96-ALAK Suresinin Tefsiri:
Sûresinin
başından e kadar beş âyettir. Tam sûre itibarıyla da Fatiha'dır. Fatiha bundan
ve in ve in baş kısımlarından sonra inmekle beraber tam sûre olarak indirildiğinden,
sûre itibarıyla önce indirilen Fatiha, âyet itibarıyla önce indirilen de 'dir.
İmam Ahmed b. Hanbel, Buharî ve Müslim ve Abd b. Humeyd ve Adurrezzak ve daha
başkaları İbnü Şihab yoluyla "Urve b. Zübeyr'den, Hazreti Aişe (r.a.)'den
vahyin başlaması ile ilgili hadiste -ki Fatiha da tamamı nakl edilmişti- ilk
vahyin rüyayı sadıka (doğru çıkan rüyalar) ile başladığını açıkladıktan sonra
Hira mağarasında meleğin gelip tazyik ile tutup sıkıp da "oku" dediğini, "Ben
okumuş değilim." diye cevap verdiğini, bunun üzerine bir daha sıkıp yine diye
cevap verdiğini, üçüncüde yine bütün çabasını sona erdirinceye kadar sıkıp
bırakıp da dediğini rivayet etmiş olduklarından ve hepsinden en sahih (doğru)
olan bu rivayette ise e kadar âyetler diye anlatılmış ve açıkça ifade edilmiş
bulunduğundan ilk inen âyetlerin bu âyetler olduğu en sahih olarak isbatlanmış
bulunmaktadır. Yalnız ile yetinen bazı rivayetten maksat, sûrenin tamamına
işaret olduğunu zannedenler olmuş ise de bu mücmel e kadar açıkça ifade eden
rivayet müfessir demek olduğundan, müfessirin mücmele tercih edilmesi gerekir.
Tamamı
birden indirilen sûrelerin pek az olup azar azar ve çoğunlukla beşer veya
onar âyet indiği bilindiği gibi, bunlarda da beşer âyet anlatıldığı ve bu
sûrenin geride kalan kısmı da anlamlarına göre sonra davetin başlamasıyla
karşılıklı mücadelenin meydana gelmesinden sonra indiğine delalet ettiği ve
namazın farz kılınmasından sonra olduğu anlaşılan bu âyetlerin Ebu Cehil'in
azgınlığı sebebiyle indiği hakkında da Buhari ve diğer (hadis) kitaplarında
rivayetler nakledilmekte bulunduğundan dolayı ilk indirilen, bu sûrenin tamamı
değil, başından beş âyet ve tam sûre olarak indirilenin Fatiha olduğu ve değişik
rivayetlerin bu şekilde bağdaştırılması bu konudaki sözlerin ve rivayetlerin
gerek rivayet ve gerek dirayet bakımından en sahihi (doğrusu) bulunduğu gerçekten
tesbit edilmiştir. Onun için Zamahşerî'nin İbnü Abbas ve Mücahid'den: Bu sûre
ilk inendir. Tefsir bilginlerinin çoğu ise; "ilk inen (sûre) Fatiha, sonra
Kalem sûresidir" sözü de Fatiha tefsirinde geçtiği tarzda bu mânâ ile açıklanmış
ve rivayetler arasında uyum sağlanmıştır. Özetle en sahih olan rivayetlere
göre bu sûrenin beş âyetinin ilk inen olması, Fatiha'nın tam sûre olarak ilk
inen olmasına ve bu arada başka sûrelere ait bir takım âyetlerin inmiş olmasına
aykırı değildir. Şu halde İbnü Abbas ve Mücahid'in sözü ile tefsir bilginlerinin
çoğunun sözleri arasında gerçekten çelişki yoktur ve bundan dolayı "Keşşaf"
sahibi gibi Fatiha'nın ilk inen sûre olduğu sabit değildir zannedenlerin görüşü
doğru değildir. Kur'ân'ın gerek âyet ve gerek sûre tertibinde inme sırası
gözetilmeyerek Mekkî (Mekkede inen) ve Medenî (Medine de inen) sûrelerin ve
âyetlerin öne almak ve geriye bırakmakla karıştırılıp daha çok mânâ ilişkisi
gözetilmiş bulunmasında ise nazmın güzellikleri ve Kur'ân'ın icazı açısından
çok büyük hikmetler vardır ki bunun en belirgini hayatın gidiş ve gelişmesinde
ve zaman olayları ve değişmelerinin meydana gelmeleriyle analiz ve birleştirmesinde
daima önceki ile sonraki arasındaki birlik ve düzen nizamını düşündürmektir.
Mesela bu beş âyet, Fatiha'dan önce inmiştir diye bunları sûreden ayırıp da
tertipde Fatiha'dan önce koymaya kalkışmak gibi bir üslub takip edilecek olsaydı,
ne bu sûre kalır, ne de Kur'ân'ın (diğer) sûreleri ve âyetleri arasında bir
uygunluk bulunurdu. Öyle yapılmayıp Kur'ân'ın herhangi bir kısmı okunurken
ve hatta her hangi önemli bir işe başlarken diye başlamakta hem her şeyden
önce "Rabb'ının ismiyle oku" emrinin mânâsının uygulama, hem de Kur'ân nazmını
hiç bozmadan bütün yönleriyle korumak vardır. Bu sûrelerin bu şekilde Kur'ân'ın
(indirilmesinin) bitimine doğru buraya konulmasında şüphesiz ki ilk sırasında
anlaşılan mânâdan fazla bir mânâsı vardır. Henüz okunacak bir kitap verilmeden
oku oku denilmekle "İşte bu kitap" (Bakara, 2/1) diye başlayarak okunacak
kitabı tamamladıktan sonra bitimine doğru "oku oku" diye emredilmesindeki
mânâ elbette farklıdır. Bunda olgunluk döneminden, zamanın geçmesinden sonra
da peygamberliğin ilk durumunu hatırlatmakla sonu baş tarafa çeviren bir yenileme
ve hiçbir zamanda okumaktan doyulmayacağını anlatmak üzere "O halde bir işi
bitirdin mi daha yorucu olana koş, ancak Rabbinden iste." (İnşirah 94/7-8)
mânâsı gereğince biri bitince diğerine başlamak suretiyle bir devam mânâsı
vardır. İlk indirildiğinde okumaya başlamak için varid olan bu pekiştirilmiş
emir sonradan da tekrar tekrar devam etme mânâsını ifade etmek ve bu şekilde
önceki sûrede geçen ahsen-i takvim ile ahkemü'l-hâkimîn (hükmedenlerin en
doğru hükmedicisi) olan Allah, dininin gereğini uzun uzadıya açıklama hususunda
buraya derc etmiş. Ve onun içindir ki bunun başında ilk indirilen beş âyet,
sonradan insanın kendini ihtiyaçsız görmesinin sakıncalı olduğunu açıklayan
ve Allah'a dönüşü ifade eden "Hayır! Gerçekten insan, kendisini zengin görünce
azıyor. Oysa dönüş, elbette Rabbinedir." âyetleri ile takip edilmiştir. Demek
ki İslâm dini, başlangıçta diye okumak emri ile gelmiş ve sonra da insan bir
mertebeye gelir de okumaktan, ilimden, din ve kulluktan kendisini doygun olur
zannetmemesi ve başlangıç ve sonuç birleştirilerek, her sonucun bir başlangıç
gibi bilinmesi için bu emri kapsayan bu sûre buraya yerleştirilmiştir. Bu
mânâ "Ecelin gelinceye kadar Rabbine ibadet et." (Hicr 15/99); "Ve de ki:
Rabbim! İlmimi artır." (Tâhâ, 20/115) âyetlerinin de mânâsıdır.
