhkem
demektir: "Bunda hiç şüphe yoktur." (Bakara, 2/2) ve "Bu öyle bir kitaptır
ki, âyetleri muhkem kılınmıştır." (Hûd 11/1) âyetleri bunu açıklar. Bunun
aksine bu hikmete aykırı olarak müteşabihat kitabın anası farzedilir de muhkem
olan âyetler müteşabihat ile te'vil edilirse, yani müteşabih âyetler esas
kabul edilirse, o zaman da kitabın hepsi müteşabih olmuş olur. "Allah kelamın
en güzelini (güzellikte) birbirine benzer, ikişerli bir kitap olarak indirdi
ki, Rablerinden korkanların ondan tüyleri ürperir..." (Zümer, 39/23) hükmü
açığa çıkar.
"Muhkem"
kelimesi lügatte bozulmaktan uzak, gerçek ve sağlam demektir ki, hikmet kelimesi
de bununla ilgilidir. İki şeyin birbirine karşılıklı olarak ve eşit olarak
benzemelerine de teşabüh, benzeyenlerden her birine de müteşabih denilir ki,
birbirinden seçilemez, insan zihni onları birbirinden ayırd etmekten aciz
kalır. Teşbih ve müşabehet, (yani benzetme ve benzeme) tabirlerinde bir taraf
eksik ve ikinci derecede, diğer taraf tam ve esas olur. Teşabühte ise her
iki taraf aynı kuvvette ve eşit benzerlikte olur, benzer yönleri ayrıntıları
ortadan kaldırır da birbirinden seçilemez olurlar. "Muhakkak ki, o inek bize
teşabühlü oldu." (Bakara, 2/70), "Kalbleri teşabühlü oldu." (Bakara, 2/118),
"Ve onun müteşabihi kendilerine verilecek." (Bakara, 2/25) âyetlerinde geçtiği
gibi. Demek ki teşabüh seçilememeye sebep olan benzerliktir. Seçilememek bunun
gerektirdiği bir mânâdır. Bu bakımdan insanın doğrudan doğruya ayırd etmeye
yol bulamadığı bir şeye dahi müteşabih denebilir ki, kapalı ve müşkil demek
gibidir. Bu şekilde söylemek var ile yok arasında eşit ihtimal bulunduğu durumlar
için de geçerlidir. Bu şekilde Kur'ân'ın ve Kur'ân âyetlerinin muhkemliği
ve müteşabihliği sırf kelimeleri, dokusu, güzelliği, mânâları ve ahkamı gibi
çeşitli yönleriyle ele alınabilir. Âyetlerinin fasılaları, uyumları ve daha
başka birbirine benzer tekrarları ve edebî sanatları açısından teşabüh ve
sıralama muhkemliğe karşı değildir, belki aynı şekilde muhkemliktir. Bu yönden
bakıldığında "Onun âyetleri muhkem kılınmıştır." âyeti ile "müteşabih kitap"
birbirinin karşıtı değil, belki birbirinin açıklamasıdır. Fakat nazmın bu
âyet içindeki delaleti itibariyle muhkem ile müteşabih zıt ve karşıt anlamdadırlar.
Şüphe yok ki, mânâsını ve kesinlikle bildiren âyet muhkem âyet, kesinlikle
bildirmeyen de muhkem değildir. Bu âyette ise muhkem ile müteşabih karşıt
olarak zikredilmiş olduğu gibi, devamındaki te'vil karinesi de mânâya aittir
ki, tefsir usulü ilminde de muhkem ile müteşabih böyle ele alınmıştır. Bir
sözün sırf kipine göre mânâsı belli olursa ona "zahir" denilir ki, muhkem
çeşitlerinin en aşağı derecesidir. Bunun tevile veya tahsise veya nesha ihtimali
bulunabilir. Fakat bunlar karineye muhtaç olduğundan, karine bulunmadığı müddetçe
zahirinde kesinlik ifade eder. Eğer bu mânâ kelâmda sözün kendi siyakı olmuş
olursa, sözü söyleyen de bu maksatla söylemiş ise o zaman nass olur. Bunda
artık te'vil ihtimali kalmaz. Ancak tahsis ve nesih ihtimali bulunabilir.
Nihayet nesih ihtimali yoksa, ki gelen haber sonradan gelen başka bilgilerle
teyid edilmiş ise, bu da özel anlamıyla muhkem olur. Bunların hepsinin hükmü,
bilmeyi ve amel etmeyi gerekli kılar. Birbiriyle çatışma olduğu zaman hangisi
daha kuvvetli ise o tercih edilir.
Bunlara karşılık,
bir sözün esas anlamı lafzının sigasından değil de başka bir arızî sebeple
gizli tutulmuş bulunursa hafî; böyle değil de mânânın haddizatında çok ince,
herkesin kavrayamayacağı ve nüfuz edemeyeceği, edenlerin de derinden derine
düşünmedikçe kavrıyamayacağı derecede kapalı olması veya bir bediî istiâre
bulunması gibi bir sebepten doğan bir gizlilik ve derin düşünmeyi gerektiren
bir yönü varsa müşkil; lafzın sigasının çeşitli mânâlara eşit olarak gelme
ihtimali olur da bu mânâlardan hiç birinin tercihine karine bulunmazsa, fakat
bir açıklayıcı ekle onun sonradan açıklanması umuluyorsa mücmel; gerçekten
murad edilen mânâyı anlamak ümidi ve ihtimali kesilmiş olursa o da katıksız
müteşabih olur.
Kur'ân'ın
müteşabih âyetlerinden birçoğu böyle çok mânâlı olduğundan dolayı parıltılı
bir beyan içinde gözleri kamaştırır. Birçoğu da bir muhkem mânâ etrafında
onunla birleşerek, çeşitli mertebelere ve değişik işaretlere delalet içerdiğinden
dolayı icmal veya işkal ve kapalılık ile dikkat çekerler. Böylece muhkem zımnında
müteşabih, müteşabihin yanında muhkem de bulunur. Bir âyette birçok mânâ katlarını
derecelendirir ki, zamanı geldikçe bunlar ihtiyaca ışık tutar ve olayların
akışı içinde hissedilerek anlaşılır. Sonra edep ve ahlâk veya diğer hikmetlerden
dolayı açıkça emredilmesi veya ifade edilmesi mahzurlu olan kinaye ve ta'rîz
şeklinde daha belağatlı ve daha etkili olan zımnî (üstü kapalı) anlatım da
vardır. Nihayet bütün açıklamalar tevhid nizamı üzere vahdetten kesrete (birden
çoğa) veya kesretten vahdete (çoktan bire doğru) giderken, gerek nisbetlerde
ve gerek tasavvurların hududunda beşeriyet dillerinin henüz lügatını ortaya
koyamadığı, hatta hiç sezmediği, düşünmediği ve benzerini görmediği nice mânâlar
ve hakikatler vardır ki; bunlar, sizin bilmediğiniz daha neler var gibi bir
muhkem ifade ile ortaya konmakla beraber, müteşabih bir misal ve bir îmâ ile
sezdirildikleri zaman daha faydalı olur. Bu gibi âyetlerin bazısını bugün
anlayamayanlar yarın anlayabilirler. Bazısını da Allah'dan başka kimse bilmez
ki, tam anlamıyla müteşabih işte budur. Ahiretle ilgili izahlar kısmen böyledir.
Bunların bazılarında dünya hayatının geleceğiyle benzerlikler ve birleşebilir
noktalar da vardır. Hasılı müteşabihin kısımlarından olan hafinin hükmü, araştırma;
müşkilin hükmü, araştırmayla beraber düşünme; mücmelin hükmü bunlardan açıklayıcı
bir tefsiri bekleme ve araştırma; asıl müteşabihin hükmü de duraklama ve Allah'a
teslim olup sığınmadır.
Bu muhkemat
ile müteşabihat tam karşıt birer şık olarak zikredilmiş olduklarından kendilerine
mahsus özel bir anlam ifade ederler. Bunlardan her biri kendi özel mânâsına
göre ele alındığı takdirde söz konusu sekiz kısımdan altısı, kendiliğinden
bu taksimin dışında kalmış olur. Böylece muhkemat tabiri ilk dörde, müteşabihat
tabiri de ikinci dörde şamil olmak üzere genel anlamlarına hamledilmiş olurlar.
Bu âyet böylece Allah kelâmının anlaşılması, tefsir usulü ve istinbata ilişkin
en büyük bir kuralı öğretmiştir ki, herhangi bir kelâmı veya kitabı iyice
anlayabilmek için akılda ve nakilde bundan başka bir yol yoktur. Usûl-i Tefsir
ilminde bunlar bütün uygulamalarıyla ve ayrıntılarıyla açıklanmıştır. Özellikle
kanun ve hukuk meselelerini anlamak için bu usul ilmi, en zaruri bilgi şartlarındandır.
Müteşabihat
için bir de şu taksim vardır: Lafız cihetinden müteşabih, mânâ cihetinden
müteşabih, her iki cihetten müteşabih. Lafız cihetinden müteşabih ya tek başına
kelimede veya cümlenin yapısındadır. Tek kelimedeki müteşabih mesela, "ebb,
yeziffun" gibi kelimenin garipliği veya "yed ve ayn" gibi müşterek anlamlı
olmaktan ileri gelir. Cümlenin yapısından doğan müteşabih ya çok kısa söylemekten,
yani özetlemekten veya sözü uzatıp mânâyı dağıtmaktan ve anlaşılmaz hale getirmekten
veyahut şiirde vezin ve nazım zaruretlerinden dolayı olmak üzere üç kısımdır.
Mânâ bakımından müteşabih olanlar Allah'ın sıfatlarıyla ahiret hayatına ait
olan âyetlerde olduğu gibi, duygularımız ve düşüncelerimizle onların benzerlerini
algılamaya imkanımız olmadığından dolayı, tasavvurlarımızla dahi kavramaya
yetişemeyeceğimiz mânâlardır. Her iki bakımdan müteşabih olan başlıca beş
kısımdır: Umum ve husus gibi nicelik bakımından, vücup ve nedb gibi nitelik
bakımından, nasih ve mensuh gibi zaman bakımından, mekan ve âyetin nazil olduğu
toplumdaki âdet ve gelenekler bakımından ki "Evlere arka duvarlarından atlayıp
girmeniz Allah katında iyilik ve sevap değildir." (Bakara, 2/189) âyetinde
olduğu gibi.
Bir de fiilin
sıhhat ve fesadındaki şartlar bakımından.
İşte kitabın
âyetleri böyle muhkemat ve müteşabihat şeklinde iki kısma ayrılmıştır. Asıl
uyulacak ümmü'l-kitap da müteşabihat olanlar değil, muhkemattır. Amma kalblerinde
eğrilik ve kaypaklık olanlar, doğruluktan hoşlanmayıp eğrilikten, yamukluktan
ve sapıklıktan zevk alanlar, muhkematı bırakırlar da kitabın müteşabih olan
âyetlerinin peşine düşerler, onları esas alırlar, dumanlı havalar ararlar.
Çünkü fitne çıkarmak, hakkı ve hakikatı karıştırıp, halkı şüpheye düşürmek
ve şaşırtmak suretiyle doğru yoldan çıkarmak ve belaya uğratmak isterler,
ve onu kendi gönüllerine ve keyflerine göre eğri büğrü te'vîl etmek arzusunu
beslerler. Halbuki onun te'vilini, yani meâlinin ve sonunun nereye varacağını
Allah'dan başka kimse bilmez. Genel anlamda müteşabihat içinde, özel anlamda
müteşabih olan bir kısım vardır ki, bunun meâlini, gerçek maksadına uygun
olarak ancak Allah bilir. Bundan dolayı bütün müteşabihatın te'vilini Allah'tan
başka kimse bilmez. Allah Teâlâ'ya yerde ve gökte, bütün zamanlarda ve bütün
mekanlarda gizli, meçhul bir şey bulunmadığı halde, O'ndan başkasına böyle
olmadığı gibi, bütünüyle hakikat olan ilâhî kitapta dahi hal böyledir. "O'nun
ilminden hiçbir şey kavrayamazlar." (Bakara, 2/255), "Allah bilir, siz ise
bilmezsiniz." (Bakara, 2/232). Zira meçhul meçhul ile, şüphe şüphe ile hallolmaz.
Meçhuller bilgi ile ve o bilglerin kuvvet derecesine bağlı olarak hallolur.
Öğretim ve irşad, bilgiler üzerine meçhulleri sezdirmek ve o bilinmiyenleri
bilinenlere dönüştürmektir. Öğrenende bilgi arttıkça, öğretmen kendi bilgi
derecesine göre, onun önüne bilinmesi gereken konuları sürer, sonra da onları
çözdürür. Bundan dolayı bilinmeyeni sezebilmek de onu bilmenin ön şartı olur.
Cenab-ı Hak kullarına hakikat bilgisini böyle ihsan eder. Önce kendini ve
başkasını ayıran bir muhkem ilim bahşeder. Sonra belli belirsiz olarak meçhul
şeyleri sezdirir. Bunları basamak basamak muhkem bilgiler şekline dönüştürerek
yakîn bilgiler haline getirir. Hikmet düzeninde ilim dahi varlıktaki düzen
gibi sistemli bir şekilde akar gider. Allah'ın bilgisi ise sonsuzdur. Sonradan
olma (hâdis) olan insan bilgisi hiçbir zaman ve hiçbir şekilde buna eşit olamaz,
onu ihata edip boyutlarına ulaşamaz. Böyle olduğunu bilmek, sonsuza dek ilim
ve öğrenme yolunda yürümek de en büyük ilim, en büyük marifettir. Bundan dolayı
insan ilimde hangi mertebeye ulaşmış olursa olsun, yine de önünde yığınla
bilinmesi gereken meçhuller bulunduğunu sezmek ihtiyacındadır. Bu bilinmeyen
meçhulü sezmek ise müteşabihat karşısında bulunduğunu bilmektir.
Daha doğrusu
geçmişe ve geleceğe, ezele ve ebede ilişkin olan her beşerî ilim, müteşabih
olmak konumundan kurtulamaz. Hiçbirisinde şimdiki halde şuurun yakından şahid
olduğu ve müşahede ettiği kuvvette kesinlik yoktur. Her tecrübe ve gözlemin
bir öncesine ve bir sonrasına doğru attığı adım bir müteşabihlik ile ilgilidir.
İlmin en kuvvetli gerekçesi olan tecrübe zaruri bir gerekçe değildir. Bu konuda
en sağlam ve en genel belge, sebebin ve şartların devamlılığından çıkan, olağan
tekdüzeliktir ki, bu da ilâhî iradeye dayanmaktadır. Binaenaleyh beşer ilminin
müteşabihattan kurtulması mümkün değildir. İşte insanlara Hakk'ın iradesini
gösterecek hidayet için bir ilâhî öğretim olmak üzere indirilmiş bulunan ilâhî
kitaplar, tamamen bu gidişata, yani, ilâhî düzenin gerçeklerine uygun ve paralel
olarak muhkemat ve onun karşılığında müteşabihat ile indirilmiş bulunmaktadır.
Tevrat ve İncil'in de muhkematı ve müteşabihatı vardı, onlarda da ümmü'l-kitap
muhkemat idi. Fakat Tevrat'ta pekçok olan müteşabihatın bir kısmı, İncil'de
muhkemlere irca edildikten başka, daha diğer müteşabihat gösterildiği gibi,
Kur'ân'da da bütün geçmiş kitapların müteşabihleri muhkemata irca edildi.
Ayrıca derin birtakım müteşabihat daha gösterilmiş ve bunların doğrudan doğruya
arkasına düşülmekten sakındırılarak, muhkemata irca metodu da açıkça öğretilmiştir.
Bu arada insanlar için, bilimin hangi aşamasında olurlarsa olsun, yine de
çözülemiyen ve Allah'ın bilgisine havale edilmesi gereken gerçeklerin hiçbir
zaman tükenmeyeceğini, muhkemattan sonra bile gerçek anlamda müteşabihlerin
var olacağını bilmek ve itiraf etmek de beşerin ilmi için büyük bir olgunluk
ve insanlığın gayesi açısından büyük bir hayır demek olduğu da anlatılmıştır.
Beşer ilminin değerine ve gerçeklik derecesine kesin gözüyle bakmak, mantık
ve matematik ölçüsünde ona zaruri bir şaşmazlık kazandırmak ve böyle bir özellik
aramak çelişkidir. Bunun için, ilâhî kitaplarda müteşabihat bulunmamalı idi
şeklinde bir vehme kapılıp kalmamalıdır. Zira böyle bir düşünce varlığın dondurulmasını
ve bir noktada durdurulmasını veya tekdüze olarak robot halinde sürüp gitmesini
ve Allah'ın bilgisinin sona erdiğini farzetmek, ya da bütün sonsuzluğuyla
ve bütün canlılığıyla ilâhî bilgilerin, muhkem bir şekilde beşere öğretilmesi
ve Allah Teâlâ'ya bir anlamda ortak ve eşdeğer bir varlık ortaya koymanın
mümkün olduğu vehmine kapılmak veyahut Allah Teâlâ'nın beşer ilmini, belli
ve değişmez bir noktada durdurup bilinenlerden bilinmeyenlere, noksandan olgunluğa
ve kemale doğru, ebedî bir hayata yönlendirerek ilerlemesine engel olması
geleceğini iddia etmek, hasılı ilâhî feyizde cimrilik istemek demek olurdu.
Her terakki tavrının, her gelişme çabasının ilerisinde daha alınması gereken
mesafe, keşfedilecek hakikatler ve hiçbir zaman iyice anlaşılıp bitirilemiyecek
başlangıçlar ve sonuçlar mevcut olduğu halde, Allah Teâlâ'nın bunları insanlara
verdiği çeşitli kabiliyetlere göre sezdiremeyip birçok yönden gizlemesi ve
bu meçhulleri, mümkün olduğu kadar çözmeye ve keşfetmeye ipucu ve ölçü olmak
üzere bahşettiği usûl ve muhkem delilleri belli ve sınırlı bir noktada tutması,
dünkü ilimden yarın için, dünyadan ahiret için istifade ettirmemesi nasıl
olur da ilâhî hikmetin gereği olabilirdi? Bunun hikmete uygun olduğu nasıl
düşünülebilir? Allah'ın ilmine karşı herşeyi halletmiş, bitirmiş iddiasında
bulunan ve müteşabihatın bütün bütün ortadan kaldırılmasını arzu eden ve tecrübeyi,
teşabühten büsbütün arınmış mutlak bir kesinlik sanan bir ilmîlik ve isbatçılık
iddiası cehaletten başka birşey değildir. Buna karşılık, muhkematı esas alan
güçlü ve aydınlık bir isbat yolu ve metodu üzerinde yürümeyip, doğrudan müteşabihata
sarılmak ve onun muhkem bir gerçeklik içerdiğini inkâr edip şüpheyi esas tutmak
ve katıksız meçhulleri yalnızca bunlarla halletmeye kalkışıp işin sonucunun
nereye varacağını Allah'dan başka kimsenin bilmediği şüpheli, karışık, sağa
mı sola mı, ileri mi geri mi, hayra mı şerre mi, aydınlığa mı karanlığa mı,
varlığa mı yokluğa mı, cennete mi cehenneme mi götüreceği belli olmayan sisli
ve dumanlı havada çıkmaz yollarda dolaşmak da haddini bilmemek ve ilâhî hidayeti
dinlememek, tehlikelere ve karanlıklara doğru koşmaktır ki, bunu kalblerinde
eğrilik ve kötü niyet, kaypaklık ve çarpıklık bulunanlar yaparlar. Esbab-ı
Nüzul'de zikredildiği üzere hıristiyanların İncil'deki (baba) mecazını, gerçek
anlamıyla peder; Kur'ân'daki "O'nun Meryem'e ilka eylediği bir kelimesi ve
O'ndan bir ruhtur" (Nisa, 4/171) müteşabih âyetine, Allah'dan doğmuş bir ruh
mânâsı vererek ve Hak Teâlâ'nın doğma ve doğurma gibi üreme şekillerinden
münezzeh, hayy ve kayyûm, azîz ve hakîm hâlik ve barî-i musavvir bulunduğu
hakkındaki muhkemata bakmayarak, Allah'a çocuk isnat etmeleri; yine bunun
gibi, yahudilerin gibi hurûf-i mukattaa denilen başlıkları "ebced hesabı"
ile te'vil ederek bunlardan Muhammed ümmetinin ömrünü, kıyametin kopacağı
zamanı çıkarmaya kalkışmaları da bu türden bir olaydır. Bunlar ya heva ve
heveslerinden başka bir şeyde hak ve hakikat tanımazlar, ya da din deyince
herhangi bir hakikatle ilgisi olmayan bir oyuncak anlarlar. Din meselesinin
kayıtsız şartsız hakka uymak demek olduğunu bilmek istemezler. Bu konuda muhkem
olan isbat yoluna yanaşmazlar ve onlarla amel etmekten hoşlanmazlar da durmadan
zihinleri şüphelere ve vehimlere sürüklemek için yalnızca hayal ürünü olan
şeylerde, rumuz ve sembollerde, muamma ve müteşabihatta boş ve havaî şeyler
ararlar; müteşabihatı, şüpheye basamak yapmak için muhkemata üstün tutarlar.
Yine bunun gibi, birtakım mülhidler de vardır ki, dinin hiç anlaşılmaz ve
anlaşılınca hükmü kalmaz gizli ve sır dolu bir özü olduğu iddiasıyla bütün
muhkematı müteşabihata irca etmeye çalışırlar. Her şeyi kuşkulu hale getirmek,
hep garip ve acaip şeylerden bahsetmek, en belli gerçekleri bile birer efsane
gibi göstermek isterler ki, bunlar bilinen yolda yürümektan hoşlanmazlar.
Diğer bir kısımları da kendi bilgileri herşeyi çözmeye yetermiş gibi, kâinat
düzeninde, geçmişte ve şimdiki halde veya sonsuza dek sürecek olan gelecekte
sanki hiç bilinmedik birşey yokmuş gibi, müteşabihatın hakikatını kökünden
red ve inkâr eder; anlamadığı, anlayamayacağı bir hakikat işitirse, ona hurafe,
efsane, esatir deyip geçerler ki, bunların hepsi kalbin kaypaklığından, çarpıklığından
ve haddini bilmezlikten ileri gelir. Bunlara karşılık ilimde rüsuh sahibi
(uzman) olanlar, eğilmez, eğrilikten hoşlanmaz, ilim yolunda sağlam, bildiğini
ve bilmediğini seçebilen, bildikleri sayesinde bilmediklerinin önemini mümkün
mertebe çözebilen ilim erbabı da şöyle der: biz bu kitaba inandık, muhkemi
ve müteşabihi ile hepsi Rabbimiz katındandır. Hepsi haktır ve gerçektir. Hakikaten
böyle temiz akıl, güzel dikkat ve kavrayış sahiplerinden başkası da hakkiyle
düşünemez, kendi zihnindekini bile iyice seçip net olarak düşünemez, muhkematı
esas olarak hafî, müşkil, mücmel gibi te'vili mümkün olan müteşabihatı bile
doğru dürüst te'vil edemez. Bu konuda te'vil ve ictihat başkalarının değil,
muhkematın mertebeleri ile müteşabihatın mertebelerini seçebilen, te'vili
caiz olup olmayanları ayırabilen, fitneden, kendisini ve herkesi baştan çıkarmaktan
sakınan, haddini bilen, ilâhî bilgiye havale edilmesi gerekenleri O'na havale
eden, kâmil iman sahibi, ilim yolunda kuvvetli, temiz ve ince akıllı, doğru
düşünmesini bilen ve seven, hasılı hikmete mazhar olmuş rasih âlimlerin hakkı
vardır, bu işe ancak öyleleri yetkilidir. Bunlar muhkem ve müteşabih hepsinin
hakikatına iman ederler ve önünü sonunu hesaba katarak iyi düşünürler.
8-Kaypaklıktan
ve sapıklıktan sakınırlar da bu düşüncelerle işte şöyle dua ederler: "Ey Rabbimiz!
Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kalblerimizi haktan saptırma, bize
kendi katından rahmet ihsan eyle! Çünkü Sen çok ihsan edicisin."
9- "Ey Rabbimiz!
Muhakkak ki Sen, insanları, geleceği şüphesiz olan o günde bir araya toplayacaksın!"
Gerçekten de Allah sözünden dönmez, sözünün ve kararın miadını şaşırmaz.
İşbu "ilimde
râsih olanlar" ilâhî ifadesinde "vav" harfi istî'nâfiye veya atıf olmak üzere
iki türlü bağlantı vardır ki, birincisinde yukarıda açıklanan mânâ doğrultusunda
üzerinde kelâm tamam olmuş ve cümle sona ermiş olur, vakf-ı lâzımdır. Zaten
mushaflarda da durulması gerektiğini göstermek için buraya işareti konmuştur.
Müteşabihatın te'vilini Allah'dan başkası bilmez. İlimde rasih olanlar bile
şöyle derler: ... demek olur. Bu tefsir bağlantısı Abdullah b. Abbas'dan,
Hz. Aişe'den, Hasen'dan, Malik b. Enes'ten, Kisaî ve Ferra'dan ve birçok seleften
rivayet olunmuştur. Diğerinde ise "vav" atıftır. O zaman cümle ancak üzerinde
tamam olur ki, müteşabihin te'vilini Allah'dan ve ilimde rüsuh sahibi âlimlerden
başka kimse bilmez demek olur. Bu da yine Abdullah b. Abbas'dan, Mücahid'-den,
Rebi b. Enes'ten ve daha başkalarından rivayet olunmuştur. Kelamcıların ve
müteahhir âlimlerin birçoğunun tercihi de budur. Mesele müteşabihin sıhhatli
ve doğru olarak te'vilini Allah'dan başkası bilebilir mi, bilemez mi noktasına
bağlıdır.
Te'vîl: Lügattaki
aslı bakımından, herhangi bir şeyi varacağı gayeye, hedefe vardırmak demektir.
Bilhassa bir lafzın meâlini, yani varacağı mânâyı alıp tefsir eylemeye denilir.
Te'vil ya doğru ve sıhhatli bir te'vil olur, ya da yanlış ve bozuk bir te'vil
olur. Bir sözü hiç ihtimal bulunmayan bir mânâya çekmek veya ihtimali olan
mânâlar içinde daha uygunu ve daha kuvvetlisi varken en uzaktaki ihtimale
çekmek fasid ve batıl bir te'vil olur. Te'vil her halükârda haklı bir gerekçeye
ve sebebe dayanmalıdır. O sebep, o delil bulunduğu zaman, çoğu yerde hafî
olan açık olana, mecaz da hakikate tercih edilir. Aksi halde yapılan te'vil
indî ve fasittir. Bundan dolayı muhkematı hiç gözönünde tutmadan müteşabihatı
arzuya göre te'vil etmek, sapıklık demek olduğu zaten âyette açık seçik söylenmiş
olduğundan bunda şüphe yoktur. Fakat muhkematı esas almak, cidden hüsnüniyet
ve konunun şartlarına riayet ederek hareket eylemek üzere, müteşabihat için
"işte bundan murad budur" diye hükmederek doğru ve sıhhatli bir te'vil yapabilmek
âlimler için mümkün müdür, değil midir?
Bu mesele
üzerinde çok ihtilaf edilmiş olduğu görülüyor. Kur'ân'da kıyametin vakti,
saati, zebanilerin sayısında vesairede bazı sayıların özellikleri ve daha
başka bazı hususların Allah'dan başka kimseye malum olmadığında ittifak vardır.
Buna karşılık birçok âyetlerin de ittifakla te'vil edildiğinde hiç şüphe yoktur.
Bunun için bu babdaki ihtilafın, ihtilaf olmaktan ziyade tefsir ilmi açısından
büyük faydası bulunduğunu anlamak gerekir. Âyetteki her iki türlü yorumdan
her biri kendi açısından çok anlamlı olarak maksadı ayrı ayrı yönlerden dile
getirmişlerdir. Şöyle ki, yalnızca özel anlamıyla veya genel anlamıyla herşeyi
inceden inceye, bütün ayrıntıları ve bütün sonuçlarıyla müteşabihin mânâ ve
te'vilini Allah'dan başka kimse bilmez. Fakat genel anlamı bütün ayrıntılarıyla
değil de şöyle yüzeysel olarak düşünecek olursak, bunlardan bir kısmının ilimde
rüsuh sahibi âlimlerin de bunu bilebileceğini anlatmak istemiştir. Yalnızca
birinci rivayet olsaydı, âyetin zahirinden çıkan anlama göre ilimde rüsuh
sahibi âlimlere te'vilden herhangi bir hisse ve pay düşmezdi. "Bunu, üstün
akıllılardan başkası düşünmez." âyetiyle uyumlu olmazdı. Yalnızca atıf rivayeti,
yani ikinci rivayet olsaydı, o zaman da ilimde rüsuh sahibi âlimlerin müteşabihatı
bütün yönleri ve çeşitleri ile eksiksiz bilebilir, hepsinin te'viline akıl
erdirebilir, yani Allah'ın bildiği gibi bilebilir oldukları anlaşılırdı. İşte
buradaki "vav"ın dahi böyle müteşabih bir şekilde ortaya konmuş olması, buradaki
her iki şıkka uygun olarak atıf şeklinde düşünüldüğünde müteşabihatın yüzeysel;
istînaf şeklinde düşünüldüğünde te'vil konusunun derinlemesine ve bütün yönleriyle
dikkate alınmış olduğunu gösterir. Binaenaleyh müteşabih genel anlamı üzerine
hamlolunduğu takdirde topluca mânânın, "Bütününün te'vilini Allah'dan başkası
bilmez." demek olup, bazılarını Allah'dan başkasının muhkemata başvurmak ve
ona uymak suretiyle bilebilmelerine engel olmayacağını atıf rivayeti izah
eder. Şu halde te'vil açısından müteşabih üç esasa ayrılır:
1- Kul bilgisiyle
vukuf mümkün olmayan ki, kıyametin ne zaman kopacağı ve dabbenin ortaya çıkışı
vakti vs. gibi.
2- İnsanların
bilmesi mümkün olan ki, garip lafızlar ve muğlak hükümler gibi.
3- Bu ikisi
arası ki, tanınmaları bazı rüsuh sahibi âlimlere mahsus bir ihtisas olur.
Bunun için
biz daha önce yukarıda selefin tercihi üzere hem üzerinde vakfın lüzumunu
tercih ettik, hem de "vav"ın atıf olduğu suretinde mânâya işaretini gösterdik.
Yalnızca atfı tercih etmek, Kur'ân'da rasih âlimlerin anlayamayacağı ve Allah'ın
bilgisine havale etmeye mecbur olacağı hiçbir şey yokmuş gibi bir ihtimali
de içine alabilir. Bir kelâmdan hiçbir şey anlaşılamamak, kelâmda hitap edilenlere
yönelik hiçbir fayda bulunmadığı düşüncesine kapılarak böyle bir ihtimali
zannedenler olmuşsa da doğru değildir. Şüphesiz ki, Kur'ân'da anlamsız ve
boş bir lafız mevcut değildir. Sûre evvellerindeki huruf-i mukatta'ada bile
çeşitli anlayışlar ve sezişler sözkonusudur. Mesele anlaşılanın sınırını belirlemede,
esas itibarıyla murad edilmiş olan mânânın tayin ve tesbitindedir.
Hitabın faydası
ise bu tesbite bağımlı değildir. Yine yukarıda kabul ettiğimiz şekilde sonsuz
araştırmalara müsait konuların bulunduğunu sezdirmek, insan bilgisinin değerini
tayin ettirmek, insanların bilgi derecelerine göre çeşitli anlayışlar, zevkler
ve faydalar bahşetmek ve nihayet rasih âlimleri derin derin düşündürmeye yöneltmek
gibi daha birçok fayda söz konusudur. Bu açılardan bakıldığında hitapta faydalar
bulunduğu görülür. Kur'ân'ın öyle işaretleri vardır ki, bunlar Kur'ân ilmi
ile uzun uzadıya uğraştıktan sonra sezilmeye, sonra da olayların gelişmesi
ile te'vili anlaşılmaya başlar. Lafızları mânâya irca etmek şeklindeki te'vil
ile mânâyı olaylara uygulamak şeklindeki te'vil arasında da fark vardır. Binaenaleyh
Kur'ân'ın tefsirinde "Biz seni hakkıyla tanıyamadık." diyecek noktalar bulunduğunu
hiçbir zaman unutmamak ve her zaman Kur'ân'ın muhkematına iyi sarılmak lazım
gelir. Bu âyetler bize Kur'ân âyetlerinin genellikle meâlini tayin etme işinin
tamamen rasih âlimlerin yetkisinde olmadığını ve Kur'ân nazmının ve özellikle
müteşabihatının ibadet ölçüsünde aynen korunmasına dikkat edilmesi gerektiğini
de gösterdiği için, mânâ tayini demek olan terceme meselesinin nasıl bir ağır
ve tehlikeli iş olduğunu iyi düşünmek gerekir. Daima Cenab-ı Hak, kalblerimizi
fitneye yöneltmekten ve keyfî te'vile kapılmaktan, kaypaklıktan ve sapmaktan
korusun.
Evet Allah
sözünden dönmeyendir. "kendisinde hiç şüphe olmayan" o haşir günü kesinlikle
gelecek, kalbleri kaypaklıktan ve küfürden, fitne ve fesattan sâlim olan,
Hakk'ın âyetlerine "inandık, onların hepsi Rabbimiz katındandır." diyen iman
ehli, Allah'ın vaad ettiği rahmetine ve yardımına erecek, inkârda ısrar edenler
de vaîdini, ikab ve azabını bütün şiddetiyle göreceklerdir.
10-11-Bunun
için, " Gerçek şu ki kâfirlere, Allah'tan gelecek bir zararı, ne malları,
ne de evlatları engelleyemez. İşte onlar, o ateşin yakıtı olacaklardır. Gidişatları,
Firavun soyunun ve daha öncekilerin gidişatı gibidir. Âyetlerimizi inkâr etmişlerdi.
Bunun üzerine Allah da onları işledikleri günahlar yüzünden yakalayıp alaşağı
etti. Allah, cezası çetin olandır." Allah Resulunün hak peygamber olduğunu
bildiği ve kardeşine söylediği halde, Rûm krallarının verdiği malları elinden
kaçırmak endişesiyle iman etmeyen Necran piskoposu sebebiyle nazil olduğu
rivayet edilen bu âyet, hükmü umumî ve herkese şamil olarak varid olmuş, Firavun
ailesinin ve daha başkalarının başlarına gelen şiddetli felaketler bütün bu
gibilerin, yani Hakk'ın âyetlerini tekzib ve inkâr edenlerin hepsinin başına
da geleceğini müminlere müjdeli bir vaad, kâfirlere de tehdit dolu vaîd olarak
haber vermiştir.
Daha önce
Yahudiler hakkında indirilmiş olduğu rivayet olunan şu iki âyet de bunların
arkasına eklenerek yukardaki âyetin hükmüne ortak edilmiştir:
Meâl-i Şerifi
12- O inkârcı
kâfirlere de ki, siz mutlaka yenilgiye uğrayacak ve toplanıp cehenneme doldurulacaksınız.
Orası ne fena bir döşektir.
13- Hiç şüphesiz
karşı karşıya gelen iki toplulukta size bir âyet, bir işaret ve ibret vardır.
Onlardan biri Allah yolunda savaşıyordu, öbürü de kâfirdi ve karşılarındakini
göz kararıyla kendilerinin iki katı görüyorlardı. Allah da gönderdiği yardımla
dilediğini destekliyordu. Gören gözleri olanlar için elbette bunda apaçık
bir ibret vardır.
12-13-Bedir
savaşında Resulullah'ın Mekke'li müşriklere karşı zafer kazandığını gören
Medine yahudileri, "Vallahi işte bu, bize Musa'nın vaad ettiği, Tevrat'ta
özellikleri bildirilen ümmî nebidir." demeye başlamışlar ve ona iman edip
uymak arzusunu göstermişlerdi. İçlerinden bir kısmı da, "Acele etmeyiniz,
bekleyelim birkaç olay daha görelim." demişlerdi. Uhud savaşı olunca tereddüde
düşmüşler, halbuki o sırada bir müddet için Resulullah ile bir antlaşmaları
da vardı, süresi dolmadan antlaşmayı tek taraflı olarak bozdular. Bu âyet
bunun üzerine nazil olmuştur.
İkinci âyet
Bedir savaşının Allah'ın yardımına nasıl bir ibret örneği olduğunu gösteriyor
ki, burada "Nice ufak topluluklar, Allah'ın izniyle birçok büyük topluluklara
üstün gelmişlerdir." (Bakara, 2/249) âyetinin mânâsı ve hükmü, İslâmda ilk
örneğiyle fîsebîlillah (Allah yolunda) olmak şartıyla açıklık kazanmış ve
sûrenin, Bakara'nın son âyetindeki yardım duasına cevap olan noktalarından
biri daha gösterilmiştir. Gerçekten de Bedir savaşı, daha sonraki yıllarda
gerek yahudileri, gerek Necran'dan başlayarak hıristiyanları mağlup eden İslâm
zaferlerinin de ilki ve temeli olmuştur. Kur'ân hükümlerine samimiyetle uyan
ve Allah yolunda olan müminlere bu yardım her zaman vaad olunmuştur.
Böyle iken
acaba insanlar neden bundan gaflet ederler?
Meâl-i Şerifi
14- İnsanlara
kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, davarlar,
ekinler kabilinden aşırı sevgiyle bağlanılan şeyler çok süslü gösterilmiştir.
Halbuki bunlar dünya hayatının geçici faydalarını sağlayan şeylerdir. Oysa
varılacak yerin (ebedî hayatın) bütün güzellikleri Allah katındadır.
14- Şehvetle
ilgisi çok olan, bütünüyle şehvet kesilmiş gibi bulunan şeylere karşı duyulan
muhabbet, yahut sırf şehvet için sevilen, onlar arasından şu sayılan şeyler
insanlara çok süslü, çok zinetli gösterildi, bunları pek hoş gördüler, sevilecek
şeyler yalnızca bunlar zannettiler. Bir taraftan bunların meşru birer nimet
olması özelliği, bir de hayalî ve gayri meşru bir şeye sebep olması özelliği
vardır. Birincisinde süsleyen Allah, ikincisinde süsleyen şeytan ve beşerin
bilgisizliğidir ki, fenalığı ve kınanması bu bakımdandır. Şehvet nefsin arzu
ettiği şeye atılışıdır ki gönül çekmek, canı istemek diye söylenir. Bunun
ifrat derecesine hırs ve şereh denilir. Dilimizde şehvet, iştahtan daha özel
bir anlama gelir ise de aslında değildir. Burada şehevat, bütünüyle şehvet
kesilmiş iştah çekici şeyler anlamına kullanılmış ve aşağısıyla tefsir edilmiştir.
Bununla beraber mef'ûl mânâsına alınarak şehvet kendi mânâsında bırakılmak
ve aşağısı da "hübb"ün beyanı olmak ihtimali vardır. Evlat ve hele oğullar
demektir. Bunda kadınlar tarafından mülahaza olunan şehevat sevgisine de bir
ima vardır. Zira "nâs" kelimesi bütün insanlara ve kadın ile erkeğe şamil
olmak üzere genel anlamlı bir kelimedir. Fakat kınama açıkça erkeklere tevcih
olunmuş, kadınlar sevmek değil, sevilmek mevkiinde gösterilmiştir. Bununla
beraber âyet Allah katındaki mutlak gerçeği değil, bir bakış açısını, bir
zihniyeti dile getirmiştir.
"Kanatîr"
kantarın çoğuludur, "mukantara" ise kantarlanmış demektir. Kantarların kantarlanması
da darb sûretiyle (çarpım yapılarak) çoğaltılmıştır ki, mübalağa için olur.
Aritmetik ifadesiyle en az "kantar kerre kantar" demek gibidir. Kantar en
büyük ağırlık birimidir ki, çeşitli zamanlarda, değişik kavimler tarafından
farklı şekilde kullanılmış olduğu bilinmektedir. Mesela bir zamanlar Afrika
ve Endülüs'te sekiz bin miskal, sonra yüz rıtıl bir kantar sayılmıştır. Hz.
Peygamber'den bin iki yüz ukye (okka) veya on iki bin ukye veya bin iki yüz
dinar diye üç ayrı rivayet de bulunmaktadır. Mutlak olması bakımından herhangi
bir sayı değil, en yüksek tartıda birçok şey demek olur. Nitekim Araplarda
kantar miktarı belli olmayan bir ağırlık ve tartıdır. Veyahut yerle gök arası
kadar mal demektir diye de lügat rivayetleri bulunmaktadır.
İşte böyle
şehevat muhabbetini pek güzel bir şey zannetmeleridir ki, kendilerini her
fenalığa sürükler. Bu iştah çekici şeylere böylesine muhabbet ise göründüğü
kadar güzel bir şey değildir. Bunların amaç ve gaye edinilmeye değer yanları
yoktur. Nihayet bunlar bayağı bir hayatın unsurlarıdır.
İnsan bırakır
hepsini hîn-i seferinde.
Dönüp dolaşıp
varılacak ve hayatın gayesi edinilecek şey bunlar değildir. Allah'ın yanındakidir
ki, bu dünya hayatından geçilip Allah'a varıldığı zaman ona erilir. Bundan
dolayı o şehevat, o iştah çekici şeyler, dünya hayatını sürdürmek ve geçip
Allah'a gitmek için faydalanılmak üzere verilmiş birer araç olmak bakımından
Allah tarafından ihsan edilmiş birer nimet iseler de bu bayağı hayata ve onun
eşyaları olan şehevata muhabbet etmek ve bu yüzden Allah yanındaki güzel mevkii
feda etmek ne kadar büyük budalalıktır, ne kadar alçaklıktır.
Bunları anlatmak
için:
Meâl-i Şerifi
15- De ki,
size, o istediklerinizden daha hayırlısını haber vereyim mi? Korunan kullar
için Rablerinin yanında cennetler var ki, altlarından ırmaklar akar, içlerinde
ebedî kalmak üzere onlara, hem tertemiz eşler var, hem de Allah'dan bir rıza
vardır. Allah, o kulları görür.
16- Onlar
ki, "Ey Rabbimiz! Biz inandık, iman getirdik, artık bizim suçlarımızı bağışla
ve bizi ateş azabından koru!" derler.
17- O sabredenleri,
o doğruluktan şaşmayanları, o elpençe divan duranları, o nafaka verenleri
ve seher vakitlerinde o istiğfar edip yalvaranları (görür).
15-16-17-Her
çeşit nimet bulunan bu güzel cennetler, bu daimî gönül alan ve henüz gizli
vatanlar, bu tertemiz pak çiftler, o içinde bulunduğumuz geçici, aldatıcı,
basit ve alçak hayattaki iştah çeken şeylerden daha güzel, çok daha hayırlıdır.
Allah'ın tam anlamıyla bir rızası ise hepsinden büyük, her lezzetten yüksektir.
Fakat bu güzel yurt, bu güzel yuva herkese değildir. Dünyanın her an durmadan
değişen ve geçici olan iştah çekici şeylerine sevgiyle bağlanmaktan sakınıp,
kötü akibetten korunan muttakilere mahsustur. Böyle olmayanlar güzel yuvaya
eremez, rıdvan lezzetini bulamaz. Başında o geçici lezzetleri elde etmenin
hırs ve çabasıyla yanar tutuşurlar, sonunda ondan mahrum kalmanın acısı ve
azabı içindedirler. Bu korunma (ittika) da kuru laftan ve gösterişten ibaret
bir korunma değildir. Allah, kullarının içini dışını, ne yapıp ne işlediklerini
görür. İmanlarını şüpheden uzak olarak ikrar ve itiraf edip bu sayede günahlarına
mağfiret dileyen, hiçbir lezzete imkan bırakmayan ateş azabından korunmalarını
niyaz eden, sabırlı, sözlerinde, niyet, davranış ve işlerinde dürüst ve doğru
olan, huşû içinde ibadet ve taata devam eden, mallarını Allah yolunda infak
eden, karanlıkların aydınlığa, gafletlerin açıklığa ve uyanıklığa dönüştüğü
o seher vakitlerinde istiğfar eyleyen kullarını görür ve gözetir, güzel yurdu
ve en büyük rıdvanını böyle kullarına verir. Şu halde ta başta yürekten inanıp
tasdik etmek ve imanını da hiç çekinmeden dil ile ikrar etmek, günahların
bağışlanmasına ve azaptan korunmaya vesile ve sebep ise de, hiç şüphesiz en
güzel sonuç ve en büyük rıza, sayılan özellikleri kendilerine huy ve alışkanlık
edinmiş olan takva ve ibadet ehli müslümanlara aittir.
Sakın bu
beyanları, bu vaatleri ve bu uyarıları, bu iman ve sığınmayı, bu yüce hasletleri,
hasılı bu dini ve dindarlığı, temelsiz, şahitsiz, kanıtsız, belgesiz, boş
bir şey, kuru bir iddia, gerçekliği şüpheli, şunun bunun karşı çıkmasıyla
zayıf düşecek, ortadan kalkacak, insanı aldatan hayallerden sanmayınız. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
18- Allah
şehadet eyledi şu gerçeğe ki, başka tanrı yok, ancak O vardır. Bütün melekler
ve ilim uluları da dosdoğru olarak buna şahittir ki, başka tanrı yok, ancak
O aziz, O hakîm vardır.
19- Doğrusu
Allah katında din, İslâm'dır; o kitap verilenlerin anlaşmazlıkları ise sırf
kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki taşkınlık ve ihtirastan dolayıdır.
Her kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse iyi bilsin ki, Allah hesabı çabuk
görendir.
18- Allah,
muhakkak kendisinden başka tanrı olmadığına bizzat kendisi, meleklerin hepsi
ve gerçekten ilim sahibi olan bütün olgun bilginler şahitlik etti. Üstelik
adaleti ve hakkı ayakta tutanlar olarak şahitlik ettiler. Allah Teâlâ'nın
birliği, adalet ve hak ölçüleriyle gözeticiliği (kayyûmiyeti) derece derece
bu üç türlü şahitliğin hem her biri ile, hem de toplamı ile sabittir.
Daha yukarılarda
da geçtiği üzere, lügatte şühûd ve şehadet esasen hazır olmak ve gözüyle görmek
demek olup, kendisinde gerek hazır olmak, gerek içine doğmak suretiyle gerçekleşen
bilgiyi dile getirerek bir hakkın yerini bulmasına ve bir isbata şehadet denilir.
Örfte ve şeriat geleneğinde şahit davacı ve davalıdan başka birisi olur. Burada
ise kitap indiren Allah Teâlâ'nın şahitliğinde davacı ile şahitliğin, hatta
şahid ile üzerine şahitlik edilenin birleşmesi söz konusu olabileceğinden,
bu şahitliğin gerçek önemi ve mânâsını iyi düşünmek gerekir. Her şeyden önce
davacı peygamber, davalılar inkârcı kâfirler olmak itibariyle bu sualin varid
olmayacağı belli ve meydandadır. Allah'ın şahitliğinin mânâsı bir hakikatı
bildirmek, beyan edip açıklamaktır veya birtakım deliller ile onu ispat etmektir,
veyahut yakından şahid olan bilgisi ile hükmetmek mânâlarından biri ile dahi
tefsir edilir. Bu mânâ ile Cenab-ı Allah, gizli ve açık dünyalarda haddi hesabı
olmayan şahitler ve deliller yaratıp meydana çıkarmak suretiyle kendi birliğini
ve yüceliğini beyan edip açıkça ortaya koyduğu gibi, bundan başka dinî anlamda
deliller de indirerek bunları bildirmiş ve doğrulamıştır ki, genelde insanlar
için bu mânânın anlaşılması daha kolay olduğundan birçok tefsir âlimleri,
bununla yetinmişlerdir. Fakat burada daha derin ve hikmet sahipleri arasında
pek çok münakaşalara sebep olmuş olan marifet bakımından da bahse konu olan,
yani "ilm-i yakîn" (kesin bilgi) meselesinin esaslı bir çözümü vardır. Bu
bize gösteriyor ki, her hususta yakînin temeli ve başlangıç noktası, Hak Teâlâ'nın
kendine ve birliğine olan bilgisi ve şehadetidir. Her ilm-i yakîn, Hakk'ın
kendine uygunluğudur ve bu uygunluğun bildirilip açıklanması ile mümkün olur.
İlm-i yakin, ayn-i yakîne, ayn-ı yakîn de hakk-ı yakîne dayanmaktadır. Aslında
hak olan herhangi bir şeyin bizzat veya dolaylı olarak kendisini göstermesidir.
Sadece sübjektif bir iddiadan, bizzat kendi özünde hak olan yakîni birbirinden
ayırd ettirir. Bunun için gerek dış dünyada, gerek iç dünyada yakından şahit
olunarak ve yaşanarak elde edilen bilgi, birtakım deliller aracılığı ile elde
edilen nazarî bilgiden üstündür. Mesela, acaba şu bahçede bülbül var mı, yok
mu diye bahse tutuşan ve her biri iddiasını akıldan veya başkalarından duyarak
elde ettiği deliller ile ispata çalışan birtakım kimselere karşı, o bahçede
bir bülbülün ötmeye başlaması ne büyük bir şehadettir. Halbuki bu ötüş bile
henüz delile dayalı bir ilm-i yakîndir. Burada asıl şehadet bir taraftan o
sesin bülbülde, diğer taraftan işitenlerde meydana gelen olgusu ve her iki
tarafla olan ilişkisidir. Bu bir sestir ve bu ses bir bülbül sesidir. Binaenaleyh
hakikat, özüne uygundur diyenlerin daha önce kendilerinde bir şahit ve meşhud
vardır, yani o sesin bülbül sesi olduğunu anlayıp idrak etmelerini sağlayan
bir bilgi birikimi vardır. İşte o şahit ve meşhud onların idraklerinde hem
önce ve şimdi birleşmiştir. Binaenaleyh hakikatın derinliklerinde ve zamanın
akışında şahit ile meşhudun bu birleşmesidir ki, şehadetin niteliği ve gerçeğin
tasdiki bakımından esas şahit olmuştur. Bu durum gerçeğin kendi özüne uygunluğu
temeline racidir. Ve bu husus, her hakkın, hak olmak bakımından mutlak anlamda
birliği ve bütünlüğü demektir. Bu da yok olma vasıflarından münezzeh, ezelden
ebede katıksız hakikat ve hak olmak özelliğinin sahibi olarak kaim bulunan
Allah Teâlâ'nın adalet ve hakkaniyeti ayakta tutan birliğine ve O'nun kendinde
huzuru ile ezelî ve ebedî olarak uygunluğuna ve bunu izhar ve ilanına bağlıdır.
Herhangi bir hakikatın özüne uygunluğu "o, odur" şeklinde aynîlik denilen
bir orantının doğruluğunun tasdiki demektir ki, bu ancak bir bilen kişi ile
gerçekleşir. Bilgi ve bilen kişi aradan çıkarılırsa, şeylerin kendi nefsine
uygunluğu meselesi de ortadan kalkar. Fakat bilen birine karşı bir taş bile
kendisini ortaya çıkarıp kendi varlığına şahitlik eder. Şu halde insan düşüncesi
gözardı edildiğinde, kendi kendilerinin varlığından haberdar olmayan şeyler,
kendi özüne uygun değilse, o şeylerin insan bilgisi yardımıyla kendi kendilerinin
varlığına şahitlik etmeleri nasıl mümkün oluyor? Ve sonra bütün şehadet hak
adı verilen bir tek noktaya nasıl toplanıyor? İşte bilgi probleminin filozofları
şaşırtan en ince noktası burasıdır. Bu âyet de işte bu noktayı çözüme kavuşturarak,
ilm-i yakîn meselesinin gerçek başlangıç noktasını gösteriyor. Varlıkların
kendi varlıklarında kendi kendilerine uygunlukları, Hak Teâlâ'nın kendi zatında
kendine uygunluğunun, yani nin kendine olan bilgisinin ve bu bilgiyi açıklaması
ile kendi varlığına ve birliğine şehadetinin eseridir. Şu halde varlıklar,
kendilerine, kendilerinde uygun değil, kendi özünü bilen Hakk'ın zatında,
yani Allah'ın bilgisinde kendi özlerine uygundurlar. Her insanın kendine uygunluğu,
bunun gibi, her varlığın insan bilgisindeki kendine uygunluğu da yine her
birinin ilâhî ilimde yer aldığı şekildeki uygunluk sebebiyledir. Bundan dolayı
varlık âleminde ne kadar şahitlik edilecek konu varsa, ne kadar ilim ve delil
varsa, ne kadar bilgi ve belge varsa hepsi Hak Teâlâ'nın kendini bilmesine
ve bildirmesine, yani şehadetine dayalıdır. İleride gelecek olan "Her şey
helak olacak, ancak Allah baki kalacak." (Kasas, 28/88), "Rabbinin her şeye
şahit olması sana yetmez mi?" (Fussilet, 41/53) âyetleri bu noktaya açıklık
kazandırmıştır.
Hasılı gerçek
şahit ancak Allah Teâlâ'dır. Mesela, güneş vardır diyen bir şahit, kendisiyle
şahitlik ettiği güneş arasında Hakk'ın koyduğu ölçüye uymaktan başka birşey
yapmış olmaz. Şu kadar ki, bu uymak, açık veya zımnen veya farkına varılmadan
olabilir. Hak Teâlâ'dan başka hiçbir âlim ne kendine, ne de başka varlıklara
tamamen şahid değildir. İnsan bilgisinde de varlıkların kendilerine uygunlukları
izafî, eksik ve sadece bir yöndendir. Ben, benim diyebilen insanın bile kendi
özüne uygunluğu, bütün yönleriyle tam ve mutlak ve hakka'l-yakîn değildir.
Onun kendi bedenî ve ruhî varlığında daha bilmediği ve şehadet edemediği izafetlerle
dolu nice yönler bulunmaktadır. İnsanın gerek kendinde, gerek diğer varlıklarda
gerçekten bilebildiği şeyler, Hakk'ın şehadetini doğrudan doğruya veya dolaylı
olarak sezebildiği yönlerdir. Binaenaleyh insanda mutlak anlamda bir yakîn
bilgisi varsa, o da Allah'ın varlığı ve birliğine ait olan bilgisidir. Zira
bu bilgi, gerek kendisine ve gerek eşyaya olan ilimlerin hepsinin en başta
gelen temel öğesidir. Bundan başka herhangi bir bilgide bağlayıcı bir kesinlik
ve zaruret yoktur. İlim ehlinin dereceleri de bu şahitliğe yakınlığı ve uzaklığı
ile orantılıdır. Kendi içlerinde Hak Teâlâ'nın bu şahitliğini sezemeyenler
gerçek âlimlerden olamazlar. Bunlar bilgiyi inkâr eden sofistlerden ve şüpheciliği
savunan inkârcılardandır. Gerek kendi özüne, gerek dış varlıklara ait olan
bilginin hakikatine ve değerine inanıp da Hak Teâlâ'yı inkâr edenler ise,
inatçı kâfirlerden olanlardır. Cenab-ı Allah'ın kendinde kendi varlığına bilgisi
ve şehadeti bulunduğu gibi, varlıkları yaratması ile dış ve iç dünyalarda
bu bilgisini sayısız şahitler ile ilan ve izhar etmesi, ilim, akıl, düşünce
ve idrak gücü vermesi ve bunlara uygun hareket eden âlimler yaratması ve onlara
şehadetini tebliğ ve ilan eylemesi dahi, Allah'dan başkasına karşı kendisine,
kendi birliğine hakkaniyetle şehadetidir ki, eninde sonunda, başlangıç ve
sonuç, davacı, şahit ve şehadet olunan olarak, hatta doğrudan doğruya hakim
olarak, hepsi bu birlik noktasında birleşmeden, buna başvurup, sığınmadan
ne bir şahitlik yapılır, ne varlıktan, ne ilimden, ne amelden bir eser sezilir.
Allah Teâlâ kendi zat-i ahadiyetinde (mutlak birliğinde) şahit ve meşhudun
birliğini ve bütün şehadetlerin bu birlik sayesinde, bu şehadetin adlî ve
hükmî anlamda hakimiyeti altında sürüp gittiğini, bu şehadet olmadan hiçbir
şeyin adaletle ve hakkaniyetle tasdik edilip doğrulanamıyacağını hem fiilen,
hem de kavlen ortaya koyduğu şehadetiyle isbat eyledi ve buna kendi şehadetiyle,
kendi tezkiyesiyle desteklenmiş nice şahitler de yaratıp ortaya çıkardı. Bu
cümleden olmak üzere, bir insanın "ben benim" diyerek kendi kendini tanıması
O'nun sayesindedir. Yine O'nun sayesindedir ki, insan kendi varlığı hakkında
şahitlik eder, kendi şuurunun, kendi varlığına uygunluğunu, yani kendisinin,
başkası değil de kendisi olduğunu dolaysız olarak haber verir. Hem davacı,
hem şahit, hem de meşhud (hakkında şahitlik yapılan) olduğu halde bu şehadetini
ayniyle adalet, doğru ve gerçek tanır. Buna şüphesiz olarak inanır.
İkinci bir
husus olarak Allah Teâlâ'nın "kendisinden başka bir tanrı olmadığına, yani
tek ve yegane ilâh" olduğuna bütün melekler, gerek tekvinî anlamda, gerek
teşri'î herhangi bir hususta ilâhî emri ve iradeyi tebliğ ve icra ile görevli
Allah elçileri olmaları anlamıyla bütün melekler, bütün idrak ve akıl sahibi
olan görülmez varlıklar, bedensel varlıklarından soyutlanmış ruhlar dahi şahitlik
ettiler, üstelik şehadetlerinin doğru olduğuna Hak Teâlâ'yı da şahit tuttular.
Zira Allah Teâlâ kendi şehadetini evvela bunlara bildirdi ve bunları şahit
gösterdi.
Üçüncü olarak,
Allah Teâlâ'nın "kendisinden başka tanrı olmadığına, yegane tapılacak ilâhın
kendisi olduğuna" yani, gerçekten ilim sahibi olanlar, bütün peygamberler,
büyük âlimler ve O'nun birliğine inanan gerçek filozoflar şahitlik ettiler.
İlim ehli arasında görülüp de adalet ve hakkaniyetten sapan, adalet ve hakperest
olmayanların inkâr veya şehadetlerini gizlemeleri, ketm eylemeleri önemli
değildir. Adalet ve insaf sahibi olan hiçbir ilim sahibi yoktur ki, hiç olmazsa
kendi içinde, Allah'ın birliğine şahitlik etmesin. Zaten ilmin ve âlimin bilfiil
yeryüzündeki varlığı bile Allah'ın birliğinin açık delillerindendir. İlim
zaten vakıaya uygun değilse, yani hakkın ve gerçeğin olduğu gibi tanınması
demek olan hak ve gerçek değilse ilim olmaz. Bildiğinin doğruluğu ve gerçekliğine
iman ve şehadeti olmayan da âlim değildir. Hak Teâlâ ezel ve ebed bakımından
gerçekten kendisinin tek ilâh olduğuna ve birliğine şahit değilse; ne ilimde
hakikat bulunabilir, ne de kimse kendi kendini tanıyıp bilebilirdi. Sofistler
gibi ilmi inkâr ederek veya gerçekleri tersyüz ederek şüpheye ve inkâra sapanlar
ise kendilerinde Hakk'ın şahitliğini yapan bir ilmin bulunmamasından dolayı
şahitlik ehliyetinden mahrum kalmışlar ve bu davada mahkum olanlar arasına
girmişlerdir.
İşte mânâsıyla
Allah'ın birliğine ve Allah'ın adalet ve hakkaniyeti ayakta tutup duran bir
kayyum olduğuna, böyle bir vahdet düzeninin ve hatta bütün mevcudatın ve bütün
gerçeklerin kendisiyle ayakta durabildiği bir mutlak varlık olarak derecelerine
göre, dürüst, adil ve şahadeti geçerli bu kadar şahitler, söz ve anlam birliği
ederek sistemli bir şekilde şahitlik ettiler, her biri doğruluğu ayakta tutan
kimseler olarak "Ben şahitlik ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur." dediler.
