87-A'LA:
Sûresi'ni
çok severdi." Ebu Ubeyd'in, Ebu Temim tarafından rivayet edildiğini tesbit
ettiği bir hadiste de, Resulullah (s.a.v.) buna "Allah'ı tesbihi anlatan sûrelerin
en faziletlisi." adını vermişti.
Ebu Dâvud,
Tirmizî, Nesâî, İbnü Mâce, Hakim ve Beyhakî Hz. Aişe'nin şöyle rivayet ettiğini
tesbit etmişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.v.) vitir namazının birinci rekatında
, ikincide , üçüncüde İhlas ve Muavizeteyn sûrelerini okurdu." Tirmizî'nin
dışında yine bunların Übeyy b. Ka'b'tan rivayetlerinde Muavvizeteyn yoktur.
İbnü Ebi Şeybe,
İmam Ahmed, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî ve İbnü Mâce Nu'man b. Beşir'in
şöyle rivayet ettiğini tesbit etmişlerdir: "Resululah (s.a.v.) bayram namazlarında
ve cuma günü ve sûrelerini okurdu. Eğer cumaya rastgelirse ikisini de okurdu."
Taberanî,
Abdullah b. Hâris'in şöyle rivayet ettiğini yazar: "Resulullah (s.a.v.)'ın
kıldığı son namaz akşamdır. Birinci rekatta yı, ikincide u okudu." demiştir.
Târık Sûresi'nin
sonu, kâfirlerin tuzaklarına karşı ilâhî emir ile Resulullah (s.a.v.)'ın ilerde
galip geleceği vaadini kapsıyordu. Bu sûrede "Seni en kolaya muvaffak kılacağız."
ile onu açıklığa kavuşturmak ve gerçekleşeceğini vurgulamak üzere öncelikle
Rabbinin "Â'lâ" (en yüce) ismiyle garanti vererek şükür vazifesinin yerine
getirilmesinin akışı içersinde onu tesbih etmeye davet için "Rabbinin yüce
adını tesbih et." diye başlayacak ve bunun bayram yapılmaya değer bir müjde
olduğuna işaretle beraber, ahiretin daha hayırlı ve daha kalıcı olduğunu ve
dolayısıyla gerçek bayramın asıl o vakit olacağını anlatacaktır.
Âyetleri :
İhtilafsız ondokuzdur.
Fâsılası
: Yalnız harfidir.
Meâl-i Şerifi
1- Rabbinin
yüce adını tesbih et.
2- Yaratıp
düzene koyan O'dur.
3- Takdir
edip hidayeti gösteren O'dur.
4- Otlağı
çıkaran,
5- Sonra da
onu karamsı bir sel köpüğü haline getiren O'dur.
6- Bundan
böyle sana Kur'ân'ı okutacağız da unutmayacaksın.
7- Yalnız
Allah'ın dilediği başkadır. Çünkü o açığı da bilir, gizliyi de.
8- Seni en
kolay yola muvaffak kılacağız.
9- Onun için
öğüt ver, eğer öğüt fayda verirse.
10- Saygısı
olan öğüt alacaktır.
11- Pek bedbaht
olan da ondan kaçınacaktır.
12- O ki,
en büyük ateşe girecektir.
13- Sonra
ne ölecek onda, ne de hayat bulacaktır.
14- Doğrusu
felaha ermiştir, temizlenen,
15- Rabbinin
adını anıp namaz kılan.
16- Fakat
siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz.
17- Oysa ahiret
daha hayırlı ve daha kalıcıdır.
18- Kuşkusuz
bu ilk sahifelerde vardır,
19- İbrahim
ve Musa'nın sahifelerinde.
Rabbinin yüce
ismini tesbih ederek onu noksan sıfatlardan uzak tut. Yani seni yetiştiren
ve kâfirlerin tuzaklarını başlarına geçirecek olan Rabb'ın zatında her şeyden
üstün, hepsinden yüksek ve yüce olduğu gibi, onun sıfat ve isimleri de bütün
sıfatların, kendilerine isim oldukları varlıkları tanıtan isimlerin en yükseği,
en ulusudur.
Allah'ın güzel
isimlerinden birisi de el-A'lâ ismidir. Onun için sen O'nun bütün isimlerini
O'na layık olmayacak eksikliklerden tezih edip uzak tutarak O'nu tesbih et.
Dolayısıyla O'nun zat ve sıfat olarak kendisine özgü olan Allah, Rahman, Hallâk,
Rezzâk, Âlimu'l-gayb, Ekber ve Â'lâ gibi isimleri başkasına vermek caiz olmayacağı
gibi, onun fiil ve sıfatlarını anlatmak için söylenen isimleri de sade lugatte
konuldukları ve diğer eşya için de verilmesi uygun olan mânâlarla değil, onun
yüce şanına layık olmayacak noksan izlerden soyutlayıp uzak tutarak, "Hiçbir
şeye benzemeyen." (Şûrâ, 42/11) yüce zatına yaraşan şer'î bir mânâ ile düşünmek
ve değersizliği ve küçümsemeyi hissettirecek hal ve durumlardan koruyup saygı
ve hürmetle anmak gerekir. Bundan dolayı hile, tuzak, intikam gibi ilâhî fiiller
için söylenen isimler dahi Allah hakkında eksiklik lekelerinden uzak tutularak
yüksek bir mânâda düşünülmelidir.
Kuşku yok
ki önceki sûrenin sonunda "Onlar hile kuruyorlar. Ben de hilelerine karşılık
vereceğim. Onun için sen kâfirlere mühlet ver. Onlara az bir zaman tanı."(Târık,
86/15-17) buyrulması, bunun hemen peşinden burada "Rabb" isminin yüce olduğunun
hatırlatılması, onun tuzaklarına karşılık kâfirlere mühlet vermesinde yücelik
ve üstünlüğüyle peygambere olan vaadin gerçekleşip neticeleneceğine dair bir
garanti vermedir.
Böyle Rabbinin
en yüce ismini tesbih etmekle emir O'na karşı şükran vazifesine davettir.
Şunu da unutmamak gerekir ki bir ismi noksanlıklardan uzak tutmak, o ismin
sahibini noksanlıklardan daha çok uzak tutmak demektir. Çünkü bir ismin sahibinin
yücelik ve kutsiliği, ismin yüceliği ve nezihliği ile ifade olunur. Bundan
dolayı burada bazıları besmelede geçtiği üzere "Seneye... Sonra Selam ismi
sizin üzerinize olsun." mısrasında olduğu gibi "isim" lafzı mukham (kaynaştırma
için fazladan zikredilmiş. Yani beyitte geçen "selam ismi"nden maksat "selam"dır
demiş, bazıları da isimden maksat ismin sahibidir demiştir. Bir kısım âlimler
de, "isim ile ismin sahibi aynıdır" demiş iseler de hepsinin maksadı, ismin
tenzih edilmesinden ismin sahibinin tenzih edilmesi lazım geleceğini ve asıl
maksat, sade lafzı değil, sıfat ve isimleriyle asıl onların sahibinin zatını
tenzihe yönelik olduğunu anlatmaktır diye anlaşılması gerekir. Nitekim Zemahşeri
de Keşşaf'ta "Yüce Allah'ın ismini tesbih etmek demek, Allah hakkında sahih
olmayan cebr ve Allah'ı bir şeye benzetme gibi, onun isimlerini inkar etmeye
götüren mânâlardan onu uzak tutmak; o ismi hafife almaktan ve huşu ve saygı
dışında bir maksatla anmaktan korunmaktır." demekle bunu demek istemiştir.
Ahmed, Ebu
Davud, İbn Mâce ve daha başkaları Ukbe b. Âmiri Cühenî'nin şöyle dediğini
rivayet etmişlerdir: "O halde Rabb'ını yüce ismi ile tesbih et." (Vâkıa, 56/74,
96) âyeti indiğinde Resulullah (s. a.v.) bize buyurdu ki: "bunu rükularınızda
yapın". Sonra âyeti inince de "onu secdelerinizde yapın" buyurdu. Bilindiği
gibi rükûda secdede denir.
Yine İmam
Ahmed, Ebu Davud, Taberanî ve Sünen'de Beyhakî İbnü Abbas'tan şöyle rivayet
etmişlerdir:
Resulullah
(s.a.v.) yı okuduğu zaman, "Yüce Rabbimi noksanlıklardan tenzih ederim." derdi.
Görülüyor ki bunlar sadece ismi noksanlıklardan tenzih değil, ismin sahibini
tenzihtir. Bununla beraber ismin sahibini diyerek büyük, yüksek gibi noksanlıktan
uzak isimlerle tenzihtir. Buna göre, "Rabbini yüce ismiyle tenzih et."(Vâkıa,
56/74-96) denildiği gibi burada da "Rabbini yüce ismiyle tesbih et." denilmek
daha açık olurdu. Buradaki "isim" kelimesi kaynaştırma maksadıyla fazladan
zikredilmiştir diyenlerin maksadı budur. Lakin söylediğimiz gibi, Rabbin kendisini
tenzih etmenin kastedilmiş olduğu gibi isminin de tenzihi kastedilmiş olduğuna
dikkat çekmek için buyrulmuştur. Burada "en yüce" tabiri Rabbin de ismin de
sıfatı olabilir. "En yüce" sıfatı, sanki başka Rab ve isimler varmış da onları
konu dışı bırakmak için zikredilmiş bir sıfat değil; açıklayıcı mahiyette
söylenmiş bir sıfattır. Zira başka Rab yoktur. Gerçi Allah'ın isimleri çoktur
ve aralarında mertebeler vardır. Mesela yüce yaratıcının zatının ismi olan
Allah ismi hepsinden üstün ve hepsinin niteliklerini kendinde toplayıcıdır.
"İsm-i A'zam" tabiri de vardır. Bu itibarla Azim (ulu), A'zam (en ulu), Aliyy
(yüce), A'la (en yüce) gibi isimler hiç kuşkusuz vardır. Fakat ilâhî isimlerin
hepsi esma-i hüsna (güzel isimler) olduğu için diğer isimlere göre hepsi en
yücedir, noksanlıklardan uzak tutulması gerekir. Özellikle "A'la" ismi veya
sıfatı da bu mânâyı ifade etmesi itibarıyla açıklayıcı mahiyette bir sıfattır.
Bu nedenle "el-A'lâ", Rabb'a nazaran sıfat, isme nazaran onun atf-ı beyanı
demek olur. Her iki durumda da yükseklikten maksat mekanda yükseklik değil,
kudret ve eserlerde, kuvvet ve hükümlerde en mükemmel olma mânâsında üstünlüktür.