Âyetleri
: Hicâzî'de yirmi, Irâkî'de on dokuz, Şâmî'de on sekizdir.
Fâsılası
: harfleridir. Bunlar, sırasıyla birleştirilirse "kalk bağışlayayım" yahut
"kalk heybet ver" mânâları çıkar.
Meâl-i
Şerifi
1- Yaratan
Rabbinin adıyla oku!
2-
O, insanı bir alekadan (embriyodan) yarattı.
3-
Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir.
4-
O Rab ki kalemle yazmayı öğretti.
5-
İnsana bilmediği şeyleri öğretti.
6-
Hayır! Doğrusu (kâfir) insan azgınlık eder.
7-
Kendisinin muhtaç olmadığını zannettiği için.
8- Muhakkak
ki dönüş mutlaka Rabbinedir.
9,
10- Namaz kıldığı zaman, bir kulu engelleyeni gördün mü?
11-
Gördün mü (ne dersin?), ya o (kul) doğru yolda olur,
12-
Veya kötülüklerden sakınmayı emrederse?
13-
Gördün mü, ya bu (adam, hakkı) yalanlar, yüzçevirirse,
14-
O adam, Allah'ın kendini gördüğünü hiç bilmiyor mu?
15,
16- Hayır, hayır! Eğer o, bu davranışından vazgeçmezse, and olsun ki biz,
onu perçeminden, o günahkâr ve yalancı perçeminden tutup cehenneme sürükleriz.
17-
O zaman o taraftarlarını yardıma çağırsın.
18-
Biz de Zebanileri çağıracağız.
19-
Hayır, sakın ona boyun eğme (Allah'a) secde et ve yaklaş.
Rabbinin
adıyla oku!. Yani onun yüce adıyla, "Allah" yüce ismi ile başlayarak oku.
Okumaya başla. Yukarıda geçtiği üzere bu emir inerken, başlangıçta Hira mağarasında
Hz. Muhammed'in zatına melek gelip canına tak diyen şiddetli bir sıkıştırma
ile yalnız "oku" demiş. O zamana kadar Hz. Muhammed okumak bilmediği için
"ben okumuş değilim" yani okumak bilmem ki ne okuyayım? demişti. Bunun üzerine
yine şiddetli bir sıkıştırma ile "oku" demiş. O da yine "ben okumuş değilim"
demişti. Demek ki o ilk iki "oku" emri henüz Kur'ân değil, okuma denilen işe
başlamak için heceletme cinsinden hazırlayıcı bir emir teklif idi. Kur'ân,
üçüncü defaki sıkıştırmadan sonra olan iş bu "Rabb'inin adıyla oku!" emri
ile başlamıştı. Şu halde bu emir, ilk inmesinde hem yaratıcı bir mahiyette
Hazreti Peygamber'i okumazken okur yapmış, hem öğretici bir şekilde nazmı
ile okunanı belirtmeye başlamış, hem mânâsı ile ilk vazifenin böyle yaratan,
terbiye eden Allah'ı tanıtmak ve onun ismiyle okumaya başlamak olduğunu yükümlü
tutmak şeklinde anlatmıştır. Bu başlangıçta şöyle demek olur: Gerçi sen bu
zamana kadar okumadın. "Sen Kur'ân'dan önce bir kitap okumuyordun." (Ankebut
29/48) kitabın niteliğini, imanın esasının neden oluştuğunu bilmezdin... "Sen
önceleri kitap nedir iman nedir bilmezdin." (Şurâ, 42/52) Fakat işte yaratmak
denilen işin sahibi olup kâinatı yaratan ve seni yaratıp yetiştiren, sana
ve her işine sahip olan Rabb'in seni kudretiyle şu anda bir okur yaptı, okunacak
bir Kur'ân, bir kitap indirmeğe başladı. Böyle öğretildiği gibi o Rabbi'nin
ismiyle başlayarak oku!
"Kur'ân
okumak istediğin zaman, Allah'ın rahmetinden kovulmuş şeytanın şerinden Allah'a
sığın." (Nahl, 16/98) âyetinde de geçtiği üzere Kur'ân okumanın hakikati,
sözü rastgele söylemekten daha güzel bir şekilde düzgün olarak bağlayarak
birbiri ardınca ağızdan sesle çıkarmaktır ki, gerek ezberden ve gerek yüzünden,
gerek gizli ve gerek açık mutlak olarak okumak demektir. Kitabın kitap olması
için, gerçekten yazılmış olması şart olmadığı gibi, okumak için de mutlaka
yazı şart değildir.
Gözle
mütalaaya (okumaya), zihinden hatırlamaya okumak demek de mecazdır. Hakikaten
kırâetin kemali ezbere okumaktır. Hz. Peygamber'in hadisinde söylendiği üzere
yüzünden okumanın sevab ve fazileti, kavrama ve ezberlemeye vesile olmasından
dolayıdır. Resulullah'ın kırâati, yazıya ihtiyacı olmaksızın Allah tarafından
kendine böyle inmiş olan Kur'ân'ı ezberinden en mükemmel şekilde okumaktır
ki, kendi kendine veya namazda veya diğerlerine tebliğ için okumayı, okutmayı
ve yazdırmayı kapsar. İşte eskiden hiç kitap okumamış, yazı yazmamış olan
Ümmî Peygamber'e bu emir ile bir mu'cize olarak okunacak bir kitab verilmeye
başlanmış ve kendisine yazmadan okuyacak okutacak, emir yoluyla yazdırtacak
bir kırâet kudreti ihsan buyurmuştur. Buna besmele ile başlanması da emrolunmuştur.
Ve bunun hikmeti, uluhiyet gereği olduğu da özellikle "senin Rabbin" izafeti
ile anlatılmıştır. Hiç bir kitap okumadan ve kalem ile yazıyı bellemeden böyle
bir kırâet mucizesi nasıl mümkün olur? gibi bir şüpheye meydan bırakılmaması
için kalem işine kadar gelinmek üzere aşağıdaki gibi yaratıcılık vasfı (niteliği)
ve yaratılışın başlangıcı ile uluhiyet hükmü hatırlatılarak ve açıklanarak
buyuruluyor ki: O Rabb'in ki yarattı, yani olmayan şeyi yaratmak kendisinin
vasfı olan, yahut seni ve her şeyi yaratan Rabb'inin ismiyle oku ki
2.
O insanı bir kan pıhtısından yarattı.
ALAK
, aleka 'nın çoğulu olarak sayılmıştır. Beydâvî demiş ki: "İnsan" kelimesi,
çoğul mânâsında olduğu için çoğul yapılmıştır. "Kamus" ve şerhlerinden anlaşıldığına
göre aslında lügatta alek maddesi, yapışıp ilişmek mânâsına vaaz edilmiştir.