"O aziz ve hakim olandan başka ilâh yoktur", yani hıristiyanların zannettiği
gibi, teslis (üçlü ilâh inancı) yok, bir takım azizler yoktur. Burada işbu
çeşitli şekilde tevcihlere ihtimali olan bir isim tamlamasıdır. Evvela şahitlik
açısından doğrudan doğruya "Allah"dan hâl, ikinci olarak meşhudluğu açısından
"hüve"den hâl olur ki, mânâ bakımından her ikisi de birbirinin vazgeçilmez
şıkkıdır. Üçüncü olarak, "ilim sahipleri"nden veya "ilim"den hâl, dördüncü
olarak da Allah, melekler ve ilim sahiplerinin her birinden ayrı ayrı hâl
olabilir ki, en sonda gelmesi bakımından en uygun olan da budur. O zaman "her
biri adaleti yerine getirici olduğu halde" demek olur. Ve şahadetten sonra
tezkiyeyi ifade eden bir te'kid hali olduğu için "Her biri adaleti hakkıyla
yerine getirici olduğu halde şahitlik etti." takdirinde bir başlangıç cümlesi
olması en güzel vecihtir. Gerçi "Kavim bana binekli olarak geldi." denildiği
zaman "Her biri binekli olarak" mânâsı murad olunabileceği inkâr edilmiştir.
Lakin bu misal yalnızca ilim sahiplerinden hâl yapıldığı takdirdedir. Ve denilebilir
ki, "Kavim bana binekli olarak geldi." cümlesi ile ""Zeyd, kavim ve onlara
uyanlar, bana binekli olarak geldi." demek arasında fark vardır. Atıf teğayür
içinde bir cemiyet ve bütünlük ifade eder, "her biri" mânâsını sarahatle ve
açıkça göstermiş olur.
Rivayet olunmuştur
ki, Şam rahiplerinden, yani Hıristiyan din âlimlerinden iki zat gelmişlerdi.
Medine'yi gördükleri zaman biri öbürüne, "Bu kasaba ahir zamanda çıkacak o
peygamberin kasabasına ne kadar benziyor." dedi, sonra da Hz. Peygamber'in
huzuruna geldiklerinde onu kendine mahsus sıfat ve özelliklerden tanıdılar,
Hz. Peygamber efendimize (s.a.v.), "Sen Muhammed'sin." dediler. Onlara "Evet"
buyuruldu. "Hem de Ahmed'sin." dediler. Hz. Peygamber tarafından, "Ben Muhammed'im
ve Ahmed'im." buyuruldu. Bunun üzerine, "Biz sana birşey soracağız, haber
verirsen iman edeceğiz." dediler. Hz. Peygamber "Sorunuz." buyurdu. Onlar
da, "Bize Allah kitabında en büyük şahitliği haber ver." dediler. İşte bu
âyet nâzil oldu. Bunun üzerine her ikisi de müslüman oldular. Demek ki, bu
âyetin nüzûlü, Necran heyetinin gelişinden önce imiş.
19-Özetle
bütün varlığa şamil olan bu üç şehadet sonucunda ilmelyakin, aynelyakin, hakkalyakin
ve her türlü hakikatten daha açık bir hakikat olarak gerçekleşmiş bulunmaktadır
ki; dır. Allah katında kendi ilâhî rızasına uygun ve mutluluk hedefine iletecek
olan hak dinin İslâm olduğunda şüphe yoktur.
Kisai kırâetinde
feth ile öbür kırâetlerin hepsinde kesr ile okunur. "Enne" okunduğu takdirde
bu cümle bir önceki cümleden bedel olmuş olur. Yani Allah Teâlâ, kendi birliğine
şahitlik ettiği gibi, hak dinin İslâm dini olduğuna da şehadet eylemiştir,
asıl şehadet edilen şey de budur. Kesre olarak "inneddine" okunduğu takdirde
ise hükmü şahitliğin sonuca, onun arkasından gelen cümlesi de bu şehadetin
gereği olan bir başka cümle olmuş olur. Çünkü İslâm dininin en temel ilkesi
diye Allah'ın birliğine inanmak ve Allah katından gelen vahiy dinlerinin hepsini
ikrar ve itiraf eylemektir. İslâmın diğer temelleri ve ayrıntı sayılan öbür
kuralları da hep bu inanca bağlıdır.
Allah katında
değişmez ve sabit olan ve "meşhüdün bih" olan hakk, kendi adaletinin, gerçekliğinin
ve birliğinin her türlü yanlıştan arınmış olarak ancak İslâm'da, buna bütün
yönleriyle ve gerekleriyle şehadet ile Allah'dan gelenin cümlesini ikrar olduğundan
hak dinin İslâm'dan başka birşey olmadığı da hakkalyakin, aynelyakin ve ilmelyakin
olarak sabittir. Allah Teâlâ'nın kendisi için ilke edindiği, peygamber gönderdiği,
evliyasını yönlendirdiği din ve sırat-ı müstakim budur. Nimet ve mükafatını
ancak bununla verir, akıbette selamete ancak bununla çıkarır.
Lüğattaki
asıl mânâsıyla din ceza, yani mükafat veya mücâzât veya itaat etmek demek
olan mastar anlamıyla ilgili olarak bir uyan ve güçlü bir uyulan arasındaki
ilişkinin adıdır. Bu ilişki, hakimiyeti elinde bulunduran güçlü önder tarafından
gözönünde tutulduğu zaman sevab veya ikab ile sorumluluğun uygulanması demektir.
Uyan tarafından ele alındığı zaman da selamet arzusu, korku ile ümit arası
bir tutumla itaat ve emre bağlılık anlamı ifade eder ki, bunlar dinin masdar
olarak anlamlarıdır. Hasılları dindarlık anlamına gelen deyyaniyet ve diyanettir.
Fatiha sûresinde dinin bilinen mânâsıyla tarifi geçmiş idi ki, akıl sahiplerini,
kendi istek ve iradeleriyle doğrudan doğruya hayra ve nimete sevkeden bir
ilâhî kurumdur. Şeriat ve millet dahi denilen ve beşerin ihtiyari fiillerini,
hayra ve mutluluğa yönlendiren ve düzenleyen bir yol, bir kanun ve bir mânevî
kuvvet demek oluyordu. Bundan dolayı genellikle din denilince, sorumluluk
duygusuyla karışık kendi istek ve iradesiyle bağlılık isteyen ve kendisine
bağlananları kötülük ve uğursuzluktan koruyarak hayra ve mutluluğa götüren;
aksi halde, yani, kendi istek ve rızası ile iyi uyulmadığı ve uygulanmadığı,
aykırı davranışlardan sakınılmadığı zaman doğrudan doğruya hayır ve mutluluğun
zıddı olan kötü sonuçlar ile ceza gerektiren hükümlerin zorla ve kaçınılmaz
olarak uygulanacağını gösteren, ümit ve korkunun hedefi, hayranlıkla ve son
derece saygı ile kulluk edilen hikmet sahibi bir yaratıcı ve yetiştiricinin
ortaya koyup, uyulmasını teklif ettiği bir mükafatlar ve cezalar kanunu veya
ona itaat ve teslimiyet anlaşılacağından din, her zaman için bir ilâhî ifade
ve ona zarurî olarak itaati ve teslimiyeti gerektirir. Diyanet, yani dindarlık
da o ilâhî hakime kulluk etmek ve kanunlarına teslim olmak demek olur.
Yukarılarda
da beyan olunduğu üzere lügat anlamıyla İslâm kelimesi, silm, selm, selamet
köklerinden gelir; hemzesi duhul veya müteaddi (geçişli) fiil yapmak için
kullanılır. Kapsamlı ve pek temiz bir kelimedir ki, silme (barışa) ve selamete
girmek veya koymak veya selamet temin eden teslimiyet, karşılıklı olarak barış
içine girmek, hasılı sâlim olan mânâlarına gelir ki, hepsinde selamet ve sâlimiyet
gayesiyle bir bağlılık ve uyumluluk mânâsı vardır. Din dahi irade ve akıl
sahipleri arasında anlaşmazlıkları ve didişmeleri bir yana bırakıp toplumsal
barışı sağlayan bir kanundur. Bununla yalnızca insanlar arasında uyumluluk
değil, insanlarla Allah arasında da bir uyum sözleşmesi vardır. Din sayesinde
yaratıcının iradesi ile yaratılanın iradesi arasında bir uyum sağlanmış olur.
Kul, Allah'ın dilediği gibi ister, Allah da kulun dilediği gibi yapar; böylece
arada didişme ve anlaşmazlık kalmaz. Allah'a ebedî vuslat hasıl olur. Bu sayede
insanların birbirleriyle çatışan istek ve iradeleri, bir hedefe yönelerek
aralarında bir sâlim medeniyet ve sürekli bir barış meydana gelir. Ve hepsi
ilâhî nimetten istifade eder, felah bulur. Allah'ın birliğine bağlanıp uymayınca
da bu maksat hasıl olmaz. Bu sûretle dinin özü, bu tevhid inancı çerçevesinde,
her yönüyle ve gerçek anlamıyla İslâm'dır. "Kendisinden başka ilah olmayan"
Allah'ın emrettiği gerçek dindarlığın gereği de bu tevhide şehadet ve bu tevhid
çerçevesinde bir olan Allah'a teslimiyet ve itaattir. Hakkiyle kurtuluş, felah
ve selamet ve hayır ve mutluluk ancak bu ihlasta, bu bağlılıktadır. Allah
katında din, halis din olan "Allah'a teslimiyettir". Allah'dan başka ilâh
ve ilâhlar tanıyan veya gerçeği bildiği halde, dine bağlanmayı gerçekten başka
bir şey sanan, din ile ilim, Hak Teâlâ ile en yüce hayır arasında didişme
var zanneyleyen veyahut hayırla şer çatışmasının çözümüne Allah Teâlâ'nın
hakim olmadığını, O'nun hükmünün dışında herhangi bir şey kalabileceğini farzeden
velhasıl Hakk'tan gelmeyen ve Hakk'ın âyetlerinden çıkarılmayan dinlerin,
bağlılıkların ve dindarlıkların hiçbiri insanlara selamet ve seadet bahşedecek
hak din değildir. Allah Teâlâ'ya ortak tasavvuru, muhal ve batıl olan birşey
olduğu gibi, İslâm'dan başka bir hak din tasavvur etmek de batıldır.
Özetleyecek
olursak, din ve dindarlığın bütün mânâsı, itaat ve bağlılık anlamıyla selametin
sağlanmasında toplanır. İslâm'ın mânâsı da faydalı bir selamet, katıksız bir
teslimiyet ve bağlılıkta toplanır. Şu halde din kavramı, mutlak anlamıyla
ele alındığı zaman bile mutlak olarak İslâm kelimesiyle eşit ve eş anlamlıdır.
Hangi din ele alınacak olsa, onun özünün teslimiyet ve boyun eğmekten ibaret
olduğu görülür. Zahir din, İslâm'ın dış görünüşü; batın din İslâm'ın içyüzü;
tam din, dışyüzü ve içyüzü ile hakiki İslâm; batıl din yalan ve yanlış bir
İslâm; hak din, hak bir İslâm'dır. Hakikaten selamet bahşeden hak bir İslâm
ise ancak hakiki tevhid inancına dayanan bir İslâm'dır. Hakiki tevhid ise,
şeriki ve ortağı bulunmak ihtimali bile olmayan, ezel ve ebed bakımından hayy
ve kayyum bir ilâh tanımak ve ancak O'na şehadet etmektir. Böyle bir ilâh
ise ancak Allah Teâlâ'dır. Evvel ve âhir bütün izzet ve hakimiyeti şahid ve
meşhud olan zat-ı ehadiyyetinde toplayıp, kendisinden başka ilâhları nefyetmiş,
O'ndan başka tanrılık iddia eden veya tanrılık nisbet edilenlerin hepsinin
acz ve zavallılığını daima göstermiş ve göstermekte bulunmuş ve herhangi bir
zamanda tevhid nizamından çıkmak isteyenleri perişan eylemiş ve her türlü
mutluluğu tevhid yolundan bahşeylemiş, velhasıl diye ilâhlıkta birliğe kendisi
de şehadet etmiş olmakla Allah'ın birliğine şehadet ile hakiki İslâmın, Hak
Teâlâ'nın dini olduğunda hiç şüphe yoktur. Hakiki din kurucusu olan Allah
Teâlâ'nın İslâmını, melekler ve ilim sahipleri gibi, kendi birliğine iman
ve ihlâs ile bağlananları rahmeti ile selamete çıkarmak, kulların İslâmı da
Allah'a kendilerini teslim ederek bu selamet yoluna girmek demektir. İşte
İslâm dini, Allah ile kullar arasındaki bu birlik ilişkisidir. Meleklerin
ve ilim sahiplerinin dini de budur. İlim alanında bundan başka bir din yoktur.
Bu dinin başı hakkı bilmek, hak ilmin başı da bu dindir. Bu dinden başka bir
din aramak ya Allah'ın üstüne çıkmaya çalışmak, ya Allah'dan aşağısına nefsini
teslim eylemektir ki, ikisi de dinsizlik ve küfürdür. İsyan ve tefrikadır,
felakettir. Binaenalyh kitap ehli olanların anlaşmazlıkları ile bunun bilimselliğine
ve gerçekliğine hiç halel gelmez. Onların gerek kendi aralarında, gerek Resulullah'a
karşı ihtilaf çıkarmaları, hak ve hakikatı bildiren bütün ilim sebepleri geldikten
sonra adalet ve hakkaniyetle hareket etmeyi, hakka ve ilme teslim olmayı,
boyun eğmeyi bir yana bırakıp, kendi aralarında azgınlık ve düşmanlıkla, hükmetme
sevdasıyla dinsizliğe ve inkâra saptıklarından dolayıdır. Fakat adalet ve
hakkın isbatı için gönderdiği ve delil olarak öne sürdüğü gibi kesin âyetler
ve belgelere her kim küfreder, bunları inkâr eder, İslâm'dan kaçınırsa Allah
hesabı çabuk görendir. Cezalarını hemen vermekten çekinmez.
Bu isbat
ve takrirden sonra gelelim nüzul sebebi olan münazara ve mücadele meselesine:
Ey Muhammed!
Meâl-i Şerifi
20- Buna karşı
seninle münakayaşa kalkışırlarsa de ki: "Ben, bana uyanlarla birlikte kendi
özümü Allah'a teslim etmişimdir". Kendilerine kitap verilenlere ve (kitap
verilmeyen) ümmîlere de ki: "Siz de İslâm'ı kabul ettiniz mi?" Eğer İslâm'a
girerlerse hidayete ermiş olurlar. Eğer yüz çevirirlerse, sana düşen şey ancak
tebliğ etmektir. Allah kulları görendir.
21- Allah'ın
âyetlerini inkâr edenler ve haksız yere peygamberleri öldürenler, insanlar
içinde adaleti emredenlerin canına kıyanlar yok mu? Bunları acıklı bir azapla
müjdele!
22- İşte bunlar
öyle kimselerdir ki, dünyada da ahirette de bütün yaptıkları boşa gitmiştir.
Onların hiçbir yardımcıları da olmayacaktır.
23- Görmüyor
musun, o kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş olanlar, aralarında hüküm
vermek için Allah'ın kitabına davet olunuyorlar da, sonra içlerinden bir kısmı
yüz çevirerek dönüp gidiyorlar.
24- Bunun
sebebi, onların "belli günlerden başka bize asla ateş azabı dokunmaz" demeleridir.
Uydurageldikleri yalanlar dinlerinde kendilerini aldatmaktadır.
25- O geleceğinde
hiç şüphe olmayan günde kendilerini bir araya topladığımız ve hiç kimseye
haksızlık edilmeden herkese ne kazandıysa tamamen ödendiği vakit halleri nasıl
olacaktır?
20- Ben Allah'a
kendimi teslim ettim, tertemiz, şeksiz, şüphesiz, halis, muhlis bir sûrette
Allah yolunu tuttum, Allah'ın dinine bağlandım, ancak Allah'a yöneldim, bana
uyanlar da böyledir. İşte İslâm'ın mânâsı, işte Muhammed ve Muhammed ümmetinin
dini. İşte ebedî selametin gerçek ve şaşmaz yolu, sırat-ı müstakimi. "Kendilerine
kitap verilenlere ve verilmeyen ümmilere de ki..." Bu da Hz. Muhammed'in peygamberliğinin
bütün insanlığa şamil olduğunun uyarısı ve ilanıdır. Zira bu tasnifin dışında
hiçbir insan zümresi yoktur; kitap verilmiş olanlar yahudilerle hıristiyanlar
ve benzerleridir, "ümmiyyin" de kitapsız dinlere mensup olanlarla Arap müşrikleridir.
Esas hitap tarzı Arap olan ve olmayan şeklinde ırk ayırımı esasına göre değildir,
bu genel ayırım iledir. Tebliğ görevi bunlaradır. Bu vazife yapıldıktan sonra
bunları kabulden çekinip, inkâra ve ihtilafa sapmalarının sorumluluğu Hz.
Peygambere racî değildir, tamamen kendilerine aittir. Bu sorumluluğu ve inkârlarının
cezalarını böylece tebliğ etmek dahi peygamberliğin görevleri cümlesindendir.
Rivayet olunuyor
ki, Resulullah bunu kitap ehlinden olan yahudilere okuduğu zaman "İslâm'ı
kabul ettiniz mi?" hitabına karşı, "kabul ettik." dediler. Bunun üzerine yahudilere,
"İsa'nın Allah'ın kelimesi, kulu ve resulü olduğuna şehadet eder misiniz?"
buyurdu, "Maazallah" (Allah korusun) dediler. hıristiyanlara da, "İsa'nın,
Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna şehadet eder misiniz?" buyurdu, bunlar da
"maazallah (Allah korusun), İsa kul mu olur?" dediler. "Eğer onlar yüz çevirir,
kabul etmezlerse, sana düşen tebliğdir." âyeti buna işaret etmekte, devamının
dahi tebliğini emretmektedir.
21- Gerek
yahudi olsun, gerek hıristiyan ve daha başka kitap ehlinden ve ümmilerden
ve müslümanlık iddiasında bulunanlardan olsun Allah'ın âyetlerini inkâr edenler
bir; yahudilerin yaptığı gibi, peygamberleri katledip öldürmek gibi ameli
anlamda küfürlerini icraat şeklinde ortaya koyanlar iki; Peygamber değillerse
de insanlar arasında peygamberlerin izinden giderek adalet ve hakkaniyet emreden
insanları katletmek suretiyle yine fiilen kâfirliklerini ortaya koyanlar üç.
22-İşte bütün
bu kâfirlere hoşlandıkları inkârlarının cezası olan elem verici azabı müjdele
ki, "Onlar öyle kimselerdir ki, dünyada da ahirette de bütün yaptıkları boşa
gitmiştir." Ne kadar tuhaf, şunlara baksana!
23-24-25-
"Baksana o kendilerine kitap verilenlere! Aralarında hakem olması için Allah'ın
kitabına davet olunuyorlar da sonra içlerinden bir kısmı yüz çevirerek dönüp
gidiyorlar." Resulullah yahudilerin dershanelerine gitmiş, kendilerini imana
davet eylemişti. Nuaym b. Amir, Hars b. Zeyd, "Sen hangi dindesin?" diye sordular,
Peygamber efendimiz de "İbrahim dini üzereyim." buyurdu. Bunun üzerine onlar,
"İbrahim yahudi idi." demelerine karşılık, Resulullah, "Haydi aramızda Tevrat
hakem olsun, ona başvuralım." diye çağrıda bulundu. Bu teklife "evet" demekten
çekindiler. Aynı durum "recm" meselesinde de olmuş idi. Burada bu olaylara
işaret olunarak "Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra ancak birbirleriyle
anlaşmazlığa düştüler." (Câsiye, 45/17) âyetiyle de açıklandığı şekilde, bunların
bile bile hakka karşı direnmeleri ve şiddetli aldanmaları ve iftiraları ve
nihayet feci akibetleri, uyarmak ve korkuya düşürmek için gösterilmiştir.
Kâfirler mülklerine,
devletlerine, servetlerine, kuvvetlerine güvenerek mâli-kü'l-mülk olan Allah'ın
âyetlerini tanımaz, Hakk'ın şanına tecavüzkar davranırlar. O'na "oğul" isnad
etmekle o kuvvetler alınmaz, gündüzler gece, geceler gündüz olmaz, diriler
ölmez, ölenler dirilmez, zenginler züğürtlemez, fakirler ve zayıflar servete
ve kuvvete kavuşmaz, haksızlıkların ve küfürlerin cezaları verilmez zannederlerken,
şüphesiz ve mutlaka gelecek olan o toplanma ve cem' gününün, o genel seferberlik
gününün anılması hususunda Ey Muhammed,sen:
Meâl-i Şerifi
26- De ki:
"Ey mülkün sahibi Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de
onu çeker alırsın, dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır
Senin elindedir. Muhakkak ki, Sen her şeye kâdirsin.
27- Geceyi
gündüzün içine sokarsın, gündüzü gecenin içine sokarsın; ölüden diri çıkarırsın,
diriden ölü çıkarırsın. Dilediğine de hesapsız rızık verirsin.
26-27-Rivayet
olunuyor ki, Mekke'nin fethi üzerine Resulullah efendimiz, ümmetine, Fars
ve Rum mülklerini vaad etmişti. Münafıklar ve yahudiler, "Heyhat, heyhat,
Muhammed nerede, Fars ve Rum nerede! Onların güç ve kuvvetleri bundan pek
fazla, Muhammed'e Mekke ve Medine yetmedi mi ki, bir de Fars ve Rum devletlerini
istiyor?" dediler. Daha önce Ahzab (Hendek Savaşı) senesinde Resulullah, kazılacak
hendeği belirlemiş, Medine halkından her on kişiye kırk arşınlık yer göstermişti.
Amr b. Afv, Selman-ı Farisi, Huzeyfe, Numan b. Mukrin ve Ensardan altı kişi
kendilerine verilen kırk arşınlık sahada çalışıyorlardı, kazarlarken hendeğin
orta yerinde büyük bir kaya çıktı. Kayayı kırmaya uğraşırlarken demir külünkler
kırıldı. Çok çalıştılar, taşı kıramadılar, ondan çok az birşey koparabildiler.
Selman'a, "Çık Resulullah'a durumu haber ver, ne emrediyorsa öğren gel." dediler.
Selman gitti, Resulullah bir gölgelik yapmış içinde oturuyordu, durumu kendisine
arzetti. Resulullah Selman ile beraber hendeğe indi, diğer dokuz kişi de orada
idiler. Resulullah Selman'ın elinden külüngü aldı, taşa bir vurdu, taş çatladı
ve öyle bir kıvılcım çıktı ki, karanlık bir odadaki kandil gibi etrafı aydınlattı.
Resulullah bir fetih tekbiri aldı, oradakiler de tekbir getirdiler. İkinci
bir darbe daha indirdi, öyle bir şimşek daha çaktı ve yine öyle bir tekbir
aldılar, üçüncü bir darbe daha vurdu, taşı parçaladı ve yine öyle bir şimşek
daha çaktı. Aynı şekilde bir tekbir daha aldılar. Sonra Selman'ın elini tutup
hendekten çıktı. Selman, "Anam, babam sana feda olsun ya Resulullah, hiç görmediğim
bir şey gördüm." dedi. Resulullah, oradakilere dönerek." Bakınız Selman ne
söylüyor?" dedi. Onlar da, "Evet ya Resulullah." dediler. Buyurdu ki: "İlk
darbeyi vurdum, gördüğünüz gibi bir şimşek çaktı, bundan bana Hıyre'nin ve
Medain-i Kisra'nın (Kisra'nın şehirleri) kasırları (köşkleri) aydınlandı,
Cibril de bana haber verdi ki, ümmetim bunlara muhakkak galip gelecek; sonra
ikinci darbeyi vurdum, gördüğünüz gibi yine şimşek çaktı, bundan da bana Rum
diyarının kırmızı köşkleri aydınlandı, Cibril bana haber verdi ki, ümmetim
bunlara muhakkak galip gelecek. Sonra üçüncü darbeyi vurdum, gördüğünüz şimşek
çaktı, bundan da bana San'a'nın köşkleri aydınlandı. Cibril de haber verdi
ki, ümmetim muhakkak bunlara galebe edecektir. Müjdeler olsun!"
Bunun üzerine
müslümanlar pek sevindiler. "Elhamdülillah, (Allah'a hamdolsun) bu bir doğru
vaattir. Kazıdan sonra bize büyük bir nusret vaad olunuyor." dediler. Münafıklar
ise, "Ne acaip insanlarsınız, Muhammed sizi boş ümitlere düşürüyor, asılsız
vaatlerde bulunuyor, Medine'den Hıyre ve Rum kralının şehirlerinin köşklerini
gördüğünü ve bunların sizce fetholunucağını söylüyor, halbuki muharebeye çıkmaya
bile gücünüz yetmiyor da korkunuzdan hendek kazıyorsunuz" dediler ki, Ahzab
Sûresi'nde "O vakit münafıklarla kalblerinde hastalık olanlar diyorlardı ki,
Allah'ın ve Resulünün bize vaad ettiği şeyler boş şeylerdir." (Ahzab, 33/12)
âyeti bu olay hakkında nâzil olmuştu. Bu iki âyetin de o zamanlar veya yukarıda
geçtiği üzere Mekke fethinden sonra nazil olduğu rivayet edilmiştir. Daha
yukarıda Rum meliklerine güvenen Necran hıristiyanları dolayısı ile nazil
olduğu da yine zikredilmiş idi. Buna göre nüzulünde değilse bile siyakında
(sözün gelişinde) bunlara işaret vardır.
Bu âyetlerin
faziletleri hakkında bir hayli haberler varid olmuştur. Bunlardan biri Ebu
Eyyub el-Ensari'den ve Hz. Ali'den rivâyet olunduğu üzere, Resulullah buyurmuştur
ki: Fatihatü'l-Kitab, Âyete'l-Kürsî, bir de Âl-i İmran'daki "Şehidallahu ennehu..."den
a (3/17-18) kadar, den 'a (3/26-27) kadar iki âyet nazil oldukları zaman,
Allah Teâlâ ile aralarında hiç bir hicab bulunmaksızın Allah'ın arşına yapışarak,
"Ya Rab! Bizi yeryüzüne ve sana isyankar olanlara indiriyorsun." dediler.
Allah Teâlâ da,
"Ahdim olsun,
sizi her namazın arkasında okuyan herhangi bir kimsenin kusurlarına bakmayarak
makamını cennet kılacağım, onu kutsal huzurda iskan edeceğim, her gün kendisine
yetmiş kerre nazar edeceğim ve yetmiş türlü ihtiyacını yerine getireceğim
ki, bunun en aşağısı mağfirettir. Ve onu her bir din düşmanından hasetçinin
şerrinden koruyacağım ve mağrifet eyleyeceğim." buyurdu.
Said b. Cübeyr'den
rivâyet olunduğu üzere, Medine etrafında üçyüz altmış put vardı, bu âyet-i
kerime nazil olduğu zaman yerlere kapanıp secde ettiler.
Ebussuud,
tefsirinde der ki, "Bazı kitaplarda şöyle bir kudsi hadis vardı: Ben azimüşşan
olan Allah, hükümdarlar hükümdarıyım. Hükümdarların kalbleri ve alınları benim
elimdedir. Kullar bana itaat ederlerse ben de onları onlara rahmet kılarım
ve eğer kullar bana isyan ederlerse, ben de onları onlara ceza kılarım; şu
halde hükümdarlara sövmekle meşgul olmayın ve fakat bana tevbe ve müracaat
eyleyin ki, onları size doğru meylettireyim." Bu hadisin içeriği ile "siz
nasıl olursanız, başınıza öyleleri yönetici olur." hadis-i şerifinin mânâsı
aşağı yukarı aynıdır.
İşte Allah'ı
böyle bilmeli, böyle tanımalı ve bu tanıyışla ona bağlılık göstermeli ve sığınmalıdır.
Şimdi bunu bilen ve Allah'dan nusret ve yardım isteyen müminlere şunu anlat:
Meâl-i Şerifi
28- Müminler,
müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin ve onu her kim yaparsa Allah'dan
ilişiği kesilmiş olur, ancak onlardan bir korunma yapmanız başkadır. Bununla
beraber Allah sizi kendisinden korunmanız hususunda uyarır. Nihâyet gidiş
Allah'adır.
29- De ki,
göğüslerinizdekini gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde
ne var, yerde ne varsa hepsini bilir. Hiç şüphesiz Allah, her şeye kadirdir.
30- O gün
her nefis, ne hayır işlemişse, ne kötülük yapmışsa onları önünde hazır bulur.
Yaptığı kötülüklerle kendi arasında uzak bir mesafe bulunsun ister. Allah,
size asıl kendisinden çekinmenizi emreder. Şüphesiz ki Allah, kullarını çok
esirger.
28-29-30-
Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri kendilerine dost edinmesinler. Müminler
iman hasletine küfür hasletini karıştıracak, müminlere şimdiki zamanda veya
gelecekte zararı dokunacak, İslâm'a zarar verecek ve ters düşecek bir sûrette
kâfirlerle dostluk ilişkilerine girmesin. Sevgisini, muhabbetini ve buğzunu
hep Allah için yapsın. Bu âyetin nüzul sebebiyle ilgili olarak dört vecih
nakledilmiştir:
1- Yahudilerden
Haccac b. Amir, Kehmes b. Abdulhakik, Kays b. Zeyd, Ensardan bazılarına gizlice
gelerek, dinlerini bozmak isterlerdi. Rifaa b. Münzir ve Abdurrahman b. Cübey
ve Sa'd b. Hayseme (r. anhüm) bu müslümanlara, o yahudilerden sakınmalarını
ve uzak durmalarını tavsiye ettiler. Onlar dinlemediler. Bunun üzerine bu
âyet nazil oldu.
2- Müslümanlardan
Hatib b. Ebi Beltea gibi bazı zevat, Mekke kâfirlerine sevgi gösterisinde
bulunuyorlardı. Allah Teâlâ bunu nehiy buyurdu, yasakladı.
3- Münafıkların
başı Abdullah b. Übeyy ve adamları yahudilerle ve müşriklerle dost bulunuyor,
onlara müslüman taraftan bilgi aktarıyor, havadis veriyorlardı. Resulullah
aleyhine zafer arzu ediyorlardı. Müminler bundan menedildiler.
4- Ubade b.
Samit hazretlerinin yahudilerden dostları vardı. Ahzab günü Hz. Peygamber'e
gelerek, "Ey Allah'ın Resulü, benim yanımda beşyüz yahudi vardır. Benimle
beraber harbe çıkmalarını istiyorum." demişti. Âyet bunun hakkında nazil oldu.
İlh..
Bunu her
kim yaparsa Allah'dan, Allah'ın dostluğundan ve yardımından hiçbir nasibi
yoktur. Ancak onlar tarafından gelmesi beklenen ve sakınılması gereken her
hangi bir zarardan korunmak için yaptığınız dostluk müstesnadır. Öyle durumlarda
iş başka, yoksa müminler, hiç kimseye karşı iyi davranmaktan, adalet ve ihsandan
menedilmiş değillerdir. Hukuka riâyet, ahitte sebat, ciddiyet, merhamet ve
yardımseverlik aslında imanın gereği olan güzel huylardır. Güzel huy ise müminin
şiarıdır. Fakat müminler, herşeyden önce din ve imanlarında samimi olmak zorundalar.
Allah'dan başkasına nefsini teslim etmiyecek olan müminin, kendisini herhangi
bir sebepten dolayı kâfirlerin dostluğuna kaptırması, imanına ve ciddiyetine
aykırı olur. Bir kâfir, bir mümine dünyaları bağışlasa bile onun ne imanına,
ne de din kardeşlerine en ufak bir zarar getirecek şeyi kabul ettirememelidir.
Bir mümin de bunu bile bile yapmaz, fakat iyi niyetle gaflet edebilir, hüsnüzan
ederek aldanabilir. Karşısındakine göre bilgisi, tecrübesi ve dünya işlerindeki
haberi daha eksik olabilir. Farkında olmaksızın fena yollara sürüklenebilir,
fena işlere bulaştırılabilir. Bunlar ise müminlerin yavaş yavaş kafirlere
benzemelerine ve ilâhî nusretin de üzerlerinden eksilmesine sebep olabilir.
"Her kim böyle yaparsa Allah'dan ilişiği kesilmiş olur". Bundan dolayı kesinlikle
müminler, kâfirlerle içli dışlı olmaktan ve yakın dostluktan sakınmalıdırlar.
Meğer ki, bütün bu gibi tehlikelerden korunabilecek bir vaziyette bulunsun
ve korunabilsin, veyahut büyük bir zaruret, tehlike veya zor karşısında bulunsun.
O zaman kalbinde imanına sahip olarak "takiyye" edebilir.
Rivâyet olunuyor
ki, Müseylemetü'l-Kezzab, ashaptan iki kişiyi esir almıştı. Birine, "Muhammed'in
Allah'ın resulü olduğuna şehadet eder misin?" diye sordu, o da "Evet, evet,
evet" dedi. Sonra, "Benim de Allah'ın resulü olduğuma şehadet eder misin?"
diye sordu, ona da "evet" dedi. Müseyleme kendisi için, "Ben Beni Hanif'in
peygamberiyim, Muhammed Kureyş'in peygamberi" diye iddia ediyordu. Sorguya
çektiği birinci esiri serbest bıraktı, öbürünü çağırdı, "Muhammed'in Allah'ın
resulü olduğuna şehadet eder misin? diye sordu, o da "evet" dedi, "Benim resulullah
olduğuma şehadet eder misin?" diye sorunca, "Ben dilsizim, ben dilsizim, ben
dilsizim" dedi. Müseyleme de onu hemen öldürdü.
Bu haber
Hz. Peygamber'e erişince, "O öldürülen imanındaki sadakat ve samimiyet üzere
geçti, mübarek olsun; öbürüne gelince o da Allah'ın ruhsatını kullandı, bunda
da bir zarar yoktur." buyurdu. Bu mânâ "Ancak zor karşısında kalıp da kalbi
iman dolu olanlar müstesna..." (Nahl, 16/106.) âyetinde daha açıktır. Hafiyye
vezninde takiyye canını, ırzını veya malını düşman şerrinden korumak için
ondan sakınmak demektir. Düşmanlık da iki türlüdür. Birisi din ayrılığına
dayanan düşmanlıktır ki, kâfirin mümine düşmanlığı gibi. Diğeri de mal, mülk,
servet ve başa geçmek gibi dünyaya ait çıkarlardan doğan düşmanlıktır. Bundan
dolayı takiyye dahi iki kısımdır. Bunların ayrıntıları, hangi hallerde caiz
olup olmadıkları fıkıh ilminin alanına girer. Bunlar Razî ve Âlusî tefsirlerinde
özetle bildirilmiştir. İşte korunmanın böyle çeşitli yönleri vardır. Ve kesin
olan şudur ki; asıl korunma Allah'ın azabından korunmadır. Allah müminlere
"Ancak onların zararlarından sakınmanız gereken durumlar başka..." şeklinde
ruhsat vermekle birlikte "Allah size, asıl kendisinden korkmanız, çekinmeniz
gerektiğini bildiriyor, son dönüş Allah'adır." diyerek de ikaz buyuruyor ki,
hemen arkasından gelen şu iki âyet bunu açıklar.
Yahudiler
"Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz." (Mâide, 5/18) demişlerdi. Müşrikler
de Allah'a muhabbetimizden dolayı bizi Allah'a iyice yaklaştırsınlar diye
putlara tapıyoruz, demişlerdi (Zümer, 39/3). Necran heyetindekiler de, "Biz
Allah'a sevgimizden dolayı İsa'yı tanrı tanıyoruz." demişlerdi. Bunlara karşı
buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
31- De ki,
siz gerçekten Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı
bağışlasın. Çünkü Allah çok esirgeyici ve bağışlayıcıdır.
32- De ki,
Allah'a ve Peygamber'e itaat edin! Eğer aksine giderlerse, şüphe yok ki Allah
kâfirleri sevmez.
31-Mahabbet
(muhabbet, sevgi), insan ruhunun yücelik ve güzellik sezdiği bir şeye öyle
bir meyil göstermesidir ki, ona yaklaşmak için gerekli sebep ve vesileleri
arayıp bulmaya yöneltir. Binaenaleyh sevenin hedefi, sevgilinin rızasına erebilmek
ve öfkesinden sakınmak, korunmak olduğundan, sevgi, itaat isteğini ve isyan
sayılan şeylerden kaçınmayı gerektirir. Herhangi bir kişi, hakiki yüceliğin
ve kemalin ancak Allah'a ait olduğunu idrak edip anladığı zaman, onun bütün
sevgisi Allah için, Allah yolunda ve Allah'ın rızasını kazanmak uğrunda olur.
Allah'ın dini de tevhid ve İslâm olduğundan, sevgisi hep bu çerçevede dolaşır
durur. İtaat ve ibadet için gösterdiği iradede ancak bu din hakim olur. O
halde Allah'ı sevenler "Ben özümü Allah'a teslim ettim, bana uyanlar da öyle..."
(Âl-i İmrân, 3/20) diyen ve bu ilâhî emri tebliğ eyleyen Resulullah'a karşı
gelmemek ve onun gibi ihlas ve samimiyetle, "Ben özümü Allah'a teslim ettim..."
deyip dininde ve şeriatında ona ve onun öğretim ve bildirilerine uymak ve
onu örnek almak lazım gelir. Bunun zıddı, "Ben Allah'ı severim, ama emrini
dinlemem, O'nun sevdiğini sevmem, O'nu sevenleri, O'nun yolunu gösterenleri,
O'nun seçip gönderdiklerini sevmem, onlara benzemek istemem." demektir ki,
bu da, "Ben kendimden başka birşey sevmem, tevhid yolunda yürümek istemem."
demektir. Allah'ın Resulüne uymak istememek "Ben özümü Allah'a teslim ettim."
dememek ve düstur ile hareket etmemektir. Bu da Allah'ı sevmemek ve rahmetinden
mahrum kalmaktır.
Rivayet olunuyor
ki, âyeti nazil olduğu zaman münafıkların başı Abdullah b. Übeyy, "Bakınız,
Muhammed kendisine itaat ve ibadeti Allah'a taat gibi tutuyor ve bize, hıristiyanların
İsa'yı sevdikleri şekilde kendisini sevmemizi emrediyor." demiş idi ki, bunun
üzerine ikinci âyet nazil oldu. Ve öyle bir şüphenin yerinde olmadığını gösterdi.
Yani Resalullah'a uymak, hıristiyanların Hz. İsa hakkında iddia ettikleri
gibi, tanrılığa ortak olmak demek değildir. Allah sevgisini bölüp üç ayrı
ortağa paylaştırmak değil, yalnız "Ben özümü Allah'a teslim ettim." diye bütün
sevgiyi sırf Allah'da toplayıp, O'na teslim olduğunu sunmakta ve itaatı yalnızca
O'na yapmaktır. Hz. Muhammed'e de sırf Allah'ın resulü, görevlendirdiği peygamberi,
dinin tebliğcisi, hidâyetinin ve emirlerinin bildiricisi ve habercisi olduğundan
dolayı, yine sırf Allah için uymak ve izinden gitmektir. Birine uyarken, onun
karşısında veya yanında diğer birine veya ikisine daha uymak başka şey, tek
başına ve yalnızca O'na uyarken, O'nun namına, O'nun bir adamını, bir görevlisini
tanımak yine başka bir şeydir. Bir elçiyi tanımak, onun kendisini değil, onu
görevlendirip gönderen makamı tanımaktır. Mesela bir devletin elçisini, memurunu
reddetmek, o devleti ve onun kanunlarını reddetmek demek olduğu gibi, Allah'ın
elçisi demek olan peygamberini kabul etmeyip reddetmek de Allah'a küfür ve
saygısızlıktır. Bundan dolayı Allah'ın elçisine itaat etmekten kaçınanlar,
Allah'a ibadet ve taattan kaçınan kâfirlerdir. Allah da kâfirleri sevmez,
küfrün hiçbir çeşidine razı olmaz. Eğer hıristiyanlar Allah'ı sevselerdi,
İsa'yı Allah'ın bir peygamberi olarak tanırlar ve ona bir tanrı olarak ibadet
değil, bir peygamber olarak itaat ederlerdi. Eğer ancak Allah'ı seviyorlar
ve İsa'ya Allah'ın bir peygamberi olarak itaat ediyorlarsa, peygamberlik sıfatında
Hz. Muhammed'in zatı ve kişiliği değil, ancak onu gönderenin şan ve şerefinin
dikkate alınması gerekeceğinden, peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'i
de tanırlar ve itaat ederlerdi. Onlar Allah'ı sevseler, Allah'ın peygamberlerinden
bir kısmını tanıyıp da yalnızca birini ayırmazlardı, tanımazlık etmezlerdi.
" Biz Allah'ın resulleri arasında fark gözetmeyiz", derler ve Hz. Muhammed'i
de tanırlardı. Bunu ayrı tutup tanımamaları, İsa'yı Allah için değil, bizzat
kendi zatî varlığı, kendi şahsiyyeti için sevdiklerinden, Allah'ı ve İsa'nın
Allah tarafından yaptığı teb liğleri tanımadıklarından dolayıdır. Bu noktadan
bakıldığında aynı şey yahudiler için de söz konusudur. Hıristiyanlar bir peygamberi
ayrı tuttukları için, yahudiler de hem Hz. İsa'yı, hem de Hz. Muhammed'i ayrı
tuttukları için, yani iki peygamberi tanımadıkları için Hz. Musa'nın peygamberlik
sıfatından ziyade kişiliğinde ısrar etmişlerdir. Bu bakımdan hıristiyanların
küfrü bir ise yahudilerin küfrü ikidir. Diğer müşriklerin küfrü daha fazladır.
Genel anlamda dinleri inkâr edip, hiç Allah tanımayanların küfrü de sonsuzdur.
Velhasıl Allah'a itaat ile Resulüne itaat arasında karşılıklı bir gereklilik
vardır. Fakat bunda Allah gibi sevmekle, Allah için sevmek arasındaki büyük
farkı görmemezlikten gelip gözardı etmemek gerekir. Allah gibi sevmek, yani
âyette geçtiği şekilde "Onlar, putları Allah gibi severler..." (Bakara, 2/165)
ifadesinde Allah'a bir ortak, bir denk sevmektir. Bu Allah'a şirktir ve küfürdür.
İşte hıristiyanların İsa'ya olan sevgi ve bağlılıkları böyledir. Oysa istenen
"Allah gibi sevmek" değil "Allah için sevmek"tir. Allah için sevmek ise, ancak
bir tek Allah için sevmek ve hiç kuşkusuz tevhid üzere sevmektir. Bakara sûresinde
zaten bu nokta iyice açıklanmış olduğundan, burada "Bana uyunuz ki, Allah
da sizi sevsin." diye Muhammed'e uymakla emrolunmuştur. Bu emri, o münafıkın
yaygarası gibi, hıristiyanların İsa'ya bağlılıkları şeklinde bir şüphe ile
ele almaktan katiyyen sakınmak gerekir. Çünkü âyet, zaten o tür anlayışları
kınamak için gelmiştir. "De ki, ben özümü Allah'a teslim ettim, bana uyanlar
da öyledir..." emri ile muhatap tutulan ve bu emirleri tebliğ eden Hz. Muhammed'in
izinde olan ümmeti, bu uymadan dışarı çıkmamak ve Allah'dan başkasını Allah'ın
sıfatlarında denk ve ortak tutmamak için bu bağlılık ile yükümlü tutulmuşlar
ve bu uyma ile Allah'ın sevgisine nail olacaklarına inanmışlardır. Hatta bu
gelişigüzel bir uyma da değil, tamamen kendi istek ve rızası ile olan bir
uyma olmalıdır. Bu itaat doğrudan doğruya Allah'a itaattır. Çünkü Hz. Muhammed'in
şahsı ve bedeni varlığı bakımından değil, O'nun peygamberlik görevi bakımındandır
ve Allah adına vekalet yoluyla olan bir itaattir. Yani, bana uyunuz, demek,
"Allah'a ve Resule uyunuz!" demektir.
Burada hıristiyanların
Hz. İsa'da sandıkları gibi, haşa Allah'ın birliği Hz. Muhammed'in şahsında
yok olmuş değil, tam aksine Hz. Muhammed'in hakikatı ve şahsiyeti Allah'ın
birliğinde yok olmuştur. Onun dilinden işitilen biz sözü, Hz. Muhammed'in
öz benliğinin ve kişisel varlığının ifadesi değildir. Hz. Muhammed "Ben özümü
Allah'a teslim ettim." diye kendisini ve kendi benliğini tamamen Allah'a teslim
etmiştir. Muhammed, kendi varlığının kendisine değil Allah'a ait olduğunu
bilmiştir. O, yani, bana uyunuz, dediği zaman, Allah'ın karşısında yer almaya
çalışan, tanrılığı beşeriyete indiren bir benlik değil; aksine zavallı insanlığı
şirk ve bayağılık bataklığından kurtarıp Allah Teâlâ'nın yüce birliğine, en
büyük rızasına eriştirmek için görevlendirilmiş bir peygamberin kulluğuna
ve peygamberliğine yakışan bir vicdanla söylemiştir.
Bu nokta
o kadar mühimdir ki, Allah'ın birliğine iman konusunda hiçbir şüpheye yer
bırakmamak için bu vicdana açık bir şuurla şehadet de şarttır. Yalnızca "Ben
şahitlik ederim ki, Allah'dan başka ilâh yoktur." şehadeti ile yetinildiği
zaman, hıristiyanların şüphesine benzer bir şüpheye veya Allah'ın beşeri bir
mahluk, bir bende yok olacağı tarzında bir vahdet-i vücud anlayışına ihtimal
ve imkan kalabileceği için, buna bir de "Ben şahadet ederim ki, Muhammed Allah'ın
kulu ve resulüdür." şehadetinin eklenmesi lüzumlu görülmüş ve İslâm'ın temeli
olmuştur. Zira tanrılık İsa'ya gelmiş ve Allah İsa'da yok olmuştur, batıl
inancında olan bir kimse, gerçekte Allah'ı inkâr etmiş ve yok saymış olduğu
halde yine de kendine göre diyebilir. Ve bunun altında, fakat Allah İsa'dır,
veya İsa'dadır gibi bir inanç da gizleyebilir. Yine bunun gibi bir başkası
da derken, fakat Muhammed Allah'dır veya Allah Muhammed'in şahsındadır gibi
batıl bir vahdet-i vücud inancı gizleyebilir. Halbuki katıksız şirk, katıksız
inkâr, Allah'ı görevlerinden soyutlayıp tatile çıkarmak ve hulûl inancı, nasıl
bir küfür ise; Allah'ı, kâinatta veya varlıklardan birinde yok olmuş saymak
sûretindeki vahdet-i vücud iddiası da öylece batıl bir inançtır ve öylece
küfürdür. Gerçek tevhid inancında Allah'dan başka herşey Allah'da fena bulacaktır,
her şey Allah'a irca olunur. Allah, kendisinden başka hiçbir şeye, hiçbir
varlığa irca olunmaz. Allah her şeyi örter ve kaplar, hiçbir şey Allah'ı örtemez,
kaplayamaz. Allah'ı ve Allah'ın âyetlerini örtbas etmeye çalışan kâfirleri
de Allah sevmez.
32-İşte bütün
bu şüphelerden dolayı, açıkça peygamberliğe şahedet edilmedikçe, Allah'ın
birliğine, Allah'ın kendisinin şehadeti gibi gerçek bir şehadet yapılmamış
olacağından İslâm'da bu iki şehadetin birleştirilmesinin şart olduğunu ve
Allah'a itaat ile Resulüne itaatın birbirini gerektirdiğini ve Allah'ın rızasına,
mağfiretine, rahmetine ermenin ancak bu sûretle mümkün olacağını açıklamak
üzere; "De ki, Allah'a ve Resul'e itaat ediniz! Eğer onlar yüz çevirirlerse,
şunu bil ki, Allah kâfirleri sevmez." buyurulmuştur.
Şu halde
bahis, tanrılıktan peygamberliğe geçmiş olmakla, Hz. Muhammed'in peygamberlik
özelliğini anlatmaya ve bütün gerçekleri ortaya koymaya gelmiştir. Onun peygamberliği
bir tekamül sistemi içinde ilâhî ıstıfa (seleksiyon) ya mazhar olmuş bir kadim
peygamber hanedanından geldiğini tesbit edip desteklemek üzere, herşeyden
önce, alelade insanlardan seçkin durumda olan peygamberliğin niteliğini ve
genel olarak bütün peygamberlerin yüce kadrini anlatmak için, daha sonra da
Hıristiyanlığın özüne ve içyüzüne geçip Hz. Meryem ile oğlu Hz. İsa'nın hallerini
ve dine davetindeki, tevhid inancına davetindeki tutumunu ve bu arada Hz.
Zekeriya ile Hz.Yahya'nın yüce kadrini beyan ederek, hem hak ve hakikatı dile
getirmek ve açığa çıkarmak, hem de bütün bunlar hakkında yahudilerin ve hıristiyanların
ifrat ve tefrit arasında bocalayıp duran tutumlarını iptal etmek; daha sonra
bunların Hz. İbrahim hakkındaki mücadelelerinin de kof olduğunu göstererek
onun, Yahudilikle ve Hıristiyanlıkla bir ilişkisi bulunmadığını ispat etmek
ve nihâyet bütün peygamberlerin, bir Allah'a ibadet ve itaatten başka bir
yol izlemediklerini, kendilerine veya meleklere veya diğer bir peygambere
ibadete davet etmek gibi bir ihtimal bulunmadığını, böyle bir şaibeden uzak
olduklarını ve binaenaleyh Hz. Muhammed'in peygamberliğinin bütün yönleriyle
sağlam temeller üzerinde bulunduğunu ve İslâm'dan başka bir din aranamıyacağını
beyan ve tebliğ ettikten sonra onun hükümlerinin uygulanmasına geçilmek için
evvela buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
33- Gerçekten
Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim soyunu ve İmran soyunu âlemler üzerine seçkin
kıldı.
34- Bir zürriyet
olarak birbirinden gelmişlerdir. Allah her şeyi işitendir, bilendir.
33- Burada
içinde yaşadığımız asrı en çok uğraştıran pek önemli bir ilmi kanun ile peygamberlik
meselesinin niteliği gösterilivermiştir. Şimdi Peygamberlik nedir? Peygamberlerin
diğer insanlardan ne farkı vardır? Ne için Allah, herkese bizzat emrini tebliğ
etmesin, kelâmını ve emirlerini anlatmasın da ayrıca peygamber göndersin?
Bunlara ne lüzum var mı diyeceksiniz?
Bunu anlamak
için varlıkta ve özellikle canlı varlıklar dünyasında, hele hele akıl sahibi
olan canlılar dünyasında Allah'ın rablık sıfatının gereği olarak bir tekamül
(gelişme) ve ıstıfa (seleksiyon) kanunu vardır ki, bu kanun O'nun Rablığının
tanıklarından, ilim ve kudretinin, sonsuz rahmet ve inâyetinin kanıtlarından
birini teşkil eder. İşte peygamberlik meselesi, bu ilâhî geleneğin, bu hakikat
yolunun ve bu ilmî kanunun çerçevesinde ele alınacak olursa, peygamberlerin
nasıl olup da insanlar arasında fevkalade bir imtiyaza mazhar olabildikleri
başka delil aramaya ihtiyaç bırakmadan, bilimsel bir kesinlikle ve en akla
yatkın bir şekilde anlaşılır. Çünkü peygamberliğe mazhar olmayanların bunu
dış gözlem veya iç gözlem yoluyla bizzat tecrübe ederek bilmeye, anlamaya
çalışmaları abestir, boşunadır. Bunu anlamak için de âyetteki ve kayıtlarını
iyi anlamak lazım gelir. Istıfâ: Lüğatte bir şeyin safını, yani en saf ve
en halis olan özünü almaktır. Tasfiye bir şeyin karışığını, bulanıklık şaibelerini
giderip özünü çıkarmak, saf olanı karışık olandan süzüp ayırmak demek olduğu
gibi, ıstıfa da en safisini seçip almaktır. Bir madeni tasfiye edip cevherini
almak bir ıstıfa, o cevherler arasından herhangi bir şeye elverişli olanının
seçip almak da yine bir ıstıfadır. İşte lüğat anlamıyla ıstıfa böyle karışık
olanı seçip ayıklamaya, değişik maddelerden meydana gelmiş olan karışımları
ayrıştırıp amaçlanan yönde geliştirmeyi hedef tutan bir iradi fiil ve bir
iradi etkidir ki, yaratılışta bu fiil ve etkinin varlığını sürdürmesine bilim
dilinde "Istıfa Kanunu" deniliyor. Bunun frenkçesi seleksiyondur. Lüğat anlamıyla
ıstıfa genel olarak yaratılmış olarak bir varlık üzerindeki işlem olarak anlaşılır
ve yaratılıştan sonraki bir iş olarak ele alınır: Gül yapraklarından gülyağı
elde etmekte olduğu gibi... Burada söz konusu olan ıstıfa ise yaratılış sırasında
hakim olan Allah Teâlâ'nın ıstıfasıdır ki, asıl ıstıfa kanunu budur. Binaenaleyh
bunda tasfiye ile mevcut safiyi, saf olmayandan seçip ayırmak anlamından daha
fazla olarak safiyi yaratmak, ona vücut vermek mânâsı da eklenmektedir. Bundan
dolayı tefsir âlimleri bu ıstıfayı iki farklı anlamda tefsir etmişlerdir:
Birisi, ıstıfa yarattıklarının en halisi, mahlukatın en özü kıldı şeklinde
olan tefsirdir. Diğeri de "Yakışıksız sıfat ve niteliklerden ayıklayıp güzel
hasletler ve alışkanlıklar ile donattı." demek olan tefsir şeklidir.
Şüphe yok
ki, ıstıfa bu ikinci mânâda daha açıktır. İmam Fahruddin Râzî bu ikinci mânâ
üzerinde yürüyerek, peygamberlerin yaratılışı üzerinde cereyan eden ilâhî
ıstıfayı, tabiatteki "Istıfa Kanunu" nazariyesine uygun düşecek bir şekilde
izah eylemiştir. Fakat bu izahın tamam olması için birinci tefsir şeklini
de dikkatten uzak tutmamak lazımdır. Zira ıstıfa kanunun akışında her aşamadaki
ıstıfa ikinci mânâyı akla getirirken, yani çirkin ve olumsuz özellikler atılıp
ayıklanırken, iyi ve olumlu özellikler ile donatılırken, o donatma mükemmel
olarak yeni bir yaratılışı da içine aldığından birinci manadan uzak değildir.
Bunun için Rağıb Isfahanî demiştir ki: "Allah Teâlâ'nın bazı kullarını ıstıfası,
bazan başkasında olan karışıklıktan, şaibeden safi olarak icad ile, bazan
da bundan ari olmayarak ihtiyar ve hükmüyle olur. ilh..." Demek ki, müfessirlerden
bazıları bunun birini diğer bazıları da öbürünü daha uygun bulmuşlardır. Hasılı
ilâhî ıstıfa, mutlaka safî olanı hem yaratmak, hem de seçmek ile ilişkilidir.
Şu kadar ki, bu yaratma ya başlangıçtadır veya sonradan ve ilâvetendir ki,
bu sayede bir safiden daha safisi, ondan da daha safisi ilh... meydana gelerek
sürekli bir tekamül mümkün olmaktadır. Başlangıçta maddesiz safi olarak yaratmak
dahi Âdem'deki karışıklıktan tasfiye edilmesi mânâsını da içine almaktadır.
Bu da bir çeşit ıstıfa demekse de ıstıfa sözünden normalde anlaşılan şey,
mevcut bir karışım üzerinde yapılan işlemdir. Böyle bir ıstıfa dahi yeniden
yaratmaktan uzak değildir. Bu sûretle ıstıfa, varlık düzenindeki yaratılış
olayında Allah Teâlâ'nın koymuş olduğu bir Rablık kanunundan başka bir şey
değildir. Onun koyduğu bir sünnet, yürürlükte tutup geçerli kıldığı kuraldır
ki, varlık düzeni içinde olup biten bütün değişmeler ve gelişmeler, ancak
bu kanunun hasıl ettiği fiil ve tesirler sayesinde olmaktadır. Yani ıstıfa,
varlık düzeni içinde yer alan çeşitli varlıkların bir sıfat olarak değil,
Allah Teâlâ'nın koymuş olduğu bir kanun, O'nun iradesinin eseri olan bir kuraldır.
Tekdüze olarak sürüp giden atalet ve ıttırad prensibine aykırı olan ve ilâhî
iradenin etkisine en büyük misal ve belge olan sebeplilik prensibi ile, sebeplerin
değişmesiyle sonucunda değişeceği genel ilkesine bir yönden benzeyen bu kanun,
tabiat icabı olarak öne sürülen nazariyeyi, devamlı olarak ve durmadan iptal
etmek için, hem her aşamasında ıttırad kanununu iptal eder, hem de ilme ve
sebeplerin sürekliliğine belge olmak için onu büsbütün ortadan kaldırmayıp
beraberinde sürükleyip götürür. Bu sûretle görülüyor ki, ıstıfa tekamülün
şartıdır ve birlikte mütalaa edilmesi lazım gelir. Bütün varlıkları bir tek
varlık şeklinde bir araya toplayarak, onları çeşitli varlık ve hayat basamaklarına
ayırarak, basitten mürekkebe doğru, veya noksanlıktan mükemmelliğe doğru en
uygun ve uyumlu bir sınıflandırmaya tabi tutan ve bu sayede beşerin bilim
ve teknolojisine dahi kendi sahalarıyla ilgili olarak uygun ve uyumlu bir
sınıflama temin eden bu ıstıfa kanunu, kâinattaki olayların hepsinde kendini
göstermekle beraber, en çok hayat olaylarında ve canlılar dünyasında, özellikle
de insanın yaratılış ve gelişmesinde pek çok olarak kendini göstermektedir.
Bu mütalaada başlangıçta maddenin basit ve safi, ya da karışık ve mürekkep
olarak yaratılıp yaratılmadığı bahislerine girmeye hiç lüzum görmeden, olayların
şimdiki durumda bilinen tekamül derecelerini nasıl kazandıklarını ve kazanmakta
olduklarını düşündürmek bile yeter. Şimdi şu karşımızda duran ve "âlem" denilen
karışık olaylar yumağını şöyle dikkatle bir düşünelim: Evvela bir feza (uzay)
ile birçok gök cismini içine aldığı görülen genel bir görünüm karşısında bulunuyoruz.
Ve bu manzarada gök cisimlerinin birbirlerinden ayrılmış ve farklı farklı
özellikler kazanmış olduklarını ve bu arada üzerinde yaşadığımız yer kürenin
de onlardan ayrılmış olduğunu görüyoruz. İşte bunların herbiri bize bir ıstıfa
örneği sunar. Sonra yer küremizi teşkil eden cisimler içinde üç temel kaynak
denilen madenler (toprak), bitkiler ve hayvanların birbirinden çok açık ve
mütekamil farklarla ayrılmış olduklarını görürüz; şöyle ki, ilk maddeden madenler,
madenlerden bitkiler, bitkilerden de hayvanlar gittikçe artan bir tekamül
ile gruplara ve türlere ayrıla ayrıla gelmiş gibi, bir gelişme düzeni ve tekamül
çizgisi gösteriyorlar. Maden adı altında birleşen ve madenleşme veya cevherleşme
denilen bir karışım, yine çeşitli tasfiye aşamalarından geçerek ve her aşamada
başka başka yeni özellikler kazanarak yepyeni bir cevher özünde ıstıfa edilip
çok çeşitli madenler zuhur ediyor. Yine her birinde çeşitli mertebede sınıflamalar
da görülüyor. Sonra başka birtakım özellikleriyle bitkiler karşımıza çıkıyor.
Bunlar madenlerde bulunan özelliklerden daha başka bir özellikle bambaşka
bir ıstıfa şeklinde gelişme, büyüme ve üreme gibi, özellikle topraklardan
silkinip bir yeni varlık manzarası arzediyor. Bu da yine kendi alanında, bitkilerin
sınıflandırılması ve türlere ayrılması sırasında bir çok ıstıfa aşamalarını
meydana getiriyor. Bunlar da her aşamada ıstıfa ve tekamüle uğruyorlar ki,
madenlerdekine göre bunlardaki ıstıfa ve gelişme çok daha açık olarak görülüyor.