TESBİH, söz
ve fiille olur. Daha önce de geçtiği üzere namaz ve özellikle nafile namaz
mânâlarında da meşhur olmuştur. Sözlü tesbih, dil ile yapılan tenzih ve takdistir
ki demek, bunu ifade eden özel bir isim olmuştur. Kullar tarafından fiilî
tesbih, kalp ile Allah'ın bir ve noksan sıfatlardan uzak olduğuna inanmak;
fiilen de tesbihi ifade eden fiilleri yapmak suretiyle ibadettir ki namaz,
mal ve bedenle cihad, fiil ile iyiliği emretmek ve kötülükten yasaklamak bu
cümledendir. "O halde akşama girerken, sabaha ererken Allah'ı tesbih edin."(Rum,
30/17) âyetinde "namaz kılın" mânâsına olduğu geçmiştir. İsme izafetle namaz
mânâsına olduğu zaman "Rabbinin yüce ismiyle"(Vâkıa, 56/74, 96) gibi "bâ"
edatı ile fiile bağlanması gerekir. Çünkü "Rabb'ının ismine namaz kıl." olmaz;
"Rabbinin ismiyle namaz kıl." denilir. Burada da "el-Bahru'l-Muhit"te İbn
Abbas'tan "Rabbinin yüce ismiyle namaz kıl!" mânâsına tefsir edilmiş olduğu
ve "bâ" harf-i cerinin zikredilmemiş olduğu da nakledilmiştir. Lakin böyle
olmadığı açıktır.
Alûsî'nin
nakline göre İsâmuddin demiştir ki: İsimden maksadın "eser" olması da uzak
değildir. "Yüce Rabbinin eserlerini noksandan tenzih et." demek olur. Çünkü
yüce Allah'ın eseri de ona delalet etmesi itibarıyla ismi gibidir. Bu durumda,
yaratıkları yüce Allah'ın yaratığı olmaları nedeniyle ve "O Rahman'ın yarattığında
hiçbir düzensizlik göremezsin."(Mülk, 67/3) âyetine zıt olacak şekilde, ayıplamaktan
men olmuş olur.
Alûsî'nin
dediği gibi daha sonra gelen sıfatlarda bunu andıracak bir yön bulunmakla
beraber, ismin bilinen mânâsını vermeye engel bir ipucu olmadığı halde hiçbir
gerek yok iken yapılmış bir tevil gibi görünür. Bundan her şeyi asıl itibarıyla
tenzih etmek gibi bir şirk mânâsı olduğu kuruntusuna düşmemelidir. Çünkü maksat
yaratıkların kendilerine nazaran bizzat kendilerini noksanlıklardan uzak tutmak
değil, açıklandığı üzere yüce Allah'ın yaratığı olmaları ve ona delalet etmeleri
nedeniyle ayıptan, eksiklikten uzak tutmak olduğu ifade edilmiştir ki, bu
da neticede yüce Allah'ın sıfatı olan yaratma fiilini ve delalet ettiği sıfatı
noksanlıktan uzak tutmaya ve "Hiçbir şey yoktur ki onu hamdi ile tesbih etmesin..."(İsrâ,
17/44) mânâsına döner.
Âlemden onu
yapıp yaratana, fiili sıfatlarından zati ve manevi sıfatlarına varırken zihnimizde
meydana gelen "yaratıcı", "rab, "kudretli", "her şeyi bilen" ve benzeri mânâlarla
zihnimizde oluşan şekiller de onun eseri olması itibarıyla buna dahil olur
ki "ilâhî isimler" dediğimiz de akıl ve nakilden edindiğimiz bu mânâlar ve
kelimelerdir. Bunlar hem eşyanın yaratıcısını gösterme yönü yani "Kendisine
bakılarak yaratıcısının varlığı anlaşılan." âlemin delalet yönü olan ilmi
suretler, hem de yüce yaratıcının bize azamet ve ikram ifade eden eseri ve
âyetleri demek olan yönüdür ki, biz Allah'ı bunlarla hepsinin ötesinde tanırız.
"Aklına ne gelirse Allah ondan başkadır." Buna göre isim, sadece ilk konulmuş
olduğu mânâya delalet eden bir lafızdan ibaret değil, ismin sahibine de aklen
bir delalet yönü bulunan mânâ ve nisbetlere uygun olarak "Yaratıcının varlığının
bilindiği şey" mânâsını da içine alacak şekilde kullanılmış oluyor. Bundan
dolayı Şeyh Muhammed Abduh İsam'ın bu fikrini şu şekilde ifade ederek biricik
bir mânâ gibi göstermiş ve demiştir ki:
"Bu gibi
âyetlerde Allah'ın ismi "onu tanımaya sebep olan"dır. Allah ise bize sıfatlarıyla
tanınır. Bizim zihinlerimiz onu ancak "herşeyi bilen", "herşeye gücü yeten",
"hikmet sahibi" diye yaratmasında bakışımızın bizi kendisine delalet ve vicdanımızın
hidayet ettiği şekilde tanır. Rahmân Sûresi'nde "Rabb'ının celal ve ikram
sahibi olan adı çok yücedir."(Rahmân, 55/78) diye nitelenen isim de budur.
Bu "İsmin sahibinin tanınmasına sebep olan şey" mânâsına isim "Celal ve ikram
sahibi olan Rabb'ının yüzü bakidir."(Rahmân, 55/27) âyetindeki "yüz"dür. Çünkü
yüz, "sahibinin kendisiyle tanındığı şey"dir. Hatta yüz sahibi, ancak yüzüyle
tanınır. "Âdem'e bütün isimleri öğretti." (Bakara, 2/31) âyetinde anılan isimler
de bu mânâdaki isimdendir ki eşyanın kendisiyle tanındığı resimleri demektir.
Bu yoruma
göre Allah'ın ismi de, zihinlerimizin Allah'a yönelmesi ne ile mümkün oluyorsa
odur. Allah bize bu ismi tesbih etmemizi emrediyor. Yani O'nu yaratılanlara
benzemek, yahut onlardan birinde aynen ortaya çıkmak, yahut ortak veya çocuk
edinmek veya bunlara benzer bir kusuru bulunmaktan uzak tutmamızı emrediyor.
Biz ona akıllarımızı ancak şöyle yöneltebiliriz: O herşeyin yaratıcısıdır.
İlmi, varlıkların bütün inceliklerini kuşatmıştır... Nitekim "O, yaratan ve
düzene koyandır." (A'lâ, 87/2) buyrulur. Bizim onu böyle bütün varlıkları
yaratmış, mevcut kılmış ve düzene koymuş, takdir ve hidayet etmiş olmak gibi
niteliklerle tanımamız gerekir.
Görülüyor
ki ismi bu tarif ve izahı İsam'ın "eser" mânâsıyla açıklayarak, "Çünkü Allah'ın
eseri, isim gibi onun varlığına delalet etmektedir." dediği mânâ üzerinde
bir intikal adımı mânâsını taşıyan bir tariftir ki, bunun özeti, isimde muteber
olan asıl mânâyı akli ve tabii delalet ile genelleştirmektir. Dolayısıyla
bu bir mecazi mânâ olur. Bizzat âlemi noksanlıklardan uzak tutmak gibi bir
mânânın bulunduğu vehmine kapılmamak ve tenzihte gözetilen itibari kayıt iyi
düşünülmek şartıyla bu aslında doğru bir mânâdır. Bunu caiz kılan bir karine
(ipucu) vardır. Ancak ilâhî isimlerin vahye dayalı olması esası ve zahiri
mânâyı göz önüne almamak için hakiki mânânın verilmesine engel bir karinenin
varlığı açık olmaması dikkate alınırsa mecazî mânâyı vermek uzak olur. Şu
kadar var ki bunda, ismin sahibine delaleti bir mânâ vasıtasıyla olan fiil
ve sıfat isimlerinin, bu delalet yönlerini izah etme faydası vardır. Sofiyye
anlayışında da sıfatlar zatın, isimler sıfatların, eserler isimlerin netice
ve gereği olan hükümleri olduğuna göre, eserler isimlerin kendisi değil, hükümleridir.
İsam'ın buna "isim gibi delalet eder" demesi de, gerçekte isim olmadığını
göstermektedir. Mesela, yaratılmış olan, eser; yaratan, isim; yaratmak, sıfat;
bu isim ve sıfatla nitelenmiş olan Hakk'ın zâtı da, nitelenen ve isimlendirilen
yüce zattır. Bu isim ve sıfatların tenzih edilmesi ile asıl tenzihi istenen
odur, eserlerin kendisi değildir. Tenzih'in mânâsı da, dediğimiz gibi, bu
isimleri ve sıfatları eserlerin ve yaratılmışların imkan dahilinde olan durumlarından
soyutlayarak hepsinden üstün tutmak ve şirke sapan veya Allah'ı yarattıklarına
benzeterek tarif eden inkârcıların yaptığı gibi onlara Allah'a layık olmayan
bir mânâ karıştırmamaktır. Şu halde asıl maksat zatın kendisini noksanlıklardan
uzak tutmak olduğu halde doğrudan doğruya bu emredilmeyip de ismin noksanlıklardan
uzak tutulmasının emredilmesi, sözlü tesbih bakımından, zatın noksanlıklardan
uzak tutulması ancak ismin uzak tutulmasıyla ifade olunabileceğinden; fiilî
tesbih bakımından da gerçek zatın bizim dünyada akıl ve zihinlerimizin doğrudan
doğruya yönelip idrak etmesinden çok yüksek ve bizim ona yönelip kendisini
tanımamızın ancak sıfatlarını gösteren isimler veya eserler ile olabileceğinden
dolayı demek olur. Gerçi Allah'ın görülebileceği görüşünde olan Ehl-i Sünnet'e
göre zatın tecelli etmesi dahi caiz demek ise de, o ahirette olacaktır. Sûrenin
sonunda "Doğrusu temizlenen ve Rabbinin ismini anıp da namaz kılan felah buldu."
buyrulması tesbihin sözlü ve fiilîden daha genel olduğunu anlatır. Sonra "Oysa
ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır." buyrulması da ahirette olacak tecellilerin
en mükemmel tecelliler olduğunu gösterir.
Biz bu konuyu
şöyle özetlemek istiyoruz:
İsim "Sahibinin
kendisiyle tanındığı şey" mânâsıyla, lafzî, aklî, tabiî delaletlerin hepsinden
daha kapsamlı olarak zihinlerimizin müessir (etkin) zata yönelmesine sebep
olan ve bizde ona dair bir tanıma yönü ifade etmek üzere birtakım zihinsel
şekiller ve mânâlar meydana getiren bütün sıfat ve eserleri dahi kapsayabilirse
de mantık ve psikolojide bilindiği üzere bizim idrak ve tasavvurlarımızı ifade
eden kavramların en açık ve en sağlam olanları lafzî ve kelâmî suretlerle
ifade edilip ulaştırılabilen kavramlar olması nedeniyle isim denildiği zaman
bundan tam anlamıyla akla ilk gelen hakikat, bize bu isimlerin sahiplerini
lisanî suretler giydirerek gerek özel isim, gerekse sıfatlar halinde ifade
eden isimler ve sıfatlardır. Gerçekte "Kâinat satırlarını inceleyip bir düşün.
Çünkü onlar yüce âlemden sana gönderilmiş kitapçıklardır." meşhur sözü gereğince
kâinat satırlarının hangisi incelenip üzerinde düşünülse, bize yüce âlemden
gönderilmiş birer mektup oldukları anlaşılır. Fakat bunların birer kitapçık
ve mektup olabilmeleri sade bilincimize ilişmeleriyle değil, bilincimizde
giyinmiş oldukları kelâmî suretler iledir ki bu kavramlar onların söylenilmiş
ve delil olarak gösterilmiş şekilleridir. Onun için burada "Rabbinin ismi"nden
maksat, gerek zat ismi gerekse sıfat ismi olarak yüce Allah'ın zat ve sıfatlarını
göstermek için söylenilecek, düşünülecek olan lisanî isimler olmak gayet açıktır
ve ilk akla gelen de budur. Bunların en güzelleri de kitap ve sünnette gelen
"esma-i hüsna"dır. Bu nedenle bunlar nakle bağlı olan lisanî ve şer'î özellikler
taşıdığı gibi mânâ ve kavramları itibarıyla aklî özellikler taşımaktadır.