Ve mutlak şekilde ilişken ve yapışkan nesneye de denir. Bundan her türlü kana
ve kırmızı kana ve özellikle uyuşuk kana alek denilmiş. Kandan bir kısım olması
itibariyle veya doğrudan doğruya ilişiklik mânâsı ile rahimdeki tutuğa da
aleka denilmiştir. Yapışkanlığından dolayı sülük ve kuyu makarasına ve ipine
ve makarasının iliştirilip ipi geçirilen takıntısına ve işlek yola da alek
denilir . Bütün bunlar maddî mânâdır. Bunlardan başka alek, ruhanî ve manevî
olarak "alaka" gibi aşk ve sevgi mânâsına geldiği de lügatta açıklanmıştır.
Tefsir
bilginleri, yaratılışın maddi yönünü göz önünde bulundurarak meni (sperma)nin
aşılamasından sonra medana gelen kan pıhtısının çoğulu olmasıyla yetinmişler
ve bunu en alçaktan en yükseğe yükselmeyi göstermek için açıkça anlaşılan
mânâ olarak görmüşlerdir. Fakat manevî yönü de kapsamak üzere mutlak bir alaka,
bir ilişik mânâsına müfred olarak düşünülmesine hem alekanın yaratılmasına
da başlangıç olan ve Rabbanî bir izafetten ibaret bulunan ruhî ilişiğe kadar
insanın bütün yaratılışın başlangıçlarını kapsayan, hem de okunanın ruhî bir
sevgi ve alaka ile takip edilmesi hususuna da açık faydalı bir uyarım olacağından
dolayı daha ince, daha derin, daha beliğ olur. Bu şekilde meâle şöyle demeli:
"O, insanı bir ilişikten yarattı. Bununla beraber iki takdirde de kısaca mânâsı
şudur: "Bir alakadan, yahut sırf bir ilişikten bir insan yaratan ve mutlak
surette yaratmak kendinin şanı olan Rabb'in hiç okumamış olan kimseyi de böyle
bir emir ile elbette okutur. Onun için oku!
3. Onun
ismi ile "oku" tekrarı ifade eden bu ikinci emir okumak yeteneğinin tekrar
ile meydana geleceğini uyarmak üzere birinci "oku"yu pekiştirmek için bir
tekrar olduğu gibi, daha sonraki âyetlerden hareket ederek başkalarına tebliğ
etmek veya yazdırmak için okumak üzere ikinci bir emir de olur. Bundan dolayı
kalem ile yazı meselesi burada açık olarak anlatılarak, mümkün olup olmamakla
ilgili sorunun çözümü, başlangıç veya itiraziye (parantez içi) veya hal vavı
ile şöyle tamamlanıyor. Ve Rabb'in sonsuz kerem sahibidir. mübteda, sıfatı
haberdir. (el-Ekrem) haber, (ellezi) onun sıfatı olması da caizdir. İki durumda
da müsned marife (belirli) olduğu için kasr (tahsis) vardır. Birinci tarz,
sözün gelişine daha uygun ve peygamberlik ile lütuf ve ihsanda bulunmanın
kalem ile ikramda bulunmadan daha yüksek olduğunu anlatmada daha açıktır.
Yani başkası değil, o her cömertten daha cömert olan Keremine, kerametine
nihayet olmayan, karşılıksız, bedelsiz, korkusuz, endişesiz lütuf ve hilmi
ile, sebepli veya sebepsiz, alışılmış ve alışılmamış cömertlik ve yardım ile
nimet verip, ihsanda bulunan kerametler ve mucizeler bağışlayan ve gerçek
kerim (cömert) yalnız kendisi olan o yaratan ve sana ismi ile başlayarak okumayı
emreden ancak Rabb'indir.
4. O
kalem ile öğretendir. Kalem ile yazıyı öğreten, o vasıta ile ilim belleten
de odur. Yoksa bir kan pıhtısından yaratılmış olan insanlar ne kalem bilirdi
ne yazı.
5.
O, insana bilmediği şeyleri öğretti. İnsanda olmayan kuvvetleri, yetenekleri,
kabiliyetleri yaratarak ve deliller getirerek ve âyetler indirerek vehbî (Allah
vergisi) olarak da öğretti. Çalışarak kazanma yoluyla da öğretti. İşte öyle
sonsuz kerem sahibi olan Rabb'in sen hiç okumamışken, yalnız cömertliğinden
sana Ledünnî (Allah tarafından ihsan edilen) bir ilim vererek böyle bir emir
ile seni kaleme muhtaç etmeden de okutur, bilmediğin şeyleri bildirir ve bildirdi.
Onun için sen de onun ismiyle bu Kur'ân'ı oku, oku. Beydâvî der ki: Yüce Allah
insanı en özel mertebelerden en yücesine nakleden ve nimetini ortaya koymakla
Allah'lığını anlatmak ve cömertliğini gerçekleştirmek tarzında insanın başlangıç
ve son durumunu sayarak bu şekilde önce Allah'ı tanımaya akıl yoluyla delalet
edene işaret; ikinci olarak da işitme yoluyla delalet edene uyarıda bulunmuştur.
Doğrudan
doğru yaratılışı incelemenin Allah'ı tanımaya delaleti akla dayanır. Okuma
ve yazmada ise okuyan ve yazandan nakletme itibarıyla (Allah'ı tanımaya) işitmeye
dayalı delaleti vardır. Bu şekilde Kur'ân akli delilleri de kapsamakla beraber
onlar onun mânâsı olduğundan asıl kendi delaleti, sözle ve işitme yoluyla
olan delalettir. Peygamber'in Allah'tan öğrenerek okuduğunu nakleder ve anlatır
demek olur. Kur'ân'ın ilk inen âyetinin, böyle akıl ve işitmeye dayanan delili
kapsayan, tekvinî (var etmeyle ilgili), teşriî (kanun yapmaya ait) emirlerle
oku oku diyerek ve okumanın, yazmanın, ilmin öğretilmesi insana Allah'ın en
büyük kereminden olduğunu hatırlatarak gelmesi elbette çok önemli ve çok dikkate
değer. Burada Peygamber'in okumak için yazıya ihtiyacı olmadığı bildirilmekle
beraber şüphe yok ki kalem ile öğretmenin de Allah'ın büyük bir ikramı olduğu
açıklanmış ve böylece ümmet okuyup yazmaya teşvik edilmiş ve özendirilmiştir.
Şu kadar ki bunu anlatırken peygamberin yazı yazmaksızın okuması, kitap sahibi
olması, hakkındaki Allah'ın keremini, yani peygamberlik ve elçiliğini ispatlama
görüşü açısından daha yüksek olduğu da ifade edilmiştir.