Madenlerde milyonlarca yılda meydana gelen ıstıfa, yani cevherleşme bunlarda
bir iki nesil içinde ve çok daha hızlı biçimde oluyor. Üçüncü olarak bir başka
özellikleriyle hayvanlar âlemi geliyor. İlkel bitkiler ile ilkel canlılar
arasındaki fark bizim için ister bilinsin, ister bilinmesin, ama bunların
şimdiki durumda aralarındaki gelişmişlik farkı o kadar açıktır ki, hiç kimse
bir çiçekle bir kelebeği karıştırmaz; çiçeği dalından koparır, kelebeği de
kovalamaya mecbur kalır. Ve bilir ki, bitkisel hayat, kelebekte fazlasıyla
vardır. Fakat kelebekteki hayat çiçekte yoktur. Çiçek kelebek haline gelmek
için topraktan bir daha silkinmiş, daha mütekamil bir ıstıfaya mazhar olmuştur.
Bu sûretle bitkisel özellikler, hayvansal özelliklere eklenerek gelişmişlik
düzeninde bir de hayvansal varlıklar zuhur etmiştir. Bu da hayvanlar arasında
bir sınıflamayı gerektirmiştir ve hayvanlar da bitkilerden daha çok sınıflara
ayrılmıştır. İşte yer küremizde, onu öteki gök cisimlerinden ayıran ilk yaratıldığı
andan beri, onun üzerinde görülegelen bu değişimler içinde çok çeşitli ıstıfa
aşamalarından geçtiği o kadar açık seçiktir ki, bunda tabiat adı verilen ve
hep tekdüzelik özelliği anlamına gelen oluşlar her aşamada bir yeniden yaratılışa
tabi tutulmuş, alışılmışın aksine her aşamada bir harika eklenerek yeni bir
varlık şeklinde ortaya çıkmıştır. Tabiatta hiçbir olayın bir önceki olayla
eşit şartlarda ve aynen tekrar etmediğini, bu yüzden tam anlamıyla ve sanıldığı
gibi hiçbir değişikliğe uğramadan sürüp giden bir tabiat davasının batıl olduğunu
ilim ve tecrübe ortaya koymuş bulunmaktadır. Bu değişiklik içindeki ıttırat
ve tutarlılıktan okunan bütünlük düzeninin kendi yaratıcısı ve düzenleyicisi
varlığın kendisi olmayıp, bu düzenleme özelliğinin varlıkların kendi içlerinde
bulunmadığı, daha açık bir ifadeyle, sonradan yaratılmış olan varlıkların
hiçbirisinin ne sebebi, ne de gayeleri kendi varlıkları içinde aranmamalıdır.
Bütün varlıklar bir araya toplanıp cem edildiği zaman illet-i küll denilen
ve hepsinin varlığına vücut veren esas sebebin bunların toplam varlığı içinde
yok olmayıp, tam aksine bütün varlığın o illet-i küll içinde fâni olacağı
ve Allah'ın birliğinin ancak bu illet-i bakiyeye ait olduğunu ve binaenaleyh
bütün âlemin de bir tabiat olmadığını gösteren açık bir delil ve şahit vardır.
Akıl ve ilim sahiplerinin bu ıstıfa sırrını pek iyi düşünmeleri lazım gelir.
Bu ıstıfayı yapan, varlıkları böyle bir asıldan ayırıp ayırıp peyderpey çoğaltan
ve türlere ayıran, onları tekamül ettiren gücün, âlemlerin yaratıcısı olan
Allah olduğunda şüphe eden hiçbir ilim sahibine tesadüf edilmemiştir. Şu kadar
ki, bir takım kimseler bu çeşitli tabiatların hep birbirinden doğarak geldiğine
ve her mükemmelin bir noksandan kendiliğinden çıktığına, her sonradan olandaki
ıstıfa kuvvetinin bir öncekinde yine kendiliğinden var olduğuna, değişmenin
de bu ıstıfanın eseri olduğunda şüphe etmemekle beraber ıstıfanın sebepsiz,
illetsiz ve gerekçesiz olduğuna ve bu suretle ıttırad, tam zıddı olan değişme
ve çeşitlenmeyi zorunlu olarak meydana getirdiğine ve bu çelişki içinde âdî
ve gelişigüzel bir tabiat kanunu olduğuna sahip olmak gibi bir çelişki içine
düşmüşlerdir. Bu noktada bugün tabiat biliminde ilim adamlarının iki çelişkili
teoride ısrar ettiklerini görüyoruz:
1- Diyorlar
ki, ıstıfa kanunu ve tekamül prensibi gereğince bütün varlıklar bir tek varlıktan,
bir tek kökten doğup çoğalmışlardır. Binaenaleyh bütün canlılar, bir tek ilk
canlıdan üreyerek veya değişerek gelmiştir. Ve bu tekamül ve bu ıstıfa bitkilerden
madenlere geçerek ta bir ilk maddeye kadar gerisin geri irca olunuyor. Binaenaleyh
insan dahi iptidaî canlılardan üremiştir.
2- Her hayvan,
her bitki mutlaka ve behemehal kendi türünün bir tohumundan ürer veya doğar.
Pastör bunu tecrübeye bağlı olarak ispat etmiştir. Binaenaleyh tohumsuz bir
üreme olmayacağı gibi, mesela nohut tohumundan buğday çıkmaz, balık tohumunda
köpek çıkmaz, maymun tohumundan ayı doğmaz, hatta zatürre tohumundan tifo
mikrobu doğmaz.
Görülüyor
ki, bu iki dava birbirine tamamen zıttır. Biri bilimsel ve doğru ise öbürü
değildir. Bugün herkes bilir ki, yer küremiz sonradan teşekkül etmiştir. Ve
üzerindeki hayvanlar da sonradan meydana gelmiştir. O halde bugünkü canlıların
başlangıcı olan tohumlar nasıl oluştu? Tabiat nazariyesine en uygun olan Pastör
nazariyesinde bu suâle cevap yoktur. Meğer ki, arzın değişimi ve sonradan
yaratılmış olduğu inkâr edilsin. Halbuki önceki nazariye ıstıfa ve tekamüle
dayanarak buna cevap verebilir; nice bin derece sıcakta kaynamakta olan maddelerden
ıstıfa ve tekamül kanunu ile gazları, sıvıları, katı cisimleri, madenleri,
bitkileri, hayvanları çıkarmak imkânını bulabilir. Fakat bunu bulmak için
olayların, nasıl maddedeki asıl ve zati çerçeveyi aşabildiğini ve o asıldan
daha gelişmiş, daha mütekâmil özellikler kazanabileceğini ve dolayısıyla hakiki
etkenin, maddenin kendisi değil, ona hükmeden ve ona etki eden, onun üstünde
istediği gibi tasarrufta bulunan bir yaratıcı gücün olduğunu kabul etmek gerekir.
Ve bunu itiraf edip söylemek için, tabiat davasından vazgeçip onu bir yana
bırakmış olduğunu ilan etmek lazım gelir, yoksa bu da kendi içinde kendisiyle
çelişkiye düşmüş olur. Istıfa ve tekamül kavramlarının tabiat fikri iddiasıyla
nasıl uzlaştırılabileceği sorulduğu zaman, değişiklik ifade eden ıstıfa ile
tekdüzelik demek olan ıttırad kanununun aynı tabiat kanunu olduğunu, bu ikisinin
tek ve aynı şey olduğunu söyleyenler, bir çelişkiden başka bir şey söylemiş
olmazlar. Bunlar ilmin esası olan ve gerçeğin kendi kendisine uygunluğu ve
sebeplilik kanununa küfretmiş olurlar. O zaman ne ilim kalır, ne bilgi, ne
bilen, ne bilinen, ne tabiat ne de varlık... Bu noktaya gelince bütün hakikatı
itiraf ederek ıstıfanın tabiattan değil, fakat mutlak kudretin sahibi olan
yüce yaratandan, O'nun iradesinden geldiğini ve binaenaleyh fıtrat denilen
yaratılışın tabiatten önceliğini itiraf etmek gerekir. Bunun içindir ki, ıstıfa
nazariyesinde irade terbiyesinin önemi pek büyüktür. Şu halde tabiat bilimleri,
tabiata aykırı harikaları inkâr ettirecek bir zaruret, bir kesinlik değildir.
Her zaman aksine oluşların ve yaratılışların mümkün olduğu bir alışılmışlık
anlamı ifade eder.
İşte peygamberliğin
niteliğini anlatmaya yönelik olan ve Hz. İsa'nın yaratılışına dahi bir mukaddime
teşkil edecek olan bu âyette ıstıfanın zaruri bir mutlak ıttırad değil; tabiat
üstü bir fıtrat, bir üstün yaratış ifade eden bir ilâhî fiil olduğuna ve aslî
maddelerin zarureti ve kadim olduğu görüşünden de sarfınazar etmek gerekeceğine
bir uyarıdır. Binaenaleyh tabiat davasıyla her şeyi değişmez bir tekdüzeliğe
bağlayıp, onunla mukayese ederek izah etmeye, yaratılışta ayan beyan görülmekte
olan fevkalade terakki ve tekamülü, değişme, gelişme ve ayrışmayı inkâra veya
durdurmaya kalkışmak doğru bir yol değildir. Ve bu cümleden olmak üzere insan
tabiatı namına insanların hepsini fıtrat, kuvvet ve melekât bakımından aynı
seviyede saymamak ve bu suretle birçoklarında yok diye nübüvveti, risaleti
ve peygamberlerin mucizelerini imkansız, akıl dışı gibi zannetmemek ve İsa
meselesini de işte bu esas çerçevesinde anlamak lazım gelir.
34-Aslında
ıstıfanın iradeye bağlı olduğuna, ilim ve eğitimdeki önemine en büyük misal,
tabiat üzerinde iradesiyle tasarrufta bulunma kabiliyetine doğuştan haiz olan
insanoğlunun kendisidir. Onun daha ileri ve daha mükemmel bir ıstıfaya da
aday olduğuna dikkat çekmek için, beşerin ıstıfasından başlayıp insanoğlunun
bütün varlık içinde en gelişmiş, en çok ıstıfaya uğramış bir tür olduğunu
göstermiştir. Âyet yalnızca bunu göstermekle de yetinmemiş, bu ıstıfanın,
bugün birbirinin devamı olarak sürüp giden bu türün yaratılışında, başlangıç
noktası olan Âdem'in oluşumunu sağlayan tohumdan başlamayıp, doğrudan doğruya
kendisinden başlaması da ıstıfanın tabiatın kendiliğinden olan bir kanunu
değil, onun ilâhî iradeye bağlı bir kanun olduğunu ve sonra bu ıstıfanın,
yine ilâhî iradeyle "birbirinden gelen bir zürriyet olarak" ifadesi de nesilden
nesile süzülerek yapıldığını, artarak ve gelişerek tekamül ettiğini de göstermiştir.
İşte peygamberliğe mazhar kılınan zatların böyle bir ıstıfa ile diğer akıl
sahiplerinden daha seçkin ve daha özel bir ilâhî ıstıfa ile geldiklerini ve
bu arada en mükemmel bir ıstıfa mertebesiyle Âdem, Nuh, İbrahim soyu ve İmran
soyu zincirini izlediğini, İsa'nın İmran soyundan, Hatemül-Enbiya olan Hz.
Muhammed'in de İbrahim soyundan bulunduğunu ve şu halde gerek peygamberliği
inkâr vadisinde, gerek bunların yüce kadirlerinin inkârı konusunda gizli veya
açıkça söylenen sözleri veya beslenen fikirleri Allah Teâlâ'nın işitir ve
bilir olduğunu anlatmıştır.
Artık birlik
ile çokluk, tabiat ile irade arasında bağlantı teşkil eden ıstıfa kanununu
ve bunun ifade ettiği tekamül ve terbiye sırrını hakkıyla düşünüp tasavvur
edenler en açık bir ilmî kesinlikle şu gerçekleri itiraf ederler:
1- Her kanun,
kanun üstü bir yaratılış olayı ile başlar.
2- Her olayın,
bir kanun olması zaruri değil, mümkündür.
3- Bir olayın,
kanun olması için tekdüze olarak sürüp gitmesi şarttır. Fakat her sürüp gidişin
onun zıddı olan bir ihtilafa dönüşmesi de zarurîdir. Binaen-aleyh varlığın
zaman içinde sürüp gitmesi, aynen ve ebediyyen böyle sürüp gideceği anlamına
gelmez; çünkü bu onun zatından gelen kalıcı bir özellik değildir, yeni yeni
benzer olayların tekrarıdır. Zatında bakîlik özelliği, varlığın değil, onu
yaratan Hâlikın sıfatıdır.
4- Tabiat,
haddizatında değişmez bir zaruret değil, alışkanlığa bağlı bir zaruret ifade
eder. Binaenaleyh bugün algılanan bir tabiat, dünün veya yarının olaylarına
zaruri olarak hakim değildir.
5- Türlerin
bireylerinde tıpatıp aynilik mümkün olmadığı gibi, mutlak eşitlik mümkün değildir.
Onlarda o türün ortalama özelliklerinin üstünde de, altında da kalan bir takım
belirgin özellikler, üstünlükler ve noksanlıklar daima vardır. Binaenaleyh
türün bütünlüğü ve birliği, gelişmeye veya gerilemeye engel değildir.
6- Varlık
denilen bu çeşitli âlemlerden gelişerek temayüz etmiş olan çeşitli yaratıklar
arasında beşer nevi, hepsinden mükemmel bir ıstıfa ile varlık içinde kendini
göstermiştir. Istıfanın iradî olması meselesi özellikle insanda açıkça görülmektedir.
Beşeriyete ait olan bu gelişmişlik, ilâhî kemale en yakın olan ve madde ile
tabiat üzerinde en ziyade tasarrufa istidatlı bulunan bir kemale yöneliktir.
7- Peygamberlik,
beşeriyetin nevine mahsus bir özelliği değil, insan nevinde en mükemmel bir
ilâhî ıstıfadır. Bunu da ardarda sürüp giden, derece derece durmadan daha
mükemmele doğru yönelen bir ıstıfa zinciri takip etmiştir. Herhangi bir türde,
o türün fertleri, türün altında veya üstünde bir takım üstün özelliklerle
farklı olabildiği gibi, bu farklılık ve değişiklik beşer sınıfları ve fertleri
arasında daha fazladır. Hatta beşer fertleri ve sınıfları arasındaki farklılık
ve değişiklik o kadar çoktur ki, başka türlerde bu kadar çok farklılıkların
her biri bir başka cins sayılmaya bile layıktır. İnsanların hiçbirinin şahsî
hasletleri bir başkasına ölçü olmaz. Zeyd'in nefsi, vicdanı, duyguları ve
yönelişleri, bilgi ve iradesi, kabiliyet ve kabiliyetsizlikleri, arzusu ve
alışkanlıkları ile Amr'in nefsi ölçülemez. Beşeriyetin fertleri arasında çeşitli
hayvanları, hatta melekleri, cinleri ve şeytanları temsil eden karakterler
vardır; neler neler vardır. Hatta beşerin akılları bile ne kadar farklı farklıdır.
Beride henüz şahsiyeti gelişmemiş, burnunun ucundakini göremeyen bir akıl;
ötede mekanları, zamanları aşmış, şahsiyetinden çıkıp bir küllî ruh olmuş
diğer bir akıl ve ruh vardır. Ve "Akıl için yol birdir." misaline uygun düşen
akıl, esasen böyle küllî bir akıldır ki, gerçek kıvamını bulmuş, hakiki mebdeini
anlamış, şerikten münezzeh olan Hak Teâlâ'nın vahdaniyyet yolunu tutmuştur.
Binaenaleyh, insanın ıstıfasının pek güzel örneklerini veren böyle seçkin
akıllara beşer fertleri arasında çok bol olarak rastlanmaması, bunların ne
beşeriyetlerini, ne de gerçekten beşer içinde ileri ve üstün olduklarını inkâra
sebep teşkil etmez. Bunun gibi alelade akılların hayran olacağı, en yüksek
bir ilâhî ıstıfaya mazhar olmuş olan Allah'ın peygamberlerinin de ne beşer
türünden olduklarını, ne de türün üstünde olan imtiyazlı özelliklerini inkâra
aklen ve ilmen hiçbir sebep yoktur. Istıfa kanununu bilenler ve bütün sonuçlarıyla
birlikte genişce anlayabilenler, bunu kendi nefislerinde tecrübe etmeseler
bile, şüphesiz bir istidlal ile dolaylı olarak ilmen ve aklen anlayabilirler.
İnsan yok iken, insan tohumu da yok iken, insanı yaratıp meydana getiren Allah,
onu ıstıfa üzerine ıstıfaya tabi tutarak nesilden nesile ıstıfa ederek neler
yapmaz neler...
İşte peygamberliğin
niteliği bu en büyük ıstıfanın eseridir. Ve bunun en büyük misali de Hz. Muhammed'in
peygamberliğidir.
Bunu Halîmî
gibi İslâm filozofları şöyle izah etmiştir: "Peygamberler, gerek cismani kuvvetlerde,
gerek ruhani kuvvetlerde başkalarına benzemezler. Dış ve iç duyuları gibi
idrak güçleri, görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyuları, hafıza ve
zeka gibi zihinsel güçleri, aklî ve ruhî güçleri, yalnızca derece bakımından
değil, nitelik bakımından diğerlerinden farklı bir mükemmelliğe ve ulaşılabilecek
en üst düzeye sahiptir. Mesela, uzakları görmekle kalmazlar, arkadan ve perde
gerisinden de görebilirler. Başkalarının işitemediği sesleri, duyamadığı kokuları
işitir, duyar ve anlarlar. Şifâ-yı Şerif'de de ayrıntılı olarak açıklanmış
olduğu üzere Peygamber efendimizin cismanî ve ruhanî kuvvet ve melekeleri
ne kadar yüksekti.
Özetle yine
Fahruddin Razî Hazretleri der ki: "Bu konuda sözün tamamı şudur: Nefsi kudsî-i
Nebevî, normal şahsiyetlere bile nitelik yönünden ters düşen bir özelliğe
sahiptir. Yani onların şahsiyetlerinin hakikatı, beşer cinsi içinde en mükemmel
bir nevidir. Zekada, fetanette, hürriyette, yücelikte, cismani ve şehvani
güçlere hakimiyet ve üstünlükte özel bir mükemmelliğe sahip peygamberin kutsal
kişiliğinin gereklerindendir. Ruh şeref ve safada; beden taharet, temizlik
ve arılıkta son derece yüksek olunca şüphe yok ki, bedensel ve ruhsal güçlerin
hepsi kemalin son derecesine ererler. Zira bu kuvvetler ruhtan bedene doğru
feyiz saçarak akan nurlar mecrasındadırlar. Esas yapıcı ve alıcı güçler gelişmenin
son noktasında olunca onların ortaya koydukları eserler de son derece güçlü,
şerefli ve sâfî olacaktır. Binaenaleyh âyetin mânâsı şu olur:
Cenabı Allah,
yeryüzünde sakin olan canlılar arasından ve hatta melekler de dahil bütün
yaratılmışlar arasından Âdem'i seçip ıstıfa etti. Beşer soyu üzerinden henüz
bir üreme aşaması geçmediği halde o zamanki mahlukat arasında ve hepsinden
seçkin, saf ve temiz bir fıtrat üzerine yarattı. Bilmek gerekir ki, insan
insandan doğar mutad kural ve kaidesi ezelî ve zarurî bir kanun değildir.
Başlangıçta insan, insandan doğmadı. Bunun başka bir mahluktan doğduğunu farzetmekle
insan insandan doğar kaidesinin genelliği, ezelîliği ve zarurîliği sağlanmış
olmaz. Her ne olursa olsun, en az başlangıçta bir insan vardır ki, işte o
insandan doğmamıştır. Bu konuda zarurî, ezelî ve istisnasız genel ve küllî
olan bir kural varsa o da şudur: Her insan Allah'ın mahlukudur. Buna iman
eden hiç yanılmaz. Her insan insandan doğar, diye iman eden yanılır. Evet
Âdem'i o zaman ki mahlukattan daha üstün ve temiz bir fıtratla yarattı. Sonra
Cenab-ı Allah, ruhanî kuvvetlerin gelişmesini ve kemale ermesini Âdem'in soyundan
belli kısmına nasip etti, onları ürettirdi. Sonra Nuh'a, daha sonra İbrahim'e
geldi. Sonra İbrahim'den iki kol ayrıldı; İsmail ve İshak. İsmail, Hz. Muhammed'in
kudsî ruhunun zuhuruna ve seçilmesine başlangıç oldu. İshak da evlattan evlada
ta Âl-i İmrân'a kadar Yakup soyundan peygamberliğe ve İys silsilesiyle mülke
başlangıç oldu ve bu hâl Hz. Muhammed'in zuhuruna kadar sürüp gitti. Bütün
peygamberler zaman içinde âlemlerin en seçkinleri idiler. Nihâyet Hz. Muhammed'in
zuhuru ile gerek nübüvvet nuru, gerek mülk şerefi Muhammed aleyhissalatu vesselama
intikal etti."
"Âl", kelimesi,
yakınlıkta ve mezhepte bir kişiye raci olandır.
Âl-i İbrahim'den
murad, bütün müminler denilmiş ise de sahih olan âyette geçtiği üzere "Zürriyetimden
de Ya Rabbi, dedi. Allah buyurdu ki: zalim olanlar benim ahdime nail olamazlar."
(Bakara, 2/124) gereğince ilâhî ahdin içinde olanlar, onun zalim olmayan zürriyeti
ve özellikle Hz. Muhammed Mustafa'dır.
Âl-i İmran'a
gelince: İmran da ikidir. Birincisi Hz. Musa ile Hz. Harun'un babaları, yani
Yakub'un oğlu Levi'nin oğlu Yashür'ün oğlu olan İmrandır. Bilindiği gibi,
Hz. Yakub'un babası İshak, onun da babası İbrahim'dir. Rivâyet olunduğuna
göre, bu İmran'ın da Meryem isminde bir kızı varmış ki bu kız Hz. Musa ile
Harun'un büyük kızkardeşleri oluyor.
İkincisi
de Hz. İsa'nın anası Meryem'in babası olan İmran b. Metan'dır ki, bu da İyşa
oğlu Davud oğlu Süleyman peygamber soyundandır. Bu soy da yine Yakub oğlu
Yehuda'nın soyudur. Burada Âl-i İmran her ikisine de ihtimali bulunmakla beraber,
ikinci İmran'a ait olması âyetin siyakına göre daha açık ve kuvvetli görülmektedir.
Fakat genel anlamıyla gerek birinci ve gerek ikinci her iki İmran soyuna ait
olduğunu söylemek de yanlış olmaz. Bu iki İmran arasında bin sekiz yüz sene
geçtiği de söylenmiştir.
Genel olarak
bu ıstıfa sırrı iyice düşünüldükten ve anlaşıldıktan sonra gelelim Âl-i İmran'a,
Meryem ve İsa'ya.
Şimdi şu
kıssaları hatırda tutunuz. Bir Allah'tır işiten, bilen:
Meâl-i Şerifi
35- İmran'ın
karısı: "Rabbim, karnımdakini tam hür olarak sana adadım, benden kabul buyur,
şüphesiz sen işitensin, bilensin." demişti.
36- Onu doğurunca
-Allah onun ne doğurduğunu bilip dururken- şöyle dedi: "Rabbim, onu kız doğurdum;
erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu koğulmuş
şeytanın şerrinden sana ısmarlıyorum".
37- Bunun
üzerine Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu ve onu güzel bir bitki gibi
yetiştirdi ve Zekeriyya'nın himayesine verdi. Zekeriyya ne zaman kızın bulunduğu
mihraba girse, onun yanında yeni bir yiyecek bulurdu. "Meryem! Bu sana nereden
geldi?" deyince, o da: "Bu, Allah katındandır." derdi. Şüphesiz Allah, dilediğine
hesapsız rızık verir.
35-36-37-
Rivâyet olunuyor ki, Hz. İsa'nın ninesi, İmrân'ın karısının ismi Hanne binti
Fâzuka (Fâzuka'nın kızı Hanne), Hanne'nin kızkardeşi ve bir rivâyette Meryem'in
kızkardeşi İyşâ da Hz. Zekeriyya'nın karısı ve Hz. Yahya'nın annesiymiş. Peygamber
(s.a.v.) efendimiz: "Yahya ile İsa teyze oğullarıdır." buyurmuştu.
"Muharrer"
kelimesi, esasen iyice azadlanmış, halis, hür bırakılmış demektir ki, ibadette
ihlas sahibi (samimi) veya mabed hizmetçisi veya dünyadan âzâde mânâlarıyla
tefsir edilmiştir.
"Mihrâb"
bilindiği üzere cami ve mescitlerin ön tarafında imamın duracağı belli yerdir.
"Zikr-i cüz, irade-i kül" (bir kısmın söylenmesiyle, o şeyin tümünü kastedme)
yoluyla mescide, aynı şekilde en şerefli, en ileri mevkiye de mihrab denilir.
Fakat burada mihrabdan maksat, mescidde merdivenle çıkılır bir mahfel olduğu
beyan ediliyor ki, Hz. Meryem, Zekeriyya aleyhisselam tarafından buraya konulmuş
ve burada muhafaza edilmişti.
İşte ana
karnında babasından yetim kalan Hz. Meryem, böyle bir ruhaniyetle doğmuş ve
böyle bir mihrabda Allah katından özel nâiliyyet ile yetiştirilmişti. O mihrab
ki:
Meâl-i Şerifi
38- Orada
Zekeriyya, Rabbine dua etti: "Rabbim! Bana katından hayırlı bir nesil ver.
Şüphesiz sen, duayı hakkıyle işitensin" dedi.
39- Zekeriyya
mabedde namaz kılarken melekler ona: "Allah sana, Allah'dan bir kelimeyi doğrulayıcı,
efendi, nefsine hakim ve iyilerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeler."
diye ünlediler.
40- Zekeriyya:
"Ey Rabbim, benim nasıl oğlum olabilir? Bana ihtiyarlık gelip çattı, karım
ise kısırdır." dedi. Allah: "Öyledir, fakat Allah dilediğini yapar." buyurdu.
41- Zekeriyya:
"Rabbim! (oğlum olacağına dair) bana bir alâmet ver" dedi. Allah da buyurdu
ki: "Senin için alâmet, insanlara üç gün, işaretten başka söz söyleyememendir.
Ayrıca Rabbini çok an, sabah akşam tesbih et".
38-39-40-41-
Allah'tan bir kelimeyi (yani İsa'yı) tasdik edici. Burada Hz. Yahya'nın, Hz.
İsa'yı ilk tasdik eden kimse olduğu zikrediliyor. Bu tasdik, Yahya'nın ana
karnına düşmesiyle başlamıştır. Çünkü "âkır", hayız ve nifastan kesilmiş çok
ihtiyar bir kadının hamile kalması da âdete aykırı bir şeydir. Şu halde Yahya,
Cenab-ı Allah'ın âdete aykırı şeyler yaratabileceğine fiilen bir şahittir.
Ve onun vücuduyla esas tasdik ettiği de "Allah dilediğini yapar." kelâmıdır.
Bu ise Meryem'in de, âdet dışı olarak, hamile olabileceğini tasdiktir. Bu
mânâ iledir ki, Yahya'nın anasının Hz. Meryem'e: "Benim karnımdaki, senin
karnındakini tasdik ediyor." dediği rivâyet ediliyor.
Bir efendi:
Kerim (cömert), halîm (yumuşak), batıla tenezzül etmeden güzel şekilde insanların
rızasını (hoşnutluğunu) alır, yaşıtlarına üstün, başkanlığa layık, gücü, kudreti
varken, gerek kadın ve gerek diğer dünya şehvetlerinden nefsini son derece
koruyan ve zapteden, mücerred (soyut), namuslu, zahit, dünyayı terkeden. Bir
nebevî hadiste varid olduğu üzere bir hata yapmamış, kelime (Hz. İsa)yi tasdik
edici olan Yahya böyle bir efendi, böyle bir zahid, böyle bir salih peygamber
idi. Hz. Yahya'nın İsa'dan yaşça altı ay büyük olduğu çoğunlukla rivayet edilmiştir.
Bununla beraber üç yaş da denilmiştir. İşaret edilen (Yahya), İsa'nın göğe
kaldırılmasından önce şehit edilmiştir. Bir hadis-i şerifte şöyle rivâyet
edilmiştir: "Dünyanın Allah'a karşı değersizliğindendir ki, Zekeriyya'nın
oğlu Yahya'yı bir kadın öldürmüştür." Meryem'in kefili, Yahya'nın babası olan,
kin ve iftiralarla şehit edilen Hz. Zekeriyya da böyle nezih ve fevkalâde
(olağanüstü) bir Rabbanî (ilâhî) mazhariyette bulunuyordu. Yine Âl-i İmrana
(İmran ailesine) gelelim.
Şunu da hatırda
tutunuz. Yine bir Allah'tır işiten, bilen:
Meâl-i Şerifi
42 - Hani
melekler: "Ey Meryem! Allah seni seçti, seni tertemiz yarattı ve seni dünya
kadınlarına üstün kıldı.
43- Ey Meryem!
Rabbine divan dur ve secdeye kapan ve rüku' edenlerle beraber rüku' et" demişlerdi.
42-43- Hz.
Meryem böyle bir ilâhî seçeneğe tertemiz, pampâk idi. Çirkin hallerden, yahudilerin
iftiralarından uzak ve temiz idi. Hiçbir kadında görülmemiş bir şekilde Hz.
İsa'ya anne olması yönüyle, dünyadaki kadınların hepsinden üstün oldu. Bu
seçmenin eseri ve bu temizliğin iyilik alâmeti olmak üzere ibadet ve taat
ile meşgul olur, Rabbinin divanına durur, kaşını gözünü kaldırmaz, dualar
eder, secdelere kapanır, namaz kılar, asilerle değil, namaz kılan taat ehli
cemaat ile beraber olur, "Beyt-i Makdis"de ibadet ederdi. Böyle yapması için
kalbinde meleklerin kendine ilham ettiğini duyar ve bu emirlere uyardı. Yahudilerin
ve hıristiyanların bilinen ve görünen namazlarında rüku' bulunmadığına göre
"rüku' edenlerle rüku' et" ifadesinde rüku'un mânâsı, namaz veya taat ve şükür
veya İslâm'dakinden başka bir şekil veya aynen öyle olması hakkında tefsirciler
çeşitli açıklamalarda bulunmuş ve aynı zamanda "rüku' edenler" ile beraberliğin
mânâsı da açıklanmıştır. Her halde kıyam (ayakta durma), secdeler ve rüku'un,
namazın erkanı (içindeki farzları)nı ve "râkiîn", cemaati ifade ettiği açık
olduğundan, Meryem'in namazında bir rüku' bulunduğu meydandadır. Maiyyet (beraberlik)
ise Meryem sûresindeki "Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti" (Meryem,
19/17) âyetinin delaletiyle perde arkasından cemaate uymakla tefsir edilmiştir.
Bununla beraber mutlak (kayıtsız) da olsa Meryem'in, erkekle beraber ancak
cemaatla namaz halinde bulunduğunu anlatır.
Ey Muhammed!
Meâl-i Şerifi
44- İşte bu,
sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. (Yoksa) "Meryem'i kim himayesine
alıp koruyacak?" diye kalemlerini (kur'a için) atarlarken sen yanlarında değildin.
(Bu hususta) Tartışırlarken de yanlarında bulunmadın.
44-Bundan
dolayı senin uyulması zorunlu bir büyük peygamber Muhammed Mustafa olduğunda
ve bu haberlerin hak vahy bulunduğunda şüphe yok.
Bu hatırlatmanın
sonunda ve düşmanlık noktasında Meryem'in seçimiyle ilgili olarak İsa kıssasınında
bütün gerçeklerini anlatmak için şunları an:
Meâl-i Şerifi
45- Melekler
şöyle demişti: "Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor
ki, adı Meryem oğlu İsa Mesih'dir; dünyada da ahirette de itibarlı, aynı zamanda
Allah'a çok yakınlardandır.
46- Beşikte
de, yetişkin çağında da insanlarla konuşacak ve iyilerden olacaktır.
47- (Meryem):
"Ey Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?" dedi.
Allah: "Öyle ama, Allah dilediğini yaratır, bir şeyin olmasını dilediğinde
ona sadece 'ol!' der, o da hemen oluverir." dedi.
48- Allah
ona kitab (okuma ve yazmay)ı, hikmeti ve Tevrat ile İncil'i öğretir.
49- Allah
onu İsrailoğullarına (şöyle diyecek) bir peygamber olarak gönderir: "Şüphesiz
ki ben size Rabbinizden bir âyet (mucize, belge) getirdim: Size, kuş biçiminde
çamurdan birşey yaparım da içine üflerim, Allah'ın izniyle o, kuş olur; anadan
doğma körü ve alacalıyı iyileştiririm ve Allah'ın izniyle ölüleri diriltirim.
Evlerinizde ne yiyor ve neleri biriktiriyorsanız size haber veririm".
50- "Önümdeki
Tevrat'ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak
için (geldim) ve Rabbiniz tarafından size bir mucize getirdim. Artık Allah'tan
korkun da bana uyun".
51- "Şüphesiz
Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Onun için hep O'na kulluk edin!
İşte bu, doğru yoldur".
45-46-Mesih
kelimesi İbranice aslında "mübarek" mânâsında "meşih"tir ki, İsa'nın lakabıdır.
"İsa'nın, "iyşu' "nun Arapçalaşmışı olduğu geçmişti.
Kelime: Nahiv
ilmi terimi olarak, "müfred (tek) bir mânâya konmuş kelimedir ki, isim, fiil,
harf veya edat ismiyle üç çeşittir. Mürekkeb (birleşik)lere ve lafız (kelime)dan
başkasına söylenmesi mecazdır. Mantık teriminde ise "kelime" nahivdeki fiil
demektir. Burada isme karşılık olma karinesiyle bu mânâ daha yakın görünüyor.
Râğıb, "el-Müfredat"ında
der ki: "Kelm, duyma veya görme (gibi) iki histen biriyle idrak olunan (algılanan)
bir tesirdir. Bunun için tesiri açık bir cerh (yaralama) mânâsına gelir. Kelâm
ise duyma hissiyle anlaşılır. Kelam, dizilmiş kelimeler ile içerdiği mânâlara,
tümü itibarıyla, ıtlak edilir. Nahiv'de bunun bazan bir kısmı olan isim veya
fiil veya edatlara da denirse de, çoğunlukla birleşik ve müfid (bir anlam
ifade eden) cümleye denilir. (Yani kelâm, bizzat kastedilen cümledir). Bundan
dolayı Nahiv'de "kelâm", "kavil"den daha özeldir. Zira "kavil", müfret (tekil)
de olabilir. Kelime ise Nahiv'de isim veya fiil veya edat üç çeşit kelâmın
fertlerinden her birine ıtlak edilir. Bununla beraber "kelime" ıtlakı bu üçle
sınırlandırılmış değildir. Bir kelâm, bir kasîde, bir kitap, sözlü ve fiilî
bir hüküm, bir önerme bir şey... kelime olur ki, Kur'ân'da bunun birçok misalleri
vardır. Kelime-i tevhid, kelime-i İsa ve diğerleri bu cümledendir". Demek
ki "kelâm" denmesinde esas, bizzat veya vasıtalı duyma tesiri altında bir
mânâ telkin etme yönüdür. Kelâm, böyle bir araçdır. Kelime ise gerek duymanın
ve gerek görmenin etkisi altında mânânın telkini yönlerinden daha geneldir.
Mesela ağızdan çıkan mânâlı sesler veya kitapta yazılan mânâlı yazılar kelime
olduğu gibi, âleme bir bakıldığı zaman, bakışta seçkinleşen ve gözden gönüle
geçip duygu tesiri altında az-çok bir mânâ telkin eden varlıklar ve görünen
yaratıklar da birer kelimedirler ki, Hz. İsa da bunlardan biri idi ve Meryem'e
böyle bir tesir ile geldi.
Allah tarafından
garip bir kelime, bir fiil ve tesir, normaldışı bir yaratma işi, mânâlı bir
eser. Burada buyurulmayıp da kelimenin nekre (belirsiz) olarak getirilmesi
şu nükteleri ifade eder: Evvela bu kelime tanınmadık, garip, âdet dışı bir
kelimedir. Ve bu sebeple İsa'nın hüviyetini teşkil eder. Gerçekte İsa'nın
yaratılışı bilinen âdetin dışındadır. kaydı da bunun vasıtasız bir yaratma
ve bundan dolayı âdet dışı bulunduğunu ve aynı zamanda bu kelimenin batıl
olmayıp, bir "hak kelime" olduğunu gösterir. deki ibtidaiyyedir. İkinci olarak,
bu bir kelimedir, fakat kelime bundan ibaret değildir. Çünkü nekreler, yaygın
fertlere delalet ederler. Buna göre Allah Teâlâ'nın daha başka kelimeleri
bulunduğu unutulmamalıdır. "De ki: 'Rabbimin sözleri(ni yazmak) için deniz
mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, deniz tükenir'. Yardım için
bir o kadarını daha getirsek (yine yetmez)." (Kehf, 18/109). Ki o kelimenin
ismi, Mesih İsa b. Meryem (Meryem'in oğlu İsa Mesih)dir. Allah'dan bir kelime
ki, ismi Meryem'in oğlu İsa Mesih. İşte hıristiyanların "ekânîm-i selâse"
(üç esas: baba, oğul, Rûhu'l-kudüs) diye, teslis (üçleme) ve te'lih (tanrılaştırma)
eyledikleri ve üç şahıs dedikleri İsa'nın hüviyeti. Biri lakab olmak üzere
iki isim; bir müsemma (isimlenen), bir sıfat, sonra da açıklanacak vasıflar.
Şu halde İsa bir oğuldur, fakat Meryem'in oğludur, haşa Allah'ın oğlu değildir.
İsa, Mesih'tir, mübarektir, Rûhu'l-kudüs ile te'yid edilmiştir. İsa, Allah'tan
bir kelimedir, fakat kelimelerin tümü değildir. Hem de tekdir, çoğul değildir.
Allah'dan bir kelimeye, Allah'ın bir kelimesi denebilirse de, Allah denemez.
İsa bir kelime olmak üzere, Allah'a bağlıdır. Bir oğul, bir çocuk olmak üzere
ise ancak Meryem'e bağlıdır. "Dünyada da ahirette de itibarlı, aynı zamanda
Allah'a çok yakın olanlardandır. Beşikte de, yetişkin çağında da insanlarla
konuşacak ve iyilerden olacaktır." Bu dört de o kelâmının halleridir ki, bir
âyet sonra geri kalanı da gelecektir.
Vecîh: Vecâhetli,
şeref sahibi, yani kuvvetli, şerefli, itibarlı, dünyada peygamberliğinin şerefi,
ahirette şefaatinin itibarı ve cennette derecesi yüksektir. Şu kadar ki "O'nun
izni olmaksızın, O'nun katında şefaat edecek olan kimdir?" (Bakara, 2/255)
âyeti unutulmamalı. Sade şerefli değil, mukarrabînden de, Allah Teâlâ'ya pek
yakın olanlardan ve rıdvân-ı ekberi (en büyük rızası)ne erenlerden ki "İyilikte
öne geçenler (mükafatta da) öne geçenlerdir. İşte onlar Allah'a yakın olanlardır."
(Vâkıa, 56/10-11) âyeti bunu dile getirmektedir. Halbuki bazıları itibarlı
olur da, mukarreb (Allah'a çok yakın) olmaz. Ve İsa gibi daha nice mukarrabîn
vardır. Fakat cahiller bunun Allah'a yakınlığını, uluhiyette (ilâhlıkta) aynılık
veya ortaklık zannettiler.
Kehl: Kuvvetini
toplamış, gençliği kemaline ermiş olandır ki, çoğunlukla otuzdan sayarlar.
Beşikteyken ve büyükken insanlara söz söyler bir halde olması, Meryem sûresinde
gelecek bir mucizesini veya kelime denmesinin sebebini açıklama mânâsından
başka; dünyada olgunluk yaşına kadar yaşayacağını müjdeleme ve özellikle hudûsü
(sonradan olma olduğu)nü, çocukluk ve olgunluk gibi halden hale, tavırdan
tavıra değişme ve geçişini anlatma ile hakkındaki ilâhlık iddiasının batıllığına
tenbihi de içerir.
47- Meleklerin
müjdesi üzerine Meryem kalb ve vicdanında kendisinden hiçbir şüphesi bulunmadığı
ve kelimenin garibliğini de duyduğu için, doğrudan doğruya Rabbine dönüp ve
yalvararak: "Ey Rabbim! Bana hiçbir beşer dokunmamışken benim için çocuk nereden
veya nasıl olur?" diye hayretle sordu. Rabbi de: "Allah böyle, ne dilerse
yaratır ve takdir eder; O, bir işi kesinlikle istedi mi sadece 'ol!' der,
o da oluverir." diye onu vicdanında tasdik, kaza ve ilâhî kudreti bilenler
için bunda garib ve uzak görecek bir taraf olmadığını anlattı. Kelimenin sırrı
da işte bu, idi.
48-49-50-Allah
bunu anlattı, şunları da anlattı: "Allah ona kitabı ve hikmeti öğretti". Burada
"kitab", kitâbet (yazı yazmak) mânâsına masdardır. Demek ki Hz. İsa yazı yazmasını
bilir bir bilgin idi. Mucizelerde "Allah'ın izniyle" sınırlamasının tekrarı,
bunların hıristiyanların iddia ettikleri gibi İsa'nın tanrılığına değil, yaratıcısının
uluhiyetine delalet edeceklerini kuvvetle açıklamak içindir.
İşte ilâhî
takdirde İsa böyle bir kelime idi. Hiçbir sebebe mahkum olmayan Allah Teâlâ'nın
birliğine ait kudreti işbu âyetinden anlaşıldığı üzere, kelimelerin mânâya
delaletleri gibi, yaratılışı ve ahlâkı, ilim ve hikmeti, kitap ve yazması,
fiilleri ve sözleri ile delalet ederek anlatacak bir âyet, bir hak alâmet
olacak, İsrailoğullarına bir peygamber olarak gelecek, değişmez sanılan âdetler
dışında dört mucize gösterip imana davet edecek, önündeki Tevrat'ı tasdik,
te'yid ve yasaklanan bazı şeyleri onlara helal edecek, gelişinin tek sebebi
ve bütün mucizelerinin gayesi tek bir âyeti anlamaktan ibaret olduğunu söyliyecekti
ki, bu âyet de şu idi: Allah'tan korkunuz ve bana itaat ediniz, hiç şüphe
yok ki Allah hem benim Rabbim, hem sizin Rabbinizdir. Şu halde O'nu mabud
tanıyınız, O'na ibadet ve kulluk ediniz. İşte sırat-ı müstakîm (doğru yol).
Demek ki, bir kelime olan İsa'nın ifade edeceği meâl, bu bir âyet olacaktı.
Şimdi, "Acaba
Allah tarafından meleklerin müjdesi ve Allah'ın takdiri ve vaadi yerini buldu
mu? Kelime kuvve (niyet)den fiile çıktı mı? İsa, bu haller ve vasıflarla gelip
bu daveti yaptı mı?" gibi sorulara lüzum yoktur. Bunun cevabı da bu açıklamanın
içindedir. Bir kere ta yukarda "Muhakkak Allah sözünden dönmez." (Âl-i İmran,
3/9) olduğu malum. Sonra meleklerin yalan söylemeyecekleri açıkça belli olmakla
beraber, Meryem'in buna bizzat yalvarmakla aldığı cevap da malum. O halde
kelimenin hayal olmadığını anlatmak için ile mukayyed (sınırlanmış) olması,
melekler ile gelmesi, gerçekleşmesine delil olduğu gibi, deki de bu bapta
şüpheye yer bırakmamış, bundan başka bu gerçekleşme (Âl-i İmran, 3/52) da
"fasîha fâsı" ile görülen âlemde de gösterilmiştir. Bundan dolayı İsa bu hüviyet,
bu haller ve vasıflar, bu din ve davetle bir peygamber olarak geldi: "Size
bir delil getirdim, Allah'tan korkun, bana itaat edin, muhakkak ki Allah benim
de, sizin de Rabbinizdir, ona ibadet edin, bu doğru bir yoldur." dedi ve onun
bütün hayat ve daveti, bir tek âyetin mânâsından ibaret oldu. İsa: "Bana itaat
ediniz" dediği zaman, "Beni Allah tanıyınız, bana kul olunuz." demiyordu.
Ancak "Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kul olunuz, yalnız O'nu mabud tanıyınız,
doğru yol budur." diyordu. Doğru yol, hak din olan İslâm'dan başka bir şeye
davet etmiyor. "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana itaat ediniz ki, Allah da sizi
sevsin." (Âl-i İmran, 3/31); "Allah'a uyun ve peygambere uyun." ; (Mâide,
5/92) "Ben de kendimi Allah'a teslim ettim, bana uyanlar da." (Âl-i İmran,
3/20); "Müslüman olunuz." (Hacc, 22/34; Zümer, 39/54) diyen Muhammed Resulullah'ın
davetinden başka bir şey yapmıyordu. "Allah katında din İslâmdır." gerçeğinden
başka bir iddiada bulunmuyordu. "Allah kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik
etti. Melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka ilâh olmadığına adaletle
şahitlik etti. O, azizdir, hakimdir" (Âl-i İmran, 3/18) âyetiyle şahidliğinden
başka, bir şahitlik yapmıyordu. Özetle İsa'nın kelimesinin, kelime-i tevhidden
başka hiçbir mânâsı yoktu. İlâhî kitapların, kuvvetli naslarına karşı, "Biz
onun ruhunu ararız, ruhuna bakarız." diye müteşabih âyetler arkasında dolaşmak
isteyenlerin bilmesi gerekir ki, işte Tevrat'ın ve İncil'in de yegane ruhu
bu tevhidden ibarettir.
51-İsa ancak
bu mânâ, bu ruh bakımından bir rûhullah (Allah'ın ruhu) idi. Bu kelime de
bu mânâda, bu ruhta Yahya nasıl İsa'yı tasdik eden bir müjdeci olarak gelmiş
ise, İsa da Muhammed (s.a.v.)'i öylece tasdik ederek gelen bir müjdeciydi.
Sonra Hz. Muhammed de işte bu kitap ile, bu furkan (hak ile batılı ayırıcı)
ile herşeyi tasdik edici olarak gelmiştir. İsa "Şüphe yok ki Allah, benim
de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O halde O'na ibadet edin." derken Musa gelseydi,
"hayır" diyemez, İsa'yı önceden tasdik ettiği gibi tasdik ederdi. Şimdi Muhammed
Resulullah "Allah'a ve Peygamber'e uyun." diyerek bu gerçeği tebliğ ederken,
bütün peygamberlerle beraber İsa da gelseydi "evet" diye Hz. Muhammed'i tasdik
ve tebliğine uymaktan başka bir şey yapmazlardı. Bu bilindikten sonra İsa'nın
terceme-i hâli (özgeçmişi) hakkında meselenin aslı ile ilgisi olmayan ayrıntıları
bırakalım da onun davetinin neticesine ve son haline gelelim:
Meâl-i Şerifi
52- İsa onların
inkârlarını hissedince: "Allah yolunda yardımcılarım kim?" dedi. Havariler:
"Allah yolunda yardımcılar biziz. Allah'a iman ettik. Şahit ol ki, biz muhakkak
müslümanlarız." dediler.
53- Ey Rabbimiz,
senin indirdiğine iman ettik, o peygambere de uyduk. Artık bizi şahidlerle
beraber yaz.
54- Onlar
hileye başvurdular, Allah da onların tuzağını boşa çıkardı. Allah hileleri
boşa çıkaranların en hayırlısıdır.
55- O zaman
Allah şöyle dedi: "Ey İsa, şüphesiz ki seni öldüreceğim, seni kendime yükselteceğim
ve seni inkârcılardan temizleyeceğim. Hem sana uyanları, kıyamete kadar o
küfredenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz banadır, ayrılığa düştüğünüz
hususlarda aranızda hükmedeceğim".
56- "İnkâr
edenlere gelince, onlara dünyada da, ahirette de şiddetli bir şekilde azab
edeceğim, onların hiçbir yardımcıları da olmayacaktır".
57- "İman
edip iyi işler yapanlara gelince, Allah onların mükafatlarını tastamam verecektir.
Allah zalimleri sevmez".
52- İsa'nın
tevhide daveti üzerine İsrailoğullarının az bir kısmı iman etmiş, çoğunluğu
etmemişti. İman etmiyenler bilinen küfürlerini, kötü niyetlerini İs'ya hissettirdiler.
İsa da bunlardan bu küfrü hissedince dedi. Kendine, özü Allah'a doğru yardımcılar
aradı. Bu cümlede, "ilallah" kaydının, "Ensar"dan veya "yâ"dan hâl olmasına
ve nın mânâsına göre, çeşitli mânâlara ihtimali vardır.
1- Ben Allah'a
giderken yardımcılarım kimler?
2- Allah'a
teslim ve uymuş olarak bana yardım edecekler kimler?
3- Benim,
Allah için yardımcılarım kimler?
4- Allah
ile beraber olup, yardımcım olacak yardımcılarım kimler?
5- "Allah'a
iman etmiş ve müslüman olmuş, nefsini Allah'a teslim etmiş olup da, yardımını
Allah'a bağlayarak ve Allah rızasından başka bir şey düşünmeyerek bana Allah
yardımı yapacak, özetle özü Allah'a bağlı, Allah'a doğru yardımcılarım, dostlarım
kimler?"
Bu mânâ hepsini
toplayıcıdır. Cevap da buna daha uygundur. Hz. İsa'nın bu isteği ilk olarak
bir sosyal tesir yapıyordu. Kelime başlangıçta Meryem'in rahminde ilâhî seçim
ile cisimlendiği gibi, şimdi de dışarda belirlemeye başlıyordu ki, İsa'nın
dünyada itibarı bununla olacaktı. Bu andan itibaren tevhid dini maneviyatta
kalmayacak, maddiyata da geçecekti. Bu isteğe, İsa'nın ölüyü diriltme mucizesinin
kazanç meyvesi olan en güzide ashabı (arkadaşları) havarîler cevap verdiler:
Havariler
bir ağızdan dediler ki: O Allah yardımcıları, Allah dostları biziz. Yani biz,
Allah için sana yardımcıyız. Zira sana yardım, Allah'a dostluktur, Allah rızasına
uygundur. Çünkü sen O'nun peygamberisin. Bundan, "Sen Allah değilsen, biz
sana yardım etmeyiz." gibi veya "Sen Allah'sın, şu halde biz de senin yardımcılarınız."
gibi bir kötü anlam çıkmaması için sözlerini açıklığa kavuşturdular. Yani
biz Allah'a iman ettik ve sen şahit ol ki biz şüphesiz müslümanız, Allah ve
Resulüne itaat ediciyiz. İşte nasaraya (hıristiyanlara), nasârâ (hıristiyan)
denmesinin sebeplerinden birisi, İsa ile havarîler arasındaki bu yardım anlaşmasıdır.
Onlar o zaman böyle müslüman ve Allah'ın birliğine inanmış idiler. Bununla
İslâm dinine ve Muhammed aleyhisselâma ait davete de manevi bakımdan ikrar
vermişlerdi.
53-Bunun için
havariler cevaplarını şu dua ile bitirdiler: Ey Rabbimiz, biz senin indirdiğin
emre inandık ve peygambere (yahut o resûle) uyduk, şu halde bizi yalnız bir
şahid olan İsa ile değil, birliğine şahitlik eden bütün erbâb-ı şühûd (şehadet
ehli) ile beraber yaz. Yani melekler, peygamberler, ilim sahipleri ve özellikle
"Siz insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun." (Bakara, 2/143)
âyeti gereğince ahirette bütün ümmetlere şahit olacak olan o peygamber Muhammed
ve ümmeti ile yaz. Görülüyor ki "şahitlerden" demediler, "şahitlerle beraber"
dediler. Zira biliyorlardı ki kendileri "şahidlerden" değildiler. Hz. İsa,
havarilerin İslâm'ına ve bu duasına şahit olduğu gibi, Muhammed (s.a.v.) ve
ümmeti de buna şahitlik eder. Havariler, manevî bakımdan, Muhammed ümmeti
ile beraberdir. Muhammed ümmeti de Hz. Muhammed ile beraber peygamberlerin
tümüne; "Peygamberlerden hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz." (Bakara, 2/285)
diye şahitlik yaptıklarından, Hz. Muhammed ve ümmeti, Hz.İsa'yı ve havarileri
beraberlerine almışlardır.
Yuhanna İncili'nin
birinci babında yahudilerin, "Sen kimsin?" diye sorularına karşı Hz. Yahya'nın
Mesih'e (İsa'ya) şahitliği hakkında şöyle bir kıssa vardır: "Yahya inkâr etmeyerek,
'Ben Mesih değilim.' diye ikrar etti. 'Öyle ise nesin, İlyâ mısın?' diye sorduklarında;
'O da değilim." dedi. 'Sen o peygamber misin?' dediklerinde, 'Hayır' diye
cevap verdi. O zaman, 'Sen kimsin söyle ki, bizi gönderenlere cevap verelim.
Kendi hakkında ne dersin?' dediler, 'Ben Eş'ıya peygamberin dediği gibi, Rabbin
yolunu doğrultunuz, diye çölde çağıranın sadasıyım.' dedi ve o gönderilenler
firisilerden idiler ve ona sorarak: 'Öyle ise sen Mesih yahut İlya, ya o peygamber
olmadığın halde niçin vaftiz ediyorsun?' dediler. Yahya onlara cevap olarak:
'Ben su ile vaftiz ederim...' dedi." (İstanbul'da basılmış Türkçe İncil Tercemesi,
1930). İşte burada "er-Resul", "en-Nebiyyu" tercemesi olan "o peygamber",
"şol peygamber", Tevrat'ta Musa'ya benzer, "Musa gibi bir peygamber" olarak
geleceği açıklanan o peygamberdir ki, Hz. Yahya'nın şahitliğiyle o peygamberin
ne Yahya, ne kendisi, ne de Mesih olmadığı açıklanmıştır. bunun için İncil'e,
Yahya'ya, Mesih'e iman, gelecek olan "o peygamber"e de imana bağlıdır. Şu
halde havariler Hz. İsa'yı diye şahid getirdikten sonra Allah'a diye dua ettikleri
zaman "inzal ettiğin" cümlesinde şüphesiz "ol peygamber" de dahil olmakla
den kasıtları ya bi'l-ibâre (metin ile) veyahut İsa'ya veya resul cinsine
uymanın gereği olmak üzere bi'l-işâre (metnin işaretiyle) Muhammed Resulullah'a
bakmakta veya kapsamaktadır. Lafzı itibariyle değilse bile mânâ bakımından
şamildir ki "Allah'a ve Resule uyun." emrinden beri kelimesinin ilk defa burada
tekrar etmiş olması bakımından bunun yalnız e masrûf (çevrilmiş) olmayıp,
bütün peygamberlerin tasdikçisi olan o Resule, "o peygamber"e bağlanması ve
bu şekilde Resul cinsini kapsamına alması sözün gelişinin tümüne daha uygundur.
Bunlar düşünüldüğü zaman duasının tefsir yönü de anlaşılır. "Allah'a inandık,
herşey Rabbimizin katındandır." (Âl-i İmran, 3/7) "Allah daha iyi bilir."
54- Havariler
öyle dedi, diğerleri de hile ve su-i kast yaptılar. Bu zamirin lafız bakımından
yakınlığı sebebiyle havarilere gönderilmesi ve bunların hepsinin yardım vaadinde
sebat edemeyip içlerinde hile edenlerin de bulunduğu mânâsı anlaşılabilirse
de, mânâ yönünden bu hile, küfreden İsrailoğullarına aittir. Yani İsa, İsrailoğullarının
inkârını hissetti, yardımcı aradı, havariler kendine yardım anlaşması yaptı,
diğer taraftan küfürleri anlaşılan İsrailoğulları da hile yaptılar. O sosyal
yapıya bu şekilde hile karıştı, tamam olmadı, bir seçime daha muhtaç oldu
ki, o da Muhammed Mustafa ile olacaktır.
Mekr, karanlık,
gizli, hissedilmeyecek hile ile diğerine zarar vermeye çalışmaktır. İsrailoğullarının
buradaki hileleri, Hz. İsa'ya komploları, yani Allah'ın kelimesini yok etmek
için gizli gizli tedbirlere teşebbüs edip birden bire onu öldürmek üzere el
altından birtakım kimseler tayin etmiş olmalarıdır. Ve hıristiyanların sözüne
göre bu hileye havarilerden birisi de iştirak etmiş ve kâfirlere casusluk
yapmış. Bu sû-i kast, Hz. İsa'nın hem maddî hayatına, hem manevî hayatına
yönelmişti. Bir taraftan zulüm yaparak kendini öldürmek, diğer taraftan davet
ettiği tevhid dinini, kelimesini kaldırmak için mekir, hile ve hud'a düşünülüyordu.
Gerçekte "İsa" demek de dini, kelimesi demekti. Artık İsa'nın çekilmesi zamanı
gelmiş idi, fakat daha ölmeyecekti. İsrailoğulları bu hile dolayısıyla hıristiyanlığa
bir hayli şeyler soktular, karıştırdılar, fakat arzularına erişemediler. İsa'yı
öldüremediler. Hıristiyanlığı ortadan kaldıramadılar. Onlar hile yaptılar
Allah da onlara hile yaptı, onları hileden menetmedi, fakat hilelerinin cezasını
verdi. Gerçekten Allah mekredenlerin hayırlısıdır. Onun hilesi, başkalarınınki
gibi şer ve zarar vermeyi hedef alan bir hile olmadığı gibi; keşfi mümkün,
önüne geçilebilir, durdurulur bir hile de değildir. Hatıra ve hayale gelmez,
engin sırlarına erilmez yönlerden çevirir; imandan, doğruluktan çıkan, küfür
ve hileye sapanların belalarını verir. Buna göre Allah'ın mekri lügat bakımından
bilinen şer mânâsıyla değil, ona ceza olan ve müşâkele (şekli bir, mânâsı
zıt kelime getirmek) suretiyle hile denilebilen bir hayırdır. Hatta ilâhî
hile, hile yapanlar için bile bir hayrı içerir. Çünkü onlara bu şekilde hilenin
fenalığını, cezasını anlatır da uyanmalarına, tevbe etmelerine sebep olur.
55- İşte Allah
o hile edenlere bu mekrini şöyle dediği zaman yaptı: Zira Allah o hileden,
sû-i kast yapan kâfir zalimlere rağmen İsa'ya dedi ki: Ey İsa, seni ben vefat
ettireceğim ve bana yükselteceğim ... "Teveffi" kelimesi, "vefa" masdarından
alınmış olarak esas lügatta "ıstıfa" gibi tamamen kabzedip almaktır. Fakat
ruh sahiplerine ve bilhassa insanla ilgili olduğu zaman vefat ettirmek, yani
eceline yetiştirip ruhunu almak mânâsında açık ve meşhurdur. Buna göre bir
delil bulunmadıkça, başka bir mânâ ile tevili caiz değildir. Fakat burada
mekir mânâsıyla ilgisi bulunmak üzere Nisâ Sûresi'nde "Onu öldürmediler ve
asmadılar, fakat (öldürdükleri) kendilerine (İsa'ya) benzetildi." (Nisa, 4/157)
âyeti, onların Mesih Meryemoğlu İsa peygamberi öldüremediklerini ve asamadıklarını
ve fakat şüpheye düşürüldüklerini açıkça beyan etmiş, Hz. Peygamber'den de
"İsa ölmedi, kıyamet gününden önce size dönecektir." hadis-i şerifi de varid
olmuş bulunduğundan, buradaki "seni öldüreceğim" kelimesinin, az çok zahir
dışı bir mânâ ile tevil olunması gerekmiştir. Bunun için tefsir âlimleri burada
yedi sekiz kadar mânâ beyan etmişlerdir ki, birkaçını zikredelim:
1- "Teveffî"
vefat mânâsınadır. Ancak mâbad (kendisinden sonras)ında atıf harfi olan (vav),
ne beraberlik, ne de tertip gerektirmiyeceğinden burada nükteli bir takdim
ve te'hir vardır. Ref' (yükseltme) önce, teveffî (ölme) sonra olacaktır. Bu
mânâ Katâde'den rivâyet edilmiştir. Yani İsa o su-i kast sırasında Allah'a
yükseltilmiş, onlar öldürüp astık zannetmişler, fakat ölmemiştir. Çünkü Allah
"muhakkak ben, seni öldüreceğim." buyurmuştur. Müslümanlar arasında meşhur
olan mânâ ve inanç da budur. Çünkü burada zahire aykırı denecek bir tevil
yok demektir. Bizce bu tefsir ve inancın özeti şu demek olur: Allah'dan bir
kelime olan ve Rûhu'l-Kudüs ile te'yid edilmiş bulunan Mesih İsa'nın ruhu
henüz kabzedilmemiştir. Ruhunun eceli gelmemiştir. Kelime daha Allah'a dönmemiştir.