Bu sebeple
burada tesbih etme ve noksanlıklardan uzak tutma emrinin yönüne işaret olmak
üzere "senin en yüce Rabbin" ismi hatırlatılmış; sonra da bu rablık ve yüceliğin
açıklanması ve isbatı için şu sıfatlarla nitelenmiştir:
2. Yaratan
rabbin. O, her şeyin yaratıcısıdır. O her şeyden önce yaratma fiili, yaratıcı
olma sıfatı, yaratıcı isim ve sıfatıyla bilinir. Kuşku yok ki yaratan Hâlık,
yaratılan mahluktan yüksek ve üstündür. Allah, yaratılanlarda bulunan imkan,
sonradan olma ve bir illete ihtiyaç duyma gibi noksan sıfatlardan uzaktır.
Dolayısıyla yaratıcı ile yaratılmışı isim ve sıfatlarda karıştırmamalı, yaratıcının
ismini her şeyden üstün tanıyarak onu tesbih etmeli, eksikliklerden uzak tutmalıdır.
"En yüce"
kelimesi Rabb'in sıfatı olduğuna göre, bu ile başlayan mevsul (bağ cümle)leri
de Rabbin sıfatıdır. Fakat "el-â'lâ", ismin sıfatı veya açıklaması olduğuna
göre ki, daha açık olan budur, bunun da isme sıfat olması gerekir. Yoksa Rabb
ile sıfatı arası ayrılmış olur. Bu ise nahiv bakımından caiz değildir. Oysa
"yaratma", ismin fiili değil, ismi taşıyanın fiili olduğu için isme sıfat
olması akla uygun olmaz. Bu durumda 'nin sıfat olmayıp takdirinde, mukadder
bir soruya cevap olan bir başlangıç cümlesi olması daha uygun olur. Bununla
beraber yaratma doğrudan doğruya zatın gereği olmayıp "Tekvin" sıfatının gereği
olması nedeniyle yaratıcı isminin hükmü olmasına dayanarak yaratmanın isim
üzerine icra edilmiş olması da güzel bir nüktedir. Nitekim Ehl-i Sünnet "âlimün
biilmihi" (ilmiyle bilen), "kadirun bi kudretihi" (kudretiyle güçlü,) "müridun
biirâdetihi" (iradesiyle irade eden), "mütekellimün bikelamihi" (kelâmıyla
konuşan), "hâlikun bir sıfatihi ve fi'lihi" (sıfatı ve fiili ile yaratıcı)
demekle; Sofiyye de "eserler ve hükümler, isimlerin gereğidir" demekle bu
nükteye işaret etmişlerdir.
Evet, o yaratıcı
yarattı da düzeltti, yarattığını çeşitli şekiller içinde düzene koyup düzgünleştirdi.
Sâdece basit bir yaratma ile bırakmadı, birçok yaratışlar yaptı. Onları bir
düzen ile doğrultup düzeltti. Bu da Rabb isminin gereği olan Rabliğin hükmüdür.
Bundan dolayı onun bir ismi de "Rabb-i âdil" (Âdil Rabb)dir. Kuşku yok ki
Rab, kuldan üstün ve yücedir.
3. Şu da Rablık
durumunun bir ayrıntısıdır: Takdir edip hidayet buyuran odur, yarattığı her
şeye "Allah her şeye bir kader verdi." sözüne uygun olarak ilim ve iradesiyle
bir kader tayin etti. Cinslerinde, türlerinde, bireylerinde, sıfatlarında,
fiillerinde, ecellerinde birtakım özelliklerle birer sınır ve miktar tahsis
etti. Mümkün olma tabiatında hep bir ve eşit olan eşyadan herbirini var olma
hususunda diğerinden bir miktar ile ayırarak farklı mahiyetler, değişik kimlikler
ile türlere ayıran, kayıt ve sınır altına alan birer biçim takdir etti de
ona göre herbirini, kendilerinden tabii olarak veya kendi seçimleriyle ortaya
çıkacak özelliklerle kendileri dışında ortaya çıkacak özellikler arasında
ulaşacakları yaratılış gayesine doğru yöneltti. Ona göre tesirler, meyiller
ve ilhamlar yaratarak, deliller ortaya koyarak, âyetler indirerek, niçin yaratılmışlarsa
o miktara müyesser kılmak üzere yoluna koydu. Rablık hükmüyle terbiye sayesinde
başlangıçtan sona, dünyadan ahirete doğru her birini yetiştireceği netice
ve akibete ulaştırmak veya buna giden yolu göstermektedir. Bu arada insana
da akıl ve din hidayetleriyle kendini ve yolunu göstermekte ve özel muhatap
olan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in zatına nebilik ve resullüğü takdir edip hidayet
ve başarı ihsan etmiştir.
Gök cisimlerinin
birbirleri etrafında yörüngelerindeki seyir ve hareketleri ve yalın şeylerden
bileşik şeylere doğru cisimlerin, madenlerin, bitkilerin ve hayvanların durumları
tetkik edilip incelenirse her birinde akıllara hayret veren ve nakil ve ifade
edilemiyecek kadar derin, ne kadar ince ne kadar büyük ilim ve kudret ile
irade ve hidayet tecellileri görünür. Bilhassa insana özgü olan içte ve dışta
bulunan hidayet türleri, özellikle akıl ve din hidayeti ise onların kat kat
derecelerle üstündedir. Bununla beraber hiçbiri takdirsiz olmadığı gibi, hiçbiri
de miktarsız, sınırsız değildir. Hepsi nicelik kanunlarının hükmü altında
özel miktarlarla sınırlıdır. Hiçbirinde sonsuz külli bir kudret yoktur. O
ancak onları takdir edip yollarına koyan takdir edici, yol gösterici, her
şeyi bilen güçlü varlığın sanatı ve onun Rab'lık şanıdır. Hiç kuşku yok ki
bu takdir ve hidayeti yapan ilâhî kudret ve ilim, hidayete muhtaç olan ve
özel miktarlarla kayıtlı bulunan takdir edilmiş varlıkların hepsinden yüce
ve üstündür. Bazıları burada "hidayet"i, akıl ve din hidayeti gibi insana
mahsus olan hidayet ve irşat ile, bazıları da bütün canlılara ait olmak üzere
yaşadıkları süre içinde kendilerine göre ihtiyaç duyacakları yiyecekler ve
yaşamanın gereği olan diğer şeylerin takdiriyle onlardan faydalanma yollarını
tanıtmak ve kaçılacaklardan kaçılıp koşulacaklara koşulmak ve ona göre organsal
vazifelerini yerine getirtmek mânâsıyla canlılarla ilgili ilhamlar ve içgüdü
ile tefsir etmişlerse de doğrusu insanlara ait olan ve özellikle Resulullah
(s.a.v.)'a ait bulunan hidayet ve yol gösterme, bunun en yüksek misali ve
asıl söylenme gayesi olmakla beraber hidayet etti sözünün herhangi bir kayıtla
kayıtlanmadan mutlak bırakılmasından açıkça anlaşılan, "Her şeye hilkatini
verdi ve sonra da doğruya giden yolu gösterdi."(Tâhâ, 20/50) âyetinde olduğu
gibi her şeyi gerek tabii ve gerek isteğe bağlı surette yaratılış gayesine
yöneltmek mânâsıyla her şeyi kapsamı içine almaktır. Öyle ki, bir kürenin
diğerine doğru eksen veya yörüngesinde dönmesi, bir parçanın diğer bir parçaya
doğru çekilmesi, bir gazın genleşmesi ve büzülmesi, bir taşın yere düşmesi,
bir madenin billurlaşması, bir tuzun suda erimesi, bir kömürün oksijen ile
yanması, bir zerrenin organ olmaya sevki, bir hücrenin bir hücreyi döllemesi
gibi olayların meydana gelmesi de hep bu "hidayet" sözünün ifade ettiği mânâya
dahildir. "Takdir etti" sözü, bütün yaratılmışları zatlarında ve sıfatlarında
her birinin özelliklerine göre takdir etti mânâsını kapsar. Gökler ve yer,
yıldızlar ve unsurlar, madenler, bitkiler, hayvanlar ve insanlardan her birine
cüsse ve irilikte birer özel miktar, yine her birine kalma hususunda özel
bir müddet ve sıfat ve renklerden, tat ve kokulardan, vaziyet ve durumlardan,
güzellik ve çirkinlikten, mutluluk ve bedbahtlıktan, hidayet ve sapıklıktan
belli bir miktar takdir edip "Hazineleri bizim yanımızda olmayan hiçbir şey
yoktur. Fakat biz onu sadece bilinen bir miktar ile indiririz."(Hıcr, 15/21)
buyurduğu gibi belli ve özel bir kader ile sınırlayıp özelleştirmiştir ki,
bu mânâda yücelerin yücesinden aşağıların aşağısına kadar bütün eşya ve âlemler
dahildir. Onun için bunu tefsir etmek ve ayrıntılarına girmek için ciltlerce
yazı yazılsa yetmez, her birini gözlem sahasında incelemek gerekir. Bununla
beraber Allah katında belli olan o kaderin sırrı bizim için ortaya çıkmadan
önce tamamen belli de olmaz. Sonra "hidayet etti" şunu gösterir ki: Mümkün
olma tabiatına nazaran herşey, var olma veya olmama hususunda her özelliğe
elverişli olmakla beraber, yaratıcının takdir etmesi ve özellik vermesiyle,
var olma hususunda her tabiat özel bir kuvvete sahip olmaya hazır ve müsait
kılınmıştır. Her kuvvet ancak belli fiillere elverişli olmuştur. Tabiatta
"ritim ve hareketsizlik" kanunu diye ifade olunan mümkün olma tabiatına göre
bir cisim sonsuz sayıda hareket yapmaya elverişli varsayılırken cisimlerin
sonlu ve sınırlı hareketler içinde varlıklarının tükenip tabiatlerinin sona
erdiğini görürüz ki bu, işte yaratıcının o tabiate ayırdığı belli bir kader,
belli bir kabiliyettir. Her biri belli bir fiile kaynak olan bu özel kavvetlerin
o cüzler, uzuvlar ve cisimlerde yaratılmasıyla göreceği işin tamamlanması
için özel gayelerine yönetilmesi de o takdir dairesinde özel bir hidayettir.
Bütün bunların üzerinde takdir edici ve hidayet edici olarak hükmünü sürdüren
ilâhî kudretin hepsinden yüksek olduğu açık bulunmakla onun yüce ismi bunlardaki
sınırlılık ve eksiklik lekelerinden uzak tutulmalı ve dolayısıyla onun emri
ve tedbirinin kâfirlerin tuzaklarına üstün geleceğinde şüphe edilmemelidir.