Nitekim
bu mânâ, Ankebut Sûresi'nde "(Ey Muhammed!) Kur'ân'dan önce sen herhangi bir
yazı okumuş değildin; onu elinle de yazmamıştın. Öyle olsaydı o iptalciler
şüpheye düşerlerdi." (Ankebut, 29/48) âyetinde açıkça anlatılmıştır. Şu halde
kalemin bu önemini ifade eden âyeti ilk okuma emri ile beraber kabul eden
peygamberin (s.a.v) bundan sonra kalem ile yazıyı da öğrenip yazması gerekmez
miydi? sorusu sorulmaz. Gerçekten peygamberin kendi eliyle hiç yazı yazmadığı
ve A'lâ Sûresi'nde "Sana Kur'ân'ı okutacağız (ve Allah dilemedikçe de) artık
hiç bir şey unutmayacaksın." (A'lâ, 87/6) buyurulduğu üzere Allah tarafından
okutulanı unutmayacağına dair kendisine güvence verildiğinden, ezberleme ve
kavrama için de yazmaya ihtiyacı olmadığı, fakat indirilen (âyetler)i ümmetin
ezberlemesi için vahy katiplerine okuyup yazdırdığı bilinmektedir. Acaba kendisi
yazmamakla beraber yazılanı okumayı peygamberlikten sonra da bilmiyor muydu?
Bu hususta da meşhur olanı, "hayır bilmiyordu". Çünkü Hudeybiye anlaşması
belgesinde yazılan bir kelimeyi silmek için hangisi olduğunu Hz. Ali'ye sorduğu
bilinmektedir. Bununla beraber "Şifa" ve "haşiyelerinde" anlatıldığı üzere
sonradan katibi Hz. Muaviye'ye "Yani divite ham ipek koy, kalemi yan kes,
ba'yı uzat, sin'i(n dişlerini) ayır, mim'i köreltme, Allah (kelimesini) güzel
yap, er-Rahmân'ı uzat er-Rahîm'i güzel yap (süsle)." meâlinde besmeleyi güzel
yazmasını emr ve tarif ettiğine dair bazı hadislere göre yazıyı bildiği de
söylenmiştir. Bunu özel bir vahiy ile söylemiş olması düşünülmekle beraber
bu "oku" emrinden sonra yirmi üç sene Kur'ân'ı okumak ve yazdırmak vazifesi
olmuş olan Hz. Peygamber'in bu müddet içinde yazıyı da bellemiş olması akla
uzak değil, uygundur. Bu onun hiç okumamış, yazmamış ümmi iken Allah'ın emri
ile okur peygamber olması mucizesine aykırı olmaz, yasaklanmış da değildir.
Daha önce okumuş yazmış olsaydı "O vakit iptalciler şüpheye düşerlerdi." (Ankebut,
29/48) buyurulduğu üzere iptal ediciler onun Allah tarafından indirildiğinde
şüphe edebilirler idiyse de peygamberlikten sonra okur olması gibi yazıyı
bilmesi de şüphe değil, vurgulama olur. Ve bu, âyetlerin teşvikine de yakışır.
Fakat gerçekten fiili olarak yazmadığı ve başka kitap mütalaa etmediği kesindir.
6.
"Hayır." Sûrenin bundan sonraki kısmının epeyce zaman sonra indiği anlaşılıyor.
Ve inmesine sebep de Ebu Cehil olduğu rivayet ediliyor. Bu arada Buhari ve
Tirmizi'de İbnü Abbas'tan rivayet edildiği üzere: "Eğer Muhammed'i Kabe'de
namaz kılarken görürsem boynunu çiğnerim." demişti. Bu sebeple ile sakındırma,
her şeyden önce ona ait olmak üzere öyle azgın kâfir insana hitapdır. Çünkü
başında görünürde azarlama ve yasak etmeyi yönlendirecek bir şey yoktur, denilmiş.
Bu şekilde sûrenin baş tarafına bağlanmamış, Ebu Cehil'in sözünü reddederek
hitap ona yönelmiş oluyor. Bu ise görünüre aykırıdır. Kur'ân'da bazen sağa,
bazen sola hitabı çeşitlendirme üslubu çoktur. Bu sûrede lerle de birkaç defa
ahenkli bir şekilde yapılmış ise de, kendinden öncekine bir bağlantıyı gerektiren
bu ile üslub çeşitliliği belli olmuyor. Onun için bazıları da burada "Kella"
yasak etmek için değil, "gerçekten" mânâsına olarak sonrasını pekiştirmek
içindir. Hitap, yine peygamberedir, demişler. Bizim anladığımıza göre hitabın
ilk önce Resulullah'a olması açık, "kellâ"nın da kendinden önceki âyetleri
tekrar tekrar okuma emirlerini zıddından caydırma ve sakındırma ile emri takviye
olması nazmın ahengi itibariyle de uygun olduğundan mânâsının şu olması gerekir:
"Sakın okumamazlık etme ey Muhammed!" Çünkü insanoğlu muhakkak azıyor, azar,
haddini aşar, hakka karşı gelir, halka zarar verir,
7. kendini
zengin görünce, kendini artık ihtiyacı yokmuş, maksada ermiş, zenginlik mertebesine
gelmiş görmek, o görüş ve inançta bulunmak sebebiyle azar, onun için hiçbir
zaman kendini zengin görme de Rabb'inin ismiyle oku, tekrar tekrar oku, emirlerini
yerine getir.
8. Çünkü
haberin olsun ki sonunda dönüş elbette Rabb'inedir.
RUC'A
, "büşrâ" ölçüsünde dönme mânâsına masdardır. Yani dönüş onadır. Ondan kurtuluş
yoktur. Onun için hangi basamakta olursa olsun kendini zengin görmemeli, azgınlıktan
sakınmalıdır. Bu hitap da Resulullah'adır. Bununla beraber esas maksat, kendini
zengin gören ve azgınlık edenleri uyarmaktır. Onun için âyetin inme sebebi
olan kendini zengin gören azgının azgınlığı bir misal halinde gösterilerek
buyuruluyor ki:
9.
"Gördün mü?". Yukarılarda geçtiği üzere gerek bir mef'ule geçişli (müteaddî)
olan görmek veya görüş sahibi olmaktan, gerekse iki mef'ulüne geçişli (müteaddî)
olan ilim mânâsından gördün mü? Gördün ha, baksana ha, bilesin ha, anladın
ha gibi dikkati çeken bir hitap ile ne dersin? Görüşün, fikrin, bilgin ne
ise bana haber ver! demek mânâsına kullanılır bir sorudur ki, çoğunlukla maksat
gerçekten soru ve haber alma olmayıp sorulan duruma dikkati çekmekle bir kınama
veya azarlama veya şaşırtma olur. Onun için biz de yerine göre gördün mü?
Ne dersin? Söyle bakalım? Baksana ha diye tercüme edegeldik. Burada üç vardır.
Tefsir bilginleri bunların tefsirinde birçok görüşler açıklamışlardır:
Birincisi;
hepsinin de aynı muhataba, yani özel hitap ile Peygamber'e ve genel hitap
ile insana yönelik olması olabildiği gibi, iki tarafın arasında bir muhakeme
(yargılama) veya bir hitabet üslubu ile sağa sola çeşitli şekillerde hitap
etmesi de olabilir ve daha mânâlıdır. Bu birincinin, önce Hz. Peygamber'e
hitap olduğu açıktır. Dolayısıyla da hitap şanından olan herkese hitap olur.