Onun daha dünyada göreceği işler vardır. Bu, bir ruhun bâki (ebedî) olmasıdır.
Fakat hıristiyanların dediği gibi, uhrevî (ahirete ait), ebedî bir ruhun bâki
olması da değildir, berzaha ait bir bekadır. Onun kıyametten önce eceli gelecek,
vefat edecek, Azrail tarafından öldürülecektir. Ahirette de ölümden sonra
bir ba's (yeniden dirilme), bir ahiret hayatı olacaktır. İsa'nın ruhu alınmamış
olunca, İsa'nın Allah'a yükselişi, yerden kalkması yönündendir. Ortadan kalkan,
Allah'a yükselip dönen odur. Bundan dolayı İsa'nın haberlerde gelen semaya
yükselmesiyle, Kur'ân'da varid olan Allah'a yükselmesi durumunu birbirine
karıştırmamak gerekir. Çünkü sema, ilâhî isimlerden değildir. Hıristiyanlar,
semaya Allah, Allah'a sema diyorlarsa da İslâm'da caiz değildir. O halde "seni
kendime yükselteceğim" ifadesinin "seni semaya yükselteceğim" diye te'vil
olunmaması gerekir. Zira İsa'nın Allah'a yükseltilen cismi, semaya yükseltilen
de henüz öldürülmemiş olan ruhudur diyebiliriz. Ve bu sema, dünya seması olan
maddî sema değil, ruhanî dördüncü semadır ki, Mi'rac gecesinde Resulullah
(s.a.v.) İsa'yı orada, Harun'u beşinci, Musa'yı altıncı, İbrahim'i yedinci
semada görmüştü. Şu halde İsa'nın, semaya yükselmesi ve kıyametten önce semadan
inmesi ve dönüşünü anlatan haberler ve hadisleri, Allah'a yükseltilen İsa'nın
cismine sarfetmemelidir. İsa'nın ruhu, böyle bir geçici bakâ ile bakî olduğu
gibi, diğer peygamberler de böyledir. Kabirlerindeki peygamberler diridirler.
Nitekim fıkıh kitaplarında açıklanmıştır. Her peygamberin ruhanî eceli, ümmetinin
ecelidir. Ruhanî ecelleri tamam olmuş nice peygamberler vardır ki, Kur'ân'da
anılmamışlardır. Yukarda geçen ıstıfa (seçme) âyeti gereğince "Birbirinin
zürriyeti olarak" (Âl-i İmrân, 3/34) seçim silsilesinde dahil olan büyük peygamberlerin
derece derece ruhanî semada bekaları devam etmektedir ki, bunlar da Âl-i İbrahimdir.
Âl-i İmrân da bundandır. İsa'nın cesedi Allah'a yükseltilmiş, fakat İsa'nın
ruhu da kabzedilmemiş (alınmamış), yani ümmetinin eceli gelmemiş, İsrailoğullarının
su-i kastı ve hilesiyle Hıristiyanlık yok olmamış, o hile içinde yaşamış ve
Musa'nın ruhunun beraberinde yaşamıştır. Bunun için o yok oldu sanılan, İsa'nın
bir avuç tabileri, İsa pek az bir zaman içerisinde bu ruhtan faydalanarak
yahudilerin üstünde bir hayata erişmiş ve nihâyet Muhammed aleyhisselamın
gönderilmesiyle hepsi Muhammed'e ait ruhun emrine geçmiştir. Bundan sonra
İsa da, bütün peygamberlerle beraber, Hz. Muhammed'in emrindedir. Bir gün
gelecek Muhammed ümmetinin daraldığı bir devirde Allah'ın bir garib kelimesi
olan İsa'nın ruhu ortaya çıkacak, Muhammed'e ait ruhun emrinde hizmet edecek,
fakat kıyametten önce vefat edecektir. İşte bu halin, yalnız İsa'ya özellikle
açıklanması, İsa'nın hüviyetinin mücerred (soyut) bir garib kelime olması,
yani ölüleri diriltme gibi en çok inkâr edilen bir harika olaya nail olmasından
dolayıdır. Bu mazhariyet (şeref) peygamberlerin hepsinde ve hele Muhammedî
hakikatte de mevcut ise de, o aynı zamanda marufdur, bilinen bir hakikattir.
Tamam hakikate uygun olarak harika ile sünneti toplamıştır. İsa, Âdem gibi,
tekamülün başlangıcı olan bir şâz (kural dışı); Muhammed (s.a.v.) tekamülün
gayesi olan bir hakikattir. Bunun için Muhammed'e ait ruh, Allah'ın izniyle,
ölüleri diriltme mucizesinde İsa'nın ruhunu kullanır. Ölüleri diriltmek İsa'da
mücerred (soyut) bir mucize, Muhammed'de bir kanundur. Muhammed'e ait ruhun
seçiminde, İsa'nın ruhunun da bir ıttıradı (birbirini takip etmesi) vardır.
Her harika, ilk nail oluşa nisbet olunur. Muhammed'e ait olan harika, onunla
beraber olan diğer peygamberlerden gelen harika silsilelerine eklenen olgun
özelliktedir. "Allah onlardan bir kısmının derecelerini yükseltmiştir." (Bakara,
2/253).
2- Ey İsa,
seni eceline tam bir şekilde yetireceğim, sana katili musallat etmiyeceğim,
kendi kendine öldüreceğim ve kendime yükselteceğim.
3- Seni Azrail
aracılığıyle öldüreceğim ve şahsını yerden alıp kendime yükselteceğim.
4- Seni uyutacağım,
kendime yükselteceğim.
Bu ikisi Hasen'den
ve dördüncüsü Rebi'den rivâyet edilmiştir.
5- Seni,
tam bir şekilde, olduğun gibi, ruh ve bedeninle alacağım, kendime yükselteceğim.
6- Bazı âlimler
de tamamen zahiri üzere bırakarak, "Seni vefat ettireceğim, ruhunu alacağım."
mânâsını vermişler ve "Cenab-ı Allah İsa'yı semaya yükseltinceye kadar üç
saat" ve bir rivayette "yedi saat vefat ettirdi." diye rivâyet etmişlerdir.
Fakat bu rivayet zayıf görülmektedir. Doğru rivayet, yükseltilmeden önce ve
yükseltilme esnasında ruhunun alınmamış olmasıdır. Buna da en uygun olan birinci
görüştür. Bu rivayetten nihâyet şunu anlayabiliriz ki, o esnada birkaç saat
kadar Hıristiyanlığın tamamen sönmüş olduğu fikri hüküm sürmüştür. Ve bu yükseltme
ile o küfreden, kâfirlerden seni temizleyeceğim, artık onlarla ilgin kalmayacak.
Onlar sana bulaşamayacaklar. Ve sana ciddi olarak uyanları yahut ciddi veya
surî (görünüşte), gerçek veya iddia olarak nasıl rastlarsa dinine uyanları,
kıyamete kadar o küfredenlerin üstünde tutacağım. İsa'nın dinine uyan topluluk,
yahudilere üstün gelecek ve kıyamete kadar kılıç veya delil bakımından onların
üstünde olacaktır.
Buradaki
maksat, Hz. İsa'ya küfürlerini hissettirip hile eden ve onların yolunda giden
yahudilerdir. Fakat yahudi olmak sıfatıyla değil, küfür sıfatıyladır. den
maksat, havariler ve onlar gibi müslüman ve müvahhid olarak, ciddi olarak
İsa'nın dinine tabi olanlar mıdır? Yoksa böyle olmasa bile şahsına sevgi ve
onun adına hareket ile velevki görünüşte olsun ona uyanlar da dahil midir?
Yani mutlak ittiba (uyma), kemaline mi sarfedilmiştir? Yoksa ıtlakı üzere
mi cereyan etmektedir? Birinci takdirde bu vaad, bütün hıristiyanlara değil,
ciddi olarak tevhid ehli ve İslâm olan ve bütün peygamberleri tasdik eden,
İslâm ve tevhidde havariler ile birlik ve uyuşmuş olanlara mahsustur ve bu
üstünlük hakiki ve geneldir. İkinci takdirde ise, bunlarla beraber bütün hıristiyanlara
da şamildir ve üstünlük izafî (relâtif) ve nisbîdir. Bu konuda iki rivayet
varsa da sonrasındaki ihtilaf ve hüküm fıkrası, genel olan ikinci mânâya ve
izafî üstünlüğe işaret etmektedir. Gerçekten o zamandan beri ya delil veya
hükümetçe veya her ikisiyle gerçek üstünlük, gerçek ittiba erbabına mahsus
olmakla beraber, genel şekliyle müslüman veya müslüman olmayan hıristiyan
toplumları da yahudilerin üstünde ve onlara hakim ve galip olagelmişlerdir.
Fakat bu yükselme ve bu vaadin mânâsı, ne İsa'nın uluhiyete ortaklığı ve ne
İsa'nın tabilerinin ilâhî hakimiyyetten çıkması, ne de bundan sonraki âlemin
içinde hıristiyanlara üstün hiçbir ümmet gelmeyecek ve İsa'nın tabileri hiçbir
zaman mahkum ve sorumlu olmayacak demek olmayıp, ancak İsa'ya hile ve küfreden
yahudilerin bu küfürde devam ettikleri müddetçe hiçbir zaman İsa'nın tabilerinin
üstüne çıkamayacaklarını, bu da İsa'nın kendisinden değil, bir peygamber olan
İsa'ya küfür, Allah'a küfür olmasından doğmuş olduğunu ve bundan dolayı İsa'ya
iman edeceğiz diye Allah'a küfredenler, yahudilere mahkum olmamakla beraber,
dünya ve ahirette küfür cezasından kurtulamayacaklarını ve yoksa gerek İsa
ve gerek tabileri her zaman ilâhî hakimiyet altında bulunduğunu, özetle o
hileye karşı İsa'ya ve İsa'nın tâbilerine iltifat eden bu vaadler imanın küfre;
tevhidin şirk ve ihtilafa; doğruluğun hileye; adaletin zulme; Allah'ın mâsivallah
(Allah'dan başkasın)a hakimiyyet ve üstün gelmesi demek olduğunu anlatmak
üzere buyuruluyor ki: Ey İsa, bu vaadlerden ve o kâfirlere tabilerine bu üstünlüğü
verdikten sonra üzerinizde ilâhî hüküm ve hakimiyyet kesilmiyecek, nihayet
dönüş yeriniz ben olacağım hakkında tabilerinle ihtilaf ettiğiniz hususlarda
aranızda yine hükmedeceğim.
56-57-Bu hüküm
üzerine: "İnkar edenlere gelince, onlara dünyada da ahirette de şiddetli bir
azab edeceğim. Onların hiçbir yardımcıları da olmayacaktır. İman edip iyi
işler yapanlara gelince, Allah onların mükâfatlarını tam olarak verecektir.
Allah zalimleri sevmez." Hayru'l-mâkirîn (hileleri boşa çıkaranların en hayırlısı)
olan Allah, zalimleri sevmediği içindir ki, küfürleriyle zulmeden o kâfirlerin
hilelerine karşı onlara bu hileyi, sana da bu diriltmeyi takdir etti. Onlar
da İbrahim'in nesline mensup oldukları halde, "Zalimlere ahdim ermez." (Bakara,
2/124) istisnasıyla ilâhî ahidden mahrum olarak bu mahkumiyete dûçâr oldular.
Senin tabilerin de onlara karşı dünyadaki bu üstünlüğü kötü kullanıp zulmederlerse,
aynı sonuca mahkum olurlar. İşte İsa'nın tabilerine kıyamete kadar -izafî
de olsa bir üstünlük vaad edilmiş olması "kelimetün minallah" (Allah'tan bir
kelime) olan İsa'nın ruhu, o hile ve yükseltilme zamanında alınmamış olduğuna
ve şu halde hükmü, vuku bulmada sonra olduğu halde; İsa'yı en çok sevindirecek
olan hakimiyet ve ilâhî vahdaniyyetin, her şeyden önce ilanı nüktesiyle takdim
edilmiş olduğunu gösterdiğinden, İslâm inancında İsa vefat etmemiştir ve fakat
kıyametten önce vefat edecektir. Demek ki, İsa'nın son hali de budur. Şimdi:
Ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
58- İşte bu
sana okuduğumuz, âyetlerden ve hikmetli Kur'ân'dandır.
58- İşte
ey Muhammed, İsa ile tabileri ve yakınları arasındaki ihtilaf üzerine vereceğimi
vaad ettiğim o hüküm yok mu, onu biz sana okuyoruz: Öyle ki, Tevrat ve İncil'i
tasdik edici olarak indirilen ve senin peygamberliğine delil ve bürhan olan,
müteşabih ve muhkem âyetleri içeren, muhkemleri "ümmü'l-Kitab" (Kitabın esasları)
olan Kur'ân'ın âyetlerinden ve hak ile batılın ayrılmasında hikmetli bir şekilde
hakim olan furkan-ı muhkem (sağlam furkan = Kurân) ve zikr-i hakîm (hikmetli
zikir = Kur'ân) cümlesinden olmak üzere tilavet ediyoruz. Birdenbire değil,
derece derece serdediyor ve zikrediyoruz. Demek ki o hüküm İslâm hükümleridir.
İşte o âyetlerden, o hikmetli ve muhkem zikirden birisi:
Meâl-i Şerifi
59- Doğrusu
Allah katında İsa'nın (yaratılışındaki) durumu, Âdem'in durumu gibidir; onu
topraktan yarattı, sonra ona "ol!" dedi, o da oluverdi.
59- "Onu topraktan
yarattı", topraktan hayata doğru başlayan ıstıfa (seçme)ya, "sonra ona 'ol!'
dedi" , bir müddet sonra insana mahsus ruh üflenmesiyle insan olarak seçmeye,
"hemen olur" da silsilenin devam etmesine delalet etmektedir ki, "oldu ve
olur" demektir. Âdem'in topraktan yaratılması, Âdem'in oğullarının babalarının
sulbündeki yaratılışlarının gidişatına denktir, denebilir. Bugün bazı Zooloji
bilginleri (hayvanat bilimi âlimleri)nin tercihlerine göre nutfe (döl suyu,
sperma)deki yani menî tohumlarındaki hayat, bitki hayatıdır. "Allah sizi yerden
bir bitki olarak bitirdi." (Nuh, 71/17) âyetinin mânâsına göre de Âdem'in
(hayata), yeryüzünden bir bitki gibi başlamış olması anlaşılabiliyor. Bundan
sonra bunun hayvanî hayat ve insanî hayat bir adım(lık bir zaman)da mı, yoksa
birçok zamanlarda mı geçtiğini ilmî denecek bir şekilde tayin edemeyiz, bunlar
şüphedir. Bunda kuvvetli olan nokta, Adem'in her halde, ilk hılkati ne olursa
olsun, onun o yaratılışta insan ve âdem değilken, ilk olarak bir insan, bir
beşer olması ve ondan önce bitki ve hayvan varsa da, insan bulunmaması ve
insanın bir "kün" (ol) emri ile olmasıdır. Şu halde burada, hem insan, hem
hayvan, hem bitki açısından her birinin ilk tohumlarının kendi cinslerinden
olmadığını, onların her birinin de bir ilâhî yaratma ile olduğunu ve bunların
kadîm ve ezelî olmadıklarını açıklama vardır. Şu halde insan bir hayvan tohumundan
olmuştur veya bir bitki tohumundan olmuştur diye şüphe etmek de meseleyi değiştirmez.
İlk insan yine bizzat yaratılmıştır. Farzedelim ki Âdem bir hayvandan doğmuş
olsun, bir hayvan veya bir bitki insan oluversin. Bu da bir "kün" (ol!) emrinden
başka bir şey midir? Faraza bir insan nesnastan doğmuş demek, "ilk insan,
insan tohumuna muhtaç olmamıştır, insan için insan tohumu zorunlu değildir"
demek değil midir? O halde bunlar da yaratma kanunu ve "kün" (ol!) emrinden
başka, ilmî ve kesin bir kanunî başlangıç yokken şüphelere koşup da kuvvetliyi
bırakmanın mânâsı nedir? Daha sonra, Âdem'in bir değil, birçok farzedilmesi
de meseleyi değiştirmez. Tersine misalleri çoğaltır. Fakat akıl açısından
bir Âdem'den fazlası da zorunlu ve kuvvetli değildir. Bununla beraber ne gariptir
ki, "babasız bir insan olmaz" davasında bulunanlar, başlangıçta bir değil,
birçok babasız insanlar bulunduğuna hükmetmek istiyorlar. Bunlar ise, ilimde
ve imanda kuvvetliyi bırakıp, şüpheye koşmaktır. Bakınız veciz nazmındaki
mânâların içeriği ve hilkat (yaratılış) tertibi ve ilmin ihkâm (sağlamlaştırmas)ı
ne kadar hayrete şayandır? İnsanlığın yaratılışı iki neş'et (meydana geliş)
üzerine tertip olunmuş ve "kün" (ol!) emri ikincide verilmiştir.
İşte Allah'ın
müteşabih bir kelimesi olan İsa'yı, böyle muhkem bir asla döndürmek suretiyle
açıklama, ilmî bir imana bağlayan bu muhkem âyetin nüzul sebebi, Necran'dan
gelen hıristiyan murahhas heyeti (delegeleri)nin Peygamber'in huzurundaki
karşılıklı konuşmaları olduğunda tefsir bilginleri ittifak etmişlerdir. Buna
göre bu âyet, önce nass olarak ve ibaresiyle hıristiyanlara; ikinci olarak
ve işaretiyle yahudi ve diğerlerine cevaptır. Necran temsilcileri demişlerdi
ki: "Madem İsa'nın beşerden bir babası olmadığı açıktır, o halde Allah olması
gerekir." Şimdi bunlara karşı buyuruluyor ki, İsa'nın ve tasdik ettiği bütün
peygamberlerin getirdikleri ilâhî kitaplar ve bu cümleden olarak Tevrat ve
İncil gereğince Hz. Âdem'in de beşerden bir babası olmadığı belli ve açıktır.
Halbuki bütün bunların şehadetiyle Âdem ne Allah'tır ne de Allah'ın oğludur.
İşte İsa da, tıpkı onun gibi, ne Allah, ne de Allah'ın oğludur. Allah İsa'nın
babası değil, yaratıcısı ve rabbidir; İsa ancak Meryem'in oğludur. Hak din
budur. Bunun zıddı, Tevrat ve İncil'i ve İsa'yı da yalanlamaktır. Burada yalanlanması
gereken noktalardan birisi, bu çözümün, hıristiyanlara karşı mücerred (soyut)
bir ilzam (susmaya mecbur etme) ifade eden bir tartışmadan ibaret olmayıp,
kesin susturmayı ifade etmekle beraber, hiçbir hata ihtimali olmayan delile
ait muhkem bir hakkı, bir ezelî hakikati tesbit etmiş olmasıdır. Yoksa aslı
bozulmuş İnciller'de İsa'ya "İbnü Yusuf" (Yusuf'un oğlu) adının verilmesini
caiz gören hıristiyanlara karşı diğer ilzam (susturma)lar da yapılabilirdi.
Fakat bu, bir hak olmaz, İsa'ya, Meryem'e ve Yusuf'a bir iftira, bu da "bana
hiçbir beşer dokunmadı" vicdanında Meryem'i tasdik eden Allah Teâlâ'ya bir
küfür olurdu. Bunun içindir ki, Allah, İsa'ya ancak "İbnü Meryem" (Meryem'in
oğlu) demiştir. Ve bununla "Allah'ın oğlu" ünvanını reddettiği gibi, "Yusuf'un
oğlu" ünvanını da reddetmiştir. Buna göre bu çözüm, yalnızca susturmaya mahsus
bir çözüm değil, delil ile ilgili bir çözüm olduğundan, yalnız hıristiyanlara
cevap olmakla kalmayıp, işaretle yahudilere ve başka inkârcılara da cevaptır.
Yahudilere cevap olmasının açıklaması da şudur:
Tevrat gereğince
Âdem, anasız babasız topraktan yaratılmış, babası yok bir peygamberdir. Ve
babası olmamakta İsa da bir Âdem gibidir. Şu halde babası olmadığından dolayı
İsa'yı ve peygamberliğini inkâr etmek Âdem'i ve Tevrat'ı, Allah'ın kudretini
inkâr etmektir. Şu halde siz, yalnız İncil'i ve İsa'yı değil, Tevrat ve Musa'yı
da yalanlıyorsunuz. Sonra bunda akıl bakımından bütün akıl sahiplerini şöyle
bir aydınlatma vardır: Beşere özgü dokunma olmaksızın Meryem'den İsa'nın doğuşu
normal deneylere, tecrübelere uymuyor diye, Meryem'i ve İsa'yı ve bu konudaki
gözlemleri, şehadetleri yalanlamaya ve bozmaya kalkışmak doğru değildir. Doğru
ilme, akıl ve hikmete aykırıdır. Zira böyle bir inkâr insanın kendini ve insanlığın
aslını ve toprak aslî maddesinden yaratma ve seçme kanununu inkârdır ki, bunları
inkâr edenler kendilerini ve gerçek ilmi reddetmiş olurlar. Çünkü akıl ve
ilimde en kesin kanun, yaratma kanunudur. İlimde deneye uygun olana inanılır.
Fakat deneye uymayan olaylar da inkâr edilmez, tesbit olunur. Diğer bilgilere
başlangıç yapılır. Deneyin ötesi bulunduğu da tecrübe edilmiştir. Şu halde
İsa'yı inkâr, ilmî ve fennî değildir. İsa'nın yaratılışı ilim bakımından tasavvur
olunamaz bir çelişki değildir. Tersine insana mahsus deneylerin başlangıcı
olan ilmî bir olayın, Âdem olayının, ilk yaratma olayının bir tekrarıdır.
Gerçekten İsa müteşabih bir hak kelimedir. Yani yaratılışta bir nadir olaydır.
Fakat her yönden tek, ıttırad (aynı üslubta gitme) kanunundan bütün bütün
dışarda, misalsiz, akıl ile açıklanması ve yorumu mümkün olmayan bir kelime,
bir olay da değildir. Allah katında bunun gerçek bir yorumu ve açıklaması
vardır. İlk beşerin yaratılması, ıstıfa kanunu, İsa olayına şahit olamayanlar,
şahitlerden bu kelimeyi işittikleri zaman ifrat ve tefrit ile, sapma ve doğrudan
ayrılma ile, inkâr veya kötü yoruma sapmamalıdır. Halk (yaratma) ve ıstıfa
(seçme) kanunu her zaman, herkes için olayların görülmesiyle bilinir. Akıl
ve ilim sahiplerinin şunu bilmesi gerekir ki, âdet dışı olaylar vardır, bu
da bir kanundur, hem de tecrübe ve araştırmaya ait bir kanundur. Bu da yaratmanın
iradeyle ilgili olduğuna delildir. Sûrenin başında akıl sahiplerine ve büyük
âlimlere anlatıldığı üzere hak olaylar, aynı şekilde onu ifade eden hak âyetler,
muhkem ve müteşabihlere ayrılmıştır. Muhkemler, hem görerek, hem düşünerek
şüphe etmeksizin alınır. Onlar kendi kendilerini açıklarlar. Müteşabihler
ise ancak şüphesiz olarak alınırlar, onun dışında kendi kendilerini açıklayamazlar?
Ancak kendilerine uygun bir misale veya bir kanuna irca ile açıklanır ve yorumlanırlar.
Gerçek misali bulunamadıkça, yapılan yorumlar hata olur; yalan olur, aldanmak,
aldatmak ve doğruyu bozmak olur. Buna göre kuvvetli ilim, tek ve istisna olayları
inkâr etmez. Onu, önce olduğu gibi alıp ve tasdik ederek, görerek kaydeder
ve kelime ile haber verir. İkinci olarak muhkem ve gerçek bir örneğini araştırarak
izah ve yorumuna ve aynı üslub bir bütüne döndürmeye çalışır. Ona akılda ve
dış alemde bir örnek bulabilirse, "bu da böyledir" der. Araştırmasından sonra
bulamazsa olayları yalnız görmekle yetinir; yorumunu bekler ve Allah'a havale
eder, fakat inkâr etmez, kötü yorumdan kaçınır. Mesela altını, altın olarak
alır, inkâr etmez, özelliğini zabteder. Bunu başka madenlere bir yönden benzetir,
diğer yönden benzetemez, bakır veya gümüştür diyemez, "onlar gibi değildir"
de diyemez. Netice olarak bunu maden kelimesiyle ve hepsinin başlangıcı olan
bir mutlak misalle toprak aslî maddesine döndürme ve onu o topraktan seçme
ve terbiye ile altın yapan yaratıcı kudrete teslim eder. İşte akıl sahiplerinin,
kamil aklın, kuvvetli ilmin yapacağı budur. Bundan başkası ne ilim, ne akıldır;
nefis düşkünlüğüdür. Şimdi bu ilmî esaslar bilindikten sonra görünmüş olan
İsa kelimesine gelelim: Bu kelime, Mesih Meryem'in oğlu İsa'dır ki, güzel
ve yüksek vasıfları içeren bir tevhid delilidir. Beşer tarihinde bu isim ile
-Allah'ın izniyle önemli olaylara başlangıç olmuş, mübarek, kişisel ve bir
tek olay olarak görünmüş, sonra göğe yükseltilmiş ve yalnız kelimesine şehadet
kalmıştır. Bu olay başlıca birkaç yönden müşahede edilir: Birincisi olayın
kendisidir ki, İsa'nın zatıdır. Bunu geçmişte beşikteki çocukluğundan yetişkinliğine
kadar birçok insanlar, bu cümleden olarak İsrailoğulları toplumu görmüş, konuşmuş,
kimi sevmiş, kimi sevmemiş, seven sevmeyen hepsi yalanlanması mümkün olmayan
bir ittifak ile bu insanî şahıs vardır diye şahitlik etmiştir. Bu yönden İsa'nın
şahsı, hem görünmüş olmak, hem de şahitlik etmek bakımından muhkem bir olaydır.
Bir insandır. İkincisi, İsa'nın şahsı Meryem'den doğmuştur ki, bu da kesindir.
Gerçi bu görme, diğer müşahedenin aynı değildir. Fakat bilinen ve muhkem âdet
dairesinde bilinen herhangi bir şahsın varlığı gibi görülmüştür ki, esası
Meryem'in kendisinin ve beraberindekilerin müşahede ve şahitliklerine dayanmaktadır.
Gebeliğin geçmesinden istidlalin eklenmesiyle de İsa'nın şahsını görenlerin
hepsi bunu itiraf etmiştir. Herhangi bir şahsın anasından doğduğunu itiraf
etmesi de başka türlü bir görmeye dayanmaz. Şu halde İsa'nın, Meryem'in oğlu
olması durumu da bu şekilde görme ve sonuç çıkarmaya dayanan inkâr edilemez
muhkem bir olaydır. İsa anasından doğmuş bir çocuk, bir insandır. Üçüncüsü,
Meryem'e, beşerle ilgili bir temasın vaki olmaması ve İsa'nın Meryem'in rahminde
bir baba aracılığı olmaksızın yaratılması durumudur ki, bu da aslında imkansız
olmayan ve fakat örnekleri görülmüş olmadığından dolayı şâz (kural dışı),
garib ve tek olan karmaşık bir olaydır. Doğumda olduğu gibi, bu da Meryem'in
vicdanı ve Meryem'in geçmiş ve özel durumlarını tecrübeyle bilenlerin şahitlikleriyle
tesbit edilmiştir ki, bir nefy-i mahsura (sınırlı bir nefye, yani bu tür hamileliğin
yalnız Meryem'e mahsus olduğuna) şahitliktir. Pastör deneyindeki ilmî şahitliğin
içeriği de böyle bir nefy-i mahsurdan ibarettir. "Yirmi dokuz sene gibi belli
bir zaman sürecinde kapalı şişeler içerisindeki dezenfekte edilmiş sular içinde
bir mikrop oluşmamış olduğuna Pastör adındaki doktor objektif bir şekilde
şahitlik etmiş, bundan da tohumsuz meydana gelmenin bir tabiat olmadığı sonucuna
varmıştır. Buna karşılık da Hz. Meryem korunmuş ve masum olduğunu Pastör'ün
şişelerini bilmesinden daha kuvvetli bir şekilde bildiği kendi nefsinde, kendi
kalp ve vicdanı ile beraberinde onu devamlı bakış ve tecrübeleri altında saklı
bulunduran zatlar da tecrübe ve bilgileriyle insan teması olmaksızın bir gebeliğin,
bir ceninin oluşmasına hem enfüsî (subjektif) ve hem âfâkî (objektif) bir
şekilde şahitlik etmişlerdir. Bu sırada bundan önce Zekeriyya'nın karısının
ihtiyarlamış iken Yahya'ya gebe kalması olayı da tecrübe ve âdet dışı olma
bakımından Meryem'in gebeliğinin doğruluğunu gösteren geçmiş bir teyid edici
olmuştur.
İşte incelemeye
göre İsa anasından doğmuş, anasının maddesinden yaratılmış bir insanî şahıs
olma bakımından muhkem; anasından beşer dokunmaksızın oluşumu bakımından da
müteşabih olan hak bir kelimedir. Bu kelime böyle kural dışı bir olay olmak
üzere tesbit edilmiş ve bunu görmemiş olan akıl sahiplerinin akıl ve imanına
teklif olunmuş ve bu olay birtakım olaya ve nice sözlere sebep olmuştur ki,
bütün bu sözlerin içinde en doğrusu onun söylediği "Şüphesiz Allah,benim de
Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O'na ibadet ediniz." ifadesi, tevhid emridir.
Herhangi bir kimse kendinde böyle bir olay görmüş olsa, onu Allah'a karşı
kendi vicdanında "haktır" diye tasdik etmekte hiç de tereddüt etmez. Bir insanın
bunu şahsında görmesi için de Meryem gibi bir bikr-i betûl (kendini Allah'a
adayan bekâr kadın) olması gerekir. Şimdi Meryem gibi bir bâkire olmayanlar
ve onun gibilerini görmeyenlerin, bunu tesbit eden şehadetleri yalanlayarak
veya bozarak İsa olayını inkâr veya kötü yorum yapmaya ilmen ve aklen hakları
olabilir mi? Sonra, bu olayın bir gerçek yorumu, bir açıklaması var mıdır,
yok mudur? Mesele budur. Yukardan beri akıl sahiplerine bütün bu açıklamayı
yapan ve seçme kanununu da anlatıp kelimeyi böyle inceleyen Kur'ân ta sûrenin
başında "İlimde derinleşmiş olanlar: 'Biz ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır.
Ama ancak temiz akıl sahipleri öğüt alır.' derler." (Âl-i İmrân, 3/7) muhkem
âyetiyle, müteşabihi inkâra veya kötü yoruma sağlam ilim ve kâmil akıl açısından
hiçbir zaman hak ve selahiyet bulunmadığını anlatmış olduğu gibi, burada da
onu akıllar nazarında çaresiz olarak sabit ve sağlam bir örneğe, bir aslî
maddeye, ezel ve ebede doğru, bir muhkem kanuna irca edip gerçek yorumunu
göstermiştir ki, o örnek Âdem ve o madde toprak ve o kanun yaratma ve seçme
kanunudur. Buna göre ilmî açıdan bunu inkâr etmek doğru değildir ve şöyle
izah etmek gerekir. İsa kelimesi, bir insan tasavvurunu, bir insan kelimesini
içerir. İnsan tasavvuru ve insan kelimesi de pratik ve realitede, her şeyden
önce Âdem anlayışını, Âdem olayını ifade eder. Çünkü realitede insan tarifinin
ilk örneği Âdem'dir. Âdem kelimesinin kesin akıl anlayışında en sağlam şekilde
delalet ettiği olay da şudur: Başlangıçta topraktan yaratılmış ve var olmuş
itaatkâr bir memurdur ki, asıl insan demek bu demektir. Şu halde İsa kelimesi,
insanın aslı demek olan Âdem kelimesine, diğer Âdemoğullarından daha çok bir
benzeyişle benzeyip dururken, "böyle insan olmaz ve olamaz" diye inkâr etmek
veya geçmiş ve gelecekte dengi bulunmak ihtimali olmayan yaratıcı ve emredici
Allah Teâlâ'ya benzetmeye kalkışıp çelişkiye düşmek veya düşük örneklere dönüştererek
iftira ve bühtan yollarına sapmak için hiçbir ilmî ve fennî zorunluluk yoktur.
Toprak ve ruh, yaratma ve seçme, bir yaratıcıya mahkum olmak, her insandan
en küllî (tümel), en umumî (genel), en sağlam esas bu iken, bunu bırakıp da
İsa'yı bunun dışında veya tesiriyle düşünmeye veya ilim bakımından hiç izahı
mümkün değil zannetmek büyük bir bilgisizliktir, insanlıktan düşmektir. Kör
bir tabiat, seçimsiz bir yaratma, temelsiz bir kanun, illet (sebep)siz bir
malul (illetli), iradesiz bir sebep değişimi fikirleri üzerinde yürüyen ve
başlangıç tasavvurunu Hak'dan almayıp kendi gördüğünden alan ve insanlığı
ruhî gelişmesinden çok cisim ve madde ile ilgili gelişmesiyle ölçen kimselerin
aşırılık ve ihmalkârlıktan kurtulmayan tasavvurlarına ve adi iddialarına ilim
denmez. Âdem kıssası, İsa kıssasının hem haber, hem istikrâ (tüme varım) ve
hem istintac (sonuç çıkarma) bakımından bir örnek ve izahıdır. Sözün kısası,
insanlığın yaratılışı hakkında başlıca iki kanun vardır: Birisi, hiçbir istisnası
olmayan daha genel ve külli (tümel) ve bundan dolayı istidlal (delil ile sonuca
varmak) ve sonuç çıkarma yönüyle mantık bakımından kesin ve kuşkusuz bir sonuç
veren şu kanundur: "Her insan Allah'ın mahlukudur." İkincisi de şu kanundur:
"İnsan, bir baba insan ile bir ana insanın birleşmesiyle doğmuş çocuğudur".
Bu kanun, genel değil, çoğunluğa aitdir. Çünkü zorunlu müstesnası vardır.
Çünkü ilk insanı veya ilk insanları kapsamamaktadır. Buna göre İsa bir insandır
ve çoğunlukla insan, bir baba insan ile bir ana insanın birleşmeleriyle doğmuş
çocuklarıdır. O halde İsa da büyük ihtimal ile böyle bir çocuktur. "Acaba
onun babası kimdir?" diye düşünmek kuvvetli, ilmî bir düşünce değildir. Bir
iman temin etmez, ilmî bir inkâra da hak vermez. Fakat "İsa bir insandır ve
her insan ise Allah'ın yaratığıdır. O halde İsa da Allah'ın yaratığıdır."
diye tasavvur edildiği zaman hiç yanlış olma ihtimali yoktur. Buna iman eden
hiçbir zaman aldanmaz ve hiç yalan söylemiş olmaz. İşte hak din olan İslâm
dininde, iman ve iman prensiplerinin, böyle her şüpheden uzak ve her töhmetten
salim, gayet sağlam ve son derece nezih ve ahlâkî olması gerekir. İnsan, ya
doğru söylemeli veya susmalıdır. Yalancılıkla Allah'a küfür ve isyan etmemelidir.
Bu açıklamalara
eklenecek bir şey yoktur. Fakat zamanımızda hayat bilgisi, tabiat bilgisi
ve rüşeym (embriyon) ilmi adına söz söyleyenler çok olduğundan, bunları kavrayamayacak
olanların uzaklaşmalarını ortadan kaldırmak için şunları da hatırlatalım:
Önce, hayvanlarla ilgili doğumlarda kanûn-i veraset (soya çekim)e ait olmak
üzere "atavizm" (ceddâniyet) yani ta yukarlardaki ataya ve dedeye çekmek denilen
bir olay vardır ki, İsa olayı da bu türdendir. İkinci olarak, tasvirle ilgili
olan hayat bilgisinde canlı olanlar "monomer" yahut "diyamer" yani "analı"
veya "analı babalı" olmak üzere iki kısma ayrılır. Demek olur ki, Hz. İsa'da
insanlar arasında bir analı bir hayat olayı olmuştur. Üçüncüsü, insanlarda
erkek dişi bulunduğu gibi, iki cinsli olarak hünsâ-yı müşkil (erkeklik ve
kadınlık yönünden eşit olan hünsa) de bulunabilir. Ve zaman zaman bunun bir
yönü (yani erkeklik veya kadınlık uzvu) galip gelebiliyor. Biz bundan Hz.
Meryem'e hünsâ demek istemiyoruz. Çünkü Kur'ân metni ile o kadındır, fakat
bundan hakkıyla şu hükmü çıkarabiliriz ki, bir bedenin iki çeşit tohumun meydana
gelmesinde esas olması pekâlâ düşünülebilir. Şu halde kadınlar âlemi arasında
Meryem'in seçilmesini bu şekilde düşünmemize engel nedir? Dördüncü olarak,
bugün biliyoruz ki, insan tohumu olan nutfe (döl suyu, sperma) tamamen meni
demek değildir. "Kendisi dökülen meniden bir nutfe (sperma) değil miydi?"
(Kıyame, 75/37) âyeti gereğince meniden bir parça olan ve bir meni içinde
birçok miktar bulunabilen ve bezr-i manevî (meni tohumu) denilen bir hücreciktir.
Ve bunun yirmi dokuz sene önce zannedildiği gibi hayvanlara özgü bir hayat
ile yaşayan bir "huveyn" (gözle görülemeyecek kadar küçük hayvancık) değil,
bitkisel hayatta bir "büzeyr" (tohum taneciği) olduğu kabul ediliyor. Şimdi
tabiat bilgisi adına güneşten koptuğu ve bir zamanlar güneş gibi ateş sıvısı
halinde bulunduğu nazariye (teori)ye uygun gibi görünen yeryüzünün o ateşleri
içinde böyle bir tohum tanesinin bulunamayacağı ve buna göre bunun sonradan
yaratıldığı ve oluşturulduğu fen ilimleri bakımından bilinip ve kabul edilirken
ve sonra böyle bir tohum tanesinin oluşum imkanına, kuru topraktan çok daha
gelişmiş bir rahimin daha müsait ve çok elverişli olmasının tabii görünmesi
gerekirken, Meryem'in rahiminde bir yumurtacığı bulmak için böyle bir tohum
tanesinin muhakkak dışardaki bir erkek tarafından aşılanması nasıl olur da
bir mutlak zaruret (zorunluluk) gibi düşünülür? Ve nasıl olur da öyle bir
tohum tanesinin şekil ve ulaşma yolunu ilim ve beşer fenni kapsar ve tayin
eder diye iddia olunabilir? Ve sonra tek başına böyle haddini bil-meyen tabiat
ilimleri davalarına, haddini bildirmek için yaratılmış ve gönderilmiş olan
Hz. İsa'ya ve meleklerin canciğer arkadaşı olan seçkin anasına (Meryem'e)
ilim adına nasıl saldırılabilir? Beşinci olarak, insan, madde ile değil, ruh
ile insandır. Ve burada psikoloji açısından da bir düşünce vardır. Her an
kendimize dikkat edersek görürüz ki, zihnimizdeki bir kelimenin veya bir mücerred
mânânın, maneviyattan maddiyata, ruhaniyetten cismaniyete bir sebep olması
vardır. Kendimizdeki bir şuurun bir hayale, bir hayalin bir harekete geçebildiğini
görüyoruz. Böyle olmasaydı kolumuzu oynatamazdık ve hiç kuşku yok ki bu toplu
ve mekanik (şuursuz, kendi kendine olan) hareket, içimizdeki molekül ve hücre
hareketiyle ilgilidir. Demek ki bir soyut idrak (anlayış), hem mekanik harekete,
hem zerresel ve kimyasal harekete dönüşebiliyor da, bu şekilde kulaktan veya
kalpten gelen bir "arş = marş!" kelimesi orduları yürütüyor. Manevi olayların,
böyle maddî olaylara devamlı olarak dönüşmesi görüldükten sonra, bunun diğer
örneklerini de az çok farklı bir biçimde düşünebiliriz. Bir lafızla veya nefisle
veya vücudla ilgili kelime, vicdanî bir izlenim uyandırır ve bu vicdanî izlenim,
şiddetine göre, bütün ruhu kapsayan sağlam bir inanç olur ve bu inanç bedende
etkisini göstermeye, beden de onunla uygun olan yeni bir hayata başlar. Ve
bu hâl gelişebilirse uzva ait görevlerde yeni bir şekil vücud bulabilir ki,
filozoflar bu şartlar altında uzuvla ilgili değişikliklerin örneklerini bile
tesbit etmişlerdir. Şu halde Hz. Meryem'in bu hâli yaşadığını düşünmek ve
kabul etmek de mümkündür. Ve belki bu şekilde Meryem'in kalbindeki bir kelime,
Meryem'in rahminde bir tohum ile bir yumurtanın beraberce oluşmasına -Allah'ın
izniyle sebep olmuş ve İsa bundan doğmuştur. Bu da şehvetle ilgili bir mânâ
ile değil, bilhassa rahmânî bir mânâ ile tasavvur edilmek gerekir. İşte bazı
tefsir bilginleri, Meryem'in seçimi, meleklerin müjdesi, kelimenin oluşumu
âyetlerinin psikoloji ilmi açısından böyle bir düşünce ilham ettiğini de göstermişlerdir.
Bununla beraber bunlar tevil ve tefsir değil, inkâr ve uzak görme iddialarını
bozacak mümkün olabilen düşünceleri göstermektedir. Gerçekte te'vil dur. Bunda
o kadar açık mânâlar vardır ki, dikkat edip anlamalıdır. Topraktan yaratma,
sonra "kün" (ol!), hemen peşinde "feyekün" (hemen oluverdi). Ancak şu noktayı
unutmamalıdır ki, bu zikr-i hakim (hikmetli hatırlatma), bütün muhataplardan
önce hıristiyanlara karşı bir hâkimin hükmüdür. Allah'ı ve insanı tanımak,
yaratıcı ile yaratılanı, amir ile memur, hâkim ile mahkumu farkettirip itaate
davet etmektir. Kelime, İsa'da var da, Âdem'de yok değildir. İsa'ya her ne
yönden bakılırsa bakılsın ortağı, dengi, örnekleri vardır. Fakat Allah'ın
hiçbir dengi yoktur. İsa ve Âdem, ikisi de topraktan yaratılmış, ikisi de
emriyle memurdur. Âdem kelimesi, Allah'ın aynı veya oğlu olmak mümkün olmadığı
gibi, İsa kelimesi de öyledir. Kelimeler çok, Allah ise birdir. Allah, kelimelerde
fani (yok olucu) değil, diri ve her şeyi koruyandır. Fakat kelimeler Allah
da fani (yok olucu)dir. Kelimelerle Allah çoğaltılmamalı, Allah ile kelimeler
birleştirilmelidir. Kelimeler birer yol gösterici, birer alâmet, birer âyettirler.
Bütün bunların tek medlûl (mânâ)leri Allah'dır. İsa da, Âdem gibi, Allah'dan
gelmiş, Allah'a yükseltilmiştir. İsa'nın ruhu, vefat etmediyse, edecektir,
bakî (ebedî olarak kalıcı) ancak Allah'dır.
Şimdi Necran
delegeleri ve onların benzerleri bu hakkı kabul etmeyip de, "Allah'dan garip
bir kelime" dedin ya, işte bu bize yeterlidir, kelime Allah'ın cüz'ü (bir
kısmı)dür, kelime Allah'ın aynıdır, kelime Allah'dır, diye inat edip kibirlenerek
boş laf üretiyorlarsa, Ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
60- Bu hak
(gerçek) senin rabbindendir, o halde şüphecilerden olma.
61- Sana
(gerekli) bilgi geldikten sonra artık kim bu konuda seninle tartışacak olursa,
de ki: "Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı,
kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da lanetleşelim; Allah'ın lanetinin
yalancılara olmasını dileyelim".
60-61-Bu âyete,
mubâhele (lanetleşme) âyeti denir ki, "Hangi taraf yalancı ise ona Allah lanet
etsin." diye karşılıklı olarak lanetleşmek demektir. Yukarda açıklandığı üzere
Necran delegeleri müzakere esnasında reylerinin sahibi olan reisleri Âkıb
Abdu'l-Mesih'in reyi ile bu lanetleşme teklifini kabul edemediler. Onlar üzerinde
en kuvvetli hüküm bu oldu, bir anlaşma ile İslâm devletinin uyruğuna girmeyi
kabul edip gittiler. "Haklarımıza sahiptirler, müslümanların yükümlülükleriyle
de sorumludurlar."
İşte Âl-i
İmran (İmran ailesi) kıssasının gerçek aslı:
Meâl-i Şerifi
62- İşte (İsa
hakkında söylenen) gerçek kıssa budur. Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur.
Muhakkak ki Allah çok güçlüdür ve hikmet sahibidir.
63- Eğer (haktan)
yüz çevirirlerse, şüphesiz ki Allah bozguncuları çok iyi bilendir.
63- Gelelim
Âl-i İbrahime (İbrahim ailesine) ve Muhammed aleyhisselâm ile ilgili seçime:"Allah'tan
başka tanrı yok. O, güçlüdür, hikmet sahibidir. Allah katında din, ancak İslâm'dır."
(Âl-i İmrân, 3/18-19) olduğu akılla ve nakille, ilimle ve hikmetle kuvvetli
bir şekilde sabit olduktan sonra, şimdi bozguncuların itirazına bakmayarak,
kelimeleri dağıtmayıp toplamalı; dağınık, farklı kelimeleri, çeşitli ihtilafları
bırakmak ve en sağlam olan ittifak şeklini almak suretiyle İsa kelimesinin,
Âdem kelimesine döndürülmesi ve her ikisinin ortaksız yaratıcı ve emredici
bir Allah'a teslim olma ölçüsünde tevhidi gibi hakkıyla tevhid etmeli ve buna
göre Âdem'in en güzide sülalesi olan İbrahim soyunda bilhassa Âl-i İbrahim
(İbrahim ailesi) denilen şûbe ile Âl-i İmran (İmran ailesi) denilen ve ihtilafa
düşmüş bulunan şûbeler arasındaki eşit ve üzerinde ittifak edilen bir hak
kelimesine davet etmelidir.
Bunun için
ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
64- De ki:
Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah'tan
başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp
da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin
ki: "Şahit olun biz müslümanlarız".
64-Burada
çeşitli vicdanların, muhtelif milletlerin, farklı dinlerin, çeşitli kitapların,
temelli bir vicdanda, hak bir sözde nasıl birleşebilecekleri, İslâm'ın insanlık
âleminde ne kadar geniş, ne kadar açık, ne kadar doğru bir hidayet yolu, bir
hürriyet kanunu öğretmiş olduğu ve artık bunun Arap ve Arap olmayana ait olmadığı
tam olarak gösterilmiştir. cümlesinde toplanan vicdanî birlikten daha geniş,
daha hakim hiçbir vicdan bulmak mümkün değildir ki onun arkasına düşülsün.
Dinî gelişmeler, vicdanların ayrılık ifade eden özelliklerinde değil, bütünlüğünde
ve genişliğindedir. Bütün özgürlük ve eşitlik davasının esası bu bir kelimede,
bir vicdanda toplanır: İşte özgürlük ve eşitlik davasının bütün çözüm anahtarı
buradadır. Birbirimizi rab, mevla, mutlak hükmedici tanımıyalım; bütün hareketlerimizi
bir Hakk'ın emriyle ve Allah'ın rızasıyla ölçelim. Allah'ı bırakıp da onun
gerisinde ve hakkın dışında bir bağımlılık anlaşmamız olmasın; hepimiz Allah'a
kul olalım ve kendimizi ancak O'na boyun eğmiş bilelim; birbirimize de ancak
bu açıdan uyalım ve bağlanalım; hiç birimizin hakkına tecavüz etmeyelim; Allah'ın
onu görevlendirdiği vazifeye de Allah için itaat edelim. Asıl anlaşma ve asıl
vicdan, bir Allah'ın emrine uyma olunca, her anlaşmazlık, hak düşüncesi ve
hak kanunu ile çözümlenir. Ve hiçbir kimsenin şahsî isteği hakim olmaz. Buna
göre İsa'yı da rab tanımıyalım. Onu da Allah'ın bir kulu ve bir elçisi tanıyalım.
Aynı şekilde papalar, krallar, başkanlar hep böyle, birbirine Allah'a itaatları
ve hakkı araştırmaları açısından bakalım.
Ortaya atılan
bir soruya karşı Resulllah (s.a.v.) kitap ehli (yahudi ve hıristiyanlar)dan
iman edenlere: "Siz hani papaların ve diğerlerinin sözlerine, yalnızca onların
sözleri olduğu için itaat etmez miydiniz? İşte o, onları rab edinmektir."
buyurmuştur. Burada sözün gelişi en çok Hz. İsa'ya "rab" diyen hıristiyanlara
yöneliktir. Bugün bazı İncil tercemelerinde bunun muallim (öğretmen) demek
olduğu gösterilmişse de akide-i teslis (üçleme inancı) varken bu yorum yeterli
olamaz. Hatta, "Ona kitabı ve hikmeti öğretir." (Âl-i İmrân, 3/48) âyetinin
delaletine göre gerçek öğretici yine Allah'tır.
Fakat kitap
ehli, Hakk'ı birlemekten değil, kelimeyi dağıtmaktan hoşlandılar, İmran ailesi
ile İbrahim ailesi arasında bir birlik yönü olan İbrahim'i bile, her biri
kendilerine bağlayarak "yahudi idi" veya "hıristiyan idi" dediler. Bunlara
karşı cevap olarak buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
65- Ey Kitap
ehli! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, İncil de ondan
sonra indirilmiştir. Siz hiç düşünmüyor musunuz?
66- İşte
siz böylesiniz. Haydi biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız, ya hiç
bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz.
67- İbrahim,
ne yahudi, ne de hıristiyandı; fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı,
müşriklerden de değildi.
68- Doğrusu
onların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu Peygamber ve iman edenlerdir.
Allah da müminlerin dostudur.
65-66- Yani
Tevrat ve İncil'den, bir dereceye kadar, bilginiz bulunan Musa ve İsa, hakkında
hiç malumatınız bulunmayan Hz. İbrahim.
67- "Fakat
o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı, müşriklerden de değildi."
Şu halde ne yahudilerin, ne hıristiyanların, ne de müşriklerin İbrahim'i,
ne ırk bakımından, ne de din bakımından kendilerine bağlamaya, kollarından
saymaya hakları olmadığı gibi, bunlardan ırk yönünden mensub olanların da
kendilerini temiz bir müslüman-muvahhid olan İbrahim'in aile ve tabilerinden
saymaya hakları yoktur ve mücadeleleri bilgisizcedir. Onlar "Zalimlere ahdim
ermez." (Bakara, 2/124) âyetinin hükmüne dahildir.
68- "Doğrusu
onların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu peygamber ve iman edenlerdir."
Seçime giren İbrahim ailesi işte bunlardır: İbrahim'in dinine uyanlar, şu
şanı ulu peygamber Muhammed Mustafa ve buna iman edenlerdir. İlahî ahde ve
imamete (önderliğe) nail olacak olanlar, her halde, bunlardır. Çünkü "Allah,
müminlerin dostudur."
Kitap ehlinin
bir kısmı müvahhid (Allah'ı birleyen) ve müslüman olmak şöyle dursun müminleri
sapıtmaya çalışıyorlar. Nitekim yahudiler, Huzeyfe, Ammar, Muaz gibi büyük
sahabileri yahudiliğe davet etmeye cesaret ettiler de şu âyet indi:
Ey müminler!
Meâl-i Şerifi
69- Kitap
ehlinden bir grup sizi saptırmak istediler, halbuki sırf kendilerini saptırıyorlar
da farkına varmıyorlar.
69-Bunların,
haberleri olmadan kendilerini nasıl saptırdıkları da şu hitap ile anlatılıyor:
Meâl-i Şerifi
70- Ey kitap
ehli! (gerçeği) gördüğünüz halde, niçin Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?
71- Ey kitap
ehli! Niçin hakkı batıla karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?
70-Bakınız
bunların bir kısmının karıştırmalarına ki, Hayber veya Ureyne yahudileri hahamlarından
on iki kişi anlaşmışlar, birbirlerine: "Haydi bir gün sabahleyin laftan ve
yalnız dil ile Muhammed'in dinine giriniz, akşam üzeri de; kitaplarımıza baktık
ve bilginlerimize de danıştık, şimdi Muhammed'in (Tevrat'ta anlatılan) o peygamber
olmadığını anladık, bu yalan ve dini de batılmış, deyiniz ve inkâr edip çıkınız.
Böyle yaparsanız Ashabı da şek ve şüpheye düşerler." demişlerdi. Aynı şekilde
Kıblenin değişmesi meselesinde Ka'b b. Eşref isimli yahudi hahamı da kendine
uyanlara, kıbleye karşı günün başlangıcında namaz kılmayı ve sonunda caymayı
telkin etmişti ki, şu âyet bunları haber veriyor:
Meâl-i Şerifi
72- Kitap
ehlinden bir grup: "Müminlere indirilene günün başlangıcında inanın, sonunda
da inkâr edin, belki onlar da dönerler." dedi.
73- "Ve kendi
dininize uyanlardan başkasına inanmayın" (dediler). De ki: "Şüphesiz doğru
yol, Allah'ın yoludur". (Onlar kendi aralarında): "Size verilenin benzerinin
hiçbir kimseye verilmiş olduğuna, yahut Rabbinizin huzurunda sizin aleyhinize
deliller getireceklerine" (de inanmayın dediler). De ki: "Lütuf Allah'ın elindedir,
onu dilediğine verir. Allah, rahmeti bol olan, her şeyi hakkıyla bilendir".
74- Rahmetini
dilediğine tahsis eder. Allah, büyük lütuf ve kerem sahibidir.
72-73-74-Fakat
kitap ehlinin hepsini böyle ahlâksız sanmamalıdır. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
75- Kitap
ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet etsen, onu sana eksiksiz
iade eder. Fakat öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet etsen, tepesine
dikilip durmadıkça onu sana iade etmez. Bu da onların, "Ümmîlere karşı yaptıklarımızdan
bize vebal yoktur." demelerinden dolayıdır. Ve onlar, bile bile Allah'a karşı
yalan söylerler.
76- Hayır,
kim sözünü yerine getirir ve kötülüklerden korunursa, şüphesiz Allah da korunanları
sever.
77- Allah'a
verdikleri sözü ve yeminlerini az bir paraya satanlar var ya, işte onların
ahirette bir payı yoktur; Allah kıyamet günü onlarla hiç konuşmayacak, onlara
bakmayacak ve onları temizlemeyecektir. Onlar için acı bir azab vardır.
75 -76-77-
"(Kitap ehlinden) öyle kimseler vardır ki, ona yüklerle emanet bıraksan onu
sana geri verir." Yahudi bilginlerinden olup Peygamber'e iman eden Abdullah
b. Selam Kureyş'ten birinin emanet bıraktığı bin ikiyüz okya altını eksiksiz
teslim etmiş idi ki, okya kırk dirhem itibar ediliyor. "Yine onlardan öylesi
vardır ki, ona bir dinar emanet etsen onu sana geri vermez." Nitekim yine
yahudilerden Fenhas b. Âzura diğer bir Kureyş'linin emanet bıraktığı bir dinarı
inkâr etmişti. Bir dinar, (aslı dinnar) yirmidört kırat, yani bir miskal itibar
edilir. Bu hainliğin sebebi de: "Adam sen de, ümmîlerin, okuyup yazması olmayanların
hakkı mı olurmuş? Vesikası, yaptırma gücü bulunmayan ve hele dini ayrı olan
kimselerin hakkını yemek helaldir." inancında bulunmaları olduğu gösterilmiştir.
Bu âyetin içeriğine işaret ederek Malik b. Dînâr hazretleri demiştir ki: "Dinnar
kelimesi, 'din' ile 'nâr' kelimelerinden oluşmuştur. Hakkıyla alınca 'din'
olur, haksız alınca da 'nâr' (ateş) olur".
Bir de kitap
ehli içinde, kitap adına ağızlarını eğen, bile bile yalan söyleyerek propagandalar
yapan ve insanları Hak'tan ayırıp batıla saptırmak, kula kul etmek istiyenler
vardır. Şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
78- Kitap
ehlinden öyle bir güruh da vardır ki, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini
kitaba doğru eğip bükerler. Halbuki o, kitaptan değildir. "Bu, Allah katındandır."
derler; oysa o, Allah katından değildir. Allah'a karşı, kendileri bilip dururken,
yalan söylerler.
78-Halbuki
Allah'ın kitap ve peygamberlik verdiği bütün nebiler ve resuller, bunların
isnat ettikleri yalanlardan uzaktırlar. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
79- İnsanlardan
hiçbir kimseye, Allah kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik verdikten sonra,
kalkıp insanlara: "Allah'ı bırakıp bana kul olun." demesi yakışmaz. Fakat
onun: "Öğrettiğiniz ve okuduğunuz kitap gereğince Rabb'e halis kullar olun"
(demesi uygundur).
80- Ve O
size: "Melekleri ve peygamberleri tanrılar edinin." diye de emretmez. Siz
müslüman olduktan sonra, size hiç inkârı emreder mi?
81- Allah
peygamberlerden şöyle söz almıştı: "Andolsun ki size kitab ve hikmet verdim,
sonra yanınızda bulunan (kitaplar)ı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde ona
muhakkak inanacak ve ona yardım edeceksiniz! Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu
hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?" demişti. Onlar: "Kabul ettik" dediler.
(Allah da) dedi ki: "Öyleyse şahit olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım".
79-80-81-Allah
bütün peygamberlerine kitap ve hikmet verirken hepsinin böyle bir sözleşme
ve anlaşmasını almıştır. Bunlar arasında, önce gelenden sonra gelene, sonra
gelenden öncekine böyle karşılıklı ve ilâhî şahitlik altında kabul edilmiş
bir tasdik antlaşması vardır. Hepsi, kendilerini tasdik eden Muhammed Resulullah'a
iman ve yardım için Hak Teâlâ'ya söz vermişlerdir. İlim ve hak şahitliğin
hükmü budur.
Şu halde:
Meâl-i Şerifi
82- Artık
bundan sonra her kim dönerse, işte onlar yoldan çıkmışların ta kendileridir.
82-Şimdi
peygamberlerin fâsık olmaları, Allah'a itaatten çıkmaları ihtimali var mıdır?
Haşa! Öyle ise:
Meâl-i Şerifi
83- Onlar,
Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde ne varsa
hepsi, ister istemez O'na boyun eğmiştir ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir.
83-Hayır,
gerek yükseklerde bulunanların ve gerek aşağıda bulunanların istiyerek ve
istemiyerek uyduğunu bilen ve hepsi Allah'a döndürülecek olan peygamberler
hiçbir zaman Allah'ın dininden, Allah'a itaatten, Hakk'a teslim olmaktan başka
bir istekte, bir davada bulunmazlar. "Allah'ı bırakınız da bize kul olunuz."
demezler. Ve fakat: "Allah'ın öğrettiği kitap ve okuduğunuz, okuttuğunuz derslerle
'rabbaniyyûn' Rabb'e halis kullar olunuz." derler ve öyle demişlerdir. "Rabbanî"
kelimesi "Rabb" veya "mürebbî" (terbiye edici) mânâsına "Rabbe mensub"dur.