4. O yaratma
ve düzene koyma, takdir ve hidayet etme şahitleri ile beraber şu nitelik de
buna özellikle şahittir: Otlağı çıkaran odur. Nâziât Sûresi'nde, "Ondan (yerden)
yerin suyunu ve otlağını çıkardı. Dağlarını oturttu. Sizin ve hayvanlarınızın
geçimi için"(Nâziat, 79/31-33) buyurulduğu üzere insanların ve hayvanlarının
faydalanıp yararlanması için güdek ve yaylım yeri olan o merayı; o otlakla,
o yaylalar, çiftlikler, bahçeler, ormanlardaki türlü bitkiler, ağaçlar ve
meyveleri ilâhî kudreti ile taptaze yetiştirip çıkardı.
5. Sonra da
onu kapkara bir sel köpüğüne çevirdi, gübre ve kömür haline getirdi ki bunların
en belirgin kabiliyetleri yanıp tutuşarak ateşe hizmet etmektir. İşte hakka
karşı tuzak kurma peşinde koşan kâfirlerin ve insanlğın bedensel zevklerinden
öte kıymet ve değerini tanımayan bedbahtların sonu da bundan daha kötü olarak,
aşağıda geleceği gibi sonsuz büyük ateşe odun ve çıra olmaktan ibarettir.
Kusma ve kay
etme mânâlarıyla ilgili olan GUSÂ, lügat ve tefsirlerde açıklandığına göre,
sel suyunun otlaklardaki otları, çöpleri birbirine katarak sürükleyip getirdiği
ve derelerin etrafına fırlattığı ot, çöp, yaprak ve köpük gibi karışımlara
denir ki, bunu "sel kusuğu" ifadesiyle terceme etmeyi uygun buldum. Alûsî'nin
"Mecma"dan nakline göre aslı, perakende cinslerden karışık şeylerdir. Araplar,
perakende kabilelerden toplanmış olan kavme "ahlât" ve "ğusâ" derler.
EHVÂ; karamsı,
esmer, koyu yeşil, isli, duru renklere denir. Burada siyah veya esmer veya
yeşil mânâlarıyla tefsir edilmiştir. Birinci ve ikincide "ğusâ" nın sıfatı,
üçüncü de ise mer'ânın yerini tutan "onu yaptı" cümlesindeki "o" zamirinden
hâl olması düşünülmüştür ki, kapkara veya esmer bir sel kusuğuna çevirdi,
yahut yemyeşil iken bir sel kusuğuna çevirdi demek olur.
Burada biri
kısa ve toplu, diğeri ayrıntılı iki göz atma ve düşünce vardır:
BİRİNCİSİ,
otlaklardaki yeşil bitkilerin kuruyup dökülerek veya hayvanlar tarafından
yenilip çıkarılarak sel sularının süpürüp sürükleyeceği gübre ve tortular
haline getirilmesidir ki, o zaman kömür gibi siyah veya esmer, yanabilir nitelikte
bir madde olur kalır.
İKİNCİSİ,
yerküre katmanları ve maden ilimlerinde bahsedildiği üzere karbon (kömür)
teşekküllerine ait "turp" denilen yanabilir madde ile taşkömürlerinin oluşum
şekillerine işaret olmasıdır ki, her iki şekilde insanlığı sırf maddi ve hayvani,
bedenden ibaret kabul eden ve bütün zevklerini "Kâfirler ise zevklerine bakarlar
ve hayvanlar gibi yiyip içerler."(Muhammed, 47/12) buyrulduğu üzere hayvan
gibi yiyip içip bedenî arzularını elde etmede arayanların sonlarına dikkat
nazarlarını çekmek vardır.
"Keşfu'l-Esrari'n-Nuraniyyeti'l-Kur'âniyye"de
bu âyetin tefsiri ile ilgili olmak üzere yerküre katmanlarıyla uğraşan âlimlerin
taşkömürü hakkındaki inceleme ve keşiflerinden bahsederek der ki:
Günlük gazlı
arazi yüzeyi üzerindeki boşluklarda ve az meyilli vadilerde ve bataklık olan
engin yerlerde bitkilerden birtakım tortular oluşur ki bunlar çözüldükçe onlardan
yanabilir bir cisim meydana gelir. Bu çöküntü ve tortular ancak özel durumlarda
oluşur. Akarsularda ve derin havzalarda ve suyu bazı zamanlar kuruyan yerlerde
oluşmaz. Bu cisme turp ismi verilir. Bunun oluşumu özellikle suda devamlı
gömülü duran nebatat-ı haleviyyenin (tohumsuz ve yapraksız küçük bitkilerin)
üst üste birikmesinden kaynaklanır. Bunlar diğer çeşitli su bitkileri gibi
hızla çoğalırlar. Bu tortuların asıl hamuru, yani su bitkilerinin hepsini
kuşatan madde onlardan oluşur. Bazan da nehir sularının çektiği bir çok bitki
de onlara katılıp çözülmelerine yardım eder ve çok kere bunların farklı derinliklerinde,
özellikle aşağı kısımlarına doğru gömülmüş büyük ağaçlar bulunur. Tortunun
oluştuğu kum ve kuru balçık üzerinde yığılmış olurlar. Bazan da bu ağaçlar
dikey vaziyette olurlar. Çoğu zaman da yerlerinde turpun oluştuğu o yerin
engininde sabitleştirilmiş köklerinin yakınında kırılmış bulunurlar. Bazan
bu ağaçlar turpun oluşumundan önce sabit oldukları yerde gömülmüş tam ormanlardan
çıkıyor gibi bir düzeye bırakılmış bir durumda çok sayıda olur. Bunlar asrımızın
bitkilerine nisbet olunur zamklı sakızlı (reçine) ve meşe ağacı türleridir.
Bazan da kuşdili türünden olurlar. Reçine türü ağaçlar aşağı yukarı tabiî
hallerinde kalırlar. Çünkü bunlar sertliklerini korurlar. Fakat kurumuş ve
tuz haline gelmiş olmakla kararmışlardır. Turpun oluştuğu sahalarda sığır
boynuzları, deve kemikleri gibi memeli hayvanların kalıntıları da bulunur.
Turpun oluştuğu sahalar farklı arazi türleri üzerinde birikip yığılırlar.
Bazan da billurlaşmış arazi üzerinde toplanırlar ve her halde kum veya balçık
tortuları ile başlamamış olması nadirdir. Turpu oluşturan maddelerden bazılarında
öyle bitki kalıntıları bulunur ki, birbiri üzerine yığılmış muhtelif kalınlıkta
bir tek kütle olmuş, altta kalan parçasına doğru daha çok kararmış ve giriftleşmişti.
Bazısında da bibirinden ayrılmış tabakalar şeklindedir. Bunlar kendilerini
örten sıra sıra tortulardan oluşmuş, farklı kalınlıklarda tortularla ayrılmışlardır.
Bu tortular da kumdan ve alçı yahut kuru balçık, yumuşak taştan oluşmuştur.
Birçok tatlı su kavkılarını ve ırmak sularının çektiği kara kavkılarını içerir.
Çok kere turpun
yüzeyi sularla örtülüdür. Bazan da rutubet ve neme uygun farklı bitkiler biten
bir arz ile örtülü olur. Yukarıda turpun, ancak derinliği az suların altında
oluştuğunu söylemiştik. Fakat çok kalın turp tortularıda vardır. Bunlar özel
durumlarda oluşmuşlardır. Bu tortuların bulunduğu yerlerde, büyük bir ihtimalle,
oluşumları sırasında ardarda düşme ve inmeler olmuştur. Buna delil turp içindeki
toprak bitkilerinin tabakaları ve turpu oluşturan maddelerin sahasında yerlerine
yıkılmış ormanlar gibi atılmış ağaçlardır. Bunlar öyle hallerdir ki o toprağa
bir zaman kuruluk arız olmuş, sonra diğer bir zaman sularla örtülmüş ve bu
minval üzere devam etmiş demektir. Turp maddelerinin toprak yüzeyi üzerinde
yayılmaları çoktur. Onun için bütün yüksekliklerde arzın değişik boşluklarını
işgal ederek farklı genişlikte havzalara ayrılmış olur. Bir kısmı Alp Dağları'nda
olduğu gibi dağ başlarında ve Fransa'nın merkezinde ve benzeri yerlerde olduğu
gibi yüksek dağ yüzeylerinde bulunur. Engin ovalarda da çok miktarda bulunur.
Hatta Prusya'da ve Hollanda'da olduğu gibi büyük genişlikleri kaplar.
Turpun çoğu
nehir bitkilerinden oluştuğu gibi bazısı da denizlere bitişik bataklıklarda
oluşur. Buralarda Turp tortuları su yosunu türlerinden ve deniz bitkilerinden
oluşur. Nitekim okyanusun kumluk sahillerinde böyledir. Bazan da dağlar üzerinde
bitki yapraklarından ve nemli vadilerin diplerinde birikip yığılan değişik
kalıntılardan geçici tortular hasıl olur. Bundan iyi olmayan bir turp çıkar.
Yakmak için kullanılması mümkün olmaz.
TAŞKÖMÜRÜ:
Yerkürenin içinde bulunan kömür tortularının, turp gibi birbiri üzerine yığılmış
bitkilerden teşekkül ettiğinde şüphe edilmiyor. Bunun delili o kömürde ve
turpta büyük büyüteçlerle görülebilen kalıntılar ve aynı şekilde bitişiğindeki
çamur maddelerde bulunan saplar ve çok sayıda yapraklardır. Jeologların bu
meselede görüşleri birdir. Ancak bu yığılma ve birikimin nasıl olduğu hakkında
fikir birliğine varamamışlardır. Bazıları şöyle der:
Kömür tortuları
nehir sularının yahut daha önce bazı yerlerde mevcut olan denizlerin dalgalarının
getirdiği büyük kütlede bitkilerin gömülmesinden oluşmuştur.
Bazıları
da şöyle der:
Bu tortuların
çoğu, açık olan arzın havuzu andırır çukurlarında oluyor. Su ağızları da ona
komşu bitki kalıntılarını sevk etmiş olur.
Birinci görüş
reddedilmiştir. Çünkü bu durumda bazı ülkelerde bulunan tabakalar gibi cidden
kalın kömür tabakalarının oluşması için suların getirdiği büyük kütleli bitkilerin
büyük bir yüksekliği bulunması gerekir. Yani kalınlğı bir buçuk yahut üç yahut
kırk zira' olan kömür tabakaları kırk veya yetmişbeş veya yüzyirmi zira' kalınlığında
ağaç tabakası gerektirir. Bunu ise akıl kabul edemez. Çünkü bu tabakalar ne
nehirlerin yüzeyi üzerinde ne de denizlerin birçoğunun yüzeyi üzerinde yüzmez.
İkinci görüşte
ise bir zorluk yoktur. Bu ancak taşkömürünün oluştuğu organik maddelerin birikip
yığılması için lazım gelen bir zamanın geçmesini gerektirir.
Görünüşte
bu zaman cidden uzun olmuştur. Çağımıza kadar kalmış eski ormanlarda bir yılda
oluşan karbon miktarı hakkında bazıları şöyle demiştir: Bundan her asırda
kalınlığı yüzde bir buçuk bir kömür tabakası oluşur. Fakat hayvanların oluşmasından
evvel eski zamanda hava boşluğu birtakım buharlarla dolu idi. Bundan cidden
kuvvetli bir bitki olmuştu. Arzın içinden de yukarı birçok karbonik asit çıkıyordu.