Bunda bir azgını suçüstü halinde sakındırarak gördün mü? Baksana ha şuna,
kendini zengin saydığı için nasıl azgınlık ediyor? diye kötüleyerek Peygamber'e
ve dolayısıyla insanlığa bir gösterme ve teşhir etme vardır. Yani ey Muhammed!
Yahut ey insan baksana! O engelleyen azgına, bir kulu namaz kıldığında. Namaz
kılan bir kulu özellikle namaz kıldığı sırada engellemek ne büyük cür'et,
ne büyük azgınlıktır! İşte bu, o engellemeyi kendini zengin gördüğünden dolayı
yapıyor. Kırâetten (okumadan) bahs edilirken namaza geçilmesi onda kırâetin
bir rükün olması ve namazın bütün ibadetlere esas ve dinin direği bulunmasından
dolayıdır. Ve bu gösteriyor ki bu âyetlerin inmesi namazın farz kılınmasından
sonradır. İbn Atiyye'nin açıklamasına göre; burada namaz kılan bir âbid (ibadet
eden) den maksat Resulullah, engel olan da Ebu Cehil olduğunda tefsir bilginleri
ihtilafa düşmemişlerdir. Ahmed, Müslim, Nesaî ve daha başka hadisçilerin Ebu
Hureyre'den rivayetlerinde: "Ebu Cehil, Resulullah namaz kılarken görürse
muhakkak boynunu çiğneyip yüzünü sürteceğine dair Lat ve Uzza'ya yemin etmiş,
sonra da Resululah namaz kılarken dediğini yapmak için varmış, fakat birdenbire
arkasına dönmüş elleriyle korunarak çekilmiş, "ne oldu sana?" denildiğinde,
onunla benim aramda ateşten bir hendek, bir korku ve bir takım kanatlar var,
demiş. Resulullah da "Bana yaklaşsaydı melekler onu parça parça ederlerdi."
buyurmuş. Allah Teâlâ da 'dan sûrenin sonuna kadar indirmiştir. Tirmizî'nin
rivayetinde de peygamber (s.a.v.) namaz kılarken Ebu Cehil, "Ben seni bundan
alıkoymadım mı?" diyerek varmıştır. Ümeyye b. Halef Selman'ı namazdan alıkordu
diye Hasan'dan rivayet edilen haber sahih olamaz. Çünkü Selman'ın müslüman
olması, hicretten sonra Medine'de olduğunda ihtilaf yoktur. Eğer Selman'dan
başka Bilal ve diğerleri gibi biri hakkında olmuş ise âyetin hükmü genel olduğu
için onu ve benzerlerini de kapsayacağında şüphe yoktur. Ebu Hayyân'ın nakline
göre Tebrizî demiş ki: "Burada namazdan maksat, öğle namazıdır." Denilmiştir
ki bu, İslâm'da cemaatle kılınan ilk namazdır. Ebu Bekir, Ali ve ilk müslümanlardan
bir cemaat beraberdi. Bunlar, namaz kılarlarken Ebu Talib, oğlu Caferle beraber
uğramıştı. Ona: "Haydi amcanın oğlunun yanında sende kıl dedi." ve kendisi
sevinerek gitti ve Ebu Talib şu beyitleri söylüyordu:
"Ali
ve Cafer benim güvendiklerimdirler,
Zamanın
sıkıntısı ve şiddeti esnasında,
Vallahi
ben o peygamberi yardımsız bırakmam,
Benim
soyumdan olan da bırakmaz.
Bırakmayın,
yardım edin oğluna amucanızın,
Amcalarınız
arasından ana-baba bir kardeşimin."
Resulullah
da bununla sevinmişti. Alûsî der ki: Bunun üzerinde düşünmek gerekir. Çünkü
namaz, hiç ihtilafsız İsra gecesinde farz kılınmıştır. İsra'nın hicretten
bir sene önce olduğunda da İbnü Hazm, icma olduğunu iddia etmiştir. İbn Faris
de hicretten bir sene ve üç ay önce olduğunu kesinlikle ifade etmiştir. Suddî
de bir sene ve beş ay demiştir. Ebu Talib'in vefatı ise hicretten üç sene
kadar öncedir. Çünkü onun ölümü Hz. Hatice'nin vefatından üç veya beş gün
öncedir. Onun vefatı ise, Hz. Peygamber'in peygamber olarak gönderilmesinden
on sene sonradır. Şu halde Ebu Talib, namazın farz kılınışına kavuşmuştur.
Her ne kadar Kadı İyâz Zürrî'den İsra'nın peygamberin gönderilmesinden beş
sene sonra olduğunu nakletmiş, Nevevî ve Kurtubî de bu görüşü tercih etmişlerse
de bu görüş tenkid edilmiştir.
Fakat,
Alûsî'nin bu itirazını biz uygun görmüyoruz. Çünkü İsra'da farz kılınan mutlak
namaz değil, beş vakit namazdır. Bundan dolayı ondan önce Müzzemmil Sûresi
tefsirinde geçtiği üzere gece namazının farz olması gibi bir öğle namazının
da farz kılınmış olmasına aykırı düşmez. Kaldı ki, yukarıda zikredilen rivayette
öğle namazı denilmiş, farz olduğu açıkça ifade edilmemiştir. Hz. Ömer'in müslüman
olması ilk olarak açıkça kılındığı rivayet olunan namazın da bu olması gerekir.
Ancak bu âyetin inme sebebi olan olaydaki namaz öğle namazı olsa bile âyette
de kasdedilen yalnız o namazdır demek doğru olmaz. Çünkü âyet kayıtsızdır.
Şeriata uygun olan herhangi bir namazı kapsar. Gerek farz ve gerek nafile
herhangi bir namazı yasaklamak, namazdan alıkoymak olması itibarıyla bu azgınlık
hükmüne dahildir. Ancak asıl yasak, namazın kendisinden dolayı değil de, namazla
ilgili şartlardan biri itibarıyla olsa o vakit caiz olabilir. Mesela kerahet
vaktinde veya gasbedilmiş bir yerde namaz kılmayı yasaklamak bu hükme girmez.
Çünkü bunları yasaklamak, namazın kendisinden değil, namazın şartlarından
olan zaman ve yerden dolayıdır. Bununla beraber bazıları ihtiyatlı davranarak
bu gibi durumlarda bile yasaktan sakınmış ve yalnız doğruyu açıklamakla yetinmişlerdir.
Nitekim rivayet ediliyor ki: "Hz. Ali (r.a.) namazgâhta Bayram namazından
önce namaz kılan bazı kimseleri gördüğü zaman Resulullah'ı böyle yaparken
görmedim, demiş." Öyle ise neden yasaklamıyorsun denilmesine karşı da uyarması
altına girmekten korkarım. Diğer bir rivayette de bir kulu namaz kılarken
yasaklamayı istemem, fakat onlara Resulullah'tan gördüğümü söylerim demiştir.
Yine bu nükte iledir ki İmam-ı Azam Ebu Hanife (r.a.) Hazretleri, kendisine
İmam Ebu Yusuf: "Namaz kılan rüku'dan başını kaldırırken "Rabbim beni bağışla"
der mi? diye sorduğu zaman "Rabbimiz sana hamd olsun" der, diye cevap vermiş,
açıkça "hayır demez!" dememiştir. Diğer ibadetlerden alıkoymak da namazdan
alıkoymaya kıyas olunur. Bu konuda sözlü yasaklama ile fiilî yasaklama ve
tavırla yasaklama arasında fark da yoktur. Bir insanı meşgul ederek namazdan,
ibadetten alıkoymak da bu hükme girer. O da Ebu Cehil davranışıdır.