(İlerde gelecek olan "Nice peygamberler vardı ki, beraberlerinde Allah erleri
bulunduğu halde savaştılar." (Âl-i İmran, 3/146) âyetine bak.)
Bütün bu hak
âyetler anlaşıldıktan sonra, ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
84- De ki:
"Allah'a, bize indirilen (Kur'ân)e, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a
ve torunlarına indirilene, Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere
inandık. Onların arasında hiçbir fark gözetmeyiz, biz O'na teslim olmuşlarız".
85- Kim İslâm'dan
başka bir din ararsa ondan asla kabul edilmeyecek ve o ahirette de zarar edenlerden
olacaktır.
86- İnandıktan,
Peygamber'in hak olduğuna şehadet ettikten ve kendilerine açık deliller geldikten
sonra, inkâra sapan bir milleti Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah zalimler
güruhunu doğru yola iletmez.
87- İşte onların
cezaları, Allah'ın, meleklerin, insanların hepsinin laneti onların üzerlerindedir.
88- Onlar
bu (lanetin) içinde ebedî kalacaklardır. Kendilerinden ne bu azab hafifletilir,
ne de yüzlerine bakılır.
89- Ancak
bundan sonra tevbe edip kendini düzeltenler başka. Şüphesiz ki Allah, çok
bağışlayan ve çok esirgeyendir.
90- Şüphesiz
imanlarının arkasından küfreden, sonra da küfrünü artırmış olanların tevbeleri
asla kabul olunmaz. İşte onlar sapıkların ta kendileridir.
91- Muhakkak
ki inkâr edenler ve kâfir oldukları halde de ölenler, yeryüzü dolusu altın
fidye verseler bile hiç birisinden asla kabul edilmeyecektir. İşte dayanılmaz
azab onlar içindir. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.
84-91-İşte
ilâhî tevhidin zorunlu bir sonucu olmak üzere bütün peygamberler ve ilâhî
kitaplar Allah'a karşı değil, Allah'ın olmaları ve ancak Allah'a kulluk etmeleri
yönünden iman edilmedikçe İslâm'ın ve tevhidin mânâsı tahakkuk etmez. Allah'a
değil, kendine kul olmaya davet edenler Allah'ın peygamberi olamaz. Elçi ancak
kendisini gönderene davet eder. Ve elçiyi inkâr etmek de göndereneni inkâr
olur. Hak din olan İslâm'ın esası, bu tevhid imanı ile Allah'a teslim olmaktır.
Bundan çıkmak, irtidad (dinden çıkmak), bunun dışındakiler küfürdür. İsterse
bir peygamberi olsun diğerlerinden ayırıp inkâr etmek, peygamberliğin esasını
inkâr etmektir. Peygamberliğin esasını inkâr etmek, bütün peygamberleriyle
beraber Allah Teâlâyı inkâr etmektir. kısmı, a kadar müslüman olduktan sonra
dinden çıkarak Medine'den kaçıp Mekke müşriklerine sığınan birkaç kişi hakkında
inmiştir. Bunlar hakkında tevbenin kabul edilmemesi bahis konusu olmuştur.
En çok tercih edilen mânâ şudur: Çünkü böyleleri ölüm belirtisini görüp hayattan
ümidini kesmedikçe tevbe edip imana gelmezler. Halbuki yeis halindeki iman
makbul değildir. Bunun izahı, "Yoksa kötülükler yapıp da nihayet ölüm gelip
çatınca: "Ben şimdi tevbe ettim." diyenlere ve kâfir olarak ölenlere tevbe
yoktur." (Nisa, 4/18) âyetidir.
Şimdi İslâm'ın
amelle ilgili hükümlerine ve tatbikatına gelelim:
Anlaşıldı
ki Allah katında makbul olan din İslâm'dan ibarettir. Ve İslâm'dan başka bir
din arayanın dini kabul edilmez, sonu ziyan olur. Allah'a ve Allah'dan gelene
tam bir iman ve teslimiyet bulunmadıkça ahirette hiçbir amel fayda vermez.
Küfürle ölenlerin her biri dünya dolusu altınlar nafaka vermiş olsalar da
ahirette kendilerini kurtaramazlar. Fakat buna karşılık ilâhî yardıma ermek
ve birr (büyük hayır) ve nimetlere ulaşmak istiyen ey müminler siz de:
Meâl-i Şerifi
92- Sevdiğiniz
şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça, gerçek iyiliğe asla erişemezsiniz.
Her ne harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir.
92-Şu halde
yalnız iman, tam, kâmil hayra, iyiliğe ermek için yeterli sebep değildir.
İman ve ilimden sonra amel ve özellikle (Allah yolunda) sarfetmek ve harcamak
da gerektir. Hem de bu harcamak ne kadar sevgili şeylerden olursa, o kadar
kıymetli olur. Allah, harcanılan hoş veya nâhoş (güzel olmayan) herhangi bir
şeyi bilir ve ona göre sevabını verir. Fakat asıl iyiliğe, yüksek hayra ulaşmak,
sevilen şeylerden harcamaya bağlıdır. Bundan dolayı Bakara Sûresi'nde geçen
"birr" ve "infak" âyetlerini (Bkz: el-Bakara, 2/3, 44, 177, 189, 215, 219,
261, 264, 265, 267, 270, 272, 273, 274.) hatırlamalı ve ona göre İslâm'ın
hükümlerini yerine getirmeye hazırlanmalıdır.
Birr: Bakara
Sûresi'nde (Bakara, 2/177) âyetinde de açıklandığı üzere ihsan (iyilik etmek),
geniş hayır, tam hayır demektir. "Birr" ile "hayır" arasında şöyle bir fark
da göstermişlerdir: "Birr", hayra ulaşan ve kastedilmiş fayda; "hayır" ise
-kasıtsız bile olmuş olsa muhakkak faydadır. Birrin zıddı ukuk (isyan etmek),
hayrın zıddı şerdir. Bununla beraber "birr", hıns (günah) karşılığı da kullanılır.
Burada birr'e erişmek, hayır ve iyilik etme sıfatıyla sıfatlanmış olmak veya
"İyiler mutlaka nimet içindedirler." (İnfitar, 82/13) âyetinin delaleti üzere
iyiliğe ve ilâhî sevaba ermek mânâlarından her biriyle tefsir edilmiştir ki,
ikisi birbirinden ayrılmazlar. "Allah asla sözünden dönmez." (Âl-i İmran,
3/9) âyeti gereğince Allah'a söz vermek ve anlaşmada tamamıyla ayak direyerek
ilâhî vaade tamamen kavuşmak, ermek mânâsı, her ikisini de içine alır. Buna
göre iman, dinin temeli; birr, dinin gayesi demektir. Hak tevhid, hayra erişmek:
İşte din, bu iki esasın mahsulüdür. Ve bu şekilde bu âyet, kendisinden önceki
iman konularının bir sonucu, kendisinden sonraki hükümlere dair konuların
da mukaddimesi (başlangıcı) yerindedir.
Bilinmektedir
ki, infak (harcama) denilince en başta zorunlu ihtiyaçlar, bunun başında da
yiyecekler vardır. İslâm dini ise bu konudaki baskıları kaldırıyor. "Yeryüzünde
bulunanların helal ve temiz olanlarından yiyin." (Bakara, 2/168) diyordu.
Yahudiler de İslâm'ın hükümlerini reddetmek için neshi inkârdan başlıyorlardı.
Buna dayanarak İslâm'ın helal ve haram meselelerine ve Peygamberimizin İbrahim
milletine davetine karşı itiraz etmiş olmak için: "İsrailoğullarına haram
olan şeyler, Nuh ve İbrahim zamanından beri haramdı." diyorlar ve Mescid-i
Aksa'nın Ka'be'den daha eski ve şerefli olduğunu da iddia ederek, kıblenin
değiştirilmesine de itiraz ediyorlardı.
Burada bir
taraftan infak (harcama) dolayısıyla İslâm dininin yiyecekler hususundaki
geniş iznini teyid, diğer taraftan İbrahim milletinin kuruluşunu düzenleme
olmak üzere, bunlara cevap olarak buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
93- Tevrat
indirilmeden önce, İsrail (Yakub)in kendisine haram kıldığı dışında, yiyeceklerin
hepsi İsrailoğullarına helal idi. De ki: "Eğer doğrulardan iseniz, haydi Tevrat'ı
getirip okuyun".
94- Kim bundan
sonra Allah'a karşı yalan uydurursa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.
95- De ki:
"Allah doğru söylemiştir. Öyle ise dosdoğru, Allah'ı birleyici olarak İbrahim'in
dinine uyun. O, müşriklerden değildi".
93-94-95-Şu
halde "nesih yoktur" davası bir iftira olduğu gibi, En'âm sûresindeki , "Yahudilere
bütün tırnaklı (hayvan)ları haram kıldık. Sığır ve koyunun da yağlarını onlara
haram ettik, yalnız sırtlarının, yahut bağırsaklarının taşıdığı, ya da kemiğe
karışan yağlarını haram etmedik. Saldırganlıkları yüzünden onları böyle cezalandırdık."
(En'âm, 6/146) âyeti gereğince, İsrailoğullarının bunlardan mahrum oluşları
saldırganlıklarının bir cezası idi. Tevrat'tan önce Hz. Yakub'un kendine haram
ettiği, yani kendisine yasakladığı şey hariç tutulursa, diğerleri haram değildi.
Tevrat, neshi inkâr etmek şöyle dursun, tam tersine önceden helal olan bazı
şeyleri İsrailoğullarına haram etmekle nesih yapmış bulunuyordu. Hz. Yakub
hakkında en sahih rivayet şudur: Müşarunileyh (adı geçen), ırkunneşe' (siyatik)
hastalığına tutulmuş ve bundan şifa bulur kurtulursa en sevdiği yemeği yememeye
adak adamıştı. Bir rivayete göre en sevdiği de deve eti ve sütü imiş. Bu adağı,
doktorların tavsiyesi veya hastalığında bir gece pek çok ıztıraplı olması
sebebiyle veya sırf bir zühd (her türlü zevki terkederek kendini ibadete vermek)
ve kulluk için yapmış olduğu da rivayet edilmiştir.
Kabe meselesine
gelince: Şu muhakkaktır ki:
Meâl-i Şerifi
96- Şüphesiz
insanlar için kurulan ilk mabed, Mekke'deki çok mübarek ve bütün âlemlere
hidayet kaynağı olan Beyt (Kabe)dir.
97- Onda apaçık
deliller, İbrahim'in makamı vardır. Oraya giren güvene erer. Ona bir yol bulabilenlerin
Beyt'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse,
şüphesiz Allah bütün âlemlerden müstağni (kimseye muhtaç değil, her şey ona
muhtaç)dir.
96-97-Kabe'nin
esas kuruluşu, Mescid-i Aksa'nın esas kuruluşundan öncedir. Buna göre bütün
kitap ehlinin tanıyageldikleri mabedlerin hepsinden daha önce, daha mübarek
bir tevhid kıblesidir. Bu da, önce ve sonra neshin var olduğunu ifade eder.
Bekke, Mekke
demektir. Veyahut Mekke şehirin ismi, Bekke de Mescid-i Haram'ın yeridir.
Bakara sûresinde haccın tafsilatı açıklanmıştı. Burada da "Beyti haccetmek
insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır." nassıyle haccın kesin olarak farz
oluşu te'kidli bir şekilde tesbit edilmiştir.
İstitâa, aslında
fiilin itaat etme ve meydana gelmesini talep ve irade etmektir. Bu ise kudret
(güç yetmey)e bağlı olduğundan, sonradan kudret mânâsında meşhur olmuştur.
Tam mânâsıyla fiile yakın olan bizzat kudrettir. Fakat fiilden önce olan aletlerin
ve sebeplerin selameti mânâsına kullanıldığı da çoktur ki, burada bu mânâyadır.
Hacca kudret (güç yetmek), ya beden veya mal veya her ikisiyledir. İmam Malik
yalnız bedenî kudreti, İmam Şafiî malî kudreti, İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri
de her ikisini dikkat nazarına almıştır. "her kim küfrederse şüphesiz ki Allah..."
âyetindeki "küfür"den maksadın, görüldüğü üzere haccı inkâr etme mânâsına
olmak ihtimali bulunmakla beraber, tefsir bilginlerinin çoğunluğunun açıklamasına
göre, "kudreti varken haccı terketmek" mânâsınadır ki, bununla namazı terketmek,
zekatı terketmek gibi, haccı terketmek de kâfire yakışır bir isyan demek olduğu
ağır bir tarzda gösterilmiştir.
Rivayet olunuyor
ki, Şemmas b. Kays isminde bir yaşlı yahudi varmış. Küfrü ve müslümanlara
karşı hiddeti, kini ve çekememezliği pek şiddetliymiş. Bir gün Evs ve Hazrec
kabilelerinden birtakım ashab-ı kiram bir mecliste oturmuş konuşurlarken bu
yahudi yanlarından geçmiş, cahiliyye zamanında aralarında şiddetli düşmanlık
ve hasımlık bulunan bu kimselerin İslâm'dan sonra aralarındaki bu ülfeti,
toplanmayı, düzelmeyi ve sevgiyi görünce: "Allah'a yemin ederim ki bunlar
böyle toplandıkça, bizim buralarda rahatımız kalmaz." demiş ve yanındaki bir
yahudi delikanlısına: "Haydi şunların yanlarına otur, yevm-i bûâsı (buas gününü)
ve daha öncekilerini hatırlarına getir ve o zaman söyledikleri şiirlerden
bazı parçalar da okuyuver." diye tenbih etmişti. "Büas günü" ise İslâm'dan
önce yüzyirmi sene kadar birbirleriyle düşmanlık ve hasımlık üzere yaşamış
olan Evs ve Hazrec kabilelerinin savaş yaptıkları ve Evs'in Hazrec'e galip
geldiği son bir gün idi. Delikanlı dediğini yapmış ve derken bir münakaşa
kapısı açılmış, iki taraf öğünmeye başlamışlar, nihayet bir çekişme, ağız
kavgası olmuş, Evs'ten Evs b. Kayzî, Hazrec'den Hübar b. Sahr sıçramışlar,
birbirlerine söz atmışlar, birisi diğerine: "İsterseniz bugün yine öyle bir
gün yaparız" demiş. İki taraf öfkeyle gelmiş: "Haydi yaptık, silâh silâh,
haydi zahireye, harre meydanına!" demişler, sözün kısası Evs kabilesi birbirleriyle,
Hazrec de birbirleriyle birleşmişler, o sırada durum Peygamberimize ulaşmış,
O da yüce huzurlarında bulunan Muhacir ashab-ı kiramla birlikte onların yanlarına
gelmiş: "Ey müslümanlar topluluğu!.. Allah Allah! Ben aranızda bulunurken
de cahiliye davası mı yapıyorsunuz? Cenab-ı Allah sizi İslâm'a hidayet ettikten
ve küfürden kurtarıp kerem (cömertlik) ve yardımıyla cahiliyyenin kökünü kestikten
ve aranızı bulduktan sonra, yine eski küfre mi dönüyorsunuz?" diye nasihat
edince, hepsi düştükleri tehlikenin bir şeytan tuzağı olduğunu anlayarak derhal
ellerindeki silahlarını bırakmışlar, gözlerinden yaşlar dökerek birbirlerine
sarılmışlar, kucaklaşmışlar ve Resulullah'a itaat ederek beraberce gitmişlerdi.
Cenab-ı Allah bu şekilde Şemmas'ın fitne ateşini söndürmüş, bu sebeple hem
Ehl-i Kitab'a bir öğüt, hem de müminleri onlardan herhangi birine uymaktan
yasaklama maksadıyla hükmü âmm (genel) olan şu âyetleri indirmiştir:
Meâl-i Şerifi
98- De ki:
"Ey kitap ehli! Allah yaptıklarınızı görüp dururken niçin Allah'ın âyetlerini
inkâr ediyorsunuz?"
99- De ki:
"Ey kitap ehli! Gerçeği görüp bildiğiniz hâlde niçin Allah'ın yolunu eğri
göstermeye yeltenerek müminleri Allah'ın yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz?
Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir".
100- Ey iman
edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba uyarsanız, imanınızdan
sonra sizi döndürüp kâfir yaparlar.
101- Size
Allah'ın âyetleri okunup dururken ve Allah'ın elçisi de aranızda iken nasıl
inkâra saparsınız? Kim Allah'a sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle doğru yola iletilmiştir.
98-101- Allah'a
i'tisam (sımsıkı sarılmak), Allah'a sığınmak ve ilâhî ismet (masumluk)e sığınmaktır
ki, bu sarılma için:
Meâl-i Şerifi
102- Ey iman
edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak
can verin.
103- Hep birlikte
Allah'ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın.
Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz
de, O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O'nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler
olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi
O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru
yola eresiniz.
Allah'tan
hakkıyla korkmak Bakara sûresinin (Bakara, 2/2) âyetinde açıklandığı üzere
"takva mertebeleri"nin en mükemmelidir ki, iki mânâ ile düşünülür: Birisi
her yönden Allah'a itaat edip, hiçbir isyan etmemek, daima zikr (Allah'ı anma)
üzere bulunup, hiç unutmamak ve her halde şükredip hiçbir nankörlüğe düşmemektir
ki, ilâhî şan ve büyüklüğe layık olmak mânâsına "Hak takva" demektir. Bu ise
peygamberlerin en büyükleri gibi masum fıtrat üzere yaratılmış olanlardan
başkası için ve hatta onlar için bile mümkün değildir. "Seni layıkıyla tanıyamadık,
sana layıkıyla ibadet edemedik." Bundan dolayı bu âyet indiği zaman ashab-ı
kiramın çok ibadet etmekten dolayı ayakları şişmiş, alınlarının derileri soyulmuş
ve bunun üzerine "Gücünüzün yettiği kadar Allah'dan korkun." (Teğabün, 64/16)
emrinin inmiş olduğu rivayet edilmiştir.
İkincisi
Allah yolunda hakkıyla, gücünün yettiği kadar gayret etmek ve bu konuda hiç
kimsenin kınamasından korkmamak, hatta anası, babası veya kendi aleyhinde
bile olsa Allah için adalet ve doğruluktan ayrılmamaktır ki; bu hak, vücub
(lüzumlu, gerekli) ve sabit olmak mânâsınadır. Ve bu şekilde âyeti, bunun
açıklamasıdır. Allah'tan hakkıyla korkmak ve her halde müslüman olarak ölebilmek
için de her şeyden önce Allah'ın ipine toptan yapışarak tevhid üzere toplanmak
ve ayrılıklardan çekinmek lazımdır. Anlaşılıyor ki, haccın farz oluşu, bu
toplanmanın hem sebeplerinden, hem de maksatlarından birini teşkil eder. Şu
halde önce kalplerin birleşmesi, ikinci olarak fiillerin birleşmesi hak dinin
esaslarının en büyüklerindendir. "Ben, kendi başıma, yalnızca dinimi, imanımı
koruyabilirim." demek tehlikelidir. Kendi başına kalmak isteyen fertlerin,
iman ve İslâm üzere hüsn-i hatime (iyi sonuç) ile ahirete gidebilmesi şüpheli
olur. Ferd zorlama ve baskı altında her şeyini kaybedebilir. Çünkü "Allah'ın
kudreti toplumla beraberdir." Ve dinin dünyada en büyük feyzi de bu toplumun
kuruluşundadır. Bunun içindir ki, toplumlarını yitiren veya perişan edenler
muhakkak perişan olurlar. Fiilî sebepler karşısında ilmî deliller, çoğunlukla
hükümlerini yerine getiremezler. Nitekim Hz. İsa bile "Allah yolunda bana
yardımcı olacaklar kimlerdir?" (Âl-i İmran, 3/52) dedi. Her mümin, Hakk'ın
bir izafî tecellisine ulaşmıştır. Hakk tecellî ise bütün bağların toplanmasıyla
hakk tevhidin ortaya çıkmasındadır. Şu halde bütün iman ehli, tek kelime üzerinde
fiillerini birleştirmedikçe ittikâ (layıkıyla Allah'tan korkma)ya eremez,
Allah'a kavuşamazlar.
103-Hablullah
(Allah'ın ipi), Allah Teâlâ'ya kavuşma sebebi olan delil ve vasıta demektir
ki, Kur'ân, Allah'ın emrini yerine getirme ve cemaat, ihlas, İslâm, Allah'a
söz verme, Allah'ın emri diye rivayetlerle tefsir edilmiştir ve hepsi birbirine
yakındır. Bu âyetin cemaat ve ictimaiyyet (toplum bilim, sosyoloji) ile emir
olduğunda kuşku yoktur. Bununla beraber burada cemaat, hablullah (Allah ipin)ın
aynı değil, ona yapışmanın ürünüdür. Ebu Said el-Hudrî hazretlerinden rivayet
edildiği üzere Allah Resûlü şöyle buyurmuştur: "Gökten yeryüzüne indirilmiş
olan hablullah (Allah'ın ipi), Allah'ın kitabıdır." Korkunç bir yolun kenarına
çekilmiş olan bir ip veya bir kuyuya düşmüş olanları çıkarmak için uzatılmış
bir ip ve ona gereğince iyice tutunmuş bir toplum düşününüz. İşte bu tasavvurdan
meydana gelen hey'et-i ictimaiyye (sosyal kurul) Kur'ân etrafında devamlı
yükselen bir İslâm cemaatinin misalini teşkil edecektir.
Bu i'tisam
(tutunma) için herhangi bir cemaat olmak da kâfi değildir.
Meâl-i Şerifi
104- İçinizden
hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun.
İşte kurtuluşa eren onlardır.
104-İslâm
toplumundan böyle bir ümmet (topluluk) de teşekkül etmelidir.
Ta yukarılarda
da açıklandığı üzere ümmet, öne düşen, çeşitli insan gruplarını toplayan,
kendilerine uyulan bir topluluk demektir ki, hepsinin önünde de "imam" (önder)
bulunur. Cemaat ile (toplu halde) namazlar, bu muntazam ve hayırlı sosyal
tertibin görüntüsünü ifade eden gözle görülür şeklidir. Bu şekilde hayra davet
ve iyiliği emir, kötülüğü de men edecek bir topluluk ve imamet (önderlik)
teşkili müslümanların imandan sonra ilk dinî farîzalarıdır. Bu farizayı (Allah'ın
emrini) yerine getirebilen müslümanlardır ki âyetinin açık hükmü gereğince
kâmil (tam) kurtuluşa ererler. Yoksa âyetinin mânâsı müşkil ve belki müteazzir
(mümkünsüz) olur. Allah'ın vaadi bütünüyle temin edilmez, hayra çağırmak,
iyiliği emir, kötülüğe engel olma bütün müslümanlara farz-ı kifayedir. Bu
yapılmayınca hiçbir müslüman mesuliyetten kendini kurtaramaz. Fakat her ferde
farz-ı ayın değildir. Ümmetin tümünün vazifesidir. Çünkü "sizden" buyurulmuştur.
Buradaki in tecrîdî (soyutlayıcı) veya teb'îzî (ayırıcı) olmak üzere iki mânâya
ihtimali vardır. Tecridî olduğuna göre her müslüman bununla görevlidir. Teb'îzî
olduğuna göre de genelde müslümanların vazifeleri, içlerinden bunu yapacak
belli, özel bir topluluk meydana getirmek, onlara yardım ederek ve uyarak
o vasıta ile bu görevi yerine getirtmektir. Bunlar tayin ve görevlendirildikten
sonra emretmek ve yasaklamak bizzat onlar üzerine farz-ı ayın olur. Ve fakat
bunlar görevlerini yerine getirmezlerse, sorumluluk önce bunlara, ikinci olarak
herkese teveccüh eder. Tevhid nizamı bozulduğu zaman, ortaya çıkacak şer ve
bela da yalnız zalimlere isabet edip kalmaz, herkese bulaşır.
Hayra davet
(çağırma), dine ve dünyaya ait bir iyiliği içeren herhangi bir şeye davettir
ki, birliğin ve İslâm'ın esasıdır. İyiliği emretmek ve kötülüğe engel olmak
da bunun önemli bir kısımdır. Maruf (iyilik), İslâm'ın gereği olan Allah'a
itaat; münker (kötülük) de İslâm'ın gereğine uymayıp, Allah'a karşı gelmek
demektir. İyiliği ve kötülüğü Allah'ın ipinden başka ölçü ile ölçmeye kalkmak,
isteklere ve nefse ait arzulara uymaktır ki, bu da ayrıcalık yapmaktır. Bu
noktayı daha çok açıklamak için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
105- Kendilerine
apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın.
İşte bunlar için büyük bir azap vardır.
106- O gün
bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. Yüzleri kararanlara: "İmanınızdan
sonra küfrettiniz ha? Öyle ise inkâr etmenize karşılık azabı tadın" (denecektir).
107- Yüzleri
ağaranlara gelince, (onlar) Allah'ın rahmeti içindedirler. Onlar orada ebedî
kalacaklardır.
108- Bunlar
Allah'ın, sana gerçek olarak okuyageldiğimiz, âyetleridir. Allah âlemlere
hiçbir haksızlık etmek istemez.
109- Göklerde
ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Bütün işler Allah'a döndürülür.
105-109- Ey
Muhammed ümmeti!
Meâl-i Şerifi
110- Siz insanlar
için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeğe
çalışır ve Allah'a inanırsınız. Kitap ehli de inansaydı kendileri için elbette
daha hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler de var, ama pek çoğu yoldan çıkmışlardır.
111- Onlar
size eziyetten başka bir zarar veremezler. Eğer sizinle savaşmaya kalkışsalar,
size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez.
112- Onlar
nerede bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine alçaklık damgası vurulmuştur.
Meğer ki Allah'ın ipine ve insanlar (müminler)ın ahdine sığınmış olsunlar.
Onlar Allah'ın hışmına uğradılar ve üzerlerine de miskinlik damgası vuruldu.
Bunun sebebi, onların Allah'ın âyetlerini inkâr etmiş olmaları ve haksız yere
peygamberleri öldürmeleridir. Ayrıca isyan etmiş ve haddi de aşmışlardı.
110-111-112-Burada
ümmet-i Muhammed'in esas mümeyyiz (ayırıcı) özelliği, tevhid imanı ile iyiliği
emir ve kötülükten alıkoyma olduğu ve bilhassa bu vasıf altında insanlar için
en hayırlı bir ümmet oldukları ve bu vazife esas itibariyle yalnız ulu'l-emr
(müslümanların yetkili amirlerin)e ait olmayıp bütün müminlerin bizzat veya
bilvasıta (aracı ile) bununla ilgili olmaları gerekeceği ve bir ümmetin hayırlı
oluşu da çoğunluğunun iyiliğiyle olabileceği ve nitekim diğer kitap ehlinin
bu haslete sahip olamamaları, içlerinde Allah'a itaattan çıkmış sapıkların
çoğunluğu oluşturmalarından doğduğu ve müslümanların çoğunluğu bu seçkin hasleti
muhafaza ettikçe kendilerine diğer kâfirlerin, sapıkların netice itibariyle
bir eziyetten başka zararları dokunamayacağı hatırlatılıyor ki, burada "ancak
Allah'ın ipine ve insanların ahdine sığınanlar hariç" kısmı da dikkate değerdir.
Kendilerini her şey zannedip Allah'a itaatten dışarı çıkanlar az çok zillet
(alçaklık)ten kurtulurlarsa, yine Allah'ın veya Allah'ın kullarının ahd (söz
verme) ve emanı sayesinde kurtulabilirler.
Evet, Kitap
ehlinin mümin olanları da yok değildir:
Meâl-i Şerifi
113- Hepsi
bir değildirler. Kitap ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir ümmet (topluluk)
vardır ki, gecenin saatlerinde onlar secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini
okurlar.
114- Allah'a
ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar,
hayır işlerinde de birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar iyi insanlardandır.
115- Onlar
ne hayır işlerlerse karşılıksız bırakılmayacaklardır. Allah kendisinden gereği
gibi sakınanları bilir.
113-114-115-Ümmet-i
kâime, hakşinas (hak tanıyan), doğru, doğrulan veya Allah için kalkan, müstakîm
(doğru), âdil (adaletli) topluluk mânâlarına gelir.
Tefsir bilginlerinin
çoğunun tercihine göre burada kitap ehlinden maksat, Musa ve İsa aleyhisselâma
iman etmiş olanlardır. Ve bu âyetin iniş sebebi hakkında birkaç rivayet vardır:
1- Abdullah
b. Selam, Sa'leb b. Said ve Üseyd b. Ubeyd gibi zatlar müslüman oldukları
zaman diğer yahudiler bunların aleyhinde bulunmuşlar küfür ve hüsranlarından
bahsetmişlerdi. Bunlara karşı, onların faziletlerini açıklamak hakkında bu
âyet inmiştir.
2- Necranlılardan
kırk, Habeşten otuziki, Rumdan üç kişi ki toplamları yetmiş beş zat İsa'nın
dini üzereyken Muhammed (s.a.v.)'i tasdik ederek iman etmişlerdi. Âyet bunlar
hakkında inmiştir.
3- Peygamberimizin
Medine'ye gelmesinden önce Ensar arasında Esad b. Zürare, Berar b. Ma'rur,
Muhammed b. Mesleme ve Ebu Kays b. Sırme b. Enes muvahhidîn (Allah'ı bir tanıyanlar)den
idiler. Cünüb oldukları zaman guslederler ve bildikleri kadar hanif dini ile
amel ederlerdi. Resulullah gelince derhal tasdik edip, ona yardım ettiler.
4- Yukarıdaki
âyetlerde kitap ehli yerildikten sonra hepsinin böyle olmayıp, içlerinde iyi
sıfat ve hoş huya sahip olanların da bulunduğunun açıklanması için indiği
de söylenmiştir.
Bazı tefsircilerin
açıklamasına göre de burada kitap ehli deyimi, müslümanları da kapsayan genel
bir mânâda kullanılmıştır. Ve her halde âyetin siyâk (geliş şekli), cümlesindeki
müminleri açıklama olduğu ortadadır.
Kitap ehlinin
iman edenleri böyle. Genel olarak kâfirlere gelince; müminler, bunların servetlerinden
ve dünya hayatı uğrunda çok harcamalarından endişe etmemelidirler. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
116- O inkâr
edenler (var ya), onların ne malları, ne de evlatları, onlara Allah'a karşı
hiçbir fayda sağlamayacaktır. Onlar, ateş halkıdır; orada ebedi kalacaklardır.
117- Onların
bu dünya hayatında harcadıklarının durumu, kendilerine zulmeden bir topluluğun
ekinlerini vurup da mahveden kavurucu ve soğuk bir rüzgarın hali gibidir.
Allah onlara zulmetmedi. Fakat kendileri, kendilerine zulmediyorlar.
116-117-Ancak:
Meâl-i Şerifi
118- Ey iman
edenler! Kendi dışınızdakilerden sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık
etmekten asla geri kalmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Kin ve düşmanlıkları
ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Düşünürseniz,
biz size âyetleri açıkladık.
119- İşte
siz öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz, halbuki onlar sizi sevmezler,
siz kitap(lar)ın hepsine inanırsınız, onlarsa sizinle buluştukları zaman "inandık"
derler. Başbaşa kaldıkları zaman da kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını
ısırırlar. De ki: "kininizle geberin!". Şüphesiz ki Allah göğüslerin (gönüllerin)
özünü bilir.
120- Size
bir iyilik dokunsa fenalarına gider, başınıza bir kötülük gelse onunla sevinirler.
Eğer sabreder ve Allah'dan gereğince korkarsanız, onların hileleri size hiçbir
zarar vermez; çünkü Allah onları kendi amelleriyle kuşatmıştır.
118-Bitâne
( ) esasında elbisenin iç yüzündeki astar demektir. Bundan bir kimsenin sırlarına
vakıf olan pek sıkı dostuna da "bitâne denilir. Müminler, milletlerinin ehlinden
başkasını, yani gerek kâfirleri ve gerekse münafıkları (iki yüzlüleri) iç
yüzlerine vakıf olacak özel işlerinde ve muamelelerinde kullanmaktan yasaklanmıştır
ki, bu yasaklamanın özel hususlara da şümulü bulunmakla beraber âyetin siyâkı
(gelişi) -daha çok genel işlere bakmaktadır. Bunun gerekçesi de her iki tarafın
ruhî durumları izah olunarak anlatılmıştır.
Evvela size
fesat ve zarar yapmakta hiç kusur etmezler. Size meşakkat ve zahmet veren
şeylerden memnun olurlar. Buğuzları ağızlarından taşmış, aleyhinize devamlı
propaganda yapmaktadırlar. Halbuki sîne (göğüs, kalp)lerinde gizledikleri
öfkeler, kinler daha büyüktür.
119-İkincisi:
Bunların sebebi ey müminler! Siz öyle kimselersiniz ki, onları, yani kendinizden
başkasını da seversiniz. Müslümanın şiarı budur. Herkesin iyiliğini ister,
herkese hayırhah (iyiliksever) olur, sevgi gözüyle bakar, haklarını korur,
fesattan sakınır, kimseyi belaya sokmak istemez. Fakat mümin ve müslüman olmayanlar
size karşı öyle değildir. Onlar sizi sevmezler. Bunun böyle olmasının sebebi
de siz müslümanlar bütün kitaplara iman edersiniz ve tamamen iman edersiniz.
Onun için herhangi bir kitaba mensub olanların ve hatta mensubluk iddiasında
bulunanların kendilerine iyi nazar (bakış)ları kadar sizin de onlara iyi nazar
(bakış)ınız bulunur. Çünkü imanın gereği budur. Fakat böyle olduğunuz halde
onlar öyle değildirler. Sizin kitabınıza inanmazlar, küfrederler; inandıkları
kitaba da -yukarda görüldüğü üzere hepsi tamamıyla inanmış değildir. Buna
göre müslümanların, müslüman olmayanlara karşı bakışları ve muameleleri mümine
yakışır olduğu halde; müslüman olmayanların müslümanlara bakış ve muameleleri
-inançları gereğince daima ve zorunlu olarak kâfirce olur. Bundan dolayıdır
ki hakiki bir müslüman, herkesin işlerinin sırdaşı olmaya layık olduğu halde;
müslüman olmayanların müslümanlara sırdaş olması hem kendilerine, hem müslümanlara
zarardır. Netice olarak müslümanın vicdanı temiz ve geniş, diğerleri ise dar
ve bulaşıktır. Üçüncü olarak, münafıklar yüze karşı gelince "biz müminiz"
derler; fakat tenha kaldılar, meydanı boş buldular mı iman ehline kinlerinden
parmaklarını ısırırlar, daima diş gıcırdatır dururlar.
120-Bunun
için siz müminlere bir güzellik dokunursa fenalarına gider. Mesela müslümanların
bedenlerinin sıhhati, ucuzluk ve ferahları, düşmanlarına zaferleri, aralarındaki
anlaşma ve sevgileri onları memnun etmez ve fakat size bir kötülük isabet
ederse onunla sevinirler. Mesela müslümanlara bir hastalık, fakirlik, mağlubiyet,
ayrıcalık, yağma ve çapulculuk gibi bir musibet oldu mu keyiflenir ve sevinirler.
İşte bütün bunlara karşı müslümanların görevi sabredip korunmak, faziletler
kazanmak ile onları hasetlerinden çatlatmaktır. Eğer müslümanlar Allah'a itaat
etmede sabrederler ve yasaklarından kaçınmakla iyice korunurlarsa, o kâfirlerin
ve o münafıkların hilelerinin ve entrikalarının hiçbir zararını görmezler.
Çok olsa biraz eziyet çekmiş olurlar. Fakat sonunda hepsine galip gelirler
ki, İslâm tarihi bunun misalleriyle doludur.
Sabredenlere
ve Allah'tan gereği gibi korkanlara Cenab-ı Allah'ın yardım ve imdadı nasıl
cereyan edip de düşmanların zararlarını defettiğini, sabredilmediği ve korunulmadığı
zaman da nasıl zararlara düşüldüğünü açıkça anlatmak için de özellikle şu
örnekleri an ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
121- Hani
sen sabah erkenden müminleri savaş mevzilerine yerleştirmek için ailenden
ayrılmıştın. Allah, hakkıyla işiten ve bilendir.
122- O zaman
içinizden iki takım bozulmaya yüz tutmuştu. Halbuki Allah onların yardımcısı
idi. İnananlar, yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.
121-Bu iki
âyette Uhud gazası (harbi) hatırlatılmıştır. Şöyle rivayet edilir ki, bir
Çarşamba günü müşrikler Ebu Süfyan komutasında olarak Medine civarında Uhud
dağına inmişlerdi. Resulullah (s.a.v.), ashabıyla istişare etti. Abdullah
b. Übeyy b. Selul'ü de çağırmıştı. Bundan önce onu çağırmazken, bu defa onu
da davet etti. İstişare esnasında Abdullah ve Ensar'ın çoğunluğu: "Ey Allah'ın
elçisi Medine'de dur, çıkma, biz şimdiye kadar herhangi bir düşmana çıktıksa
musibete (kötülüğe) uğradık ve fakat herhangi bir düşman da üzerimize geldiyse
biz de onları musibete düşürdük. Sen içimizde iken daha neler olur? Şu halde
bırak onları, şayet kalırlarsa kötü bir yerde kalmış olurlar ve eğer üzerimize
gelirlerse erkekler yüzyüze savaşır; kadınlar, çocuklar da taşa tutarlar,
geri dönerlerse fena halde ümitsiz ve şaşkın olarak dönerler, giderler." demişlerdi.
Diğer bazıları da: "Şu köpeklere karşı çıkalım, kendilerinden korktuk zannetmesinler."
dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki: "Ben rüyamda gördüm, etrafımda
bir sığır boğazlanıyordu. Bunu hayra yordum. Kılıcımın ucunda bir gedik gördüm,
bunu da bir hezimet (yenilgiy)e yordum ve gördüm ki, sanki ben sağlam bir
zırhlı gömleğe sokuldum, bunu da Medine diye yordum. Reyiniz (kanaatiniz bu
şekilde) olursa Medine'de kalır ve onları bırakırsınız". Buna karşı müslümanlardan
"Bedir savaşı"na yetişememiş olan ve Uhud günü şehit olmaları takdir edilmiş
bulunan birtakım kimseler: "Herhalde bizi düşmanlarımıza çıkar." dediler ve
bunda ısrar ettiler. Buna göre Peygamberimiz de zırhını giyindi. Giyinince
de ısrar edenler: "Biz ne kötü şey yaptık, Resulullah'a vahy gelirken ona
karşı fikrimizde ısrara kalkıştık." diye pişman oldular. Bunun üzerine: "Ey
Allah'ın Resulu ne fikirdeysen öyle yap." dediler. Resulullah da: "Bir peygamber
zırhını giyince, artık savaşmadan onu çıkarması yaraşmaz." buyurdu ve cuma
günü cuma namazından sonra bin kişi ile çıkıp hareket etti. Cumartesi günü
sabahleyin Uhud'da Şi'b adlı yere vardılar. Resulullah piyade (yaya) olarak
yürüyordu. Ashabını harb için mevzilere yerleştiriyordu ve safları o kadar
tanzim ediyordu ki, biraz çıkmış bir göğüs görse, "geri çekil" diyordu. Vadinin
bir yanına kondu. Gerek kendisini ve gerek askerinin arkasını Uhud'a verdi.
Abdullah b. Cübeyr'i okçulara komutan yaptı. "Oklarla bizi müdafaa ediniz,
arkamızdan gelmesinler." diye ona emretti. Ve ashabına da: "Bu yerde iyi durunuz,
düşman sizi görünce dönecektir. Sakın dönenleri takip etmeyiniz ve bu mevziden
çıkmayınız." buyurdu. İşte bunları hatırlatmaktır. kısmı da Hz. Aişe'dir.
O gün Resulullah onun yanından hareket etmişti. Sonra Abdullah b. Übeyy, görüşüne
muhalefet edildiğinden dolayı, "Çocukların sözlerini dinledi de benimkini
dinlemedi." diye içerlemişti. Kendi adamlarına: "Muhammed, düşmana ancak sizinle
galip gelir, ashabına, 'Düşman sizleri görünce bozulacak' diye vadetti. Şu
halde düşmanlarını gördüğünüz zaman siz bozulunuz, arkanızdan onlar da bozulur,
iş Muhammed'in dediğinin tersine olur." dedi. İki taraf karşılaşınca Abdullah
emrindeki üçyüz kadar münafıkla beraber bozuluverdiler. Düşman üçbin kadardı.
Bunlara karşı yediyüz müslüman kaldı. Allah'ın yardımıyla müşrikleri yenilgiye
uğrattılar. Resulullah'ın buyurduğu ortaya çıkmıştı. Fakat müminler bu suretle
onların bozulduklarını görünce, Bedir olayı gibi olmasını arzu ederek sabredemediler,
geriye kaçanları takibe koyuldular ve Resulullah'ın emrine uymayıp, gösterdiği
yeri terkediverdiler. Sırf bu muhalefet yüzünden Cenab-ı Allah müşriklerin
kalplerinden korkuyu alıverdi. Tekrar döndüler hücum ettiler. Asker, Resulullah'ın
etrafından dağıldı. Beraberinde Hz. Ebu Bekir, Ali, Abbas, Talha, Sa'd gibi
birkaç zattan başka kimse kalmadı. O sırada Resulullah'ın mübarek yüzü yaralandı,
mübarek rubâ'ıyye (kesici) dişi kırıldı. Asker içinde: "Muhammed öldürüldü"
diye bir sayha (çığlık) çıktı. Ensar-ı kiramdan künyesi Ebu Süfyan olan bir
zat da: "İşte Allah'ın Resulu burada" diye bağırmaya başladı. Muhacirler ve
Ensar döndüler, Resulullah'ın etrafına geldiler. İçlerinden yetmiş kişi şehid
olmuş, birçoğu da yaralanmıştı. Resulullah, "Kardeşlerini müdafaa eden erkeğe
Allah rahmet etsin". buyurup, beraberindekilerle müşriklere hücum etti, onlar
da bir hayli ölü ve yaralı vererek, Allah'ın yardımıyla hepsini defetti.
İşte Uhud
olayının özeti budur ki, üçbin düşmana karşı, binden az ve üçyüz münafıkın
da geri dönmeleri üzerine yediyüz kadar müslüman askeri galip olmuşken sırf
Resulullah'ın emrine uymamaktan ve ganimet arzusuna düşülmekten dolayı böyle
bir bozgunluk vuku buldu ve olanlar oldu ki, bütün bunlar, "Eğer siz sabırlı
olur ve iyi korunursanız onların hileleri size hiçbir zarar vermez." (Âl-i
İmran, 3/120) anlamını gösteren olayın şahitleridir.
122-Bu olayda
Abdullah b. Übeyy b. Selul'ün bozgunluğu esnasında Resulullah'ın taraflarını
teşkil eden iki taife ki, Hazrec'den Beni Seleme (Seleme oğulları) ile Evs'ten
Beni Harise (Harise oğulları) de kalp zayıflığına düşüp az daha dönecek gibi
olmuşlar; fakat âyeti delaletince Allah saklamış, kalplerini toplamışlar,
niyetlerini doğrultmuşlar ki âyetinin de bunlara işaret olduğu beyan edilmiştir.
Bunda bir münafığı bitâne (sırdaş) edinip istişareye karıştırmaktan çıkan
zarara da büyük bir misal vardır. Şu halde müslümanlar sabır ve korunma ile
görevlerini bilmeli ve ancak Allah'a tevekkül ve itimat etmelidirler. Kalplere
kuvvet veren O, zayıflık veren yine O'dur. İkbal (düşmanı karşılamak) ondan,
idbâr (geri çekilmek) de ondandır. Allah'ın emirlerini tutup, yasaklarından
sakınanlar herhalde galip ve muzaffer olurlar.
Meâl-i Şerifi
123- Andolsun,
sizler güçsüz olduğunuz halde Allah size Bedir'de yardım etmişti. Allah'tan
sakının ki, O'na şükretmiş olasınız.
124- O zaman
sen müminlere: "Rabbinizin size, indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi
size yetmez mi?" diyordun.
125- Evet,
sabreder ve (Allah'tan) korkarsanız, onlar ansızın üzerinize gelseler, Rabbiniz
size nişanlı nişanlı beş bin melekle yardım eder.
126- Allah,
bunu size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı.
Yardım, yalnız daima galip ve hikmet sahibi olan Allah katındandır.
127- (Allah
bu yardımı) inkâr edenlerden bir kısmını kessin veya perişan etsin de umutsuz
olarak dönüp gitsinler (diye yaptı).
128- Bu işten
sana hiçbir şey düşmez. (Allah), ya onların tevbesini kabul eder, yahut onlara,
zalim olduklarından dolayı azab eder.
129- Göklerde
ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azab
eder. Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
123- "Bedr",
Mekke ile Medine arasında bir kuyu suyunun ismidir ki, sahibi Bedr b. Kelde'nin
adıyle veya ay gibi parlak ve yuvarlak olduğundan dolayı Bedr diye isimlendirilmiştir.
O yere veyahut vadiye Bedr denildiği de rivayet edilmiştir. İkrime'den nakledildiğine
göre burası cahiliyye devrinde bir ticaret yeriymiş. Peygamberimizin, müşriklerle
ilk savaşı olan Bedir gazası burada olmuştu ki, hicretin ikinci senesi Ramazan
ayının yirmi yedinci cuma gününe rastlıyordu. O gün, "sizler güçsüz olduğunuz
halde" âyetinden anlaşıldığına göre müslümanlar gayet az, fakir ve maddî bakımdan
son derece zayıf durumda idiler. Toplamı üç yüz on kişiden ibaret bir mücahid
toplumu idi. Yetmiş yedisi Muhacir (Mekke'den Medine'ye göç eden)lerden ve
sancaktarları Hz. Ali idi. İki yüz otuz altısı Ensar (Medine'nin yerlisin)dan
ve sancaktarları Sa'd b. Ubade idi. Üç-beş kişiye ancak bir deve düşebiliyordu.
Bütün askerde yalnız bir at, diğer bir rivayete göre biri Mikdad'ın, bir de
Mersed'in olmak üzere iki at, doksan deve, altı zırh, sekiz kılıç vardı. Buna
karşılık düşman, bin kadar savaşçı idi. Yüz atları vardı. Silah ve kuvvetleri
tamdı. İşte Bedir günü böyle bir halde bulunan müminlere Cenab-ı Allah yardım
ihsan etti. Bilindiği ve görüldüğü üzere Ebu Cehil gibi Kureyş'in ileri gelenleri
o gün hep öldürüldüler. Ve o günden itibaren imanın gücü ortaya çıktı. Bedir
günü, İslâm'ın binası oldu. Bunu Allah'dan başka kim yapabilir? Şimdi aklı
olanlar, böyle bir yardımı yapan Allah'a dayanmaz ve itimad etmez mi? Nasıl
olur da sabır ve korunmayı bırakır, feşele (yani korkaklığa) ve kalp zayıflığına
düşer? Şu halde ey müminler bundan böyle hep Allah'dan gereği gibi korkunuz
ki, yardımına erişip şükredesiniz.
124-125- Bedir
harbindeki ilâhî yardım o sırada idi ki ya Muhammed, sen müminlere şöyle diyordun:
"İndirilmekte olan üç bin melekle Rabbinizin size yardım etmesi yetmez mi?
Evet siz sabır ve sebat eder, itaatsizlikten sakınırsanız, onlar da şu anda
üzerinize geliverirlerse Rabbiniz, beş bin nişanlı melekle size yardım eder."
Rivayet edildiğine göre o sıra, "Kürz b. Cabir el-Muharibî müşriklere yardım
etmek istiyormuş" diye müslümanlara bir haber gelmiş ve endişelenmelerine
sebep olmuştu. Buna karşı, bu şekilde iki derece ilâhî yardım bildirilmiş
ve müşrikler dağılmış, bunu haber alan Kürz de yardımdan vazgeçmiş idi. Cenab-ı
Allah Bedir savaşında müminlere başlangıçta bin melaike ile yardım etmişti.
"Siz Rabbinizden yardım istiyordunuz, O da: "Ben size birbiri ardınca bin
melek ile yardım edeceğim" diye dualarınızı kabul etmişti." (Enfal, 8/9) Bundan
sonra Kürz haberleri üzerine inmiş olan üç bin melek yardımı ile müşriklerin
dağılmasını çabuklaştırdı. Ve şayet düşmanlara adı geçen Kürz'ün yardımı hemen
geliverecek olursa, müminlerin -sabır ve korunmaları şartıyla yani alâmetli,
nişanlı, simaları belli beş bin melaike daha göndereceğini de vaad etti. Şu
halde düşmana yardım gelmemiş ve zafer tamam olmuş bulunduğundan, bu beş bine
ihtiyaç kalmadığı anlaşılıyor. Bununla beraber işbu beş bin nişanlı meleklerin
de savaşa katılmamış olmakla beraber, indikleri ve hazır oldukları hakkında
rivayetler de mevcuttur. Ve bazı rivayette bu nişanlı melekler "Uhud"da inmiş
ve fakat çarpışmaya iştirak etmemişlerdir. Bu meleklerin simaları, çoğu rivayetlerde
kır atlar üzerinde sarı veya beyaz veya siyah sarıklı olmak üzere nakledilmiştir.
Bütün tefsir ve siyer bilginlerinin ittifakı vardır ki, Bedir harbinde melekler
inmiş ve kâfirlerle harbetmişlerdir. Bedir harbinin dışında meleklerin bizzat
harbe katılmayıp ancak çok sayı ile yardım halinde bulunmuş oldukları da İbni
Abbas'dan rivayet edilmiştir. Allah'ın bir meleğinin, yerin altını üstüne
girmeye gücü yettiği halde, böyle birçok melek ile yardım, kulların fiillerine
olan ilâhî yardımının bir tecellisidir. Ve bilinmektedir ki, bu gibi durumlarda
insanların gözünde kemmiyyet (mikdar)in de özel bir önemi vardır. Şu halde
meleklerin çoğaltılması, en az bir mücahit zümresinin, keyfiyyet (nitelik)
bakımından, kuvvetlerinin artmasını ifade eder.
126-Bunun
için buyuruluyor ki: Vuku bulan ve vaad edilen bu yardımı Allah, sırf müminlere
bir müjde olmak ve kalplerini yatıştırmak için yapmıştır. Böyle bir yardım
ve hatta genelde gerçek yardım ise, ancak aziz (üstün) ve hakim (hikmetli)
olan Allah katındandır.
127-Allah'ın
bu yardımı da şu hikmetler içindir: Kâfirlerin bir tarafını bölmek, öldürmek
veya esir etmek veya onları perişan edip ciğerlerini hûn (kan) eylemek için
ki maksatlarına eremeyip perişan ve ümitsiz olarak dönsünler.
128- Ey Muhammed!
Başkaları şöyle dursun, sen bile bizzat hiçbir emre, hiçbir hükme sahip değilsin.
Ancak memur bir kulsun. Allah'ın emri olmayınca, o kâfirlere ve muhalif (karşıt)lere
hiçbir şey yapamazsın, hatta aleyhlerine dua bile edemezsin. Nitekim rivayet
edildiğine göre Uhud olayında Resulullah kâfirlere beddua etmek istemişti
ki bu âyet inmiştir. Netice olarak emir, ancak Allah'ındır. Allah'ın hikmeti
de, ya onları Bedir'de yaptığı gibi kesmek veya perişan etmekle ümitsiz bırakmak,
veya onlara tevbe nasip etmek, veyahut onları şiddetli bir şekilde azaplandırmaktır.
Bu azaplandırmanın sebebi de zira onlar zalimdirler.
129- "Göklerde
ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azab
eder." bununla beraber "Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir". Şu
halde bunu iyi bilmeli ve yalnız Allah'ın emir ve hakimiyetine iman ve ancak
onun yardımına dayanıp ona göre sabır ve ittika (gereğince sakınmak) ile ilâhî
afv ve rahmet yoluna girmeli ve Uhud vakası (olayı)nda olduğu gibi zarar görmemek
için küçük cihaddan önce müminler büyük cihad olan nefis mücadelesi ile ahlâklarını,
toplumlarını, işlerini ve iç durumlarını ıslah ve terbiye etmelidirler.
Bunun için:
Meâl-i Şerifi
130- Ey iman
edenler! Kat kat artırılmış olarak faiz yemeyin. Allah'tan sakının ki kurtuluşa
eresiniz.
131- Kâfirler
için hazırlanmış olan ateşten sakının.
132- Allah
ve Peygambere itaat edin ki, size de merhamet edilsin.
130-131-132-Demek
ki şimdi içe ait ıslahat (düzeltme) hususunda dikkat nazarına alınacak mesele,
ittika (gereğince sakınma) ile ilgili olan iktisadî meseledir. Ve bunun en
önemlisi de faizden kaçınmaktır (Bakara, 2/275, 276, 278, 279. âyetlerin tefsirine
bkz.). Bunda da ilk iş "ad'at-ı müdaafe" (kat kat artırılmış) ribâ (faiz)nın
kaldırılmasıdır. Faizin kat kat artırılması da, bir borca geçmişi eklene eklene
faizin ana para kadar veya daha çok bir mikdarı bulması demektir. Tefsirciler,
kat kat olma şartının, ihtirâzî olmayıp o zamanki durumun cereyanına göre
vaki olmuş olduğunu ve buna göre yasaklamanın aslının mutlaka faizi haram
kılmaya yönelmiş olduğunu açıklamaktadırlar. Bu âyetin Uhud vakasını hatırlatması
konusunda inmesi, bunun ilk nazil olan ribâ (faiz)yı yasaklama âyeti olduğunu
göstermekten uzak değildir. Fıkha ait incelemelere göre Bakara sûresinin âyetleri
nüzul bakımından bundan sonradır. Ve hatta sonra inmiş olmasa bile, herhalde,
mukaddem (daha önce) de olmadığından, en azından beraber olduklarının düşünülmesi
gerekir. Ve bundan dolayı ribâ (faiz) hakkında hakim olan nass (mânâsı açık
âyet), "Allah alışverişi helal, ribâ (faiz)yı haram kıldı." (Bakara, 2/275)
mutlak haram kılma âyetidir. Şu halde Bakara sûresinde açıklandığı üzere "Eğer
(faizle ilgili söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Resulu ile savaşa girdiğinizi
bilin." (Bakara, 2/279) tehlikesini düşünüp emirlerini tutun. Bu ittika (korunma)
ve itaat ile:
Meâl-i Şerifi
133- Rabbinizin
bağışına ve genişliği göklerle yer arası kadar olan, Allah'tan gereği gibi
korkanlar için hazırlanmış bulunan cennete koşun!
134- O (Allah'tan
hakkıyla korka)nlar, bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini
yutarlar, insanları affederler. Allah iyilik edenleri sever.
135- Ve onlar
çirkin bir günah işledikleri, yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı
hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Allah'tan başka günahları
kim bağışlayabilir? Bir de onlar, bile bile, işledikleri (günah) üzerinde
ısrar etmezler.
136- İşte
onların mükafatı (ödülleri) Rableri tarafından bağışlanma ve altından ırmaklar
akan, ebedî kalacakları cennetlerdir. Çalışanların mükafatı ne güzeldir!
133- kelimesi,
Nâfi' ve İbni Âmir kırâetlerinde "vav"sız olarak şeklinde okunur.
"Müsaraat",
, konuşmak, sürat yarışı yapmaktır. Mağfiret (afv)e koşmak da, sebeplere ve
mağfiretin yoluna koşmak demektir. "Cennet", dâr-ı saadet (saadet evi) olan
ebedî vatan, o gizli bahçe ki "altından ırmaklar akan cennetler" den birisi
veya hepsi. "Arz"; tûl (uzunluk) karşılığı "en" veya vüs'at (genişlik) veya
karşılık ve bedel mânâsınadır ki, birşey satın almak için arz olunur. Diğer
bir âyette "Genişliği, gökle yerin genişliği gibi olan cennete koşuşun." (Hadid,
57/21) buyurulduğundan, burada da teşbih (benzetme) "kaf"ın hazfi (düşmesi)yle
"Onun eni, göklerin ve yerin enidir." mânâsı gözetilmiştir. Ve bu teşbihin
hakikî veya genişliğin büyüklüğünden kinaye olduğu da bahis konusu edilmiştir.
İbnü Abbas ve Said b. Cübeyr ve cumhûr (çoğunluk) demişlerdir ki: "Gökler
ve yer, kumaş gibi yayılıp birbirine ulanınca cennetin enine bir ölçü olur.
Uzunluğunu ise Allah'tan başka kimse bilmez". Bu görüşe göre cennet, semalardan
daha büyük demektir. Bazı nebevî hadislerde de cennet, Arş-ı âzam (büyük Arş)ın
altında ve semaların üstünde bulunduğu şeklinde varid olmuştur. Bunun için
"bir kişiye düşen cennet" diye de açıklanmıştır. Bununla beraber bu âyetin
zahiri, bu alemin semaları ve yeri, aynen cennetin eni, âyeti de teşbihen
(benzetilerek) böyle olduğunu gösteriyor. Bunların birini bedel, birini "en"
mânâsına alarak tevfik (birbirine uydurmak) mümkün olduğu gibi, "Rabbının
(hüküm ve adalet) makamından korkan kimseye iki cennet vardır." (Rahman, 55/46)
âyeti de, her iki âyetteki cennetleri başka başka olarak almaya müsaittir.
"Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ver." (Bakara,
2/201).
Râzî tefsirinde
nakledildiği üzere Herakl'in (yani Rum kralının) elçisi Peygamberimize: "Sen
'müttekîler için hazırlanmış ve genişliği yer ve gökler kadar' olan bir cennete
davet ediyorsun? O halde nâr (cehennem) nerede?" diye sormuş. Resulullah (s.a.v.):
"Sübhanallah (Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim), gündüz olduğu zaman
gece nerede olur?" buyurmuş olduğu rivayet edilmiştir.
134-Bu cennetin
müttakî (Allah'tan gereğince korkan)ler için hazırlanmış olduğu gösteriliyor.
Ve bu korunmanın sadece şirkten sakınmak mânâsına genel bir korunma olmadığı
anlatılmak için bu müttakîler, özel vasıflarla vasıflandırılıyor ki, birinci
olarak "serra", sürûr (sevinç) veren durum; "darrâ", zarar ve sıkıntı veren
durum demektir ki, hâl-i yüsur ve hâl-i usür, (sürûr hali ve gam hali); hayat
ve vasiyyet hali suretiyle ölüm hali; evlat ve akrabaya harcama gibi sevinç
veren infak; düşmanlara karşı masraf gibi zarar ve sıkıntı veren harcama halleri;
kolaylaştırıcı kimselere ziyafet ve hediye; sıkıntıda olan fakirlere sadaka
mânâlarından her biriyle tefsir edilmiştir. Buna göre açık olan genellemedir.
Gayz, hoşlanmadık bir şeye karşı insan tabiatın heyecanının yani öfke demektir
ki, gadab (kızgınlığ)ın aslıdır. Ve ondan farkı vardır. Deniliyor ki, her
halde gadabın arkasında intikam alma isteği vardır. Veyahut gadab (kızgınlık),
istemeden yüzde ve uzuvlarda görünür. Gayz ise yalnız kalpte kalabilir. Bir
de Allah'a gazab isnat edilir de, gayz isnat edilmez. "Kezm = " dolu bir kırbanın
(deriden yapılmış su kabı) ağzını bağlamaktır ki, burada öfkesini yutup tutmak,
zarar gördüğü kimselere karşı kudreti bulunduğu halde intikama kalkışmamak
ve hatta hoş olmayan bir hâl göstermeyip hazmetmek ve sabretmektir. Kötülük
edenlere karşı afv ile muamele edenler. Affetmek hakkında birçok nebevî hadis
varid olmuştur. Bu cümleden olarak buyurulmuştur ki: "Kıyamet günü, nerede
ecir (sevab)leri Allah üzerinde olanlar, cennete girsinler." diye bir çağırıcı
bağıracak. "Ecri Allah üzerinde olan kim?" denilecek. Bunun üzerine, affetmiş
olanlardan başka kimse kalkamayacaktır. İşinde iyilik yapan bütün iyilikseverleri
kapsayıcıdır. (İhsanın mânâsı için Bakara sûresi 112. âyetine bakınız).