Bu nedenle bitkilerin içinde karbon hızla yerleşebiliyordu. Hem oluşması uzun
zaman gerektiren sadece taşkömürü tortuları değildir. Tortuların hepsi böyledir.
Cidden büyük kalınlık kazanmış olan kavkılı ve alçılı taş tortularının oluşması
birçok asrın geçmesini gerektirir. Kömür tortularını turpa benzetenlerin görüşü
şununla da desteklenmiştir: Gerek taşkömüründe ve gerek turpta büyük büyüteçlerle
birçok çiçeği saklı nebatat-ı haleviyye kalıntısı keşfediliyor. Aynı şekilde
yerkürede kökleriyle, dikili ağaçlarla ve onların şist-i fahmîde saklı yapraklarıyla
desteklenmiş, aynı şekilde değişik genişlikteki havzalarda birbirlerinden
ayrı olarak bulunmalarıyla da desteklenmiştir. Bütün bu durumlar açık, yerkürenin
çukurlarında oluşmuş birtakım bataklıkların olduğunu gösterir.
Sırası gelmişken
bu konudaki fikir ve düşünceleri biraz daha açalım:
Kur'ân'dan
da anlaşıldığı üzere Arz, başlangıçta düz bir şekilde idi, dağlar yoktu, sularla
gömülü olup sabit değil, çalkantılı idi. Sonra burada bitkilerden bazı türler
bulundu. O zamana ait bitkilerin şekilleri zamanımızdaki bitkilerin şekillerine
benzemiyordu. Yosun familyasından ve kükürtlü bitki familyasından idi ki bunlar
çiçekleri gizli, terkipleri basit bitkilerdir. Fakat ilk yaratılışlarında
kütleleri büyük ve sayıları çoktu. Bu bitkilerden kömür Arz'ı oluşmuştur.
Yanabilen bu cevher hayvanların oluşmasından evvel eski zamanlarda bulunan
bitkilerden hasıl olmuştur. Sonra dağların oluşması nedeniyle Arz'ın büyük
derinliklerinde gömülü kalınca tabii durumu ve şekli türlere ayrıldıktan sonra
zamanımıza kadar kalmış ve bazı unsurlarını kaybedince zift ve katranlı maddeler
içirilmiş bir kömür haline gelmiştir ki bu maddeler bitkisel maddelerde meydana
gelen ağır çözülmelerden hasıl olmuştur. Bu şekilde anlaşılıyor ki mutfaklarda,
fırınlarda, sobalarda, buhar makineleri ve diğer yerlerde kullanılan ve havagazı
üretilen taşkömürü ormanların oluştuğu bitki maddesinden ibarettir. Bu madde
eski zamanlarda bataklıklarda bitmiştir. Kömür devri bitkilerinin başlıca
niteliği, vaktiyle yerküreyi tamamıyla örtmekte bulunan bitkiler gibi büyük
olmasıdır. Zira hava boşluğu o vakit çok hararetli ve çok nemli idi. Onun
için kömür devri bitkilerinin nisbet olunduğu cinsler şimdi ancak sıcak ülkelerde
yaşıyabiliyor. Bu kazı bitkilerinin büyük gelişmesi gösteriyor ki hava boşluğu
o vakit nem ile dolu idi ve bu sıcaklık derecesi arzların hepsinde bir idi.
Yok olmuş olan bitki türlerinin gelişme derecesi bir ve bunların Ekvator dairesinde
de Kutup dairesinde de bulunduğu gözlemle bilinmiş olduğu için bundan şu netice
çıkarılır ki, Arz'ın üçüncü devri olan o zamanda her tarafta ısı derecesi
eşit idi. Bütün kürede ancak bir çap vardı. O zaman ki bitkilerin enteresan
vasfı, harikulade olan gelişmeleridir. Eğrelti otu türleri ki zamanımızda
ondan ancak soğuk ülkelerde otsu türde kalmış bitkiler biter. O vakit ondan
şimdiki katran ağaçlarından daha yüksek büyük ağaçlar oluşuyordu. Bitkisel
kükürt de böyledir. Zamanımızda yüksekliği bir zira iken, eskiden yüksekliği
otuzüç, kırk zira'a kadar varıyor, çapı da birbuçuk zira oluyordu. İşte kömür
devrindeki geniş ormanlar bu yüksek ağaçlardan oluşuyor ve bunlar yeryüzünü
kutuptan kutba tamamen örtüyordu.
Kömür zamanını
açıklamak için bu zamanı ikiye ayırmak gerekir:
Birincisi,
alçılı kömür taşı müddetidir ki bunda önemli deniz tortuları ortaya çıkmıştır.
İkincisi de kömür müddetidir. İşte alçılı kömürün oluşması bu iki müddette
ve özellikle ikinci müddette meydana gelmiştir.
Önce, alçılı
kömür taşı müddeti: Adaları örtmekte bulunan ğrelti otu türünde bitkiler,
yahut at kuyruğu, yahut bitkisel kükürt yahut konik türü bitkiler familyasına
benzer iki çenekli bitkiler türünden imiş. Halka yapraklı türleri ve geride
kırıntı bırakan bitki türleri iki çenekli bitki türleri olarak bitmiş ve nesli
kesilmiş familyalara nisbet olunuyorlar. İran kamışı türünden büyük yükseklikte
bitkiler bu müddette çokmuş ve bu ağaçlardan her birinin uzunluğu onüç ziradan
onbeş zira'a kadar olurmuş.
İkinci olarak
kömür müddeti: Bu müddetin özelliği arzı örten enteresan bitkilerin çok oluşudur.
O zaman bitkiler gelişmede birbirlerine benziyordu. Kömür devri bitkileri
zamanımızdaki bitkilerden tamamen farklıdır. Kömür devrine ait hayati ve geçici
durumlardan o asli bitkilerin diğerlerinden ayrıldığı nitelikler bilinir.
Devamlı yağmurlar, şiddetli ısı, devamlı sisle kapalı hafif ışık, işte bunlardan
özel bitki ortaya çıkıyormuş ki zamanımızda ona benzer bitkinin oluşması mümkün
olmuyor. Bununla beraber o zamanın bitkisini hayalde canlandırmak isteyince
senenin üçyüz günü yağmur düşen ve güneşi devamlı bir sis ile kaplı bulunan
bazı adaları ve sahilleri düşünmek gerektir ki, öyle adanın bitkisinden, kömür
çağında yerküreyi örten bitkiler aşağı yukarı göz önünde canlandırılabilir.
O adada sivri uçlu ağaç türünden ormanlar oluşuyor ki gölgesinde sivri uçlu
ot türleri, bataklıklı arz üstünde bir zira'a kadar gelişip yükseliyorlar.
Onların altında da birçok gizli küçük bitkiler bitiyor. İşte bu bitkilerin
şekli, o kömür çağındaki bitkiler gibidir. Bu bitkilerin, dediğimiz gibi,
cinsleri azdır. Fakat o az familyalar birçok türleri içeriyordu. Avrupa'da
kömürlü araziden kazılan sivri uçlu ağaç türleri ikiyüzellidir. Oysa şu anda
Avrupa'da biten bu tür ağaçların adedi ancak elli neviye ulaşıyor. Çıplak
tohumlu ikiçenekli bitkilerin sayısı da tür olarak yüzyirmiden fazladır. Oysa
şu anda yaşayan yirmibeş türdür.
TAŞKÖMÜRÜ
NASIL OLUŞUR?
Taş kömürünün,
uzun süre arzda kalan bitkilerdeki cüz'î çözülmenin neticesinden ibaret olduğunu
ve jeoloji âlimlerinin bu görüşte birleştiklerini söylemiştik. Gerçekte taşkömürü
madenlerinde bu bitkilerin kalıntısı çok kere gözleniyor ve kömürlü arazi
onların kökleri ve yaprakları ile kendini gösteriyor. Çok kez taşkömürü tabakalarında
büyük ağaçların köklerini de bulmuşlardır.
İhtimal ki
taşkömürünün Arz'ın içinde varlığı, uzaktan gelmiş bitkilerin püskürmesinden
çıkmış; bunları nehirler yahut denizler sürüklemiş, büyük kasırgalar gibi
yüzeyleri üzerinde yüzdürmüş getirmiş, sonra çeşitli yerlerde durmuş, sonra
da birtakım arazi ile neftlenmiştir. Yine ihtimal ki, onun oluştuğu bitkiler,
yerlerinde yaratılmış ve gelişmiş de sular vasıtasıyla başka bir yere nakledilmemiştir.
Bu durumda kaynak yaratılmış sonra bulduğumuz yerlerinde ölmüş bitkiler kütlesinin
çözülmesidir.
Yukarıda geçtiği
gibi, önceki ihtimal uzak, ikinci ihtimal akla yakındır. Zira bunda taşkömürünün
oluştuğu organik maddelerin birikip yığılması için gerekli olan zamandan başka
bir şey lazım gelmez. Kömürlü arazi tabakalarının paralelliği ve onda ince
parça kalıplarının korunması gösteriyor ki tabakalar tam bir sükunetle oluşmuştur.
Bundan şu netice çıkar ki: Taşkömürü, bitkilerin yerlerinde, yani geliştikleri
bataklık yerlerde ölüp çözümlenmesinden çıkmıştır.
Şu da düşünülsün
ki, Taşkömürü devrinde yer kabuğundan ancak aşağı kısmında akıcı bir kütle
üzerine yerleşen esnek ince bir kılıf oluşmuştu. Şimdiki denizlerimiz gibi
ay ve güneşin çekimlerine uyarak içindeki akıcı kütle de ard arda meydana
gelen yükselip alçalma hareketleriyle sallanıyordu. Bu iki hareketten değişik
boyutta müddetler içinde büyük bir aşağı iniş oluyordu. Arzın dışı aşağı indikçe
sular o ormanları, kömür devri bitkilerinden olan büyük kütleleri bürüyor.
Sonra bunların üstünde diğer ormanlar bitiyor. Sonra yine arz aşağı çökünce
onları da sular bürüyordu. Bu ikili görünüm, yani bitkilerin su altında kalması
ve yine aynı yerde yeni ormanların gelişmesi halleri ard arda gelince taş
kömürünün oluştuğu büyük bitki kütleleri yığılmış ve bunun olabilmesi için
birçok asır geçmiştir.