10.
"Gördün mü?". Yukarılarda geçtiği üzere gerek bir mef'ule geçişli (müteaddî)
olan görmek veya görüş sahibi olmaktan, gerekse iki mef'ulüne geçişli (müteaddî)
olan ilim mânâsından gördün mü? Gördün ha, baksana ha, bilesin ha, anladın
ha gibi dikkati çeken bir hitap ile ne dersin? Görüşün, fikrin, bilgin ne
ise bana haber ver! demek mânâsına kullanılır bir sorudur ki, çoğunlukla maksat
gerçekten soru ve haber alma olmayıp sorulan duruma dikkati çekmekle bir kınama
veya azarlama veya şaşırtma olur. Onun için biz de yerine göre gördün mü?
Ne dersin? Söyle bakalım? Baksana ha diye tercüme edegeldik. Burada üç vardır.
Tefsir bilginleri bunların tefsirinde birçok görüşler açıklamışlardır:
Birincisi;
hepsinin de aynı muhataba, yani özel hitap ile Peygamber'e ve genel hitap
ile insana yönelik olması olabildiği gibi, iki tarafın arasında bir muhakeme
(yargılama) veya bir hitabet üslubu ile sağa sola çeşitli şekillerde hitap
etmesi de olabilir ve daha mânâlıdır. Bu birincinin, önce Hz. Peygamber'e
hitap olduğu açıktır. Dolayısıyla da hitap şanından olan herkese hitap olur.
Bunda bir azgını suçüstü halinde sakındırarak gördün mü? Baksana ha şuna,
kendini zengin saydığı için nasıl azgınlık ediyor? diye kötüleyerek Peygamber'e
ve dolayısıyla insanlığa bir gösterme ve teşhir etme vardır. Yani ey Muhammed!
Yahut ey insan baksana! O engelleyen azgına, bir kulu namaz kıldığında. Namaz
kılan bir kulu özellikle namaz kıldığı sırada engellemek ne büyük cür'et,
ne büyük azgınlıktır! İşte bu, o engellemeyi kendini zengin gördüğünden dolayı
yapıyor. Kırâetten (okumadan) bahs edilirken namaza geçilmesi onda kırâetin
bir rükün olması ve namazın bütün ibadetlere esas ve dinin direği bulunmasından
dolayıdır. Ve bu gösteriyor ki bu âyetlerin inmesi namazın farz kılınmasından
sonradır. İbn Atiyye'nin açıklamasına göre; burada namaz kılan bir âbid (ibadet
eden) den maksat Resulullah, engel olan da Ebu Cehil olduğunda tefsir bilginleri
ihtilafa düşmemişlerdir. Ahmed, Müslim, Nesaî ve daha başka hadisçilerin Ebu
Hureyre'den rivayetlerinde: "Ebu Cehil, Resulullah namaz kılarken görürse
muhakkak boynunu çiğneyip yüzünü sürteceğine dair Lat ve Uzza'ya yemin etmiş,
sonra da Resululah namaz kılarken dediğini yapmak için varmış, fakat birdenbire
arkasına dönmüş elleriyle korunarak çekilmiş, "ne oldu sana?" denildiğinde,
onunla benim aramda ateşten bir hendek, bir korku ve bir takım kanatlar var,
demiş. Resulullah da "Bana yaklaşsaydı melekler onu parça parça ederlerdi."
buyurmuş. Allah Teâlâ da 'dan sûrenin sonuna kadar indirmiştir. Tirmizî'nin
rivayetinde de peygamber (s.a.v.) namaz kılarken Ebu Cehil, "Ben seni bundan
alıkoymadım mı?" diyerek varmıştır. Ümeyye b. Halef Selman'ı namazdan alıkordu
diye Hasan'dan rivayet edilen haber sahih olamaz. Çünkü Selman'ın müslüman
olması, hicretten sonra Medine'de olduğunda ihtilaf yoktur. Eğer Selman'dan
başka Bilal ve diğerleri gibi biri hakkında olmuş ise âyetin hükmü genel olduğu
için onu ve benzerlerini de kapsayacağında şüphe yoktur. Ebu Hayyân'ın nakline
göre Tebrizî demiş ki: "Burada namazdan maksat, öğle namazıdır." Denilmiştir
ki bu, İslâm'da cemaatle kılınan ilk namazdır. Ebu Bekir, Ali ve ilk müslümanlardan
bir cemaat beraberdi. Bunlar, namaz kılarlarken Ebu Talib, oğlu Caferle beraber
uğramıştı. Ona: "Haydi amcanın oğlunun yanında sende kıl dedi." ve kendisi
sevinerek gitti ve Ebu Talib şu beyitleri söylüyordu:
"Ali
ve Cafer benim güvendiklerimdirler,
Zamanın
sıkıntısı ve şiddeti esnasında,
Vallahi
ben o peygamberi yardımsız bırakmam,
Benim
soyumdan olan da bırakmaz.
Bırakmayın,
yardım edin oğluna amucanızın,
Amcalarınız
arasından ana-baba bir kardeşimin."
Resulullah
da bununla sevinmişti. Alûsî der ki: Bunun üzerinde düşünmek gerekir. Çünkü
namaz, hiç ihtilafsız İsra gecesinde farz kılınmıştır. İsra'nın hicretten
bir sene önce olduğunda da İbnü Hazm, icma olduğunu iddia etmiştir. İbn Faris
de hicretten bir sene ve üç ay önce olduğunu kesinlikle ifade etmiştir. Suddî
de bir sene ve beş ay demiştir. Ebu Talib'in vefatı ise hicretten üç sene
kadar öncedir. Çünkü onun ölümü Hz. Hatice'nin vefatından üç veya beş gün
öncedir. Onun vefatı ise, Hz. Peygamber'in peygamber olarak gönderilmesinden
on sene sonradır. Şu halde Ebu Talib, namazın farz kılınışına kavuşmuştur.
Her ne kadar Kadı İyâz Zürrî'den İsra'nın peygamberin gönderilmesinden beş
sene sonra olduğunu nakletmiş, Nevevî ve Kurtubî de bu görüşü tercih etmişlerse
de bu görüş tenkid edilmiştir.
Fakat,
Alûsî'nin bu itirazını biz uygun görmüyoruz. Çünkü İsra'da farz kılınan mutlak
namaz değil, beş vakit namazdır. Bundan dolayı ondan önce Müzzemmil Sûresi
tefsirinde geçtiği üzere gece namazının farz olması gibi bir öğle namazının
da farz kılınmış olmasına aykırı düşmez. Kaldı ki, yukarıda zikredilen rivayette
öğle namazı denilmiş, farz olduğu açıkça ifade edilmemiştir. Hz. Ömer'in müslüman
olması ilk olarak açıkça kılındığı rivayet olunan namazın da bu olması gerekir.