135-İkinci
olarak "Onlar fâhişe işledikleri veya nefislerine zulmettikleri zaman..."
Fahişe, zina gibi çok çirkin olan fiil; nefse zulüm de herhangi bir günah.
Yahut fahişe, başkasıyla ilgisi olan günah. Nefse zulüm de başkasıyla ilgisi
olmayan günah demektir. Müttakilerin ikinci kısmı insanlık hali böyle bir
kötülük yaptıkları veya herhangi bir günah işledikleri zaman, hemen Allah'ı
hatırlarlar da haya ve korkularından günahlarına hemen istiğfar ederler. Yaptığına
nedamet edip kalbiyle ve diliyle affedilmesini diler ve o günahı örttürecek
iyiliklere koşuşurlar. Gerçekte günahları da gafûr (affedici), rahim olan
Allah'dan başka kim bağışlar? Öyle ya, affedenleri, iyilik yapanları seven
şânı büyük Allah'dan çok affetmeye ve bağışlamaya gücü yeten kim düşünülebilir?
İşte herhangi bir günah sonunda derhal Allah'dan utanıp da hemen tevbe ve
istiğfar edenler, ve yaptıkları günahlarda, bile bile, ısrar etmeyenler,
136- bunlar
yok mu, Allah tarafından mükafatları bağışlanma, günahları yokmuş gibi altından
ırmaklar akan, içinde ebedî olarak kalacakları cennetlerdir. Bunlar Allah'ın
göze görünmeyen ebedî (sonsuz) nimetleridir. Ne de güzeldir ecri iş yapanların,
çalışanların. Esas itibarıyla amelin gereği değil, sırf Allah'ın lütfu olan
bu bağışlama ve cennet, ilâhî vaad gereğince, güzel amel sahiblerinin haklarıdır.
Amel etmeyen, tevbe etmeyen isyankârların kurtuluş ve selametleri ise böyle
hak etmek şeklinde bir ahd ve vaad ile garanti edilmiş değildir. Sırf Allah'ın
dilemesi ve yardımına kalmış bir şeydir. Bununla beraber onların bağışlanması
da imkansız değil, caizdir. Çünkü "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin,
muhakkak Allah bütün günahları affeder." (Zümer, 39/53) buyurulmuştur. Ancak
şuna dikkat edilmesi gerekir: İkisinde de esasen hakim olan ilâhî lütuf ve
büyüklük olmakla beraber, Kur'ân dilinde biri çalışmış namuslu bir ecir, biri
de ecir olmak üzere yazılan ve fakat namusuyla çalışmayıp ücret zamanı sadaka
uman bir dilenci durumunda anlatılmıştır. Şu halde kendini beğenmiş, küstah
bir işçinin kovulmak tehlikesi bulunduğu gibi, tembel bir dilencinin de iman
cilvesi ile ihsana mazhar oluvermesi mümkündür.
Burada açıklanan
iki kısım müttakilerin hali, kıyasın gelişine tatbik olununca birincilerin
genel olarak Bedir ashabının, ikincilerin de Uhud ashabının vasıflarına işaret
ettiği anlaşılır. Bundan dolayı, bu kıssa (olay)ya sözü nakletmek için buyuruluyor
ki:
Meâl-i Şerifi
137- Muhakkak
ki sizden önce birçok olaylar, şeriatler gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezin,
dolaşın da yalancıların sonunun nasıl olduğunu bir görün.
138- Bu (Kur'ân)
insanlar için bir açıklama, Allah'dan gereğince korkanlar için doğru yolu
gösterme ve bir öğüttür.
137- kelimesi
burada vaka (olay)lar mânâsınadır. Yani ey müminler, Uhud vakasında kâfirler
size karşı bir gösteride bulundularsa da bundan dolayı üzülmeyiniz. Sizden
önce milletlerin tarihinde böyle nice olaylar geçmiştir. Fakat güzel sonuç
Allah'dan korkanlara kalmıştır. Yer yüzünde gezin de gözünüz ve basiretinizle
bakıp inceleyiniz, gerçeği yalanlayanların sonu nasıl olmuş? Tefsirciler:
"Burada, ibret almak için yeryüzünün her yerini gezip onun içine aldığı Allah'ın
acaip yaratıklarını seyretmenin, salih kişileri ve büyük yapıları ziyaret
etmenin ve tarih kitaplarını okuyup incelemenin caiz olduğuna delalet vardır.
Çünkü bunlar, âlemin seyrini ve geçmiş milletler üzerinde cereyan eden işkenceleri
bilmek için bir yoldur." diyorlar ki bunda, hak ile batılın akışını incelemek
suretiyle ibret almak için eski eserlerin de dahil olacağı unutulmaması gerekir.
Biz de şunu eklemek isteriz ki, bu konuda "geziniz" emri, mücerred (yalnız)
izin ve mubah olmaktan çok, en az nedb (mendûb, müstehab) gibi bir hüküm ifade
eder.
138- İşbu
"gelip geçmiştir." hatırlatması ve gerisi, bütün insanlara bir çeşit açıklama
ve fakat yalnız Allah'dan hakkıyla korkanlara doğru yolu gösterme ve öğüttür.
Gereğince korunmak karakterine uymayanlar, akıllarını başlarına alamazlar.
Mev'ıza (öğüt), din yolunda layık olmayan şeylerden yasaklamayı ifade eden
söz demektir.
Şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
139- Gevşemeyin,
üzülmeyin, eğer hakikaten inanıyorsanız, muhakkak üstün olan sizsinizdir.
140- Eğer
size (Uhud savaşında) bir yara değmişse, (Bedir harbinde) o topluma da benzeri
bir yara dokunmuştu. O günler ki, biz onları insanlar arasında döndürür dururuz.
(Bu da) Allah'ın sizden iman edenleri ayırt etmesi ve sizden şahitler edinmesi
içindir. Allah zalimleri sevmez.
141- Bir de
bu, Allah'ın iman edenleri tertemiz seçip, kâfirleri yok etmesi içindir.
139- "Eğer
hakikaten inanıyorsanız muhakkak üstün olan sizsinizdir." Uhud harbinde müminlerin
bir kısmı bozulunca, o zaman düşman komutanlarından olan Hâlid b. Velid dağı
tutmak istemiş, Resulullah da: "Sakın üzerimize yükselmesinler. Ya Allah,
bizim kuvvetimiz ancak seninledir." demişti. Bu âyet de o zaman indi diye
rivayet edilmiştir. Kurtubî tefsirinde anlatıldığı üzere gerçekten Uhud'dan
sonra Peygamberimiz zamanında Muhammed ümmeti hangi seferde bulundularsa muhakkak
başarılı olmuşlar, ondan sonra da sahabeden bir kişi bile bulunan her İslâm
ordusu da öyle olmuştur.
140-141- "Eğer
size bir yara dokunmuşsa, o topluma da benzeri bir yara dokunmuştur." "Karh
" yara demektir. Uhud savaşında Muhacirlerden beş kişi (yani Peygamberimizin
amcası Hz. Hamza b. Abdülmüt-talib, Resulullah'ın sancakdarı Mus'ab b. Umeyr,
Peygamberimizin amcaoğlu Abdullah b. Cahş, Osman b. Şemmas, Utbe'nin kölesi
Sa'd), Ensar'dan da yetmiş kişi şehid olmuşlardı. (Allah hepsinden razı olsun).
Başlangıçta Bedir harbinde kâfirler ordusundan yetmiş kişi öldürülmüştü. Uhud'da
İslâm ordusu bine yakın olduğu gibi, Bedir'de kâfirler ordusu da bin kadardı.
Bundan başka Uhud savaşında müslümanlar Resulullah'ın emrine muhalefet olmazdan
önce düşmandan bayraktarlarıyla beraber yirmi küsür kişiyi öldürmüşler ve
birçoklarını yaralamışlar ve oklarıyla bir hayli hayvanlarını da tepelemişlerdi.
Bazı tefsirciler bu mukayeseyi yalnız Uhud harbine tahsis etmişlerse de, tefsircilerin
çoğunluğunun açıkladığı üzere âyet Uhud ile Bedir'in karşılaştırılması hakkındadır.
Yani düşmanlar Bedir savaşında verdikleri ölü, gördükleri yenilgiden dolayı
gevşekliğe ve güçsüzlüğe düşmeyip Uhud saldırısına hazırlanmış oldukları halde,
siz onlardan daha yüksek iken nasıl olur da gevşekliğe ve güçsüzlüğe düşer,
üzülürsünüz ve bundan sonra da cihada hazırlanmazsınız?
O günler,
o zafer ve üstün gelme günleri yok mu? Biz onları insanlar arasında tedavül
ettirir, döndürür, dolaştırırız. Kâh filanların lehine çeviririz, kâh da filanların.
Nitekim:
"Bir gün aleyhimize,
bir gün lehimizedir. Bir gün kadınlar, bir gün de kartallar" denilmiştir.
"Devlet" ve "devle" isimlendirmesi de işbu müdavele (döndürüp dolaştırma)
mânâsı itibariyledir. Ve bu günleri döndürüp dolaştırmanın birçok gizli hikmetleri
vardır. Bu cümleden olarak Allah sizden iman edenleri bilsin ve sizden şehidler
alsın ve şahitler tutsun diyedir ki böyle yapar. Ve malum ya Allah zalimleri
sevmez. Eğer bu döndürüp dolaştırmak olmamış ve kâfirler hep sıkıntı ve şiddet
içinde kalmış olsaydı, imanın ihtiyarî (isteğe bağlı olmasının) kıymeti kalmaz,
zorunlu bir iş olur. Teklifin, sevap ve cezanın mânâsı olmaz, her şekilde
ilâhî cebir (zorlama) ve kudret, hükmünü icra eder. Ve çalışma ve seçime,
isteğe bağlı olan sayısız terakkî (ilerleme) ve ıstıfa (seçme) kanunu bulunmazdı.
Görünüşte kâfirlerin çıkarına gibi görünen bazı şüpheler bulunmalı ve mükellef
gaybe ait delilleri iman gözüyle keşf ve tetkik ederek o şüpheleri defetmeli
ve o sayede bulunduğu halden geleceğe aşk ile hamle ettirecek heyecanlar duyabilmelidir
ki, gerçek iman sahibi ile küfür sahibi ortaya çıksın ve küfür ehli geçici
şeylerle aldanırken iman ehli ebedîlik ile en son saadete ulaşsın. Bunun için
buyuruluyor ki: Bir de Allah iman edenleri seçsin ve günahlardan temizlesin
ve o kâfirleri eksiltip körletsin. Demek olur ki, insanlar arasında günlerin
döndürülüp dolaştırılması, iman ile küfür arasında bir ıstıfâ (seçim) ile,
işin sonunda müminleri yükseltme hikmetine dayanmaktadır. Herhangi bir zamanda
kâfirlerin bir zafer günü görmüş olmaları bile bir çeşit iman ile ilgilidir.
Mesela kâfirlerin batıla inanmalarının kuvveti, müminlerin hakka inanmalarının
kuvveti ile karşılaştırıldığı zaman, kâfirin batıla olan imanında daha çok
bir şiddet ve kuvvet varsa; o kâfirler o müminlere galip gelebilirler ki,
bu galibiyet batılın hakka üstün gelmesi değil, inanılan şeyi bir tarafa bırakmak,
bir imanın, diğer imana galip gelmesi demektir. Çünkü, ilgilendiği şeye bakmaksızın
mutlak iman, mutlak küfre muhakkak galiptir. Buna göre müminlerin Allah'a
öyle kuvvetli bir imanları bulunması gerekir ki, kâfirlerin, esasında bir
küfür ve şirk olan dünyaya ait imanları onunla ölçüldüğü zaman, ahiret karşısında
dünya, hâlik (yaratıcı) karşısında mahluk (yaratık) kadar zayıf ve hükümsüz
kalsın. Bu noktada "Kim zerre kadar hayır yapmışsa onu görür." (Zilzal, 99/7)
ifadesinin de bir tecellisi vardır. Ve herhalde sonuçta şurası kuşkusuz sabittir
ki, yaratılış mutlak bir seçime yöneliktir. "Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın."
(Âl-i İmrân, 3/191) Bunun için kâfirlerin başarıya ulaşması da netice itibariyle,
kendi zararlarınadır.
Mesela işbu
"Allah iman edenleri bilsin.", "Yoksa siz, Allah, içinizden cihad edenleri
bilmeden, sabredenleri bilmeden..." (Âl-i İmrân, 3/142), "Elbette Allah doğruları
bilecek, yalancıları bilecektir." (Ankebut, 29/3), "İki zümreden hangisinin,
kaldıkları süreyi daha iyi hesab edeceğini bilelim." (Kehf, 18/12), "Andolsun
biz sizi deneyeceğiz ki, içinizden cihad edenleri ve sabredenleri bilelim."
(Muhammed, 47/31), "Allah hanginizin daha güzel iş yaptığınızı denesin." (Hûd,
11/7) ve yukarda Bakara sûresinde geçen "Biz Peygamber'e uyanı bilelim." (Bakara,
2/143) âyetlerindeki ilâhî ilmin mânâsı dikkate değer görülmüştür. Hatta Mu'tezile
mezhebinden olan Hişam b. Hakem bu âyetlerin zahiriyle delil getirerek: "Allah
Teâlâ hadiselerin meydana gelişini ancak olduğu anında bilir, zira bu âyetler
Allah Teâlâ'nın bu şeyleri ancak oluşları sırasında bildiğini ifade ediyor."
demiştir. Halbuki Allah'ın ilminin ezelî oluşu, aklî ve naklî kesin deliller
ile sabit ve ilâhî ilimde değişme, mümkün olmayacağı için tefsirciler bu âyetlerdeki
ilme birkaç şekilde mânâ vermişlerdir:
1- Temsille
yorumlanmıştır ki, iman üzere sabit olan ihlas sahiplerini görüp bilmek isteyen
şefkatli bir sevgili muamelesi yapmak demektir.
2- Burada
ilim, sebebiyyet (sebep olma) ve müsebbebiyyet ilgisiyle temyizden mecazdır
ki, imanları kuvvetli ve sabit olanları diğerlerinden ayırd etmek demek olur.
Nitekim: "Allah müminleri, şu üzerinde bulunduğunuz halde bırakacak değildir,
pisi temizden ayrılacaktır." (Âl-i İmrân, 3/179) buyurulmuştur.
3- İlim, kendi
hakiki mânâsıyladır. Fakat bilinenle ilgi durumlarını ayırt etmek gerekir.
Bir şeyle varlığından önce bilginin ilgisi durumuyla, bizzat varlığından sonraki
ilgisinin durumu arasında fark vardır. Bunun için kelamcılar demişlerdir ki,
Allah'ın ilmi kadîm (ezelî) olduğu halde tealluku (ilgisi) hâdis (sonradan
olma) olabilir. Ve Allah'ın ilminin olaylara iki ilgisi vardır: Biri, var
olmadan önceki ilgidir ki, ezelidir. Allah Teâlâ ezelde "her şeyi bilen" dir.
İkincisi, varlığından sonra lâyezal (zevalsiz, sonsuz) da ilgisidir ki, Allah
Teâlâ sonsuzda her şeyi varlığından sonra, mevcut veya fânî olarak da olduğu
gibi bilir. Ve bu fark, Allah'ın ilminde bir değişme değil, bilinenin halinde
bir değişme ifade eder. Ve bununla Allah'ın ilminin tahakkuk (gerçekleşme)
ve sabit olması ortaya çıkar. Şu halde bu mânâca ilim, tahakkuk ve icat (yaratma)
mânâsıyla yakından ilgilidir.
4- İlim, lâziminden
mecazdır ki, ceza veya mükafat mânâsınadır. Nitekim dilimizde: "İyiliği et,
denize at, balık bilmezse Hâlik (yaratıcı) bilir." atasözünde, "Halik bilir"
demek, "o takdir eder, mükafatını verir" demektir ki, O'nun mükafatı, en büyük
rızadır. Birçok âyetlerde ilmin bu mânâya geldiği de olmuştur. Nitekim "Allah
için yaptığınız her harcamayı, yahut adadığınız her adağı Allah bilir." (Bakara,
2/270) bu kabildendir. Üçüncü mânâ çok ince ve pek felsefî olduğu için, ikinci
ve dördüncü mânâlardan birisi, genel bir bakışla, daha açıktır. den buraya
kadar olan âyetlerin meâllerinin özeti şu oluyor ki: "Allah Teâlâ bu dine
yardım vaad etmiştir. Eğer siz gerçekten müminler toplumundan iseniz, biliniz
ki, Uhud vakası bu hâl üzere kalmıyacaktır. Devlet, müslümanların olacak ve
onlar sonunda düşmanları istila edeceklerdir. Zaten dünyanın acıları ve tatlıları
sonsuz ve halleri devamsızdır. Ebedî saadet ahirettedir. Ebu Hayyan tefsirinde
nakledilir ki, hafızın birisi, âyetini okurken, dili fasih Araplardan birisi
dinlemiş, o herhalde "O günleri Araplar arasında döndürüp dolaştırırız." olacak
demiş. Kendisine: "Hayır dir", denilince, "Yani biz Allah içiniz ve O'na dönücüyüz,
Ka'be'nin Rabbine yemin olsun ki Arabın devleti elden gitti." demiş ve bu
âyetten İslâm devletinin sırf Araba mahsus olmadığını ve bütün toplumlar arasında
bir tedavül (döndürülmey)e namzed bulunduğunu lisan kuvveti ile anlamıştır.
Bu öğüt, müjde
ve teselliden sonra, Uhud savaşındaki hataları tenkid ve kusur edenleri de
tevbih (kınama) ve terbiye sadedinde buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
142- Yoksa
siz, Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan
cennete girivereceğinizi mi sandınız?
143- Andolsun
ki siz ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz. İşte onu gördünüz, ama
bakıp duruyorsunuz.
144- Muhammed,
ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi
o ölür veya öldürülürse gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim
(böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar veremez. Allah şükredenleri
mükafatlandıracaktır.
145- Allah'ın
izni olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. (Ölüm) belirli bir süreye göre
yazılmıştır. Kim dünya menfaatini dilerse, kendisine ondan veririz. Kim de
ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri mükafatlandıracağız.
146- Nice
peygamberler vardı ki, kendileriyle beraber birçok Allah dostları çarpıştılar;
Allah yolunda başlarına gelenlerden yılgınlık göstermediler, zaafa düşmediler,
boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.
147- Onların
sözleri ancak: "Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı
bağışla ve (yolunda) ayaklarımızı diret, Kâfirler güruhuna karşı da bize yardım
et!" demekten ibaretti.
148- Allah
da onlara hem dünya nimetini, hem de ahiret sevabının güzelliğini verdi. Allah
güzel davrananları sever.
149- Ey iman
edenler! Siz eğer kâfir olanlara uyarsanız, sizi topuklarınız üstünde gerisin
geriye çevirirler. O zaman büsbütün kaybedersiniz.
150- Hayır!
Sizin mevlanız Allah'tır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır.
151- Allah'ın,
hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koşmalarından dolayı,
inkâr edenlerin kalplerine korku salacağız. Onların yurtları ateştir. Zalimlerin
dönüp varacağı yer ne kötüdür!
152- Siz Allah'ın
izni ile düşmanlarınızı öldürürken, Allah, size olan vaadini yerine getirmiştir.
Allah size sevdiğiniz (galibiyeti) gösterdikten sonra zaafa düştünüz. (Peygamber'in
verdiği) emir hakkında tartışmaya kalkıştınız ve isyan ettiniz. Kiminiz dünyayı
istiyordu, kiminiz ahireti istiyordu. Sonra Allah sizi, denemek için onlardan
geri çevirdi ve sizi bağışladı. Allah müminlere karşı çok lütufkârdır.
142-143- "Andolsun
ki siz ölümü istiyordunuz..." Bu hitab müminlerden bir kısmı hakkındadır ki,
yukarda anıldığı üzere, Resulullah (s.a.v.) Bedir harbine ansızın çıktığı
için, harb olacağını zannetmemişler ve bundan dolayı Bedir gazvesinde bulunamamışlardı.
Bedir ashabı hakkındaki ilâhî ikramları anladıkları zaman gitmediklerine pişman
olarak: "Ah keşke biz de Bedir ashabı gibi öldürülüp şehit olsaydık." diye
düşmanla çarpışmak için arzu beslemeye başlamışlardı. Ve hatta Medine'de savunmaya
razı olmayıp, Uhud'a çıkmak için teşvik edenler de bunlardı. Fakat harbe çıkıp
anılan olay olunca birçokları sebat edemediler. Bu âyet bunlar hakkında inmiş
ve önceden harbi arzu ederek ölümü temenni ettikleri halde, onu görünce bakıp
kalmalarından dolayı azarlanmışlardır. Bazı tefsirciler diyorlar ki burada
ölümden kastedilen harbdir. Çünkü savaş, çoğu zaman ölümü içine alır. Bu itibar
ile kendi şahsında ölüme razı olmayan, harbi de temenni etmez. İşte harb ile
ölüm arasındaki bu ilgiden dolayı, çıkıp düşmanla çarpışmak arzusundan ölümü
temenni etmekle tabir buyurulmuştur. Yoksa kastedilen, bizzat ölümü temenni
etmek değildir. Çünkü bir müslüman için ölümü istemek meşru (dine uygun) değildir.
Hatta savaşta şehid olmayı temenni etmenin bile caiz olamıyacağına ve çünkü
bunda kâfirlerin galip gelmesini temenni mânâsı bulunacağını kabul edenler
olmuştur.
Fakat doğrusu,
şehit olmayı istemekte sakınca yoktur. Ve bu âyette ölümü istemekte, şehid
olmayı isteme mânâsı açıktır. Ancak iyi anlaşılmak gerekir ki, şehit olmayı
istemek, düşmanın üstün gelmesini temenni eder gibi, bizzat ölümü temenni
etmek şeklinde olmamalıdır. Asıl maksad, Hak yolunda şehitlik rütbesine erişmek
ve Allah katında vaad edilmiş olan gerçek hayata ermektir ki, bunda ölümü
isteme bir vesile olmak bakımından zımnî (örtülü) kalır. Kısaca, ölmek için
yaşamakla, ahirette gerçekten yaşamak için ölmek arasında pek büyük bir fark
vardır. Savaşacak olanlar, sırf bu maksatla hareket etmeli ve ölümle karşılaştıkları
zaman da ondan kaçınmamalı ve bu imandan ayrılmamalıdır. Uhud savaşı, her
mânâsıyla müdafaa harbi olduğu gibi, tecavüz eden düşmana karşı meydan muharebesine
çıkmak arzusunu besleyen bu müslümanların istek ve arzuları da yapmacık bir
gösteri olmayıp, samimi bir iman eseri olduğunda hiç şüphe yoktu. Fakat "haber
(ağızdan ağıza dolaşan söz), görülen şey gibi değildir." ifadesi gereğince
bugünkü arzu ile yarınki olacak olay arasında büyük bir fark bulunduğundan
kalp ile sözün fiile uygunluğu önemli bir mesele teşkil eder ki, asıl imanın
doğruluğu (sadakatı) bundadır. "Öyle erkekler var ki, Allah'a verdikleri sözde
durdular." (Ahzab, 33/23). Şu halde herhangi bir harbe karar vermek için tam
bir ciddiyetle iyice düşünmeli ve bir kere harbe başladıktan sonra, artık
dönmeyi hatıra getirmemeli, ölmek de gerekirse onu sabır ve sebat ile seve
seve karşılamalıdır. Yoksa kanını son damlasına kadar akıtmaya yeminler ederek
harbi kızıştırıp da selameti kaçmakta arayanlar hiçbir zaman selamet bulamazlar
ve işi perişan ederler, hem de kendileri dünya ve ahirette çöküntüye uğramış
olurlar.
144- ""Muhammed
ancak bir peygamberdir. O'ndan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi
o ölür veya öldürülürse siz gerisin geriye mi döneceksiniz?" Rivayet olunuyor
ki Uhud günü iki ordu çarpışmaya başlayıp harp kızışınca, Peygamberimiz: "Şu
kılıcımı hakkıyla kim alır da bükülünceye kadar düşmana çalar?" buyurmuş ve
onu Ebu Dücane Simak b. Harşet el-Ensarî almış ve başına da kırmızı sarık
sarıp salınarak ve:
"Ben, dostumla,
hurmalıkların yanındaki dağın eteğinde bulunduğum sırada, hiçbir zaman harp
saflarının gerisinde kalmamak üzere antlaştım. Allah ve Resulünün kılıcıyla
vuruyorum..." diyerek beraberindeki birkaç müslüman ile birlikte harbe dalmıştı.
Resulullah: "Bu azametli (kibirlenerek) yürüyüşü Allah ve Peygamberi sevmez
ama, bu makam müstesna" buyurdu. O da karşısına kim gelirse vurup öldürüyordu.
Hz. Ali, Hz. Hamza ve Sa'd b. Ebi Vakkas düşman saflarına dalarak kahramanca
savaşmışlar ve Hz. Ali kılıcı bükülünceye kadar çarpışmıştı. Bu şekilde Allah,
müslümanlara başarı ihsan etmiş, müşrikler hayli kayıp vermiş ve bozulmuştu
da ganimet toplanmaya başlanmıştı. Bunu gören okçuların çoğu ganimete iştirak
etmek için komutanları Abdullah b. Cübeyr'in engellemesine rağmen mevkilerini
bırakıp koştular. Onun yanında ve Resulullah'ın korunmasını emrettiği o mevkide
ancak sekiz kişi kaldı. Düşmanın sağ cenah (taraf) komutanı olup, ilk önce
Hz. Zübeyr'in karşısında geri çekilmiş olan Halid b. Velid, kalan okçuların
azlığını ve arka tarafın boş kaldığını görünce, derhal ikiyüz elli kadar süvari
ile Şı'b tarafından şiddetli bir hücum yaparak, kalan okçuları şehit edip
İslâm askerini arkadan vurdu ve yarıp dağıttı, bütün kuvvetleriyle Resulullah'a
doğru hücum etti. Ashab-ı kiram şiddetle çarpıştılar, içlerinden otuz kişi
yaralandı, Abdullah b. Kamia sokulup Resulullah'a bir taş atarak mübarek rubâıyye
(ön dişlerle azı dişi arasındaki) dişini kırdı ve güzel yüzünü yaraladı, öldürmek
maksadıyla atıldı. (Bir rivayete göre taşı atan Utbe b. Ebi Vakkas idi). Mus'ab
b. Umeyr müdafaya koştu. Fakat İbnü Kamia bunu şehit etmiş ve Resulullah'ı
öldürdüğü zannıyla dönmüş, "Muhammed'i öldürdüm." demişti. O zaman kim olduğu
belli olmayan birisi: "Bilmiş olunuz ki Muhammed öldürüldü." diye acı bir
haykırış haykırmış ve bu ses hemen dağılıvermekle, her taraftan halk dönüp
kaçmaya başlamışlardı ki, hatta bu bağıranın İblis olduğu söylenmiştir. Resulullah
ise: "Allah'ın kulları bana doğru (gelin)." diye çağırıyordu. Bu sırada ashabdan
ilk önce Ka'b b. Malik, kendi tabiriyle, miğferin altında parlayan gözlerinden
Resulullah'ı tanımış, en yüksek sesiyle: "Ey müslüman toplumu! Müjde Allah'ın
Resulü işte!" diye alabildiğine bağırmış, Resulullah da ona "sus" işareti
vermiş, hemen otuz kadar sahabi Resulullah'ın yanına toplanmışlar, onu korumuşlar
ve nihayet müşrikleri uzaklaştırmışlar, geri kalanları dağılmışlardı.
"Muhammed
öldürüldü" yaygarası üzerine çok sarsılmışlar ve perişan olmuşlardı. Bir kısmı,
"savaşı bırakalım" demiş, ellerini salıp oturmuşlar; bazıları: "Abdullah b.
Übeyye gidecek bir adamımız olsa da bize Ebu Süfyan'dan bir eman (güven) alıverse."
diye söylenirmiş. Bir kısım münafıklar da: "Muhammed peygamber olsaydı öldürülmezdi,
artık eski dininize dönünüz ve kardeşlerinize başvurunuz." diye ikiyüzlülüklerini
açığa çıkarırlarmış. Bundan dolayı, bütün bunlara karşı Enes b. Nadr hazretleri
(Enes b. Malik hazretlerinin amcasıdır) kalkmış: "Ey topluluk! Eğer Muhammed
öldürüldüyse, Muhammed'in Rabbi canlı ve ölmemiştir. Resulullah'dan sonra
sağ kalıp da ne yapacaksınız? Onun savaştığı uğurda savaşın da ve onun öldüğü
uğurda şeref ve şan ile ölün." demiş, bundan sonra: "Allah'ım şunların dediklerinden
sana özür beyan ederim ve şunların (münafıkların) yaptıklarından yüz çeviririm."
diye dua ettikten sonra, kılıcını çekip muharebeye atılmış ve şehid oluncaya
kadar harp etmiş ki, yetmiş yara aldığı rivayet olunmuştur. Ve birtakım insanlar
da aynı şekilde şehit olmuşlardır ki, Sa'd b. Rebî' ve kanlar içinde yuvarlanan
Ensarî bu cümleden idi. Kaçanlardan bazıları Medine'ye kadar gitmişler ve
çoğu dağda kalmışlar, sonra toplanmışlar ve düşman açıldıktan sonra Peygamberimiz
de yanındakilerle beraber oraya çıkmış ve birleşmişlerdi. İşte bu âyet, bu
öldürme yaygarası üzerine görevlerini terkedenleri terbiye ve makam-ı sıddîkîn
(doğruların makamın)e irşad için inmiştir. Olay öldürme şayiasının yayılması
üzerine olduğu halde âyette ölümün öne alınması, Resulullah hakkında öldürülmesinin
vaki olmadığı ve olmayacağı, fakat ölümün muhakkak vuku bulacağı için, özellikle
Peygamber'in vefatı sırasında ortaya çıkacak olaylara dikkati çekmek ve o
bakış açısından dinî terbiyeyi kuvvetlendirme hikmetini içine almaktadır.
"Allah seni insanlardan korur." (Maide, 5/67) buyurulmuş olduğu halde, birtakım
ashabın öldürülme söylentisine nasıl ihtimal verebildikleri meselesine gelince:
Birinci olarak, bunun o zaman nazil olmuş bulunduğu malum değildir. Ve öldürülmüş
peygamberler de vardır. İkinci olarak, her âyet herkesin bilgisi altında olmayabilir.
Üçüncüsü, herkes için her bildiğini, her zaman ve her yerde hatırlamak mümkün
olmaz. Özellikle böyle dehşetli korkular karşısında şiddetli üzüntü ile bildiğini
unutmak beşerî arızalardandır. Nitekim Hz. Ömer, Peygamberimizin vefat ettiği
gün, işbu âyetini ancak Hz. Ebu Bekir'in hatırlatmasıyla hatırlamıştı.
"İnkılâb alâ'l-akıb
= " esas olarak, "ökçeler üzerine dönmek" demektir ki, asker yürüyüşünde olduğu
gibi tam sağdan veya soldan geri dönmektir. İki ökçeyi birden yerinde çevirmek
suretiyle ayakları çaprazlaştırdığından yürümeyi imkansız bırakır, Kur'ân'da
bu tabir, ya harpte kaçmaktan kinaye veya dinden irtidad (dinden dönme)den
mecaz olmak üzere iki mânâya ihtimali vardır. Burada açık olan "dinden dönme"
mânâsıdır ki, harpten kaçmak dolayısıyla inkârî istifham (soru) ile "irtidad
mı edeceksiniz?" (dinden mi döneceksiniz?) diye bir tevbîh (azarlama) ifade
eder. Ve Peygamberimizin vefatından sonra müslümanların görevlerini hatırlatır.
Ve bu azarlama ve hatırlatmanın mahsulü de şu olur: "Muhammed ancak bir Resuldür.
Ondan önceki bütün peygamberler ise gelmiş geçmişlerdir. Şu halde Muhammed
de onlar gibi gidecektir. Bu yönden O'nun diğer peygamberlerden bir farkı
yoktur. Peygamberlerin tebliğ ettikleri şeriat (din)lerin bâkî kalması için
de kendilerinin bâkî kalmaları şart değildir. Önceki peygamberlerin hepsi
vefat etti. İman eden tabileri sebat edip dinlerini muhafaza ve müdafaa ettiler.
Risaletin hükmü budur. Muhammed aleyhisselama ait elçiliğin hükmü de başka
değildir. Bu böyle iken eğer Muhammed vefat eder veya öldürülürse, siz onun
dininden dönüverecek veya onu müdafaa etmiyecek misiniz ki, bir öldürülme
söylentisi üzerine kaçmaya kalkıştınız? Hayır, Muhammed (s.a.v.)'in vefatından
sonra sizin hayır ve menfaat (çıkar)ınız dönmekte değil, sebattadır. O zaman
bu görev tamamen size kalacak ve siz sözünüzde durup onu yerine getirirseniz
şükredenlerden olacaksınız ve muhakkak Cenab-ı Allah'ın mükafatına ereceksiniz.
Nitekim geçmiş peygamberlerin ümmetleri de ancak böyle mesut olagelmişlerdir".
Burada yüksek
nazmı, Resul'den hâl veya sıfat veya bir isti'nafiyye cümlesi olarak bir kübra
(önerme) yerindedir. Ve bütün peygamberlere genel olduğu açık bir şekilde
anlaşıldığından Hz. İsa da bunda dahil olmuş olur. Ve bu genel nassın, mütevatir
olmayan hadislerle tahsisi caiz olmamak gerekir. "Onu (İsa'yı) öldürmediler
ve asmadılar, fakat (öldürdükleri) kendilerine (İsa'ya) benzer gösterildi."
(Nisa, 4/157) âyeti de öldürme ve asmanın reddinde kat'î ise de, genelde ölümü
reddetmede kat'î olmadığından bunu tahsis edici olamaz. Şu halde Hz. İsa'nın
ölmediği ve ahir zamanda ineceği hakkında varid olan sahih hadislerin mânâsını,
bilinen ölümden başka bir yöne yormak gerekecektir. Çünkü genel nassın, genelliği
üzere cereyan etmediği farzedilecek olursa, âyetin takribinin tamamlığı işkâl
yeri olacaktır. Çünkü kazıyye (önerme), genel olmadığı takdirde, bazı peygamberlerde
geçmiş misal ile ölümün caiz görülmesi sabit olsa bile, hepsinde bir hükmü
isbat edecek olan ölümün tahkiki sabit olmayacaktır.
"Allah şükredenleri
mükâfatlandıracaktır." Burada "şâkirin"den maksad, İslâm'da sebat ederek vazife
yapanlardır. Bunun için "sâbitîn = sebat edenler" veya "tâiîn = itaat edenler"
diye tefsir edilmiştir. Hz. Ali, "sâbitîn" (sebat edenler) ile tefsir eder
ve dermiş ki: "Bunlar, Ebu Bekir ve arkadaşlarıdır. Ve Ebu Bekir şâkirîn (şükredenler)in
başıdır". Buna göre âyet, öldürülme söylentisi üzerine dönme ve kaçmanın,
dinden dönme değilse de, ona yakın büyük bir günah olduğunu anlatmakla bir
azarlama ve inananları sıddîkîn (güvenilir kimseler)in makamına yükseltecek
bir terbiyeyi içermiş olduğu gibi, bilhassa Peygamber'in vefatı sırasındaki
dinden dönme (irtidad) olaylarının ve Hz. Ebu Bekir'in bunlara karşı doğruluk
metanetiyle güzel başarısına bir işareti içine almaktadır. Ve bu şükretmenin
dünyada mükafatı de İslâm devletinin kuruluşu olmuştur.
145- Öldürülme
söylentisi üzerine perişan olanlar üzerinde iki duygudan biri veya her ikisi
etken olduğu anlaşılıyor ki, birisi Peygamber'in vefatından son derece müteessir
olarak her şeyden vazgeçmek; diğeri de düşman karşısında ölümden korkup can
derdine düşmektir. birinciye cevap olduğu gibi, işbu de ikinciye veya her
ikisine karşı teselli ve irşadı içine almış olarak metanet (dayanma) ile cihada
sevk ve bu konuda bu iki endişenin bile bir mazeret olamayacağını açıklamaktır.
Gerçekten Allah Teâlâ'nın izni ve iradesi olmaksızın hiçbir kimsenin ölmesi
ihtimali yoktur. Gerek döşekte olsun, gerek öldürmekle olsun, mutlak ölüm
böyle olunca, Allah'ın iradesi erişmeden ne düşmanın saldırısıyla, ne de kendi
arzusuyla kimse ölmez. Demek ki Muhammed vefat eder veya öldürülürse düşmanın
saldırmasıyla değil, Allah'ın izniyle olacaktır. Aynı şekilde her hangi bir
şahıs da ölecek veya öldürülecek olursa, o da düşmanın saldırmasıyla değil,
Allah'ın emriyledir. Ve bunun böyle olduğu da Uhud olayının tecrübî (deneysel)
sonuçlarından biri olmak üzere sabittir. Eğer böyle olmasaydı, o gün hiçbir
kimse kurtulamazdı. Buna göre her iki takdirde Allah'ı unutmamak ve Allah'ın
iradesine, tam bir rıza ile itaat edip görev yapmak gerekir. Harp meydanında
vazife ise kâfirlere karşı koymak ve i'lây-ı kelimetullah (Allah'ın kelimesini
yükseltmek) uğrunda hiçbir şeyden çekinmemektir. İyi bilinmelidir ki, korkunun
ecele faydası yoktur. Kâfirlere mağlub olanlar, bir müddet hayatta kalsalar
bile, dinden dönme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Allah'ın izniyle ölüm
ise tayin edilmiş bir şekilde yazılır. Yani Allah katında bilinen bir vakit
ile takdir edilmiştir ki; ne ileri gider, ne geri kalır. Bir insan, gerçekte
nasıl bir şekilde ölecekse öyle ölür. Ve onun dünyada iki ömrü yoktur. Şu
halde iki eceli de yoktur. Bazı kimseler ecel-i müsemmâ (eceliyle gelen, normal
ölüm) ve ecel-i kaza (kaza ile gelen ölüm) diye iki ecel tasavvur ederler.
Ve, "Zavallı eceli gelmeden kazaya uğradı." derler. Bilmezler ki, olay ne
ise ömür, ecel odur. Ve o kimsenin Allah katında bilinen vakti ondan ibarettir.
Bundan başkası gerçekten değil, zâtî ve aklî imkan üzerine kurulmuş varsayımlar
ve ihtimallerdir. Herkesin gerçekte ömrünün, ecelinin birliği, inkâr imkanı
bulunmayan apaçık bir gerçek olduğu halde, birtakım kimselerin bunu karmaşık
bir mesele imiş gibi "ecel bir mi, iki mi?" diye konuşmaya kalkışmaları, konuyu
kavrayamamalarından doğar. Evet, kaderin sırrı belli olmaz ve yaşayan bir
kimsenin ne vakit ve ne şekilde öleceğini de Allah'tan başka kimse bilmez.
İlâhî kanunda ölümün sebepleri olarak tanınmış birçok şeyler de vardır. İnsan,
ecelinin ne olduğunu bilmediği için bunlardan sakınmalıdır. Ve fakat muhakkak
şu bilinmelidir ki bu sakınma ne ilâhî iradeyi değiştirir, ne de Allah katında
bilinen ve takdir edilmiş olan eceli değiştirir. Şu halde ölüm endişesi, hayatla
ilgili kayıtlanmalar, Allah'a karşı olan mühim vazifeleri unutturmamalıdır.
Çünkü hayat ve ölümün bizzat dayanağı sırf Allah'ın dilemesidir. Ve bunda
kimsenin tesiri yoktur. Fakat hayattan istifade ve hayatın meyvelerini toplayabilme,
devşirebilme hususu böyle değildir. Bu cihet (yön) beşer iradesiyle ilgilidir.
Bunun için buyuruluyor ki, ve her kim dünya sevabı isterse, ona dünya sevabından
veririz; her kim de ahiret sevabı isterse, ona da ahiret sevabından veririz.
Kayıtları gösteriyor ki istenilenin hepsi verilmezse de, her halde biraz olsun
verilir. Ve kulun iradesi büsbütün hükümsüz kalmaz. Burada "dünya sevabı"
kısmı, ganimet arzusuyla koşanlara bir ta'riz (taşlamay)i içermektedir. O
şükredenler ki, İslâm nimetinde sebat edip, Allah'ın kendilerine ihsan ettiği
kudret ve kuvveti, yaratılış gayesi olan itaate sarfederek şükrünü eda ederler
ve hiçbir engel karşısında bundan dönmezler. Bu şükredenlerden maksat ya lâm-ı
ahd (ahid lâmı) ile şehidler ve diğer bilinen mücahidler bunda ilk girenlere
dahildirler. Burada şükrün cezasından kastedilenin de, ahirete ait sevab olduğu,
sözün gelişinden açıkça anlaşılmaktadır.
146-147-148-
"Ribbiyyûn" kelimesi, nin çoğuludur ki, "rabbânî" gibi rabbe nisbettir. Rabbe
kulluk eden demektir. nın esresi, Basra-Bısriyyûn gibi ism-i mensûbun değişimlerindendir.
Rabbânî, mürebbî (terbiyeci) demek olan "rabbe"ye nisbet olarak düşünülebildiği
gibi, "ribbî" de cemaat demek olan "ribbe"ye nisbet olarak da tahlil edilmiştir
ki, esasında sosyal anlamı düşüncesiyle "cemaat" (toplum) diye tefsir edilmiştir.
Bunlardan başka Vâhidî'nin Ferrâ'dan naklettiği üzere "evvelûn" (yani evvelkiler,
öncekiler) mânâsına da gelir. Bazıları, "rabbânî" ile "ribbî" arasında bir
mânâ farkı bulunduğunu söylemişlerdir. Bu cümleden olarak İbnü Zeyd demiştir
ki: "Rabbânî, veli imamlar, de halkdır ki, ribbe bağlıdırlar. Buna göre "rabbânî"
ve "ribbî" ikisi de "rabbe intisab" mânâsını içermekle beraber, ribbe bağlanmakla
terbiye ve öğrenim görmüş topluluk; rabbânî de rabbe bağlanmakla diğerlerine
öğretim ve eğitim yaptırabilecek yüksek seviyede bulunanlar diye ayırım yapılması
en uygun mânâ olacaktır. Bununla beraber bunların anlamdaş veya "ribbiyyûn"un,
"rabbâniyyûn"dan daha şümullü olarak da kullanılması caiz olur. Yukarda, Allah
tarafından peygamberliğe, kitaba, hüküm ve hükumete nail olmuş bir beşerin
insanlara karşı, "bana kul olunuz" diye rubûbiyyet (tanrılık) iddiasına hakkı
olmadığı ve "Fakat Rabb'e halis kullar olun." (Âl-i İmran, 3/79) âyeti gereğince
bunların görevi öğretim ve eğitim ile rabbâniyyûn yetiştirmek olduğu açıklanmakla,
Muhammed aleyhisselâmın gönderilmesinin hikmetlerinden birisi de rabbâniyyûn
yetiştirmek olduğu anlaşılmış ve bundan sonra "Siz, insanlar için çıkarılmış
en hayırlı ümmet oldunuz." (Âl-i İmran, 3/110) ilâhî fermanıyla Muhammed ümmetinin,
ümmetlerin en hayırlısı olacağı da anlatılmış idi. İşte burada, Uhud olayı
dolayısıyla Muhammed aleyhisselâma ait sebepler yüksek bir mânâ ile terbiye
edilmek üzere, "Siz öyle ümmetlerin en hayırlısı olarak rabbânîler olmaya
namzedken, geçmiş peygamberlerin ümmetleri kadar da olamayacak mısınız ki,
öldürülme söylentisi karşısında perişan oluverdiniz." meâlinde büyük ve ince
bir azarlama ortamında, buyurulmuştur.
149-150- "Ey
iman edenler! Eğer siz kâfirlere itaat ederseniz..." Peygamberlerin yardımcılarına
uymayı özendirdikten sonra, bu âyetler de "Eski dininize dönünüz." diyen münafıkların
sözleri sebebiyle inmiştir. Bununla birlikte bütün kâfirlere uymaktan sakındırılmıştır.
Bu sakındırma hitabı özellikle şu mânâyı içeriyor ki, cihaddan kaçmak, kâfirlere
uymak ve mağlub olmaya, bu da neticesiyle dünya ve ahirette zarar doğuran
dinden dönmeye götürecek bir felakettir.
151- "Allah'ın,
hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koşmalarından dolayı
inkâr edenlerin kalblerine korku salacağız." "er-Ru'b ", kalbi dolduran korku;
"sultan", hüccet ve bürhan ve delil demektir. Dikkate değer ki, müslümanlara
büyük bir vaadi içeren bu âyet, kâfirlerin hepsinde Allah'a bir şirk bulunduğunu
ve şirkin hiçbir ilmî esasa dayanmayan bir zulüm, bir haksızlık olduğunu ve
korkunun sebebi de bu şirk olacağına işaret etmekte ve bu şekilde müslümanları
tam bir ihlas (samimiyet)a sevketmektedir. Buna göre geniş mânâsıyla "müşrikler"
deyimi, "kâfirler" deyimiyle müradif (eşanlamlı) demektir.
152-Şimdi,
"Allah Teâlâ inananlara böyle vaadlerde bulunuyor da Uhud olayında niye bu
musibetler oldu?" gibi bir soru akla gelirse, şurası muhakkak ki Allah size
olan va'dini yerine getirmiş, doğruluğunu göstermiş idi. O sıradaki siz düşmanları,
Allah'ın izniyle, doğruyordunuz. "Hass = ", öldürmek suretiyle hissi ibtal
etmek mânâsına olup, çok öldürmek ve kökünü kesmek mânâlarına gelir. Yani
düşmanınızı Allah'ın yardımıyla bozmuş, önünüze katmış devamlı kesiyordunuz
ve kesecektiniz. Fakat siz bu yardımın tamam olması için sabır, korunma ve
emre uymak gibi gerekli şartlara riayet etmediniz. Onun için vaadin tahakkuku
o zamana kadar devam edebildi ki nihayet kalb zayıflığına düştünüz, sabredemeyip
ganimete hırs ettiniz, emir ve kumandada münakaşa ettiniz ve isyan eylediniz.
Çünkü okçular, Hz. Peygamber'in tertip ettiği ve "her ne olursa olsun buradan
ayrılmayınız" dediği mevkiden kendi kanaatlarıyla ayrılmışlar ve komutanları
Abdullah b. Cübeyr'in emrini dinlememişlerdi. Bütün bunlar da Allah'ın, size
sevdiğiniz zafer ve ganimeti, düşmanın bozulmasını göstermesinden sonra oldu.
O halde ki, kiminiz dünyayı arzu ediyordu, ganimete koştu, kiminiz de ahireti
istiyordu, yerinde kaldı, şehid düştü. Allah onu gösterdikten sonra o kalb
zayıflığınız, münakaşa ve isyanınız üzerine sizi o musibetlerle denemek ve
imtihan etmek için düşmanlardan yüzünüzü çevirdi, bununla beraber şurası muhakkak
ki pişmanlığınız nedeniyle sizi affetti de. Allah Teâlâ bu müminlere böyle
büyük bir lütuf ve ihsan sahibidir. Ve o affetme, sizin pişmanlık ve imanınız
dolayısıyla bu ilâhî lütfun eseridir. Yoksa bütün bütün mahvolmanız hiçbir
şey değildi.
Allah'ın
sizi denemesi o zaman idi ki veya hatırınıza getirin o zamanı ki:
Meâl-i Şerifi
153- Peygamber
sizi arkanızdan çağırıp dururken, siz boyuna uzaklaşıyor, hiç kimseye dönüp
bakmıyordunuz. Bundan dolayı Allah, size gam üstüne gam verdi ki, ne elinizden
gidene, ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
154- Sonra
o kederin ardından (Allah) üzerinize öyle bir eminlik, öyle bir uyku indirdi
ki, o, içinizden bir zümreyi örtüp bürüyordu. Bir zümre de canları sevdasına
düşmüştü. Allah'a karşı, cahiliyet zannı gibi, hakka aykırı bir zan besliyorlar
ve "Bu işten bize ne?" diyorlardı. De ki: "Bütün iş Allah'ındır". Onlar sana
açıklamayacaklarını içlerinde saklıyorlar (ve) diyorlar ki: "Bize bu işten
bir şey olsaydı burada öldürülmezdik". Onlara şöyle söyle: "Eğer siz evlerinizde
olsaydınız bile, üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar yine muhakkak yatacakları
(öldürülecekleri) yerlere çıkıp gidecekti. Allah (bunu) göğüslerinizin içindekini
denemek ve yüreklerinizdekini temizlemek için yaptı. Allah göğüslerin içinde
olanı bilir.
155- İki toplumun
karşılaştığı gün, içinizden yüz çevirip gidenler var ya, şeytan onların kazandıkları
bazı şeylerden dolayı ayaklarını kaydırmak istedi. Ama yine de Allah onları
affetti. Kuşkusuz Allah çok bağışlayandır, halim(çok yumuşak)dir.
156- Ey iman
edenler! Sizler inkâr edenler ve yeryüzünde sefere veya savaşa çıkan kardeşleri
için: "Eğer bizim yanımızda olsalardı ölmezlerdi ve öldürülmezlerdi." diyenler
gibi olmayın. Allah bunu, onların kalplerine bir hasret (yarası) olarak koydu.
Allah, diriltir ve öldürür. Allah yaptıklarınızı görmektedir.
157- Eğer
Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah'ın bağışlaması ve rahmeti, (sizin
için) onların topladıkları (dünyalıkları)ndan daha hayırlıdır.
158- Andolsun,
ölseniz de, öldürülseniz de Allah'ın huzurunda toplanacaksınız.
159- Sen (o
zaman), sırf Allah'ın rahmetiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba,
katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları
sen bağışla, onlar için Allah'dan mağfiret dile. (Yapacağın) işlerde onlara
da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah'a dayan. Muhakkak ki Allah
kendine dayanıp güvenenleri sever.
160- Allah
size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, artık
ondan sonra size kim yardım edebilir? Müminler ancak Allah'a güvenip dayansınlar.
161- Hiçbir
peygambere ganimet malını gizlemesi (devlet-millet malını aşırması) yaraşmaz.
Kim böyle bir aşırma ve ihanette bulunursa kıyamet günü aşırdığını boynuna
yüklenerek getirir. Sonra da herkese kazandığının karşılığı tastamam ödenir,
onlar haksızlığa da uğramazlar.
162- Allah'ın
rızasına uyan kimse, Allah'ın hışmına uğrayan ve varacağı yer cehennem olan
kimse gibi midir? Varış yeri olarak ne kötüdür orası!
163- Onlar
(insanlar) Allah katında derece derecedirler. Allah, onların yaptıklarını
görmektedir.
153- O sırada
uzak uzak gidiyordunuz, yahut dağlara çıkıyordunuz ve hiç bir kimseye dönüp
bakmıyordunuz (yani alabildiğine kaçıyordunuz), Peygamber ise gerinizde (yani
ordunun arkasındaki kuvvetler içinde) sizi çağırıp duruyordu. Yukarıda nakledildiği
üzere "Bana doğru gelin ey Allah'ın kulları." diye çağırıyordu. Demek ki kaçışın
şiddetinden merkez, artçılar halinde (yani artçılar gibi) kalmıştı. Böyle
oldu da Allah sizi, gam üstüne gam ile cezalandırdı. O ganimet kayboldu. Öldürülüyor,
yaralanıyordunuz. Düşmanın zaferinden dolayı çok üzülüyordunuz. Peygamber'i
öldürmek için yapılan hücum ile içi kan ağlar ve perişan durumda kaldınız.
Yahut, Allah sizi gama karşı gam ile cezalandırdı. Siz isyanınızla Peygamber'i
üzdünüz, Allah da buna karşılık sizi bu gamlarla gamlandırdı. Diğer bir mânâ
ile, Peygamber sizin başınıza gelen felaketlerin acısını yüklenerek size gam
ortağı oldu ki ne kaybettiğiniz fırsat ve üstünlük, ne de uğradığınız musibet
(kötülük)lere üzülmeyesiniz. Dünya olaylarına karşı metin ve tecrübeli olarak
Allah'a sığınıp geleceğe hazırlanasınız. Zira bu şekilde deneyle görülmüş
oldu ki, acı acıyı unutturur. En büyük zannedilen gamları unutturacak gamlar
olur. Ve bir lahza içinde Allah yenilenleri galip, üzülenleri memnun edebilir.
Ve Allah bütün yaptıklarınızdan ve yapacaklarınızdan haberlidir.
154- O gamdan
sonra Allah size bir emniyet, bir uyku verdi ki, içinizden bir kısmını bu
uyku basıyor, sarıyordu. Malumdur ki, insanı şiddetli korku içinde uyku tutmaz,
uykusuzluk devam ettikçe de perişanlık artar. Buna göre, böyle bir hâl içinde
uyuyabilen, korkuyu unutmuş, bir emniyet duymuş, kalbinde bir sükûnet (sakinlik)
bulmuş demektir. Rivayet ediliyor ki, müşrikler olayın cereyanından sonra
Uhud'dan açılırken, "yine geleceğiz" diye tehdid savurarak açılmışlardı. Müslümanlar
da duruma bakarak emin olamıyorlardı. Düşmanın sahte bir dönüşle, aldatarak
tekrar hücum etmesinden veya giderken Medine'ye bir baskın yapmasından çok
fazla endişe ediyorlardı. Ve hatta düşman dönüp şiddetle bir hücum daha yapacak
olursa bütün bütün yok olmak tehlikesinin bile baş göstereceğinden korkanlar
bulunuyordu. Bunun için kalkanlarının altında çarpışmaya hazır bir halde duruyorlardı.
İşte bu korku ve keder içinde bulundukları bir sırada idi ki, Allah bir emniyet
verdi. Uyuklamaya başladılar. Hazreti Zübeyr demiştir ki: "Korkunun şiddetlendiği
sırada ben Peygamber'le beraberdim. Allah bize bir uyku verdi ki, beni uyku
basıyordu ve uykum arasında rüya gibi Muattib b. Kureyş'in, "Bize bu işten
bir şey olsaydı burada öldürülmezdik." dediğini vallahi işitiyordum". Ebu
Talha hazretleri de demiştir ki: "Uhud günü başımı kaldırdım, kimi gördümse
kalkanının altında uykudan eğilmiş idi. O gün ben de uyku basanlardan idim,
elimden kılıcım düşerdi alırdım. Sonra kamçım düşerdi alırdım". Böyle bir
emniyet duygusu Bedir'de de vâki olmuştur. "O zaman sizi, Allah'dan bir güven
olmak üzere hafif bir uyku bürüyordu." (Enfal, 8/11) ki bunlar, Allah'dan
gelen feyz ve ilhamlar ve ilâhî sükünet cümlesindendir. Bu uyku, normal bir
uyku olmayıp, fevkalade ilâhî bir yardım olmuş ve müslümanlar bundan çeşitli
şekillerde istifade etmişler. sözünden anlaşılıyor ki, orada bütün müminlere
inen bu uyku, hepsini birden bastırmamıştır. Sözün kısası bu askerde iki zümre
vardı. Müminler, münafıklar. Müminler, Muhammed aleyhissalatü vesselamın Allah
tarafından hak peygamber olduğuna ve sözleri kendi arzusundan olmayıp hak
vahiy bulunduğuna kesin şekilde inanmış ve Allah'ın bu dine yardım edeceğini
ve bütün dinlere üstün getireceğini de Peygamber'den dinlemiş bulunduğundan,
bu kötü olayın, köklerini kesecek bir yok etmeye kadar varamayacağına imanları
gereğine kesin ümitleri vardı. Bu sayede o korkulara rağmen emniyetleri yok
edilmemiş "Ne kaybettiğiniz fırsat ve üstünlüklere, ne de uğradığınız musîbetlere
üzülmeyesiniz." sırrı da tecelli etmiş bulunduğundan, kendilerini uyku tutabilmiş
ve bununla bütün bütün sükunet bularak korkuları tamamen kalkmış ve kendilerini
toplamışlardı.
Diğer bir
topluluk da nefislerinin derdine düşmüş, kendilerinden başka bir şey düşünmüyor.
Dine, Peygamber'e önem vermiyor, nefislerine ait istekleriyle uğraşıyorlardı
ki, onlar münafıklar idi. Muhammed aleyhisselamın peygamberliği hakkında şüphe
üzerinde bulunuyorlar ve harbe ganimet hevesiyle veya ihtilal fikriyle gelmişlerdi.
Çokları daha başlangıçta Abdullah b. Übey ile beraber savuşup gitmiş, bir
kısmı da kaçamamış kalmıştır. Olay bu duruma dönüşünce, başlangıçta gönüllerinde
intikam almış gibi bir sevinç hissettiler; sonra da her iki taraf için şüpheli
mevkide bulunduklarından dolayı, korkuları şiddetlendikçe şiddetlendi. Gözlerine
uyku girmedi. Cahiliyye (İslâm öncesi) kafasıyla Allah'a sû-i zanda bulunuyorlar,
"Artık Peygamber'in işi bitti, yok oldu." batıl zannında bulunuyorlardı. "Muhammed
hak peygamber olsaydı, Allah ona böyle kafirleri musallat etmezdi." diyorlar,
Allah'ın "Dilediğini yapar, dilediğine hükmeder." bir fail-i muhtar, dilediğini
yapmakta serbest olduğunu bilmiyorlardı. Allah'ın Resulü'ne güya danışıyorlarmış,
emir bekliyorlarmış gibi, "gözetilen o zafer işinden bizim için az bir pay
var mı?" Diğer bir mânâ ile, "bize bir iş, bir tedbir var mı?" diyorlardı
ki; bu deyim, "Nasıl, bundan sonra hakimiyet işinden bize de bir hisse var
mı?" gibi, bir siyasi (politik) maksadı veyahut, "Nasıl, bu işlerde biz bir
dolap çevirebiliyor muyuz? Senin vaad ettiğin zaferi neticesiz bırakacak bir
rol oynayabiliyor muymuşuz?" gibi bir kinciliği içine alabilir.
Ey Muhammed!
De ki: Bütün iş Allah'ındır. Şu halde neticede bütün galibiyet (üstünlük)
O'nun ve O'nun dostlarınındır. "Şüphesiz ki Allah'tan yana olanlar üstündürler."