O halde o
eski zaman bitkilerinde meydana gelen değişimler nedir ki, onlar zift ile
dolu bir kömür kütlesine dönüşmüş? O suların bürüdüğü bitkilerin kütleleri
hafif, süngerimsi idi. Şimdi bataklıklarda oluşan turpa benziyordu. Suda kalınca
onlarda az bir kokma ve ekşime hasıl olmuştur ki bunu şundan fazla izah mümkün
olmuyor: O eski zaman bitkilerinde meydana gelen ayrışım, akıcı birtakım madeni
gazların oluşumu ile birlikte idi ki taşı onları içiyordu. Onun içtiği katranlı
yağların kaynağı da yanıcı zift türleridir. Turp tabakaları üzerlerini örten
arazinin altına gömüldükten sonra o gazların yayılması devam etmiş ve taşkömürü
o büyük katılım halinde o arazinin ağırlık ve baskısıyla o büyük belirgin
yoğunluğunu kazanmıştır. O arazinin ortasından çıkan ısının da onda büyük
etkisi olmuştur. Kömür tabakalarındaki farklılıklar bu iki sebebe nisbet olunmalıdır:
Baskı ve merkezî ısının etkisiyle meydana gelen kızma. Bu nedenle alt tabakalar
üst tabakalardan daha kuru ve daha sıkıdır. Çünkü aşağıda ısının etkisi daha
yüksek ve yukarıdan üzerine gelen baskı ve sıkıştırma daha kuvvetlidir. Defalarca
tekrarlanan tecrübelerden taşkömürünün nasıl oluştuğu anlaşılmış, ağaç ve
diğer bitkisel maddeler üzerine baskı ve ısı etkisiyle cidden sıkı bir taşkömürünün
oluşmasına muvaffak olunmuştur. Bu tecrübede kullanılan aygıt ile bitkisel
maddeleri su ile, ıslak çamur ile kuşatılmış olarak baskı altına almak ve
uzun süre etkisi devam etmek üzere yüksek derecede ısıya maruz bırakmak mümkün
oluyordu. Bu aygıt kapalı değildi, lakin gazların ve buharların çıkmasına
engel oluyor, o suretle bitkisel maddelerin ayrışması, oluştukları unsurların
ayrılmasına engel olacak bir baskı etkisiyle rutubetle dolu bir ortamda (milyoda)
meydana geliyordu. Bu aygıta farklı nitelikte tahta biçmeleri konulunca ondan
bazan parlak, bazan donuk taşkömürüne benzer ürünler oluşmuştur. Bu farklılıklar
da tecrübeye sunulan tahta sınıflarının farklılığından kaynaklanmıştır ki
kömür türlerinin farklılığına da sebep olarak bu gösterilir. En iyisini Allah
bilir.
İşte detayına
girmeden şöyle kısa bir bakışla bakıldığı zaman otlaklarda taptaze çıkan bitkilerin
bir müddet sonra kuruyup çürüyerek gübre ve kömür gibi kara bir çerçöpe çevrildiği
görüldükten başka, derinlemesine bir bakışla bakıldığı zaman da bütün maden
kömürlerinin dahi mahiyetinin, bitkilerin sular içinde ölüp çözümlenerek çevrildiği
kara bir bitki artığından ibaret olduğu ve dolayısıyla "Karamsı bir sel kütüğü"
tabirinin buna da işaret etmekte bulunduğu anlaşılır. Yüce Allah bu yerküre
üzerinde ne otlaklar, ne bitkiler, ne ormanlar çıkarmış, sonra da onları ziftli,
katranlı kapkara bitki artığı, bir çöp yığınına çevirmiştir. Bütün bunlar
onun yaratması, düzene koyması, takdir edip bir halden başka bir hale çevirmesi
ile Rab'lığının eseridir.
İşte insanlığı
sırf bitkisel ve hayvansal biçimde sade bedenî gayelerle anlamak isteyen bedbahtların
sonları da böyle kara bir yığıntıdan ibaret olan maden kömürleri gibi yanabilir
olmaktan başka bir şey değildir. Bunları bu şekilde haber verip hatırlatarak
anlatmasının da o yüce Rabb'in kendisini insanlığa tanıtmak için ayrıca bir
hidayet ve yol göstermesi olduğunda şüphe yoktur.
6. Bundan
dolayı bütün yaratılmışlara yapılan genel hidayeti topluca beyan ettikten
sonra insanlara olan hidayetin en büyük misal ve şahidi olmak üzere bilhassa
Hz. Peygamber (s.a.v.)'e olan özel hidayetini beyan edip anlatmak için buyuruyor
ki: Bundan böyle seni okutacağız. Yani "Sana böyle işte emrimizden bir ruh
vahyettik. Oysa sen Kitap nedir bilmezdin."(Şûrâ, 42/52) değerli hitabıyla
hatırlatıldığı üzere sen kitap nedir, okumak nedir, bilmezken bundan böyle
Ruhu'l-emin, Ruhu'l-kudüs olan Cebrail vasıtasıyla sana okuyacağın bir kitap
olan Kur'ân'ı vahyederek indirip belleteceğiz. İneni ve indirileceği okumaya
muvaffak edeceğiz. Yahut, vahy ile seni Kur'ân ve kırâet sahibi yapacağız.
Bu şekilde bu, olağanüstü ilâhî risalet ve hidayeti gösteren bir âyet, bir
mucize olarak artık unutmayacaksın. Bu unutmamak, bu derece kuvvetli bir hafızaya
sahip olmak da diğer bir âyet ve mucize olacak. Nitekim bunun gelecek için
vaad edilip haber verilmesi ve öylece vuku bulması da ayrıca bir mucize olacaktır.
Bu gösteriyor ki, okutmaktan maksat ezbere okutmaktır. Yoksa yüzüne yazı okutmak
değildir. Bazıları da, "unutmamaktan asıl maksat, gereği ne ise ona göre amel
etmektir" demişlerdir.
7. Ancak
Allah dilerse başka.
Çünkü o unutturmak
isterse unutturur. Yani böyle unutmamayı kesin olarak vaad edip haber vermek,
Allah'ın artık onu unutturmaya gücü yetmeyecek mânâsına gelmez. Onu hiçbir
şey aciz bırakamaz. Böyle kuvvetli bir hafıza gücü verdikten sonra o dilerse
bu gücü çeker alır. Unutturacağını tamamen unutturabilir ki bu bir nesh olur.
O zaman da "Biz herhangi bir âyeti nesheder veya unutturursak, ondan daha
hayırlısını veya mislini getiririz."(Bakara, 2/106) hükmü cereyan eder. Fakat
Allah'ın yardımıyla sen bundan böyle unutmayacaksın. Senin böyle bir mucizen
de olacak.
Bazıları şöyle
der: Bu âyetteki istisna, azlık ifade etmek içindir. Nitekim Buhari'de şöyle
bir rivayet vardır: Hz. Peygamber (s.a.v.) namazda okurken bir âyet atlamıştı.
Sabah namazı idi. Übeyy bu okunmayan âyetin nesh edildiğini sanmış, sormuştu.
Rasulullah (s.a.v.) "unuttum" buyurmuştu. Rasulullah (s.a.v.)'da böyle nadir
de olsa unutma vaki olursa yüce Allah onu bırakmaz hatırlatır, veya hatırlatacak
bir sebep nasip ederdi. Nitekim "Bahru'l-Muhit"de yazıldığı gibi, Abbad b.
Beşir'in okumasını işittiğinde, "Bu bana filan ve filan sûrede şu ve şu âyeti
hatırlattı." buyurmuştu. İşte böyle az bir unutmayı istisna olmalıdır denilmiş
ise de cüz'î, bir an için meydana gelen böyle bir kaç unutma, tilaveti neshetmek
mânâsında olan devamlı unutturma mahiyetinde olmayıp okurken ve namaz kılarken
ümmetin kurtulamayacağı bu gibi unutmalar hakkında "hükümleri öğretme" kabilinden
demektir. Yahut bu unutma olayı "Artık unutmayacaksın." vaadinden önce olmuştur.
Bunun için bazıları da demişlerdir ki: Bu istisna, azlık mânâsına olarak hiç
olmamaktan mecazdır. Nitekim bazan, "onu söyleyen pek az bulunur" derler de
"bu söylenmez" demek mânâsını kastederler.
"Onlarda hiç
kusur yoktur. Şundan başka ki ordularla çarpışmaktan kılıçlarında bazı gedikler
vardır." beytinde olduğu gibi, istisnanın olumsuzluğu vurgulamak için kullanıldığı
da meşhurdur. Zira ordularla çarpışmanın neticesi yalnız kılıçlarında bazı
gediklerden ibaret olması kahramanlar için bir ayıp değil, yüksek bir övgüdür.
Kusursuzluğu yüksek bir övgü ile vurgulamak için bu istisna ile "Yermeyi hissettiren
şeyle övmek" denilen bir bedi' sanat yapılmıştır ki, burada da bu kabildendir.
Alûsî'nin
yazdığı üzere "Kazi Haşiyesi"nde İsam şöyle demiştir: Bu açıklamaya göre istisna,
olumsuzluğun genelliğini vurgulamak içindir, genelliği bozmak için değildir.
Buna, "umumu vakitlerden istisna etmek" de denilir.
Yani hiçbir
vakit unutmayacaksın, ancak Allah unutmanı dilediği vakit hariç. Fakat Allah
da onu dilemeyecek. Dolayısıyla hiç unutmayacaksın demek olur. Bu mânâ cennet
ehli hakkında "Rabb'in başka bir müddet dilemezse, gökler ve yer durdukça
ebedi olarak orada kalacaklardır."(Hud, 11/108) âyetindeki istisnanın mânâsı
gibidir. Ferra bu kanaate varmış ve demiştir ki: Bu istisna ile yüce Allah
peygamberine hiçbir şeyi unutturmayı dilememiş, yalnız şunu anlatmıştır ki,
"Andolsun ki, eğer dilersek sana vahyettiğimizi tamamen gideriveririz."(İsrâ,
17/86) buyurduğu gibi, dilese unutturur, buna gücü yeter. Fakat dilememiştir.
Nitekim peygamber (s.a.v.)'e, "Andolsun, eğer şirk koşarsan bütün amelin boşa
gider."(Zümer, 39/65) buyrulmakla ondan elbette bir şirk vuku bulacağını değil,
vuku bulması var sayıldığı takdirde bile fasit ve mahzurlu olacağına işaretle
vuku bulmayacağı vurgulanmış olduğu gibi, burada da bundan sonra unutmanın,
az da olsa, vukuuna değil, asla vaki olmayacağına ve şu da var ki onun unutmaması
kendi kuvvetinden değil, sırf Allah'ın lütuf ve ihsanından olduğuna dikkat
çekmek içindir.
İşte bu istisnanın
faydası, unutmama vaadinin böyle sırf Allah'ın dilemesinden ileri gelen bir
ilâhî lütuf olduğunu beyan suretiyle vurgudur. Ebu Hayyan, Ferra'nın bu yorum
ve izahına ilişmek istemiş ise de onun edebi zevkini kavrayamamış olduğu anlaşılıyor.
Alûsî gibi Abduh da Ferra'nın bu yorumunu takdirde isabet eylemiştir. Ancak
bu durumda "unutma"dan maksat, devam edip giden unutmadır. Dolayısıyla yerleşmiş
olmamak üzere haberde geldiği gibi bir-iki an için bir hikmetten dolayı vaki
olan cüz'i unutma buna zıt olmaz. Şu halde gerek "azlık" mânâsına gidilsin,
gerek "vurgu" mânâsına gidilsin iki takdirde de maksat bir olmuş olur. Yani
unutmasının sürekli olmaması, bu vaad gereğince Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
mucizelerinden birisidir. Birkaç defa bir hikmetten dolayı cüz'i unutmanın
vuku bulması da bununla çelişki teşkil etmez. Bu vaad ve dilemenin, diğer
bütün esma-i hüsnanın ifade ettiği mânâları kendisinde toplayan Allah ismine
isnat edilerek anlatılması da ululuk terbiyesi ve bu vaad ve dilemenin diğer
isim ve sıfatlarda değil hepsini kendinde toplayan "ilâhlık" ünvanı üzerinde
dolaştığına dikkat çekmek ve "yüce Rab"tan maksadın ne olduğunu da açıklamaktır.