Ancak bu âyetin inme sebebi olan olaydaki namaz öğle namazı olsa bile âyette
de kasdedilen yalnız o namazdır demek doğru olmaz. Çünkü âyet kayıtsızdır.
Şeriata uygun olan herhangi bir namazı kapsar. Gerek farz ve gerek nafile
herhangi bir namazı yasaklamak, namazdan alıkoymak olması itibarıyla bu azgınlık
hükmüne dahildir. Ancak asıl yasak, namazın kendisinden dolayı değil de, namazla
ilgili şartlardan biri itibarıyla olsa o vakit caiz olabilir. Mesela kerahet
vaktinde veya gasbedilmiş bir yerde namaz kılmayı yasaklamak bu hükme girmez.
Çünkü bunları yasaklamak, namazın kendisinden değil, namazın şartlarından
olan zaman ve yerden dolayıdır. Bununla beraber bazıları ihtiyatlı davranarak
bu gibi durumlarda bile yasaktan sakınmış ve yalnız doğruyu açıklamakla yetinmişlerdir.
Nitekim rivayet ediliyor ki: "Hz. Ali (r.a.) namazgâhta Bayram namazından
önce namaz kılan bazı kimseleri gördüğü zaman Resulullah'ı böyle yaparken
görmedim, demiş." Öyle ise neden yasaklamıyorsun denilmesine karşı da uyarması
altına girmekten korkarım. Diğer bir rivayette de bir kulu namaz kılarken
yasaklamayı istemem, fakat onlara Resulullah'tan gördüğümü söylerim demiştir.
Yine bu nükte iledir ki İmam-ı Azam Ebu Hanife (r.a.) Hazretleri, kendisine
İmam Ebu Yusuf: "Namaz kılan rüku'dan başını kaldırırken "Rabbim beni bağışla"
der mi? diye sorduğu zaman "Rabbimiz sana hamd olsun" der, diye cevap vermiş,
açıkça "hayır demez!" dememiştir. Diğer ibadetlerden alıkoymak da namazdan
alıkoymaya kıyas olunur. Bu konuda sözlü yasaklama ile fiilî yasaklama ve
tavırla yasaklama arasında fark da yoktur. Bir insanı meşgul ederek namazdan,
ibadetten alıkoymak da bu hükme girer. O da Ebu Cehil davranışıdır.
11.
Baksana. Yani bak, gör, düşün bil de haber ver, bakalım ne dersin? "Ya o kul
doğru yolda olur, yahut kötülüklerden sakınmayı emrederse". Bu şart cümlesi
olduğu için cevabı hazfedilmiştir. fiillerindeki gizli zamirler "abd=(kul)a
da, yasaklayana da ait olabilir. Ve ona göre hitabı da onun karşılığına yönelik
olur. Kula ait olduğu takdirde hitap, yasaklayana çevrilmekle telvin edilmiş
olur ki bu daha nüktelidir. Mânâ şu olur: "Düşünsene! Ey namaz kılan bir kulu
alıkoyan azgın insan! Eğer o kul hidayet, doğruluk, hak üzere gitse yahut
onunla beraber daha yükselerek diğerlerine de takva ile, Allah'tan korkup
fenalıktan sakınmakla emretse ne olur? Fena mı olur? Sen onu Allah'ın iyi,
kötü her şeyi gördüğünü bilmez de senin yasağını dinler mi sanıyorsun?" Zamir
yasaklayana ait olduğu takdirde ise hitap, yine önceki üsluba uygun olarak
kula yönelik olup mânâ şu olur: "Ey o okumakla emredilip de namaz kılan kul!
Ey Muhammed! O namazdan alıkoyan bu azgın insanı gördün ha, şimdi şunu bir
düşün: Eğer öyle azgınlık etmeyip de hakk ve hidayet üzere gitse, yahut namazdan
alıkoyacağına Allah korkusu ile korunmayı emretse ne iyi olurdu. O hâlâ Allah'ın
görüyor olduğunu bilmedi değil mi?
12.
Baksana. Yani bak, gör, düşün bil de haber ver, bakalım ne dersin? "Ya o kul
doğru yolda olur, yahut kötülüklerden sakınmayı emrederse". Bu şart cümlesi
olduğu için cevabı hazfedilmiştir. fiillerindeki gizli zamirler "abd=(kul)a
da, yasaklayana da ait olabilir. Ve ona göre hitabı da onun karşılığına yönelik
olur. Kula ait olduğu takdirde hitap, yasaklayana çevrilmekle telvin edilmiş
olur ki bu daha nüktelidir. Mânâ şu olur: "Düşünsene! Ey namaz kılan bir kulu
alıkoyan azgın insan! Eğer o kul hidayet, doğruluk, hak üzere gitse yahut
onunla beraber daha yükselerek diğerlerine de takva ile, Allah'tan korkup
fenalıktan sakınmakla emretse ne olur? Fena mı olur? Sen onu Allah'ın iyi,
kötü her şeyi gördüğünü bilmez de senin yasağını dinler mi sanıyorsun?" Zamir
yasaklayana ait olduğu takdirde ise hitap, yine önceki üsluba uygun olarak
kula yönelik olup mânâ şu olur: "Ey o okumakla emredilip de namaz kılan kul!
Ey Muhammed! O namazdan alıkoyan bu azgın insanı gördün ha, şimdi şunu bir
düşün: Eğer öyle azgınlık etmeyip de hakk ve hidayet üzere gitse, yahut namazdan
alıkoyacağına Allah korkusu ile korunmayı emretse ne iyi olurdu. O hâlâ Allah'ın
görüyor olduğunu bilmedi değil mi?
13.
"Gördün mü?" Bunda da iki yorum ihtimali vardır ve peygambere hitap olduğuna
göre şöyle demek olur: "Baksana ha, yahut gördün ha ey Muhammed! Sen doğru
olduğun, hakkı söylediğin halde eğer o namazdan alıkoyan azgın yalanlıyor,
inanmıyor, ve (öyle yalanlamakla, imansızlıkla) haktan yüz çeviriyor, tersine
gidiyorsa iyi mi olur? (Namazı) yasaklayan azgına hitap olduğuna göre de şöyle
demek olur: "Baksana ha, ey o kulu namazdan alıkoyan azgın! Eğer o kul senin
yasaklamanı dinleyip hakkı yalanlarsa, namaz kılmayıp tersine hareket ederse
iyi mi olur?
14.
Allah'ın her şeyi mutlaka gördüğünü bilmez mi? Sonra kendisine varılacak olan
Allah mutlaka doğruyu da, eğriyi de, iyiyi de, kötüyü de hepsini görür ve
herkesin ameline göre cezasını verir. Bu zamiri de hitabının karşılığına ait
olarak bir bakıma e bir bakıma da yasaklayana işaret eder. Hitap, yasaklayana
olduğu durumda zamir, e işaret ederek istifham-ı inkarî (olumsuz soru) olarak:
O kul Allah'ın her şeyi gördüğünü bilir. Senin yasaklamanı dinlemez ey azgın!
demek olur. Hitap, peygambere olduğu durumda da zamir, yasaklayana işaret
edip istifham-ı takdirî (cevabı ikrar ettirmek için soru sorma) olarak: "O
azgın hala bilmedi mi? Hala bilmediyse bilsin ki Allah her iki takdirde de
hepsini görüp duruyor ey Muhammed! demek olur. Ve ikisinde de o azgına tehdidi
ifade eder. "Keşşaf'ın dediği gibi iki şartın ikisinde de cevabı yapmak caiz
olsa bile sözün başlangıç cümlesi olması daha uygundur.