(Maide, 5/56). Yahut bütün Bedir onundur. Ezelde ilâhî takdirinde ne hükmetmiş
ise o olacaktır. Ey Muhammed! O münafıklar nefislerinde (yani gönüllerinde
veya kendi aralarında) bir şey, bir bozuk fikir, bir küfür gizliyorlar ki,
onu sana açmazlar. Denilmiş ki, müslümanlarla beraber bu savaşa geldiklerine
pişman oluyorlardı. Aralarında "Bizim için o vadolunan işten bir şey olsaydı
(yani Muhammed'in vaadi doğru olsaydı), yahut bizim fikir ve tedbirden hissemiz
olsaydı, fikrimizle hareket edilseydi, burada böyle öldürülmeye maruz olmaz,
içimizden bu kadar ölü vermezdik." diyorlar. Ecelin iki olduğunu söylüyorlar,
normal sebeplerin, ilâhî iradenin tersine etki edebileceğini sanıyorlar. "Emr"
kelimesi ya "umûr" kelimesinin veya "evamir" kelimesinin müfred (tekil)i olduğuna
göre, bu söz birkaç mânâya gelebilir. Bir yandan Hz. Peygamber'in belli şartlarla
Allah tarafından vaad etmiş olduğu zafer işini yalanlamak maksadıyla peygamberliğe
bir itiraz; diğer yönden yukarda açıklandığı üzere Abdullah b. Übeyy'in Medine'den
çıkılmaması hakkındaki reyi kabul edilmemiş olduğundan dolayı, Peygamber'in
emir ve isteğini hatalı bulma ve bunun altında istişareden daha kuvvetli bir
şekilde hükümet işine iştirak etmek ve işe karışmak, bu niyetle Peygamber'in
idare şeklini istibdatkâr (keyfi idareye yakışır şekilde) görmek isteyen bir
ihtilal fikri vardır. Bu münafıklar derken bu niyetleri besliyorlar ve tabiatıyla
açıklıyamıyorlardı. Halbuki önce Resulullah, münafıkların başı olan Abdullah
b. Übeyy'i istişareye davet etmişti. İkinci olarak kendisi de rüyasını anlatmış
ve aynı görüşte bulunmuş ve fakat şûrâ (danışma kurulu)nın çoğunluğu, çıkmak
görüşünde ısrar ettiklerinden dolayı, o görüş hakim olmuştu. Buna göre bu
durum karşısında Resul-i Ekrem'e münafıkların bir çeşit istibdad isnat edercesine
"eğer bu işten bize bir şey olsaydı..." demeleri, iftira edercesine bir gerçeğin
tahrifi (bozulması) idi. Üçüncü olarak, bu olay ile tecrübe göstermişti ki,
münafıkların istişare içine alınması bile hikmete uygun değildir. Çünkü Abdullah
b. Übey, kibir ve gururundan fikrinin kabul edilmemesine tahammül edemeyerek
kırgınlığını artırmış, savaşla ilgili tedbirlerin akışını yakından öğrenerek
ona göre orduda ihtilal çıkarmaya çalışmıştır. Bu sebepleydi ki yukarda açıklandığı
üzere " Ey inananlar, kendinizden başkasını kendinize dost edinmeyin." (Âli
İmran, 3/118) ayeti inmiş ve "De ki: Bütün işler Allah'a aittir." ilâhî emri
ile bu bakış açısından da gerçek gösterilmiştir. Ve bunlara rağmen İslâm ile
ilgili işlerde istibdad (zorbalık) olmadığını ayrıca açıklamak için de "İşte
onlarla istişare et." (âyet: 159) emri gelecektir. Şimdi böyle ölü vermezdik
iddialarına da "Eğer siz evlerinizde olsaydınız bile, üzerlerine öldürülmesi
yazılmış olanlar, yine öldürülüp yatacakları yere çıkıp gideceklerdi." diye
cevap, emir buyurulmuştur. Yani, "Ey Muhammed de ki, Uhud'a çıkmayıp da evlerinizde
(yani Medine'de) bulunsaydınız, öldürülmeleri yazılmış olanlar, herhalde,
devrildikleri yerlere çıkacaklar, yine öldürüleceklerdi". Zira Allah'ın takdirini
geri çevirmek ve değiştirmek mümkün değildir. Ve bundan dolayı Allah'a su-i
zan (kötü zan) da bulunmamalıdır. Allah bunları inananlara yardımı olmadığından
değil, nice nice hikmet ve iyi şeyler için ve özellikle içinizdeki ihlas (samimiyet)
ve nifak(bozgunculuk)ı tecrübe âleminde imtihana çekmek ve kalblerinizdeki
gizli şeyleri, vesveseleri, şüpheleri günahları tasfiye ve temizlemek için
böyle yapmıştır. Şunu da bilmeli ki Allah sinelere arkadaş olan ve onlardan
ayrılmayan sırları ve gizlilikleri tamamen bilir. Şu halde öyle imtihanlara
çekmesi de bilmediğinden değildir. Bunda, Rabb olmanın gerektirdiği bir seçme
sırrı vardır ki, bununla müminler alışkanlık kazanır, münafıkların da durumları
ortaya çıkar.
155- Şüphe
yok ki iki ordunun çatıştığı gün içinizden yüz çevirenler (yani düşmandan
dönen veya Medine'ye kadar kaçanlar), herhalde kazanmış oldukları bazı hatalar
sebebiyle şeytan onların ayaklarını kaydırmak istedi. O bazı günahlar ne idi?
Onu ancak Allah bilir ve burada gizlemiştir. Anlaşılıyor ki itaat, itaate
sevkettiği gibi, günah da günaha sevkeder. Ve insanın şeytana kapılmak kabiliyetini
artırır. Bununla beraber muhakkak ki Allah onların günahlarını affetti. Çünkü
"Allah çok bağışlayıcı ve halim" dir. "Eğer Allah yaptıkları yüzünden insanları
hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiç bir canlı yaratık bırakmazdı". (Fâtır,
35/45) Artık ümitsiz olmak, kötü zanna düşmek caiz değildir.
O gün sebat
eden veya kaçanların sayısı ve kimlikleri hakkındaki haberler çeşitlidir.
Muhammed b. İshak'ın nakline göre üçte birisi yaralı, üçte biri bozguna uğramış,
üçte biri de sebat etmiş. Bozguna uğrayanlar hakkında da ihtilaf vardır. Denilmiş
ki bir kısmı Medine'ye kadar vardı ve Resulullah'ın öldürüldüğünü haber verdi.
Bu, Sa'd b. Osman idi. Ondan sonra daha bazıları gelmiş, kadınlarının yanlarına
girmişlerdi. Kadınlar bunlara: "Demek Peygamber'den kaçıyorsunuz ha!" diyorlar
ve yüzlerine toprak saçıyorlar, "Burada öreke var, al da iplik bük." diye
hakaret ediyorlardı. Diğer taraftan denilmiştir ki, müslümanlar dağdan ileri
geçmediler. "Keffal Tefsiri"nin açıklamasına göre bu konudaki bütün haberlerden
özetle anlaşılabilen şudur ki: Bazıları dönmüş ve uzaklaşmış. Bunların kimisi
Medine'ye, kimisi de diğer tarafa gitmiştir. Fakat çoğu dağ tarafında kalmışlar
ve orada toplanmışlar, bunların yanında Hazreti Ömer de vardı. Ancak bunun
başlangıçlarda olmadığı, bir de uzağa gitmeyip dağın üzerinde Resulullah'ın
oraya çıkmasına kadar kaldığı muhakkaktır. Ebu Hayyan Tefsiri'nde nakledilmiştir
ki, Hazreti Ömer, bir cuma günü hutbeye çıkmış, Âl-i İmran sûresini okumuştu
ve ismi geçen (Hz. Ömer) hutbesinde Âl-i İmran sûresini okumaktan hoşlanırdı.
İşbu "Sizden yüz çevirenler..." âyetine gelince demiştir ki: "Uhud günü biz
bozulduk, ben geçtim dağa çıktım, kendimi görüyordum ki, dağ keçileri gibi
sıçrıyordum, insanlar da, 'Muhammed öldürüldü' diyorlardı. Ben de, 'Muhammed
öldürüldü diyen bir kimse bulursam her halde öldürürüm' dedim. Nihayet dağın
üzerinde toplandık. Bunun üzerine bu ayetin tamamı indi." Yine Keffal Tefsiri'nde
ve Razî Tefsiri'nde yazılmıştır ki, Hazreti Osman da Ensar'dan Sa'da ve Ukbe
adında iki kişi ile beraber bozulmuşlar, hatta uzak bir yere kadar gitmişler,
üç gün sonra dönmüşler, Hz. Peygamber (s.a.v.) de, "uzakça gittiniz" buyurmuştur.
Bir gün Hz. Fatıma, Hz. Ali'ye: "Osman ne yaptı?" diye sormuş, o da ismi geçen
(Osman'ı) eksiklemiş, Peygamber'imiz (s.a.v.) de, "Ey Ali, kız kardeşlerin
kocaları birbirlerini sevme hususunda beni yordular." hitabıyla karşılamıştır.
Sebat edenlere gelince: Bunlar nihayet ondört kişi idiler ki, Muhacirler'den
Ebu Bekir, Ali, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas, Talha b. Ubeydullah,
Ebu Ubeyde b. el-Cerrah, Zübeyr b. el-Avvam. Ensar'dan Hubab b. el-Münzir,
Ebu Ducane, Âsım b. Sâbit, Hâris b. es-Sımma, Sehl b. Huneyf, Üseyd b. Hudayr,
Sa'd b. Muaz'dır. Söyleniyor ki, o gün bunlardan sekizi Resulullah ile ölüm
üzerine andlaşmışlardı. Üçü Muhacirlerden: Ali, Talha, Zübeyr. Beşi de Ensar'dan:
Ebu Dücane, Haris b. es-Sımma; Hubab b. el-Münzir, Asım b. Sabit, Sehl b.
Huneyf idi. Allah'ın izniyle hiç biri öldürülmemiştir.
156-Şu halde
Ey müminler, o küfredenler ve sefere çıktıkları veya gazi olmaya gittikleri
zaman kardeşleri için bizim yanımızda olsalardı ölmezlerdi ve öldürülmezlerdi,
diyenler gibi olmayınız, kâfirlere benzemekten sakınınız, onların sefer ve
savaşı, gerçekten ölüm sebebi kabul edip de böyle söylemeleri, Allah'ın, o
telakki (kabullenme)yi kalblerinde büyük bir hasret kılması içindir. Yani
o inanışın neticesi kalplerin, sonsuza dek hasrette kalmasıdır. Bir kerre
ölüm ve öldürülmeyi bu gibi sebeplere bağlayanlar ve daha ilerisini düşünmeyenler
için teselliye imkan yoktur. Artık olan olmuş ve "ah keşke göndermeseydik"
diye hasret çekmekten başka bir şey kalmamıştır. Bunlara, onu yasaklamadıklarından
dolayı kendilerini ölüme sebep olmuş bir katil gibi düşünerek (farzederek)
pişmanlıktan başka bir şey düşmez. İkinci olarak, bu inanış, sefer ve harpten
yılmaya ve onların büyük faydalarından mahrum kalmaya ve düşmanın istilasına
uğrayıp her felakete baş eğmeye sebep olur ki, bu da ebedî büyük bir hasrettir.
Halbuki hayatı da, ölümü de veren Allah'tır. Allah öldüreceği zaman seferde
de öldürür, hazarda da; harpte de öldürür, sulhte de. Nice sefere çıkanlar
vardır ki, büyük büyük kârlar, istifadelerle sağ ve salim dönerler gelirler.
Nice savaşa gidenler vardır ki, büyük zaferlerle dönerler. Allah öldürmeyince
kimse ölmez, hem de Allah yaptıklarınızı görür. Müminler bunu bilmeli ve kâfirlere
benzememelidirler.
157- Şayet
Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz hiç şüphe etmeyiniz ki Allah'tan bir
mağfiret (affetme) ve rahmet herhalde o kâfirlerin ömürleri boyunca toplayacakları
şeylerden hayırlıdır.
158- Başkasına
değil, ancak Allah'a haşrolunacaksınız. Ona sevkolunup, onun huzurunda toplanacaksınız,
mükafatınızı ve cezanızı ondan alacaksınız.
Müminlere
vaki olan bu hatırlatmadan sonra Resulullah'ın şanına, haklarına ve görevlerine
ilişkin olarak hitap renklendirilerek şu ayet irad buyuruluyor:
159- Şimdi
ey Muhammed! Şu ilâhî nimete özellikle şükretmelidir ki, Allah katından büyük
bir rahmet ile yaratılmış olduğun güzel ahlak gereğince sen onlara yumuşak,
nazik bulundun, azarlamayı hak ettikleri halde kusurlarını yüzlerine vurup
da sert muamele etmedin. Yoksa sen huysuz, katı kalpli biri olsaydın hiç şüphesiz
etrafından darmadağın olurlar, seni bırakıp kaçtıktan sonra bir daha başına
toplanmazlardı. Bu ise en büyük bir felaket olurdu. Bundan dolayı peygamberlik
haklarıyla ilgili kusurlarını affet, ve Allah haklarını Allah affettiğinden,
onlar için istiğfar et ve işde onlarla istişare et. Yani vahy gelmeyip rey
ve ictihada dayanan, savaş gibi, genel işlere ilişkin durumlarda onların oyunu
al ki emir, iyiliği emir olsun. Müşavereden sonra karar verip azmettiğin zaman
da Allah'a dayan ve itimad et, icrada gevşeklik etme. Muhakkak Allah tevekkül
edenleri sever.
"Müşavere",
şivar, meşvüre, meşvere, meşure, danışıp işaret almak, yani rey (oy) almak
demektir. Toplanıp meşveret eden cemaate de "şûrâ" denilir ki, bu da esas
itibarıyla öbürleri gibi masdardır. Arap dilinde "işaret" diye ile sılalandığı
(kullanıldığı) zaman, dilimizde meşhur olduğu üzere el veya göz, kaş ile îmâ
(işaret etme) mânâsına geldiği gibi, diye ile sılalandığı zaman da emretmek,
oy vermek mânâsına gelir. Müşavere işte bu mânâda işaret almak içindir. İştikak
(türeme) bakımından iş bu müşavere ve işaret, arı kovanından bal almak mânâsından
veya satılık hayvanı göstermek veya anlamak için at pazarında binip koşturmak
mânâsından alınmıştır.
"Afv" ve "istiğfar"
emirlerinden olan "İşte onlarla istişare et." buyurulmasında dikkati çeken
bir takım nükteler ve hikmetler vardır:
1- Peygamber'in
onlarla müşaveresi, şanlarının yüksekliğini ve payelerinin terfiini (yükseltilmesini)
gerektirir. Bu da onların sevgilerinin artmasına sebep olur. Müşavereye tenezzül
edilmemesi ise bir çeşit hakareti içerir ki, bundan da kötü huy ve huysuzluk
meydana gelir. Bunun sonucu ise, "etrafından dağılırlardı" sözüyle açıklanmıştır.
Bu açıdan Peygamber'e ait müşavere, bir kalp hatırı almayı içerir.
2- (Âl-i imran,
3/79), (Âl-i İmran, 3/104), (Âl-i İmran, 3/110) emirleri işaretince Muhammed
aleyhisselamın gönderilmesi bütün insanlar için uyulacak, örnek alınacak bir
ümmet teşkilini hedef aldığından, Hz. Muhammed'in ashabının en yüksek bir
siyasî terbiye kazanması Allah'ın isteği idi. Böyle bir terbiye ise "Allah
tarafından bir rahmet ile" âyetinin delaletince sıf ilâhî rahmet olan Hz.
Muhammed'in müşavere mektebinde alınabilirdi. Hz. Muhammed'in terbiye ve talim
görmüş ashabı, başkalarını terbiye edebilecek şekilde yetişecekler, sonra
da "Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz"
nebevî hadisi mânâsınca, Allah'ın emriyle nice toplumlar ve Allah'a layıkıyla
kulluk etmeye çalışanlar yetiştireceklerdi. Buna ise her şeyden önce pek büyük
bir cömertlik ve nezaketi içeren bir ahlakî kemal ve rabbânî irfan gerekli
idi ki; işte esası, ilâhî bir vergi ve meyveleri ve inkişafları beşere ait
çalışma, kazanma olan bu ahlâkın başlangıcı teşekkür hitabıyla ve gelişmeleri
iyiliksever emriyle gösterildikten sonra, o irfan (anlayış)ın öğretim ve temrin
(alıştırmas)i için de buyurulmuştur. Bu bakımdan da Peygamber'in müşaveresi
bir terbiye sırrını ve uyma hikmetini içine alır.
3- Esasen
Peygamber'imiz, Uhud olayının başlangıcında müşavere etmişti. Peygamber'imiz,
Medine'den çıkılmaması tarafına meylettiği halde, onlar çıkılması reyinde
bulunmuşlardı. Çıkılınca da olanlar oldu. Şu halde bundan sonra Peygamber
onlarla müşavereyi terk ederse, o müşavereden dolayı kalbinde bir üzüntü bulunduğuna
delalet ederdi. Bunun için, bu olaydan sonra müşavere emri açıkça belirtilmiştir
ki, Peygamber'in kalbinde bu olaydan böyle bir eser bulunmadığı ve müşavere
hususunda üzüntü caiz olmayıp, tam bir emniyet ile hareket edilmesi gerektiği
ve iyi niyetle vaki olan ictihadî reyden dolayı, sonunda hata ortaya çıksa
bile, başında mesuliyet olmayacağı anlaşılmış olsun.
4- Münafıkların
başı Abdullah b. Übeyy müşavereye sokulmuş olduğu halde, müşavere ahlâkını
tanımıyarak ve tahakküm fikrine kapılarak en müşkül (zor, kritik) bir zamanda
işe karışma ve müdahele hırsıyla, "Bize işten bir hisse var mı?", "Bize bu
işten birşey olsaydı..." dediklerinden dolayı, cevabından sonra buyurulmasında;
hem İslâm siyasetinin tehakküm ve istibdad fikrinden uzak bir iyiliksever
ruh ve ahlâka dayandığını, hem de bu iyilikseverliğin, tevhid esasına ve ihlas
fikrine aykırı açık veya gizli bir şirk ve işrak (Allah'a ortak koşmay)a varan
bir işe katılma durumunda olmamasının gereğini ayrıca bir hatırlatmadır. Şu
halde "onları işe ortak et" buyurulmayıp da buyurulması, münafıklara bir reddi
ve müşaverenin metnindeki emir birliğini bozmaya değil, düşünme ve açıklamaya
yönelmiş olması gerektiğini de içerir ve âyetin başında sonunda yüksek hükmüyle
bütün işlerin Allah'a döndürülmesi de bu tevhid noktasını bildirir. Bundan
ise şu neticeyi alırız ki, İslâm şurası (danışma kurulu)nın görevi, yalnız
kendi arzu ve isteklerini ifade eden reylerini göstermek değil, olaylarda
Allah'ın kullarının genel çıkarları açısından hakkı araştırmakla o konuda
aklî ve naklî delillerden amel edilir olması gereken Allah'ın hükmünü tayin
etmektir. Bu şekildedir ki ortaya çıkacak olan irade, tatbikte hiçbir kıymeti
olmayan yalnız beşerî istekler değil, vaki'de gerçekleşecek olan ilâhî iradeyi
temsil ve ona uyarak faydalı bir şekilde hüküm icra edebilir. Burada insan
iradesinin hiç hükmü yok denemez. Fakat ilmin iradeye tabi olmasıyla, iradenin
ilme tabi olması arasında büyük bir fark bulunduğunu unutmamak gerekir. Şu
halde şûrâ, her şeyden önce, ilmî bir fikir ile hakkı araştırmak ve ilâhî
iradenin tecellilerine uymak ve cüz'î iradelerini, kendi temennilerini ortaya
çıkarmaya değil, Hakk'ın hükmünü açıklamak ve tayine sarf etmek gerekir. Yoksa
ortada müşavere değil, çeşitli iradelerin çekişme ve mücadelesi cereyan eder
ve bu münakaşa, hak ve hayır fikri ile Allah'ın hükmüne döndürülmedikçe çeşitli
fırkaların çarpışması, batması gerekli olur.
İşbu müşavere
emrinin vücub (farz)mu, yoksa nedb (mendub)mi ifade ettiği hakkında âlimlerin
ihtilafı vardır. İmam Şafiî hazretleri mendub olduğunu kabul etmişse de, zahir
olan farzdır. Fakat tefsircilerin ve bilginlerin ittifakı vardır ki, Allah
katından vahy inmiş olan hususlarda Peygamber'in ümmeti ile müşavere etmesi
caiz değildi. Çünkü nass karşısında rey ve kıyas batıldır; mevrid-i nass (nassın
geldiği yer)de ictihada mesağ (izin, ruhsat) olmadığı malumdur. Nass olmayan
hususlara gelince, her şeyde müşavere caiz midir, değil midir? Birçok bilginler
ve tefsirciler işbu emrinin, harbe mahsus olduğu fikrindedir. Çünkü vahiy
bulunan hususlarda müşavere caiz olmadığı kesinlikle bilindiğinden deki "el-Emru"
kelimesinin "elif-lâm"ının istiğrak (genelleme) için olmadığı anlaşılır. Dolayısıyla
ahd için olduğu ortaya çıkar. Bu âyette geçmiş olan bilinen emir ise, harp
ve düşmanla karşı karşıya gelmektir. Şu halde emirin de buna tahsis edilmesi
olması gerekir. Fakat diğer âlimler ise, el-emr'in âmm (genel) olduğu ve ancak
nass (kesin dini delil)'ın geldiği hususlara tahsis edilmiş ve buna göre geri
kalanlarda genel bir şekilde hüccet (delil) olarak kalmış olduğu fikrindedir.
Gerçekte emri, harbe mahsus olmadığı gibi, buradaki de öyle olması gerekir.
Delillerin gelmesinden sonra ihtilaf edenler ve Allah'ın kitabına iman etmeyenler
aleyhinde gelen âyetlerin, nassın geldiği yerde ictihadın caiz olmadığını
gösterdikleri ve daha açıkçası nass karşısında ictihad, Allah'ın emri karşısında
rey ve kıyas ile isyan eden mel'ûn (lanetlenmiş) İblis'in hali olduğu malumdur.
Şu halde meselenin ruhu, vahye mazhar olan Resulullah'ın din içinde ictihadla
da görevli olup olmadığı meselesidir. Peygamber için ictihadı caiz görmeyenler,
müşaverenin harp işi gibi sırf dünya ile ilgili olan hususlara ait olduğuna
inanmışlardır. Halbuki Usul İlmi'nde sahih olan şudur ki,Resulullah vahyi
bekler ve vahy gelmeyen hususlarda rey ve ictihadıyla amel ederdi. Ve bu ictihadda
başlangıçta hata da düşünülebilir, ancak hata olursa vahy ile düzeltilir,
devam etmezdi. Peygamber'in ictihadının, diğer ictihadlardan farkı bu idi.
Yoksa Cenab-ı Allah "İçlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar, onun
ne olduğunu bilirlerdi." (Nisâ, 4/83) diye müctehid âlimleri öğmüş ve "Ey
akıl sahipleri ibret alın." (Haşr, 59/2) diye basiret kullanmak ile istibar
(ibret alma) ve kıyası da emretmişken, basiret sahiplerinin efendisi olan,
akıl ve zekası herkesin üstünde bulunan Resulullah'ın bu naslardan hariç olamayacağı
açıktır. Şu halde Resulullah, vahy inmeyince ictihadla görevliydi. İctihad
ise mübahase (karşılıklı konuşma) ve münazara (ilmî tartışma) ile kuvvet bulacağı
için, vahyin gelmesinin dışında müşavere ile de görevli olmuştur. Rivayet
edilmiştir ki işbu indiği zaman Resulullah şöyle buyurmuştur: "Biliniz ki,
Allah ve Resulü müşavereden herhalde müstağnidirler ve fakat Allah Teâlâ bunu
benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişare ederse doğru yoldan
mahrum kalmaz. Her kim de terk ederse hatadan kurtulmaz". Diğer bir hadis-i
şerifte de: "Müşavere eden bir toplum, herhalde işlerinin en doğrusuna muvaffak
olur." buyurulmuştur.
Bütün bunlardan
anlaşılır ki, burada Peygamber'e hitap olarak gelen "veşâvirhüm" (onlarla
müşavere et) emri, yukarda açıklandığı üzere, bir çok faydaları içermekle
beraber, bunun sebebi ve asıl hikmeti, ümmetini öğretim ve terbiyesi için
gelmiş olmasıdır. Şu halde Peygamber için müşavere mendub da olsa, ümmet için
vacibtir. Nitekim diğer bir âyette "İşleri, aralarında danışma iledir." (Şûrâ,
42/38) buyurulmuştur.
160-161-Bu
noktada Resulullah'a hitabdan müminlere sözü çevirerek buyuruluyor ki: "Eğer
Allah size yardım ederse size galip gelecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa
ondan sonra size yardım edecek olan kimdir?" "Hizlân" muhtacı, tam ihtiyacı
sırasında bırakıvermektir. Bedir vakası birinci fırkanın, Uhud vakası da ikinci
fırkanın misalleridir. Gerçi Uhud'da Cenab-ı Allah müminleri perişan bırakmamıştır.
Fakat Bedir gibi tam yardım da bahşetmemiş ve bu şekilde Allah'ın yardımsız
bırakmanın dehşetini takdir ettirecek bir imtihan yapmış olduğundan, bu da
ikinci fırkayı tecrübeyle takdir etmek için yeterli örnek olmuştur. Şu halde
müminler de ancak Allah'a tevekkül etsinler, yalnız ona dayansınlar.
İmam Fahruddin
Râzî der ki: "Tevekkül bazı cahillerin zannettiği gibi, insanın kendini ihmal
etmesi demek değildir. Böyle olsaydı müşavere emri, tevekküle engel olurdu.
Tevekkül insanın zahirî (görünür) sebeplere uyması ve fakat kalbini onlara
bağlamayıp Hak Teâlâ'nın, korumasına dayanması demektir..." Okçular, merkezi
terkedip ganimete koşmalarına sebep olarak, "Resulullah herkesin aldığı kendisinin
olsun der de ganimetleri taksim etmez diye korktuk, nitekim Bedir'de taksim
etmemişti." demişler, Resul-i Ekrem de:
"Demek ki
ganimetleri size taksim etmeyeceğiz de hainlik yapacağız zannettiniz." buyurmuştu.
Bu sebeple Peygamber'in şânını tenzih ve hainliğin Allah'ın gazabını çeken
büyük bir günah olduğunu ve cezasız kalmayacağını açıklamak için şu âyetler
inmiştir: . Gulûl = ", ganimet malından gizli bir şey aşırmak, emanete hiyanet
etmektir ki, genelde devlet mallarında su-i istimal (kötüye kullanma) de bu
türdendir. Resulullah, gulûl (hainliğ)i büyük günahlardan saymıştır ve bu
konuda bir çok hadisi şerif vardır. Bu cümleden olarak: "Her kim üç şeyden
uzak olarak ruhu cesedinden ayrılırsa cennete girer. Kibir, gurur, borç" "İpliği,
iğneyi de eda ediniz (veriniz), çünkü kıyamet gününde âr (utanma), nâr (ateş)
büyük ayıptır. " buyurulmuştur.
162- Şimdi
Peygamber gibi Allah'ın rızası ardında giden zat Allah'dan bir dehşetli gazap
(kızgınlık) ile dönen ve varacağı yer cehennem olan haine benzer mi? O cehennem
ne fena varış yeridir. Hayır onlar eşit olamazlar.
163- O sevilen
gurup ile o istenmeyen gurup Allah katında tabaka tabaka çeşitlidirler, biri
cennette, biri cehennemdedir ve Allah onların amellerinin derecelerini bilir,
ona göre sevap ve ceza verir.
Şimdi bu sevilen
gurup ile sevilmeyen gurubun durumlarını biraz açıklama ve Uhud olayından
üzgün olan müminleri teselli etme ve kalplerini takviye (kuvvetlendirme) konusunda
önce Resulullah'dan başlayarak buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
164- Andolsun
ki Allah, müminlere kendilerinden, onlara kendi âyetlerini okuyan, onları
arındıran ve onlara kitab ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle büyük
bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içindeydiler.
165- (Bedir'de
düşmanı) iki katına uğrattığınız bir musibet (Uhud'da) size çarpınca mı: "Bu
nereden" dediniz? De ki: "Bu başınıza gelen kendinizdendir". Şüphesiz Allah
her şeye kâdirdir.
166-167- İki
topluluğun karşılaştığı günde başınıza gelen musibet de Allah'ın izniyledir.
Bu da müminleri belirlemesi ve hem de münafıklık yapanları ayırt etmesi içindir.
Ve onlara: "Geliniz, Allah yolunda savaşınız veya (hiç olmazsa) savunmaya
geçiniz." denilmişti. Onlar ise: "Biz savaşmasını (veya savaş olacağını) bilseydik
arkanızdan gelirdik." demişlerdi. Onlar, o gün, imandan çok küfre yakındılar.
kalblerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Allah neyi gizlediklerini
daha iyi bilendir.
168- Kendileri
oturup kaldıkları halde kardeşleri için: "Eğer bize uysalardı öldürülmezlerdi"
dediler. Onlara de ki: "Eğer iddianızda doğru iseniz, kendinizden ölümü uzaklaştırınız".
169- Allah
yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rab'leri
katında rızıklanmaktadırlar.
170- Allah'ın
lütfundan verdiği nimetle sevinçlidirler. Arkalarından kendilerine ulaşamayan
kimselere de hiç bir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler.
171- Onlar,
Allah'ın nimetini, keremini ve Allah'ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceğini
müjdelerler.
172- Kendilerine
yara dokunduktan sonra da Allah ve Peygamberi'nin davetine uydular. Hele onlardan
iyilik edenlere ve gereğince Allah'tan korkanlara büyük bir mükafat vardır.
173- İnsanlar
onlara: "Düşmanlarınız size karşı ordu topladı, onlardan korkun." dediklerinde,
bu, onların imanını artırdı ve şöyle dediler: "Allah bize yeter. O ne güzel
vekildir".
174- Bunun
üzerine kendilerine hiç bir kötülük dokunmadan Allah'ın nimeti ve lütfuyla
geri döndüler ve Allah'ın rızasına uydular. Allah büyük lütuf sahibidir.
175- (Size
o haberi getiren) ancak şeytandır, (sadece) kendi dostlarını korkutabilir.
Onlardan korkmayın, eğer mümin iseniz benden korkun.
176- Küfürde
yarışanlar seni üzmesin. Onlar, Allah'a hiç bir şekilde zarar veremezler.
Allah onlara ahirette bir pay vermemek istiyor. Onlar için büyük bir azap
vardır.
177- İman
karşılığında inkarı satın alanlar Allah'a hiç bir zarar veremezler. Onlar
için acı bir azap vardır.
178- Kâfirler,
kendilerine mühlet vermemizin, şahısları için hayırlı olduğunu sanmasınlar.
Biz onlara bu mühleti, ancak günahlarını artırsınlar diye veriyoruz. Onlar
için alçaltıcı bir azap vardır.
179- Allah,
müminleri içinde bulunduğunuz şu durumda bırakacak değildir, pisi temizden
ayıracaktır. Ve Allah sizi gayba vakıf kılacak da değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden
dilediğini seçip (gaybı bildirir). O halde Allah'a ve peygamberlerine iman
edin. Eğer iman eder ve günahlardan korunursanız, sizin için büyük bir mükafat
vardır.
180- Allah'ın,
kendilerine lütfundan verdiği nimetlere karşı cimrilik edenler, bunun, kendileri
için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır o, kendileri için şerdir. Cimrilik
ettikleri şey, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin
mirası Allah'a aittir. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
164- "Andolsun
ki Allah, müminlere, kendilerinden bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta
bulunmuştur." Bu, ne büyük bir ilâhî lütuftur. Bütün insanlık âlemine bir
hidayet tarihi açan ve âlemlere halis ilâhî rahmet olan böyle yüksek şanlı
bir Peygamber'in ümmeti olan ve özellikle sohbet ve arkadaşlık şerefiyle şereflenmiş
bulunan müminlere ne mutlu! Öyle bir Resul ki onlara vahyi anlatarak Allah'ın
âyetlerini okur, ilâhî bilgilere ulaştırır ve bakış güçlerini terbiye eder.
Onları ıslah ve tasfiye eder de amelî kuvvetlerini, ahlâklarını tamamlatır
(kemale erdirir), onlara kitabı ve hikmeti öğreterek Allah'a adamaya yükseltir.
Kitap, şeriatin zahir durumlarına, hikmet de onun güzelliklerine ve Allah
bilgilerine, sırlarına, hedeflerine ve faydalarına işarettir. Halbuki bundan
önce açık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı.
O cahiliyyet
ve sapıklık birkaç sene içinde birden bire bu yüksek hidayet ve hikmete dönüşüverdi.
Ve bu şekilde geçmiş asırlar tarihi kapanıverdi. Şu halde buna ümmet olan
müminlere gevşeklik yakışır mı?
165-Bu böyle
iken sizin iki katını isabet ettirdiğiniz bir musibet size isabet edince,
(yani sizin musibetiniz düşmanınızınkinin yarısı iken) "bu başımıza gelen
musibet nereden?" dediniz. Bedir savaşında düşman yetmiş ölü ve yetmiş esir
vermişti. Uhud'da da müslümanlar hiçbir esir vermeyerek yetmiş kadar şehit
verdiler. Bu ölçü ile müslümanların Uhud'daki kaybı, müşriklerin Bedir'deki
kayıplarının yarısı kadardı. Bir de müslümanlar, müşrikleri bir Bedir'de,
bir de Uhud'un başlangıcında olmak üzere iki kere bozguna uğratmışlar, müslümanlar
ise bir kerecik bozulmuşlardı. Bu itibarla da müşriklerin uğradıkları musibete
bakarak müslümanların musibeti ikiye karşı bir demekti. Hem müşriklerin musibetleri,
müslümanların Bedir başarıları olduğu halde; müslümanların musibeti, müşriklerin
bir başarısı değildi. Bu ise müslümanların fazlaca üzüntü ve hayretini gerektirmiş
ve bunu büyüterek: "Bu nereden?" diye bir endişeye dalmışlardı. Bu soru, hadisenin
ilmî bir bakışla tetkik ve tenkidi için mesele ortaya atma kabilinden olabilirse
de, diğer taraftan münafıkların: "Muhammed'in vaadi tahakkuk etmedi, peygamber
olsaydı bu musibetler olur muydu?" gibi şüpheler ortaya atmaya çalıştıklarından,
burada mümin halkın fikirlerinin bozulma ihtimali de vardı. Buna göre Cenab-ı
Allah, olayın haddinden fazla büyütülmüş olduğunu karşılaştırmak suretiyle
göstererek sorusunun haksız ve yersiz olduğunu soru üslubuyla hatırlatmak
için (Âli İmran, 3/140) mazmununa işaret ederek, sevinci gibi kederleri de
değişen bu âlemde, bu halin şaşılacak ve üzülecek bir şey olmadığı tarzında
bir teselli etme cevabına işaretle beraber, meselenin gerçek cevabını da açıklamak
için buyuruyor ki: Ey Muhammed cevap olarak şöyle de: O sizin kendinizden
oldu. Bunun sebebini ilk önce dışarda değil, kendinizde, emre uymamak, merkezi
terkedip ganimet hırsına düşmek gibi kötü irade ve hareketinizde aramalısınız.
Şu halde "bu nereden?" diye şaşıp ve üzüleceğinize, nefsinizi ıslah edip,
gelecek için hazırlanmalısınız. Çünkü Allah her şeye kâdirdir. Kudret cümlesinden
olmak üzere yolunda bulunanlara başarı ihsan ettiği gibi, tersine gidenleri
sefil de edebilir. Hatta gizli hikmetlerinden dolayı, lütfunu kahr, kahrını
lütuf şeklinde gösterebilir. Bunun için üzüntülü ve müteessir olmakta mânâ
yoktur. Burada önce olayın sebep ve kaynağı kendileri olduğu ve bu şekilde
kulların fiillerinin kendi iradelerine dayalı bulunduğu tebliğ olunmakla beraber;
bundan insan iradesinin, ilâhî iradenin tersine olarak olaylarda müstakil
(bağımsız) olduğunun zannedilmemesi, sebeplerin ve kulların iradesinin tesirinin,
Allah'ın kudretine ve iradesinin ilgisine borçlu ve bağlı bulunduğunun iyice
anlaşılması için ilavesinden sonra, doğrudan doğruya müminlere hitabı çevirmekle
sorunun cevabı şu şekilde açıklanıyor ki:
166-167-Ey
müminler, iki ordunun (yani müslümanların ordusuyla, müşriklerin ordusunun)
çatıştıkları o gün her ne felaket isabet ettiyse, kendinizden olmakla beraber
Allah'ın izniyledir. Çünkü ilâhî izin ve iradenin dışında herhangi bir olayın
olmasına imkan yoktur. Demek ki, ilâhî irade iki şekilde ortaya çıkar: Birisi
cebrî (zorlayıcı) olan ilâhî iradedir ki, hiç bir sebep ve şart ile bağlı
olmayarak ilk defa ve doğrudan doğruya ortaya çıkar. Ve bu irade, rızayı da
gerektirir. Bunda Cebbar (zorlayıcı) ism-i şerifi hakimdir ve kulların fiilleri
ıztırarî (zorunlu)dir. Biri de sebep, şart ve kulun iradesi altında hükmünü
yürütme şeklinde ortaya çıkan ilâhî iradedir ki, bu irade rızayı gerektirmez.
Ancak sorumluluk kullara ait olmak üzere fiille ilgili bir izni ifade eder.
Buna ve özellikle bunun zıddı rıza olanına Kelâm bilginleri tahliye (serbest
bırakma) de tabir etmişlerdir. Kur'ân'da çoğunlukla bu çeşit icraya ait irade
izin kelimesiyle ifade olunmuştur. Yasağın kalkması demek olan izin de rızayı
gerektirmez. Ve bundan dolayı sorumluluğa zıt olmaz. İşte burada karinesiyle
buyurulması da bu kabildendir. Bunun için bazı tefsirciler bu izni, irade
ile; bazıları da tahliye ile tefsir etmişlerdir ki maksad, bu iznin rıza demek
olmadığını da anlatmaktır.
Sözün kısası
vaad olunan ilâhî zafer, mutlak ve zorunlu değildi. Sabır ve günahlardan sakınma
gibi, kulun iradesi ile ilgili olan şartlarla kayıtlı idi. Müminler buna uymayıp,
iradelerini kötüye kullandıklarından dolayı musibet vaki oldu. Bununla beraber
her şeye kâdir olan Allah zıddını isteseydi, müminlerin kötü iradelerini ve
müşriklerin bundan istifade eden hareketlerini infaz etmez, musibeti, ilâhî
zorlaması ile menedebilirdi; fakat etmedi, izin verdi ve böylece musibet olayı
da olağanüstü sûrette değil de, normal bir şekilde vuku buldu ki, bu âdet,
kulların iradesini izin ile yerine getirme ve sorumluluk, ilâhî sünnetidir.
O halde buna "nereden?" diye şaşıp ve hayret edecek bir taraf yoktur. Tersine
teşekkür etmek gerekir ki, rızaya tabi olan Resulullah'ın ve beraberindeki
bir kaç zatın sabır ve takvaları hürmetine müşriklerin saldırıları durduruldu
da yok olma tehlikesi önlenmiş oldu.
Şunu da bilmeli
ki musibet, Allah'ın birtakım hikmetleri ile de beraber bulunan Allah'ın izniyle
beraber, bir de müminleri bilmesi, (yani halk arasında ayırıp ortaya çıkarması),
ve münafık olanları bilmesi, ayırt etmesi ve her ikisinin ona göre ecir ve
cezalarını vermesi içindir. Bunda, böyle müminleri seçmek ve münafıkları ayırmak
hikmetleri de vardır. O münafıklar ki, kendilerine geliniz Allah yolunda çarpışınız
veya kendinizi ve vatanınızı müdafaa ediniz, yahut bizzat savaşmazsanız, bari
çok kalabalık görünerek düşmana göz dağı veriniz de koğulmasına hizmet ediniz,
denildi de. İbnü Abbas (r.a.) demiştir ki: "Bunlar Abdullah b. Übeyy ve arkadaşlarıdır."
Çünkü Uhud savaşında bırakıp gitmişlerdi. Abdullah b. Amr b. Haram da bunlara:
"Size Allah'ı hatırlatırım, Peygamberimizi ve kavminizi terkedip gitmeyiniz."
demiş ve vuruşmaya davet etmişti. Buna karşı biz savaş olacağını bilseydik,
yahut savaşmasını bilseydik elbette size uyardık dediler ve bununla fesat
(bozgunculuk) çıkarmak ve alay etmek istediler. Doğrusu o gün onlar, imandan
çok küfre yakın idiler. Zaten bunlar, ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylerler,
(yani içleri dışlarına uymaz). Söyledikleri kalplerinden gelmez. Bu onların
her zamanki halleridir. O gün de ağızlarından iki şey açıkladılar ki, kalplerinde
yoktu. "Savaş olacağını bilmiyoruz, bilseydik uyardık." dediler. Kalplerinde
ise bunların ikisi de böyle değildi. Onların kalplerinde ne sakladıklarını
Allah daha iyi bilir.
168- O münafıklar
ki, harpten savuşup oturarak kardeşleri (yani akrabaları) için: "Bizi dinlemiş
olsalardı öldürülmezler, bizim gibi kurtulurlardı." dediler. Bunu diyenin
de Abdullah b. Übeyy olduğu nakledilmiştir. Bu sözde, önce savaştan kaçırmak
için teşviklerde bulunduklarını ikrar; ikinci olarak teşvikleri dinlenilmediği
için gücendiklerini açıklama; üçüncü olarak öldürülenleri aşağılama ve "oh
olsun" diye öç alma; dördüncü olarak da eceli inkar vardır. Ta yukarda (Âli
İmran, 3/122) âyet-i kerimesindeki iki grup münafıkların yüzünden az daha
kalp zayıflığına düşüyorlardı, Allah korudu. Ey Muhammed, bunları susturmak
için de ki: "Öyleyse haydi kendinizden ölümü uzaklaştırın bakalım?" Sizin
kurtulmanızın sebebi savaştan savuşup oturmanız olduğu ve size uyanların kurtulacağı
iddiasında doğru iseniz, bunu yapabilmeniz gerekir. Gelelim öldürülenlere:
169-Ey hitap
mümkün olan herhangi bir kimse, yahut Ey Muhammed! "Allah yolunda öldürülen
kimseleri ölüler zannetme" . İmam Ahmed b. Hanbel'in ve daha birçoklarının
İbnü Abbas hazretlerinden rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Allah'ın Resulü
buyurmuştur ki: "Uhud'da kardeşleriniz şehid oldukça Allah Teâlâ onların ruhlarını
yeşil kuşların içlerine koydu ki, cennetin ırmaklarından sulanırlar, meyvelerinden
yerler ve Arş'ın gölgesinde asılmış altın kandillere giderler, istirahat ederler.
Ne zaman ki yiyecek ve içecek yerlerinin hoşluğunu ve uyuyacak yerlerinin
güzel letafetini taddılar, 'Nolaydı Allah'ın bize neler verdiğini kardeşlerimiz
bilselerdi de cihaddan çekinmeseler, savaştan gocunmasalardı.' dediler. Allah
Teâlâ da: 'Tarafınızdan ben onlara bunu tebliğ ederim.' buyurdu ve bu âyetleri
indirdi. Tirmizî'nin "hasen", Hakim ve diğerlerinin "sahih" olarak Cabir b.
Abdullah hazretlerinden tahric ettikleri bir hadis-i şerifte de şöyle rivayet
edilmiştir: "Cabir (r.a.) dedi ki: Resulullah (s.a.v.) bana rastgeldi, 'Ey
Cabir, seni üzgün görüyorum, niye?' dedi. 'Ey Allah'ın Resulü, dedim, babam
şehit oldu, çoluk-çocuk ve borç bıraktı.' Buyurdu ki: 'Allah Teâlâ babanı
ne şekilde kabul buyurdu sana müjde edeyim mi?' 'Evet' dedim. Buyurdu ki:
'Allah Teâlâ hiç kimseye perde arkasından başka bir şekilde kelâm söylemedi.
Babanı ise diriltti de yüzüne karşı ona, 'Ey kulum, dile benden, vereyim sana.'
dedi. O da: 'Ey Rabbim, bana hayat verirsin de senin yolunda ikinci defa öldürülürüm'
dedi. Rabbi Teâlâ: 'Benden onlar bir daha dönmezler.' diye söyledi buyurdu.
O da: 'Ey Rabbim, arkamdan tebliğ et.' dedi, Allah Teâlâ da bu âyeti indirdi."
İkisinin de vukuu mümkün olduğu gibi bu, bir âyet; diğeri bir kaç âyet hakkında
olması yönünden iki rivayet arasında zıtlık yoktur. Ve bu âyetlerin Uhud şehidleri
sebebiyle inmiş olduğu hakkında haberler açıktır. Nitekim Bakara Sûresindeki
(Bakara, 2/154) âyeti Bedir şehidleri sebebiyle inmiştir.
170- O şehitler,
arkalarından kendilerine katılmayan (yani şehit olmayıp hayatta kalan) bütün
müminlerin sonunda korku ve üzüntüden kurtulup mesut olmalarıyla müjdelenir,
sevinir ve neşeli olurlar. Bu şekilde demek ki kalanların din ve dünya selamet
ve saadetiyle devamlı oluşu, şehitlerin rızıklandıkları refah ve sevincin
sebeplerinden birini teşkil eder. Diğer bir mânâ ile, arkalarında mücahede
eden ve henüz şehit olmak suretiyle kendilerine katılmamış bulunan gelecekteki
şehitlerin, bugün çektikleri acı ve zahmete rağmen neticede şehit olarak,
dünya ve ahiretin korku ve hüznünden bütün bütün kurtulacaklarını ve kendileri
gibi mesut olacakları müjdesini alırlar da sevinirler. Şu halde geride savaşı
kaybeden ve şehid olmaktan mahrum kalan ve düşman işgali altında inleyen ve
özellikle dinlerinin yok olması tehlikesiyle karşı karşıya bulunanların halinden
haberdar olurlarsa şehitlerin de üzgün olmaları gerekecektir. Demek oluyor
ki, Allah Teâlâ şehitlere bunların durumlarını ya bildirmeyecek, ilgilendirmeyecek
veya bildirdiği şekilde onları o üzüntüden koruyacak, lutfunun nimetiyle memnun
edecektir. Çünkü Allah yolunda şehit olanlar "kendilerine hiçbir korku olmayanlar
ve üzülmeyecek olanlar" dır.
171-Şehitler
"Allah'ın nimetini, keremini ve Allah'ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceğini
müjdelerler."
172- Hele
o müminler ki, "Onlar, kendilerine yara dokunduktan sonra da Allah ve peygamberinin
davetine uydular. Hele onlardan iyilik edenlere ve Allah'tan korkanlara büyük
bir mükafat vardır." Bu âyet de Uhud'un arkası sıra Hamra-i Esed Gazvesi hakkında
inmiştir. Rivayet olunuyor ki, Ebu Süfyan ve arkadaşları Uhud'dan çekilip
Revha denilen yere vardıklarında pişman olmuşlar: "Çoğunu öldürdük, azı kalmıştı,
neye bıraktık geldik, herhalde dönmeli ve köklerini kesmeliyiz." diyerek,
dönüp müslümanlara tekrar hücum etmek istemişlerdi. Hazreti Peygamber de bunu
derhal haber almış ve onları yıldırmak, kendinin ve ashabının kuvvetini göstermek
için, Ebu Süfyan'ı takip etmek üzere ashabını teşvik etmiş ve: "Bugün bizimle
beraber ancak dünkü günümüzde hazır bulunanlar çıksın." buyurmuş idi. Şu halde
Peygamber'le beraber bir cemaat hareket ettiler ki, yetmiş kişi oldukları
söylenmiştir. Medine'den sekiz mil mesafede bulunan Hamra-i Esed isimli yere
kadar vardılar. Ashab yaralı idiler, çok zahmet çekiyorlardı, sevaplarını
kaçırmamak için katlanıyorlardı. İçlerinde öyle yaralılar vardı ki sırayla
birbirlerini sırtlarında taşıyorlardı. Biraz birisi yükleniyor, biraz sonra
binen inip altındakini yükleniyordu. Yine içlerinde saatlerce birbirlerine
dayanarak gidenler bulunuyordu ki, hep bunlar yaraların ıztırabından idi.
Fakat Cenab-ı Allah müşriklerin kalblerine korku koydu da kaçtılar, gittiler.
İşte bu âyet, bu hal içinde Resulullah'ın davetine katılan bu müminler hakkındadır.
173-174-Aynı
şekilde o müminlerden bahseden (3/173-175) âyetleri de Küçük Bedir Gazvesi
hakkında inmiştir. Rivayet olunuyor ki, Ebu Süfyan Uhud'dan Mekke'ye gitmeye
karar verdiği zaman: "Ey Muhammed, sözleşme zamanımız Küçük Bedir mevsimi
olsun, orada çarpışırız istersen." diye bağırmıştı. Hazreti Peygamber de Hz.
Ömer'e: "Bu, bizimle senin aranda inşaallah" diye cevap vermesini emretmişti.
Vakit gelince Ebu Süfyan emri altındakileri alıp çıktı. "Merru'z Zahran" isimli
yere kondu. Fakat Allah kalbine bir korku verdi, cayıp dönmek istedi. O sırada
Nuaym b. Mes'ud Eşceî'ye rastgeldi ki bu Nuaym, umre yapmış geliyordu. Buna:
"Ey Nuaym, ben Muhammed'le Bedir mevsiminde çarpışmaya anlaşmıştım. Bu sene
ise kurak, bize herhalde ağaçlarda hayvan yayacağımız ve süt içeceğimiz bir
sene yaraşır. Bunun için dönmek istiyorum. Fakat Muhammed çıkar da, ben çıkmamış
bulunursam cür'et (cesaret)i artar. Medine'ye git onları oyala, geciktir,
sana on deve vereyim." demişti. Nuaym yola çıktı, geldi gördü ki, müslümanlar
hazırlanıyorlar. "Bu dedi, doğru bir fikir değil; onlar memleketinize geldiler,
bir çoğunuzu öldürdüler, siz üzerlerine giderseniz, hiç biriniz geri gelmez".
Ve bu söz, bir takımları üzerinde tesir icra etti. Resulullah, bunu anlayınca:
"Muhammed'in canı elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben yalnızca çıkarım."
buyurdu ve beraberinde yetmiş kişi kadar zevat ile hareket etti ki, İbnü Mes'ud
hazretleri de içlerinde idi. Gittiler, Küçük Bedir'e vardılar. Küçük Bedir,
Kinane Oğulları'na ait bir sudur ki, bir pazar yeri idi. Burda her sene sekiz
gün toplanırlardı. Hazreti Peygamber ve ashabı, müşriklerden kimseye rastlamadılar.
Pazara gittiler, yanlarında nafaka (geçimlik)ları ve ticaret malları da vardı.
Alış-veriş ettiler, bire iki kazandılar ve Medine'ye sağ salim ve zengin olarak
geldiler ki, bu âyet bunlar hakkındadır. Ebû Süfyan da Mekke'ye dönmüştü.
Mekke halkı onun askerini (Kavut askeri) diye isimlendirdiler, "Siz sevik
(kavut) içmeye çıkmışsınız." dediler.
175- Sizi
o alıkoymak isteyen şeytan, yahut o şeytan sizi dostlarından korkutuyor. Burada
şeytan, müslümanları alıkoymak isteyen o herif veya onu sevkeden; dostları
da Ebu Süfyan ve arkadaşları olduğunu ve mânâ takdirinde bulunduğunu tefsirciler
açıklıyorlar. Şu halde ey müslümanlar, şeytanın dostlarından korkmayınız,
benden korkunuz, siz halis (samimi) mümin iseniz, böyle olmanız gerekir.
Şimdi bütün
bu olaylar üzerine Resulullah'ı teselli hususunda, hitab değiştirilerek buyuruluyor
ki:
176-Ey Muhammed!
"Küfürde yarışanlar seni üzmesin." Bu âyetin nüzul sebebi hakkında bir kaç
rivayet vardır:
1- Kureyş
kâfirleri hakkında inmiş, Allah Teâlâ onların harp için asker toplayıp durmak
gibi küfürde yarışmalarına karşı Peygamber'ine teminat vermiştir.
2- Münafıklar
hakkında inmiştir. Bunların küfürde yarışmaları da şu şekilde özetlenmiştir:
Münafıklar Uhud olayı üzerine müminleri devamlı olarak korkutmaya, başarı
ve zaferden ümitlerin kesip ümitsizlendirmeye çalışıyorlar ve özellikle, "Muhammed,
melik (kral)lik için uğraşan ve sırf siyasi maksadla hareket eden bir inkılabçı,
onun için işler bazan iyiliğine ve bazan kötülüğüne oluyor. Eğer Allah tarafından
peygamber olsaydı hiç yenilmezdi." diye propaganda yapıyorlar. Bunlar, müslümanların
fikirlerini bulandırıyor ve bu sebeple Resul-i Ekrem de üzülüyordu.
3- Bazıları
demişlerdir ki, kâfirlerden bir kavim müslüman olmuşlardı. Sonra Kureyş'lilerden
korkarak dinden döndüler. Bundan dolayı Resulullah merak etmiş ve bunların
dinden dönüşleri yüzünden bir zarar gelebilme ihtimalini düşünmüş.
4- Yahudiler
hakkında inmişti. Çünkü bunlar da Uhud vakasından sonra küfürlerini daha çok
kızıştırmışlar ve müslümanları aldatmak için çalışmaya başlamışlardı.
İşte bu âyetler,
bunların bir veya hepsi dolayısıyla inmiştir. Zahiri amm (genel)dır.
177-Bunlar
Allah'a zarar namına bir şey yapamazlar. Bunda iki mânânın hatıra geldiği
gösterilmiştir. Birisi: "İlâhî mülk ve saltanattan hiç bir şey noksanlaştıramazlar"
demektir. Nitekim Ebu Zerr (r.a.) in rivâyet ettiği üzere Resulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlâ buyuruyor ki, evveliniz (öncekileriniz) ve
ahiriniz (sonrakileriniz), cinleriniz ve insanlarınız içinizde en çok Allah'dan
korkan adamın kalbi üzerine olsaydı, bu benim mülküme bir şey ilave etmezdi.
Tersine öncekileriniz ve sonrakileriniz, cinleriniz, insanlarınız içinizden
en kötü olan adamın kalbi üzerine olsaydı, bu da benim mülkümden bir şey eksiltmezdi."
Birisi de, "Allah'ın velî kullarına hiç bir zarar yapamazlar" demektir ki,
velilere zarar vermeye kalkışmak, Allah'a zarar vermeye kalkışmak hükmünde
tutulmak suretiyle mubalağa ifade eden bir mecazdır. Beyan makamı, Peygamber'i
teselli etme yeri olmasına bakarak tefsircilerin çoğu bu mânâyı tercih etmişlerdir.
"İman karşılığında
küfrü satın alanlar..." Bu âyetin de mürted (dinden dönen)leri ve yahudileri
hedef aldığı açıklanıyor. Dinden dönenler hakkında olması açıktır. Yahudilere
gelince: Bunlar Bakara sûresinde açıklandığı üzere peygamber olarak gönderilmeden
önce Peygamber'i tanıyorlar ve iman ediyorlar ve onunla düşmanlarına karşı
istinsar (yardım istemin)de bulunuyorlardı. Böyle iken Peygamber olarak gelince
küfrettiler, fikirlerini değiştirdiler. Buna göre imanını vermiş, küfrü satın
almış mürted (dinden dönmüş) durumunda demektirler. Bununla beraber bu âyetin,
münafıklarla ilgisinin ihtimali de yok denemez. Zira açıklamaya göre birinci
âyet dolayısıyla küfürde yarış edenler, münafık ve diğer bütün kâfirlerin
önlerinde giden önderlerine; ikinci âyet dolayısıyla imanı verip küfrü satın
alanlar da onların arkalarında gidenlere yormak uygun olacaktır ki, dinden
dönenler daha çok ikincide bulunurlar.
178-Kâfirlerin
gururlarına gelince "Küfredenler, kendilerine mühlet verişimizi (hayır) sanmasınlar."
Burada "imla", imhal (mühlet verme) ve müsaade etme mânâsınadır.
179-Şimdi
Uhud olayının yönelmiş olduğu sonuca gelelim:
Ey Muhammed
ümmeti Allah Teâlâ, halis müminleri o bulunduğunuz karışık hal üzere bırakmazdı.
Öyle sebepler tertip edecekti ki, sonuçta pisi temizden, münafığı müminden
ayıracak, farkettirecekti. Bu ayırmayı yapmak için Allah hepinizi gaybden
haberdar kılacak değildi. Yani sizin hepinizi münafıkların kalblerinden haberdar
etmek suretiyle onları ayırt ettirecek değildi. Ve fakat Allah Peygamberlerinden
her kimi dilerse seçer, ona onu bildirir. Öteden beri ilâhî sünnet (âdet)
budur. Muhammed Mustafa da böyle yapmıştır. Şu halde "Allah'a ve peygamberlerine
inanın. Eğer inanır ve sakınırsanız, sizin için büyük bir mükâfat vardır."
bundan önceki âyetlerde müminlere ahirete ait cezalar ile va'id (korkutma)
gösterildiği gibi, bu âyette de münafıkların bozgunculukları meydana çıkarılıp
rezil edilmek gibi dünyaya ait cezalarla va'd (müjde) leri gösterilmiş ve
aynı zamanda müminlere büyük ecir müjdelenmiş ve İslâmi heyetin ıslahına ait
mukaddimeler (prensipler) hazırlanmıştır ki, ahlak ve iktisad ile ilgili şu
âyet de bu mukaddimelerdendir.
180- Göklerin
ve yerin mirası yani selef (geçmiş)den halef (yerine geçen)e intikal edegelen
mal ve diğerleri gibi gökler ve yerle ilgili miraslar yalnız Allah'ındır.
Tek başına onun mülküdür. Bunlara miras yoluyla sahip olanların, gerçek mülkleri
yoktur, o geçici, iğreti bir şeydir. Hepsi yok olur. Ancak gerçek sahip olan
Allah'ın mülkü kalır. Şu halde bunları Allah'dan kıskanıp da Allah yolunda
sarfetmek hususunda cimrilik edenler bunu düşünmeli ve ne büyük günah yaptıklarını
anlamalıdırlar. Semâvî (göklere ait) miras, nübüvvet (peygamberlik), ilim...
gibi yüksektir. Bundan şu anlaşılır ki, önce miras ilâhî bir kanundur. İkinci
olarak "Allah'ın onlara lütfundan verdiği" yalnız mallara tahsis edilmiş değildir.
Bir de burada bu süreyi takip edecek olan Nisâ Sûresi'nde gelecek miras âyetlerine
bir çeşit hazırlık vardır.
Allah habîr
(her şeyden haberdar) olduğu içindir ki:
Meâl-i Şerifi:
181- Allah,
"Şüphesiz Allah fakirdir, biz zenginiz." diyenlerin lafını elbette duymuştur.
Onların söylediklerini ve peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacağız
ve şöyle diyeceğiz: "Tadın o yakıcı azabı!".
182- "Bu,
kendi ellerinizin yapıp öne sürdüğünün karşılığıdır". Allah kullar(ın)a asla
zulmetmez.
183- "Ateşin
yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiç bir peygambere iman etmeyeceğimize dair
Allah bize ahidde bulundu." diyenlere de ki: "Benden önce size bazı peygamberler
açık belgelerle ve sizin dediğiniz şeyle geldi. Eğer doğru insanlarsanız,
ya onları niçin öldürdünüz?"
184- Eğer
seni yalanladılarsa, senden önce açık deliller, hikmetli sayfalar ve aydınlatıcı
kitap getiren peygamberler de yalanlanmıştı.
185- Her canlı
ölümü tadacaktır. Kıyamet günü ecirleriniz size eksiksiz olarak verilecektir.
Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir.
Dünya hayatı, aldatıcı zevkten başka birşey değildir.
181-Burada
Muhammed aleyhisselam'ın peygamberliği hakkında kâfirler tarafından münasebetsizce
söylenen bazı şüphelerin ve itirazların nakil ve reddine başlanıyor:
"Andolsun
ki Allah, 'Allah fakirdir, biz zenginiz' diyenlerin sözünü işitmiştir." Rivayet
olunuyor ki Hz. Ebu Bekir (r.a.) bir gün yahudilerin dersanelerine gitmişti.
Baktı ki bir takım yahudiler Fenhas'ın başına toplanmışlardı. Ve bu Fenhas,
yahudilerin âlim ve din adamlarından idi. Ebu Bekir: "Yazık ey Fenhas Allah'dan
kork ve müslüman ol, vallahi sen şüphesiz bilirsin ki Muhammed Allah'ın resulüdür,
siz onu yanınızdaki Tevrat'da yazılmış bulursunuz." dedi. Fenhas: "Vallahi
ey Ebu Bekir bizim Allah'a ihtiyacımız yok, o bize muhtaç. Ve biz ona, onun
bize yalvardığı kadar yalvarmıyoruz, herhalde biz ondan müstağni (tok gözlü),
daha zenginiz. O zengin olsaydı, arkadaşınızın sandığı gibi bizden borç almaya
tenezzül etmezdi. O bizi faizden yasaklıyor ve bize ribâ vaad ediyor. Zengin
olsaydı bize ribâ vermezdi." diye münasebetsizlikte bulundu. Bunun üzerine
Ebu Bekir öfkelendi ve Fenhas'ın yüzüne şiddetli bir tokat vurdu ve dedi ki:
"Nefsim yed (kudret)inde olan yüksek zata (Allah'a) kasem ederim ki, bizimle
senin arandaki anlaşma olmasaydı boynunu vururdum ey Allah'ın düşmanı!". Bunun
üzerine Fenhas Resulullah'a gidip: "Ey Muhammed bak arkadaşın bana ne yaptı?"
diye şikâyet etti. Resulullah (s.a.v.) Hazreti Ebu Bekir'e: "Bu yaptığına
sevkeden nedir?" diye sordu. O da: "Ey Allah'ın Resulü, büyük bir edepsizlikte
bulundu, öyle sanıyor ki, Allah Teâlâ fakir ve bunlar daha zengin imişler.