Sonra bu vaad ve hikmet şununla da vurgulanarak açıklanmıştır.
Kuşkusuz ki
o (Allah), açığı da bilir gizliyi de, herşeyden ve hallerinizden açık ve alenî
olanı da bilir, gizleneni de. Dolayısıyla bu "okutma" ve "unutturmama" vaadini
de ona göre her şeyi kuşatmış olan ilmiyle yapıyor. Buna tamamiyle güvenmek
ve itimat etmek ve onu noksan sıfatlardan uzak tutmak gerekir. Başka bir mânâ
ile, o açıkça yüksek sesle okunanı da bilir, gizli okunanı da. Sırasına göre
açıktan veya gizliden vahy ile açık veya gizli oku ve unutmayıp gereğine göre
amel et. Bu cümle, ara cümlesidir. Şu da başındaki "ve" âtıfası (bağlacı)yla
"seni okutacağız" cümlesine bağlıdır.
8. Ve seni
kolay olana muvaffak kılacağız. Her hususta en kolay yola veya gayeye erdireceğiz.
Bu başarılı olmayı sana kolaylıkla yapabileceğin bir haslet ve sende yerleşmiş
bir meleke edeceğiz. Dolayısıyla dinin her sahasında; ilimde, öğretmede, amelde,
doğruyu gösterme ve bulmada en kolay yola muvaffak olacaksın. En zor gayelere
kolaylıkla ermek senin ve dininin bir özelliği olacak. Bunun içinde açık ve
gizli olarak vahiy alma ve ondaki hoşgörülü ve sıkıntısız şeriat ve hükümlerin
gerek nefsi olgunlaştırmak ve gerekse başkalarını olgunlaştırmakla ilgili
ilâhî kanunların kavranmasını kolaylaştırmak dahi bulunur. Bir Allah inancı,
ihlas, hakkı bilmek, usülüne göre gayret sarfedip amel etmek her kolaylığın
başı olmakla beraber, kolaylığın başı da yüce Allah'ın başarı lutfetmesidir.
İşte böyle açık ve gizliden okutup unutturmamakla en kolay yolu nasip etmek
ve buna başarılı kılmak da vaad edilmiştir.
9. Onun için
(oku, unutma da) hatırlat. Onun içerdiği hükümleri ve bilgileri insanlara
ulaştırıp öğreterek vaaz ve nasihat et, öğüt ver, düşündür. Eğer vaaz ve hatırlatma
fayda verirse, ki herkes için olmasa bile, muhakkak az çok faydası olur. Nitekim
"Öğüt ver, çünkü öğüt müminlere fayda verir."(Zâriyât, 51/55) buyurulmuştur.
Tefsirciler
demişlerdir ki: Resulullah (s.a.v.) mutlak olarak öğüt vermekle memur olduğundan
bu şart, esas itibarıyla bir kayıt için değil, vurgu ve bir dereceye kadar
hafifletmek içindir. Vurgu ifade etmesi şundandır: Aslında fasih ve düzgün
olan bir öğüt, muhataplar hakkında mutlaka bir fayda ifade eder. Muhatapların
ondan faydalanmak isteyip istememeleri ise başka bir şeydir. O halde, "öğüt
bir fayda verirse" demek, olması kesin olan bir şarta bağlamak mânâsında olur.
Bu ise, "öğüt ver, çünkü öğüdün bir faydası olduğu muhakkaktır" demek gibi
bir vurgu ifade eder. Aynı zamanda bunu bu şekilde ifadede bir hafifletme
vardır ki, o da şudur: Resulullah (s.a.v.) bir Allah inancına, hak dine davet
hususunda "Rabbinin hükmüne sabret."(Tûr, 52/48) emrine uygun olarak her türlü
tehlikeye göğüs gerip kâfirlerden gördüğü eziyet ve sıkıntılara sabır ve tahammül
göstererek. "Gayet izzetli bir elçi. Zorlanmanız ona ağır geliyor. Üstünüze
titriyor. O, müminlere gayet merhametli ve şefkatlidir."(Tevbe, 9/128) diye
anlatılıp nitelendiği üzere insanlara acıyor, kavminin imana gelerek mutluluğa
ermelerini şiddetle arzuluyor ve bu suretle "İman etmezler diye belki arkalarından
esef edip kendini üzeceksin."(Şuarâ, 26/3) kriterince kendisini üzecek derecede
tebliğ ve irşadın her türlüsünü yaptığı halde kâfirler inkâr ve taşkınlıkta
ileri gitmekten başka bir şey yapmıyorlardı. Bir düzelme elde etme ümidiyle
yapılan öğüt ve hatırlatmanın böyle düzelme yerine taşkınlığın artmasına neden
olması ise bir yarar değil, bir zarar mânâsında oluyordu. Bundan dolayı muhataplar
hakkında fayda olmayıp da zarar olacağı düşünülen hususlarda vaaz ve öğüt
vacip kılınmayıp, yapılmamasına izin bulunduğuna ve belki "Bizim zikrimizden
yüz çevirenden sen de yüz çevir."(Necm, 53/29) mânâsınca bundan yüz çevirmenin
daha iyi olacağına işaret ile bir hafifletme ve kolaylaştırma olmak üzere,
burada "öğüt ver" emri "eğer öğüt fayda verirse" diye kayda ve şarta bağlanarak
ifade buyurulmuştur. Şu halde bunun özeti şu olmuş olur: Muhataplara fayda
yerine zarar getireceği tecrübe ile ortaya çıkmış olduğu takdirde vaaz ve
öğüt vermek vacip değil ise de, asıl olduğu üzere az çok bir faydası olacağı
düşünülürse, dinleyip yararlanacak olanları nazar-ı itibara alarak vaaz etmek,
bu işi yapabilecek olanlara vacip olur.
10. Çünkü
saygısı olan zikredecek, dinleyecek, öğüt alacak, düşünecektir.
11. En bedbaht
olan da ondan kaçınacaktır.
12.
O bedbaht ki en büyük ateşe, yani ahirette ebedi olan Cehennem ateşine yaslanacaktır.
13. Sonra
da orada ne ölecek, ne de hayat bulacaktır. Ölmez ki, dünya azabından kurtulduğu
gibi kurtulsun, hayat yani zevk veren ve faydası olan bir hayat da bulmaz
ki, çektiği azabı ona vesile sayarak sabır edip dayansın. Bundan büyük bedbahtlık
düşünülemez. Kuşku yok ki bu, otlakların kara bir bitki artığı yığını olan
kömüre çevrilmesinden çok büyük bir bedbahtlıktır. İşte vaaz ve nasihat dinlemekten
kaçınanların sonu da budur. Bunun için onlara bakmamalı da, az da olsa, dinleyip
faydalanacak olan saygılıları gözeterek vaaz ve nasihat etmelidir. Demişlerdir
ki: Cehennemde ölmemek kâfirlere mahsustur.
Ama isyan
eden müminlerden cehenneme girenler orada öleceklerdir. Müslim'in Ebu Said'den
rivayet ettiği şu hadisi delil göstererek bu sonuca varmışlardır: "Cehenneme
giren ateş ehli orada ölmezler de dirilmezler de. Ama günahları sebebiyle
ateş isabet etmiş olan bir kısım insanlara gelince, yüce Allah onları öldürecek,
nihayet kömür olduklarında şefaate izin verilecek, sonra takım takım getirilecek,
cennet ırmaklarına serilecekler. "Ey cennet ehli! Bunların üzerine su dökün."
denilecek de sel milinde tane biter gibi bitecekler."
Bununla beraber
şunu da bilmek gerekir ki, kâfirlerin cehennemde ölmemesi de "Ey Rabbimiz!
Sen bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin."(Mümin, 40/11) âyetinden anlaşılan
iki ölümü de tadıp iki hayat ile azap için yeniden diriltildikten sonra demektir
ki, bundan sonra ne ölecek ne de dirileceklerdir. Bazıları da demişlerdir
ki: "Ne ölecekler ne de dirilecekler." demek azabın şiddeti ile ebedî sürünmekten
kinayedir.
14. Muhakkak
felah buldu, kendini fenalıklardan kurtarıp murada erdi temizlenen, vaaz ve
öğüdü dinleyip temizlenen, feyiz alan, kalbini şirkten ve kötü ahlâktan, bedenini
maddî ve manevî pisliklerden temizleyip iman ve ihlas, gusül ve abdest ile
arınan ve zekâtını verip Allah'ın huzuruna temizce çıkmak için çalışan
15. ve Rabbinin
ismini anıp onun huzuruna varacağını düşünerek "Allahü Ekber" diye tekbir
alıp da namaz kılan, beş vakit namazı ve özellikle gelen rivayete göre, bayram
namazını kılan kimseler. Bu âyetin zahiri mânâsı, kalp ve beden temizliğiyle
nefis terbiyesine, Allah'ı birleme, tekbir gibi dil ile zikretmeye, "Namaz
kılan ve zekât veren"(Bakara, 2/177) âyetlerinin mânâsı üzere bedenî ve malî
ibadetlerin temeli sayılan farz olan zekât ve namaza dikkat çekmiş olmasıdır.
İbnü Münzir gibi bazılarının İbnü Abbas'tan rivayetleri de böyledir. Bazıları,
farzlarla beraber mümkün olduğu kadar nafileleri de kapsadığını söylemişlerdir.
Çünkü bir kayıt konulmadan mutlak olarak söylenmiştir. Onun için mutlaklığı
üzere devam etmesi asıldır. İbnü Mesud'dan: "Sadaka verip namaz kılan kimseye
Allah rahmet buyurdu." diye gelmiştir. Bu şekilde bir kısım tefsirciler de,
"bayram namazına gitmezden evvel başının zekatı olan fıtır sadakasını veren,
sonra da tekbir ile bayram namazını kılan" demişlerdir ki, bundan, farz namazları
arasında bayram namazının da vacip olduğu ve zekattan, fıtır sadakasının da
vacip olduğu anlaşılmış olur. Râzî'nin yazdığına göre bu tefsir ikrime'nin,
Ebu'l-Âliye'nin, İbnü Sirin'in ve İbnü Ömer'in görüşleridir. Resulullah (s.a.v.)'a
kadar varan merfu hadis olarak da rivayet edilmiştir. Keşşaf'ta zikredildiği
üzere Hz. Ali (r.a.)den de şöyle rivayet edilmiştir; âyetteki "tezekki" den
maksat, fıtır sadakası vermektir. Hz. Ali daha sonra şöyle demiştir: Allah'ın
kitabında başkasını bulamasam da şu yetişir: "Muhakkak temizlenen kurtuldu."
yani fıtır sadakasını verip mescide yönelen ve Rabbinin ismini zikredip iftitah
tekbiriyle bayram namazını kılan".
Dahhâk'ten
de, "mescide giderken Rabb'ının ismini zikredip, yani tekbir alarak gidip
de bayram namazı kılan" diye rivayet edilmiştir.
"Sa'lebî Tefsiri"nde
bu rivayetlere şöyle itiraz edilmiştir: Bu sûre ittifakla Mekke'de inmiştir.
Oysa Mekke'de ne malî zekât ne de bayram namazı vardı. Buna cevap olarak da
demişlerdir ki: Bu, Mekke'de hazırlık mahiyetinde inmiş olup hükmü gecikmiş
olabilir. Bir de sûrenin Mekke'de inmiş olması en sahih görüş ise de bu hususta
icma yoktur. Yukarda geçtiği üzere, Medine'de indiği görüşünde olanlar da
olmuştur.
Bu ayrıntılardan
şu neticeyi almak gerekir ki, buradaki namaz, iniş sebebi bile olsa sadece
bayram namazıdır demek lazım gelmeyeceği gibi, "tezekki"yi de yalnız mali
zekata ve bu arada özellikle fıtır sadakasına tahsis etmek gerekmez. Tezekki,
iç ve dış temizliği ve feyizlenme mânâsıyla amellerin temizlenmesi ve malın
temizlenmesinden daha genel olduğu gibi, namaz da beş vakit namazdan daha
genel olarak Bayram namazı ve vitir gibi vacip olan namazları da kapsamış
olmak gerekir. Onun için hükmü, Mekke'de mümkün olduğu kadar uygulanmış bulunduğu
gibi, Medine'de de mali zekat, fitre ve bayram namazı dahi bu hükme dahil
olarak uygulanmış, dolayısıyla hükmünün mutlak olarak değil, bazı içine aldığı
şeyler itibarıyla kısmen sonraya bırakılmış olduğu anlaşılır. Şu halde fıtır
sadakası ve bayram namazını söyleyenlerin maksadı da, sadece bunlar olduğu
değil, bunların dahi bu âyetin hükmüne dahil bulunduğunu ve o suretle uygulandığını
söylemek demektir. Hatta söylendiği gibi, mümkün olduğu kadar nafilelerin
bu medih ve övgüye dahil olması âyetin mutlak mânâsının zahirine uygun olduğu
gibi, "tezekki", "zikir" ve "salat"ın zikredilmesi de kalbî ve lisanî, malî
ve bedenî bütün ibadetlerin aslı olmak itibarıyla hepsine işaret olması dahi
sahihtir ve böyle rivayet edilmiştir.
16. Fakat
siz, ey gafil insanlar! O kurtuluşu her şeye tercih ederek o temizlenmeye
çalışacak yerde öyle yapmıyorsunuz da dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Onun
süsünü, eğlencesini, yemesini, içmesini, kadınlarını, lezzetlerini öne alıyor,
bunlara öncelik tanıyor, bunlarla meşgul olmaktan ve o yolda mal harcayıp
tüketmekten hoşlanıyorsunuz da ahiret esenlik ve mutluluğunu hazırlayan temiz
ve güzel amelleri arkaya atıyorsunuz. Bayram yapmak istediğiniz vakit de temizlik,
sadaka verme, zikir, namaz, hayır ve iyilikler gibi sonu kurtuluş olan işlerden
çok, gelip geçici dünya lezzetlerinden zevk alıyorsunuz. Ki bu da iki kısımdır:
BİRİSİ, ahireti
hiç hesaba katmayarak yalnız dünya lezzetlerine bağlanmaktır ki bu, "Bize
kavuşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olup onunla tatmin olanlar ve bizim
âyetlerimizden gafil olanlar. İşte bunların, kazandıkları sebebiyle varacakları
yer cehennemdir." (Yunus, 10/7-8) ölçütüne göre Allah'a kavuşmayı arzu etmeyip
sade dünya hayatına razı ve onunla tatmin olan ve ibadet etseler bile yalnız
"Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver."(Bakara, 2/200) diyenlerin halidir ki bunlar,
"Onun ahirette hiçbir nasibi yoktur."(Bakara, 2/200) âyeti gereğince ahiret
hayatından nasipleri olmayan ve "O kimse ki en büyük ateşe girecektir. Sonra
ne ölecek onda, ne de hayat bulacaktır." hükmünce o büyük ateşe yaslanacak
olan bedbahtlar, kâfirlerdir.
BİRİSİ de,
"Ey Rabbimiz! Bize hem dünyada hem de ahirette iyilik ver."(Bakara, 2/201)
demekle beraber ikisi karşılaştığında dünyayı ahirete tercih edenler, dünya
zevki için ahireti feda eyleyen gafil veya asi müminlerdir.
Bunların da
"İşte onlar için kazandıklarından bir nasip vardır."(Bakara, 2/203) âyeti
gereğince kazançlarına göre ahiretten bir nasipleri vardır.
17. Oysa ahiret
daha hayırlı ve daha devamlıdır. Dolayısıyla geçici olan dünya hayatı ne kadar
zevkli olursa olsun, akıllı ve zeki olan insanların ahireti tercih ederek
temizlenmeye ve kurtulmaya çalışmaları ve böyle olanlar için daima sonu önden
hayırlı olacağını bilmeleri gerekir. Yoksa dünya hayatını tercih edenler için
gün günden fena olmak ve sonu kötümserlikle beklenilenin elde edilememesinden
duyulan acı içersinde karar kılmak zorunlu bir kural olur. Ahireti tercih
ederek daima ilerisi için temizliğe ve iyiliğe bakışlarını diken ve o iman
ile başının vergisini verip Rabbinin ismini anarak ona gitmek üzere namazını
kılan, ibadetini yapan kimseler dünyada ne kadar sıkıntı ve ızdırap çekseler,
sonuçta kötümser olmaz, ümitsizliğe düşmez, günden güne kurtuluş ve esenliğe
doğru gitmeye ve mutlu sona ulaşmaya muvaffak olurlar. Onlar için gaye dünya
hayatında kalmak değil, onun elemlerinden kurtulup Allah'ın rızasına kavuşmaktır.
18. Haberiniz
olsun ki, bu öğüt, yani ahiretin dünyadan hayırlı ve devamlı olduğunun hatırlatılması,
yahut buyurularak temizlenenin kurtulduğunun haber verilmesi veya bu sûrenin
içerdiği mânâlar, yani Kur'ân'ın indirilip okutulması ve ezberlenmesi ile
en kolay olanı elde etmeyi içeren Muhammed (s.a.v.)'in peygamberlik görevinin
başarılı olacağı müjdesi ilk sahifelerde vardır. Önceki peygamberlere verilmiş
olan sahifelerde, kitaplarda zikredilmiş ve vaad edilmiştir.
19. Özellikle
İbrahim ve Musa'nın sahifelerinde vardır. Bunun "es-Suhufu'l-ûlâ"dan bedel-i
küll olma ihtimali varsa da açık olan bedel-i ba'z olmasıdır.
SUHUF, aslında
kitap mânâsına gelen "sahife"nin çoğulu olup Tevrat, Zebur, İncil, Kur'ân
ismi verilen dört büyük kitabın dışında, peygamberlere indirilmiş olan kitapçıklar
hakkında kullanılması şöhret bulmuştur. Bu mânâya göre Musa (a.s)'nın suhufu,
Tevrat'tan önce indirilmiş olan on suhuf; İbrahim (a.s)'in ki de on suhuf
idi diye nakledilmiştir. Yani, İslâm dininin burada açıklanmış olan bu hakikati,
yüce Rabb'i birlemek ve noksanlıklardan uzak tutmak, okumak, öğüt verip hatırlatmak,
saygı, temizlenme ve zikir ve namaz ile kurtulma, ahiretin dünyadan hayırlı
ve devamlı olması esasları, her dinin esası olan ve önceki peygamberlere indirilmiş
ilk sahifelerde ve özellikle İbrahim (a.s) ve Musa (a.s)'nın sahifelerinde
zikredilen Hakk'ın emridir. Din adı altında buna zıt olan Allah'a ortak koşma,
Allah'ın üç unsurdan oluştuğuna inanma, Allah'ı başka bir varlığa benzetme
ve dünyayı ahirete tercih etme gibi kötümser fikirler, inançlar doğru değildir.
Dolayısıyla bütün güçlüklere rağmen Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğinin
ve bu hak dinin en kolaya muvaffak olması, bütün bunların bir neticesi olmak
üzere kesinlikle gerçekleşecek bir iştir. "Seni en kolaya muvaffak kılacağız."
ile de işaret buyrulduğu üzere "O, Resulünü hidayet ve Hak din ile bütün dinlere
üstün kılmak için gönderendir."(Tevbe, 9/33) hükmünün ortaya çıkacağında şüphe
edilmemelidir. İbrahim (a.s) ve Musa (a.s)'ya inananların buna da inanmaları
gerekir.
Abd b. Humeyd,
İbnü Merduye ve İbnü Asakir Ebu Zerr (r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir:
Dedim ki, ey Allah'ın Resulü! Yüce Allah kaç kitap indirdi? Buyurdu ki: Yüz
dört kitap indirdi. Elli sahife Şît'e, otuz sahife İdris'e, on sahife İbrahim'e,
on sahife de Tevrat'tan evvel Musa'ya indirdi. Tevrat'ı, Zebur'u, İncil'i
ve Furkan'ı da indirdi. Dedim ki: Ey Allah'ın Resulü! İbrahim'in sahifeleri
ne idi? Şöyle buyurdular: Hepsi kıssa ve öğüt idi: Ey o kötülüklere düşkün,
sırnaşık ve mağrur Melik! Ben seni dünya malını üst üste yığasın diye göndermedim.
Fakat benim yerime mazlumun duasını yerine getiresin diye gönderdim. Çünkü
ben mazlumun duasını, kâfir de yapsa kabul ederim. Aklına karşı mağlup olmadıkça
akıllıya gerektir ki, üç saati ola. Bir saatinde Rabbine yalvara, bir saatinde
nefsini hesaba çekip ne yaptığını düşüne ve bir saatinde de helalinden ihtiyac
için tenha kala. Çünkü bu saatte öbür saatler için bir yardım ve zihnini toplama
ve diğer işlerden kurtuluş vardır. Akıllı olanın zamanını görmesi, kendi işine
ve durumuna yönelmesi, dilini koruması gerekir. Çünkü kelâmını amelinden sayan
kimse az söyler. Ancak kendisini ilgilendiren konularda olursa başka. Akıllının
üç şeye talip olması gerekir: Geçimini düzeltmek, varacağı yer için hazırlık
ve haramda olmayarak lezzet alma. Dedim ki: Ey Allah'ın Resulü! Musa'nın sahifeleri
ne idi? Buyurdu ki: Hepsi ibret idi: Şaşarım, öleceğini yakinen bildiği halde
sevinene, ateşin olduğunu kesin olarak bilip de gülene, dünyayı ve onun üzerinde
bulunan kimselere karşı durmadan değiştiğini görüp de dünyaya gönül bağlayana,
kadere yakinen inanıp da öfkelenene, hesaba inanıp da amel etmeyene. Dedim
ki, ey Allah'ın Resulü! İbrahim ve Musa'nın sahifelerindekilerden sana bir
şey indirildi mi? Buyurdu ki: Evet, ey Ebu Zerr! buyurdu demiştir. Bununla
beraber, Alûsî'nin dediği gibi hadisin sahih olup olmadığını Allah bilir.
Bunun üzerine,
"O ki en büyük ateşe yaslanacaktır sonra da orada ne ölecek, ne de hayat bulacaktır."
kaidesine göre, ahirette ateşe yaslanacak bedbahtlarla, kurtuluşa erecek mutlu
kişilerin hallerini genişçe anlatarak öğüt vermeye devam edilmek üzere Ğaşiye
Sûresi gelecektir.