15 "Hayır"
o azgının durumunu reddetmek ve ondan sakındırmak mânâsınadır. Yani gerçek,
onun zannettiği gibi değil, sakın yemin için hazırlık yapma içindir. Yani
uluhiyet şanına yemin olsun, celalim hakkı için eğer "O azgın vazgeçmezse",
o kendini zengin görmekle azgınlıktan, o yasaklamadan vazgeçip akıllanmazsa
"sürükleriz"; tenvin, pekiştirmek için olan hafifletilmiş nundan (değiştirilerek)
elde edilmiştir, demektir. Çünkü fiile tenvin bitişmez.
SEF'
, şiddetle tutup çekmektir. Yani muhakkak yakalayıp sürükleyeceğiz elbet o
nasiyeyi (perçemi) yahut perçemi ile.
NASİYE;
bilindiği gibi alındaki saç, perçem demektir. Onun bittiği alına, yani alnın
üstünde başın ön tarafına da denilir. Burada maksat, baştan ve dolayısıyla
şahıstan kinayedir. Onun için şu bedel ile açıklanıyor: Yalancı, cani bir
nasiyeyi. Bu bedelin nekire (belirsiz) olarak getirilmesi, perçemi genelleştirerek
benzerlerini de âyetin kapsamına almak içindir. ile vasfedilmesi de hem belirsiz
bir kelimenin marife (belirli) kelimeye bedel olmasını düzeltmek, hem sürüklenmenin
sebebini açıklamak, hem de sürüklenecek perçemden maksat, bizzat şahsın kendisi
olduğunu açıklamaktır. Bununla beraber kinaye, gerçeğin de kasdedilmesine
engel olmaz.
16.
"Hayır" o azgının durumunu reddetmek ve ondan sakındırmak mânâsınadır. Yani
gerçek, onun zannettiği gibi değil, sakın yemin için hazırlık yapma içindir.
Yani uluhiyet şanına yemin olsun, celalim hakkı için eğer "O azgın vazgeçmezse",
o kendini zengin görmekle azgınlıktan, o yasaklamadan vazgeçip akıllanmazsa
"sürükleriz"; tenvin, pekiştirmek için olan hafifletilmiş nundan (değiştirilerek)
elde edilmiştir, demektir. Çünkü fiile tenvin bitişmez.
SEF'
, şiddetle tutup çekmektir. Yani muhakkak yakalayıp sürükleyeceğiz elbet o
nasiyeyi (perçemi) yahut perçemi ile.
NASİYE;
bilindiği gibi alındaki saç, perçem demektir. Onun bittiği alına, yani alnın
üstünde başın ön tarafına da denilir. Burada maksat, baştan ve dolayısıyla
şahıstan kinayedir. Onun için şu bedel ile açıklanıyor: Yalancı, cani bir
nasiyeyi. Bu bedelin nekire (belirsiz) olarak getirilmesi, perçemi genelleştirerek
benzerlerini de âyetin kapsamına almak içindir. ile vasfedilmesi de hem belirsiz
bir kelimenin marife (belirli) kelimeye bedel olmasını düzeltmek, hem sürüklenmenin
sebebini açıklamak, hem de sürüklenecek perçemden maksat, bizzat şahsın kendisi
olduğunu açıklamaktır. Bununla beraber kinaye, gerçeğin de kasdedilmesine
engel olmaz.
17.
O vakit o, taraftarlarını çağırsın".
NADİ
, halkın danışma v.s. gibi bir şey için konuşmak üzere bir yere toplanmaları
mânâsına nedve'den gelir. Nitekim İslâm'dan önce Mekke'de Kureyşin toplandığı
parlamento binasına "Darü'n-nedve" denilirdi. Nadi orada ve o gibi yerlerde
toplanan heyettir ki eğlence meclisi, meclis, mahfel, kongre, parlamento terimleri
gibidir. Yeni Türkçe'de bu gibi büyük toplantılara eski bir terim ile kurultay
denilmesi yaygın olduğu için "kurultayını çağırsın" diye tercüme edilmesi
zamanımız şivesine daha uygun gelir. Tirmizî'de rivayet olunduğu üzere Ebu
Cehil, kurultayca çoğunluğun kendisinin olduğunu söylediğinden dolayı da bu
âyetle ona işaret edilmiş ve şu cevapla karşılanmıştır:
18.
"Biz zebanileri çağıracağız." ZEBANİ, ZEBANİYE, azab meleklerine isim olmuştur.
Demişlerdir ki esas lugatte, şurta yani zabıta kuvveti demektir. Kelime olarak
çoğuldur. Bazıları, Abadid (dağılan askerler, tepeler) aynı kelimeden tekili
yoktur, demişler. Bazıları da tekili zibniyye, yahut zibnidir demişler ki
itme mânâsına gelen zebne nisbet demektir. Buna göre çoğulunda zebaniyye nın
şeddeli kılınması ile olması gerekirse de hafifletilmiş demektir. Bu zebanilerin
çağırılmalarından anlaşılır ki o yalancı cinayetçi perçem Cehennem'e sürüklenecektir.
19.
Sakın. Sakındırma üzerine sakındırmadır. Ona itaat etme! Öyle kendini zengin
gören, yalancı, cinayetkâr, namazdan alıkoyar azgını dinleme! Rabbine itaat
etmekle okutmakta sebat eyle, ve secde et. Rabbinin emrine boyun eğmekle oku
ve secdeye devam et ve yaklaş. Secde ile, namaz ile ve yakınlığa sebep olan
diğer ibadet ve kulluk ile kulluk ederek biz Rabbine yaklaş. Çünkü sahih hadiste
belirtildiği üzere "Kulun Rabb'ine en yakın olabileceği durum secde ederkendir."
Bir kudsi hadiste de "Kul bana nafile ibadetlerle devamlı yaklaşır. O derece
ki nihayet ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, duyduğu kalbi olurum. Benimle
işitir, benimle görür, benimle duyor." buyurulmuştur. Burada secdenin yukarıdaki
namaz karinesi (ipucu) ile namaz mânâsına olması da ihtimal dahilinde ise
de gerçek mânâsı üzere özellikle kendi mânâsında olması daha açıktır. Çünkü
"yaklaş", namaz ve insanı Allah'a yaklaştıran diğer ibadet çeşitlerini kapsar.
Secdenin ayrıca özelleştirilmesi hadisi gereğince önemini açıkça ifade eder.
Çünkü secde bütün yakınlığın esası olan boyun eğme ve teslimiyetin en mükemmel
şeklidir. Buhari ve Müslim'de sabit olduğu üzere Peygamber (s.a.v.) de ve
bu sûrede tilavet secdesi yapmıştır. Biz de okuyalım, Allahu ekber deyip secdeye
kapanalım ve Allah'a yavaş yavaş yaklaşmağa çalışalım. Nihayet en son dönüş
O'nadır.