Bunu söyleyince Allah için kızdım ve yüzüne bir tokat vurdum." dedi. Fenhas:
"ben böyle bir şey söylemedim." diye inkar etti. İşte bunun üzerine Allah
Teâlâ Hz. Ebu Bekir'i tasdik ederek bu âyeti indirdi. Bu rivayet İbnü Abbas,
İkrime, Suddi, Mukatil ve İbnü İshak'tandır. Şu halde söyleyen bir iken, bu
lakırtının diye topluluğa isnadı, onların da razı olmaları sebebiyledir.
Yahudi reislerinden
Huvey b. Ahtab'ın, aynı şekilde İlyas b. Ömer'in: "Fakir zenginden borç para
ister." dedikleri ve bazı yahudilerin Peygamberimizin huzuruna gelip: "Ey
Muhammed Rabbin fakir mi ki kullarından borç istiyor?" sözünü söyledikleri
de bir çok rivâyetlerle nakledilmiştir ki, hepsi aynı mânâya döner. Kur'an'ın
edebî nezahetine uygun olamayacağından dolayı âyet söyleyeni tayin etmemiş
ise de, anlattığı öldürme meselesinin yahudilere ait olduğu bilindiğinden,
bunun da onlar tarafından söylendiği anlaşılmış olmaktadır.
Bu dediklerini
yazacağız. Bu yazma, ya hakikati üzerinedir ki, iki şekilde düşünülebilir.
Birisi: Amel pusulalarına, amellerinin sayfalarına kaydedeceğiz, defterlerine
geçireceğiz demek olur. Ve gerçekten tartıya konacak olan amellerin sayfaları
yazısını ifade eder. Çünkü bu yazı bildiğimiz bir yazı olmamakla beraber,
hakikaten bir yazıdır. Nitekim gramofon plaklarına ve telsizler aracılıklarıyla
seslerin tesbiti ve nakli bir yazıdır. Ve bugün fen ilimleri bakımından bilinmiştir
ki, ses titreşimleri açıkta görüldüğü gibi hemen kayboluvermiyor. Fezada her
tarafa yayılıp yazılıyor. Nerede bir alıcı bulunursa, hemen alınabiliyor.
Bunların kâinatta genel elektrik cereyanları içinde nerelere kadar gittiği
ve İlâhî Arş'ın altında daha ne şekiller kazanacağını bilemeyiz. İkincisi:
Kur'ân'da yazacağız, tarihe geçireceğiz, göstereceğiz demek olur. Veyahut
burada yazmak, cezası verilmek üzere ilâhî ilimde saklı kalıp unutulmamak
ve ihmal olunmamak mânâsına mecaz veya kinayedir ki, bu mânâ dilimizde de
meşhurdur. "Bunu yaz" deriz ki, "unutma, cezasını göreceksin" demektir. Şu
halde "yazacağız" demek, "ihmal etmeyeceğiz, bunu unutmasınlar, cezalarına
hükmedeceğiz" demek olur. İstikbal (gelecek zaman) siğası bu mânâda açıktır.
Birinci mânâya göre de, gelecek zaman sigasiyle söylenmesi, tevbeye imkan
bırakmak gibi bir nükteyi içine alır.
"Haksız yere
peygamberleri öldürmeleri" "Mef'ûl-i maah" yerindedir ki, sözlerini bu fiilleriyle
beraber, yani bu cinâyetin başına yazacağız mânâsını ifade ve çok büyük bir
vaid ve tehdidi içine alır. Bu katl (öldürmey)i, bunların ecdad (dedeler)ı
yapmış olduğu halde bunlara isnad edilmesi, bunların da bugün ona razı olarak
cezasına iştirak etmekte bulunduklarından dolayıdır. Yani Hz. Yahya, Zekeriya
ve diğerleri gibi peygamberlerin böyle haksız olarak öldürülmesinin suçu şahıslara
değil, Yahudiliğin mahiyetine yüklenmiştir. Ve işte bu rıza ve bu izafet (yükleme)
dolayısıyladır ki, bu âyet bunlar hakkında yalnız bir va'id ve tehditten ibaret
olmayıp, Muhammed aleyhisselamın peygamberliğine karşı gösterdikleri küfrün
ve öne sürdükleri şüphelerin ciddi olmadığını isbat ile kökünden kaldıran
bir cevabı da içerir ki, bu cihet devamında ayrıca açıklanacaktır da. Çünkü
yahudiler yalnız Hz. İsa gibi inkar ettikleri peygamberi öldürmeye kalkışmakla
kalmamış, Hz. Zekeriya gibi vaktiyle peygamberliğini itiraf ve tasdik etmiş
bulundukları peygamberleri de öldürmüşlerdir. Ve bir peygamberin öldürülmesi
ise her halde haksız yeredir ve bir küfürdür. Demek olur ki, onlarca peygamberlik
sabit olduktan sonra bile öldürme ve küfür gibi cinâyetleri onaylayanların
ve Allah Teâlâya karşı, isterse şaka ve alay şeklinde olsun, "Allah fakirdir,
biz zenginiz" demek cüretinde bulunanların, bir peygambere karşı ortaya atmaya
uğraştıkları şüphelerin ve itirazların gerçekten kalblerini meşgul eden ilmî
bir şüphe değil; sırf değişmez hakikatlara karşı inad ve kibirlenme yoluyla,
zorbalık ve düşmanlık hissiyle ortaya atılmış bir ahlâksızlıktan ibarettir.
Ve bunların gerçek cevabı, nasihat dinlemeyip kendilerini ateşe atmakta ısrar
edenleri bırakıvermek gibi, söz ve fiillerinin korkunç sonuçlarına fiilî olarak
atıvermek ve deyivermektir. Bunun için buyuruluyor ki, yazacağız ve yakıcı
azabı tadınız diyeceğiz. Harîk "mü'lim" mânâsında "elîm" gibi, "müf'il" mânâsında
"feîl" olarak "muhrik" mânâsına gelir ki, yakıcı cehennem azabı demek olur.
"el-Harîk", cehennem tabakalarından bir tabaka diye de açıklanmıştır. Bununla
birlikte harîk, dilimizde olduğu gibi ihtirak, yanış ve yangın mânâsına da
geldiği için haydi yakmak istediğiniz fitne ve ihtilal yangınının azabını
kendiniz tadınız bakalım demek de olabilir. Bu emrin hesap zamanında mı, yoksa
ölüm zamanında mı verileceği hakkında iki rivâyet vardır.
182-Bu emir
verilirken ilâhî adalet anlatılmak için şu da eklenecektir: Bu azab, önce
kendi elinizle, yani kazanma gücünüzle yaptığınız sözlü, fiilî, i'tikâdî günahlar;
bir de Allah Teâlâ'nın kullarına zulmedici olmaması sebebiyle ilâhî bir adalettir.
183- Bu, yukardaki
ya sıfat olarak merbut (bağlı)tur. Zemm (kınama) üzere nasb veya ref veya
bedel olması da caiz görülmüştür. Bu âyetin iniş sebebinde rivâyet edilir
ki, yahudi reislerinden Ka'b b. Eşref, Malik b. Sayf, Vehb b. Yahuza, Zeyd
b. Manuh, Fenhas b. Azura ve Hüyey b. Ahtab gelmişler, Resulullah'a: "Sen,
Allah Teâlâ'nın seni bize bir peygamber olarak gönderdiğini ve sana bir kitap
indirdiğini iddia ediyorsun. Halbuki Allah Teâlâ bize, Allah tarafından gönderildiğini
iddia eden bir peygamber ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe kendisine
iman etmememize dair ahid vermiş, yani böyle emir ve tavsiye etmiştir. Şu
halde sen bu mucizeyi gösterirsen seni tasdik ederiz." demişlerdi. Bunun üzerine
bu âyet indi. Bu ateşten maksad, gökten bir fışıltı ile inen bir nâr-ı beyza
(beyaz bir ateş), kurbanı yemesi de yakıp ateş haline çevirmesi demek olduğu
ve kurbanın kabulüne işaret olmak üzere böyle bir ateş ile yakması geçmiş
peygamberler zamanında yaygın bulunduğu da naklediliyor. Fakat bu mucize olmadıkça
bir peygamberin tasdik olunmaması, diğer deliller ve mucizelerin dikkat nazarına
alınmaması hakkında yahudilere ilâhî bir ahdin bulunduğu iddiası, Hz. Peygamber'e
iman etmemek için uydurulmuş bir yalan ve iftiradan başka bir şey olmadığı
da muhakkaktır. Çünkü bunun gayesi, bir mucizesi olmasıdır. Ve Allah Teâlâ'nın
sonsuz mucizeler yaratmaya kudreti de malumdur. Şu halde buna diğer mucizelerden
fazla bir kıymet verilmesi ve bunun iman için ilk şart sayılması tam iftira
olur. Bununla beraber bu kurban meselesinin bir müddet cereyan edip İsa'nın
dili ile nesholunduğu (kaldırıldığı)da söylenmiştir. İşte Allah Teâlâ onların
yalan, iftira ve fikirlerinin iman etmek maksadıyla bir mucize isteği olmayıp,
sırf kibirlenme olduğunu çok belagatlı ve ince bir şekilde açıklamakla onları
ilzam (susturmak) için buyuruyor ki: Ey Muhammed, sen onlara şöyle söyle:
"Benden önce size bir çok peygamber açık açık deliller, mucizelerle ve o söylediğiniz
kurban ve ateş mucizesiyle geldilerdi." Zekeriya, Yahya ve diğer İsrailoğulları
peygamberleri gelmişler ve İsrailoğulları peygamberleri olmaları bakımından
mucizeler arasında bu söylenen mucizeyi de elbet göstermişlerdi. Siz sözünüzün
delaleti üzere, bu kurban mucizesi gösterilirse iman edeceğiz demekte doğru
ve ciddi iseniz o peygamberleri niçin öldürdünüz ya? Yani sizin dedeleriniz
onları öldürdükleri gibi, siz de bugün onların fikir ve yolunda bulunuyor
ve onların öldürülmesine razı oluyor, doğru buluyor ve kıymet veriyorsunuz.
Hâlâ inat ediyor, o peygamberlere iman etmiyor ve o öldürmelerden dolayı tevbekâr
olmuyorsunuz. Halbuki Muhammed Resulullah'a iman etmek için bütün bu peygamberlere
iman etmek şarttır. Siz onları tasdik etmeden ve o günahlara tevbe etmeden
Muhammed'i tasdik etmiş olamazsınız. Ve mademki onlar kurban mucizesini de
gösterdikleri halde hâlâ iman etmiyorsunuz, o halde çok açıktır ki, bugün
istediğiniz bu mucizeye yine iman etmiyeceksiniz. Buna göre ahid (anlaşma)
davanız iftira olduğu gibi, bu isteğiniz de yalandır. Bu iftirayı tasdik mânâsını
içine alacak bir mucize olamaz. Bugün böyle bir şey gösterilmiş olsa, iddia
edilen anlaşmanın varlığını tasdik demek olur. Allah Teâlâ bu iftirayı tasdik
etmez ve siz gerçekte o peygamberlerin peygamber olduğunu bildiğiniz halde,
yakinen (kesin bir şekilde) iman etmediğiniz gibi, bugün de öylesiniz. İşte
Ey Muhammed, sen onları Kur'ân'ın bu i'cazkâr cevabıyla sükuta zorla ve sustur,
sakın üzülme, çünkü:
184- "Eğer
seni yalanlamışlarsa, senden önce de peygamberler yalanlanmışlardı ki, onlar
da açık deliller, sahifeler ve aydınlatıcı kitaplarla gelmişlerdi." Beyyinat,
açık mucizeler. Zübür, sahifeleri de içine almak üzere genelde kitab demek
olan nin veya un çoğuludur. Kitab-ı münir (aydınlatıcı kitap)in buna atfı,
atfü'l-hâss ale'l-âmm (hassın, âmma atfı) kabilindendir. Bundan da maksad,
Tevrat ve İncil denilmiştir. Fakat Kur'ân âdetinde kitab, şeriatleri ve hükümleri
içermiş olandır. Bunun için çoğunlukla hikmet ile birlikte anılır. Yalanlanmaya
maruz kalmak, doğruların pek çok gücüne gideceği için Resulullah da bundan
dolayı kederli olurdu. Burada öteden beri bu denemenin bütün peygamberler
hakkında ilâhî bir kanun olduğu açıklanarak Resulullah'ın kalbi tatmin buyurulmuş
ve bundan sonra doğrulara va'd (müjde) ve yalancılara vaîd (tehdit) olmak
üzere de şu hatırlatılmıştır:
185- Her nefis
(canlı) ölümü tadacaktır. (Yani herkes ölecektir) Nefs, zat ve ruh mânâlarına
geldiği için, bundan bazı kimseler ruhun ebedî olduğu mânâsını anlamışlardır.
Çünkü tatmak, bir hayat eseridir. Ve zevk anında tadıcının bakî (ebedî) olduğunu
anlatır, yoksa zevk tasavvur olunamaz. O halde mânâ: "Her nefis bedeninin
ölümünü tadacaktır" demek olur. Bu da nefsin, bedenden başka olduğunu ve bedenin
ölümüyle onun ölmeyeceğini anlatır. Şu halde ölüm zorunluluğu cismânî hayata
mahsus olup, mücerred (soyut) ruhların yok olmadığını söylerler. Ve ahiret
meselesini bu şekilde ruhun ebedî oluşuna dayanan ruhanî (ruhlara ait) bir
hayat tasavvur etmişlerdir. Fakat diğer taraftan bir çok tefsirciler ve bilginler
demişlerdir ki, bu şekil yorum, bir zorlamadır. Zaikatü'l-mevt demek ölecektir
demek olduğu açıktır. Belli ki tadan kim ise, ölen o olacaktır. Evet bedenin
ölmesiyle nefis ve ruhun büsbütün yok oluvermeyip bir müddet kalabileceği
diğer delillerden açıkça anlaşılıyor ise de, genelde ruhların ölmedikleri
davası ne aklen, ne de naklen zorunlu olarak sabit değildir. Önce "zaikatü'l-mevt",
herhalde, tadan nefsin ölümünü ifade etmektedir. Rivâyetler de bu mânâyı göstermektedir.
Rivâyet olunuyor ki, ne zaman "Yeryüzündeki her canlı yok olacak." (Rahman,
55/26) âyeti indi melekler, yeryüzündekiler öldü dediler. Sonra indiği zaman
biz de öldük dediler. Ruhların ölümünü de ifade etmeseydi, meleklerin ölümünü
de anlatmazdı ve melekler için ölüm ve yok olma düşünülünce, beşer ruhları
için de düşünülmesi gerekir. Ancak genel hükmünün de umumi üzere cereyan edemeyeceği
de hatırlatmaya değer görülmüştür. Çünkü "Allah'ın diledikleri hariç olmak
üzere, göklerde ve yerde kim varsa hepsi düşüp ölmüş olacak." (Zümer, 39/68)
âyetinde Allah Teâlâ'nın diledikleri, bu genelden hariç tutulmuşlardır. Buna
göre göklere ait olsun, yere ait olsun, gerek melekler ve gerek bütün nefisler
yanında ebediyete kadar ölmeyecek olanlar da bulunabilecektir. İşte İslâm
âlimlerinin çoğunluğunun görüşleri budur. Özetle ruhun ebedî oluşu inkar edilemez.
Ve fakat umum için zorunlu değildir. Dinin ve ahiretin imkanının, mutlak olarak,
ruhların ebedîliği nazariye (teori)sine dayanması da zorunlu değildir. "Kıyamet"
kelimesi de tamamen yok oluşu ve ondan sonra kıyam (öldükten sonra dirilme),
neşr ve haşr (dağılıp, toplanmay)ı ifade eder ki, ölüm ve öldükten sonra dirilme,
özetle ahiret inancı, bir ebedî olma inancıdır. Fakat bu ebedîlik, ilk oluşum
değil, ikinci oluşumdur.
Evet her nefis
ölümü tadacak; dünyanın ne üzüntüsü, ne sevinci hiç biri kalmayacak, ve sevaplarınızın
size tam olarak ödenmesi de ancak kıyamette olacaktır. Dünyada iyi veya kötü
bütün çalışmaların sevap veya cezasını yine dünyada elde etmek mümkün değildir.
Mesela şehidlerin kanlarıyla kazanılan savaşların başarı meyvelerinden o şehidlerin
dünyada istifade etmelerini düşünmek tenakuz (çelişki) olur ki, bütün faziletler
de böyledir. Gerçi dünyada hiçbir ücret verilmez de değildir. Burada da bazı
çalışmaların karşılığının alındığı da vardır. Fakat bu dünyada sonuç, ölüm
ve yok olmak muhakkak bulunduğu için; gelen herhangi bir menfaat ve tad, kesilme
ve sona erme korkusuyla karışık ve muhakkak gam ve kederle sarılıdır. Gamsız
sevinç, korkusuz eminlik, ıztırapsız lezzet, kesintisiz ebedi saadet kıyamet
gününde hasıl olur. Mizan (tartı) ve hesabın temizlenmesi oradadır. Bunun
için cehennem ateşinden uzaklaştırılıp cennete sokulan her kim ise, işte o
kendini kurtarmış ve her muradına ermiştir. Yoksa dünya denilen o fani hayat,
müşterisini aldatan gurur sermayesinden başka hiç bir şey değildir. Serap
gibi parıldar, bulut gibi geçer gider. "Meta' " satılık kumaş ve kullanacak
aletler ve avadanlıklar veya gerek aletler ve avadanlıklar, gerek mallar ve
diğer genel faydalanmaya yarayan az-çok lüzumlu şey mânâlarına gelir ki, dilimizde
"matah" dediğimiz zaman bu üçüncü mânâyı kastederiz. "Gurûr " aldanmak demek
olduğu gibi, ın çoğulu olarak aldatıcılar demek de olabilir. Meta-ı gurur
(gurur metaı), müşteriyi kandırmak için allanıp pullanarak hoş gösterilen
ve alındıktan sonra aşağılık olduğu anlaşılan meta (sermaye, mal) demektir.
İşte dünya hayatı budur. Bunun alıcısı olanlar, bütün nazar (bakış) ve ümidini
buna dikenler, ne saadet görülecekse bunda görülecek sananlar aldanmış olurlar.
Burada, bu
gurur metaına aldanıp da küfür, yalanlama, aldatma ve bozmanın arkasında koşan
düşmanların rahatsız etmelerine karşı Resulullah'a ve ona tabi olan müminlere
bir teselli ve nasihat vardır. Şimdi bu düşmanların saldırılarının daha kesilmeyeceğini
ve bundan böyle bu kâfirlerin daha bir çok eziyetlerde bulunacaklarını anlatmak
ve bu şekilde müminleri gaflet ve aldanmadan korumak, ilim ve bilgi üzere
tam bir güçle hareket etmelerini, olaylar karşısında zayıflık ve telaşa düşmemelerini
hatırlatarak geleceğe hazırlayıp Bakara sûresinin sonundaki "Kâfir kavimlere
karşı bize yardım et" (Bakara, 2/286) duasının kabul olma yolunu tam olarak
göstermek üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
186- Muhakkak
siz, mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan olunacaksınız. Sizden önce
kendilerine kitap verilenlerden ve Allah'a ortak koşanlardan size eziyet verici
bir çok söz işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah'dan gereği gibi korkarsanız,
şüphesiz işte bu azmi gerektiren işlerdendir.
187- Bir zaman
Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız,
onu gizlemiyeceksiniz." diye söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler
ve onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları bu alışveriş ne kadar kötüdür.
188- O yaptıklarına
sevinen ve yapmadıkları şeylerle de övülmek isteyenlerin (onacaklarını) sanma!
Onların azaptan kurtulacaklarını da sanma! Onlar için can yakıcı bir azap
vardır.
189- Göklerin
ve yerin mülkü Allah'ındır. Allah her şeye kâdirdir.
190- Göklerin
ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde
selim akıl sahipleri için gerçekten açık, ibretli deliller vardır.
191- Onlar
ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar; göklerin
ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Ve "Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın,
Sen yücesin, bizi ateşin azabından koru." derler.
192- "Rabbimiz!
Sen kimi cehennem ateşine sokarsan onu rezil etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcıları
yoktur".
193- "Rabbimiz!
Biz, 'Rabbinize iman edin' diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen iman
ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, bizleri sana
ermiş kullarınla beraber yanına al".
194- "Rabbimiz!
bize peygamberlerine vaad ettiğini ver, kıyamet günü bizi rezil etme. Muhakkak
sen verdiğin sözden dönmezsin".
195- Rableri
onlara şu karşılığı verdi: "Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden, hiçbir
çalışanın amelini zayi etmeyeceğim. Sizler birbirinizdensiniz. Göç edenler,
yurtlarından çıkarılanlar, yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler...
Onların günahlarını elbette örteceğim ve Allah katından bir mükafat olmak
üzere, onları altından ırmaklar akan cennetlere de koyacağım. En güzel mükafat
Allah katındadır".
196- Kâfirlerin
diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın.
197- Bu, az
bir geçimliktir. Sonra onların varacakları yer cehennemdir. Ne kötü bir yataktır
orası!
198- Fakat
Rablerinden gereğince korkanlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır.
Onlar orada ebedî olarak kalacaklar, Allah katından ağırlanacaklardır. İyiler
için Allah katındakiler daha hayırlıdır.
199- Kitap
ehlinden öyleleri var ki, Allah'a inanırlar, size indirilene ve kendilerine
indirilene -Allah'a boyun eğerek inanırlar. Allah'ın âyetlerini az bir değere
değişmezler. Onların mükafatı da Allah katındadır. Şüphesiz Allah, hesabı
çabuk görendir.
200- Ey iman
edenler! Sabredin, düşmanlarınıza karşı sebat gösterin, nöbet bekleşin, Allah'dan
gereğince korkun ki, kurtuluşa eresiniz.
186-Siz o
gurur metâı (aldanma metâı)na sakın aldanmayınız ve biliniz ki: mallarınızdan
ve canlarınızdan muhakkak imtihan ve tecrübe olunacaksınız. Mallarınızda yok
edici bazı afetler, nefislerinizde öldürülme ve yaralanma veya esir düşme
veya diğer bazı zahmetler, meşakkatler, korkular ve diğerleri gibi takdir
edilmiş şeylerle deneneceksiniz.
İbtilâ'nın,
külfet ve zahmet ile sınama ve tecrübe demek olduğu yukarda geçmişti. Allah
Teâlâ'nın tecrübe ile ilim kazanmaktan münezzeh ve müstağni bulunduğu bilindiği
için, bu gibi âyetlerde ve imtihan muamelesi yapmak mânâsına bir istiaredir
ki, nüktesi ilmi deneyin önemine ve hareketlerde deneyin esas alınmasına kulları
bir irşaddır.
Bu âyetin
de, söylendiği üzere Fenhas olayı veya şiirleriyle müşrikleri Resul-i Ekrem
aleyhine teşvik eden ve heyecan veren Ka'b b. Eşref veya Resulûllah'ın şeref
verip Kur'ân okuduğu bir mecliste Eğer bu doğru ise, meclislerimizde onunla
bizi rahatsız etme. diye küstahlık eden Abdullah b. Übeyy sebebiyle indiği
hakkında üç rivâyet vardır.
Ve eğer bunlara
karşı sabreder ve başkalarından uzaklaşıp bütün varlığınızla Allah'ın korumasına
girerek korunursanız, işte bu sabır ve korunma ise azmi gerektiren işlerdendir.
Yani azmedilmesi gerekli olan şerefli, meziyetli, önemli işlerdendir. İmtihanda
başarı bununla olacaktır. Şu halde bunda yarış etmeli ve gurur malına aldanan
ahlâksızlar gibi olmamalıdır.
187-Ey Muhammed,
bunu tebliğ et, şunu hatırla ve hatırlat hani Allah kendilerine kitap verilmiş
okur yazar olanların o kitabı, yahut o kitapta peygamberliğinin doğruluğu
sabit olan o peygamberlerin sonuncusu şanlı Peygamber'i, insanlara hakkıyla
açıklayıp anlatacaksınız ve onu gizlemiyeceksiniz diye tekit ve kasem ile
misak almış ve bunu onlara teahhüt ettirmiş idi. Bu kitap verilmiş olanlardan
maksad, kitap ehli olan yahudi ve hıristiyan bilginleridir. Bunların, iş bu
adıyla anılmaları, kendilerine Kur'ân verilmiş olan müslümanların da böyle
ahitleri alınmış bulunduğunu delalet yoluyla hatırlatır. Buna göre müslümanların
sözleşmesi, bu isimde açık bir şekilde dahil olmamakla beraber, delalet bakımından
dahildirler. Bunun için bazı tefsirciler, burada da müslümanlar dahildir diye
göstermişlerdir. Fakat bunun ibare (metin) ile olmayıp, delaletle olacağının
unutulmaması gerekir.
Bu sözleşme
ne zaman ve nasıl alınmıştır? Malumdur ki, kitabın mahiyeti, neşr, beyan ve
hakikatleri ve hükümleri tebliğ içindir. Buna göre bir kitaba sahip olmuş
bulunmak, kitap ehli ve okur yazar olmak, o kitabın neşr ve beyanını üzerine
almaktır. Bundan başka Allah'dan gelen kitapların hepsinde, bunların hakkıyla
neşr ve beyanı emir, teklif ve irâdî delillerle isbat olunmuştur. Sonra Tevrat
ve İncil'in içeriği meyanında o peygamberin, yani en son Peygamber hazretlerinin
vasıfları ve peygamberliğinin doğruluğu müjdelenmiş ve açıklanmış ve buna
iman, o kitaplara iman cümlesinden olmuştur. Ve bilhassa bu ahir zaman Peygamberi'nin,
bu istikbal Peygamberi'nin müjdelenmesi o kitapların ve kitap ehlinin takip
ettiği ve beklediği en büyük bir müjde bulunuyordu. Şu halde Tevrat ve İncil'in
neşr (yayma) ve beyanını üzerine almış bulunan kitap ehli bilginlerinin en
büyük görevi, ilâhî kitaplardaki hak ve hakikatin hiç birini gizlemeyerek
neşir ve beyan olduğu gibi, bunun yanında özellikle son Peygamber'in peygamberliğinin
doğruluğunu da hiç bir şekilde saklamayıp neşr ve beyan etmek, hem genel ve
hem özel şekilde üzerine alınmış bir görev idi. İşte bu âyetin açıklama hedefi
de budur. Genel görüşe göre nün zamiri, kinaye, özel görüşe göre de o Peygamber'e
racidir. Bunun için Said b. Cübeyr ve Süddi rivâyetlerinde zamir, Muhammed'e;
Hasen ve Katade rivayetlerinde kitaba irca edilmiş (gönderilmiş)tir. (Bakara
sûresindeki 40, 134 ve 146 ncı âyetlere bkz.)
İşte bunlar,
böyle üzerlerine alıp antlaşma yaptılar da o kitabı arkalarına attılar, antlaşmalarını
yerine getirmediler, hakkı (gerçeği) gizlediler de Peygamber'e ve müslümanlara
eziyet verip rahatsız etmeye kalkıştılar. (Bakara sûresindeki 101. âyete bkz.)
Bunu önce yahudiler yapmış, sonra hıristiyanlar da o yola gitmiş olduğundan,
burada da hatırlatılmıştır. Bunlar böyle yaptılar, ve karşılığında az bir
bedel aldılar. Aldanma metâı olan dünya hayatına aldanarak az bir para veya
menfaat karşılığında susarak veya tevil ederek ve bozarak veya görmemezlikten
gelerek hakkı (doğruyu, gerçeği) gizlediler. Bu semen (bedel), gerçekte ne
kadar çok olursa olsun, bitici ve fânî olduğu için, ebedî ve sonsuz olan ahiret
sevabına göre pek az bir şey olduğundan "semen-i kalil" (az bir bedel) buyurulmuştur.
Böyle olmakla birlikte bununla, bunların esasında az bir dünya menfaati için
kitaplarını unutuverdiklerine ve onu süfli (aşağı) bir şekilde beş on para
için bile kötüye kullandıklarına da işaret buyurulmuştur. Ve üzüntüyle (kaydedelim
ki) hayli zamandan beri bu hale müslümanlar da düşmüştür. Âlimlerden hakkı
aramayıp, gönlüne göre yanlış bir "uygun" cevabı almak için teşvik veya tehdit
eden bir çok cahil, ahlâksız müslümanlar bulunduğu gibi; böyle bayağı menfaatleri
yolunda dolaşan ve ilmi, dini, bir aldatma tuzağı kabul eden ulema taklitleri
de ortaya çıkmıştır. İşte Cenab-ı Allah, müslümanları özellikle bu hallerden
sakındırıp sabır ve takva, sebat ve azimle söz verdiğini yerine getirmeye
sadakat ve ciddiyet göstermek, yüksek himmet ile söz ve fiil olarak hakkı
açıklamak, ilâhî emirlerin neşr ve genelleştirilmesiyle Allah kelamını yüceltmek
(i'lay-ı kelimetullah) için sevk etmek ve kitap ehlinin durumunu kötü görmekle
"yaptıkları alışveriş ne kadar kötüdür." buyurmuştur.
188-Şimdi
bunun yalnız bir kınamaktan ibaret kalmayacağını ve genel şekliyle ahlâkta
ciddilik ve tevazu (alçak gönüllülük) tersine hareket edenlerin sonlarının
acıklı olduğunu açıklamak için de münafıklar dolayısıyle şu âyet inmiştir.
Yaptıkları herhangi bir iş ile sevinen, dilimiz tabiriyle böbürlenen ve yapmadıkları
bir şeyle öğülmelerinden hoşlanan kimseleri sakın azaptan kurtulacak bir yerde
zannetme, asla zannetme, hem bunlar için elim (acıklı) bir azab hazırlanmıştır.
Bu âyet, münafıklar sebebiyle inmiş olmakla beraber, hükmü, gerek diğer kafirler
ve müşriklerden ve gerek müslümanlardan bu davranışta bulunan gurur sahiplerinin
hepsini içerir. Gururlanmak, gelecekten gaflet etmek ve vazifenin kabul edilip
güzel bulunmasının kendine ait olmadığını bilmemek, yaptığı işi büyüksünüp
kendine onu büyük görmek gibi bir küçüklüktür. Ve yapmadığını yapmış gibi
gösterip öğünülmekten hoşlanmak ise hakkı, doğruyu bozmaktan zevk almak ve
Allah'ı unutmaktır. Önceki buna sevk eder. Bu ikisi bir yere gelince, de acıklı
azabı hak etmiş olur. Üzüntüyle beraber bu halde bulunanlar ne kadar çoktur.
"Yek beyza
vü sad hezar gıdgıdak"
"Tek yumurta
ve yüz bin gıdgıdak".
Burada Cenab-ı
Allah, müslümanlara bütün başarıyı temin edecek olan kulluk kemali ile yüksek
ahlâkları telkin için ruhları yaratılıştan hakka ve kalpleri gurur âleminden
affedici Allah tarafına çekerek sabır, Allah korkusu ve azmin bütün hedefini
ve geçmiş beyanların gerekli sebeplerini özetleyerek buyuruyor ki:
189- Bütün
gökler ve yer devlet ve memleketi, bağımsız olarak Allah'ın mülküdür. Bunun
idaresinde ancak onun emirleri ve onun kudreti hüküm sürer. Bunlar içinde
Hakk'ın hükümlerinin tersine hareket etmek istiyenler, elbette cezaya mahkûm
olurlar. Onun kudretine hiçbir şey karşı gelemez, Allah'ın kudreti sonsuzdur.
Herkes, O'nun için çalışmalı ve her görevi bu mülkü idare eden hükümler ve
emirlerine, cereyan eden sünnetine uyarak ve ancak onun adına yapmalıdır.
190-Bunu nasıl
anlamalı? Bu noktada gönülleri Hakk'ı bilmeye çekmek ve yönlendirmek suretiyle
aydınlatma ve ilâhî saltanatın şekil ve tecellilerinin sırlarını, Allah Teâlâ'nın
tam kudret ve hikmetiyle mülkünün sanatındaki tasarruf hükümlerini, sır ve
yaratılış gayesini keşfettirecek olan hak âyetlerini gösterme ve bütün bilgilerin
usûl (metod)unu öğretme ve dinin kemalinin gayesini anlatmak için buyurulmuştur
ki: Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde sayılamayacak
nice alâmetler ve deliller vardır ki, bütün kâinatın O'na mahsus olduğuna
ve Allah'ın kâmil kudretine, büyüklük ve azametine delalet ederler. Fakat
bu âyet (alâmet)ler herkes ve her akıl için değil, temiz ve tam akıl sahipleri
demek olan içindir. Öyle ûlü'l-elbâb (tam akıl sahipleri) ki "Semavat" (gökler)
ve "arz" (yer): Mekân kavramının içine aldığı bütün yükseklik ve alçaklıklarıyla
mekanlı varlıklar, "Halk " (yaratma): Bunların zat ve sıfatlarıyla bulundukları
şekil ve nitelikleri üzere var edilmelerini ve yok edilmelerini ifade eden
gerçek sebep anlayışının özü, "İhtilafu leyl ü nehâr" (gece ve gündüzün değişmesi):
Zaman anlayışını veren ve hareketlerle ilgili olup, bu varlıkların yaratılmışlıklarını
ve düzenlerini gösteren devamlılık ve değişimdir. İşte hak (gerçek) ilimlerin
keşif yolları, işbu, "gökler ve yer, gece ve gündüz, yaratma ve değişim, akıl"
olaylar ve anlaşılmaları üzerindeki düşünmedir.
Abdullah b.
Ömer (r.a.) hazretleri demiştir ki: "Hz. Âişe'ye, Resulullah'dan gördüğün
şeylerin en şaşırtıcısını bana haber ver." dedim. Bunun üzerine ağladı ve
uzun bir müddet ağladı da sonra dedi ki: "Onun her işi şaşırtıcı idi. Bir
gün bana geldi, yorganıma girdi, hatta cildini cildime dokundurdu, sonra da
buyurdu ki, 'Ey Âişe, bu gece bana Rabbıma ibadet etmek için izin verir misin?'
Ben de, 'Ey Allah'ın Resulü, ben senin yakınlığını severim, isteklerini de
severim, izinlisin.' dedim. Kalktı, odadaki su ibriğine vardı, abdest aldı,
suyu çok da dökmedi, sonra namaza durdu, Kur'ân okudu ve ağlıyordu. Sonra
iki elini kaldırdı yine ağlıyordu. Hatta gözyaşlarının yeri ıslattığını gördüm.
Sonra Bilâl geldi, kendisine sabah namazını bildiriyordu. Baktı ki ağlıyor,
'Ey Allah'ın Resulü, dedi, Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahını affetmiş
olduğu halde ağlıyor musun?' 'Ey Bilâl, buyurdu, şu halde ben şükreden bir
kul olmayayım mı?' Bundan sonra buyurdu ki, 'Nasıl ağlamıyayım, Allah Teâlâ
bu gece şunu indirdi: Resulullah bunu söyledi, sonra da 'Vay bunu okuyup da,
bu babda düşünmeyene!.' Diğer bir rivâyette, 'Vay bunu çeneleri arasında çiğneyip
de bunda düşünmeyenlere!' buyurdu."
Bakara Sûresi'nde
Allah'ın birliğini isbat ve açıklama esnasında bu âyetin bir benzeri geçmişti.
O daha geniş ve sekiz çeşit delili içermiş olduğu halde, bunda o esasın bir
özetiyle beraber, siyak (söz gelişi) ve istenilen açısından çok ince bir gelişmesi
vardır. Bunun için onun sonunda Düşünen bir kavim için nice deliller vardır.
(Bakara, 2/164), bunda da temiz akıl sahipleri için nice deliller vardır.
buyurulmuştur. Resulullah da bu ayetle, diğerinden daha derin bir aşk ile
ilgilenmiştir. Demek olur ki, önceki bahiste genel olarak akıl yetebileceği
halde, burada temiz ve halis akıl demek olan " lübb" gereklidir. Çünkü orada,
Allah'ın birliğinin isbatıyla, Allah'ı bilmenin mebde' (prensip)leri bahis
konusu idi. Burada ise o bilgide terakki (yükselme) bahis konusudur ki, kendisinden
sonraki âyette geçen ifâdeleri, bu vasıflara işaret etmektedir. Fahruddin
Râzî hazretleri bu terakki açısından der ki: "Allah yoluna girene, ilk önce
delilleri çoğaltmak gerekir. Fakat kalb bir kerre Allah bilgisinin nuruyla
aydınlandı mı, onun artık o deliller ile meşgul olması, kalbin Allah bilgisinde
garkolmasına perde gibi olur. Zira aklın çeşitli düşüncelere iltifatı ile
meşguliyeti, düşünme ve idraklerinde derinleşme ve sonuca erişmeye engel olur.
Bunun için salik (yola giren) işin başlangıcında derinleşme ve istiksa (inceden
inceye araştırma) ile değil, basit bir seyir ile hareket edeceğinden, delilleri
çoğaltmayı isterse de, bilginin nuru bir defa kalbe düştükten sonra, o delillerin
azalmasını ve mümkün olduğu kadar kısa ve özetini arzu eder ki, kalbin Allah'tan
başkasıyla meşgul olmasından doğan zulmet (karanlık) kalksın da Allah bilgisinin
nurlarının tecellisi tamam olsun. Nitekim, "Ayakkabılarını çıkar. Şüphesiz
ki sen, mukaddes bir vadide, Tuvâ'dasın." (Tâhâ, 20/12) fermanında buna işaret
vardır. İşte Bakara âyetindeki sekiz çeşit delil ve alâmet açıklandığı halde,
burada hepsinin esası olan "Göklerin ve yerin yaratılması, gece ve gündüzün
değişmesi" ile yetinilmiş olunması, bu terakki (yükselme) hikmetiyle ilgilidir.
Özetle orada (Allah'a seyr) isteniyordu, burada ise (Allah'da seyr) istenmiştir.
Bakara Sûresi âyeti, "Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. O'ndan başka ilâh yoktur.
O, çok merhametli ve bağışlayıcıdır." (Bakara, 2/163) âyetini takip ediyor.
Ve buna göre ilk önce vücud (varolma) ve Allah'ın birliğine ait âyetleri bildirerek
şirkten tevhide götürüyordu, buna akıl yeterli idi. Buradaki âyet ise âyetini
takip ediyor. Ve buna göre iman sahiplerine Allah'ın saltanatının suret (şekil)
ve tecelli sırlarını, Allah Teâlâ'nın mülkündeki tasarrufunun hükümlerini,
sır ve yaratılışın gayesini isbat eden alâmetleri anlatmanın akışı içinde
geliyor.
191-Bu da
aklî ve naklî bilgiler ile süslenmiş ve Allah'ın birliğine iman ile kulluk
ve bilgide merhale katetmiş olgun akıl ve inanmış kalb sahiplerinin karı olabileceğinden,
aralarındaki farka işaret buyuruluyor ki: Öyle tam akıl sahipleri ki, ayaktayken,
otururken, yatarken, yani gerek meşguliyet ve gerekse dinlenme hallerinin
hepsinde Allah'ı zikrederler, dillerinden bırakmazlar". Bu üç hal, insanın
bütün hallerini içine alır. Hatta bedene ait hareketleri içine aldığı gibi,
yükselme, ortada durma, düşme gibi halleri de içerir. Demek ki bu tam akıl
sahipleri, her ne halde bulunurlarsa bulunsunlar, kalpleri Allah'ı zikir (anmak)den
başka bir şey ile itmi'nan (tam güven) zevkini bulamadığından, Allah'ı zikirden
gaflet etmezler, gönülleri ilâhî murakabe (kendi içine dönme)ye müstağrak
(dalmış)tır. Burada zikirden maksad, gerek zat, gerek sıfat ve fiiller haysiyetiyle
zikirden, aynı şekilde lisanî (dile ait) zikre eşit olup olmamaktan daha genel
olarak, mutlak zikirdir. Abdullah b. Mesud hazretlerinin açıklamasına göre
bu zikirden maksad namazdır ki, kudretleri yettikçe ayakta, yoksa oturarak,
yoksa yattığı yerde namaz kılanlar demektir. Bununla beraber namaz, zikirler
cümlesinden sayılırsa da, bütün zikirler namazdan ibarettir de denemez, namazdan
e'am (daha genel)dır. "Ûlü'l-elbâb" (tam akıllılar)ın böyle Allah'ın zikrine
devam etmeleri ile vasfedilişleri, dinî terbiyede terakki etmiş halis kullar
olduklarına işaret eder ki, bu vasıf burada bahis konusu olan tefekkür (düşünme)
sûretiyle keşf ve müşahede edecekleri ilimlerin fenlerinin geçmiş bir şartı
demek olur. Bununla beraber , tertibe delalet etmeyeceği için, bunun bir geçmiş
şart olmayıp, düşüncenin bir ayrılmaz gereği olması da mümkün görünür. Şuhud
(görünür)dan, gıyabı (görünmezi) okuyabilen, vehim şüphelerinden uzak, nefse
ait ilgiler ve karanlık engellerden sıyrılmış halis, tam akıl sahibleri olan,
gidişatın gerçeklerini ve sıfatların hükümlerini düşünen, mülkün tavırlarını
ve gayb âleminin sırlarını gözeterek, melik, yaratıcı olan Allah Teâlâ'nın
sanatının inceliklerini ve kudretinin alâmetlerini görebilen bu tam akıl sahipleri,
bütün hallerde Allah sevgisi ile dopdolu olarak Allah'ı anarlar.
Ve göklerin,
yerin aklı hayrette bırakan durum ve yaratılışının hikmeti hakkında düşünceye
girişir, her meselede Hakk'ın emrini anlamak ve gereği üzere amel ederek görevi
yerine getirmede başarılı olmak için hükümler ve ilâhî tasarrufların cereyan
şeklini gösteren sır ve yaratılış nizamını telakkiye ve keşfe çalışırlar.
Bu yaratılmadan, gökler ve yer toplamının hem bütün, hem parça bakımından,
hiçbiri hariç kalmaz. Gökler ve yer şekiller, keyfiyetler ve ayan (varlıkların
Allah katındaki şekiller)ı; yaratma mefhumu da illiyyet (nedensellik) tesirinin
hakikatini ifade ettiği için, bu düşüncenin ilgilendiği şey, varlıkların şekillerini
ve durumlarını temaşa (seyir), tasvir, vasıflandırma, analiz, sentez ile sınırladıktan
ve sebeplerini araştırmakla hepsini müşterek oldukları yaratma mefhûmunda
kısaca toplayıp ve tasnif ederek, hepsini yüce yaratıcının yaratma sanatına
bağladıktan sonra ilâhî saltanatı müşahede (seyretme) ve ondan gelecek ve
ahirete doğru ilme ve hikmete ait sonuçları anlama ve telakki, bu şekilde
vazife hakkındaki ilâhî hükmü keşf ve tayin ederek, gereğini yerine getirme
ve gayeye isabet için yine yüce yaratıcının yardım ve yaratmasına sığınmak
ve iltica etmek ve böyle ahiret miad (sözleşme)ı ile ilâhî rızaya yürümektir.
Şu halde bu konu ve taleb edilen şey, bizzat ilâhî hikmet ve rabbânî siyaset
ilminin konusu ve isteği olduğunda şüphe olmamakla beraber, bunda gerek Astronomi
ve gerek diğer kevnî (evrene ait) ilimler, beşere ait ilimlerin konularının
hepsi birer mukaddime (başlangıç) ve yol olarak dahil bulunduğunda dahi şüphe
edilmemelidir. Ve bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz "Geçmişlerin ve geleceklerin
ilimleri bana verildi." buyurmuştur. Ancak burada, çeşitli konuları, ilimlerin
küçük olan sınırları ve nazariyelerini, şirk ve çokluk arzeden simalarını
alıp, hepsinin yönelmiş olduğu tek küllî (tümel) ilme yönelmek vardır. Bunun
için bu konuda tefekkür bütün eşyanın ve beşere ait bilgilerin halk (yaratma)
mefhumu altında düzenlenmesi, tanzimi ve tevhid (birleştirilmes)iyle Allah
Teâlâ'ya dayandığını yakînen anlayan ve ancak Allah sevgisi ve Allah'ı zikretmekle
gönlü kanan tam akıl sahiplerinin şiarı olduğu ve diğer konulardaki tefekkür,
eşyadan Allah'a dönmüş olup, nihâyet Allah'a dayanmakla mütenâhî (bitecek)
olabildiği halde, bu konuda düşünmenin namütenâhî (bitmez), devamlı olacağı
ve bunun Evvel ve Zâhir (tecelli eden hak) isimleriyle Allah'dan başlayıp,
yine Ahir (son) ve Bâtın (gizli, derûn) isimleriyle Allah'a dönmüş olacağı
anlatılmıştır. Demek olur ki, bunda yaratmanın görünüş ve tecellisinin yolunu
tesbite çalışan tasvir ve tahdide ait Tabiat ve Astronomi ilimlerinin araştırılmasına
da büyük bir teşvik vardır. Bütün gökler ve yer Allah'ın mülkü olduğu için,
bu âlem kitabından okunabilen her hadise, her nizam, Hak Teâlâ'nın hükümlerini
ve tasarrufunun şekillerini okumaktır. Onu okuyanlar ve gereğince hareket
edenler, herhalde Hakk'ın nimetinden nimetlenmiş ve istifade etmiş olurlar.
Fakat bunun iki şekli vardır: Birisi nimetin sahibi olan Hâlik Teâla'dan gaflet
etmek, görmezlikten gelmek ve ona tabii şekilde şükrünü eda etmekten kaçınıp
küfür karanlığına sapmaktır ki, bunun asıl mahiyeti Allah'ın mülkü içinde
eşkiyalık ederek geçinmeye çalışmak olduğundan, sonucu felaket ve pişmanlıktır.
Ve bu türlü ilim ve fenlerden nimetlenenlerin başı İblis ve şeytanlardır.
Diğeri hakiki, gerçek nimet vereni tanıyarak, ona şuur ve iman ile tabi olduğunu
ve uyduğunu arzederek, şükrünü yerine getirmeye çalışmak ve bütün hareketlerini
Allah'ın mülkü içinde, Allah'ın hükümlerinin tatbikine sarfetmektir ki, bunun
önderleri de melekler, peygamberler, sıddıklar, şehidler gibi halis kullardır.
budur. Bunlar göklere çıkınca düşmemek üzere çıkarlar. Öbürleri ise düşüp
helak olmak için çıkmaya uğraşırlar. Yukardan beri tesbit olunagelen bu mânâlarla
bu âyet, yaratılışın tefekkürüne sevkederken; hem Tabiat ilimlerinin incelenmesini
teşvik ediyor, hem de bu araştırmada bulunanlara büyük bir ders veriyor ki,
bu ders şu iki noktada özetlenebilir: Birincisi, gökler ve yer mefhumlarının
ifade ettiği varlık tabakaları içinde birbirinden bazı değerlerle ayrılmış
çeşitli konular etrafında toplanacak bilgiler ve kaideleri, birbirinden her
yönden ayrı ve tamamen müstakil birer yüksek ilim kabul etmeyip, bu bilgilerin
üst bir ilmî nizamda birleştiklerini ve o konuların yüksek bir ilim konusuna
dayanmış bulunduğunu unutmamak. İkincisi, çeşitli tabiî sebeplerin tesirleri
altında mahkum kalmayıp, olayları ve olayların nizamını, eşyanın tabiatı namına
değil; Hâlık Teâlâ'nın tek yüksek kudreti namına kaydetmek, yani gerçek sebebine
dayamanın gereğidir. İşte bu marifet (bilgi) noktasına yükselmiş olan ûlü'l-elbâb
(tam akıl sahiplerin)ın zikri ve fikri Allah'ın ihsanları olur da, seyr-i
billah (Hak'da yürümek)la kesilmeyen ilâhî sanatın eşsiz güzelliklerini, göklerin
ve yerin sırlarını ve ilâhî hikmetleri düşünürler. Ve düşünürken "Ey Rabbimiz!
Sen bunları boş yere yaratmadın..." diyerek bu hüküm ve akide (inanç), bu
rûh hali ve bu neşe, iltica ve ümit ile hareket ederler. "Batıl" üzerine hiçbir
hüküm ve hikmet, fayda ve maslahat (menfaat) gerekmeyen demektir ki, aşağı,
faydasız, gidici ve kaybolucu, beyhude ve abes olabilir.
Ey Rabbimiz,
sen bu mahlûku (yani gökler ve yer toplamı olan şu âlemi), batıl, hüküm ve
hikmetten, fayda ve menfaatten uzak, mânâsız olarak yaratmadın. Gece ve gündüz
değişiklik içinde, yokluktan yokluğa devam edip giden şu değişken olayların
manzaraları; ne sadece yokluk, ne hiçbir fayda sağlayıcı olmaksızın geçip
sonsuz yokluğa giden yalnız devamsızlık, ne de hiçbir hikmet ve faydayı içermeyen
lüzumsuz bir şeydir. Bu ne yalandır, ne oyundur, ne de nizamsız, sonsuz, semeresiz,
hikmetsiz, boş, dipsiz bir şeydir. Bunda her ilk oluş, bir ikinci oluşun başlangıcı;
her hadise sonsuz olayların yoludur. Eğer bunların gerek mekan ve gerek zaman
itibariyle aralarında gerekli bir nizam bulunmasaydı ve eğer şu olayların
kıymetleri yalnızca ilk oluşlarıyla ölçülmek gerekseydi ve eğer bu şekilde
bir aldatıcı mal olan dünya hayatı üzerine gelecekte hiçbir hüküm gerekmeseydi,
bu yaratılmışlar da batıl ve yersiz demek olurdu ve hatta bu gurur metâı bile
mümkün olmazdı. Şu halde her anında yok olucu ve aceleci olan şu olaylar silsilesi,
ilâhî saltanatta genel bir düzen üzere cereyan etmekte ve nice nice hikmet
ve menfaatleri içine alarak sonsuz gelecekte bir ikinci oluşa doğru yürümektedir
ki, bunun bir metâ olabilmesi o yöndendir. Ve batılın bir aldatma metâı olmaktan
çıkması da ancak o yöne dönmesindedir.
Sübhansın
yâ Râb, seni tenzih ederiz, sana lâyık olmayan vasıflardan, fiillerden ve
bu cümleden olarak hikmetsiz bir şey yaratmaktan mülkünü, irade ve sanatını
batıla yönelmiş olmaktan uzak tanırız. Gerçi sen bunları istediğin irade ve
sanatınla icad eder ve yaratırsın. Fakat irade ve sanatın hikmetten uzak olmaz,
o hikmetin ve nizamın kendisidir. O halde sen bizi batıl inanç ve amellerin,
hikmet gereği sebep oldukları ateş azabından koru.
192-Çünkü
sen kimi cehenneme koyarsan onu rezil etmişsindir. Öyle ise bizi böyle olmaktan
muhafaza et.
193- Ey Rabbimiz,
bir münadi, bir davetçi işittik ve dinledik ki, "Rabbinize iman ediniz" diye
çağırıyordu. (Bu çağıran Resulullah veya Kur'an'dır). Bu "nida" (çağrı), bizim
kulaklarımızda, vicdanımızda tesirini gösterdi, çınladı. Âlemin yaratılışı
nizamsız, hikmetsiz olmadığı içindir ki, bu nida (çağrı), bizde tesirini gösterdi,
iman ve sağlam bilgi edinmemize sebep oldu, biz de iman ettik. Burada "zünub",
kebâir (büyük günahlar); seyyiât (günahlar), sağair (küçük günahlar) ile tefsir
edilmiştir ki, "Eğer büyük günahlardan kaçınırsanız kusurlarınızı örteriz."
(Nisa, 4/31) âyeti de bunu teyid edicidir. Ve bizim ruhlarımızı ebrar (Allah'a
yakın olanlar) ile beraber olarak al, yani bizi onlardan say, onlarla beraber
haşret.
194-195- Ey
Rabbimiz bütün peygamberlerine karşı bize vaad etiğin vaadlerini de bize ver,
biz bu çağırıcıya iman ederken peygamberlerin hepsine iman ettik, hiçbirini
ayırmadık. (Âli İmran, 3/179) buyurulmamış mı idi? Günahlarımızı affet, kusurlarımızı
örtecek itaatlar nasip eylede vaad edilen yardımları, ecir, sevab ve saadeti
ihsan eyle. "Bizi kıyamet günü rüsvay etme. Şüphesiz Sen vaadinden caymazsın."
İşte dan buraya kadar devam eden bu duaları tekrar ederek düşünürler, kendilerinin
halis kullar olduklarını anlatan bu dualar, onların düşünce anındaki halleri
ve düşüncelerinin hakim başlangıçlarıdır. Bazı tefsirciler bunları hal yapmıyarak
düşüncelerinin sonucu gibi göstermek istemişlerse de, çoğunluğun açıklamasına
göre bunlar kelimesinin zamirinden haldir ki, o tam akıl sahiplerinin düşünce
esnasındaki hallerini anlatır. Doğrusu da budur. Çünkü bilhassa hükmü, tefekkürün
sonucu olsaydı düşünme mümkün olmazdı. Çünkü düşünmek, esasen mutlak bir hikmet
inancının sonucudur. Bu inancın kaynağına bu da, diğer ilk fikrî prensipler
gibi bir fıtrî (doğuştan) veya talîmî (öğretime ait) veya terbi-yevî (eğitimle
ilgili) hüküm olabilir. Asıl netice ise "fâ-i netice" ile başlayan şu rabbânî
(ilâhî) iltifattır. "Rableri de dualarına şöyle karşılık verdi: 'Ben içinizden
erkek ve kadın hiçbir hayır işleyenin işlediğini boşa çıkarmam..." Müminlerden
bazısı müşriklerin veya yahudilerin ticaret ve refah içinde oluşlarını, ferah,
fehûr seyahatler ederek refah içinde yaşadıklarını görerek, "Allah'ın düşmanları
böyle ferah içinde dolaşıyor, biz ise açlıktan, sıkıntıdan helak oluyoruz."
demişlerdi. Bunun üzerine şu âyetler inmiştir:
196-199- ki
ne kadar dikkate şâyândır!
Nuzül, bir
misafire ilk geldiği sırada ikram edilmek üzere hazırlanan yiyecek, içecek
ve diğer ikramiye ki, Türkçe konukluk tabir olunur.
Bununla beraber
o kâfirler içinde hüsn-i hatime (güzel sonuç)ye nail olup müminler topluluğuna
girecek olanlar da bulunduğu unutulmamalıdır. Şöyle ki: "Şüphesiz kitap ehli
içinde kimi de vardır ki, Allah'a iman ettikleri gibi, kendilerine indirilene
de, size indirilene de iman ederler." Bu son kayıtlar gösterir ki, bunlar
ciddi olarak müslüman olacaklardır. Ve nitekim bu ana kadar olagelmişler ve
yine olacaklardır. Bu âyet, ta yukardaki (Âli İmran, 3/137) âyetinin de bir
izahı gibidir.
Onun gibi
bunun da Musevî (yahudi) iken müslüman olan Abdullah b. Selâm ve arkadaşlarının
veya İsevî (hıristiyan) iken müslüman olan Necrân ehlinden kırk, Habeş'den
otuz, Rum'dan sekiz ve toplam olarak seksen kişinin müslüman olmaları dolayısıyla
indiği rivayet edilmiştir. Fakat İbnü Abbas, Câbîr ve Katade demişlerdir ki:
Habeş hükümdarı Necaşî Asâme vefat ettiği zaman Resulullah onun üzerine gıyaben
cenaze namazı kılmıştı. Bunu gören münafıklar: "Hiç görmediği bir hıristiyan
üzerine namaz kılıyor." demiş olduklarından Necâşî hakkında inmiştir. Rivâyet
bakımından en yaygın olan budur. Necâşî'nin ölümü de hicretin dokuzuncu senesinde
olmuştur. Bunlardan başka bu âyetin bütün kitap ehlinden imana gelenler hakkında
inmiş olduğu da rivayet edilmiş ve Mücahid bunu söylemiştir ki, âyetin mefhumuna
bu daha uygun görülmüştür. Çünkü herhalde iman ederler mânâsına, gelecek zaman
da açıktır.
200-Sözün
kısası ey iman edenler, siz telaş etmeyiniz, sabırlı olunuz, (haberde geldiğine
göre sabır üç derecedir: Musibet (ansızın gelen bela)e sabır, itaat etmekte
sabır, isyandan sabır), ve sabırda Allah düşmanlarıyla yarışıp onların üstüne
çıkınız, yani imtihan ve mücahede mevkilerinde düşmanların sabrının üstüne
çıkmaya ve nefsinizin arzularını yenmeğe çalışınız ki, sabırlı olmaya alışırsanız
bunu yapabilirsiniz. Ve murabata edi (nöbetleşi)niz, ribat yapı (sağlam yürekli
olu)nız, imam ardında cemaatle namaz gibi birbirinize bağlanıp vazifeye dikkatli
olunuz ve özellikle savaşa düşmanlarınızdan çok hazırlıklı bulunarak atlarınızı
bağlayıp hududlarda ve mevzilerde karakol bekleyiniz. "Ribat", Allah yolunda
devam etmektir. Bu aslında "rabt-ı hayl" yani at bağlamaktan alınmıştır ki,
düşmana karşı atını bağlayıp gözetlemek ve beklemek demektir. Sonra İslâm
hudud (sınır) şehirlerinden birinde bekleyenlere, gerek süvari ve gerekse
piyade olsun, genelde murabıt (nöbet bekleyen, nöbetçi) adı verilmiştir. Fakihlerin
ıstılahlarında murabıt, hudud şehirlerinden birine bir müddet beklemek için
gidendir. Aile ve efradıyla beraber oralarda oturan ve hayatını kazanarak
yaşayan hudud sakinlerine murabıt denilmez. Zamanımız terimine göre murabıt,
Allah yolunda silah altında bulunan, kışla ve karakollarda duran ve nöbet
bekleyen askerler demek olur. Buhârî ve Müslim'de Sehl b. Sa'd'den rivayet
olunduğu üzere Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki, "Allah yolunda bir gün
karakol beklemek, dünya ve mafiha (onda olanlar)dan hayırlıdır". İbnü Mâce
sahih senedle Ebü Hureyre'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte de Resulullah
buyurmuştur ki: "Her kim Allah yolunda murabıt olarak, yani karakol beklerken
ölürse, işleyegeldiği iyi amel üzerine icra edilir, rızkı da üzerine gönderilir
durur, fitnecilerden emin olur ve Allah Teâlâ onu korkudan emin olarak diriltir."
Ebu'ş-Şeyh'ın Hazreti Enes'den merfû olarak tahric ettiği bir hadiste: "Karakol
yerinde namaz, iki milyon namaza eşittir". Abdullah b. Ömer (r.a.)den rivayet
edilmiştir ki: "Ribat (nöbet bekleme), cihaddan daha faziletlidir. Zira ribat,
müslümanların kanını muhafazadır. Cihat ise müşriklerin kanını dökmektir".
Bunları yapınız
Allah'dan gereği gibi korkunuz, mutlak olarak emirlerine karşı gelmekten sakınınız,
korumasına koşunuz ki, felah bulasınız (kurtulasınız), isteklerinize nail,
temennilerinizde başarılı olasınız, dualarınızın kabul olduğunu göresiniz.
İşte Bakara Sûresinin sonundaki "kâfirler toplumuna karşı bize yardım eyle!"
duasının da tam cevabı.
Burada Âli
İmran Sûresi son bularak Zehraveyn (iki zehra) bir kavuşma noktasında buluşmuş
ve bunun özel bir inkişafı olmak üzere rabbânî terbiye, insan yaratılışı ve
kardeşliğinden tutarak, sosyal hayata ait oluşum ve ilişkilerin bir aslı olan
aile hayatıyla ilgili haklar ve vazifelerin açıklanması ve din eğitiminin
tamamlanması yolunda, aşağıda geleceği şekilde, Nisâ Sûresi başlamıştır: